Resource
stringclasses
2 values
DocID
int64
1.32M
1.44M
Class
stringclasses
8 values
Text
stringlengths
62
18.2k
Milliyet
1,336,672
Yazarlar
Memleketimizin değişmeyen konularından biri de Turgut Özal'ın ölümüdür..Eceliyle öldü mü, öldürüldü mü? Yani vakti geldi de mi gittiYoksa zehir marifetiyle,  eceliyle ölmüş süsü verilerek öldürüldü mü?Hangisi..Bin tane tevatür var.. Ama işin aslını astarını ortaya çıkarmaya yönelik tek hamle yok..Sanki konuşulsun, tartışılsın ama sonuç alınmasın isteniyor..Her daim gündemde olsun.. Veya gündem boşluklarını doldursun..Memleket tartışma sıkıntısı yaşamasın!..* * *Ortada alenen suçlanan kimse yok.. Afaki birilerinden söz ediliyor.. İşin garibi Özal'ın çevresinde olanlar, o günü yaşayanlar hemen hepsi başka bir hikaye anlatıyor..Hikayeleri toplasan, usta bir romancıya versen başı sonu belli öykü bile çıkaramaz.. Kimi hastaneye geldiğinde ölmüştü  diyor..Kimi hastaneye geldikten sonra bir, bir buçuk saat yaşadı yüzüne bakan olmadı  diyor..Kimi kesin kap krizi  diyor..Kimi zehirlediler  diye ısrar ediyor..* * *Ailesi ne yapıyor?Valla ne yaptığını daha kimse anlamadı.. Özal'ın 'ağabey'  diye hitap ettiği dönemin Başbakanı, 9. Cumhurbaşkanı Demirel de 17 yıl sonra, ne yapıyorlar anlamıyorum  demiş!.Ben anlıyorum galiba..Ailesi Turgut Özal'ın ölümünden mağduriyet çıkarma peşinde..  Beyinlere, tam Kürt meselesini çözecekken derin devlet ortadan kaldırdı fikrini şırınga etmek istiyorlar..Demokrasi şehidi olacak!..Siyaseten rant getirir mi?Denemekte fayda var..* * *Bu durum 'Yeni Türkiye'yi kurduk  diyenlerin de işine geldi.. Onlar da gördünüz mü 'Eski Türkiye' , Cumhurbaşkanı'nı bile öldürtmüş demek için meseleye dört elle sarıldı..* * *Enteresan olan ne biliyor musunuz?Semra Özal, eşinin saçından bir tutamı saklıyormuş..Verse Adli Tıp işi çözecek, zehirlendi mi, kalp krizimi geçirdi  söyleyecek..Olmadı aile izin verir, mezarı açılır, kemikleri incelenir..İkisi de yapılmıyor.. Semra Hanım TV ekranlarına çıkıp gerekirse izin veririm  diyor..Gerekirse.Aslında gerekmiyor..Çünkü gerekirse tartışma da bitecek..17 yıldır sonra aynı plağı çalıyoruz, bi 17 yıl daha çalsak fena mı olur?Yeter artık, bıktık artık tartışması...Bıktık mı, bıkmadık mı.. Sıktı mı, sıkmadı mı  diye papatya falı açacak halimiz yok..Canımıza tak etti, türbanı isteyen ilkokulda da takılsın, kamuya da girsin, yeter yahu  diyecek halimizde yok..Usul usul tartışacağız..Usul usul konuşacağız..Türkiye'nin öncelikli meselesiyle, Başbakan, 'Yeni Anayasa'  ile  kökünden çözeceğini vaat ettiyse..2011 seçiminden sonra iktidar niyetini açıklayacaksa..Önümüzdeki seçimin yine birinci gündem maddesi olacaksa..Yeter artık, bıktık artık, daha da ağzımı açmam, açtırmam   deme lüksümüz olabilir mi?.Rejimin anahtarı orada..Rejimin şeklini şemalini o belirleyecek..* * *Sonra.. Gözden kaçan bir başka husus daha var..Altını çizelim..YÖK Başkanı, öğretim üyelerine gözdağı vererek türbanı fiilen serbest bıraktırdı ya..CHP olgun davrandı..Mesele etmedi.. Üniversitede türban sessiz sedasız çözülsün istedi..Doğru da yaptı..Türbanı gündemde tutan, lisede de olmalı, ilkokula da girmeli tartışmasını açan kim?Arşiv orada..  Türban meselesini kim canlı tutmak istiyor, kim kaşıyor belli..Bi zahmet bakı verin!..Beşiktaş lige geri döndü mü?Spor anlatıcıları çok kullanır.. Benim sevmediğim bir anlatım tarzı değildir..Teniste adam 4-2 önde.. Rakibi bir oyun alır, yorumcudan yorum..Sete geri döndü..Trabzon 2-0 önde.. Yorumcunun ağzında yine benzer cümleler..Bakalım, Bursa oyuna geri dönebilecek mi?Antep'e üç puan vererek liderle arasını sekiz puan açılan Fenerbahçe lige geri döner mi?Geri dönmek; ortak olmak, rakibini yakalamak anlamında..* * *O zaman dünkü maçtan sonra şu yorumu yapabiliriz..Türkiye'de üst üste götü sonuçlar alan Beşiktaş lige geri döndü..Ceee  dedi..* * *Meseleye dönüp dönmeme ekseninden bakacaksak bence daha dönmedi.. Tabii ki  Ankara'da üç puan almak mihenk taşı sayılabilir..Tabii ki  kötü gidişin kırılma noktası kabul edilebilir..Tabii ki  sıçrama tahtası görülebilir..Ama lige döndü demek için yetmez..Beşiktaş Porto maçında oynadığı futbolu ligde de oynadığı gün döndü  diyebiliriz..Ligin başındaki gibi..Ölçü budur..Niye mi?Cevabı basit; O zaman Schuster Türkiye'ye gelmiş olacak..Veya Türkiye'ye dönmüş!..
Milliyet
1,346,015
Yazarlar
Taraf yazarı , Başkanı'na "memursun" demişti. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanlığı tarafından Kütahyalı aleyhine dava açılmak istendi. Ancak bu başvuruyu reddetti. "Komutanların statüsünün" altını çizen -duyarlı- bir karardı bu. İki ve bir amiralin İçişleri Bakanı Atalay ve Milli Savunma Bakanı Gönül tarafından "açığa" alınmaları da onların "memur statüsünü" vurguluyor. Düz hukuk mantığı, yüksek bir sivil devlet memuru ile yüksek rütbeli komutanların "kanun önünde tüm vatandaşlar eşittir" ortak paydasında olmaları gerektiğini ortaya koymakta. Komutanlar için "boşa alma" yasa maddesinin ilgili bakanlar tarafından "ilk kez" kullanılması nedeniyle esen "heyecan rüzgârı" ötesinde, , yasal bir tasarruftur. "Boşa alma" kararlarına varan süreç bunu açıkça gösteriyor. Şöyle ki: Jandarma Tümgeneral Halil Helvacıoğlu, Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Tuğamiral Abdullah Gevramoğlu Balyoz davalarının sanıklarıdır. Haklarında 5 yılı aşan ceza istemi vardır. Bu nedenle ağustostaki YAŞ'da (Yüksek Askeri Şûra) toplantısında Amiral Gevramoğlu, Tümgeneral Helvacıoğlu ve Gürbüzkaya'nın -Balyoz davasında sanık olmaları nedeniyle- Başbakan Erdoğan ile Savunma Bakanı Gönül tarafından imzalanmadığı için "terfileri" gerçekleşebilmiş değildir. Ancak üçü de Genelkurmay tarafından bir üst rütbedeki görevlere "vekâleten" atanmışlardır. Ayrıca... Bu üç komutan, AYİM'ye (Askeri Yüksek İdari Mahkemesi) başvurarak "yürütmenin durdurulması" kararını almışlardır. Başbakan, AYİM'ye itiraz başvurusu yapmıştır. Ancak, AYİM bu başvuruyu reddetmiştir. Yani... Aralık ayında toplanacak YAŞ'ta -bir olasılıkla- terfi (rütbe) alacaklardı. İşte bu -olası- terfilerin önünün, Jandarma Tümgeneral Helvacıoğlu'nun, İçişleri Bakanı Atalay ve Tümgeneral Gürbüzkaya ile Tuğamiral Abdullah Gevramoğlu'nun ise Savunma Bakanı Gönül tarafından "boşa alınma" kararlarıyla kesilmesi söz konusudur. Askeri Personel Kanunu'nun 65. maddesi "üç komutanın 5 yılı aşan ceza istemiyle yargılanmakta olmaları" nedeniyle bakanlara bu "açığa alma" yetkisini veriyor. Komutanlar "bakanların, kendilerini açığa alma kararının da iptali ve öncelikle yürütmenin durdurulması" için AYİM'ye dün bir kez daha başvurdular. Hukuk maçının sonucunu belirlemek üzere top AYİM'de... ...................... Bu konuda Doğan Akın'ın T24'te yayınlanan "GENERALLER MEMUR STATÜSÜNE ÇEKİLDİ" yazısı mutlaka okunmalı.   KANUNLARIN RUHU Hukuk boyutunu yukarıda yansıttım. Her şey demokratik hukuk devletinde olması gereken süreçte ilerliyor. Öte yandan, bu olayın sadece "hukuk" konusu olduğu söylenemez. Satır aralarındaki "siyaseti" de okumak gerekir. 1- Sivil iktidar hukuk çerçevesi içinde "tabu" sendromuna kapılmadan, iradesini -net- ortaya koymuştur. 2-  Askerin de, sivil kamu hizmeti yapanlar gibi "memur" statüleri için içtihat oluşuyor. 3-  Boşa alınan komutanlar için "yakalama" emrinin neden YAŞ toplantısına birkaç gün kala çıkarıldığı kamu vicdanı açısından cevabını arayan sorudur. 4- Askeri Personel Kanunu'nun 65. maddesi bu komutanlar için daha YAŞ toplanmadan uygulanabilirdi. Hatta bugünlere kadar beklenmeden de bakanlar onları "boşa" alabilirlerdi. Neden beklendi? 5- Boşa alınan komutanların, 'da yeniden görev alabilmeleri haklarındaki davadan beraat etmelerine bağlı. Limit 5 yıl... Daha ilk duruşmaları bile aralık sonunda. 'deki davaların yıllarca sürebileceği yolunda kaygılar var. Yani AYİM'den sonuç alamazlarsa fiilen TSK ile ilişkileri noktalanmış olacak. Ya yıllar sonra beraat ederlerse? 6- Süreç, pozitif hukuka uygun. Ama "kanunun ruhu" da çok önemli. Adalet reformunun "Aşil topuğu" geciken adalettir. Davaların süratle sonuçlanacağı devrim niteliğinde "adalet reformu" 'nin birincil sorunları arasındadır. Sadece Silivri davaları değil, tüm yargıdaki dosyalar için yıllar yılı beklemek "hukuk devleti" ilkesiyle örtüşmüyor. Hele... Çok uzun süreli "tutukluluğun" fiilen "mahkûmiyete" dönüştüğü, uygulamaları adalet terazisinin hangi kefesine koyabilirsiniz? Montesquieu'nün 1775'te yazdığı ve papalık tarafından "yasak kitaplar" listesine alınan "Kanunların Ruhu", hukukun "başyapıtıdır." Hâlâ adaletin yol haritasıdır. Ruhu koparılmış insan neyse, ruhundan yoksun bırakılmış kanun da odur...
Milliyet
1,332,854
Yazarlar
müzakerelerinde haftalardan beri tartışılan ana konu, "mülkiyet sorunu..." Aslında bu öyle kolay halledilebilecek bir mesele değil. İşin detayına inilince, içinden çıkmanın ne kadar zor olduğu daha iyi anlaşılır. Meselenin özü şu: Halen fiilen bölünmüş olan adada, Türk kesiminde Rumlara ait 1.575.000 dönüm arazi var. kesiminde Türklerin arazisi ise 455 bin dönüm tutuyor. Yani oran, 3.5 misli Rumların lehinde. (Bu arada bir Kıbrıs dönümünün 1.348 metre kare olarak hesaplandığını da belirtelim.) 1974 Kıbrıs harekâtından sonra Rumların Kuzey'de, 1963 kanlı olaylarında ve 1974'ten sonra da Türklerin Güney'de terk ettiği topraklar, yıllardan beri çözüm arayışlarında gündemin başında yer almıştır. Ancak, sorunun diğer maddelerinde olduğu gibi, bu meselede de bir uzlaşma sağlanamamıştır. Şimdi BM Genel Sekreteri 'un çağrısı üzerine 18 Kasım'da yapılacak toplantıda ele alınacak başlıca mesele bu... Meselenin bir yüzü... BU konudaki görüşmeler ilk başladığı yıllarda Türk tarafı global ve pratik bir çözümden söz ediyordu. Buna göre Geny ile Kuzey'deki araziler bir değiş-tokuşa tabi tutulacaktı. O zaman Rum tarafının talebi ise, Rumların kendi topraklarına dönmesi, dönmeyeceklerin mal varlığının da kendilerine iade edilmesi idi. Aradan geçen bunca zamandan sonra, bu pozisyonlarda bazı değişiklikler oldu. Türk tarafı daha esnek davranarak Rumların bazı taleplerini karşılamaya razı oldu. Bu arada Kuzey'de kurulan bir Mal Tazmin Komisyonu, Rumların bazı tazminat başvurularını kabul etti. Nitekim 100 kadar başvuruya olumlu yanıt verildi ve şimdiye kadar 40 milyon (100 milyon dolar) ödendi. Halen bu Komisyon'un elinde 600 küsur dosya daha var. Bu taleplerin kabulü, yüz milyonlarca sterlin daha ödenmesi demektir. , kararları çerçevesinde bu talepleri karşılama yükümlülüğünü kabullenmiş durumda. ödenecek tazminatların önemli bir kısmını üstlenmeye hazır; ancak son zamanlarda yöneticilerine Kıbrıs Türklerinin de buna katkıda bulunmaları gerektiği bildirildi. Bu adada hoş karşılanmadı ve açıkçası tepkiye de yol açtı. Gerçek şu ki, Rum evlerine yerleşenlerin büyük kısmı mali durumları kısıtlı kimseler. Ama bir kısmı da varlıklı. Ayrıca Rum mülklerini satarak para kazananlar var. Önümüzdeki aylarda Ankara ile KKTC'nin el ele verip, kurulması düşünülen fonun nasıl işleyeceği konusunda bir formül bulması gerek. Ve diğer yüzü ANCAK mesele bundan ibaret değil. Asıl mesele, müzakerelerde mülkiyet açmazına bir çıkış yolu bulmaktır. Türk tarafı 6 Eylül'de masaya 48 sayfalık "Kapsamlı Öneri Paketi" başlıklı bir belge getirdi. Bu paket, üç ana madde (takas, iade ve tazminat) öngörüyor. Bu üç unsurun en önemlisi, tazminatla ilgili. Bu noktada Türk tarafı yaratıcı bir "kentsel dönüşüm formülü", yani bizdeki 'yi andıran bir sistem ve Türklerle Rumların birlikte kuracağı bir mali kaynak önerisi getiriyor. Bu sayede Güney'de battal kalan Türk arazileri değerlenecek ve Kuzey'deki Rum mallarına tazminat bu yoldan ödenebilecek. Evet, bu sorun epey karmaşık. Ama halletmek için güçlü bir iradeye sahip olmak ve pratik yöntemler bulmak gerek. KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu'nun bize dediği gibi, "mülkiyet sadece hukuki değil, aynı zamanda siyasi bir meseledir. Dolayısıyla çözüm için o siyasi kararlılığı göstermek şart."
Milliyet
1,346,009
Yazarlar
HABERİN yazılışındaki "ihtiyat" ve hatta "korku" her kelimeden belli. Denir ki: "Bazı kaynaklara göre 231 bin zorunlu askerin, berber, bayan kuaförü, müzisyen, garson, aşçı, resepsiyonist, çaycı, lostra, kasiyer, şoför, kat görevlisi, ütücü gibi benzeri görevlerde dışı işlerde çalıştırıldığı iddiaları ortaya atıldı." Neymiş? Bazı kaynaklar... Ortaya atmış... Kaynağa ne hacet? Hadisenin "tevatür de olabilir" anlamına gelecek bir tarzda söylenmesi ne büyük garabet! 'de yaşayan herkes bunun böyle olduğunu zaten biliyor. * * * Buna rağmen, bir süredir konu gündemdeydi. Özellikle alerjisi olan bünyelerde ise kaşıntı yapacak düzeyde hararetlenmişti! Madem öyle... Asker de "Tamam" dedi: "Uygulamaya son veriyoruz." Ve ilk sivilleşme operasyonuna 'daki Orduevi'nde başlandı. * * * Öte yanda sanmam ki, askere gidecekler gelişmelerden memnun olsun. Zira "bilinmeyen" veya "salağa yatılan" mesele şu: Askere gidenlerin çoğu bir orduevinde çalışmaya dünden gönüllü. Sadece orduevi değil, ister dağ başındaki sınır karakolunda olsun, ister şehrin göbeğindeki garnizonda... Kışladan adımını atan erata "Kim yazıcı olmak ister? Kim posta olmak ister? Kim çaycı olmak ister? Kim ayakkabı boyacısı olmak ister?" diye sorulduğunda, bütün eller havaya kalkar. Amma velâkin "dünyadan bihaber" olanlar için, "bütün eller havaya" lafı, -Çelik -Ercan'ın şarkısından ibaret! * * * Yine öte yanda, askere giden ve mesleği tornacı, marangoz, garson, aşçı, boyacı, tamirci olan gençlerin "kendi işlerini" yaparak, askerlik görevini tamamlamalarında ne mahsur var? Yok. Bazılarının derdi askere en azından bir çimdik daha atmaksa... Tamam. Çimdik atılmıştır. Hedefe ulaşılmıştır. Oysa ıvır zıvır işler için dışardan alınacak elemanlara ödenecek kaynakla, epeydir beklenen "profesyonel orduya" geçişi sağlamak çok daha hızlı olabilirdi. Tek derdi ortalığı karıştırmak olanlar, bütün bunları hesaba kattı mı peki? Doğruysa... Eyvah! Genel Başkanı , "AKP hükümeti eski eserlerin onarımı için karar aldı. Doğru bir karar. Ama bunlar o tarihi mekânlarda bile yapmaktan kendilerini alamadılar" dedikten sonra; bir de örnek verdi. Tire'deki Gucur Camii. İddiası o ki: "237 bin liralık onarımı yandaş bir firma alıyor. 70 bin liralık masraf hiç yapılmadığı halde firmaya ödeme yapılıyor." Tire Belediyesi'nin sitesinde bu cami hakkında verilen bilgi ise şöyle: "Karakadı Külliyesi'nin güney doğusunda yer alan Gucur Cami'nin Gucur Bey vakıflarından olduğu bilinmektedir. Gucur Camii, Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından restore edilip 2007 yılında restorasyonu tamamlandı." Yani iş, üç yıl önce olmuş, bitmiş. Caminin "yardıma muhtaç" halini yanda görüyorsunuz. Sonrasında, görüntü düzelmiş. Gucur Camii güzelleşmiş. Bu güzelliği bozacak şey ise Kılıçdaroğlu'nun seslendirdiği iddianın doğru çıkması ki... O zaman da yapılan ahlâksızlığı anlatmaya kelimeler yetmeyecek! Tek karelik cami
Milliyet
1,347,013
Yazarlar
Henüz anne karnında döllenmeye giden yolda erkek kromozomu taşıyan spermin daha hızlı hareket ettiğini ve kadın kromozomu taşıyan spermden önce öldüğünü biliyoruz. Biyolojik yazgı, kadın ve erkeğin doğumundan sonraki "olma" sürecinde de kuşkusuz yerini almaktadır ancak erkeklerin ortalama ömrünün kadınlardan daha az olduğunu madde kullanımı ve şiddet gösterme konusunda erkeklerin sayısının daha fazla olduğunu da biliyoruz. Biyolojik yazgı dışında buna sebep olan süreçler nelerdir? Modernite sonrası durum nasıldır? Ataerkil toplumlardan bu yana erkeğe verilen roller, beklentiler bugünün dünyasında erkeğin ruhuna nasıl bir şiddet uygulamaktadır? Erkek hüznü, öfkesi ve yalnızlığının kökenleri nerededir?Anne, her erkeğin ilk sevgilisi, ilk deneyimlerinin nesnesi, sonrasında ise sağlıklı bir ayrılma olmazsa hayatındaki kadınları onun yerine ikame koyacağı bir ünitedir. Çocuk yeterince koruyan, kollayan, kucaklayan anne yerine, eğer acı deneyimlerin yaşandığı bir anne çocuk ilişkisi yaşarsa kendisini hayat boyu bağsız ve köksüz hissedecektir. Başka türlü bir zorluk ise, ellerini hayatta olduğu sürece oğlunun üzerinden çekmeyen anne modelinde yaşanacaktır. Böyle bir durumda ise çocuğun yaşamında anne hep "kaygı" verici bir figür olarak bulunacakdır. Hichcock' un "Kuşlar" filmi buna en iyi örnektir. Filmdeki kuşların saldırısı; "anne" nin oğlu üzerinde yarattığı olumsuz duyguların sembolik anlatımıdır. Yukarıda anne baba çocuk üçgeninin anne ayağındaki durumdan sözettik. Üçgenin diğer ayağındaki duruma bakarsak, cinsiyet kimliğini oluşturma sürecinde anneyi bırakıp babaya gitmek durumunda olan erkek çocuğun ilk travmasının cennetini kaybetmek olduğunu görürüz. Kayıp cennetine yani anne kucağına tekrar dönüş arzusu ise yaşam boyu devam eden bir fantazi olarak erkeğin dünyasında kendi yerini korur.Her erkek çocuk yetişme sürecinde babasının onayını almak ister, yeteneklerinin ve başarılarının görülmesini ister. Babasına layık olmak için çabalar ve kendisini olduğu gibi sevmesini ve kabul etmesini bekler. Eğer burada gereken desteği alamazsa kırılmalar yaşam boyu sürecek sancılara dönüşür. Çünkü erkek çocuğun en zor açmazı babasının psikolojik ve maddi mirasını taşıma görevidir. Baba başarılıysa en az onun kadar veya ondan fazla olmak durumundadır ve bu baskı çok büyüktür. Baba oğlunu dış dünyaya taşıyan, kılavuzluk eden, başarısizlığa uğradığında toparlanıp yeniden başlayabilen, nasıl mücadele edileceğini gösteren, duygularını ifade edebilen bir rol model olmak zorundadır. Çocuk babadan dış dünyada mücadele edecek yetki ve gücü almalıdır. O zaman çocuk da idealize ettiği babayla yaşadığı kırılmaları daha iyi tolere edebilir ve kendini sağlıklı bir şekilde gerçekleştirebilir. Aksi halde babayla özdeşleşemez ve sonrasında "kayıp babanın" yerine koyacağı başka baba arayışlarını sürdürür. Bu sırada yanlış "babalar" bulabileceği gibi, kimi zaman da kendi başına bu yolculuğu yaparken sapmalar olacağından yaşam boyu potansiyelinin ortaya çıkmasını engelleyen zorluklar yaşayabilir. James Hollıs; daha eski toplumlarda ergen erkeklerin "erkekliğe geçiş töreni" olarak tanımlanabilecek bazı yaşantıları deneyimlemek zorunda olduklarından sözetmektedir. Bu törensel süreç ayrılık, ölüm, yeniden doğuş, bilgilerin aktarılması ve dönüş gibi aşamalardan oluşmaktaydı. Bu dönemde çocuk oldukça çilekeş yaşantılardan geçer ve böylece derinlik ve güç kazanırdı. Erkek çocuk bu dönemde yetişkin dünyasına hazırlanır ve öğreti yoluyla bilgi "baba" dan "oğul" a geçerdi. Günümüzde erkekleri yetişkin yaşama hazırlayan böylesine derinleştirici ve yol gösterici törensel bir geçişi yaşama şansı kalmamıştır. Hal böyle olunca da kendi başlarına kalmışlardır. Zaten bu bilgiler çoğunlukla artık babalarında da mevcut değildir. Erkeklik kodlarının hala ağır olduğu bir kültürün çocuklarıyız. Başarı ve güç beklentisiyle büyüyen ve bügünün dünyasında rekabeti en üst noktada hisseden erkeğin gücün gölgesi altında ezilmemesi mümkün müdür? Hergün yeniden hücüm eden piyasa bilgileri, şirket toplantıları, performans değerlendirmeleri, tutturmaya çalıştığı satış kotaları altında kaybolan erkeğin mutlu olma olasılığı ne kadardır? Ne kadar çok güç ve kontrol ihtiyacı varsa orada o kadar çok iktidarsızlık ve kontrol kaybına ilişkin kaygı da vardır. Bu kaygıyla baş edemeyen erkeklerde Panik Atak ve Depresyon gibi psikolojik rahatsızlıklar daha sık görülmektedir. Güçle birebir özdeşleştirilen erkek için diğer erkeğin de olduğu her yerde gücün gölgesi hemen görülür. Her ikisi de hemen kendisini ötekinin rekabet alanı içinde hisseder ve bu durum tam da erkeğin gücünü azaltan ve onun enerjisini tüketen bir paradoksu içerir. Acaba yeni dünya düzeninde erişilmesi çok zor olan güç ideallerinin yerine, erkek kulislerinde sürekli konuşulur hale gelen çapkınlık ve skor hikayelerinin bir anlamı var mıdır? Cinsellik alanında ne kadar çok kadın, o kadar çok erkek hissetme gibi bir illüzyonla hareket edildiğine tanıklık etmekteyiz. Oysa, gücün etkisindeki bir cinsellik eğlenceli ve dönüştürücü değildir. Böylesi kolay gibi görünebilir ancak bu tür bir kurtarıcı arayışı, yaşam enerjisini(libido) üretim adına egonun hizmetine sunmaktan çok, sağlıksız bir alanda kendini tüketen bir amaca hizmet eder.Günümüzün erkeği acısını tek başına çekmektedir. Bu durumun üstesinden gelmenin yolu önce kendi ruhunun yarasını kabul etmektir. Korkularını kendisine itiraf etmeli, kendi erkek arkadaşlarına karşı hissettikleri konusunda dürüst olmalı ve diğer erkekleri sevmelidir. Duygularını serbest bırakmalıdır. Dişi yanıyla barışmalı, kadınsı özelliklerini kabul etmesinin kendisini anlamanın yolu olduğunu bilmelidir. Anne kompleksinden kurtulmalıdır. Karısını kayıp cennete dönüş olarak görüp, annesinin yerine koymamalıdır. Karısı tarafından ihtiyaçları karşılanmadığında ortaya çıkan kızgınlığının geriye dönük olarak annenin vermediği şeye olduğunu anlamalıdır. Abartılmış erkek rollerinden sıyrılmalıdır. Öfkesinin farkına varmalı, kaynağını kendi ruhunda hissettiği baskıdan alan bu duygunun depresyonunun nedeni olduğunu anlamalıdır. Kuşkusuz tüm bu saydığım şeylerin kolaylıkla halledilebilecek durumlar olduğunu söylemiyorum. Ancak yaş ilerledikçe bütün bunlarla yüzleşmenin daha zor olduğunu ve daha çok bilinçdışına itildiğini söyleyebilirim. Bilinçdışına itilen hiçbirşey orada kaybolmaz, rahatsız edicidir ve giderek daha alıngan daha depresif olma sebebidir. Erkek içindeki bu ağır yükü sağlıklı alanlara dönüştürecek gücü, kendisinde farkındalık yaratarak bulacaktır. Daha aydınlanmış bir kendilik ve keyifli bir hayat için buna değer.
Milliyet
1,334,168
Yazarlar
OKUMUŞ ÇOCUKLAR Dünden Bugüne Formula 1 2005 Fo... - Barış Kuyucu Barış Kuyucu Benimle oynar mısın? KONUŞTURAN FOTOĞRAF OKUMUŞ ÇOCUKLAR Dünden Bugüne Formula 1 2005 Formula 1 İstanbul Grand Prix'si denildiğinde neyi hatırlıyorsunuz? a) Şampiyon olan  Kimi Räikkönen'i b) Efsane pilot Schumacher'in yarış dışı kalışını c) Başbakan R.Tayyip Erdoğan, Formula 1 Başkanı Bernie Ecclestone ve boksör Mike Tyson'ın çektirdiği fotoğrafı d) Hepsini Eğer yanıtınız 'd' şıkkı ise bu kitap tam size göre. Yok, değilse de, yine size göre! F1'in görkemli ve hikayelerle dolu tarihini öğrenmek için 'tam gaz' bir kitap. Formula 1'in bir yarıştan çok, prestij mücadelesi, büyük şirket ilişkileri, siyasi dengeler gibi birbirinden farklı konuların birleştiği yer olduğunu anlamamızı sağlayan 'Dünden Bugüne Formula 1'kitabı'nda başka neler var neler: - F1'in atası olan yarışlarda otomobillerin atlar tarafından başlangıç noktasına getirilmesi - 1950 yılındaki ilk mücadeleyi Alfa Romeo ile   yarışan Guiseppe Farina'nın kazanması - Hitler'in hangi takımları   desteklediği - Ferrari, Senna ve Schumacher'in hayat hikayelerinden ilginç bilgiler Unutmayın dününü bilmeyen, bugününü anlayamaz! SANAL GERÇEK  ZAYTUNG.COM'DAN SEÇMELER: - Özel hayatının kapılarını açan Rıdvan Dilmen, eşini yere göğe sığdıramıyor ama eklemeden de edemiyor: "Bir Alex değil tabii..." (Cey Cey bildirdi) - Fenerbahçe sağlık ekibi umulandan daha çabuk iyileşen Daniel Güiza'nın adalesinde yeni yırtıklar tespit etmek için kolları sıvadı. (Lombak bildirdi) - Dünya Hafıza Olimpiyat-ları'nda ülkemizi temsil edecek yarışmacı başvuru tarihini unuttu. - 8 yıl önce ceza sahası içinde kendini unutturan Meksikalı futbolcu ve ailesinin kavuşmasında sevinç ve gözyaşı vardı. (Yapboz bildirdi) - Türkiye Futbol Federasyonu teknik direktör Daum'un iki sezonluk kullanma hakkının bu seneden itibaren resmen Galatasaray'a geçtiğini açıkladı. (Onurberk bildirdi) - Brezilya'da 'De Souza'lar ile 'Dos Santos'lar arasında çıkan kavga, ülkeyi iç savaşın eşiğine getirdi. (Kristos bildirdi) OYNUYORUM ÖYLEYSE VARIM MONOPOLY TÜRKiYE Paranız olmadan, istediğiniz şehirde ev sahibi olmak ister misiniz? Peki, evlerden vazgeçip şehirleri satın almak? Hayır; henüz emlak sektörüne el atmadık! Büyük bir konut projemiz de yok. Yaptığımız iş 'elçiye zeval olmaz!' diyerek, 'Monopoly Türkiye' oyununu tanıtmak. Çocukluğumuzun oyunu; zengin olma hayallerimizin en masum alanı Monopoly, Türkiye'ye özel oyunu ile geri döndü. Bir buçuk ay boyunca sanal ortamda verilen 700 bin'den fazla oyla seçilen 22 şehrimizin yer aldığı oyun, raflarda çoktan yerini aldı. Bilmediğimiz sokaklara, gitmediğimiz şehirlere yatırım yapma zorunluluğundan kurtardı. Bize de  Sinan Çetin ile reklam filmi çekmeden emlak zengini olma şansı doğdu:) Dikkat: - Giresun en değerli il; aman  'turizm cenneti' diye en düşük değere sahip Antalya üzerine büyük planlar yapmayın.  - Karadenizliyseniz hiç yabancılık çekmeyeceksiniz: 7 ille katılımı en yüksek bölge Karadeniz. - Türkiye'nin en önemli turizm alanlarını ve kültür değerlerini oyunda bulabiliyoruz.  - Oyunu hemen hemen bütün büyük oyuncak mağazalarında bulmak mümkün. UNUTULMAZ Bugün İtalyan yıldız Del Piero'nun doğum günü. '10 numara' adam, parayı değil 17 yıldır hep Juventus'u tercih etti. 'İstikrar' dedi, sahada 'klas futbolculuk' dersi verdi.   HAFIZA TESTi * Ronaldo ve Quaresma hangi takımda birlikte oynadı? * Monopoly Türkiye'de   en değerli il? * Del Piero kaç yıldır Juventus'ta forma giyiyor? Tüm bilgiler yukarıdaki köşemizde mevcuttur. Yanıtlarınızı bariskuyucu@aol.com'a bekliyoruz.
Milliyet
1,332,829
Yazarlar
Başkanı yeni fikirleri seviyor. Devamı gelmese de en azından aklından geçenleri kamuoyu ile paylaşıyor. Her ne kadar yaptığı açıklamalar, beklenti ve üzüntü yaratsa da bu onun umurunda değil. Şimdi de üniversiteye girişte, sadece Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi'nin yaptığı sınavlarla değil, dünyada geçerli olan  IB ve , Abitur gibi sınav sonuçlarına göre de öğrenci almak istediklerini söylüyor... Özcan'ın bu konudaki görüşü özetle şöyle: "'de de bazı liselerde IB dedikleri bir program var. Türkiye'de yıllar önce uygulanan olgunluk sınavı gibi. Ayrıca, SAT sınavı da dünyadaki pek çok üniversitenin öğrenci kabul ettiği bir sınav. Bu sınavlar çok ciddi, dünyanın önem verdiği, kabul ettiği sınavlar. Biz de bunları baz almak istiyoruz. Bunlarda başarılı olan çocukları üniversiteye almak ve böylece üniversiteye girişi çoklu hale getirmek amacımız. Çünkü bu çocukları kabul etmediğimiz takdirde bu çocuklar dışarda okumak zorunda kalıyorlar. IB programına göre okuyan öğrencilerin hepsi yurtdışına gidiyor. Bu sistem, hemen gelecek yıl olmaz, çünkü çalışmamız lazım. Örneğin IB programında puanı 24'ün üzerinde olan çocuklar yurtdışındaki hangi üniversitelere gidiyor bunlara bakmamız lazım. IB puanı 45'e kadar çıkıyor. Bu puan aralıklarında yurtdışındaki hangi üniversiteler öğrenci alıyor onlara bakmamız ve Türkiye'deki üniversitelerle eşleştirme çalışması yapmamız lazım. Bunu bilirsek, öğrenciye şu puanla şu üniversiteye girebilirsin deriz."  İyi mi olur, kötü mü? Dünyanın kabul ettiği kriterleri bizim reddetmemiz tabii ki mümkün değil. Ama bunu yapıyoruz. Örneğin uluslararası bakalorya sistemine dahil olan IB mezunları, ellerindeki diploma ile 'daki üniversitelere rahatlıkla girebilirken Türk üniversitelerine giremiyor. Bu yüzden de hem IB'ye hem de ve 'ye çalışmak zorunda kalıyorlar ki, bu da onlar için eziyetten başka bir şey değil. Aynı şekilde Fransız okullarından mezunların aldığı bakalorya, İtalyan okullarından mezun olanların aldığı maturita diploması da, onlara bu ülkelerde üniversitelere sınavsız giriş olanağı sağlıyor. SAT da üniversitelerinin olmazsa olmazlarından birisi, tıpkı İngiliz üniversitelerinin istediği GCE A Level sertifikası gibi. YÖK Başkanı Özcan, bu noktada haklı. Dünyanın kabul ettiği diplomaları ya da sınavları biz niye kabul etmiyoruz? Dahasını biz söyleyelim, bu sınavlarla dünyanın herhangi bir yerinde üniversiteye girenleri, bir, iki yıl sonra, zaten yatay geçişle kabul ediyoruz! Ama görünürde çok adil olan bu sistemi, nasıl hayata geçireceğiz? İstismar edilmesini nasıl önleyeceğiz. Böylesi bir karara nasıl bakar? En önemlisi de sosyal adalet duygusunu zedeler mi?.. Üniversiteler neden zorda? YÖK Başkanı Özcan, keşke biraz da üniversitelerin boş kalan kontenjanlarına kafa yorsa! 80 bin kontenjan göz göre göre açık kaldı, kılı bile kıpırdamadı. Oysa boş kalan her kontenjan, milli servetti! Diyor ki, yakında birçok üniversitemizin kapısına kilit vurulabilir. Peki o zaman neden her köşe başına bir üniversite açılmasına izin veriyorsunuz?.. Siyasetçiler böyle istiyor, dediğinizde de inandırıcılığınızı kaybediyorsunuz. Tekrar üniversiteye giriş konusuna dönersek, bu konuda kesinlikle Özcan'ı destekliyoruz. Hatta şubatta da öğrenci alınabilir. Ama fazla değil, birkaç yıl içinde bu sistemin de suyu çıkacağından adımız gibi eminiz. Bu konu, öyle ayaküstü kararlar alınarak geçiştirilecek bir konu değil. Ülke içinde, öncelikleri çok farklı nesiller yetiştirilmesine zemin hazırlar ki, o da ileride başka sıkıntılar yaratır. 'nin temel eğitimden beklentileri, giriş sınavları yüzünden zaten yerle bir olmuştu. Şimdi ona bir de yabancı sistemler ve sınavlar eklendiğinde nelerle karşılaşacağımız, enine boyuna hesaplanmalıdır. Ayrıca tıpkı gibi o sınavlarda da kopya çekenlerimiz fazlasıyla var! Özetin özeti: YÖK Başkanı da siyasetçiler gibi dikkatleri başka yöne çekerek asıl sorunları, örneğin rektör atamalarındaki keyfiliği saklamayı çok iyi biliyor!..
Milliyet
1,326,241
Yazarlar
Başbakan'ın siyasi yaşamındaki önemli bir kesiti anlatan yeni bir kitap çıkmış..Adı: Bir Liderin Doğuşu..Başbakan'ın yakın arkadaşı AKP Milletvekili Hüseyin Besli ile şair Ömer Özay kaleme almış..Kitabın bazı bölümleri gazetelerde tefrika ediliyor..Okudum, kafama yatmayan, mantıkla örtüşmeyen yerler var.. Başbakan'ın cezaevi günlerinin anlatıldığı bölüm çok abartılı geldi..Değil de hakikaten öyleyse Erdoğan için cezaevinde yattı denemez..Niye mi?Başbakan'ın koğuş arkadaşı Hüseyin Yeşildağ anlatmış..Diyor ki; Erdoğan 4 ay boyunca 30 binden fazla ziyaretçi kabul etti..Yani günde yaklaşık 250 kişi ziyaret etmiş!.. Herkese 4-5 dakika ayırsa 16-17 saat eder ki imkânsız.. Cezaevinde gece yarılarına kadar ziyaretçi kabulü olur mu?Her ziyaretçiye 3-3.5 dakika ayırsa, sadece 'nasılsınız, iyi misiniz' diye hal hatır sorulsa  yine 14-15 saat ediyor..İmkânı var mı?Hadi 250 ziyaretçiyi 10 kişilik gruplar halinde kabul etti diyelim.. Kaba taslak hesapla bu da 5-6 saat sürer..*  *  *Eğer Başbakan hapislik döneminde günde 250 kişiyi kabul etmişse.. Dört ay boyunca 30 binden fazla kişiyle görüşmüşse oraya cezaevi denemez..Bence rakamlarda hata var..Acil tashih istiyor!..Çünkü cezaevinin kapıları ziyaretçilere ardına kadar açılsa bile zaman yetmez! 24 saat az gelir..Yine kitaptan öğrendiğimize göre Başbakan dört ay boyunca 13 bini aşkın mektubu kendi el yazısıyla yanıtlamış..Yani günde 100'den fazla mektubu okumuş ve el yazısıyla yanıtlamış..Her mektuba 4-5 dakika ayırsa 8-9 saat ediyor..Bir günde 250 kişiyle görüşüp 100'den fazla mektup yazması mantığa sığmıyor.. Sığsa bile  bir güne sığmıyor.. Ne zaman uyudu, ne zaman yemek yedi, ne zaman İngilizce dersi aldı, ne zaman okudu, ne zaman dinlendi..*  *  *Şu bölüm de mantıksız geldi.. Koğuş arkadaşı bakın Erdoğan için nasıl hazırlık yapmış..Koğuşa sadece içerden açılabilen sürgü yaptırır. Çatıya manyetik bariyerler, bahçeye sensörler yerleştirir. Gerekli gördüğü kör noktalara kameralar koydurur.Bunları okuyunca insan sormadan edemiyor..Orası nasıl cezaevidir!..Beşiktaş'ta Q7 sendromu!Beşiktaş'ın başında çok büyük bir dert var..Gole ulaşmakta zorlanma değil.. Zaman zaman futbolu unutmak da değil. Tam gaz giderken freni köklemek de değil..Nihat!..Denizli kazanmak için çok uğraştı, çok şans verdi; tribünde kanser olduk..Schuster de kazanmak için uğraşıyor, şans veriyor ama olan Beşiktaş'a oluyor.. Nihat, garanti para sarhoşu olmuş.. Daha da oynamaz.. Zaten oynasa da oynamasa da yılda 3 milyon euro'yu cebe indirecek.. Niye oynasın ki!..Ara transferde satın diyeceğim ama alan çıkmaz.. Kiraya vermeye çalışın bakalım talibi çıkacak mı?Geçen haftaki teşhisimde ısrarlıyım.. Beşiktaş'ın sorunu psikolojik.. Tedavide gecikildiği için kronikleşecek..Mesela, Ricardo Quaresma yoksa maçı alamayız sendromu başladı..Dikkat!..Sağlık Bakanı'nın el sıkmama nedeniSağlık Bakanı'nın Cumhurbaşkanı'nın eşi Hayrünnisa Gül'ün elini sıkmadığına dikkat çekerek; Türkiye Cumhuriyeti'nin zirvesi ilk kez tanık oluyor deyince Bakanlıktan açıklama geldi..Şöyle demişler:"Sayın Bakanımızın 29 Ekim resepsiyonunda Saygıdeğer Hanımefendi ile el sıkışmamış olması protokol akışından kaynaklanmış olan saniyelik bir durumdur.Hekimlik hayatı da dahil olmak üzere Sayın Bakanımızın kadınlarla el sıkışmamak gibi bir tavrının olmadığı yıllardır herkes tarafından çok iyi bilinen bir husustur." Bakan'ın kadın eli sıkmamak gibi bir tavrı olmadığına sevindim..Akdağ'ın 'hekimlik görevini icra ettiği' dışında kadın eli sıkmadığını duymamıştım..Bir kez daha teyit edilmesi iyi oldu.. Yalnız şunu da belirtmem lazım.. Bu durumun 'protokol akışına' bağlanması iyi bir açıklama olmamış..
Milliyet
1,343,670
Yazarlar
Bir tarafta son haftaların sürpriz galibiyetler alan takımı Manisaspor, bir tarafta ise kazanma alışkanlığından uzaklaşan Bursaspor. İki takımın önemli eksikleri vardı. Siyah-beyazlılarda Yigit İncedemir, Bursaspor'da ise iki yıldız Sercan ve Volkan yoktu.Ama her iki takım da bu eksiklikleri bize hissettirmedi. Özellikle Ertuğrul Sağlam, sahaya çıkarabileceği en iyi on birle maça başladı. Bu onun farkı ortaya koyma ve kazanma isteği adına önemliydi. Bursasporlu oyuncular maç boyu sahayı enine ve dikine o kadar iyi kullandılar ki maç ritmini kazanmakta zorlanmadılar.Topun değerini o kadar iyi anlamışlar ki, kazandıkları topları dikkatli bir şekilde arkadaşlarına verdiler. Bursaspor savunmasının boşa top atmamaları değerliydi. Bu pozisyonu sağlayan Bursaspor'da Svensson'du. Bugüne kadar olan en iyi maçını oynadı. Savunmadan aldığı bütün topları önündeki Ergiç ve Batalla'ya çok iyi servis yaptı. Onlar da sürekli hareketli olup Mehmet Güven ve Semavi'nin markajından rahat kurtuldular.Turgay faktörüHücum bölgesindeki arkadaşları Turgay, Ozan ve İsmail ile kurdukları iletişim mükemmele yakındı. Ama o bölgedeki en etkili isim Turgay'dı. Mücadele gücü ve takım savunmasına yaptığı katkı süperdi. Attığı gol de ona çok yakıştı. Manisaspor ise çok koşmasına rağmen topa sahip olamadı. Özellikle hücum bölgesinde görev yapanlar oyuna bir türlü giremedi. Bunda Bursaspor'un etkisi olduğu kadar geçen haftaki Galatasaray maçının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Ali Sami Yen'deki yüksek tempolu oyunları ve uzun mesafeli koşuları belli ki onları çok hırpalamış.Ama ne olursa olsun, Bursaspor takımının oyunsal kalitesinin yanında takım halinde fiziksel kalitelerini yakalamaları önemliydi. Bunları elde eden takımın da rakibe üstünlük sağlayıp maçı kazanması kaçınılmazdı. Sonuçta bu yıl lig çok renkli ve heyecanlı olacak. Ne mutlu futbolu sevenlere...
Milliyet
1,334,176
Yazarlar
Alice TBMM'NiN ELiNE GEÇEN ALTIN FIRSAT "Tecavüz sahnesinde Beren Saat mi daha inandırıcıydı, yoksa 'Fatmagül'ün Suçu Ne?' filminde aynı rolü oynayan Hülya Avşar mı?" gibi işi sulandıran haberler, anketler yapılmamış olsa, olay bu noktaya gelir miydi?Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Dilekçe Komisyonu'nun, vatandaşlardan gelen şikayetler üzerine Kanal D'de yayınlanan 'Fatmagül'ün Suçu Ne?' için 'alt komisyon' kurup, diziyi incelemeye alması, nereden   bakarsanız bakın ilginç bir gelişme.Komisyon Başkanı AK Parti Şanlıurfa  Milletvekili Yahya Akman'ın, daha tarafları dinlemeden, uzmanların görüşlerini almadan, "Reyting kaygısı yüzünden çocuk ve gençlerin olumsuz etkilenmesine izin vermeyiz" demesi, bana, amaçları 'üzüm yemek' değil, 'bağcıyı dövmek' gibi geldi.   İnşallah yanılırım.Türkiye'de televizyon yayınlarını denetlemekle görevli bir kurum var.RTÜK de 444 1 178 hattına gelen bin 975 şikayet üzerine diziyi incelemiş ve Kanal D'ye 'uyarı cezası' vermişti.Anlaşılan o ki bu ceza kimseyi tatmin   etmemiş.Çünkü RTÜK ve TBMM'ye giden şikayetlerde, dizinin senaryosunun Anayasa'ya aykırı olduğunu iddia edenler de, toplumun değerlerine aykırı yayınlar nedeniyle aile içi şiddetin, tacizin ve tecavüz olaylarının artığını iddia edenler de var.'Fatmagül'ün Suçu Ne?' dizisinin aile içi şiddeti, taciz ve tecavüzü artırıp artırmadığı konusunda fikir beyan etmek bana düşmez.Uzmanların karar vereceği bir konu bu.Aile içi şiddet, taciz ve tecavüz gibi Türk toplumunun bir türlü üstesinden gelemediği kronik sorunlar üzerinde sörf yaptığınızda, bunun 'kanayan bir yara'ya dönüşmesi kaçınılmaz.Dizinin PR'ı kapsamında, "Tecavüz sahnesinde Beren Saat mi daha inandırıcıydı, yoksa 'Fatmagül'ün Suçu Ne?' filminde aynı rolü  oynayan Hülya Avşar mı?" gibi işi sulandıran haberler, anketler yapılmamış olsa, olay bu noktaya gelir miydi?   Sanmıyorum.Komisyonun eline geçen fırsatTBMM Dilekçe Komisyonu'nun önünde müthiş bir fırsat var şimdi.'Fatmagül'ün Suçu Ne?'yi incelerken  toplumun kanayan bu yarasına bir merhem bulma imkanları var çünkü.Amaç 'bağcıyı dövmek' değil de, 'üzüm  yemek' ise pekala mümkün bu.'Aile içi şiddet', 'taciz' ve 'tecavüz' gibi  toplumun sosyal yaralarını 'sulandırmak' ne denli sakıncalıysa, bu sorunları gizleyerek yok saymaya çalışmak da o derece mahsurlu.O nedenle TBMM'de kurulan bu   'alt komisyon'un vereceği kararı şimdiden merak etmeye başladım.Acaba komisyon, 'Fatmagül'ün Suçu Ne?'ye mi takılıp kalacak, yoksa 'büyük fotoğrafa' mı bakacak?Komisyon üyeleri, diziye takılıp kalır da, Türkiye'nin bir türlü üstesinden gelemediği bu konularda cesur adımlar atamazlarsa yazık!Oysa bu vesileyle; 'aile içi şiddet', 'taciz' ve 'tecavüz'lerin azalmasını önleyecek altın bir fırsat geçti ellerine. Şimdiden merak etmeye başladım; TBMM  Dilekçe Komisyonu'nun oluşturduğu  'alt komisyon' bakalım bu fırsatı  değerlendirip 'üzüm mü yiyecek' yoksa  'fırsat bu  fırsattır' deyip 'bağcıyı mı dövecek?'  Bekleyip,  göreceğiz.DÜZELTME: Cumartesi günü bu köşede Parti Ajanı'nın yazısında Ali Eyüboğlu'nun klişesi kullanılmıştır. Okurlarımızdan özür dileriz.
Milliyet
1,338,585
Yazarlar
Tam zamanında geldi Hollanda maçı... Çok ihtiyacımız vardı!   Yanlış anlaşılmasın; ulusal dayanışma, zafer, moral gibi "duygusallıklar" adına değil... Onları "aştık" çok şükür! "Aşırdılar"!..Milli maçı "cebir denklemleriyle" tarif edip, hangi ülkeden milli futbolcu "devşireceğimizi" anlata anlata, Kırmızı-Beyaz'ı "soluk/silik renklerle" yenileyip, pirimlerin kur hesabını kafamıza vura vura iyice aklımızı karıştırdılar ve sokaktaki adamı Ay-Yıldızlı formaya yabancılaştırdılar.Artık "başka" ihtiyaçlarımıza cevap veriyor milli maçlar!Bugün olduğu gibi.* * *Hollanda maçına ihtiyacımız var; çünkü ne olduğumuzu, nerede durduğumuzu anlamamız lazım.Bakın. Şu alemde futbolumuz adına ahkam kesen ne kadar insan varsa, hemen hepsi (gerçek gazetecileri tenzih ederim) dertlerini üç büyükler üzerinden anlatmaktadır. Hatta bazıları üç büyüklerin "adamıdır"! Evet adamı... Kimi "kadrolu", kimi "fahri", kimi "eski"... Gözlerinde, takımlarının renklerinde kurbanlık tülbenti. Çok da kızamayız onlara... Üç büyükler dışında bir haberi yorumu merak eden var mı piyasada? Talep var mı?.. Kırk yılda bir, çok güzel bir konu bulacaksın da büyük bir takımın solbeki üzerine yazdığın kadar okutacaksın. Kim uğraşacak onunla?* * *Üç büyüklerin hali de malum.Bu üç büyüklerden çıkışla, bir tane olumlu cümle kurmak mümkün mü? Mecburen kan gövdeyi götürüyor futbol adına. Zehir zemberek fikirler, istifa mitingini aratmayan görüşler, as/kes/kov şeklinde tavsiyeler... Üç büyükler dibe vurmuş, sanki futbolumuz yanmış tutuşmuş. Oysa maçı kaybeden, sahada ezilen her "büyük" karşısında, maçı kazanan ve o "büyüğü" sahada ezen bir takım var. Lakin gören yok.İşte Hollanda özel maçının önemi burada. Futbolumuzun "turnusol kağıdı" olacak milli maçlar. Fena oynamazsak anlayın ki, arıza üç büyükler ile sınırlıdır ve Türk Futbolu yolunda yürümektedir. Ben zaten yürüdüğüne ve üç büyükler eşitlenince daha sağlıklı olacağına inanıyorum, ama ispatı Milli maçlarda. Polat 'sıra savma' peşindeAslında Galatasaray'ın kimyası neden bozuldu biliyor musunuz?.."Sıra" şaştı!..Futbol denilen çok bilinmeyenli denklemde bir takımın başarısız olması başarılı olmasından kat kat büyük ihtimaldir. Ve bu talihsiz süreç kapıyı çaldığında denenmiş/geliştirilmiş yöntem bellidir:Önce futbolcuları değiştirirsin.Sonra hocayı.Bir basamak sonra sıra yönetime gelir. Galatasaray yönetimi teknik direktörden sonra değişim listesine  İnsua, Misimoviç, Kewell, Ayhan ve Servet'i koyuyorsa, bunun adı "sıra savma"dır ve yönetimi makinaya bağlı yaşatsa da kaçınılmaz son "takdir-i ilahi"dir. Her geçen gün kayıptır; o kadar.
Milliyet
1,342,791
Yazarlar
OzanköyDizimin dibinden ayrılmayan okuyucularım geçen haziranda sahneye çıkan Metin Münire'yi hatırlayacaklardır.Metin Münire, Metin Münir'in sonra yalnız yaşamaya başlayan ve ev kadını olmanın ne kadar zor olduğunu keşfeden versiyonudur. Bir tür bahçe Metin Münir'i.Kendimi portakal gibi soydum ve altından o çıktı. Bu MM her sabah havalandırmak için yorganını pencereden sarkıtıyor ve yastıklarını üstüne diziyor, evi düzenliyor, çamaşır yıkıyor, ayakkabılarını boyuyor, lezzetsiz yemekler yapıyor ve hayatından çıkan kadınların boşluğunu yatağına aldığı yastıkların sayısını çoğaltarak doldurmaya çalışıyordu.Münire yazısını bekârlığımın taş devrinde yazdığım için galiba meramımı iyi anlatamadım. Bir defa erkeklerden hiç tepki almadım. Kadın okuyucularımdan kimisi ağlaştığımı, şikâyet ettiğimi sandı. Kimisi "yapılması çok kolay" mercimek çorbası ve kuru fasulye tarifleri yolladı. Bazıları bana acıdı. Bazıları "Daha beter ol" dedi. Oysa ben o zaman tek başıma yaşamakla beraber rahat ve hoşnuttum. Repertuarıma 'ev kadınlığı' eklemek hoşuma gidiyordu. Kadın ve anne olmanın ne anlama geldiğini anlamaya başlıyordum. Aradan geçen beş ay içinde epey mesafe kaydettim, Taş Devri'nden Cilalı Taş Devri'ne geçtim. Daha tekerleği keşfetmeme çok zaman olsa da evimi (aşağı yukarı) düzene soktum. Yün çoraplarımı çamaşır makinesinin aşırı sıcak su programında yıkamamam gerektiğini öğrendim.Lezzetli yemekler yapmaya başladım diyemeyeceğim ama artık yaptığım çorbadan bir kaşık aldıktan sonra tencereyi bahçedeki bitkisel çöplüğe götürüp ters yüz etmiyorum. Çocuklar da "Lütfen baba, balık çorbası yapma" diye yalvarıyor.Aslında başlangıçta yemek yapmaya üşeniyordum. Alışverişe gittiğimde onu da pişireceğim bunu da pişireceğim deyip tonlarca malzeme alıyordum. Pişirmeye gelince tembellik ediyordum. Aldıklarımın çoğu bozulup çöpe gidiyordu. Ara sıra yaptığım yemekler de yavan oluyordu. Zamanla bu iş beni sardı. Bazılarının hangi yemeklerde kullanıldığına dair en ufak fikrim olmadığı halde değişik baharatlar satın aldım. İnanılmaz keskinlikte bir Japon malı bıçak edindim. Esse'ye uğrayıp yapma ihtimalim olmayan yemeklere uygun tencereler almaya başladım.Kadınlarla bir araya geldiğimde konuyu yemek tariflerine çekip tüyolar almaya çalışıyorum. Başlangıçta arkadaşlarım bunu yeni geliştirdiğim ve başarısız olması kaçınılmaz bir kadın tavlama yöntemi sandı ama sonunda ciddi olduğumu anladılar.Uzun bir sapıştan sonra kendi yoluma döndüm. Derek Walcott'un Aşktan Sonra Aşk şiirindeki adam gibi kendimi kendi kapımda karşıladım, kalbimi kendime iade ettim, "seni seven yabancıya."Her sabah uyanmak yeniden doğmak gibi. Tek başıma, müzede şaheser bir tablo seyreder gibi bulutları, servilerin arkasındaki denizi, ağaçları, çiçekleri, kuşları seyrediyorum. Yaz can sıkmaya başlayan bir misafir gibi gitmiyor. Harnıp ve yenidünya ağaçları zamansız çiçek açtı, mandalinalar, portakallar ve turunçlar kış soğuğunu beklemeden turunculaşıyor. Siyah zeytin toplayıp cam kavanozlara dolduruyorum. Tek başınalık güzel ama hiçbir şey seninle beraber olmak kadar güzel değil.
Milliyet
1,322,296
Yazarlar
Yeni bir mutluluk rüzgarı esmeye başladı, borçlular neredeyse kanatlanmak üzereler; eşeklerini kaybetmişlerdi, bulduklarına elbette sevinmekteler! Neden borçlu olduk diye düşünenler bir tarafa, çok kazanıp ta vergi borçlarını ödemeyenler bir tarafa... Neden borçlu olduk diye düşünemeyenler diğer tarafa; yaparız, ederiz, kim ne karışır diyenler diğer tarafa! Aslında biliyoruz ki seçim yatırımı her biri! “Aman, öyle de olsa işime geliyor ya! Hamdolsun!" diyenlere de söyleyecek fazla bir sözüm olamaz, bir şekilde hayatta kalmaya çalışıyorlar! Fazlası olmasa da bir şey diyeceğim ama: Temmuz ayında çekmiş olduğum bir krediden dolayı bankadan bir bildirim aldım! Aynen aktarıyorum: Krediniz ile ilgili KKDF oranı Bakanlar Kurulu kararıyla % 10 dan % 15'e çıkarılmıştır! Güncellenen ödeme planınızı şubenizden alabilirsiniz! ****** “Müktesep hak" diye bir kavram vardı bir vakitler, yani kazanılmış hak! Krediyi aldığınız tarihteki geçerli kanun ve uygulamalar müktesep haktır, Bakanlar Kurulu'nun kararı ne zamandır müktesep hakkın üzerinde seyretmektedir? Bankalar mı kendilerine pay biçmektedir? Yoksa eşeğini kaybedenlere eşeğini buldurulurken yine bedeli vergisini ödeyen, borcunu namus sayan düz vatandaşlara mı ödetilmektedir? ****** Normal şartlar altında bu haklarımız bakanlar kurulu kararları ile ilgili kurumlara iletilirdi; savunacak kişiler hala var mıdır, bilemem! Lakin, kazanılmış hak diye bir şey vardı, yoksa o da mı elden gitti türban, terör falan diye tartışırken? ****** Annem yakınıyor, on liralık telefon görüşmem olmuş kızım, yirmi sekiz lira ödüyorum! ****** Et ithal ediyoruz... ****** Kurbanlık da ithal edeceğiz... Görünen o! ****** Anne... Bizim zamanımız çoktan geçmiş! Ne sen... Ne ben... Bu sistemi anlayamayacak kadar eskimişiz! Ya da sistem anlayamayacağımız hale getirilmek istenmiş ki; doğru bildiklerimizi sorgular olduk! ****** Aslında, biliyor musun anne, biz anlama özürlü değiliz, çok şükür! Anlamama konusunda ısrar edenler var; PKK neden seçime kadar süre tanımış, neden vergi ödemeyenlere af tanınmış? Dağa taşa açılan üniversitelerde okuyanlara öğrenci kredisi verilirken, mezun olanların iş imkanı konusunda neden “Her mezun olan iş mi bulacak!" der bir başbakan? İlginçtir ki İngilizce ve bilgisayar eğitimini ön koşul olarak getirir! Başbakan İngilizce biliyor mudur, bilgisayar kullanıyor mudur? ****** Söylenene ve söyleyene bakmak gerek! Doğru bir mantık varsa, eyvallah! Değilse... ****** Banka hesaplarınızı ve bankalardan gelen mesajlarınızı kontrol etmenizde yarar var! Sıradan vatandaşların vergilerini, kredilerini ödeme dışında hükümeti destekleme gibi bir misyonu da oluyor; Borçlarımızı öderken, gelen faizlere de evet derken kullanıldığımızı acaba kaçımız biliyor? ****** Ne diyeyim, eşek bizimdi, çalındıktan sonra bulduk ne mutlu! Kim çaldı? Bu kadar önemsiz mi?
Milliyet
1,335,313
Yazarlar
İptal edildi. Yenisi yapıldı. Ama hâlâ 'yle ilgili iddiaların ardı arkası kesilmiyor.  Yeni sınav sonuçları herkesi şoke etti. 120 soruluk sınavda, 18 net daha fazla çıkarmalarına rağmen puanı düşenler var. Daha da önemlisi, iptal edilen bir önceki sınavla doğru ve yanlış sayıları bire bir aynı gelenler de bulunuyor. En ilginç olanı ise A kitapçığında sistematik bir yanlışlık olduğuna yönelik iddialar. Ama nedense ne ve ne de bu iddiaların hiçbirine cevap vermiyor. Üstüne üstlük bir de şifreleme getirerek sınavın şeffaflığını ortadan kaldırmaları ve hangi branşta kimin kaçıncı sırada olduğunun açıklanmaması, adayları kahretmeye yetiyor da artıyor... Eskiden olsa kesinlikle abartıyorsunuz derdik. Ama son yaşananlardan sonra, artık YÖK, ÖSYM ve MEB'e yönelik iddialarda aynı tavrı koyamıyoruz. Çünkü, ortaya atılan her iddianın arkasından bir dizi suistimaller geliyor. ÖSYM'nin yeni yönetimi, her ne kadar tüm güvenlik önlemleri alındı yönünde açıklamalar yapsa da, henüz inandırıcılığını kabul ettirebilmiş değil. Bunu gerçekleştirmenin yolu ise şeffaflıktan geçiyor. Ama görünen o ki, onların da buna hiç niyeti yok... Cevap bekleyen sorular 6 Aralık'ta yapılacak atamalar öncesinde YÖK, ÖSYM ve MEB'in, adayları ciddi anlamda endişelendiren aşağıdaki konularda en kısa zamanda açıklama yapmaları gerekiyor. Yoksa atamalar olup bitse de şaibelerin sonu hiç gelmeyecek. İşte o kritik sorular: -  Puanlama nasıl yapıldı? Netler artarken puanlar niye düştü? 60 bin adayın sınava girmemesi adayları nasıl etkiledi? -  Geçen yılın sınavı ile bu yılın sınavı arasında katılımın düşüklüğü nedeniyle ortalama ve standart sapmalarda oynama oldu mu, bu durum adayları nasıl etkiledi? Ortada bir haksızlık söz konusu değil mi? -  Yanlış ya da hatalı olduğu akademik olarak da tespit edilen sorulardan iptal edilen oldu mu? İptal edilmediyse neden edilmedi? -  Doğru ve yanlış sayıları bir önceki sınavla aynı gelen adaylar var. Aynı şekilde boş soru bıraktıkları halde tüm soruları cevaplanmış gelenler de bulunuyor. Bir karışıklık söz konusu olabilir mi? -  Standart sapma ve ortalamaları farklı iki ayrı sınav sonuçlarının aynı döneminde kullanılması ne kadar adil? Örneğin, Türkçeden 2009 KPSS'de 80 net yapan atanırken, 2010 KPSS'de 90 net yapanın atanamaması ne kadar hakkaniyetli?.. -  Kasım sonu itibariyle tecili bitenler için ne yapılacak? Kendilerinden kaynaklanmayan bu gecikmenin faturası onlara mı çıkarılacak? Onlar için ne düşünülüyor? -  Aynı şekilde erteleme nedeniyle son iki ay içinde yaş sınırını dolduranlar için nasıl bir düzenleme düşünülüyor? Onlar da aralık atamasına başvurabilecekler mi? -  YÖK ve ÖSYM son KPSS'de neden şifreleme yoluna gitti? Kopyacıları korumak için mi? Daha önceki sınavda soruların tümünü yapanların şimdi kaç puan aldıklarını neden saklıyor? -  YÖK, ÖSYM ve MEB, branşlara göre puan sıralamasını neden açıklamıyor? Hangi branşta, hangi puan diliminde kaç aday var, neden kamuoyuyla paylaşılmıyor? -  Eğitim Bilimleri'nde kopya var da aynı sınavın Genel Kültür ve Genel Yetenek bölümlerinde kopya yok mu? Bu arada 6 Aralık'ta yapılacak öğretmen atamaları ve sonrasında merak edilen pek çok soru var. İşte onlardan bazıları: -  Taban puanlar ve kontenjanlar değişecek mi? -  Boşalan sözleşmeli kadrolara sözleşmeli alımı yapılacak mı? -  Gelecek yıl için belirlenen 55 bin kadroya bir defada mı atama yapılacak? Yoksa parça parça mı?  -  Bir sonraki atama dönemi şubatta mı yoksa ağustosta mı? -  Gelecek yılın KPSS'sinde içerik değişecek mi? Branşlara yönelik sorular yer alacak mı? -  Sözleşmeli öğretmenlerin kadroya alınmaları ne zaman gerçekleşecek? -  Adil kadro dağılımı gerçekleşecek mi? Önümüzdeki 5 yıllık öğretmen alımı politikası ne? Kazanan kim? YÖK, ÖSYM ve MEB, dolayısıyla devlet, hiçbir dönemde bu kadar yıpranmamıştı. Öyle ya da böyle kendi ya da yakınları sınava giren on milyonlarca vatandaşımız var. Sınav dediğiniz zaman tüyleri diken diken oluyor. Moralleri de altüst olmuş durumda. Varlarını yoklarını dershanelere, hazırlık kitaplarına yatırdılar ama nafile. Bu yüzden de hayata küsmüş durumdalar. Onları yeniden hayata döndürme görevi ise onları bu hale getirenlere düşüyor. Özetin özeti: Eğitim hiç bu kadar sahipsiz kalmamıştı!..
Milliyet
1,336,646
Yazarlar
Sokak Çocuğu DiSKO KRALI ORKESTRASIZ Okan Bayülgen programlarının vazgeçilmez orkestrası 'Zaga Band', Bayülgen'e kırgın. Uzun zamandır kendi albümlerinin çıkarılmasını bekleyen grup, verilen sözler tutulmayınca programdan ayrılmaya karar verdiUzun zamandır Okan Bayülgen'le çalışan Zaga Band, Disko Kralı'ndan ayrıldı. Bundan böyle her programda farklı bir grup performans gösterecek. Okan Bayülgen, bu grupları kendi projesi olan Rock Ansiklopedisi için fotoğrafladığı gruplar arasından seçecek ve programda gruplara çektiği küçük belgelesellerle onları onore edecek. Bu şekilde ne kadar yürür bilmem ama bildiğim bir şey varsa o da Zaga Band'in oradan gidişinin pek şık olmadığı. Zaga Band uzun süredir kendi albümünü çıkartmak için Okan Bayülgen'in "Tamam" demesini bekliyordu. İş uzadıkça uzadı; yılan hikayesine döndü. Ancak Bayülgen; Zaga Band'den önce yeni yetme pop yıldızlarını ti'ye alan Nahide Ekengil tiplemesine albüm yapmaya karar verince dananın kuyruğu koptu. Şimdi onca yıllık dostluktan sonra aralarının bozulmasına mı üzülürsünüz, Zaga Band'in programdan gittiğine mi bilmem. Ama ben; yeni adı Zaga Band olmayacak olsa da; grubun albüm çıkartabilecek olmasına seviniyorum. Keşke 'Zaga Band' olarak çıkartabilselerdi o albümü...Son bir söz de 'Kral Çıplak' için... Cumartesi günkü 'Disko Kralı'nda Okan Bayülgen'in konuğu Sinemis Candemir'le çatır çatır tartıştığı ana denk geldiniz mi? Ne kadar gerçekti... İşte 'Kral Çıplak'ta o tadı yakalayamazsa işi zor Okan Bayülgen'in... Bir de üniversiteler arası 'Münazara Kralı' geliyormuş; bakalım nasıl olacak...YOLDA YÜRÜRKEN  KEŞFEDiLMEKİpek Atcan'ı genç bir gazeteci adayı olarak tanıdım. Geçen yıllar içinde iyi bir röportajcı ve müzik yazarı oldu. Şimdi Dream TV'nin canlı performans programı 'Yuxexes'i hazırlayıp sunuyor. Ama sizin onu tanıma nedeniniz başka. İpek bir süredir; 'Fransızların, Paris'te yolda yürürken keşfettiği, önemli bir organizasyonda ünlü model Gisele Bundchen yerine tercih ettiği Türk kızı' olarak yer alıyor medyada. Söylenenlerin eksiği yoktur, fazlası vardır. Mesela Fransızlardan önce Milano'da, yine yolda yürürken Dolce&Gabbana'nın bir numaralı tasarımcısı Stefano Galli tarafından yapılan teklifi kibarca reddetmiştir İpek. Ocakta Paris'te yapılacak önemli haute-couture defileleri için şimdiden teklif almaya başlamıştır. Bu hızlı gelişmeler karşısında Türkiye ajansı Gaye Sökmen'e büyük iş düşüyor. Bundan yıllar önce İpek'i tanıdığımda şöyle düşünmüştüm: "Ne kadar enteresan; kendi güzelliğiyle derdi olmayan genç bir kadın..." Zaten bugün de o nedenle Paris'te, Milano'da yolda yürürken bile fark ediliyor...MÜZiKAL MESELELER  - Sıla'nın yeni albümü 'Konuşamadığımız Şeyler Var'; 25 Kasım'da çıkıyor. Albümün ilk klip şarkısı 'Acısa da Öldürmez' geçtiğimiz günlerde www.silagencoglu.com.tr adresi üzerinden yayınlandı. Aynı anda o kadar çok kişi tıkladı ki site çöktü; zor toparladılar. Albümde 11 parça, bir de Ozan Doğulu remix'i var. Ağırlıklı olarak; bazılarımızın slow olarak tabir ettiği, benim 'damar' dediğim, doğru tabiri 'balad' olan şarkılardan oluşuyor. İlk konser yılbaşında İzmir Arena'da; arkasından geniş çaplı bir turne geliyor. -EurovIsIon'a gidecek mi gitmeyecek mi tartışmaları sürerken Atiye Deniz yeni albümü üzerine çalışıyor. En geç ocakta çıkması planlanan albümde İskender Paydaş, Ozan Çolakoğlu, Volga Tamöz gibi aranjörlerle çalışan Atiye için yeni albümün bir dönüm noktası olacağı kesin. Öte yandan geçtiğimiz günlerde Gürcistan'a bağlı Acara Özerk Cumhuriyeti'nden ilginç bir teklif aldı Atiye. Acara'nın tanıtımı için bildiğimiz Batum Türküsü'nü R&B bir düzenlemeyle yorumladı. Radyolarda duyarsınız pek yakında. Bu arada yurt dışında çıkacak albümü için de çalışmalarını sürdürüyor Atiye..-'LovelIest Mistake'; yeni Mor Ve Ötesi şarkısı. Çok uzun bir aradan sonra grubun İngilizce sözlerle söylediği ilk şarkı. Malum; Eurovision'da bile Türkçe söylemek konusunda ısrar etmişlerdi. Şimdi niye İngilizce? Çünkü bu şarkı özel bir proje için yapıldı. Beş ülkenin sanatçılarının ve tabii yine aynı projenin dünya starı Rihanna'nın video'sunu izlemek için ne yapmanız gerektiğine dair tüm bilgiler www.doritoslatenight.com adresinde. Sizi motive edecekse ekleyeyim; bizim çocukların video'su 360 derece tekniğiyle Haydarpaşa Garı'nda çekildi. Rihanna'nın video'sunda ise bambaşka numaralar mevcut. Bu interaktif klip meselesinin bizde de hızla gelişeceğine inanıyorum. Şimdilik emekliyoruz.
Milliyet
1,331,490
Yazarlar
Alice CHECK UP BiZi BOZAR 'Sağlık ve İyi Yaşam' araştırmasının sonuçları enteresan. Kaderciyiz ama 71'den önce ölmeyiz  diyoruz. Kilolu olduğumuzu düşünüyoruz ama diyet yapmıyoruz. Doktora  gitmek pahalı diyoruz          ama sağlık hizmetlerini yeterli buluyoruzPhilips Türkiye,  ERA Research & Consultancy'ye Türkiye çapında bir araştırma yaptırttı. Araştırmanın amacı, Türk halkının mevcut sağlık ve iyi yaşam durumunu nasıl algıladığını tespit etmekti. İstanbul, İzmir, Antalya, Gaziantep, Ankara, Bursa, Samsun, Kayseri, Van, Balıkesir, Trabzon ve Erzurum'da 18 yaş üstü, bin 18 kişiyle yapılan 'Sağlık ve İyi Yaşam' araştırması ortaya ilginç sonuçlar çıkardı. ERA'nın, 12 büyük şehirdeki çalışma sonunda yazdığı rapor ve yaptığı analizler şunlar:- Sağlık ve iyi yaşamla ilgili en önemli unsurlar, insanların ne kadar stresli olduğu ve çocuklarının genel sağlık durumu. Türk halkının geneli bu konuların neredeyse hepsinden hoşnut durumda. En azından stres düzeyi, tatil yapabildikleri süreler ve geçim maliyetleri açılarından durumlarından memnunlar.- Türk halkının yarısı  (yüzde 49) herhangi bir hastalı-ğının, rahatsızlığının olmadığını belirtmiş. Bu oran erkeklerde  yüzde 61'e yükseliyor.- Türk halkının yüzde 65'i belirli bir düzeyde stres duymakta.- Kadınlar arasında kendisini stresli hissetme durumu erkeklere göre daha fazla.- Ülkenin ekonomik koşulları Türk halkının başlıca stres kaynağı (yüzde 76). Sağlık hizmetlerine ödenen para diğer önemli stres nedeni (yüzde 66). Check-up, Türklerİ bozar!'Check-up' ya da başka bir deyişle 'genel sağlık kontrolü' için doktora gitme sıklığı Türk halkında oldukça düşük.Halkın yüzde 80'i hemen hemen hiç bu amaçla doktora gitmediğini belirtmiş, yarısından fazlası ise sağlık durumlarına yönelik olarak tamamen kendilerini sorumlu görüyor. Görüşülen kişilere önümüzdeki   beş yıl içerisinde sağlıkları için tehdit oluşturacağını düşündükleri bir sorunları sorulduğunda, kalp krizi, tansiyon ve kanser ilk sırada belirtilen cevaplar. Erkeklerde yüksek kolesterol, kadınlarda ise jinekolojik hastalıklar bu sorunları takip ediyor.Uykusuz gecelerin sebebi ne?Türk halkının yüzde 15'i uykusunu alamıyor. Bu oran diğer ülkelerde çok daha yüksek. ( Fransa'da yüzde 45, ABD'de yüzde 37 ve Japonya'da yüzde 57) Yaşadıklarıyla ilgili endişe ve stres duymak, kişilerin gece uykularını alamamalarının başlıca nedeni olarak belirtilmiş. Ruhsal sağlık ve ev hayatı (özelikle kadınlarda) uykusuzluğun etkilediği konuların başında geliyor.Ömür beklentisi 71 yıl  Kadere inanmak Türkiye'de önemli bir olgudur. Görüşülen kişilerin yüzde 34'ünün bu soruda spesifik bir yaş belirtememesinin nedenlerinden birinin bu olduğu düşünülmekte. Türk halkının yüzde 41'i en az 71 yaşına kadar yaşayacağını hissediyor. 65 ve üzeri yaş grubundaki kişilerin yüzde 27'siyse, en az 81 yaşına kadar yaşayacağını düşünüyor. Halkın sadece yüzde   14'ü ebeveynlerinden daha uzun yaşayacağına inanıyor. Sağlık hizmetleri yeterliTürk halkının yüzde 71'i sağlık ve tedavi ihtiyaçlarının karşılanması açısından,         kamu kurumlarındaki sağlık hizmetlerini yeterli buluyor. (Memnuniyet özel kurumlarda yüzde 84'e ulaşmakta.)Halkın yüzde 89'unun hastane seçiminde, teknolojik ekipmanın ne derece güncel, gelişmiş ve son teknoloji olduğu etkili.Türkler, doktor sözü dinler!Araştırma Türklerin yüzde 88'inin herhangi bir sorunu ya da           hastalığı olduğunda yılda birkaç kere doktora gittiğini gösteriyor. Görüşülen kişilere çocukları için ne sıklıkta doktora gittikleri sorulduğunda her 10 Türk ebeveynden yedisi çocuklarını yılda birkaç kere doktora götürdüğünü belirtiyor. Hekimler, hasta olmaktan endişe duyulduğunda    en çok tercih edilen bilgi kaynağı olarak gösteriliyor (yüzde 83). Aile, arkadaşlar, hastane, sağlık ocağı vb. sağlık kurumları başvurulan               diğer başlıca bilgi kaynakları arasında.Her 10 kişiden 9'u doktor ne söylerse yapıyor. Halkın çoğunluğu doktorlarıyla konuşurken rahat olduklarını belirtiyor.Kilo ve diş sorunumuz yok!Türk halkı daha çok evde vakit geçirmekte. Boş vakitlerinde evde dinlenmekte (yüzde 45), arkadaşlarıyla vakit geçirmekte (yüzde 32) ve televizyon izlemekte(yüzde 29). Toplumun yüzde 73'ü kilolu olmadığını düşünmekte, ancak             kadınlar, erkeklere oranla daha fazla kilo vermek istemekte. Halkının   yüzde 82'si daha önce hiç diyet yapmadığını belirtmiş. Daha önce diyet yapan kişilerin yüzde 38'i diyet sonrasında istediği kiloya indiğini ve         yüzde 20'si ise istediği kiloya geldiğini, fakat sonra tekrar kilo aldığını söylemiş. Halkının çoğunluğu kilo vermek istediklerinde beslenme alışkanlıklarını değiştireceklerini belirtmiş. Kişilerin sadece üçte biri yılda bir defa ya da daha sık diş hekimine gitmekte. Görüşülen kişilerin yüzde 45'i hemen hemen hiç diş            hekimine gitmediklerini söylemiş.
Milliyet
1,343,662
Yazarlar
Elinde bir buket çiçekle Karagöz perdelerinde dolaşıp duran Tarçın Bey'e sormuşlar:-Karagöz'ün, Hacivat'ın, Beberuhi'nin, Tuzsuz Bekir'in arasında, sen neyi temsil ediyorsun söylesene Tarçın Bey?* * *Tarçın Bey:-Ben, demiş; alafrangalığı temsil ediyorum.-Peki, neden hep alaya alınıyorsun?-Elimdeki çiçek buketini verecek bir hanım bulamadığım için.* * *Şimdi, "başörtüsü-türban" tartışmalarını sürdürüp duran liderlerin demeçlerini, zıt açılardan yorumlayarak program dolduranlar; Tarçın Bey'in elindeki bir buket çiçeği, başörtülü hanımların değilse de, türbanlı hanımların alıp alamayacağı konusunda, "ulema"nın fetvasını bekliyorlarmış.* * *Tarçın Bey de bekliyormuş, elinde bir buket çiçekle...* * *Bazı militerler ise, Tarçın Bey'in elinde bir buket çiçekle beklemesini; Cumhuriyet ilke ve inkılaplarına aykırı buluyor; Tarçın Bey'e, bir an önce bir silindir şapkayla, resmi bayram balolarında çiçeğini verip dans edebileceği, başı açık bir "dam" bulunmasını istiyor ve:-İmajımızı bozmamak gerek, diyorlarmış.* * *Tatil süresinde, trafik kazalarında ölenlerin sayısı günde ortalama 21'i buldu; yaralananların sayısı da herhalde ortalama 40'ı geçmiştir.Trafik kazalarında yaralanıp da, sonradan ölenleri ise; sadece aileleri bilmekte...* * *Her ne kadar:-Milletimizin gücü, her sorunun üstesinden gelmeye kadirdir, dense de; bayram tatillerindeki trafik kazalarının üstesinden gelme olanağı yok gibi.* * *28 yaşından küçük 40 milyon gençten, sürat sevdalısı 2 delikanlı; arka arkaya bir motosiklete atladıkları gibi, başlamışlar otobanlarda yıldırım hızıyla gitmeye.* * *Motoru öylesine delice sürüyorlar ve rüzgâr da öylesine sert esiyormuş ki; arkada oturan, sırtındaki deri ceketi usulca çıkarıp, önünü arkasına getirerek, arkasından iliklemiş.* * *Motoru süren, bir süre sonra arkadaki arkadaşına:-Nasıl keyfin yerinde mi arkada, diye sormuş.* * *Ses çıkmayınca da, dönüp bakmış arkasına; kimse yokmuş.Arkadaşı çoktan düşmüş motordan.* * *Hemen gerisin geri dönmüş ve otobanın ortasında bir kalabalık görüp durmuş; motordan inerek kaygıyla yarmış kalabalığı, bir de bakmış ki, arkadaşı yerde upuzun yatıyor.* * *Ve kalabalığın ortasında bir polis:-Hepiniz gördünüz, diyormuş; gencin başı, deri ceketinin sırtına dönmüştü. Tekrar önüne döndürmek için, 3 kişi az uğraşmadık.* * *Biliyorsunuz, trafik kazalarıyla da, demokrasimiz arasında büyük bir benzerlik var. Sık sık oraya buraya toslamalar oluyor demokrasimizde de.* * *"Hukuk" da, ters giyilmiş deri ceket gibi olduğunda, siyasal liderler uğraşıp duruyorlar, başını ne tarafa doğru düzelteceğiz diye.* * *Neyse ki söylentilere göre:-İstanbul trafiği düzeldiği zaman, tüm sorunlar da çözümlenmiş olacak, her şey rayına oturacakmış. Azı gitmiş, çoğu kalmış.* * *Özel arabasında giden biri, yolun bir kıyısından öteki kıyısına geçmekte olan bir adama yandan çarparak, yere devirmiş adamcağızı.Sonra da hemen yanına koşup, ayağa kalkmasına yardım etmiş adamın ve:-Özür dilerim, demiş; 20 yıldır araba kullanıyorum, ilk kez başıma geliyor böyle bir şey.* * *Ayağa kalkan adam:-Ben de, demiş; 40 yıldır yürüyorum ilk kez bir arabaya çarpıyorum.* * *Kimse bir türlü kabul etmiyor acemiliği ama, kazalar da bir türlü bitmiyor.Genel seçimlerden sonra durum daha netleşecekmiş, diyorlar.İnanalım mı?* * *İncili Çavuş'a:-Çavuş, demişler; tatil de bitti işte. Tatilin tadını çıkaranlar arasında, 80'ini aşmış olanlar pek yok. Sen de onların hoşlanacağı bir şeyler anlatamaz mısın?* * *İncili Çavuş:-Haklısın, demiş; kimse onları umursamasa da, onlar da biraz ilgi beklerler. İşte onlar için de bir fıkra:* * *Kırsal bir alanda, küçücük bir eve çekilmiş yaşayan, 80'ini aşkın bir karı-koca varmış.Bir sabah yaşlı koca, karısına:-Ne olur, demiş; şu takma dişlerimi getirsene...Karısı:-Şimdi ne yapacaksın takma dişlerini yatakta, demiş.* * *Yaşlı koca:-Birden gençliğim geldi aklıma, demiş; canım seni azıcık ısırmak isteyiverdi.* * *Halit Fahri Ozansoy'dan bir şiirle bitirelim yazıyı:Koyda akşamBir salkım söğüdün dalında boynu bükük,Hatıralar ağlar eğilmiş suya.Yıllar, köpük köpük,Dalar yumuşak bir uykuya.Akarsu bir rüyadır artık;Gönüllerde geçmişteki sevgililer,Birer birerGül yüzler ile kaybolur.Bir salkım söğüdün dalındaSöner son zümrüt parıltısı.Ve sazların arkasında bir kayıkBomboş sallanır durur.
Milliyet
1,338,572
Yazarlar
HÜKÜMET bayrama müjdeli haberlerle girdi. Borçların yeniden yapılandırılması uzun süredir bekleniyordu ve reel ekonominin böyle bir düzenlemeye acil ihtiyacı vardı. Seçim yatırımı olsa da, bu yapılandırma "geçim" için şart. Esnafa, sanayiciye, tüccara güzel bir bayram hediyesi oldu. Benim bayram hediyem ise Yaşar Üniversite'sinden geldi. Birkaç gün önce  "haydi" dediler, apar topar Yaşar Üniversitesi oda orkestrası ile birlikte uçtuk Budapeşte'ye.* * *'Tarif edilemeyen aşkların ve hüznün kenti' diyorlar Budapeşte için...  Evet bir hüzün havası var bu kentte... Tarih boyunca başka uygarlıkların hükümdarlıklarında kalan, birinci ve ikinci dünya savaşlarını tüm şiddetiyle yaşayan Budapeşte'de  sokaklar, sanki geçmişi acı ve ıstırap hudutlarında buluşturan günleri  anımsatıyor. Ama bugüne geldiğinizde, doğrusu  daha çok 'Benim kentimde, ülkemde neden tarih ve doğa bu kadar özenle korunmuyor' diye hüzünleniyor insan.  Kentin içinden geçen Tuna Nehri'nin her iki boyunda sarayların, bazalikaların  ihtişamından, 10 ayrı köprüyle birbirine bağlanan Buda ve Peşte'nin güzelliklerinden etkilenmemek mümkün değil. Ama bu kez sıra bizdeydi. Yaşar Üniversitesi Oda Orkestrasının iki gün arka arkaya verdiği konserler; görkemli yapıların  içine sızdı. Osmanlıların torunlarına karşı atalarından kalma bir ürküntüyü belleklerinde taşıyan Macarların yüreğine süzülen dostluk ve kültür mesajı oldu. * * *Yaşar Üniversitesi yaklaşık 10 yıl önce kuruldu fakat kendilerine de söyledim bana göre  3 yıl önce yeniden doğdular. Rektör değişti, kampus yeniden oluşturuldu. Akademisyen kadrosu yenilendi. Bu değişimleri başlatan Eskişehir Üniversitesi'nden  İletişim Profesörü Dr. Murat Barkan ne yaptı etti, üniversiteyi baştan sona farklılaştırdı. Hoca 'Teveccühünüz' diyor ama, geçmişte de eleştirilerimi açıkça aktardığım için bu değişimi net vurguluyorum. Bu arada güzel sanatlar ve özellikle müzik eğitimini de oldukça geliştirmişler.  Açıkçası bu noktaya geldiklerini bilmiyordum. Bilkent'ten transfer ettikleri Bölüm Başkanı Kürşad Terci Hoca, bölümü kısa zamanda klasik müziğin en iddalı eserlerini icra edecek bir güce kavuşturmuş.  Aynı gece 800 ayrı yerde konser düzenlenen klasik batı müziğinin başkentlerinden Budapeşte'de en iddialı parçaları izleyenlere sunabilecek kadar iddialıydılar....İki ayrı yerde, iki gece arayla gerçekleştirildi konserler. Vivaldi ile başladılar, Fazıl Say'dan Atatürk anısına ferai zeybeği ile devam ettiler. Bartum türküsü izleyicilere konserin sürprizi oldu. Ama asıl sürpriz, Yaşar Üniversitesi'nde de ders veren 76 yaşındaki Alman keman hocası Profesör Lukas David'di.Klasik müziğe meraklıysanız 'Ne yapın edin, mutlaka, üniversitenin İzmir'de verdiği konserlerin birinde David'i izleyin' derim. Keman konuştu. Yürürken zorlanan Lukas David'in  kemanı eline aldığında onunla bütünleşmesi her zaman görülebilecek sahnelerden değil.* * *Üniversitenin ilk yurtdışı müzik temsiliydi Budapeşte ve bu kent tesadüf değildi.   Budapeşte Büyükelçisi Kemal Gür yaklaşık üç ay önce göreve başladı ve daha önce Pakistan'daki görevinde çok sayıda sanatçıyı ağırlamasıyla tanınan Büyükelçi, "Kültür ve sanat kenti" ne bu konserlerle 'Merhaba' demek istedi. Tabii Gür için bir önemli neden daha var... Bu topraklar 140 yıl boyunca Osmanlıların hükümdarlığı altında kalmış ve Macarlar için Türkler yalnızca Osmanlıların torunu. Geçmişte onların hakimiyetinde olmak, varlıklarını sürdürmeye yarasa da bugün için ezilmişliğin karşılığı. Küçümsemek ve hor görmek, sanatın kültürün ve paranın gücüyle farkı ortaya koyabilmek gibi bir derdi sezmek zor olmuyor. Büyükelçi biraz da bu nedenle Macarlara, onların dilinden yanıt verebileceği etkinlikleri önemsiyor, ön ayak oluyor. * * *Macarlar bu mesajları ne kadar aldı bilinmez ama keyif aldıkları kesin. Rektör Barkan da hedefi artırdı, kentten ayrılırken bir dahaki sefere Estergon kalesinden süzülecek nağmelerden söz ediyordu. Üniversiteleri birileri özverilerle kuruyor  ve  bir süre sonra onlar kentin, sizin bizim oluyor. Geliştiklerini, büyüdüklerini ve hatta başarılarıyla yabancıları etkidiklerini görmenin keyfi doğrusu başka bir iz bırakıyor.Macaristan'a yatırımcılar şimdi gelmeliGeniş bulvarlar, saraylar, tarihin tüm görkemini yansıtan mimarileriyle yapılar Budapeşte pek görkemli ama bu görkem mutlu olmaya yetmiyor...  Global krizden derin etkilenmişler. IMF ve Dünya Bankası'nın verdiği 21,5 milyar dolarla ayakta kalmaya çalışıyorlar.  Kentin merkezinde birçok dükkan boş, sürekli karşınıza homelessler çıkıyor ve akşamüzeri en işlek bulvarlarda yemek kuyrukları oluşuyor. 2004'te AB'ye girmelerine rağmen euroya geçmediler ve halk geçmek istemiyor. Bosch, Suzuki, Mercedes, Siemens gibi dev firmaların üretim tesisleri de bu kentte ve durgunluk zaman zaman üretimlerine ara vermelerime yol açmış. Macaristan'ın 10 milyon nüfusu var ve nüfus gittikçe azalıyor. Büyükelçi Kemal Gür, bu durgunluğun geçici olduğunu ülkenin içinde uyuyan bir potansiyel barındırdığını vurguluyor. Macarların lehine krize rağmen 2,6 milyar dolara yakın iki ülke arasında ticaret hacmi var.  Türkiye et ithalatının büyük kısmını bu ülkeden yaptı. Gür, inşaat, enerji ve turizm sektörünün bu ülkeye odaklanması gerektiğini söylüyor. Egeli firmalar yaş meyve ve sebzede bağlantı gerçekleştirebilirler. Gelen eli boş çıkmaz ve koşullar düzelince burayı kimse size bırakmaz. Büyükelçi'nin diğer bir çağrısı da THY'ye. Malev Havayolları'nın önümüzdeki günlerde özelleştirileceğini söyleyen Büyükelçi bu yolla Avrupa'ya birçok uçuş hakkının da satın alınabileceğini vurguluyor. Macaristan'ın bir önemi de AB dönem başkanlığının yakında bu ülkeye geçecek olması. Macaristan, Türkiye'nin AB üyeliğine sıcak bakıyor.
Milliyet
1,332,514
Yazarlar
Televizyon ağırlıklı bir kariyere sahip Kemal Uzun'un yönettiği "Vay Arkadaş", kenar mahallede geçen bir öyküyü komedi-aksiyon türünde anlatıyor.Manik, Tik ve Dildo üç yakın arkadaş. Lakaplarını alma nedenleri ise şöyle: Manik aşırı hareketli, sinirli, heyecanlı bir tip. Tik'in de insanlarla ilişki kurmasını zorlaştıran bir sürü tiki var ve kadınlarla arası çok kötü. Dildo ise tersi. Kendine güvenli bir kadın avcısı. Dildo'nun babası Efendi bey hastalanır. Manik, Tik ve Dildo'nun ameliyat için yüklü miktarda para bulmaları gerekir. Üç arkadaş, Manik'in baştaki itirazlarına rağmen parayı bulmak için araba çalarlar. Ama çaldıkları arabalardan birinde yüklü miktarda kokain, bir diğerinde ise bir ceset bulurlar. Bu durum da, başlarının mafyayla belaya girmesine neden olur. Bu arada çaldıkları arabalardan biri bir polis memurunun erkek fatma kızı Nil'in olunca, onun da yolu üç arkadaşla kesişir. "Vay Arkadaş" açılışından itibaren akla '90'lar sonu ticari İngiliz sinemasının, öncülüğünü Guy Ritchie'nin yaptığı bir dalını getiriyor. Özellikle de Ritchie imzalı "Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana / Lock, Stock and Two Smoking Barrels"ı. Suça az buçuk karışmış kenar mahalle gençlerinin, kendilerini aksilikler sonucu içinde mafyanın da olduğu daha büyük bir suçun içerisinde bulmaları ve filmin hızlı, düz ilerlemeyen kurgusu dolayısıyla akla gelen bir anımsama bu. "Vay Arkadaş" dönemin İngiliz suç komedilerinin bu özelliklerini yerel diyaloglarla birleştiriyor. Filmin senaristi Caner Güler'in "Geniş Aile" dizisinin senaristi ile birlikte yazdığı diyaloglar, argolu günlük konuşma diliyle akıyor. Espriler de uygun şekilde aralarda karşımıza çıkıyor.Filmdeki tüm karakterler derinleştirilmeden, klişeler üzerinden yürüyor. Ama bu kötü bir sonuç doğurmuyor. Çünkü kişilik özellikleri bilinçli olarak abartılmış karakterler, hızla inşa olan komplo ve sivri diyaloglarla bir araya geldiklerinde sorunsuzca hikayeyi dolduruyor ve senaryo içindeki işlevlerini yerine getiriyorlar. Filmdeki oyunculuklar da oldukça düzgün. "Vay Arkadaş", kendisini fazla ciddiye alan bir film değil. Büyük laflar etmeye, devrim yaratmaya çalışmıyor. Görülen amacı, ticari bir filmle iyi vakit geçirtmek... Bunu da rahatlıkla yapabilecek seviyede."Vay Arkadaş"Yön.: Kemal UzunOyn.: Ali Atay (Manik), Fırat Tanış (Tik), Mete Horozoğlu (Dildo), Rasim Öztekin (Efendi), Demet Evgar (Nil), Bihter Dinçel (Narin), Mustafa Üstündağ (Sadık) Sen.: Caner GülerGör.: Serdar ArmutluMüz.: MultitapOlay olan filmMahsun Kırmızıgül'ün yönettiği üçüncü film olan "New York'ta Beş Minare", 800'ü aşkın salonda gösterime giriyor. Yani devasa bir dağıtımla. Ama Kırmızıgül, bu filmde aldığı bir kararla birkaç kişi hariç Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) üyelerine filmini göstermedi. O yüzden Milliyet Cumartesi ekinin basıldığı sırada filmle ilgili yorum yapmak mümkün olamıyor. Tanıtım bültenlerindeki "Filmin zikir sahnesinin, bugüne kadar çekilen en güzel zikir sahnesi olduğu konuşuluyor" ve "Sinemacı ve izleyenlerin muhteşem dedikleri filmin ilk görüntüleri çok çarpıcı" gibi cümlelere de yorumunuzu katmak da aynı şekilde imkansız.  Fragmanından anlaşıldığı kadarıyla Mahsun Kırmızıgül ve Mustafa Sandal'ın canlandırdığı iki polis memuru, ABD'de yaşayan ve terörist olduğu düşünülen Müslüman lideri (Haluk Bilginer) tutuklamak için New York'a gidiyorlar ve olaylar gelişiyor.Yerli ajan komedisiMaskeli Beşler" serisinin ilk üç filmini  yöneten Murat Aslan'ın yine bir seri olması muhtemel yeni filmi "Pak Panter" adını taşıyor. Filmin senaryosu da Murat Aslan'a ait. Filme adını veren Pak Panter bir istihbarat teşkilatı. Film de burada çalışan ajanların maceralarını konu alıyor. Komedi aksiyon türündeki filmde, Ufuk Özkan, Metin Zakoğlu, Sümer Tilmaç, Erdal Tosun ve Doğa Rutkay'ın da aralarında olduğu isimlerin yanı sıra Mehmet Ali Erbil de konuk sanatçı olarak rol alıyor. Filmin tanıtımında referans olarak "Pembe Panter" ve "James Bond" serilerinden bahsediliyor.
Milliyet
1,336,542
Yazarlar
Bebek'te makaron savaşları Laduree Bebek'te şube açtı, makaron savaşı bu küçük ama zengin semtte kızıştı. Baylan ve Divan vitrinlerini makaronla süsler oldu. Kilosu 100 TL'ye satılan Fransız bezeleri Beyaz Türklerin geçici hevesi mi? Hangi dergiyi, hangi eki açsam makaron dosyasıyla karşılaşıyorum. Makaronun tarihi, Frankofil haller, bu yumuşacık kurabiyelere övgü düzmeler. Türkiye'de kaç kişinin umurunda? Olsun, olsun. Hem ismi, hem de görüntüsü hoş! Selahattin Duman ne güzel yazdı geçenlerde, "Müjdeler olsun Fransız makaronu  Bebek'te" diye. Duman, Fransa'da makaronun  satıldığı ve daha ziyade turistlerin üşüştüğü 'Laduree'den bahsetmiş ve Fransa'da birkaç kutu makaronun bir bademcik ameliyatına bedel olduğunu çıtlatmış. Ve Bebek Baylan'daki fiyatın, Fransa'dakinin üçte biri olduğunu yazmış.Duman'ın yazısını okurken Laduree'nin Bebek'te açtığı şubenin tanıtım dosyacığı geldi. Öyle şık bir sunumu var ki zannedersiniz Louis Vuitton. Sloganı da pek Fransız, pek iddialı: "Laduree için iştah bir günah değil, felsefedir!" Evet, öyledir tabii. Ayrıca her şeyin gösteriş olduğu bir dünyada bir kutu makaron almak, 300 gram acıbadem kurabiyesinden çok daha havalıdır.Şeker ve fiyat koması Geçenlerde yolum Bebek'e düştü. Baylan'a makaron teftişi için girdim. Son derecede kibar bir bey, sormadan ikram etti. Şeker renkli bu kurabiyeciklerden bir adet kahveli, bir adet limonlu  yuvarladım. Lezizdi evet, ama fazlasıyla tatlı.  Hele aç karna şeker komasına sokabilir. Asıl fiyatını öğrenince komaya girebilirsiniz! 100 TL. Evet, bir kilo Fransız kurabiyesinin bedeli bu. Gerçi Baylan'da poğaça da 7 TL'ye  satılıyor. Altı üstü poğaça işte, pastaneden taş çatlasa 2 TL'ye satın alabileceğiniz bir hamur işi. Fakirin kahvaltısını bile lükse çevirmek bize mahsus olsa gerek. Makarona dönelim. Havası tamamen Fransız olmasında ve çocukların aklını başından alacak bonibon renklerinde. Haricinde, ne abartılacak bir gurmelik olay var ortada, ne de fiyat politikasını haklı çıkaracak bir lezzet bombardımanı. Maksat "Ay şekerim hadi makaron yiyelim"  demekse söyleyecek bir şey yok tabii. Türk                 burjuva özentiliğine de bu yaraşır.   SON BASKISÖZ VE MÜZİK VE MUHSİN: Radikal'in başarılı foto muhabiri Muhsin Akgün'ün 11 yılda çektiği konser fotoğraflarından oluşan, koleksiyonluk bir kitap 'Söz ve Müzik: İstanbul'. Bu şehire gelmiş pop, rock ve klasik müzik starlarının sahnedeki anlarını kim Muhsin'den iyi yakalayabilir ki? Çok uğraştım, sonunda kitaptaki favorimi buldum: Marilyn Manson. Yok yok, Jethro Tull. Yoksa Leonard Cohen mi? Bimiyorum, hepsi.    MERAL TAMER'İN KİTABI: Masama bıraktığı 'Aşkolsun Kanser' kitabına şöyle bir not düşmüş: "Kanser bahane. Kendimi yazdım." Allah Allah, kim kanser bahane der ki? Ama söz konusu Meral Hanım ise her şey mümkün! Kanserden ziyade annesiyle ve kendi anneliğiyle hesaplaşmasını yalın bir dille yazması ilgimi çekti. Eline sağlık.MEMLEKENT DERGİSİ: Altıncı sayının   kapak konusu Japonya. Dergi kare boyutlu, baskısı da içeriği de benzerlerinden farklı. Mizanpajı şık, okunması kolay, görseli kuvvetli. Sadece turistik bilgiler değil, tarih, mimari, tasarım, edebiyatla ilgili ilginç yazılar var. Oturup bir günde zevkle okunur.ŞŞŞŞT! KONSER VAR!Lamb grubunun ex solisti Lou Rhodes, çarşamba gecesi Babylon'daydı. Bu hüzünlü fakat güçlü sesi dinlemek için kapıya geldiğimizde konser başlamıştı. Birisi elimize "Bu bir sessiz konserdir" yazılı flyer tutuşturdu. Gerçekten de içeride ruhani bir sessizlik hakimdi, şaşırdım. Herkes put gibi sahneyi izliyor, müziğin tadını çıkarıyor. Konuşmak zorunda olanlar kulaktan kulağa fısıldıyor. Her daim gürültü kaynağı olan bar- dan bile az ses geliyor. Sessiz konser uygulaması, Tindersticks konserinden sonra ortaya çıkmıştı. Müziğin dinamiğine ve müzisyenin isteğine göre de uygulanıyor. Geç bile kalındı, ama isabet oldu. Türklerin böyle ortamlarda çeneyi tutması zor, uyarı pekala işe yarıyor.
Milliyet
1,332,513
Yazarlar
İngiliz elektronik müzik ikilisi Underworld'ü "Trainspotting" filminin meşhur ettiği "Born Slippy" (1995) ile tanıyanlardan değilim. Şarkıyı biliyordum ama grubu dinlemiyordum çünkü rock'çıydım hesapta ve başka müziklere karşı önyargılıydım. Ben tersten gittim. Önce "Beacoup Fish" (1999) albümünü dinledim. Çok iyiydi. Konu rock ise, bu albüm basbayağı rock'tı. Üstelik bu albümde Darren Emerson vardı. Bu adam nasıl olup da "trance" denen ve elektronik müziğin hiç sevmediğim bir türünü yapan bir abi olarak bu kadar iyi olabiliyordu? Hele bu albümde "Moaner" diye bir şarkı vardı ki en baba metal şarkıyla yarışırdı. Underworld benim için doksanların ikinci yarısını ve 2000'lerin başını kapsayan dönemde bayağı fon müziği olmuştur. Geçen cumartesi çat kapı eve gelen ve hemen çantasından Underworld'ün son albümü "Barking"i çıkaran arkadaşım bu albümden bahsetmeye başlayınca önce bunları düşündüm. Sonra eskiden sevdiğim bir ismin yeni çalışmalarına nasıl soğuk yaklaştığımı hatırladım. Sevdiğim isimlerin yaşlanmasına ne kadar kızdığımı, bazı grupların yeni şarkılarını sırf bu yüzden artık dinlemediğimi falan kafamda çevirip dururken bu arkadaşım pat diye koydu albümü ve dinletmeye başladı.Biz muhabbete devam ederken "Always Loved a Film"e (ikinci şarkı) geçtik. Bende endişeler hafiften yok olmaya başladı. Hatta keyfim bayağı yerine geldi. Ardından "Scribble" başladı. Bu şarkı albümün en dikkat çekici parçası ve çıkış single'ı. Belli zaten. Belki çok 90'lar, belki ben elektronik müzik nostaljisi yapıyorum farkında değilim ama bu şarkı şahane. Underworld dinledikçe açıldı. Ben de açıldım. "Between Stars", daha orta ritimli ama çok pozitif hisler veren "Moon in Water", hareketli bir gecenin sonunda sabaha karşı dinlenecek "Lousiana", Dubfire'lı "Grace" (bu deluxe versiyonda var) şahane. Kısaca 2010 yılında çıkan Underworld albümü hiç de demode falan değil. Hâlâ acayip iyiler. Çok pozitifler, çok enerjikler. Cumartesi dinlemek için bir albüm arıyorsanız buldunuz. Bu arada ben elimde arkadaşım gelmeden dinlemeyi düşündüğüm yeni Kings of Leon albümüyle kalakaldım. Ondan da bir ara bahsederim size.Hiç ilgimi çekmiyor...* Hadise'nin yaptığı herhangi bir açıklama, giydiği herhangi bir mini etek, ayrıldığı herhangi bir adam, söylediği herhangi bir şarkı, bunlar hakkında yazıp çizilen herhangi bir şey;* Demir Demirkan'ın Sertab Erener ile yaptığı yeni bir "muhteşem" proje.* Redd grubunun Çağan Irmak'ın yeni filminin müziklerini yapmasına dair yollanan bültende yer alan "Ne kadar da derin bir müzik" yaptıklarına dair ifadeler.* Sinan Çetin.* Twitter'da yazdığım bir şeye gelen ve yanıt bekleyen küfürlü mesajlar.Merak: Şişelenmiş kadife"Bir 'mamut' şarap. Siyah-mor renkli, dev, masif... Şişelenmiş kadife! Daha çeyrek asır rahat yıllanır..."  Christie's baş şarap sorumlusu Michael Broadbent böyle tanımlıyor o şarabı. Château Latour Bordeaux 1959. Dünyanın da en iyilerinden. Müzayedelerde dehşet fiyatlarla alıcı buluyor. Bu şarabı böyle uluorta alemlerde falan içmek basbayağı görgüsüzlük. Kimileri bu şarabı anlayan insanlarla içmenin seksten daha zevkli olduğunu kabul ediyor. Şişesi yaklaşık 10 bin TL.Charlie Sheen'in porno yıldızlarıyla alem yaparken içtiği şarabın markası bütün haberlerde yer alınca merak ettim. Derhal Mehmet Yalçın'a sordum ve bu bilgileri aldım (hatta 10 bin TL ucuz dedi). Benimkisi merak işte.İTİRAF EDİYORUM* TRT Müzik kanalında rastladığım Kayahan belgeselini ilgiyle izledim. Sonuç: Şarkılar iyiymiş, hele şimdiye göre. Kayahan ise çok kibirliymiş o zaman da.* İskender Paydaş'ın 1990 Eurovision finalinde "Gözlerinin Hapsindeyim"i söylerken akordiyonla resmen seviştiğini ve kendisinin aslında 90'ların Kıvanç Tatlıtuğ'u olduğunu fark etmemişiz o zaman. * "Muazzez Abacı 10 Kasım'da Ghetto'da Atatürk'ün sevdiği şarkıları söyleyecek" cümlesi sadece bana mı garip geliyor merak ediyorum. * Bir şov programında William Shatner'ın Cee Lo'nun "Fuck You" isimli şarkısını yorumlaması çok komik olmuş. Canlı yayında her "Fuck you"da çığlıklar ve alkışlar geliyor. Bize ne kadar uzak.Bir ek yazarının isyanı!Geçenlerde Radikal'in web adresi radikal.com.tr'de Kaan Sezyum'un yazısını arıyorum. Yok. Bulamıyorum. Yok yok yok. Çaresizce nereye tıkladıysam sonuç alamadım. Meğer okumak için önce hangi servis altında yazdığını bulacakmışız da ona göre arayacakmışız. Neden? Çünkü Kaan Sezyum Hayat ekinde kültür sanat yazarları arasında yer alıyor. Birileri şöyle düşünüyor olmalı: Yazarlar başlığı altında yer alan bazı yazarlar daha önemli. Her gün geleneksel anlamda siyaset ve gündem yazmayan Sezyum ve diğerleri ise çok önemli değil, onlar okunmasa da olur.Halbuki ben para ödeyip yazı yazdırdığım insanları okuyucularıyla kolayca buluşturmak isterdim onları saklamak yerine. Gazetelerin hafta sonları ekler verildiğinde satışlarını hafta içine göre hayli artırdığını da hatırlamak lazım tabii. Demek ki siyasi yorumlar dışında bir şeyler okumak ihtiyacında olanların sayısı o kadar da az değil. Neyse ki twitter'da dır dır etmem bu durumu değiştirdi. Şimdi radikal.com.tr'ye girince yazarlar başlığı altında bütün yazarları görüp okuyabiliyorum. Kimsenin incileri de dökülmedi. Teşekkür ediyorum. Darısı kendi gazetem Milliyet dahil diğerlerinin başına...Milliyet'in iPad uygulamasıWeb'de takip etmekten çok daha zevkli. Öncelikle BBC ya da Slate'in kötü bir kopyası olmamasına sevindim. Web sitesinin iPad'e uyarlanması açısından çok başarılı. Tasarım iyi. Alttaki mönüde ikonlar var, tıklayınca ilgili servise gidiyor ve haberleri okuyorsunuz. iPad'in dokunmatik, "ittirmatik" ve "sağa sola yukarı aşağı çektirmatik" özellikleri iyi kullanılmış. Hoşuma gitmekle birlikte ilk bakışta eleştirim de yok değil. Gazetenin pdf hali, yani sayfalarının olduğu gibi tasarımı bu uygulamanın bir yerinde olmalı. Ve kritik soru: Arkadaşlar Cadde eki nerede? Hafta sonu ekleri nerede? Bu ikisi olmadan bu uygulama nasıl tamam olur?
Milliyet
1,322,042
Yazarlar
Önceki gün Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) Sanat ve Tasarım Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ruhi Ayangil aradı. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında gelecek hafta YTÜ'de yapılacak olan Yaratıcı Şehirler ve Endüstriler Sempozyumu'yla ilgili detaylı bilgiler verdi. Bu arada sempozyumun hemen ertesinde, merkezi İstanbul'da olacak Uluslararası Yaratıcı Şehirler ve Endüstriler Enstitüsü'nün kurulması için çalışmalara başlanacağını da belirtti.Biliyorsunuz dünya varolalı beri ilk kez geçen yıl kentlerde yaşayan nüfus, kırsaldaki nüfusu geçti. Dünyanın dört bir yanındaki bu hızlı kentleşmeye küreselleşmenin etkileri de etkilenince kentler, derin bir dönüşüm süreci geçirmeye başladı. Doğal olarak bu süreçte hangi kentlerin öne çıkacağına ilişkin bir yarış da başlamış oldu.Londra, Seul, Barcelona"Dünyanın en yaşanabilir kentleri" sıralaması uzun yıllardır yapılırdı; artık "dünyanın en yaratıcı kentleri" sıralaması da yapılıyor:* Londra, sanat, kültür ve moda gibi alanlarda, o kentte yaşayan yaratıcı beyinlere sunduğu imkânlar açısından dünyada bir numara.* Seul, 2010'un dünya tasarım başkenti.* Barcelona ve Berlin, tasarımcılara ve sanatçılara en fazla imkan sunan 2 kent.Prof. Ayangil, yaratıcı endüstrileri "Kültürel miras, görsel ve sahne sanatları, müzik, animasyon, yazılı ve görsel medya, video oyunları, her alandaki tasarım, mimarlık ve reklamcılık" olarak tanımlıyor. Dubai, Abu Dabi, KatarAyangil, son dönemde ön plana çıkan yaratıcı kentlere örnek olarak da Abu Dabi'nin, Louvre Müzesi'nin isim hakkı için anlaşma yaptığına, Dubai'nin Viyana'daki opera binasının aynısını inşa ettiğine, Katar'ın Christie's ile anlaşarak İslam Müzesi kurmakta olduğuna dikkat çekerek "Yaratıcı kentler, 21. yüzyılın entellektüel tabanlı kalkınma modeli olacaktır diye umud ediyoruz" diyor."Yaratıcı Kentler" kavramının fikir babası bir İngiliz: Charles Landry. Comedia adlı bir şirket kuran Landry, yaratıcı kent kavramını ilk kez Glasgow için kullanıyor. 1990'larda bu kavram hızla Britanya ve Almanya'ya yayılıyor. Landry, gelecek haftaki sempozyumda bir konuşma yapacak.Eşcinsel, bohem, isyankâr!Gerek UNESCO, gerekse Avrupa Konseyi, 80'li yılların başından bu yana kültür endüstrilerini teşvik ediyor. Kültür ve ekonominin içiçe geçmesi ise son 20-25 yıla özgü yeni bir olay. 8500 yıllık rakipsiz bir tarihi geçmişe sahip olan, dünyanın en güzel şehri İstanbulumuz, son dönemde "mega kent" ya da "bölgesel finans merkezi" gibi belli kalıplar içinde tarif edilmeye çalışılıyordu. Şimdi buna "yaratıcı kent"in de eklendiğini görüyoruz.İstanbul, dünyanın yaratıcı kentlerinden biri olabilir; hem de en âlâsından... Ama Amerikalı düşünür Richard Florida'nın, işaret ettiği gibi yaratıcı kentlerin oluşması için bir  "yaratıcı sınıf" gerek. Ve yaratıcı sınıfın aradığı bir yaşam kalitesi var. Florida'nın belirlemelerine göre "En cezbedici şehirler, en müsamahakâr ve açık şehirler. Çünkü yaratıcı insanlar bohem, eşcinsel, siyah vb. olabiliyor ve yerleşecekleri yerdeki insanlardan hoşgörü bekliyor."Ne dersiniz, Tophane'deki sergi açılışına katılanları taşlayan İstanbullular, yaratıcı sınıfa sizce geçit verir mi?
Milliyet
1,338,589
Yazarlar
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 27. yaşını kutluyor...Yıllarca Rum çoğunluğun baskısı altında ezilen, kanlı saldırılara hedef olan bir halkın 27 yıldır bağımsız ve özgür yaşıyor olması büyük bir başarı ve gurur kaynağıdır... Volkan gazetesi başyazarı Sabahattin İsmail anımsatıyor:- 1974 öncesi adam başı yıllık 548 dolar gelirden bugün adam başı 12 bin dolara ulaşmış bulunuyoruz. Her evin kapısında iki otomobil...Ne var ki sıkıntılar da eksik olmuyor...Şu sıralarda Ankara'nın uygulanmasını istediği ekonomik program çalkantı yaratıyor. Bu yüzden Devlet Bakanı Cemil Çiçek Kıbrıs'ta hafif de olsa protesto görüyor. Anavatan'ın talebi doğrultusunda yapılan emekli maaşı kısıntılarına Rauf Renktaş dahi tepki gösteriyor. Anavatan bir yandan özelleştirme öneriyor... Ama işsiz kalacak olanlara yol göstermiyor. Örneğin Kıbrıs Havayolları'nın özelleşmesi sonucu işsiz kalanlar hâlâ işsiz. Oysa yeni açılan Cratos, Mercure gibi dev otellere Türkiye'den personel getirecek yerde özelleştirmelerin işsiz bıraktığı kişiler yerleştirilebilir. Benzer önlemler düşünülebilir.Barış görüşmeleri sürüyor.. Ancak diyalog Talat ile Hristofyas'ın bıraktığı yerden başladığından pek umutlu bir gelecek vaat etmiyor. Görüşmelerde ele alınan tek egemenliğe dayalı, iki bölgeli, iki toplumlu Birleşik Kıbrıs modeli KKTC'yi yutacak, bütün kazanımları geri verecek bir yapı arz ediyor. KKTC'nin yaşaması için tek şart; iki devlet, iki halk esasına dayalı çözüm... Ankara'nın şaşkınlığı bir yana bırakıp bu çizgi üzerinde direnmesi gerekiyor...Mutlu Bayramlar...Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan...Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık...Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "Çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır.Bir kitabı bitirmek, bir binayı bitirmek, bir okulu bitirmek, kâbuslu bir rüyayı, kodeste ağır cezayı bitirmek bayramdır.En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini bölmek, korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır.Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye, saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır.Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram......Zorluklara tek başına göğüs gerebilmek, gereğinde haksızlığın üstüne yalın kılıç yürüyebilmek bayramdır.Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır.Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.Sonrasında gelen ilk diş bayramdır, ilk söz bayram, ilk adım, ilk yazı, ilk karne bayram...Güne gülümseyerek başlamak bayramdır."İyi ki yanımdasın" bayram, "Her şeyi sana borçluyum" bayram... "Hiç pişman değilim" bayram...Evlatların mürüvvetini görebilmek, eve dolu bir torbayla gidebilmek, konu komşuyla yarenlik edebilmek, akşamları eskimeyen bir keyifle çay demleyebilmek bayramdır.Zamanı donduran eski fotoğraflara nedametsiz bakabilmek, altı çizilmiş eski kitapları aynı inançla okuyabilmek, yol arkadaşlarının yüzüne utanmadan bakabilmek bayramdır.Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram...Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur.Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler.Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır.Her gününüz bayram olsun..!Can Yücelİngilizİngiliz demokrasisinde tuhaf bir kural var; başbakanlar her çarşamba günü parlamentoda milletvekillerinin karşısına çıkıp hükümetin icraatını sıralıyor, ne yaptı ne yapacak, kimlerle görüştü kimlerle görüşecek, hepsini detaylarıyla açıklıyor...Bunun yanı sıra, örneğin G-20 gibi önemli toplantılara katılan başbakan yurda döner dönmez ayağının tozuyla parlamentoya gidip toplantının içeriğini anlatıyor, iktidar ve muhalefet partisi milletvekillerinin sorularını yanıtlıyor...Diyeceğimiz... Geri demokrasilerde başbakanlık zor iş vesselam...İzmarit Çevre Ve Tüketici Haklarını Koruma Derneği ÇETKODER şimdilik dört ili kapsayan yeni bir uygulama başlattı... Slogan: "Sigara içme, içiyorsan da bari izmaritini yere atma...""500 izmarit getir 5 lira götür..."Genel merkezi Mersin'de bulunan örgütün ilk olarak Mersin, Adana, Hatay, Osmaniye illerini kapsayan kampanyasının bildirisinde deniyor ki:- Unutulmasın ki bir izmarit doğada 2 yılda zor kaybolmaktadır. Gençlere ve içenlere sesleniyoruz. Yere atmasın biriktirsinler, 500 adet izmariti bize getirsinler 5 lirayı bizden alıp gitsinler."İzmaritleri yok edelim.Diyanet'te boş olan kadrolara 10 bin 122 personel alınacakmış.Mevcut personel başka kurumlara yatay geçiş yapınca ikide bir boşluk oluşuyor tabii...Haldun ErtemBaşbakan söyledi, Mimar Sinan'ın 3 yılda yaptığı cami 11 yılda onarılmış. Bu bir özeleştiri mi? Yoksa Osmanlı Cumhuriyet'ten daha başarılıydı, muhabbeti mi? Arif olan anlar...İmza: Arif
Milliyet
1,318,823
Yazarlar
Dava neredeyse on senedir devam ediyor. Yirmi civarında yargıç ve mahkeme değişti. Ama yargılamanın ne zaman biteceği belli değil.Dava konusu Etibank. Baş sanık Dinç Bilgin. Bir zamanların dişli medya patronu, Sabah ve atv'nin sahibi. Etibank'ı satın alıp zimmetine para geçirmekle suçlanıyor.Bilgin on yıldır birçok temel hakkından mahrum yaşıyor. Evi dahil bütün malı mülkü satıldı. Yurtdışına çıkması, mülk edinmesi yasak, banka hesabı açma olanağı yok.Bilgin Etibank'ı 1998'de işadamı Cavit Çağlar'la birlikte özelleştirmeden satın almıştı. Banka'ya 2001 ekonomik krizinde Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) el koydu. Bilgin Londra'daydı. Kendi isteğiyle İstanbul'a geri döndü. Gözaltına alındı ve hapiste aylar geçirdi. TMSF atv, Sabah ve diğer yayınları 5 Aralık 2007'de 1,1 milyar dolara sattı. Bilgin'in mal varlığından yapılan diğer satışlarla da 300 milyon dolar gelir elde etti. Bu meblağlar, Bilgin'in devlete olan borçlarının neredeyse iki katı idi. Ama ona bu güne kadar bir kuruş para verilmediği gibi ibra edilmedi ve hakkında açılmış olan dava geri çekilmedi.Yaklaşık 22 ay önce TMSF'nin o zamanki patronunu aramış ve ondan şunları duymuştum: "Prensip olarak Dinç Bilgin'i ibraya karar vermiş durumdayız. atv Sabah'ın satışıyla TMSF'ye olan borçlarını kapatmış oluyor. Bizim için en başarılı tasfiyelerden biri olmuştur. Elimizde kalan, varlığı olmayan şirketlerini de ona devredeceğiz. Birkaç aylık süreçte bitmiş olacak. Birkaç ay önceden önce bitebilir bile diyebilirim."İbra "temize çıkarma, aklama anlamına" gelir. Halk diliyle, "helalleşme."Ama Bilgin ne ibra oldu ne de onunla helalleşildi.2001 ekonomik krizinde yirmiden fazla patron bankasının anahtarlarını TMSF'ye teslim etti. Bunların içinde sadece iki kişi, devlete olan borçlarını ödedi. Bilgin ve Mehmet Emin Karamehmet. Bunun yargı ve idarenin gözünde bir değeri yok mu? Çalık'ın ödeme zamanıAnlaşılan yok. Neden peki? Ne biçim bir ülkede yaşıyoruz ki borç takanla borcunu ödeyen arasında bir fark yok? On yıl süren bir davanın yargı değil infaz olduğunun kimse farkında değil mi?Böyle ilkelliklere nasıl tahammül edilebilindiğine şaşırıyorum. Kimsede adalet duygusu, insaf, medeni cesaret, hatta doğru ile yanlışı ayırt edebilme yeteneği kalmadı mı? Ümitsiz vakıa mıyız?Eskileri hatırlamışken...5 Aralık'ta Sabah, atv ve diğer eski Bilgin medya kuruluşlarının işadamı Ahmet Çalık tarafından satın alınmasının üçünü yılı dolacak. Çalık bu satın almayı yapmak için iki devlet bankasından, Vakıfbank ile Halkbank, 750 milyon dolar borç almıştı. Beş yüz milyon dolar da medya grubuna ortak aldığı Katar tarafından sağlanmıştı.5 Aralık'ta veya o civarlarda kredinin üç yıllık ödemesiz süresi sona erecek ve ödemeler başlayacak. Eğer, tabii, ödemesiz süre uzatılmadıysa.Kendi bankasından üç yıl ödemesiz 12 yıl vadeli kredi alsaydı Dinç Bilgin'e ne yaparlardı insan düşünmek bile istemiyor.
Milliyet
1,330,278
Yazarlar
O akşam, nicedir hayalini kurdukları ‘büyük buluşma' gerçek oluyordu.Uzun yıllardır tanışan, birbirlerine sevgi ve muhabbetle bağlı ancak hayatın hızına yetişmeye çalışırken dostluğa vakit ayıramayan bir grup arkadaş, ‘şeytanın bacağını kırmak' üzere sözleştiler.İş çıkışı herkesin adresi belliydi.Çığlık çığlığa kucaklaşıldı, hasret giderildi. Sonra birlikte kocaman bir sofra kurdular.‘Kutsal Sofra' dediler sofralarına. Davetliler, önceden kararlaştırıldığı gibi farklı bir ülkenin şarabıyla gelmişlerdi eve; Fransız, İtalyan, Alman, Ürdün, Kaliforniya...Dışarıda soğuk, rüzgarlı ve yağmurlu bir hava...Fonda Hindi Zahra, Leonard Cohen, Alev Lenz...Odadan odaya sürü halinde çılgınca koşuşturan, arada annelerini çekiştiren çocuklar.Konuşacak ne çok şey vardı; Hayatın zorluğu, işlerin yoğunluğu, çocukların okulu, doların seyri, CHP'nin içler acısı hali...Ve ne çok soru; Bayram tatilinde nereye gidilecek? Peki yılbaşında ne yapılacak? Ya bu memleketin hali ne olacak? Bu sezon hangi sergiler açılacak? Elif, Can'ı ne zaman terk edecek?Özlenen tablo neredeyse tamamdı.Yine de neşeyi, enerjiyi eksilten bir şey vardı.Bir genç kadındı bu. Gecenin başından beri başını bir kerecik olsun yukarı kaldırmamış, hüzünlü gözlerini bir an bile yerden ayırmamıştı. Adı Tira. 24 yaşında. Gürcistan'dan iki ay önce gelmişti İstanbul'a. Yaşamını kazanmak için yurtdışında çalışmaya mecbur olan on binlerce vatandaşı gibi o da bir ajans aracılığıyla iş bulup, İstanbul'a getirilmişti. Bir ay Samsun'da kalmış, sonra çocuk bakıcılığı yapmak üzere İstanbul'da halen çalıştığı eve yerleştirilmişti.Tira suskunluğuyla, Kutsal Sofra etrafında dönen neşeli sohbeti sık sık bölüyordu. Ailesi, durumu fark edip, nezaketle açıkladı; “Tira henüz Türkçe öğrenemedi. Bir kaç kelime belki. Hakkında fazla bir şey bilmiyoruz. İki çocuğu varmış. Kocası işsiz olduğu için evin tüm yükü üzerinde zavallının. İyi bir insan ve kızımıza çok iyi bakıyor."Masa etrafındakiler, şefkatle ve kaçınılmaz olarak acıma duygusuyla baktılar Tira'ya. Sonra, milliyetine göre bakıcı - yardımcı kadınları analiz eden derin bir sohbete daldılar.Kendinden bahsedildiğini anladığı halde siyah gözlerini ısrarla yerden kaldırmıyordu Tira.Kızını düşünüyordu. 3 yaşındaki Maryemy. Ne yapıyordu şimdi acaba? Hafta sonunu iple çekiyordu. Söz verdiği Tinkerbell bebeklerinden alıp gönderecekti O'na. Ya Nicholas. Kızıl saçlı, yaramaz oğlu. Bu yıl okula başladı, alışabildi mi acaba öğretmenine, arkadaşlarına? Havalar da çok soğumuştur bizim orada, üşütmese keşke...Şanslı olduğunu düşündü sonra. Kendisine iyi davranan insanların yanındaydı. Baktığı minik kız çocuğunu çok sevmişti. Burada, ailesinin ihtiyaç duyduğu parayı kazanacak hatta biraz birikim bile yapabilecekti. Sergei, çocuklara iyi bakıyordu. İşsizliğin sancısıyla kendini içkiye vurmasa, herşey yoluna girecekti belki de.Derin bir iç çekerek, siyah gözlerini ilk kez kaldırdı.İşte o anda bir mucize oldu.Duvardaki tablolar! Tanrım, hayal görüyor olmalıydı!Sergo Tbileli, Elene Akhvlediani...Gürcistan'ın en ünlü ressamlarına ait iki muhteşem yağlıboya tablo duvarda asılıydı. Ve de bir kolaj. Yıllanmış fotoğraflar, 30'lu yıllardaki Tiflis gazetelerinden kesilmiş ilanlar ve zamanın durduğu karlı bir sokağı tasvir eden, hüzünlü bir kolaj resimdi bu.Ayağa fırladı ve büyük bir heyecanla anlatmaya başladı. Bu ressamların ne kadar büyük yetenekler olduğunu, tekniklerinin ne kadar farklı olduğunu, her Gürcü'nün onlarla gurur duyduğunu, güzel sanatlar fakültesindeki öğrencilik yıllarında onlar gibi resim yapabilmek için ne kadar çabaladığını...Herkes susmuş, şaşkınlıkla Tira'ya bakıyordu. Nefes nefese kalmıştı genç kadın. Siyah gözleri hiç olmadığı kadar parlakdı. Sevinçle kolajın yanına sıçradı, 'zamanın durduğu sokağı' kendisine hala şaşkınlıkla bakan gruba gösterdi ve üstüne basa basa defalarca ‘Tbilisi' dedi; “İşte burası Tiflis. İşte burası benim vatanım..." ...Sanat mucizeler yaratır. Not: syucebiyik@gmail.comtwitter/suleyucebiyik
Milliyet
1,328,579
Yazarlar
18. Milli Eğitim Şûrası dün sona erdi. 220 karar alındı. Ama içlerinde en önemli olanı temel eğitimin 13 yıla çıkartılması.Bu konuda aslında geç bile kalındı. Çünkü AB'de kişi başına düşen eğitim ortalaması da zorunlu eğitim süresi de bunun çok üzerinde.Peki Türkiye bu zoru başabilir mi?Canı gönülden evet demeyi çok isteriz ama sanki çok zor!Bırakın 13 yılı hâlâ 8 yıllık temel eğitimi bile doğru düzgün veremiyoruz. Daha da vahimi 6.5 milyon vatandaşımız okuma-yazma dahi bilmiyor. Yani bu konuda sicilimiz bozuk. Ama hedef olarak belirlenmesi bile önemli bir adım.Cevabı en çok merak edilen soru ise 1+4+4+4 formülünün ne anlama geldiği ve alınan kararın pedagojik mi yoksa politik mi olduğu?..MEB'in bu konuda kafasının karışık olduğu kesin. Bırakın kararın politik mi, pedagojik mi olduğunu, uygulamaya geçildiğinde hangi fiziki ortamda ve hangi öğretmenlerle gerçekleştirilecek önce bunu belirlemesi gerekirdi.Daha da önemlisi böyle bir kararın akademik gerekçeleri nedir?Örneğin 8 yıllık kesintisiz eğitimin zaafları neydi? Bunlar ortaya kondu mu ki yeniden kesintili eğitime dönülüyor?Ama en önemlisi, kesintisiz eğitim kararı ile bir gecede kapatılan ve 15 yıl içinde de harabeye dönüşen on binlerce köy okulları olmadan 1+4'lük temel eğitimin ilk kademesi, nerede gerçekleşecek?Bu model için köy okullarının yeniden açılması, kentlerdeki ilköğretim okullarının da yeniden yapılandırılması gerekiyor ki bu da öyle bugünden yarına kolay kolay gerçekleşecek bir durum değil.Ama sanki bu karar alınırken, "gizli gündem"le bir şeyler dayatılıyor endişesi hâkim. Zaten satır aralarında da bunun ipuçlarını yakalayabiliyorsunuz. Örneğin 13 yıllık eğitimi 1+4, 4, 4 diye üçe ayırdığınızda, hemen şu dikte ediliyor:Birinci kademe öğrencileri ile ikinci kademe öğrencilerinin bir arada öğrenim görmeleri sakıncalı! Çünkü arada yaş farkı varmış, çünkü birbirlerine farklı gözlerle bakarlarmış! Sanki bu çocuklar apartmanda, sokakta, otobüste, çarşıda, pazarda bir arada yaşamıyorlarmış gibi!..Ama bazı çevrelerde daha da büyük tedirginliğe neden olan varsayım, bir süre sonra iki ve üçüncü kademede okulların kız erkek okulları diye ayrıştırılması ve kapatılan imam hatiplerin orta bölümlerinin yeniden açılması...Şûra'nın tek kutuplu bir şûra olduğu konusunda hiç şüphe yok. Farklı düşünenler, eleştiri getirenler, daha da önemlisi eğitimin pedagojik çerçevenin dışına taşmasını önleyecekler, şûraya çağrılmayarak karar alma mekanizması kolaylaştırıldı.Bu yüzden alınan kararlara ciddi eleştiriler var:Sabahları sadece andımızın değil İstiklal Marşı'nın da okunması zorunlu olmaktan çıkartılarak, kaldırılmasının önü açılıyor. Diğer meslek liselerinin orta bölümleri değil ama imam hatiplerinki geri geliyor, din dersi birinci sınıfa kadar indiriliyor, karma eğitimin sonu geliyor, Kuran kurslarına başlama yaşı iyice düşürülüyor...MEB kabul eder ya da etmez ama şûra kararlarının algılaması bu yönde.SBS ne olacak?Şûra'da alınan karalardan birisi de fen ve anadolu liseleri ile kolejlere giriş sınavı SBS'nin tümüyle kaldırılması yönünde. Hedef güzel ama nasılı belli değil. Eğer ilk milli eğitim şûrasından bugüne 17 şûrada alınan kararlar hayata geçebilseydi, son şûrada alınan kararlar -belki de değil kesinlikle- bugünkünden çok daha farklı olurdu.Örneğin ABD'de temel eğitimde çocuklara ilimi, bilimi, bilişimi, teknolojiyi daha çok nasıl sevdirebiliriz, bilgi ve bilişim çağını nasıl yakalarızın arayışları en üst noktalara çıkartılırken bizim 2023 vizyonu çerçevesinde tartıştığımız konular ortada.Türk eğitim sisteminin en büyük baş ağrısının sınavlar olduğu kesin. Ama şûra bu konuda yeni hiçbir şey getirmiyor. Getiremez de. Çünkü ortada objektif bir ölçme değerlendirme sistemi yok.SBS de zaten yaz boz tahtasına döndü.Bakanlardan biri getiriyor, diğeri yarım yamalak kaldırıyor. Son noktayı ise yargı koyuyor.Ve görünen o ki yeni alınan kararların pek çoğu da yine mahkemelik olacak.Özetin özeti: Eğitimde kısır tartışmaların ve gizli gündemlerin ötesine geçip çağı yakalamak ne dün mümkün olabildi ne de bugün. Yarın için de umutlu olmamızı gerektiren ipuçlarını ise maalesef göremiyoruz...
Milliyet
1,336,663
Yazarlar
Kıbrıs sorununda önemli bir dönemece yaklaşılıyor. Liderlerin Perşembe günü New York'ta yapacakları görüşmeden de bir sonuç çıkmazsa, 37 yıldır süren çözüm çabalarının sona ereceğini söyleyenlerin sayısı artıyor. Financial Times'ın cuma günkü başmakalesinin başlığında da belirtildiği gibi, Kıbrıs'ta gerçekten de "oyunun sonuna geliniyor." Bu durumda BM'nin Kıbrıs sorunundan çekilmesini bekleyen Financial Times'a göre böylece tek seçenek olarak adanın resmen bölünmesi kalacak. Gazete bu konuda şu görüşlere yer verdi:"İki devletli bir çözüm ideal sonuç değil. Bu Kıbrıslı Rumlara,  Türkiye'den algıladıkları tehdit karşısında yüksek askeri harcamalar yükleyecektir. Kısa vadede ise Türkiye'nin AB'ye katılma şansına bir darbe daha indirecektir." Financial Times, adanın bölünmesi halinde, Kıbrıs'ta "garantör ülke" olması nedeniyle İngiltere'nin KKTC'yi tanıyamayacağına da işaret etti. Diğer AB ülkelerinin de çekingen davranacaklarını yazan gazete,  buna rağmen şunlara dikkat çekti:"Ancak, birçok devlet, Rumların Kıbrıs sorunu yüzünden sürekli olarak AB'nin işleyişinde engel yaratmaları nedeniyle sabırlarını yitiriyorlar. Bu ülkelere göre, jeopolitik ve ekonomik önemi artan Ankara'ya, AB'nin Kıbrıslı Rumlara ilelebet rehin kalmayacağını göstermek elzem."Gazetenin başmakalesi şu sözlerle bitiyor:"Kıbrıslı Türklerin izolasyonu bu nedenle çok daha fazla sürmeyebilir. Rumların, BM görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasına izin vermeden önce bunu akıllarında tutmaları gerekiyor."Bu yazılanlar hakkında her şeyden önce şu söylenebilir. Kıbrıs'ın bölünmesi, belirtildiği gibi, Türkiye'nin AB üyeliğine yeni bir engel oluşturacaktır. Bu doğru. Ancak, Türk-AB ilişkileri engellere çoktan "doydu." Özetle, Kıbrıs sorunu ile hiçbir ilgisi olmayan ciddi engellerle zaten karşı karşıya olan Türkiye'nin, sonunu göremediğimiz AB üyeliği süreci açısından yeni engellerle karşılaşması, Ankara açısında çok da yeni bir durum olmayacaktır. Burada daha önce belirttiğimiz gibi, Türkiye'nin Kıbrıs'ta tek taraflı tavizler vermesi ise Ankara'nın AB üyeliğinin önünün açılmasını garantilemiyor. Annan Planı süreci Türk tarafının ağzında bu açıdan acı bir tat bıraktı. Rumların açısından bakıldığındaysa, bölünme tam anlamıyla bir felaket olacaktır. Her şeyden önce, Türkiye'ye karşı o kadar bel bağladıkları AB'den istedikleri sonucu alamamış olacaklar. Dahası, Ankara'nın Kıbrıs konusunda uluslararası destekten sanıldığı kadar yoksun olmadığı gerçeğini hazmetmek zorunda kalacaklar. Nitekim İngiltere'nin son dönemde Türkiye'ye gösterdiği ve çeşitli yazılar ve üst düzey açıklamalarla iyice belirginleşen destek,  Rumlarda - hayal kırıklığının ötesinde- ciddi kızgınlık yaratmış bulunuyor. Rum basınında bu günlerde İngiltere'ye dönük hakaretlerden geçilmiyor. Bu arada, adanın bölünmesiyle Rum kesiminin ciddi bir askeri harcama programına yönelmek zorunda kalacağı da doğru. Ancak, Türkiye'ye karşı stratejik üstünlük sağlaması "ölçek meselesi" nedeniyle hiçbir zaman mümkün olmayacağı için, arzuladığı güven ortamını yakalaması -AB üyeliğine rağmen- mümkün olmayacaktır. Öte yandan Türkiye artık sadece "yükselen bir güç" değil, özellikle İslam aleminde itibarı artan bir ülkedir. Bu durum Ankara'ya,  KKTC'nin tanınması amacıyla ortaya koyacağı diplomatik ataklar için verimli bir ortam sağlamaktadır. Bazı ülkeler KKTC'yi tanırken, bazılarının tanımayı reddetmeleri ise uluslararası ilişkilerde görülmemiş bir şey değil. Birçok AB ülkesi Kosova'nın bağımsızlığını tanırken örneğin İspanya tanımayı reddetmiştir. Ancak, bu, uluslararası sahneye bağımsız bir olgu olarak girmiş olan Kosova açısından bir şey ifade etmiyor.  Uzun lafın kısası Annan Planı sürecinde ortaya çıkan görüntü ve Türkiye'nin Kıbrıs konusundaki kararlı duruşu karşısında Rumlar kendilerini köşeye sıkıştırdılar. Bu arada, AB'yi adada arzuladıkları sonuçları elde etmek için kullanamadıklarına göre, ellerinde çok fazla bir koz da kalmadı.
Milliyet
1,318,793
Yazarlar
Bize, bu kez, dışardan bir gözle bakalım dedik ve Genç Bakış'a, Türkiye'de görev yapan yabancı gazetecileri konuk ettik.Gözlemleri farklıydı. Gelecekle ilgili beklentileri ise bizden daha olumluydu. AB'den Ergenekon'a, türbandan İsrail'le ilişkilere kadar çok farklı sorulara cevap verdiler.Bazen şaşırdılar, bazen de niye bu kadar abartıyorsunuz ki noktasına geldiler. İşte Haliç Üniversitesi'ndeki programdan bazı satır başları.David JUDSON - (ABD) -  Türkiye hem çok değişti hem de pek değişmedi. -  Bölgede medyanın merkezi artık İstanbul oldu. Moskova, Beyrut ve Atina, şimdi İstanbul'dan izleniyor. Eskiden tam tersiydi.-  Türkiye'de basına karşı çok ciddi baskılar var. Fakat hangi Avrupa kentinde 34 tane gazete var. Baskıyı eleştirirken mevcut çeşitliliği de ihmal etmemek gerek. -  Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesi konusunda ne Türkiye hazır ne de AB. Şu an iki taraf da çalışmalara ara verdi ama AB projesi hâlâ çok mantıklı.-  Avrupa'da tabii bir İslamofobi, bir göçmen istemiyoruz durumu var. Ama mesela İtalya bugünkü nüfus artış hızıyla 120 sene içerisinde yok olacak. Yani Avrupa'da göçmenlere karşı bir politika sürdürülemez. -  AB'nin Türkiye'ye karşı uyguladığı politikalar çifte standartlı. -  Bence Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne çok da ihtiyacı yok. AB olmuyorsa başka alternatifleri de var. -  ABD yıllardır Ortadoğu'da taraflı bir politika uyguluyor. -  Başörtüsü ve kadın hakları konusunda Türkiye'de ciddi eşitsizlikler var fakat tıp, hukuk, mühendislik, mimarlık ve üniversite öğretim üyeliğinde Türkiye'nin kadın katılım oranı Avrupa'nın en yükseklerindedir. Nicole POPE - (İsviçre) -  Buraya geldiğim zaman Geceyarısı Ekspresi filminin etkisi çok güçlüydü ve tabii önyargılı geldim. -  Kürt sorunu sadece terör sorunu değil. Güneydoğu'da insanlar sıfır gelirle yaşıyorlar. İnanılmaz bir ihmal var orada. Hâlâ kendi kültürlerine, dillerine izin verilmiyor. Ama artık tartışılıyor ve çözüme yaklaşıyoruz.-  Ergenekon çok karışık bir dava. Ama biz bir derin devlet olduğuna her zaman inandık. 90'lı yıllarda özellikle Güneydoğu'da karanlık güçler olduğu ve devletle bağlantısı olduğu her zaman belliydi. -  Başörtüsü yasağını çok mantıksız buluyorum. Hem kadınlar eğitimli, modern olsun deyip hem de önlerine bu tür engeller koymak mantıklı değil. -  Başörtüsü meselesi bize çok tuhaf geliyor. Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olalı 3 sene oldu ve 3 sene boyunca eşi yanında olamadı. -  Türkiye'de kadın hakları çok kötü durumda. Diğer Müslüman ülkeler Türkiye'nin önüne geçti. Mesela yerel yönetimde kadınlar hemen hemen hiç yer almıyor. Hiç kadın vali yok.Amer LAFİ - (Filistin) -  Arap dünyasında, halk açısından Filistin meselesi çok önemlidir ve buna kim sahip çıkarsa O'na güvenirler. -  Başbakan Erdoğan Filistin'de seçime girerse yüzde yüz kazanır. Çünkü Davos çıkışı ve Mavi Marmara'dan sonra çok sempati kazandı.-  Mavi Marmara olayında Türkiye'nin duruşu İsrail'e çok garip geldi. İsrail daha önce daha fazlasını yapmıştık kimse itiraz etmemişti diye bir şaşkınlık yaşadı. -  İsrail sonunda tazminatını ödeyecek ve Türkiye'den özür dileyecek. Çünkü Türkiye'ye çok ihtiyacı var. -  Arap ülkelerine gittiğim zaman bana en çok sorulan soru Türkiye'deki başörtüsü sorunu. Anlayamıyoruz, neden şimdiye kadar çözülmüyor diyorlar. -  Türkiye dünyanın her yerine açılmaya başladı. Bu eksen kayması sözünü bence Türkiye'nin gelişmesini istemeyenler çıkarıyor. -  Yazın Arap turistlere sorduk neden Türkiye'ye geldiniz diye. Türkiye'yi desteklemek için geldiklerini söylediler. Yüzde 40'ı da dizilerden izledikleri güzel yerleri görmeye geldiklerini söylediler. Andrew Finkel -(ABD) -  Türkiye'ye ilk geldiğimde 13 yaşındaydım. Hayran kaldım. İstanbul çok şaşırtıcı bir şehir. Hâlâ hayranım İstanbul'a.-  Biz 1990'lı yıllardan beri Ergenekon gibi bir yapılanma olduğuna, Genelkurmay içerisinde işi her zaman hükümete karşı bir cephe kurmak olan bir daire olduğuna inanıyorduk.-  Biz Ermeni soykırımı olmadığını biliyoruz ama dünyada birçok ülke soykırıma inanıyor. Tek inanmayan Türkiye. -  Kürt sorununu kim yarattı? Tabii ki PKK yarattı ama Susurluk diye de bir olay vardı. Bu Türkiye'de bir savaş lobisi olduğunu ispat etti.-  Türkiye'de basın özgürlüğü var ama yarı basın özgürlüğü var.-  TRT bir kamu kuruluşu, tarafsız ve bağımsız olması lazım. BBC gibi olması gerek. Ama o da taraflı haber veriyor. Maria ZACHARAKİ - (Yunanistan) -  Ben Türkiye'ye gelmeden önce burayı bizden çok farklı bir ülke sanıyordum ama gelince gördüm ki çok ortak yönlerimiz var. Mesela yemek, müzik ve insan davranışları. -  Türkiye'de kadın hakları hâlâ çok geri kalmış durumda. Mesela kadınlar erkeğin soyadını alıyorlar. Bu bizim için çok tuhaf, çok inanılmaz. -  Türkiye'de farklı fikirler yazılıyor ve çok farklı fikirler okuyoruz. Yunanistan'da ve Avrupa'da böyle çeşitlilik yok. -  Yunanistan'da hükümet Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesini istiyor. Bana göre de Türkiye AB'ye girmeli. Tabii ki hazır değil ama biz de hazır değildik, yavaş yavaş Avrupa'ya girdik.-  Evet Türkiye Ortadoğu'ya yakınlaştı, bölgede büyük bir güç olmak istiyor. Ama Ortadoğu'ya açılırken Batı'ya da sırtını dönmedi.Özetin özeti: Arada bir farklı bakış açıları da kesinlikle gerekiyor...
Milliyet
1,345,989
Yazarlar
Yalancının mumu, Facebook'a yüklediği fotoğrafın içeriğ... - Menderes Özel Menderes Özel Mendo Tekno FACEBOOK'TA ASKER KAÇAĞI AVI Yalancının mumu, Facebook'a yüklediği fotoğrafın içeriğine göre yanar. İsrail ordusu, koyu dindarım diye orduya katılmayan bin kadının yalanını 'sosyal ağ' sayesinde açığa çıkardı İsrail'de mecburi askerlik hizmeti, 18 yaşından başlayarak erkekler için üç, kadınlar için iki yıl. Ortodoks yahudi, yani aşırı dindar olduğunu beyan edenlerse askerlikten muaf tutuluyor. İsrail ordusu Facebook yoluyla yaklaşık bin kadının inancı konusunda yalan söylediğini tespit ederek silah altına alınmasını sağlamış. Ordu ajanları, Facebook arkadaşı olduğu bu kadınların alışkanlıkları, sosyal yaşamları konusunda her türlü bilgiyi elde ederek 'yalancı' olduklarını anlamış. Bir ordu yetkilisi BBC'ye yaptığı açıklamada, askerlikten dini nedenlerle muaf tutulan kadınların bir çoğunun 'uygunsuz' giysiler içindeki, hatta koşer (yahudiler için helal gıda) olmayan restoranlardaki fotoğraflarını bile Facebook'a yüklediklerini söyledi. Çok sayıda kadının yalanı da yahudilerin dinen mütevazi, araçsız, mümkünse elektriksiz ve alkolsüz yaşaması gereken şabat gecesi yani cumaları partilerken çektirdikleri fotoğrafları yükleyince ortaya çıkmış. İsrail'de kadınların yüzde 35'i koyu yahudi olduklarını gerekçe göstererek orduya katılmıyor. Ancak İsrail Genelkurmay'ı bu kadınların büyük bölümünün aslında laik olduğunu düşünüyor. Daha önce de yazdım, Facebook'a fotoğraf yüklerken iki, hatta üç kere düşünün ki sonradan başınıza iş açmasın! FACE MARKA OLDU Facebook, 'Face' adını ABD patent ofisine alamet-i farikası olarak tescil ettirdi. Bu şu anlama geliyor; internette bir sosyal ağ kuracaksanız, ağın adında Face yani yüz kelimesi yer alamayacak. Facebook, internette Faceparty.com isimli bir sosyal ağın faaliyet göstermesinin ardından patent ofisine başvurmuştu. KUVEYT D-SLR'Yİ YASAKLADI Kuwait Times gazetesi, okurlarına, Kuveyt Enformasyon, Sosyal İşler ve Maliye Bakanlıklarının, akredite gazeteciler hariç bütün vatandaşların kamuya açık alanlarda dijital SLR fotoğraf makinesi kullanmasına yasak getirdiğini duyurdu. Gazeteye göre, küçük dijital fotoğraf makineleri ve cep telefonları yasak kapsamında yer almıyor. Haberde, Kuveyt'teki çok sayıda fotoğrafçının, "dijital fotoğraf makineleri ile cep telefonlarındaki kameraların aynı yeteneklere sahip olduğu göz önünde tutulduğunda, yetkililerin nasıl böyle bir karara vardıklarını merak ettiği" belirtiliyor. Kuveyt hükümeti, neden böyle bir yasak kararı alındığı konusundaysa bir açıklama yapmadı.
Milliyet
1,343,014
Yazarlar
Aykut Kocaman'ın sistemi bir taraftan pozitif futbola ve mücadeleye prim tanımaya çalışırken bir taraftan da aşırı iyimser olma özelliği taşıyor. Aşırı iyimserlikten kastım genç teknik adamın bazı durumlarda aceleci davranması ve kafasında canlandırdığı ve inandığı uygulamaları biran önce hayata geçirmek istemesi; tıpkı Galatasaray maçında kanatları Dia ve Stoch gibi genç isimlere emanet etmesi gibi.Kocaman'ın iyimser tarafını gösteren bir diğer özellik de genç teknik adamın Christian ve Andre Santos ile ilgili kararları. Geride kalan on iki hafta gösterdi ki bu iki oyuncu da sarı lacivertli forma ile mutlu değil ve onlar ile ilgili yani bir yaklaşımın zamanı çoktan geldi.Christian Selçuk'un varlığında kadroya dahi alınmayan Christian'a son haftalarda, hiçbir şey olmamışçasına, ilk on bir şansı tanıması Aykut Kocaman için oldukça riskli bir karardı ve bu kararın neticesi son derece olumsuz oldu. Elbette Brezilyalının sarı lacivertlilerin sözleşmeli oyuncusu oluğu için verilen görev ne olursa olsun onu yerine getirme yükümlülüğü var fakat Christian'ın son maçlarda takımın en kötüsü olmanın ötesinde takımına zarar veren bir kimliğe bürünmesi düşünüldüğünde, profesyonel davranıştan ne denli uzak olduğunu gösteren oyuncu için artık sabır göstermenin hem takıma hem de Aykut Kocaman'a zarar vereceği son derece aşikâr. Üst üste gelen sakatlıklar nedeniyle Christian'ın mevcut kadroda alternatifi olmadığı düşünülebilir fakat bugün itibariyle A2 takımından alınacak oyuncu dahi takımına Christian'dan daha faydalı olacaktır.Andre SantosAndre Santos için yapılan yorumlar genellikle Brezilyalı oyuncunun yetenekli olduğu fakat bir türlü beklentileri karşılayamadığı yönünde ki benim fikrim de aynen bu şekilde. Andre Santos'un bu sezon düşük bir performans göstermesini dönemsel bir form düşüklüğü olduğunu düşünürken aynı oyuncunun milli takım formasıyla oldukça başarılı bir performans göstermesi bu teşhisin yanlış olduğunu ve Santos'un sorununun Fenerbahçe ile olduğunu gösterdi. Öyle ki Aykut Kocaman, Brezilyalı oyuncunun formasını Caner'e vermekle muhtemelen bu oyuncuyu kamçılayacağını düşündü fakat bu durum tam tersi bir tepki oluşturdu ve genç oyuncu kendini göstermek yerine büsbütün kabuğuna çekildi.Andre Santos'un, her şeye karşın umut vaat etmesi nedeniyle, kaybedilmekten ziyade kazanılmaya çalışılması gerekiyor ve burada da en büyük görev Aykut Kocaman ile kaptan Alex'e düşüyor. Bu arada Christian'dan farklı olarak Santos'un takımdan “kesinlikle" gönderilmesi gereken bir isim olmadığını ve asla iyi bir bedel alınmadan da satılmaması gerektiğini de unutmamak gerekir.
Milliyet
1,335,316
Yazarlar
baştan beri acı gerçeği biliyordu.   Ama sakladı. Üstünü örttü. Hatta kamuoyunu yanlış yönlendirdi, gerçeği yansıtmayan açıklamalarıyla. Gerçeğin üzerine gitmek yerine, yalan rüzgarı estirildi devlet tarafından. Ama ancak 18 ay sürdü bu yalan zinciri, bir nokta geldi kırıldı zincir... Gerçekler ilelebet gizlenemez. Gerçek neyse er geç ortaya çıkar. Tıpkı 'altı asker olayı'nda olduğu gibi. Tarih, 27 Mayıs 2009. Yer, 'nin Çukurca'sı. Gece yarısına doğru sınır bölgesinde patlar. İlk açıklama Vali'den gelir, "'lılarca yerleştirilen mayın düzeneği" diye başlayan ve altı askerin düştüğünü bildiren... Tarih, 28 Mayıs 2009. Yer, Genelkurmay Başkanlığı. Kuzey 'taki PKK hedeflerine hava operasyonu başlatıldığına dair açıklama yapılır. Tarih, 5 Haziran 2009.  Genelkurmay'dan ilk açıklama: "Altı personelimiz, Bölücü mensuplarınca tuzaklanan patlayıcının infilak etmesi sonucu şehit olmuştur." Tarih, 25 Haziran 2009. İki komutan arasındaki bir telefon görüşmesi internete düşer. Bir tarafta Hakkari Tümen Komutanı, öbür tarafta Çukurca Tugay Komutanı vardır. Tugay Komutanı'nın itirafı tüyler ürperticidir: "Mayını biz döşedik, bölücü örgüt değil." Tarih, 26 Haziran 2009. PKK'dan açıklama: "Mayını bizim değil, askerin döşediği ortaya çıktı." Genelkurmay sessizliğe bürünür. Tarih, 26 Ağustos 2009. Şehit askerlerden Deniz Demirci'nin ailesinin savcılığa suç duyurusunda bulunduğu Taraf'ta haber olur. Tarih, 29 Ağustos 2009. Radikal'de , komutanların ses kaydının internete düşmesinden sonra sessizliğe bürünen Genelkurmay'da konuyla ilgili soruşturma başlatıldığını yazar. Ve bugüne gelinir. Altı askerin şehit olmasına neden olan mayının PKK değil, asker tarafından döşendiği gerçeğini ele veren telefon konuşmasının internete düşmesinden 10 ay sonra... Genelkurmay'ın olaya ilişkin soruşturma başlatmasından 7 ay sonra... Başsavcılığı iddianamesinde açıklar: "Mayınları asker döşedi!" Tarih, 5 Kasım 2010. Mayının PKK değil asker tarafından döşendiğini telefonda itiraf etmiş olan Tugay Komutanı, acı olayın yaşanmasından 18 ay sonra tutuklanarak Askeri Cezaevi'ne konur. Bu gecikme neden?.. Demek mümkün olabilse, bu korkunç olayın üstü örtülecekti. Öyle mi? İki komutan arasındaki telefon görüşmesi ortamına düşmeseydi, bazı gazeteler cesur davranmasaydı, Genelkurmay bu korkunç gerçeği kapatacak mıydı? Üstüne şal mı örtecekti? Sorunun muhatapları arasında öncelikle zamanın komutanları, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ'la Orgeneral Koşaner bulunuyor. İnternete düşen telefon konuşmalarından anlaşılan o ki, Genelkurmay karargahı daha başından itibaren gerçeğin içyüzünü biliyordu. Peki o zaman niye sessizliğe büründü?.. Neyi bekledi?.. Niçin gerçeği gizlemeye çalıştı bunca ay?.. Asker, bu olaya da bakarak, geçmişte kendi kendini ne kadar çok yıprattığını görebiliyor mu artık? Şimdi bu konuda vicdanları ne kadar rahat büyük paşaların? Bunun gibi acaba Genelkurmay'ın derinliklerinde saklanan daha başka gerçekler de var mı? 'nin daha çok demokrasiye, daha çok hukuk devletine kavuşmasının bir yolu da o gerçeklerin aydınlanmasından geçiyor. Ve bir dip not: Tugay Komutanı'nın gecikmeli de olsa tutuklanarak cezaevine konmuş olması, Türkiye'de askerin kendini 'hukuk üstü' gören eski zihniyetinin değişmeye başladığının bir işareti ve olumlu bir gelişme... İyi pazarlar! ——————- BAYRAM TATİLİ!Umum Neşriyat Müdürümüz Tayfun Devecioğlu'ndan bir hafta bayram tatili kopardım. Herkesin bayramını kutluyorum. Bayram sonrası tekrar buluşmak üzere iyi tatiller, HC.
Milliyet
1,324,168
Yazarlar
Taksim'i kana bulayan Vedat Acar, 24 yaşında...  11 çocuklu bir ailenin 4. çocuğu...Ailesi 7 yıl önce Van'ın Çığlı mezrasından, İstanbul Bağcılar'a taşınmış.O, 6 yıl önce, yani 18 yaşındayken PKK'ya katılmış.3 hafta önce İstanbul'a gelip Şirinevler'de ev tutmuş. Saldırıdan önceki gece, oturduğu apartmanın altındaki pide salonundan 3 lahmacun söylemiş.Eylem sabahı üstünde bombalarla evden çıkarken evin anahtarını pide salonunun çalışanlarına vermiş. "Ev sahibine teslim edersiniz" demiş. Her ihtimale karşı cebine bir siyanür hapı yerleştirmiş.Taksim'e gidip üzerindeki patlayıcının pimini çekmiş.* * *Psikiyatristler buna "presuisidal sendrom" diyorlar. Ölüme gidenler, intihar öncesi garip bir kararlılık, serinkanlılık sergiliyorlar. Kimisi kalanlara mektup yazıyor, kimi eğlenmeye gidiyor ya da yiyip içiyor.Tereddüt çok az; hedefe kilitleniyorlar.İnsan, savaşta ölümün üzerine yürüyenin psikolojisini anlayabiliyor. Ama 24 yaşında bir gencin, gece evinde lahmacun yerken bir yandan da sabahleyin vücudunu bin bir parça halinde semaya savuracak ve kendisiyle birlikte kim bilir kaç masumun canına kıyacak bombayı üretmesine, sabah da işe gider gibi ölüme gitmesine akıl erdiremiyor.* * *"Beyni yıkanmış canavarlar" demek kolay... Ama durumu izaha yetmiyor. Özellikle Batı'da, son 30 yılda yaygınlaşan intihar komandolarına dair, epey araştırma yapıldı. Canlı bombaların ortalama yaşı 22...Farklı tabaka ve eğitim grubundan geliyorlar. Çoğu, son derece "normal" insanlar... Ama iç dünyalarında, türlü izler var:Kıstırılmışlık hali, yaşama bıkkınlığı, seçilmişlik duygusu, korkak damgası yeme korkusu, hayatta bir işe yarayacak olma hissi, cennet vizesi, kahramanlık vaadi, gizli bir narsizm...* * *Batı'nın bulguları bunlar, ama Türkiye'deki eylemler daha fazla açıklama gerektiriyor:Bireysel kurtuluş kanallarını tüketmiş gençler...Kendi köyünde fakirlik içinde bunalmış, sonra aşağılanıp zorla göç ettirilmiş, büyük şehirde de işsizliğe mahkûm edilmiş aileler...Ve hak taleplerine, silahla ifade edilmedikçe kulak asmayan, şiddete meyilli bir toplumsal yapı...Ümitlerin tükendiği bu çaresizlik noktasında, bazıları için geriye tek bir seçenek kalıyor:Kendilerine bunu reva gören dünyayı kendileriyle birlikte berhava etmek...* * *İki duygu birbirini besliyor burada:Öfke hali ve fedai geleneği...Öfkenin ardında yoksulluk, çatışmalar içinde geçmiş bir çocukluk, kesif bir yoksulluk, yarın ümidinin tükenmesi ve çaresizlik var. Kaybedecek bir şeyi olmayanların kendi vücudunu, elde kalan son silah olarak ateşlemesi...Fedai geleneğinin kökleri ise çok daha derinlerde:"Sana kurban olurum" ninnilerinde..."Varlığım varlığına kurban olsun" yeminlerinde..."Kutsal davalar"ın insanı hiçe sayan, şahadeti yücelten, adanmışlık geleneğinde...* * *Ürettiğimiz şiddet tarlasının mahsulleri bunlar...Umutsuzluk ikliminde asker toplaması en kolay ordu da canlı bombalar...Serseri mayınlar gibi; dün diyalog talebiyle dağları bombalıyorlardı, şimdi şehirde diyalog sürecini bombalıyorlar.
Milliyet
1,328,570
Yazarlar
İkinci adam olmak zordur; ama ikinci adam kalmak daha da zordur. Çünkü uzun bir merdivenin sondan bir önceki basamağına tırmanmak ne kadar yetenek isterse, oradan bir adım daha atma hırsına mani olmak da o kadar sabır ister.O basamak lidere ayrılmıştır. Ve ikinci adama düşen, son basamaktakini düşmesin diye alttan sımsıkı tutmaktır.Sendelediğinde omuz vermek, çok uçtuğunda ceketinin eteğinden çekmek, zor soruda kulağına sufle vermek, sürekli açığını örtmektir görevi; lider yuhalandığında hatayı üstlenmek, alkışlandığında sessizce kürsünün gerisine çekilmektir.Işık, lideri aydınlatmalıdır.İkinci adama gölge yaraşır.* * *Ne var ki, başta ikinci adama gurur veren bu misyon, zamanla onu rahatsız etmeye başlar.Her yeni gelen lideri "eğreti gelin" gibi eğitmek, yetersizliklerini örterek vitrine kusursuzmuş gibi yerleştirmek, kendi yazdığı metinleri okurken alkışlanışını perde gerisinden izlemek, kendi kazandığı zaferlerin kutlamasına davet edilmemek, övgülerden nasiplenememek, ama liderin her hatasında yegâne suçlu olarak görülmek, aslen lideri hedef alan her eleştiriyi şahsen göğüslemek, saldırılarda kendini siper etmek, canına tak eder.Mütemadiyen gölgede kalmanın ışıksızlığıyla küflenir ruhu...İçinde haset dağları büyür.Ve gün gelir içindeki yanardağ "Benim neyim eksik" diye patlar. * * *İşte ikinci adamın ikinci trajedisi burada başlar.Birinci adamın liderlik eğitiminde, ona koltukta tutunmanın yollarını da öğretmiştir.Tuzaklardan sakınmayı, tuzaklar kurmayı, rakipleri ortadan kaldırmayı, yedekte adam tutmayı, demagoji yapmayı, kitleleri kazanmayı, türlü çeşit entrikayı...Sallamayı öğrettiği kılıç, kendisine yöneldiğinde hedefi nadiren şaşırır.İkinci adam darbe girişimini beceremezse daha önce başkalarını kıstırdığı tuzağa düşer. Becerirse de salladığı merdiven, çoğu kez kendisini de devirir.* * *Lideri tanımak mı istiyorsunuz; seçtiği ikinciye bakın: Çünkü ikinci, birincinin aynasıdır.İyi ikinci adam, liderin özgüvenini yansıtır; zayıf ikinci adamsa, pısırıklığını, itimatsızlığını, koltuk sevdasını...Bu haliyle ilişkileri, biraz ebeveyn-evlat ilişkisine benzer:Ebeveyn de lider yetiştiren ikinci adamlar gibi kanatlarının altında evlat yetiştirir, ne biliyorsa ona öğretir.Yetişen evlat, gün gelir gitmek ister."Artık sizsiz de yaşayabilirim" deyiverir."Vay hain! Seni biz yetiştirdik, bizsiz bir hiçsin" demeye kalkışan ebeveyn, kaybetmeye mahkûmdur.Ona yolunu açan, en azından ilişkiyi korur.Evlat mı?Hiç olduğuna inanıp evde kalırsa, ömür boyu başkalarının kanadına muhtaç olur.Kendi kanadıyla uçabilirse, artık adam olmuş demektir.
Milliyet
1,341,346
Yazarlar
Hiddink'i "şöyle bir güzel yoğurmaya başlamış" ve tavaya atmadan önce "nerede bu adam yaa" kıvamına gelmiştik ki, Federasyon Başkanı sayın Mahmut Özgener ile bir sohbetim oldu:Sordum tabi; "Nerede bu adam yaa"!..Yaradılıştan "Dalay Lama" sükunetine sahip Başkan, kızmadı açıkladı:"Sürekli Avrupa'daki gençlerimizi izliyor ama medyamız Hollanda'da bisiklete biniyor sanıyor"...Ben de öyle sandığımdan "O zaman sizin halkla iletişiminizde bir sorun var" falan gibi yanıtlar verdim ama içime bir kurt düştü!Süper Lig'den Hiddink de ümidi kestiyse, vay halimize.Nitekim kesmiş... Avrupa'daki gençlerimizin peşine düşmüş. İyi de etmiş. Hesap sorma zamanıMilli Takım'ı değilse de "direncini" beğendik... Peki "Geleceğe dönük bir takım kuruyoruz" diyeceğiz ve bitecek mi bu iş?Hayır.Doğadaki "kelebek etkisi" futbolda da var. Belki yarın, belki yarından da yakındır futbolumuzu derinden sallaması bu Milli Takım'ın. Yetmiş milyonluk bir ülke, bir Milli Takım kurmak için 3 milyonluk gurbetçilerin futbol yeteneklerine muhtaçsa, o çocukları alkışlayıp bağrımıza bastıktan sonra, sıra "muhtaç ettirenlere" hesap sormaya da gelecektir.Sorulmalıdır. Futbolculardan başlamalı "yeniden gözden geçirme"... Paralı kulüplere 8-10 milyona kakalanan, sonra da her maçı ancak 60 dakika oynayan çakma yıldızlar, Avrupalı küçük kardeşlerinin performansı ile karşılaştırılmalı mesela.Ardından kulüpler... Hani "U-17"leri, "U-19"ları telef eden, Anadolu'da parlayan yıldızları "başkasına yaramasın" diye alıp İstanbul'un gece hayatına armağan eden, adı yabancı diye gerekmeyen adamlara gerekmediği kadar para veren kulüpler... Kendi kendilerini temizlemeli ve "Hacıağa" yönetici tiplerini tarihe gömmeli. Hiddink keşke bisikletle dolaşsaydıKim bilir; belki yarın "sistem"le ilgili bir şeyler yapmak gelir "yetkili ve sorumlu" insanlarımızın içinden!.. Bakın, her şeyimiz ters bizim... Normalde bu memlekette yetişip sivrilen ve üst düzeye gelen futbolcular Avrupa'ya transfer olur; Milli Takım kurulurken davet edilir değil mi? Bizde, Avrupa'da sivrilen çocuklar önce Milli Takım'a alınır ardından büyük kulüplerimize transfer olur.Ne kadar acıdır, Milli Takım Hocası'nın "Atik davranmasaydık genç yıldızları kazanamazdık" türünde açıklamaları. Bu sistem mi şimdi?Samsunlu ana-babadan doğan çocuk Avrupa'da futbol yıldızı olurken yirmi katı Samsunlu ana-babadan doğan çocuklar neden halı sahadan öteye gidemezler; biri düşünecek.  Düşünmezse, düşünenler gelecek.Hiddink bir domino taşına vurdu ki, sonuna kadar gidecek.  Baştan beri huylanmıştım Hiddink'ten... Bakın başımıza ne işler açtı. Keşke bir hafta Türkiye'de iş yapıp, bir hafta Hollanda'da bisikletle dolaşsaydı.
Milliyet
1,328,595
Yazarlar
İki tane burun deliğimiz var. Ama nefes almak için bunlardan sadece birisini kullanıyoruz. Günün herhangi bir saatinde, burun deliklerimizden bir açık diğeri kapalı veya yarı kapalıdır. İnanmıyorsanız deneyin.Sağ elinizin başparmağı ile sağ burun deliğinizi kapatın ve sol burun deliğinizle nefes alın. Daha sonra sol elinizin başparmağı ile sol burun deliğinizi kapatın ve sağ burun deliğinizle nefes alın.Burun deliklerinden birinin diğerinden daha açık olduğunu fark edeceksiniz. Sağlıklı bir insanda açık burun deliği iki-üç saatte bir değişir. Yani, iki-üç saat, örneğin, sağ burun deliğinizle nefes aldıktan sonra nöbet sol burun deliğinize geçer. Neden, diye sorarsanız bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Hayatın muammalarından biri.Belki Tanrı her şeyi bildiğini sanan ve daha çok öğrendikçe (veya daha çok öğrendiğini sandıkça) daha çok ukalalaşan insanlarla dalga geçmek için bu düzeni kurdu. "Sen her şeyi bildiğini sanıyorsun ama burnunun dibinde olanların bile farkında değilsin" demek için.Bilim sustuğuna göre nefes alıp verme uzmanı olan Hintli yogilerin bu konuda ne dediğine kulak verelim. Onlar diyor ki vücudunun iyi çalışması için aktif burun deliklerinin iki saatte bir değişmesi gerekir. Eğer değişmezse bu sağlıklı olmadığımızın bir işaretidir.Yogiler bir egzersiz geliştirdiBinlerce yıl önce bu garipliği keşfeden yogiler bir egzersiz geliştirdi. Bu yazıyı yazmaktaki amacım size bu basit ama çok yararlı egzersizi öğretmek. Sağ burun deliğinizi sağ elinizin başparmağı ile üstünden bastırıp kapatın ve sol burun deliğinizden derin bir nefes alın. Yavaş yavaş. Sol burun deliğinizi sağ elinizin işaret parmağı ile kapatın ve almış olduğunuz nefesi sağ burun deliğinizden verin. Ta ki ciğerlerinizdeki hava boşalıncaya kadar. Yavaş yavaş. Ardından sol burun deliğinizi sağ elinizin işaret parmağı ile kapatın ve sağ burun deliğinizden derin bir nefes alın. Sonra sağ burun deliğinizi kapatıp sol burun deliğinizden nefesinizi bırakın.Bir burun deliğinizden nefes alıp, diğerinden vermiş oldunuz. Her alıp verme bir raunt sayılıyor. İlk seferinde üç defa yapın. Zamanla yediye çıkartın.Alıştıktan sonra günün muhtelif zamanlarında istediğiniz kadar yapabilirsiniz. Grip veya benzeri hastalıklardan dolayı burnu tıkalı olanlar, iyileşinceye kadar bu egzersizi yapmamalıdır.Her zaman her yerde yapılabilecek bu egzersiz üzerinizde yatıştırıcı ve canlandırıcı bir etki yapacak. Özellikle endişeli, heyecanlı veya kızgın olduğunuz zamanlarda yapmanızı öneririm.(NOT: Yıllık iznimin bir bölümünü kullanacağım için gelecek hafta yazı yazmayacağım. Görüşmek üzere hoşça kalın.)
Milliyet
1,322,030
Yazarlar
29 Ekim davetinde Köşk izlenimlerime devam...Soğuk ve yağmurlu bir Ankara akşamı.Trafik tıklım tıkış...Neyse ki davetlilere Köşk'ün iki kapısından giriş yaptırılıyor.Biz 5 numaralı dış kapıdan girdik.Bahçede geniş bir yay çizerek protokol kapısına ilerlerken sağımızda Atatürk'ün ikamet ettiği ilk Köşk gözümü aldı.Zarif kulesi, ışıklandırılmış dış duvarlarıyla ruhumu okşar gibiydi.Geniş cam kapıdan girdik.Sağ taraftaki resepsiyonda cep telefonlarımız alındı.Çıkarken istememiz için birer fiş uzatıldı.Üst kata çıkan merdivenlerin başında Genel Sekreter Mustafa İsen ve eşiyle, Medya Baş Danışmanı Ahmet Sever ve eşi, konukları karşılıyordu."Bekleme Salonu"na alındık.Yüzlerce davetli Büyük Salon'a geçmek üzere kuyruklar oluşturmuştu.İçeri daha ilk adım atılırken üzerinde isimlerimiz yazılan kartlar bir görevliye veriliyordu.Mikrofon ile o isim anons edildikten sonra birkaç adım daha atılıyor ve önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ardından yanındaki eşi Hayrünnisa Gül'ün elleri sıkılıyordu.Anons edilen iki isim arasında yeterince geniş bir zaman bırakılıyordu..Bu durumda Sağlık Bakanı Recep Akdağ'ın "protokolde zamanlama nedeniyle Cumhurbaşkanı'nın eşi Hayrünnisa Gül'ün elini sıkamadığı" söylemini anlayamadım.Sanılanın tersine salonları "başı örtülü" hanımlar doldurmuş değildi.Gözlemime göre "başı açıklar" fark atarak çoğunluktaydı. ÖRTÜLÜ ŞIKLIK SORUNUKadınların inançları ya da sosyal konumları veya gelenekleri gereği başlarını örtmelerine karşı değilim.Yüksek öğrenim kurumlarına girmeleri de artık fiili çözüm yoluna girdi.Kimse çomaklamıyor...Bunun arkasının kamu hizmetlerinde çalışmak isteği olacağını da görmemek "beş duyudan birinin eksikliğidir."Herhalde "hizmet veren" kesiminde "hâkim, savcı, vali, kaymakam, polis, öğretim üyesi" gibi alanlar dışında başı örtülü kadınlarımız çalışabilecekler.Orta vadede Türkiye'den "örtünme görüntülerini" böyle hissediyorum.Sorun başörtüsünden çok "örtünme estetiği" olabilir."Kapanmış kadınlar" genellikle "görsel telafi sendromuna" geliyorlar.Kemerler, zıt renkli biyeler, şeritler, fiyonklar, yapma çiçekler...Bunlarla "imaj yapmak" çabasındalar.Çankaya Köşkü'ndeki 29 Ekim davetinde örtülü hanımların "telafi sendromundan -nispeten- çıktıklarını" gördüm.Kuşaklar, şeritler, güller, kelebekler daha azdı.Cumhurbaşkanı Gül'ün eşi Hayrünnisa Gül bu bağlamda farklı bir estetik anlayışı ortaya koymuş.Şarap rengi sade giysisi "az, daha çoktur" mesajını taşıyordu.Sanıyorum ilerleyen yıllarda "kapanmak" ya da "açık" olmanın yanı sıra "örtünme estetiği" de konuşulacak, yazılacak. ASKER VE KÖŞK Cumhurbaşkanı Gül'ün davetlisi olan Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları'nın Köşk'e çıkmamaları gecenin "üzerinde durulan" konusuydu.Başbakan Erdoğan'ın "askerin gelmemesi yanlış..." Başkomutan çağırınca komutanlar gelmeli mesajını veren konuşması kulaktan kulağa yayıldı.Karşı görüşte olanlar "Başbakan Erdoğan'ın geceye yalnız katılmasını" gündeme taşıdılar.Fakat çoğunluğun görüşü şöyleydi: "Genelkurmay Başkanı Merkez Orduevi'ndeki kendi davetini hiç değilse yarım saatliğine ikinci başkana bırakıp, Kuvvet Komutanları ve Jandarma komutanlarıyla birlikte Çankaya'daki davete uğrayabilirdi." Ben de o görüşteyim."Cumhurbaşkanı, Başkomutandır. Onun daveti emirdir. Komutanlar -emir- telakki edip Çankaya'ya gelmelilerdi" gerekçesi ile değil ama "devlet gelenekleri nedeniyle bunun yapılması uygun olurdu" diye düşünüyorum.Türkiye'nin içeriye ve dışarıya çizdiği imaj "devlet içinde devletler" algılamasına neden olmamalı.Elbette "askerin de kendi kamuoyu" var.Bunu dikkate almak durumundalar.Sanıyorum... Zıt renkli tavır coğrafyalarında kalmamak ve bir ortak renk üretmek aklın yoludur. BAŞYAZARIN VEDASIÇankaya Köşkü'ndeki Başbakan Erdoğan'ın etrafını saran gazetecilere "savaşırım" sözcüğü "sonun başını" işaretliyordu.Ertesi sabahki "özür dileme satırlarına" rağmen Oktay Ekşi'nin önünde tek yol kalmıştı; "istifa..."Oktay Ekşi'yle çok eski yıllardan tanışırız.Başında bulunduğu Medya Konseyi'nin kuruluş aylarında uzun süre sadece 3-4 kişi çalıştık.Daha önce aynı gazetede "halef-selef" de olmuştuk.Doğan grubu, Medya Konseyi'nde yıllarca birlikte görev yaptık.Oktay Ekşi üslubuna son derece hâkimdir.Ağzından hiç kötü kelime çıkmaz. Zaman zaman "bak şu deyyusa" dediğini anımsarım.Fakat..."Analarını bile satarlar" gibi bir lafın ondan sadır olabileceğini rüyamda görsem inanmazdım.Bu söylemi elbette doğru bulmuyorum.Bir süredir "kuantum"a sardım.Kuantum'da "Çoklu Evrenler" teorisi var.Artık "paralel boyut" ve "paralel zaman" gibi kavramlarla tanışıyoruz.Görünmeyen "paralel yaşamdaki bizler" konuşuluyor.Bunun öncüsü "dünyanın en zekilerinden biri" olarak gösterilen "Hawking..."Yani sıradan adamların düşünceleri değil.Oktay Ekşi'nin ve hepimizin "paralel yaşamdaki bizler" etkisinde bazen hiç de "ben" olmayan şeyler yapabilmemizin izahı bu olabilir.
Milliyet
1,340,098
Yazarlar
Gökhan Gönül sağ kanadı baştan başa tek başına kullandığında rahat ediyor ve rakipsiz oluyor. Dünkü gibi 3 kişi birden o kulvarda olunca tutuklaşıyor. Eğer ona bu imkan sağlanmayacaksa, o bölgede Serkan Balcı bu yılki formuyla daha iyi bir tercih...-Burak yeteneklerinin farkına yavaş yavaş varıyor gibi. Artık çok daha iyi durumda. Ayrıca kendisini daha az yere atıyor. Atletik üstün özelliklerini kullanıyor. Ancak maalesef taktik bilgisi 25 yaşa rağmen çok geride. Keşke Şenol Güneş'le 5 yıl önce karşılaşabilseydi.-Umut'ta 'Hakan Şükür sendromu' var. Topsuz oyuna o kadar konsantre ki, topla buluştuğunda sanki işi bitmiş gibi hissediyor. Yanlış anlaşılmasın Türkiye'nin en iyi 2-3 santrforundan biri. Ancak bu sorunu çözmeli. Hakan Şükür'ün belli oranda yaptığı gibi.-Biliyorsunuz İsmail aslında 10 numara. Onu sol beke yollayan da, dün birlikte oynadıkları, İskenderun'dan abisi Selçuk. Belki bu sebepten hala bir bekten daha çok bir hücumcu gibi düşünüp gereksiz risk alıyor. Çok yetenekli, açık fikirli, öğrenmeye açık ve daha çok genç. Bunları düzeltecektir.-Hamit 2008'de şampiyonanın en iyilerindendi. Yarı finalde Almanya maçını tek başına almaya çalışınca maalesef çuvalladı. Dün de ilk yarıda liderliğin dozunu kaçırdı. Kendini ispat etmek için bu kadar uğraşmamalı. Buna gerek yok...-Serdar Kesimal soğukkanlıydı. Bu tip durumlarda kendini ispatlamak için aşırı inisiyatif kullanan genç oyuncuları çok gördük. Bu tuzağa düşmedi. Bu şartlarda olabilecek en iyi performanstı. Tebrikler...-Türk futbol tarihinin en büyük muammalarından biri. Kazım? Kazım! Terim, Hiddink, Daum vs. Herkes onda bir cevher görüyor (Mesela dün 2 numaralı santrforumuzdu!) Biz de bunun ne olduğunu merak ediyoruz.      -Mehmet Ekici'nin bir Türk takımında oynadığı ilk 30 dakika. Sadece Nuri'yle anlaşabildi diyebiliriz. Zaman lazım.-Engin 15 dakika oynayabildi. Şenol Güneş etkisi onda da görüldü. Dikine ve güvenli oynuyor. Kendine ve aşırı topla oynamıyor artık. Böyle olunca seyretmek de zevkli oluyor.-Selçuk-Nuri: Bizim takım onlardı. Diğerlerinin yardımcı olabildikleri kadar takımı ileri taşıdılar. Bu çok olmasa da topa güvenli bir şekilde sahip olarak takımı formda tuttular. -Servet-Sabri: İçinde bulundukları sıkıntılı duruma rağmen, beklentilerin üzerindeydiler. -Lazer tutanlar-meşale atanlar: Keşke elimde imkan olsa da işyerlerinize gelip, siz çalışırken kapıya meşale atıp, gözünüze lazer tutabilsem. Anlar mıydınız?
Milliyet
1,336,536
Yazarlar
PARTİ AJANI BiR PARTi TEMASI OLARAK ATATÜRK Cumhuriyet bayramı, 10 Kasım derken önce Topaz'da Atatürk'ün sevdiği yemekler yendi, ardından Ghetto'da Atatürk'ün sevdiği şarkılar dinlendi. Sırada ne var? Nahide'de Atatürk'ün sevdiği şovlar mı yoksa kostüm partisi mi?Gündemde ne varsa, günün manşeti neyse eğmeden, yontmadan, bodoslama tarzında 'tema' adı altında restoranın, gece kulübünün içine sokmak artık farz oldu. Cadılar Bayramı, Sevgililer Günü gibi popüler kültürün kaymağı bayram seyranlara özel partileri, içkileri, kutlamaları anladık da 'yeme-içme teması olarak: Atatürk' hem teori de hem pratik de tuhaf kaçıyor. Kulağa kar suyu kaçıran ilk hareket Topaz'dan gelmişti. Şef Tevfik Alparslan, Cumhuriyet Bayramı nedeniyle özel mönü hazırlamış, Topaz da özel mönüyü içinden 'Atatürk' geçen bir ibareyle duyurmuştu."Ben daha Atatürkçüyüm"Onur Baştürk cuma günki yazısında benzer bir deneyimi  10 Kasım nedeniyle Galata'daki Kiva'da yaşadığını aktardı. Hafta içerisinde mail kutusuna düşen davetiyeyse yorumsuz: Muazzez Abacı'nın sesinden Ghetto'da Atatürk'ün en sevdiği şarkılar. Ghetto... 10 Kasım... Muazzez Abacı... Atatürk şarkıları... Kelimeleri henüz kafamda bir araya getirememişken merakıma yenik düştüm. 10 Kasım gecesi önünden geçerken hafiften kafamı uzattım içeri. Sayın Abacı, içeri girmemle beraber "Atatürk deyince kendimi uçurumdan atarım" gibisinden bir laf ederek kendi gıyabında "Hoş geldiniz" demiş oldu. Sahneden bir "Saat dokuzu beş gece, saygı duruşuna geçenler parmak kaldırsın bakayım" anonsu geldi gelecek bekleyişiyle, Cumhuriyet mitinginden bozma bir gece geçti üzerimden. "Ben daha Atatürkçüyüm" lafları aldı yürüdü, mitinglerden gece kulüplerine girdi. Hayat, Sezen Aksu'nun ağzından "Şablon şablon klişe klişe uyduruk uyduruk diklenmeler/ Baş kaldırıyor görünüp sürüye yandan eklenmeler/ ya asap bozucu beylik laflar ya da laftan ibaret kaklar" şeklinde akarken, bari eğlenirken onu bunu alet etmeden, sadece ve sadece 'şarkı söylemek lazım' desek? Abacı'nın "Yas tutmalıyız ama Atatürk olsaydı eğlenmemizi isterdi" lafının üzerine daha ne konabilir? Seneye 10 Kasım'da kostüm partisi bekleriz. HEM PiŞiRiRiM HEM YAZARIM Yemekleriyle meşhur restoranlardan bugünlerde yükselen kokular taze dergilerin, kitapların habercisi. Abracadabra Dilara Erbay'dan yaratıcı bir yemek kitabı pişti pişiyor: Baby Chefs. Kitap, 0-6 yaş arası için sağlıklı tarifler içeriyor. The House ekibiyse kafe, apart, hotel derken şimdi de dergi işine el atmış. Yıl sonuna doğru çıkacak derginin adı The House Mag. Wallpaper, Icon, Surface gibi tasarım dergilerine yakın havaya sahip The House Mag, yeme içme, moda ve tasarım gibi konuları 'The House' bakışından ele alacak.
Milliyet
1,334,207
Yazarlar
Bir hafta önce Euroleague şampiyonunu devirmiş. Son üç karşılaşmasında gösterdiği üstün performansla bu maçın mutlak favorisi olduğunu taraftarına da inandırmış. Salon ağzına kadar dolmuş, biletler günler öncesinden tükenmiş. Demek ki başarının ciddi bir manyetik etkisi var; taraftarı salona çekiyor. Geçen sene bin kişiyi bir araya toplamak mümkün değilken 15 bin kişi basketbol izlemek, Fenerbahçe'yi desteklemek için Sinan Erdem'e hücum etmiş. Bu bir basketbol mücadelesi için çok büyük bir olay. Rakip İtalya'nın son beş yılına damgasını vurmuş, Euroleague'in en önemli takımlarından; Montepaschi Siena. Ancak İtalyan devi de biliyor; Fenerbahçe geçen sene çıtır çıtır yediği takıma hiç benzemiyor. Bir kere insanı canından bezdiren bir savunması var. Ömer Onan gibi basketbolu sadece becerisiyle, aklıyla, takım oyunu, mücadelesiyle değil, her şeyden önemlisi "yüreğiyle" oynayan abartmıyorum şu an Avrupa'da bir benzeri olmayan bir oyuncuya sahip. Mirsad Türkcan gibi kariyerinin sonuna gelmesine karşın bu sene adını Avrupa'ya bir kere daha duyurmaya inanmış bir başka cesur yüreği var. Sanki rakibi gözlerinden fışkıran enerji ile yok ediyor. Topun çemberden dönen her noktasında o var. Nerede olması gerektiğini biliyor. Ribauntların hepsini topluyor. Dün takım kimyasından söz etmiştik. Fenerbahçe Ülker bu sezon bir kimyacı gibi değil de sanki simyacı gibi elementleri altına dönüştürme işine girişmiş. Öyle olunca da başka bir boyuta geçmiş oluyor. Maça gelebilirsek, Fenerbahçe İtalya rakibine bütün periyotlarda üstünlük sağladı. Farkı her on dakika içinde yavaş yavaş arttırdı. Bir taraftan 81 sayı atarken o bezdiren savunmasıyla Siena'ya sadece 68 sayılık izin verdi. Fark daha da fazla olabilirdi ancak acele tercihler, rakibin yaptığı her hatayı gayretle kapama çabası ve becerisi, bir de serbest atışlarda bir türlü istenen yüzdeye ulaşılamaması yüzünden o gönüllerden geçen şey gerçekleşmedi. Bu maçı Fenerbahçe'ye çeviren etkenlerden en önemlisi kuşkusuz 45'e 24 gibi büyük bir ribaunt üstünlüğünün kurulmasıydı. Kuşkusuz buradaki aslan payı 10 ribauntla Mirsat Türkcan'ındı. Neredeyse tek başına Siena'nın hayat damarlarından bir tanesini kesmiş oldu. Mirsad Türkcan en kritik anlarda bulduğu üç sayılarla da maçın bir ara rakibe doğru dönen momentumunun tekrardan Fenerbahçe'ye geri gelmesini sağladı. Grup kuralarından sonra genel kanı Fenerbahçe'nin üçüncülük mücadelesi vereceği yönündeydi. Ancak dörtte dört galibiyet ve gelen liderlikten sonra şimdi hem Fenerbahçe'nin hem de rakiplerin hesabı değişmiştir. Bu başarılı seri Dünya Kupası'nın sona ermesiyle gündemden düşen ve genellikle Mayıs ayına kadar da pek haber olmayan basketbolu tekrardan spor sayfalarının başköşesine taşıyacaktır. Fenerbahçe önemli işler yapıyor ve bu hafta itibarıyla da Euroleageu'de yenilgisiz lider pozisyonuna ulaştı. Bugün Efes Pilsen, Yunanistan'da çok zor bir mücadeleye çıkacak. 'a konuk olacak. Başarılar ve yeni zaferler bekliyoruz.
Milliyet
1,331,088
Yazarlar
Adam sıkıntılarını, kızgınlıklarını, kırgınlıklarını değil, tecrübesini biriktirdi. Cesaretini, olgunluğunu ekledi. Emeklerini koydu sonra... İnancı her zaman vardı. Fazlasıyla yeterliydi. İnancını oyuncularıyla paylaştı.Aklını sabırla yoğurdu....Ve Şenol Güneş, güneşin doğduğu sakin sabahlar ülkesi Kore'deki sürgün (!) dönemini bitirip yuvaya dönüşünde peş peşe gelen ve hiçbiri rastlantı olmayan başarılarına bir yenisini ekleyip zirveye Trabzon bayrağını dikti.Elbette emeğe saygılıyız. Trabzonsporlu futbolcular kazanmak için ellerinden geleni yaptılar ve kazandılar. Ama yine de dün geceki maçın büyük kahramanı Şenol Güneş'i selamlıyoruz öncelikle...Güneş, Trabzonspor'un ruhunu ve kimliğini kaybetmiş kadrosuna, hayat verdi. Onlara kimliklerini, özgüvenlerini iade etti. Kimi futbolcusuna kızdı, kimini cezalandırdı. Ama hiçbirini dışlamadı. Futbolcularını bir evlat gibi görüyordu. Kozasındaki ipeği sabırla örüyordu.Hagi için de aynı şeyleri yazmak isterdik. Ama biliyoruz ki, zamana ihtiyacı var. Motivasyon ve karizma bir yere kadar... Galatasaray'ın kumaşı öylesine yıpranmış, solmuş ve sökülmüş ki, yama tutmuyor artık... Trabzonspor, Engin, Burak, Umut ve Jaja ile kontrollü oyununa hücum renklerini de katarak oynadı. Merkez oyuncusu olarak Selçuk olağanüstüydü. Sonradan etkili ataklarıyla Serkan da hücuma katılıp Fenerbahçe'deki mevkidaşı Gökhan'a nazire yaptı adeta...Engin Baytar'ın yetenekleriyle kafası ve davranışları zaman zaman senkron tutturamıyordu. Ama Şenol Hoca'nın sabrı O'nu da kazanmaya yetti. Dünkü maçın kaderini belirleyen adamdı. Bu maçın Trabzonspor açısından tartışılacak hiçbir yönü yok. Net skorla, net bir maç kazandılar.Galatasaray, bir ara kornerlerde 6-1 öne geçmesine rağmen asla maça ortak olamadı. Zaman zaman saman alevi misali hücumda görülüp kayboldular. Hagi'nin Pino'yu serbest adam olarak görevlendirdiğini gördük. Evet, o klasik santrfor değildi. Ama el insaf!.. Önceki maçlarının aksine kale ağzından kenarlara kaçıp orayı boş bırakmasını bir türlü anlayamadık. Hagi'nin yeniden hayata döndürmeye çalıştığı Elano da, Misimoviç de beklenen yaratıcı katkıyı sağlayamadılar. Ayhan, Mustafa, Cana da boşa kürek çekenlerdendi. Hagi maçı sıkıntıyla izlerken, Şenol Güneş bir fazla hamle yapıyor ve oyuna Yattara'yı alıyordu. Hakçası O'nun eli daha zengindi!
Milliyet
1,322,026
Yazarlar
NUMAN Kurtulmuş'un yeni partisi Milli Görüş'ün başka bir versiyonu değil. Ak Parti'ye de pek benzemiyor.Numan Kurtulmuş'un söylemi Erbakan'dan da Erdoğan ve Turgut Özal'dan da çok farklı...Partinin kurucuları arasında Zeki Eraslan, Erol Göka, Haluk Yavuz gibi sol veya sol kökenli isimler var. Mehmet Bekaroğlu'nun 'İslami sol' duruşunu biliyoruz zaten.Kurucular arasındaki iki ilahiyat profesörüne özellikle dikkat çekmek isterim: Prof. Hayri Kırbaşoğlu, "İslam emekten, mazlumdan, ezilenlerden yanadır" tezinin Türkiye'deki öncü isimlerindendir. Yeni çıkan "Ahir Zaman İlmihali" adlı kitabında kapitalizmi, IMF'yi, Amerikan emperyalizmini eleştirmektedir.Prof. Kırbaşoğlu, sanılanın aksine Fethullah Gülen cemaatine eleştirel bakmaktadır; dün görüştüğümüzde şunları söyledi:"Abant toplantılarına başlangıçta bir özgürlük hareketi olarak katıldım. Ama Amerika'da Siyonist Paul Wolfowitz'in enstitüsünde toplantı yapılmasını kınadım ve ondan sonra katılmadım..."Diğer ilahiyat profesörü İlhami Güler'dir. Şu iki kitabı Güler hocanın geniş ufuklu entelektüel kişiliği hakkında bir fikir vermeye yeterlidir: "Özgürlükçü Teoloji Yazıları" ve "Politik Teoloji Yazıları."Sol bir program?Bu isimler Özal'ın çevresindeki 'solcular' gibi hareket içinde erimiş ya da eriyecek isimler değildir. Aksine fikri damgaları kuruluş bildirisinde görülüyor.Bildiride ilk bakışta dikkat çeken özellik, "tahakküm" ve "sömürü" kavramlarına yapılan yoğun vurgudur. Dünyadaki sorunların temelinde "insanı köleleştirmeye çalışan sömürü düzeni"nin bulunduğu belirtiliyor. Menderes ve Özal'ın temel ilkeleri olan "ekonomik büyüme" ve "piyasa ekonomisi" kavramlarına mesafeli duruyorlar: Ekonomik politikanın amacının "büyümeden ziyade sosyal refah" olması gerektiği vurgulanıyor. Çok kuvvetli "emek" vurgusu yapılıyor:"Üretilen üründe bize göre nimet, emek, bilgi, asli faktör; sermaye ikincil faktördür. Ürün bu faktörler arasında katkıları oranında pay edilmelidir."Kurtulmuş ve diğer kurucular sağ, sol, muhafazakâr, liberal kavramlarını reddediyorlar ama bu, sol bir programdır. Kültürel değerlerde de kesinlikle muhafazakâr bir partidir.Demokrasi anlayışı da liberaldir üstelik.Has Parti'nin işleviBen sol ekonomik anlayışı benimsemiyorum. Ekonomik büyümenin ve piyasa ekonomisinin büyük önemine inanıyorum. Ama bu partinin kurulmasını olumlu bir gelişme olarak görüyorum.İki bakımdan: Evvela çoğulcu demokrasi bu fikirlerin de siyasette temsilini gerektirir. Bildirideki demokrasi vurgusu mükemmeldir. Devletin dinler ve fikirler karşısında tarafsız olmasını savunuyorlar.İslam anlayışında yeni bir perspektifi savunmalarını siyasi kültürümüze önemli bir katkı olarak gördüğüm gibi, 'sol' söylemin bütün dünyada piyasa ekonomisini 'ehlileştirici' bir role sahip olduğu da kesindir.Bildiride "üç bozulmaya karşı duracağız" denilerek ad verilmeden AKP'yi ima ederek "iktidarın tahakküm ve dayatma aracı" olarak kullanılmasını eleştirmeleri de elbette olumludur.Bundan başka Numan Kurtulmuş'ta siyasi gösterişten öteye, samimiyetle mütevazı ve mizacen demokrat bir lider profilinin bulunduğunu düşünüyorum.Görüşlerini yeri geldikçe eleştireceğim Has Parti'nin ülkemize hayırlı olmasını diliyorum.
Milliyet
1,346,020
Yazarlar
37 aydının yakıldığı 17 yıl sonra nihayet kamulaştırıldı. Kamu vicdanı o binanın müzeye dönüştürülmesiyle acıların bir parça küllenebileceği yönünde oluşmuşken, yeni projeleri gündeme getirmenin âlemi yok. müzeye destek olmalı. Madımak, Cezaevi, . tarihinden onar yıllık kesitler. mağdurları da mahkeme önündeydiler. 19 Aralık'ta cezaevlerine karşı yapılan operasyonda 2'si asker 32 kişi hayatını kaybetti. 237 kişi yaralandı. Ölenlerden 12'si Bayrampaşa Cezaevi'nde kalıyordu. F tipi cezaevlerine nakledilmeyi reddeden tutuklu ve hükümlüler, ""na başlamışlardı. Operasyona tuhaf şekilde "hayata dönüş" adı verildi. Cezaevlerini tahliye büyük bir katliama dönüştü. 10 yıl sonra 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde açılan davada 39 jandarma görevlisi yargılanıyor. 10 yıldır hayata dönmeye çalışan mağdurlardan Hacer Arıkan'ın anlattıkları dehşet vericiydi: "Silah sesiyle uyandık. Ağabeyim Erol Arıkan vurulmuş. Koğuştan dahi çıkamadık çünkü askerler koğuşun kapısının önündeydi. Arkasından bir bombalama oldu. Yaşamak için onların attığı gaz bombaları gibi şeyleri havalandırmaya attık. İkinci katın yatakhanesindeydik. Nefes alamaz hale geldik. Bilincimiz kapandı. Çıktığımız anda içeriye bir madde bırakıldı. Bomba atıldı. Ölümle yaşam arasında gidip geliyordum. Arkadaşlarımın derilerinin eridiğini gördüm. Yumuşak bir şeyin üstüne bastım. Gülser Tuzcu'nun cesedine bastığımı sonradan anladım. Beni yakan maddenin ne olduğunu çok merak ediyorum. Elbiselerim ve avuç içlerim yanmadı. Sırtım belime kadar yandı. Yandığımı hissettim ama alev görmedim. Ortada isyan yoktu. Ben ölüm orucunda bile değildim. Operasyonun adının Hayata Dönüş olduğunu üç ay sonra öğrendim. Yargılanması gerekenler buraya gelen erler değil, emri verenlerdir. Sorumlular kimse emir komuta zinciri içinde onların yargılanması gerekir." Mağdur avukatları dönemin Hikmet , İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun'un da yargılanmasını istiyorlar. Böyle "kanlı bir nakil" görülmemiş bir vahşettir. Cezaevinde isyan var diye, insanlar diri diri yakıldılar. da bu günaha ortak edildi. Cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin yaşam hakları da devletin güvencesi altındayken, "F tiplerine geçmiyorlar" diye onca insanı ateşe atmak nasıl bir karardır? Bu kararın siyasi sorumluları kimlerse, erlerden önce onlar yargılanmalıdır. O dönemde "ölüm oruçlarını sona erdirmek" üzere pek çok girişim yapılıyordu. Onların sonucunu beklemek yerine şiddet uygulandı. 32 kişi hayatını kaybetti. Hacer Arıkan 10 yıl sonra, "Hayata dönmek için ölümü yaşamak gerekiyormuş" diyor. Baronun avukatları sanıkları savunmaktan çekilmişler. "Hayata dönüş" davası bir insanlık muhakemesidir.
Milliyet
1,338,591
Yazarlar
ELBETTE her hürriyet gibi basın hürriyetinin sınırları var ama "basın" söz konusu olunca "özgürlüğe" mutlaka "sınırları"ndan fazla önem vermek gerekir. Bunu hem gazeteci hem hukukçu kimliğimle söylüyorum; basın hürriyetinin işlevlerini gözeterek söylüyorum...Yolsuzluk mu? Basın ortaya çıkarır... Devletin gizli kanunsuzlukları mı? Bunu basın ifşa eder dünyanın her yerinde...İktidarların yetkilerini kötüye kullanması, baskı yapması mı? Öncelikle basın karşı çıkar...Yeni fikirler mi? Kalem sahipleri öncülük eder...Onun için AİHM basın hürriyetini demokrasinin en önemli birkaç göstergesinden biri olarak sayıyor.Onun için bu alanda "sınır"dan önce "özgürlük" düşünülmelidir.Basın, söz ve ifade hürriyeti sadece felsefi bir değer değildir. Tarihin pratiğinde "susturma"nın daha zararlı sonuçlar doğurduğu görüldüğü için hürriyetin pratik değeri de vardır.Kürt meselesinde basın suçları"Susturma"nın Kürt meselesini nasıl radikalleştirdiğini Org. Aytaç Yalman gibi Atatürkçülüğünden kimsenin şüphe edemeyeceği bir asker de açıkça söylemiştir.Son günlerde yeniden gündeme gelen İsmail Beşikçi davaları buna örnektir.İsmail Beşikçi yıllarca hapiste yattığı için adeta bir "siyasi kan davası" hissiyatıyla hareket etmektedir, gittikçe ayrılaşmıştır. Bankadan kredi alan, şirket kuran, zenginleşen Kürt vatandaşlarımızı "ajan sınıf" diye suçlayarak ekonomik entegrasyona bile karşı çıkmıştır!Hatta siyasi fikirleri Öcalan'dan bile aşırıdır. Öcalan ılımlı bir şey söylediği zaman Beşikçi yumuşuyor diye Öcalan'ı da suçlamaktadır!  Bunlar doğru ama "Q" harfini kullandığı için hakkında ceza davası açmak yanlıştır.Beşikçi'nin kitaplarını yıllarca toplayıp yasaklamak neye yaradı? Fotokopileri elden ele dolaşmıştır... Lenin'in İskra'sından beri bir örgütlenme modelidir yasak yayın dağıtımı!Bugün Beşikçi'yi yeniden yargılamak, Kürt milliyetçiliğini tahrik etmekten başka neye yarar?Çağımızda etnik sorunları olan ülkeler aptal oldukları için mi demokratik özgürlüklere önem veriyorlar?!'Gizli belge'yi yayımlamak!Peki hiç basın suçu olmaz mı? Olur elbette. Çünkü siyasi güç nasıl kötüye kullanılabilirse basın gücü de kötüye kullanılabilir. Gazeteciler de melek değil, insandır...Evrensel hukuk ilkeleri bellidir: Kişilere hakaret edemez!.. Şiddeti tahrik edemez!Peki, "gizli belge"yi yayımlayabilir mi? Yasal veya yasadışı olarak dinlenen telefonların kayıtlarını yayımlayamaz, çünkü kişilik haklarına saldırıdır...Soruşturmaların gizli belgelerini de yayımlayamaz çünkü bu, hem soruşturmanın selameti bakımından bir "hukuk devleti" ilkesidir, hem kişi hakları bakımından "adil yargılanma hakkı"nın güvencelerinden biridir...Ama gizli damgalı işkence belgesini, darbe belgesini, yolsuzluk belgesini yayımlayabilirsin. Bunun suç olması kabul edilemez. Zira AİHM içtihatları açısından baktığımızda, bunu yasaklayan hukuk kuralları "demokratik toplumun gerekleri"ne uygun olduğu gibi, basının sosyal kontrol işlevinin de gereğidir.Yasaları ve daha önemlisi kafaları çağımızın standartlarına göre elden geçirmek gerektiği açık; gazetecinin de politikacının da yargı mensubunun da...
Milliyet
1,321,826
Yazarlar
Üniversite giriş sınavını 2011'de de ÖSYM yapacak. Sevinenlerin içinde yer almak istiyorsanız öncelikle bir yol haritası çizmelisiniz. Üniversiteye girmek sorun olmaktan çıktı. Önemli olan adayın istediği yere girebilmesi YGS, LYS, birinci, ikinci yerleştirme derken 2010 sınav maratonu sona erdi. Şimdi bütün gözler 2011 sınav maratonunda. Yaklaşık 1.5 milyon aday yarışacak. Kontenjan çok ama ilk 5 tercihine girenlerin oranı 50 bini geçmez. Yani 50 bin kişi sevinecek, 1 milyon 450 bin kişi ise aradığını bulamamanın ezikliğini yaşayacak. İşte onlardan biri de siz olmak istemiyorsanız, hazırlık sürecini ta en başından yani şu andan itibaren çok sıkı tutmanız gerekiyor. Bunun için de acilen çok ciddi bir yol haritası çizmek zorundasınız!..Peki bu nasıl olacak? İşte bu süreçte en önemli soru bu. Doğru bir strateji izlediğinizde, istediğiniz üniversitenin istediğiniz fakültesine girmeniz işten bile değil.Doğru yol haritası?Üniversiteyi kazanmanın, karmaşık bir matematik problemini çözmekten hiçbir farkı yok. Elinizde veriler varsa soruyu çözersiniz. Konuyla ilgili bilginiz yoksa, soruyu iyi anlamadıysanız, seçeneklere baktığınızda elenmesi gerekenleri anında eleyip geride kalanların içerisinden doğruyu seçemiyorsanız, harcayacağınız çaba boşuna. Çünkü YGS'de de, LYS'de de artık şansa yer yok.Şimdi bir de hazırlık sürecine yönelik olarak elimizdeki verilere bir göz atalım:-  Bilgi düzeyimiz ne durumda?-  Mezun muyuz yoksa lise son sınıf öğrencisi miyiz?-  Takviyeye gerek var mı, yok mu?-  Dershane ya da özel ders için olanaklarımız var mı?-  Hedefimiz belli mi?-  Hangi üniversiteler ve hangi fakülteler?-  Bu fakülteler için hangi puan türünde en az kaç puan almamız gerektiğini biliyor muyuz?-  Devlet üniversitelerinin yanı sıra vakıf üniversitelerini de düşünüyor muyuz?-  Sınav sistemini yeterince biliyor muyuz?-  Katsayı makasının daraldığını, alan dışı tercihlerde de şansınızın yüksek olduğunu biliyor musunuz?-  İstediğiniz puanı alamama ya da istediğiniz fakülteleri kazanamama durumunda B planınız var mı?Hedefi belli olan kazanıyorÜniversiteye girişte doğru hedef belirleyip ona kilitlenenlerin başarı şansı neredeyse yüzde 100. Aman bir yer olsun da neresi olursa olsun diyenler ise maalesef hüsrana uğruyor.İşte bu nedenle bir an önce hedefinizi belirlemenizde sonsuz yarar var. Yani son yapacağınız tercih sıralamasını ilk önce yapmanız gerekiyor. Eğer onu, en azından kaba hatlarıyla şimdiden belirlerseniz, maratonun sonunda öyle ya da böyle ipi göğüsleyenlerden biri de siz olursunuz.Örneğin İstanbul Hukuk'u istiyorsanız, puanı belli. Birinci öğretim için TM-2'den 489, ikinci öğretim için de 476 puan almanız gerekiyor. Bu puanı almak için çözeceğiniz test sayısı da belli. Bu aşamadan sonra sizin yapacağınız tek şey var. Bu puanın altına düşmemek. Deneme sınavlarında alacağınız puan asgari bu düzeyde olmalı ki, İstanbul Hukuk için iddianızı sürdürebilmelisiniz.Peki yukarıdaki verilere baktığımızda bu puanı alabilecek bir altyapı oluşturdunuz mu?Örneğin takviyeye gerek var mı? Eğer varsa ne önlemler aldınız? Bu yeterli mi? İlk sorgulamanız gereken bunlar, daha sonrasında ise çok daha önemli bir süreç başlıyor...Kime göre başarı?Eğer şimdiye kadar hâlâ bir hazırlık planı yapmadıysanız, hemen harekete geçmelisiniz. Çünkü artık kronometre çalışmaya başladı ve boşa geçen her gün geleceğinizin riske girmesi anlamına gelir.Eğer bir dershaneye başladıysanız ve özel öğretmenlerden takviye alıyorsanız, tamam elimizden geleni yaptık, gerisi şansa kalmış gibi bir kolaycılığa da sakın kapılmayın.Hangi dershaneye gidiyorsanız gidin, hangi öğretmenden ders alıyorsanız alın, arada bir mutlaka başka kaynaklardan da bilginizi kontrol edin.Örneğin başka dershanelerin deneme sınavlarına girin ve kendi dershanenizde aldığınız puanlarla kıyaslayın. Arada büyük farklılıklar varsa, bunu mutlaka sorgulayın. Yoksa ileride büyük üzüntüler yaşayabilirsiniz.Hemen her dershane ve öğretmen, sektörün en iyisinin kendisi olduğunu iddia eder. Eğer sonuçta bir başarı varsa onların olur, başarısızlıkta ise kabahat sizindir. Çünkü yeterince çaba göstermemişsinizdir!İşte bu yüzden, elinizden geleni yaptığınıza inanıyorsanız, geldiğiniz noktayı sık sık başka deneme sınavları ile de ölçmelisiniz.En iyi yöntem ise önceki yılların üniversite giriş sınav sorularına göz atmanızdır. Eğer gördüğünüz konulara yönelik soruları rahatlıkla çözüyorsanız sorun yok. Ama içinden çıkamıyorsanız, yeni dershane ve öğretmen aramaya hemen başlamalısınız...Zamana karşı yarışÜniversiteye giriş sistemini maraton yarışına benzetmemizin en önemli nedeni, hemen hemen aynı yetenekleri kullanıyor olmamamızdır. Her ikisinde yarışı kazandıran en önemli kriter zamana karşı yarışta aklı kullanmaktır. YGS ve LYS'de bir soru için ortalama 60 saniye süre veriliyor. Oysa metinler çok uzun, 100 kelimeyi bulanlar var. Yani 60 saniye içerisinde, ortalama 60 kelimelik bir soruyu doğru okuyup, doğru algılayıp, doğru çözüp, doğru olarak cevap kartına işaretlemeniz gerekiyor. Eğer zamanınızı doğru kullanmayı öğrenmezseniz, yetiştirmeniz mümkün değil.Örneğin şu dakikadan itibaren gazete ve ders kitapları da dahil hiçbir metni iki defa okumayın. Çünkü sınavda okuyacak zamanınız yok. Kendinizi bu konuda daha şimdiden disipline etmelisiniz. Yoksa ileride özellikle de gerçek sınavda büyük sıkıntı yaşarsınız. 2011 sınav maratonu başladı. Bu yıl üniversiteye girebilmek için yaklaşık                  1.5 milyon aday ter dökecek. Doğru stratejiyi izleyerek istediğiniz bölümde öğrenim görmeniz işten bile değil. Soruyu kim hazırlayacak?ÖSYM bu yıl çok sıkıntılı bir süreç geçirdi. Bu yüzden de ortaya çok fazla iddialar atıldı. Bunlardan birisi de sınavları artık ÖSYM'nin değil, MEB ya da üniversitelerin yapacağı yönündeydi. Ayrıca soruları başka kurumların hazırlayacağı da sık sık söylendi. Ama şu ana kadarki gelişmeler bu söylentilerin tam aksi yönde. Yani diğer sınavlar henüz belli değil ama üniversiteye giriş sınavını yine ÖSYM yapacak. Soruları da yine ÖSYM hazırlayacak. Bunun anlamı içerik fazla değişmeyecek. Yani önceki yılların bir benzeri olacak... İlk önce soru bankasıZamana karşı yarışta bir yandan okuma temponuzu artırırken bir yandan da her derse ve her konuya ilişkin bol bol tarama testleri çözmelisiniz. Fazladan çözeceğiniz her soru, sizi hedefinize bir adım daha yaklaştıracaktır. Milliyet'in vereceği yayınlar işte bu noktada çok işinize yarayacak. Üniversite hazırlık setlerimizin ilki bir soru bankası. Ardından size özel, çok farklı hazırlık testleri gelecek. Bunları çözerek farkındalık kazanabilirsiniz. Kazanacaksınız da... 80 bin kontenjan boşÖnümüzdeki yıllarda üniversiteye girmek artık sorun olmaktan çıkacak. Çünkü gençler artık ille de üniversiteye gireyim de neresi olursa olsun arayışında değil. Bu yıl, ikinci yerleştirme sonunda 80 bin civarında kontenjanın boş kalması bunun en önemli göstergelerinden birisi. Zaten YÖK Başkanı da önümüzdeki yıllarda bazı bölümler için sınava girmeye gerek kalmayacağını şimdiden söylüyor. Yani önemli olan nereye girmek istiyorsanız, oraya girmek. Ve bu da hedefini belirleyip, buna göre bir yol haritası belirleyenler için hiç de zor değil. Yeter ki ne istediğinizi bilin ve önümüzdeki süreci iyi değerlendirin.Milliyet olarak 2011 sınav maratonunun başlangıcından finaline kadar, he aşamasında, hep yanınızda olacağız. Bunun size kazandıracağı farkındalıkları da çok yakında hep birlikte göreceğiz.Tüm adaylara daha şimdiden başarılar diliyoruz ve ileride büyük üzüntüler yaşamamak için şu uyarımızı mutlaka dikkate alın:Geleceğinizi şansa bırakmayın!..
Milliyet
1,343,013
Yazarlar
Sabah haberleri okuyorum, aaa ne göreyim, internet şifresini komşularıyla paylaşanı para cezası bekliyormuş! Hem de 10.000,- Tl ye varacak şekilde!... Eee, yuh yani! (İster ayıp olsun, ister fazla kaba! Dedim mi, dedim!) Ayol, dünyada en pahalı internet kullanıcıları arasında yerimiz Afrika'dan sonra ikinci midir, üçüncü mü; maksat birinciliği kapalım da, konu ne olursa olsun derdinde miyiz, nedir, anlamak cidden mümkün değil! Bilgi Güvenliği Derneği Başkanı ve Bilişim Uzmanı güvenlik zafiyetinden dem vurarak böyle demişler, vallaha haberin yalancısıyım! Haber yalan değil de, inanası gelmiyor ya insanın, o yüzden... En pahalı ve gücü düşük interneti kullan, sabit telefon falan diyerek yıllarca keklen, sabit telefonun pek sabit vergilerini paşa paşa öde, ki bu vergi oranları konusunda bir araştırma yapılsa dünyada kaçıncı sırada oluruz, tahmin etmek hiç de zor değil, üstelik bir de üç kuruşa satılan şirketi ihya et, sonra da çocuk korkutur gibi: “Bak polis amcaya veririm yoksa seni" der gibi işaret parmağı bir ileri bir geri sallanarak “Sakın haa!.." densin... Hani, var ya, bilgilendirmek amacı ile yapılan bir deklarasyonu anlarım, mesela çocuk pornosu izleyen kişiler aslında suç işlemektedirler; diyelim sizin şifreniz ile girdi birisi ve şikayet edildi. (Gerçi, bizim ülkemizde bunlar şikayet edilmez, şikayet edilen dizilerdeki öpüşmeler, sevişmelerdir ya, neyse...) Hangi bilgisayardan girildiğini saptamak çok da zor bir şey değildir. Yeter ki amaç para toplamak, yeter ki korku salmak olmasın! ****** Aslında, hukuksal olarak böyle bir yaptırımın olabileceğini, en azından şu an için, düşünmüyorum! Sonrasını bilemem! Hani, her şey seçim sonrasına erteleniyor, her çözüm ya da karar seçim sonrasını bekliyor ya... Ama, tabii ki burada hoş olmayan bir işaret parmağını sallamak var; kaç kişi işin aslını, astarını bilecek! Neden para cezası ile korkutulur bir halk, bilinçlendirmek yerine? Gıkı çıkmayandan ceza karşılığı meblağ da alınır mı, bilemedim, olur mu olur hani... Korkudan kimse internetini paylaşmasın, abone sayısı çoğalsın! Haa, bir de en küçük gruplar dahi birbirine kenetlenmesin; nifak tohumları boşuna çuvallar içinde beklemesin! ****** İşin bir de şu tarafı var elbette, ne güzel olurdu değil mi, her bir kimlik numarasına bir IP verilse, kimin nerede ne yaptığı hem telefon dinlemeleri, hem bilgisayar dökümleri, hem de nereye gitti, nerede kaldı gibi tüm verileri sistem veriverse... Kim kimin hangi yorumunu beğenmiş, amanın o yorum neymiş, yoksa hükümeti mi eleştirmekteymiş... Referandum maddelerinden biriydi, kişisel bilgilerin korunması, devlet tarafından bilgilerimiz korunuyor, daha ne isteriz? Şeyy... Tabii ki her şey bizim iyiliğimiz için! Hani sigara ve içkiye gelen normalüstü zamlar gibi! ****** Kişilerin özgürlüklerine sallanan parmaklar fazla oynamaya başladı, ilginç yanı hep de para ile yapılıyor; bunca işsizlik, maddi yetersizliklerimizin sallanan parmaklardan korkmamız ile ilgisi epeydir kafamı kurcalıyor! Sahi, yaşamını idame ettirebilen donanımlı insanlar bir ileri- bir geri sallanan parmaklardan tırsmazlar, değil mi? ****** Bugün kim bilir kaç komşu korkudan şifresini değiştirmiş, komşusunu bir korku uğruna satmıştır! Düşünemez elbette, her işyerinde aynı sistem uygulanır; düşünemeyeceğini bildiklerinden zaten komşular örneğinden yola çıkılmış! Hafta başı kaç komşu, şifresini değiştiren komşusuna inat müracaat edecektir internet için; altında kalamaz, ezilir! Bilerek ezildiğini belki de hiç biri bilemeyecektir... Yarın öbür gün bundan dolayı çıkan tartışmalardan kan döküldüğüne tanık da olabiliriz, “Kaderleriymiş" deyip de geçilecektir... Ooo, iyi ki de “Kader" varmış, kimsenin yaptığı şeyin nereye varacağını düşünmemesine bundan güzel kılıf olur muymuş! Şey, kader vardır elbet, lakin her hata da kadere yüklenemeyecek kadar ağır ve hatayı yapanı da bağlamaktadır!.. ****** Sonuç itibariyle, Ohh... Ohh! Suyundan da koy vaziyetleri! Her halükarda yeme de yanında yat! Değil etinden yemeyi, suyuna ekmek banamayan bir tek vatandaş var; hani emeklisi, asgari ücretle çalışanı... Yolunu yapmayanı... Eti, sütü, kılı yetmedi, suyuna tirit misali, ne diyeyim, buna da tenezzül ediliyorsa ve korkudan da olsa birileri ye bizi diyorsa... Yiyenlere de, kendini yedirenlere de... Ne afiyet olsun diyebilirim ne de geçmiş olsun!
Milliyet
1,341,356
Yazarlar
Parçalı Bulutlu Yaldızların altındaki imitasyon hayat Her yeni çıkan Dot oyununu ilk haftası içinde görmeyi neredeyse prensip haline getirmiş biri olarak, nedense 'Malafa'ya gitmem biraz gecikti. Sezon sonunda İstanbul Tiyatro Festivali'nde oynadıklarından beri aklımdaydı oysa.Bunu diğer Dot oyunlarından da daha fazla merak etmemin sebebi, zaman zaman İngiltere'den ithal tiyatro yapmakla suçlanan topluluğun bir yerli yazarla buluşmasından duyduğum heyecandı. Çünkü 'Malafa', 'Kinyas ve Kayra', 'Ziyan', 'Piç', 'Zargana' gibi kitaplarıyla fanatik bir okur kitlesine sahip olan Hakan Günday'ın 2005'te yayımlanan romanından kendi uyarladığı bir oyundu. Ve tam tahmin ettiğim gibi Dot ekibine bir eldiven gibi uymuştu. Oyun, Antalya'daki dev bir kuyumcuda geçiyor, Topaz'da. Ağzı fazlasıyla laf yapan, becerikli tezgahtarların gelen turistleri soyup soğana çevirdiği, kapısından girenin tokatlanmadan çıkamadığı bir yer işte. Aslında tamamen kendi anayasası olan, satış için her yolun mübah olduğu başlıbaşına bir dünya. Hatta lisanı bile başka... Satıcılar karşılarındaki müşteriyi kazıklarken kendi aralarında özel terimler kullanıyorlar, 'tezgaha getirilen' kaz uyanmasın diye belki...Kandırılmaya hazır olunMurat Daltaban'ın sahneye koyduğu oyunun, Dot seyircilerinin artık çok yakından bildiği bir genç oyuncu kadrosu var. Aslında çoğu artık dizilerin de tanınan yüzleri haline geldiler. Satıcılarımız, müthiş enerjileriyle izleyenin başını döndüren Tuğrul Tülek, Rıza Kocaoğlu, Cemil Büyükdöğerli ve Berrak Kuş. Yolunmakta olan kaz grubumuz ise İbrahim Selim, Emel Çölgeçen, Elvin Aydoğdu, Mert Can Sevimli, Onur Öztay, Pınar Töre ve Yusuf Akgün'den oluşuyor. Dot'un Mısır Apartmanı'ndaki salonuna girip yerinize oturduğunuz anda, siz de artık o 'kaz'lardan birisiniz, hayırlı olsun. O cilalı, pırıltılı şovu izlemeye, katılmaya, kandırılmaya hazır olun. Gözünüzü boyayanlar çok mahir oyuncular, o nedenle 'acımayacak'tır canınız. Muhtemelen çok gülüp çok eğlendikten sonra, aslında neye güldüğünüzü, Topaz'ın sahiden kendi yaşadığınızdan yıldızlar kadar uzak bir başka gezegen olup olmadığını düşünmeye gelecek sıra. Dot'un hep yaptığı bu zaten. Çoğunlukla müthiş bir tempoyla işleyen, seyir keyfini artıran bir gerilimi ve mizahı olan bir oyun izliyorsunuz, 'eğlendiğiniz' 1-2 saat geçiriyorsunuz, çıkıp da kendinizle başbaşa kaldığınızda sizi rahatsız etmeye başlıyor izlediğiniz şey. 'Malafa'da, göz boyayan 'yaldızları kazıyınca' altından çıkacak imitasyon hayatla yüzleştiriyor seyirciyi, balona bir iğne daha batırıyor. Ama dediğim gibi, en azından acıtmadan yapıyor bunu, eli hafif. Bir de üstelik 'eden buluyor' bu kez.
Milliyet
1,336,657
Yazarlar
Türkiye'nin yıllık AB karnesi yayınlandı. Bu karneler Türkiye'nin toplumsal, siyasal, ekonomik resmini göstermek bakımından kuşkusuz ki yararlı. Ne var ki, AB Komisyonu raporlarının Türkiye üzerindeki etkisi ve önemi her yıl biraz daha azalıyor.Raporların amacı, AB'e tam üyelik için görüşmeler yapılan bir üyenin AB'nin siyasal, ekonomik ölçütlerine uyup uymadığının, üyelik için gereken yükümlülükleri yerine getirme kapasitesine sahip olup olmadığını saptamak. Oysa, Türkiye ile AB arasında tam üyelik görüşmelerinin başladığı 2005 yılına göreli olarak Türkiye'nin üyeliği daha yakın değil, daha uzak. 18 başlık, Kıbrıs Rum Yönetimi ya da Fransa'nın tutumu nedeniyle askıya alınmış durumda. Görüşmeye açılan başlıklar ise kapanmamış. Yakında üzerinde görüşme yapılacak başlık kalmayacak.Kıbrıs bu aşamada en büyük engel gibi gözüküyor. Türkiye'de kamuoyu, KKTC ile ilgili olarak verdiği sözleri tutmayan, son olarak KKTC'nin izolasyonunu hafifletecek tüzüğü de yaşama geçirmeyen AB'nin, Türkiye'den limanlarını Kıbrıs Rum Yönetimi gemilerine açmasını istemeye hakkı bulunmadığını düşünüyor. Genişlemeden sorumlu AB Komisyonu üyesi Stefan Fule Türkiye-AB ilişkilerinde bir tren kazasından söz etti. Bu durumda AB Komisyonu'nun raporu da önemini yitiriyor.  Aynı rayda giden iki tren hızla birbirlerine yaklaşırken, bizim trenin restoranındaki servisin ne denli iyi olduğu bir anlam taşımıyor.Bu nedenle, AB Komisyonunun Türkiye'nin önümüzdeki aylarda kamu ihaleleri konusuna ve isçilik haklarına öncelik vermesi yolundaki tavsiyelerini Hükümet duymamazlıktan gelebiliyor.Ayrıca, AB Komisyonu raporundaki değerlendirmeler yer yer çelişkili, tutarsız, yüzeysel ve çoğu kez tek yanlı. Örneğin, basın özgürlüğü konusunda rapor, bir yandan basının siyasal saldırılar altında bulunduğunu, hükümeti eleştiren basına uygulanan vergi cezaları nedeniyle basının kendi kendini sansür etmek zorunda kaldığını, gazetecilere karşı açılan çok sayıda davanın basın özgürlüğünü çiğnediğini belirtirken, öte yandan Türkiye'de özgür tartışma alanının genişlediğini söylüyor. Bir yandan kadın-erkek eşitliği alanında ilerleme olduğunu ileri sürerken, öte yandan kadın STK'larının ilgili makamlarla diyalog ve işbirliğinde düşüş olduğu, namus cinayetlerinin arttığı görüşüne yer veriyor.Çocuk haklarıyla ilgili anayasa değişikliğini överken, Hükümet'in neden B.M. Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne koyduğu çekinceleri kaldırmadığını sorgulamıyor.Rapor, Anayasa'da yapılan sendikal haklarla ilgili değişiklikleri olumlu buluyor. Belli ki bu bolumu yazanlar, işçi ya da kamu çalışanları sendikaları yöneticileriyle konuşmamışlar. Ama ayni rapor, Türkiye'de sendika haklarının AB standartlarına ve ILO Sözleşmeleri'ne uygun olmadığını belirtiyor.Raporu yazanlar anayasa değişikliklerini pek sevmişler. Rapor, değişiklikleri olumlu yönde atılmış bir adım olarak nitelendiriyor. Referandumda halkın % 42'nin neden  'hayır' oyu verdiği ile ilgilenmiyor. Anayasa paketinin hazırlanması ve kabulü sürecinde siyasal partiler ve sivil topluma danışılmadığı görüşüne yer veriyor, ama bunun sonuçlarına değinmiyor.Yargı ile ilgili anayasa değişikliklerini de olumlu buluyor rapor. Yargının yürütmenin denetimi altına girmesinin demokrasi ile nasıl bağdaştığını sormuyor.Rapor genelinde, Türkiye'de askerin siyasetteki rolünün azalmasının demokratikleşme için yeterli görüyor. Buna karşılık siyasal iktidarın giderek otoriterleştiğini göz ardı ediyor. Türkiye'de siyasal iktidarın özgürlüklerin alanını daralttığını, tüm gücün tek bir elde toplandığını görmüyor.           AB Komisyonu'nun bu tutumunu birkaç nedenle açıklayabiliriz:a. AB Komisyonu'na Türkiye ile olarak verilen bilgiler iktidar kaynaklı. Muhalefet şimdiye dek meydanı bos bırakmış.    b. AB Komisyonu olumsuz bir rapor yazarak AB içindeki Türkiye karşıtlarının elini güçlendirmek istemiyor.c. Türkiye'nin yarı demokratik bir İslam ülkesi olması, AB'nin işine geliyor. Böylelikle Türkiye'nin AB üyeliğinden dışlanması kolaylaşıyor. Türkiye'nin AB üyeliğinin inandırıcı olabilmesi için, demokrasinin önündeki engelleri kaldırması ve Bati uygarlığına aidiyeti konusunda açık olması, AB'nin de böyle bir Türkiye'nin üyeliği önündeki siyasal engellerin kalkacağını belirtmesi gerekiyor.
Milliyet
1,334,158
Yazarlar
Hakan Kırkoğlu hkirkoglu@ttmail.com Müneccimbaşı Engelleri geride bırakacağız Bugün ne yapılabilir ? Bugün zorlu koşullarla karşılaşsak da, engelleri aşabileceğiz. Daha kararlı ve disiplinli bir yaklaşım içinde olmalıyız. İşe ait konuları önemli göreceğiz. Kısıtlamalara karşı direnç gösterebilmek için akılcı ve kontrollü davranabiliriz. Uzun vadeli ve gerçekçi bir yaklaşım çok işe yarayacak. Nelerden kaçınmalı? Olumsuz düşüncelere odaklanmak ve eksiklerimizi vurgulamak yerine daha pozitif bir bakış açısı edinmeyiz. Bugün kimi güven vermeyen tutumlara karşı uyanık olmamız gerekiyor ancak endişe yerine daha dikkatli bir tutum ortaya koyabilmeliyiz. Akşam saatlerinde hızlı hareket ederek, işleri yoluna koyabiliriz.
Milliyet
1,334,163
Yazarlar
Size yararlı besinleri seçip, bunları günlük mönünüze ila... - Dr. Hasan İnsel Dr. Hasan İnsel Saatleri Durduralım MEVSiM GEÇiŞLERiNDE KENDiNiZi HASTA ETMEYiN Size yararlı besinleri seçip, bunları günlük mönünüze ilave eder, bazı besinlerin de tüketimine ayrıca özen gösterirseniz vücut direncinizi artırarak soğuk günlere hazırlıklı olabilirsiniz Mevsim değişimlerinde sık rastlanan hastalıklara karşı bağışıklık sistemini güçlendirmekte yarar var. Özellikle mevsim geçişlerinde çoğu kişide soğuk algınlıkları, farenjit gibi çeşitli kış hastalıkları görülme sıklığı artar. Havaların aniden soğuması, aynı zamanda ortalıkta gezinen virüslerin çoğalması ve insanların kapalı yerlerde bir arada bulunması gibi etkiler hastalık oluşmasını kolaylaştırır. Bu arada beslenmenize dikkate ederek ve bazı ilaveler yaparak bağışıklık sistemini güçlendirebilirsiniz. Diyetisyenimiz Müge Başer ile bu konuyu konuştuk, Müge'nin bağışıklığı güçlendirecek beslenme tarzı hakkında bazı önerileri var, anlattıklarını aynen aktarıyorum. Bol sıvı tüketimine ayrı bir özen gösterilmeli. Sıcak havaların etkisiyle terle kaybedilen suyu yerine koymak adına vücut kendi ihtiyacını söylüyordu ve yazın su başta olmak üzere çeşitli soğuk içecekler vücudun sıvı ihtiyacını karşıla-yabiliyordu ancak soğuk havalarda genelde kişiler su içmeyi unutuyor oysa yazınki kadar ihtiyaç olmasa da her gün düzenli sıvı alımına dikkat edilmeli. Özellikle bitki çayları bu konuda yardımcı olabilir. Başta zencefil, ıhlamur ve kuşburnu çayları oldukça faydalı. Zencefil ve ıhlamur bitkileri anti-inflamatuar etkileri ile hastalık sırasında toparlanma sürecini hızlandırır. Elma ve tarçınla birlikte karışım halinde kaynatılan çaya limon suyu ve bal da eklenerek lezzetlendirilip gün içerisinde tüketilebilir. Bal bitki çaylarını tatlandırırken boğaz ağrılarına neden olabilecek virüsleri de yok eder. Sade su tüketimi de çok önemli. Suyun tadını sevmeyenler içerisine nane yaprağı, karanfil tanesi veya limon dilimi ekleyerek içmeyi deneyebilirler. Soğuk algın-lığı geçirenler ise ekinezya çayını tercih edilebilir. Öğle ve akşam öğünlerinde yağsız protein almak vücut direncini artıracaktır. Örneğin tavuk suyunun içerisine havuç, soğan ve kereviz yaprakları eklenmiş bol limonlu, sarımsaklı bir çorba bağışıklık sistemini kuvvetlendiren etkili bir yoldur. Gene öğünlerde protein alımına da katkısı olması adına mutlaka içeriğindeki faydalı bakterilerden dolayı probiyotikli yoğurt ya da kefir tüketimine özen gösterilmeli. Sarımsağın               antiinflamatuar etkisinden daha çok yararlanmak isteyenler çiğ olarak yoğurdun veya kefirin içerisine ekleyebilirler. Yağsız protein kaynaklarından kurubaklagiller de önemli bir bitkisel protein kaynağıdır. Kurubaklagiller aynı zamanda posa içerdiklerinden vücuttaki atıkların daha çabuk atılmasına yardımcı olurlar. Mevsim sebzelerinden brokoli, karnabahar, lahana çeşitleri kükürtlü bileşiklerden zengin ve antioksidan kapasiteleri yüksek sebzelerdir. Bunlar daha çok içeriğindeki önemli enzimlerin bozulmaması ve bazı vitaminlerin okside olup kaybolmaması için çiğ olarak veya çok az haşlanmış olarak tercih edilmeli. Yemeklerin hazırlanmasında özellikle taze domates mevsiminin geçmesi ile domates salçası veya domates suyu kullanılmalı. İçeriğindeki likopenin biraz ısı ile veya çeşitli işlemlerle emilimi artıyor. Likopen sadece kansere karşı koruyucu olmamakla birlikte vücudu bütün zararlı radikallerden koruyan önemli bir antioksidan. Öğün aralarında da taze meyvelerden özellikle iyi C vitamini kaynağı olmasından dolayı kivi, portakal, mandalina, elma tercih edilebilir. Bunların yanı sıra çinko ve Omega-3 de önemli besin ögelerinden. Omega-3'ü özellikle doğal kaynağı yağlı balıklardan alınmalı. Ancak balık yiyemeyenler doktoru, eczacı veya diyetisyeni gözetiminde Omega-3 desteklerinden yararlana-bilirler. Çinko ise kırmızı et, badem, ceviz, fındıkta bulunuyor. Kırmızı et tüketilmeyen günlerde bir avuç kadar badem, ceviz ve fındık yenilebilir.
Milliyet
1,343,656
Yazarlar
BAYRAM bitti, yarından itibaren ekonomide tempo kaldığımız yerden devam edecek. Sorgulanması, analiz edilmesi gereken yığınla konuyla uğraşacağız elbette ama bayram sonrası umut yaratan gelişmelerle başlayalım. Büyükşehirlerin, sanayi bölgelerinin çok dışında, Aydın'ın Nazilli İlçesi'nde Uğur Soğutma sanırım iyi bir örnek olacaktır. Bu ilçeyle bütünleşen firma, bugünlerde soğutma makinalarında dünya birinciliğine oynuyor.Zoru aşmak çoğu zaman direnci artırıyor, yokluklara çözüm bulmaya çalışmak zaman içinde güç katıyor. Ara sıra reel sektörde  de bu türden örneklere rastlıyorum.  Nazilli'de ilçenin neredeyse tümüne yayılan Uğur Soğutma'dayım. Açık söylemek gerekiyor, Uğur'un 56 yıl önce dondurma makinaları üretmek için burada doğup, gelişerek alanında dünyanın sayılı üreticileri arasına girdiğine inanmakta güçlük çekiyorsunuz, çünkü hala ilçede Uğur'un dışında sanayi yok denecek kadar az. Ancak fabrikayı gezerken önemli bir ipucu dikkatimi çekiyor. Ortada yan sanayi olmayınca kendi yan sanayilerini fabrikanın içinde oluşturmuşlar ve bu zaman içerisinde onlara rekabette hatırı sayılır avantajlar sağlamış. Elbette bu aile şirketinin alanına büyümesinde başka gerekçeler de var ama gördüğümüz şu ki, mobilya bölümü, baskı ve dijital üniteleri kendi içlerinde ayrı bir fabrika gibi. Uğur Soğutma'nın Grup Koordinatörü Gültekin Kılınç da izlenimimi doğruluyor. Kılınç, aynı zamanda Nazilli Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı. Üç fabrikadan oluşan üretim tesislerini birlikte yaklaşık iki saatte geziyoruz.    Ana fabrika tek kattan oluşsa da başınızı kaldırdığınızda tavanda ikinci bir fabrika var. Soğutma makinalarının onbinlerce parçası tavanda asılı. Global krizde Uğur'un Avrupa'aki rakiplerinin çoğu battı. Onlarsa 137 ülkeye ihracat yapıyor, şimdi talebe yetişemiyorlar. Yaklaşık 3 bin kişi bu tesislerde çalışıyor. Kılınç'n anlattığına göre Uğur da krizin başlangıç döneminde sıkıntılı süreçler geçirmiş. Bu tür şirketlerin başarıları sahiplerini ve ekonomiyi mutlu ederken, sarsılmaları ya da üretim sürecinden cekilmeleri bir anda bir ilçede hayatı durdurabilir. Kılınç oda başkanı da olunca bu sorumluluğun çok daha farkında, yaşadıklarını tüm samimiyetiyle paylaşıyor.-  Global kriz özellikle Avrupa'daki rakiplerinizi kapanma noktasına taşırken siz ne düşündünüz?    Ürktük, 2008'in ilk ayları bizim için de çok kötüydü, dibi gördüğümüz günler oldu. Sonra hatırlarsınız iç pazara yönelik "Haydi alışverişe" diye bir kampanya başladı. İlçede bu kampanyaya can havliyle sarıldık. Ardından Hükümet'in ÖTV indirimi ile piyasa yavaş yavaş canlandı.  Bu arada  dünya hammadde fiyatları düşmeye başladı. Sanayiciler buradan kazanır oldular, karlılıklar korundu. 2009'da yüzde 20'nin üzerinde büyüme yakaladık.  2010'a çok iyi bağlantılarla başladık.- Hammadde fiyatlarının düşmesi Avrupa'daki rakiplerinizi kurtarmaya yetmemiş... Onlar yüksek maliyetleriyle başa çıkamadılar, biz düşük kar marjlarıyla çalışmaya alışkınız. Bu kadar soluk yetti. Nazilli'yi terketmeyi bile düşündük- Fabrikada genellikle gençler çalışıyor...Emekliliği geleni ayırarak hemen gençlere yer açmaya çalışıyoruz. Çoğu ya Uğur'da çalışır ya da Nazilli'den ayrılırız diye düşünüyor.  Her işçinin bir aileye baktığını düşünürsek 16 bin kişi eder, sosyal patlamalarla çok sıkıntılar yaşanabilir. İşten çıkarmak hiçbir bir yerde arzu edilmez ama biz de on kez düşünmek zorundasınız.- Fabrikanın içinde  birkaç fabrika kurulu gibi...Bizi farkında olmadan zorluklar büyüttü. Etrafımızda yan sanayi olmayınca ihtiyaçları bünyemizde karşılamak zorunda kaldık.    Rakiplerimiz krizin etkisine dayanamadı, birer ikişer kapanmaya başladılar. Zorlu rakipler üretimi durdurunca Avrupa liderliğine yükseldik. - Bazen kriz liderde yapabiliyor demek ki.. Bu arada sizin için Nazilli'de üretimi sürdürüyor olmak lojistik açıdan dezavantajlı değil mi?Evet, Nazilli'nin limana ve yan sanayiye uzaklığı dezavantaj. Yıllar geçince lokasyonun maliyet sıkıntıları netleşiyor. Birkaç kez Aydın'dan taşınmayı düşündük.Özellikle 2001 yılında Aydın'ı yatırım kuşağından çıkartmışlardı.Ciddi arayışlara başladık. Bulgaristan ve Romanya'dan cazip yatırım teklifleri vardı. Fizibiliteler tamamlandı. Ancak Yönetim Kurulu Başkanımız Zeynel Abidin Takmaklı, "Fabrikayı taşıyacağız arkadaşlar da, mezarları nasıl götüreceğiz" deyince Uğur'un varlığının artık ticari bir işletmenin ötesine geçtiğini düşündük."Ortaklık teklifi yağıyor"-  Yabancı firmalardan ortaklık teklifi alıyor musunuz?Çok sık teklif geliyor. Türkiye'de soğutma alanında üç büyük firmayız. Diğer ikisi yabancı firma. Özellikle İtalyanlar ortaklık için bastırıyor ama hala düşünmüyoruz. Sadece aldığımız bazı ara malların burada üretilmesini istiyoruz. Örneğin, bir İtalyan firma şimdi OSB'de fabrika kurdu, bizim için köpük üretecek. -   'Avrupalı firmalarla aramızdaki fark açıldı' diyorsunuz, peki bundan sonraki hedef sizin için ne? Her yıl yüzde 10 büyüme hedefimiz var. Sanayi üretiminde artık yapı oturdu. Kendimize yeni bir sektörde iddialı bir hedef belirledik."Nazilli'nin de Patlıcan Vadisi var"- Makine, motosiklet, bisiklet ve mermerde üretim yapıyorsunuz. Bunun dışında bir alan mı olacak?  Çok farklı. Tarım sektörüne girmeye karar verdik. Sebze meyve kurutma fabrikası inşaatına başladık. 2011'de üretime başlarız.-  Siz bir anlamda bu kurumun içinde büyüdünüz, şimdi kurumu özellikle tarıma yönlendiriyorsunuz gibi görünüyor...Evet başladığımda derin dondurucu ne demek bilmiyordum. Komik ama böyleydi. Yıllar geçti, Uğur'la birlikte hem dünyayı, ihracatı hem de bölgemizi daha iyi analiz edebilecek birikime kavuştuk. ABD'nin 'Silikon Vadisi' varsa Nazilli'nin de 'Patlıcan Vadisi' var. Farklı bir mikroklimaya sahip. Nazilli sırtlarında 1 km genişliğinde. 5 km. uzunluğundaki bölgede etraftan gelen patlıcan, biber, domatesler burada kurutulur. Aydın, tarımsal desteklerin sağlanacağı 20 ilden biri oluyor.  Bunu da göz önüne aldık. Yine iddialı bir üretim yapacağız. Şimdiye kadar  soğutuyorduk, bundan sonra domates patlıcan, soğan, pırasa gibi sebzeleri kurutarak, dünyaya ihraç edeceğiz.Motorsiklette yeni uygulamalar gelecekMondial motosiklet parçaları Çin'de üretiliyor, buradaki fabrikada monte ediyorlar. Açıkçası diğer fabrikayla motor fabrikası çok farklı. Burası bir montaj üssü ve büyük bir depo görünümünde. Daha önce ithalat yaptıklarında yaklaşık 300 milyon dolarlık fon ödemek zorunda kalınca, bu tesis kurulmuş. Tek vardiyada 800 motosiklet üretiyorlar. Ekonomik fiyatlara motosikleti ancak Çin'de imal ettirdiklerini anlatıyor Kılınç. İstedikleri kaliteyi sağlamak için Çin'deki üretime dönüşümlü olarak Uğur'un elemanları da katılıyor.İlk parti mallarda ürettirdikleri model çeşitlerinden birine Uğur'la birlikte Kılınç kendi isminin başharflerini vermiş. UGK modeli.  Bu arada sözlerinin arasında motosiklet piyasasının Türkiye'de karıştığına, yeni egzoz emisyonlarıyla 250 cc ve üstü motosiklet çeşitlerine geçileceğine değinerek skotır modellerden daha ağır modellere geçişin yaşanacağının sinyallerini veriyor. 2006 yılında Türkiye'de 217 motosiklet ithalatçısı varken bugün sayı 15'e inmiş.Çekoslavakya dönüm noktası olduUğur, Türkiye'de ilk dondurma makinalarını üretmek için 1954'te kuruluyor ve bu alanda yapmak istedikleri bir çalışma tesadüfle onları soğutma sektörü ile tanıştırıyor. Danimarkalı bir firmayla lisans anlaşması yaparak 1986'da soğutmayı kuruyorlar. Lisans anlaşması 1990'da bitince anlaşmayı yenilemek yerine Çekoslavakya'da pazarlama   teşkilatı kuruyorlar.
Milliyet
1,342,776
Yazarlar
Dostlar soruyor:                                          - Yahu bu CHP ne yapmak istiyor Allahaşkına?- İkinci Cumhuriyetçilik oynuyor- Yani...- Kendini son sürat İkinci Cumhuriyetçilere ve AB'ye beğendirmeye çalışıyor. Türban, laiklik, Kürt meselesi gibi konularda liberallere yoktur sizden farkımız mesajları vermeye çalışıyor. Ulusal konularda duyarlı politikayı terk ediyor.- Oysa ne yapmalıydı CHP?- Tarım çökmüş, hayvancılık ölmüş, işsizlik milletin belini bükmüş, sıcak paraya dayalı ekonomi pörsümüş, sınav sistemleri çürümüş, gençler umutsuzluğa sürüklenmiş, gelir adaletsizliği zirvede, iç ve dış sömürü dorukta, insanlar piyasanın insafına terk edilmiş... Bu konuları sorgulamalı, çözüm üretmeye çalışmalıydı. Bir sosyal demokrat partiden beklenen buydu.- Dış konularda nasıllar?- AKP'nin istepnesi gibi...  Mesela AKP kendi başına iş çeviriyor, füze kalkanını TBMM'den habersiz, muhalefetin görüşünü almadan topraklarımıza yerleştiriyor. CHP'den soru veya itiraz yok...- Amaçları ne?- Uslu muhalefet olmak... Batı'nın dayattığı Kıbrıs, Ermenistan, Güneydoğu çözümlerinde itirazcı parti olmamak... Özelleştirmelere taş koyan ulusalcı tavrı terk etmek. Bir zamanlar Kemal Derviş'in üstlendiği misyon bugün partiye egemen olmuş gibi görünüyor...- Belki de yanılıyorsun... Belki öncelikle partinin uzlaşmaz görünen kimliğini ortadan kaldırıyorlar sonra sosyal demokrat elbiselerini giyip iktidar yarışını başlatacaklar...- Keşke öyle olsa da, biz de mahcup olsak... Ne iyi olur... Ah bu ulusalcılık...Cumhuriyet yazarı Orhan Bursalı arkadaşımız enfes bir kitap yazdı: "Ulus Yıkıcılığı Zamanları"...Ulusalcılık (ya da ulusçuluk) son yıllarda en çok hücuma uğrayan kavram...Eskinin "komünist"i gibi.. Neredeyse vatan haini ile eş...Oysa nedir ulusalcılık?En basit deyimiyle ulusal değerleri ve ulusal çıkarları savunmaktır... Orhan Bursalı "önsöz"de diyor ki:"Ulusalcı(lık) bir bakmışsınız Ergenekonculuk oluyor. Ulusalcı, askeri vesayeti savunan bir kimse de olabiliyor. Ülkemizin kuruluş değerlerini ve temellerini, Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı savunanlar da ulusalcı diye damgalanıyor. Onların gözünde, sözünde, düşüncesinde ulusalcının karşılığı şöyle: milliyetçi, yani ırkçı, bazan kafatasçı, bazan faşist...Yurt sevgisinden, yoksulluktan vb bahsedenler hele de bunlar iflah olmaz ulusalcılardır. AKP karşıtı iseniz tam ulusalcısınız! Ulusalcılık bunlara göre, küresel ilişkilere karşı olmaktır, Türkiye'yi dünyadan tecrit etmektir, ekonomiyi içe döndürmek ve kaplatmaktır, küreselleşmeyi reddetmektir, koyu devletçiliktir vs. Üstelik ulusalcılar askeri darbecidirler...Orhan Bursalı "ulusalcılık" kavramını her türlü melanete bulaştırıp halkın gözünden düşürmeye çalışanların kimliklerini şöyle özetliyor:- Baktığınızda sanki bunların hiçbirisinin bu ulusla ilgisi yok. Bu topraklar üzerinde yabancı olarak yaşıyorlar. Kim bilir belki de öyledirler. Bu ülkeye karşı neredeyse en büyük şeytanla bile işbirliği yapmaya hazır olduklarına göre...* * *Yukardaki satırlar kitabın önsözünden alıntı... Kitabın içeriği ise olağanüstü zengin. Mutlaka okumalısınız. DostDostum sözü yerli yersiz kullanılıyor... Yabancı dizilerde birbirini tanımayan insanlar bile birbirine "Dostum" diye hitap ediyor.Oysa dostluk kolay şey mi?Şair Ahmet Haşim'in bir arkadaşı kendisine böyle hitap edilmesine kızar, şöyle dermiş:"Dostunuz olduğumu siz değil ancak ben bilebilirim. Onun için dostum demeniz gülünç bir hatadır. Makul bir adam karşısındakine bu sözle hitap etmeye kendini haklı görmez..." Türkiye makarna üretiminde dünya beşincisi olmuş.Makarnayı demokrasimizin vazgeçilmez unsuru haline getiren iktidarımız sayesindedir...* * *Türkiye sıcak para cennetiymiş.İnsanın cennette yaşayıp da cehennem azabı çekmesi ne acı...Haldun Ertem GeziDevlet Bakanı Zafer Çağlayan görevde bulunduğu 550 günde 44 ülkeyi ziyaret etmiş... 461 bin kilometre yol kat etmiş... Diğer hükümet üyeleri de öyle... Akıl almaz bir hızla dünyayı dolaşıp duruyorlar. Bu kadar çok gezen bir iktidarı Türkiye ilk kez görüyor. Ya çalışmayı çok seviyorlar.. Ya gezmeyi... Peki netice? Onu bilemiyoruz. Ama merak ediyoruz. Acaba daha az seyahat etseler dış dünya ile ilişkilerimiz daha kötü olur muydu? Dışarda fazla görünmeleri ülkenin lehine mi oluyor aleyhine mi? Kısacası... Acaba bu kadar çok gezinin sağladığı ekonomik başarı sarf edilen benzin parasına ve alınan harcıraha değiyor mu? AKP Genel Başkan Yardımcısı Ekrem Erdem, "Bizde Genel Başkan'a kafa tutulmaz" demiş.Köşe tutmaya gelmiş adamlar neden kafa tutsun ki!Fahrettin Fidan BabaMakedonya'da Merkez Jupa'ya bağlı Kocacık köyünde Mustafa Kemal Atatürk'ün babası, Ali Rıza Efendi'nin evinin restore edilmesi için 2009 yılı ortasında Makedonya Başbakanı Sn. Nikola Gruevski ile Türkiye Kültür Bakanlığı Müsteşarı Nihat Gül'ün de katıldığı temel atma töreni düzenlenmişti.Temel atılmasına rağmen Ali Rıza Efendi'nin evinin restorasyon çalışmalarına 15 aydır başlanmadı. UFUK Derneği (ufukdernegi2008@gmail.com) Başkanı Enes İbrahim ilgililere gönderdiği bilgi notunda diyor ki:- Makedonya Cumhuriyeti hükümeti Mustafa Kemal Atatürk'ün baba evi için bütçe ayıramadığı takdirde, izin verilirse biz "UFUK" Derneği olarak bu evin yapılmasını üstlenmek istiyoruz.Birileri mahcup olur da bu inşaatı başlatır mı?
Milliyet
1,347,007
Yazarlar
EV HAYVANLARI SAĞLIĞINIZA YARARLI OLABiLiR Psikologlar ev hayvanlarının insanın ruh hali ve genel sağlık durumu üzerindeki olumlu etkisini iki kelimeyle özetliyor: 'Koşulsuz sevgi' Eğer bir köpeğiniz varsa yorgun argın eve geldiğinizde sizi kapıda kuyruk sallayarak, poposunu kıvıra kıvıra, kafasını sağa sola sallayıp, güler gibi hareketler yaparak sizi karşılamasının nasıl büyük bir mutluluk kaynağı olduğunu bilirsiniz. Bu düşüncenizde yalnız değilsiniz, ev hayvanı besleyen kişiler bu mutluluğu sık sık yaşar. Bugün ev hayvanının hareketlerini izlemek bile insanı içinde bulunduğu ortamdan kısa bir süre de olsa başka bir ortama çekmeye yeterli oluyor. Psikologlar, veterinerler ve davranış bilimciler de hayvanlarının ruh ve beden sağlığı için kesinlikle faydalı olduğu düşüncesinde. Tabii ki bir ev hayvanının ilaç tedavisi ya da bir terapi seansının yerine geçebileceğini söylemiyoruz ama sizin candan dostunuz olan bir ev hayvanı yorucu bir günün ardından kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlayabilir.Ruhun enerjisini çıkarıyor Psikologlar ev hayvanlarının insanın ruh hali ve genel sağlık durumu üzerindeki olumlu etkisini iki kelimeyle özetliyor: 'Koşulsuz sevgi.' Gerçekten bizi karşılık beklemeden seven bir canlının varlığına kim ihtiyaç duymaz? Kendinizi kötü hissettiğinizde elinizi yalayan ve gözleriyle adeta "En büyük sensin" diyen, sizinle oynamak isteyen köpeğiniz sizi bir anda mutlu etmeye yetebilir. Yalnızlığı gidermeleri ev hayvanlarının başka bir özelliği. Zira evdeki bir canlının bakımı ve beslenmesi, onun sahibini bir yükümlülük altına sokuyor. Böylece ev hayvanı kişinin yaşamına yeni bir boyut, anlam ve önem kazandırmış oluyor. Kendi iç sorunlarına gömülmek yerine kişi ruhsal enerjisini dışarı çeviriyor ve evde beslediği hayvan onun için rahatlatıcı bir odak noktası haline geliyor.Sosyal iletişimi kolaylaştırıyor  Ev hayvanı deyince aklımıza hep köpek ya da kedi gelir. Ama bu bir zorunluluk değil. Akvaryumdaki bir balığı izlemek bile kas gerginliğini azaltıyor ve kalp atışlarını yavaşlatıyor. Kuşlar da yalnız yaşayanlar için sadık, sevecen ve iyi birer can yoldaşı olabilir. Sözgelimi evde yalnız yaşayan orta yaşlı kadınlar 'boş yuva sendromundan' kurtulmak için papağan veya başka bir eğlendirici kuş türü besleyebilir. Depresyonda olanların ev hayvanlarıyla ilgili olarak dikkat etmeleri gereken bir nokta var: Eğer depresyonları kendilerine bakamayacak kadar derinse ev hayvanı bu hastaların durumunu kötüleştirebilir, ev hayvanı daha ziyade hafif depresyon semptomları olanlar için öneriliyor, bu nedenle böyle durumda olan kişilerin ev hayvanı almadan önce doktorlarına danışmaları en doğrusu.  Veterinerler ve psikologlar ev hayvanlarının ruh sağlığı üzerindeki birincil etkisinin stresi azaltmak olduğunda da hemfikir. Bu yararı görmek için, onları okşamak bile yeterli. Ev hayvanlarının ruh ve beden sağlığına ilişkin yararları konusunda yapılan çalışmalardan elde edilen son bulgular gayet ilginç. Çin'de 25-40 yaşları arasındaki kadınlarda yapılan bir çalışmada köpek besleyen kadınların, beslemeyenlere göre daha iyi uyudukları, kendilerini daha zinde hissettikleri ve daha az hastalandıkları sonucunu vermiş. Avustralya'da da erişkinler arasında yapılan bir ankette ev hayvanı olanların komşularıyla ve çevreleriyle  daha iyi sosyal ilişkilere sahip oldukları bulunmuş. Başka bir çalışmada ise ev hayvanı besleyenlerin kan basıncı ve kan yağı düzeylerinin daha düşük olduğu saptanmış.
Milliyet
1,339,822
Yazarlar
PARTİ AJANI MEYHANE ŞARKILARINA KiM EL ATACAK? Yıllardır aynı şarkılar, aynı nağmeler eşliğinde rakıları devirmekten, nağmeli nağmeli kıvırmaktan fenalık gelmedi mi? Bol detoneli, zilli tefli gecelerde dön dolaş sıkmadı mı?Bu kaçıncı meyhane gecesi sayısını unuttum! Mekan değişse de, kadroda ufak oyuncu değişikliklerine gidilse de arada bir meyhane havası koklamak, rakısından yudumlamak gibisi yok. Tuhaf, rahatlatıcı bir havası var. Bin bir psikolog seansına bedel. Hem efkar dağıtıp derdini kusabiliyorsun, hem de saniye geçmeden kalkıp çakkıdı çakkıdı oynayabiliyorsun. Bir nevi Seda Sayan kadınları sendromu olarak da açıklanabilir. Fakat arka fonda hep aynı şarkılar, hemen hemen aynı sırada. Ara sıcak niyetine 'Lale Devri', ardından 'Beyoğlu'nda gezersin, gözlerini süzersin' hoop 'Ararım, sorarım, ararım seni her yerde' ve şimdi salına salına 'Sevişmek ah ne hoştur yıldızların altında' derken uzata uzata 'Şimdi uzaklardasın'larla devam eder gece. Her gidişimde daha da şişiyorum. Yine darbuka gelmiş kafamda patlıyor, klarnet bir kulağımdan girip diğerinden çıktı çıkacak. Paraları bayılmadan bu işkenceden kurtuluş yok. "Madem bayıldık, hakkını alalım" diye diye başlıyoruz istekleri sıralamaya. 'Çal kemancı, başımın tacı' Nakarat var, gerisi yok. "Döktür bir Rakkas abi!" darbuka solosundan şarkıya eşlik etmek mümkün değil. Kabul meyhane kültürü interaktif bir havayla yoğrulmuş. Sağ masadaki 60'lık ağabeyler bas tonunda girmeden, soldaki çıtır kızlar civelek civelek parçaya eşlik etmeden meyhane gecesi tamamlanmıyor. Bol detoneli, zilli tefli gecelerde dön dolaş, aynı şarkılar, aynı nağmeler. Eli yüzü düzgün iki parça olsunPost modern meyhanelerden Münferit kırk yıllık mezeleri aldı, havalı gurme işi bir şeye dönüştürdü. Sonuçtan hoşnut olmayan "Bari 40 yıllık haydarimize, favamıza dokunmayın. Olduğu gibi kalsın. Rahat bırakın haydariyi" diyeni de var. Beğenin, beğenmeyin ortada aynı tattan, aynı servisten gına gelenlere bir farklılık sunuyor. Şimdi, aynı açılımı meyhane repertuarında bekliyoruz. Sandıktan, unutulmuş birkaç oynak şarkı, iki efkarlı nağme çıkmaz mı? Olay ille de herkesin eşlik etmesiyse, bari eli yüzü düzgün bir iki popüler parça cover'lanıp, meyhanelerde sunulsa. Neden olmasın?HAFTANIN KIRIP GEÇiRENi: EZGi MOLA ViDEOLARIDışarıdaki tantanadan bunalmışken eş dost evde toplanmanın da bir raconu var. Günlerden cumartesi ise içkisini kapan, pazar ise DVD'sini kapan gelir. İçkiler kapılmış, eve kapanılmışken kısa bir 'ev toplanmalarında ne, neye dönüştü?' analizi dönüyor. Misal, 'kakara kikiri' seansı için eskiden komik espriler, bel altı fıkralar havada uçuşurdu. Şimdi söz sahibi YouTube. Akla gelen en komik videolar, matrak anlar peşi sıra tıklanıyor. Sevtap Parman'ın 'Que sera sera'sı, Serdar Ortaç'ın 'Billie Jean'i üstüne Neslihan Yargıcı'nın 'Ben Tekim', tatlı niyetine Medya Arkası'ndan araklanmış birkaç Erman Toroğlu klasiği gecenin olmazsa olmazlarından. Son ev toplanmasında elimdeki gizli kozu oynadım: Ezgi Mola videoları! Mola, geçmiş yeni oyuncuğı Apple Mac'in karşısına, görüntü ayarlarıyla hafif oynayarak farklı yüzler, farklı karakterler yaratmış. Küçük ağızlı Nazlı, 184 kiloluk Selvi, kulaklarıyla barışık Dracula lakaplı kız, asabi Miss Piggy ve diğerleri. İçinden çıkardığı her bir karakter dibine kadar gerçek ve komik.  Ne Ata Demirer'in taklitleri, ne de Şahan'ın absürt espri anlayışı. Ezgi Mola'nın tek kişilik şovu sanal alemi kırıp geçiriyor. Eğlenceden eksik kalmamak için Facebook'taki 'Ezgi Mola Videoları' grubuna üye olun. Bu şov sanal aleme sığmaz. Tek kişilik program, şov, hatta film bekleriz.
Milliyet
1,338,587
Yazarlar
Bayramın en ilginç haberi hangisiydi diye soracak olursanız hiç tartışmasız, CHP Grup Başkan Vekili Muharrem İnce'nin, Milli Eğitim Bakanı Çubukçu'yu KPSS düellosuna çağırmasıydı. İnce, Bakan Çubukçu'ya "Gel ikimiz de KPSS'ye girelim, düşük puan alan istifa etsin" dedi.Hadi bizim de bir katkımız olsun. Biz de kendilerini önümüzdeki ilk Genç Bakış'a tahsis etmeye hazırız. Hem de istedikleri üniversitede. Hem de öğrencilerin ve kamuoyunun hakemliğinde.Bakalım eğitim konusuna hangisi daha hâkim? İzleyelim görelim...Canlı yayında eğitim düellosunun ayrıntılarına girmeden önce, gelin isterseniz, eğitimciler açısından günün en ilginç haberine bir göz atalım:Önce yazılı sonra sözlüCHP ile Milli Eğitim Bakanlığı, öğretmenlerin iletişim bilgileri yüzünden karşı karşıya geldi. CHP Grup Başkan Vekili Muharrem İnce, iletişim bilgilerini istedikleri halde kendilerine verilmediğini söyledi... Bakanlık ise, MEB'in internet sitesinde, "CHP iletişim bilgilerini kurumsal olarak istemedi" dedi. Eleştirilerini twitter'dan sürdüren Muharrem İnce, Bakan Çubukçu'ya "Birlikte KPSS'ye girelim az puan alan istifa etsin" çağrısında bulundu.Ana muhalefet ile Milli Eğitim Bakanlığı'nı karşı karşıya getiren, "Kendisi üniversiteyi kazanan öğrencilerin adres bilgilerini cemaatlere ve tarikatlara veriyor ama ana muhalefet partisinin genel başkanının çok masumane, çok içten mesajını iletmesine engel oluyor" açıklaması oldu.CHP Grup Başkan Vekili Muharrem İnce, CHP liderinin bayramda öğretmenlere tebrik mesajı gönderebilmesi için iletişim bilgilerini istedi, bakanlıktan olumsuz yanıt alınca da çok öfkelendi.Bakan istifa etsinİnce, "Türkiye'nin gelmiş geçmiş en beceriksiz, en yeteneksiz, en basiretsiz Milli Eğitim Bakanı'nı istifaya davet ediyorum" dedi.Bakanlık bu çıkışa, yazılı açıklama ile yanıt verdi: "Muharrem İnce, mensubu olduğu siyasi parti adına resmi bir başvuru yapma ciddiyetini göstermedi."Açıklamada, "öğretmenlerin iletişim bilgileri CHP tarafından kurumsal olarak istenmemiştir. CHP Grup Başkan Vekili İnce, sadece kişisel ve sözlü olarak Milli Eğitim Bakanı Çubukçu'dan konuyla ilgili talepte bulunmuştur. Öğretmenlerimizin iletişim bilgilerinin sözlü olarak talep edilmesi halinde hukuk devleti ilkelerine göre hiçbir kurum, kuruluş ve kişiyle paylaşılamayacağı açıktır" denildi.Ama tartışma burada bitmedi. Hatta sanal ortama taşındı. İnce bu kez de twitter üzerinden Milli Eğitim Bakanı'nı hedef aldı.İnce, "Ben okul ve öğretmen ismi istiyorum vermiyor. Kendisi cep telefonuna mesaj çekiyor" diye Nimet Çubukçu'yu şikâyet etti twitter'daki öğretmenlere, "Bütün öğretmen arkadaşlarım Bakan Çubukçu'dan gelen mesajı istiyor mu?" diye sordu.Muharrem İnce, twitter'daki takipçilerine şöyle seslendi: "Çevrenizdeki öğretmenlere söyleyin Kılıçdaroğlu mektup yazacaktı size ama Nimet Çubukçu izin vermedi" diye.İnce bir de meydan okudu, Milli Eğitim Bakanı'nı birlikte KPSS sınavına girmeye davet etti ve "Az puan alan istifa eder" dedi.En adili, İnce ve Çubukçu'nun önce KPSS'ye girmeleri, ardından da Genç Bakış'ta sözlüye kalkmaları. Sizin favoriniz kim bilmem ama benimki kesin belli. Ama tarafsızlığımıza helal gelmemesi için şimdilik açıklamıyoruz.Eğer yarışırlara, düellodan sonra açıklarız. Yok eğer gerçekleşmezse o zaman da biraz bekler, gerekçeleri ile yazarız..İnce, eğitimi nihayet hatırladı! Eğitim denildiğinde TBMM'de akla gelen birkaç isim vardı. Onlardan birisi de öğretmen kökenli Muharrem İnce'ydi. Ama Grup Başkan Vekili olunca, bir havalara girdi sormayın! Eğitimi unutup kendini daha önemli memleket meselelerine verdi. Eğer MEB "işgüzarlık" yapmayıp şıp diye öğretmenlerin adresini verseydi, belki yine hatırlamayacaktı. Bu yüzden MEB'e teşekkür borçluyuz!..Öğretmen adresleri?Gizli olması gereken öğrenci, öğretmen ve veli bilgilerinin, siyasi partiler de dahil dışarıya servis edilmesi ne kadar doğru? Bu konu üzerinde yeterince konuşulmadan hele hele ilgili kişilerin izni alınmadan dışarıya sızdırılması, ne kadar etik.Kopyacıların bilgileri dışarı sızmasın diye kamuoyuna etik dersi veren ÖSYM, adaylara yönelik bilgileri vakıf üniversitelerine ve dershanelere servis ederken neden aynı titizliği göstermiyor?..Özetin özeti: Çubukçu ile İnce arasındaki düelloyu dört gözle bekliyoruz..
Milliyet
1,318,812
Yazarlar
Geçenlerde İngiliz gazetelerini karıştırırken, gözüm küçük bir habere takıldı: "GE Energy, Türk teknoloji şirketi Artesis'in % 20 hissesini satın aldı."General Electric, dünyanın en büyük ve köklü şirketlerinden biri. Piyasa değeri çok yüksek. Yönetim sistemi oturmuş.Bu kalibrede bir kuruluşun, Türkiye'den teknoloji üreten bir şirketi satın alıp dünyaya bir basın duyurusu yapması müthiş bir şey. Google'a girince Artesis'in, Mehmet Ali Berkman'ın Arçelik Genel Müdürü olduğu dönemde kurulduğunu hatırladım.Şu anda Akkök Şirketler Grubu CEO'su olan Berkman'ı aradığımda ise hâlâ Artesis'in Yönetim Kurulu'nda olduğunu ve hatta geçen hafta yurt dışından gelen GE yetkilileriyle Yönetim Kurulu toplantısı yaptıklarını öğrendim.Artesis'in patentleriPeki Artesis'in marifeti nedir ki, dünya devi GE onu bulup kapmış derseniz...Çok özetle; elektrik motorlarının arızalarını önceden tespit ederek tedbir alınmasını ve böylelikle hem maliyeti düşüren, hem de enerji verimliliği sağlayan bir sistem bu. Kısa devre, sargı hatası, rulman hatası, balansın bozuk olması gibi sinyalleri alıp, hata oluşmadan çok önce belirleyen bir yazılım. Tek bir cihaz, bütün hataları size önceden söylüyor. Bütün sanayi sektörlerinde kullanılabiliyor.Artesis; Amerika, Avrupa ve Japonya gibi patent konusunda dünyanın olmazsa olmazı 3 bölgesinde de patent almış. Şu anda dünyada 6 petrol platformunda, Shell, Chevron, Saudi Aramco'nun rafinerilerinde, İngiltere'deki 2 nükleer santralde, bütün İngiltere'deki su tesfiye ve dağıtım şebekelerindeki (United Utility) elektrik motorlarında kullanılıyor. Amerikan Deniz Kuvvetleri'ndeki bir savaş gemisinde test ediliyor. Türkiye'de de İSKİ, Borusan Mannesmann, Tetra Pak, Unilever, Bayer, Philip Morris, Algida, Şişecam, Alarko, Arçelik, Tofaş, Goodyear, Ford, Renault bu sistemi kullanıyor. GE, şimdi Artesis'in bu sistemine, kendi bünyesinde bu işleri yapan Bentley Nevada markasını basarak dünyaya pazarlayacak. Dolayısıyla artık Artesis'in büyüme potansiyeli müthiş.Berkman, Kıraç'a gider...Artesis'in kuruluş hikâyesi de hoş.Yıl 1997. Arçelik Genel Müdürü Berkman, elektrik motorlarındaki arızanın, ancak titreyerek durma noktasına geldiğinde fark edilmesinin maliyetleri yükselttiğini görüyor ve Ar-Ge'nin başında olan Refik Üreyen'den buna bir çare bulmasını istiyor. Bu arayış sonucu yolları, Florida Atlantic Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ahmet Duyar'la kesişiyor. NASA'ya bir sürü proje yapmış olan Duyar, Türkiye'ye gelerek Artesis'i kuruyor.Artesis kurulurken Berkman, o dönemde Arçelik Yönetim Kurulu Başkanı olan Suna Kıraç'tan 2 istekte bulunuyor: Artesis'in Arçelik bünyesinde olması, ama aynı zamanda da çalışanların şirkete ortak edilmesi. Kıraç 5 milyon dolar sermaye konmasına da, Koç Topluluğu'nda çalışanların ilk kez bir şirkete ortak olmalarına da evet diyor. Ve böylece bir sürü mühendis (İngiliz, Rus, Türk), Prof. Duyar'ın yönetiminde bu sistemin donanımını da, algoritmasını da, yazılımını da A'dan Z'ye sıfırdan hepsini kendileri yapıyorlar...Kıssadan hisse: Eğer sabırlı olunursa, Türkiye'den de dünya çapında bir teknoloji şirketi çıkabiliyor.
Milliyet
1,342,788
Yazarlar
Lizbon zirvesi ile NATO yeni bir transformasyon dönemine giriyor. Dün 28 üye ülkenin liderlerinin ele aldığı "yeni stratejik konsept" adlı belge, bu süreçte örgütün rehberi olacak.2009'da ittifakın 60. yıldönümünde Strasbourg'da bir araya gelen aynı üyelerin liderleri, NATO'nun değişen dünya şartlarına göre yenilenmesi gereği üzerinde mutabık kalmış ve "yeni stratejik konsept" için yeşil ışığı yakmıştı.Daha önceki -1999 tarihli- "stratejik konsepti"i güncellendirmek, gerçekten bir ihtiyaçtı. Olaylar NATO'yu zorluyordu. 11 Eylül'den itibaren ABD'deki ve Avrupa'daki büyük terör saldırıları, Kosova'daki çatışmalar, Afganistan'daki savaş, NATO'nun yeni misyonlar üstlenmesine yol açıyordu.Şimdi NATO yeni stratejik konseptiyle, bir yandan kendi yapısını şekillendirirken, bir yandan da dünyadaki yeni tehditleri ve riskleri dikkate alan stratejiler belirliyor.Küresel misyonlarNATO'nun sorumluluk alanı artık kendi transatlantik coğrafyasının çok dışına çıkıyor. Örgüt Afganistan'da savaşıyor, Somali açıklarında korsanlarla mücadele ediyor, Asya'da ve Afrika'da çeşitli bölgelerde barışı sağlamaya ve hatta doğal afetlere uğrayan ülkelere insani yardım yetiştirmeye çalışıyor.NATO'nun artık yepyeni tehdit veya tehlike algılamaları var. Buna karşılık ittifakın dünkü düşmanları, bugünün dostları ve hatta partnerleri oldu. Rusya gibi... Halen NATO'nun Kuzey Afrika'dan Orta Asya'ya kadar, çeşitli ülkelerle çeşitli isimler altında kurulan ortaklıkları var!NATO'nun gündeminde, geleneksel askeri caydırıcılık tedbirlerinin yanı sıra, şimdi terör ve siber (sanal) saldırılara karşı mücadele, sorunlu bölgelerde kriz yönetimi, hatta iklim değişikliğinin önlenmesi gibi küresel yeni hedefler ve misyonlar yer alıyor...Yeni strateji belgesi, bütün bu rollerin ana hatlarını, parametrelerini çiziyor. Peki, NATO böyle iddialı işlerin üstesinden gelebilecek mi?Genel çerçeve üzerinde varılan mutabakatın hayata geçirilebilmesi önemli. Bunun için çerçevenin içini doldurmak, ele alınan çeşitli olaylarda bir konsensüs sağlamak her zaman mümkün olmayabilir. Bu nedenle yeni strateji belgesindeki tehdit algılamalarının, sorunların ve üstlenilecek misyonların tanımının net ve açık yapılması gerekecek.Lizbon zirvesinde genel hatlarıyla ele alınan "füze kalkanı" projesi üzerindeki gibi tartışmalar, herhalde yeni dönemde benzer hallerde tekrar yaşanacaktır.Bu projenin teknik ayrıntılarına inildikçe, farklı görüşler ortaya çıkacak ve uzlaştırıcı formüller bulmak kolay olmayacaktır.Hâlâ canlı ve etkinTam bu noktada, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad'ın "İran NATO'yu tehlike olarak görmüyor" sözü ilginç. Onun deyişiyle "füze savunma sistemleri ve atom bombaları işlevini kaybetmiştir. NATO'daki hareketlerin İran için önemi yok. Bu tür kararlar ve girişimler siyasi gericiliktir."Ahmedinecad'ın bu ılımlı ifadelerine rağmen İranlı stratejistler herhalde NATO'nun girişimini pek iyi karşılamıyor olsalar gerek...Lizbon zirvesinin gösterdiği en önemli nokta, NATO'nun yeni transformasyon dönemine girerken, ona hâlâ ihtiyaç duyulmasıdır. Soğuk Savaş döneminin birçok benzer örgütü tarihe karışmışken, NATO kendisini yenileyerek, hatta kendisine yeni misyonlar ve roller biçerek varlığını sürdürüyor.Bugün NATO, BM'nin zaafını ve eksiklerini dolduran bir dinamizme ve etkinliğe sahip. NATO dışındaki ülkelerin onunla bir şekilde ortaklık veya işbirliği kurması, onun günümüzde de güncelliğini koruduğunu gösteriyor.
Milliyet
1,322,016
Yazarlar
Deniz Baykal önceki akşam Habertürk'teydi..  Canlı yayında, canlı yayın öncesinde, sonrasında, reklam aralarında üç saat konuştuk..Son dönemde, ısrarla üzerinde durduğum konu malum.. Referandum haritası.. Batı'nın kırmızıya, orta ve doğunun sarıya boyanması.. Yüzde 75 evet diyen kentle yüzde 75 hayır diyen kentin aynı topraklardan beslenmesi..Sordum..Baykal referandum sonuçlarını nasıl okuyor..Yüzde 42 ile yüzde 58 onun için ne ifade ediyor..* * *Hemen şunu söyleyeyim..Baykal yüzde 42'yi acayip önemsiyor.. Arşimet'in bir dayanak noktası gösterin dünyayı yerinden oynatayım sözüyle kıyaslayacak kadar önemsiyor..O dayanak yüzde 42'dir diyor..Anladım ki referandum sonucu, o sonucun ortaya çıkardığı seçim haritası Baykal'ı tatmin etmiş..* * *Yüzde 42'ye dayanak diyor da o dayanak halde!..Teslim bayrağını çekti mi?Baykal; yüzde 42 mağlubiyet duygusuna kapılmamalı diyor; yüzde 58 zafer değilse yüzde 42 de yenilgi değildir.. Hele bu ortamda küçümsenmeyecek bir orandır.. Ne yapmalı?Yüzde 42'yi doğru anlayalım, değer verelim, moral verelim, sahip çıkalım derken bugünkü CHP yönetimine gönderme yapıyor gibiydi..Kemal Kılıçdaroğlu'na..* * *Israrla söylediği, defalarca altını çizdiği cümle şu..Yüzde 42'yi yüzde 58'e ciro etmeyelim..* * *Başka diyeceksiniz..Kendinin ayrılmasını, Kılıçdaroğlu'nun umut olarak çıkmasını o kadar güzel, o kadar içten, o kadar gerçekçi anlattı ki..Dedi ki; Denizle bu iş olmaz, Deniz giderse CHP'nin önü açılır, yeni bir lider gelirse AKP'ye alternatif olur, duygusu hâkimdi.. İyi niyetli duygulardı bunlar.. Gerçekleşti.. Şimdi bekleyiş var!Bence bu söz de Kılıçdaroğlu'na göndermeydi..* * *Şimdi siz diyeceksiniz ki lafı uzatma genel başkanlıktan ayrıldıktan sonra ilk kez canlı yayına çıktığına göre..Ben de size eee diyeceğim..Devam edeceksiniz: Dönüyor mu?Siyasette kesin hüküm olmaz ama bana göre CHP seçime Kılıçdaroğlu ile gider..Doğrusu da bu..(Pardon!.. Gitmesi için en küçük bir sebep var mı? Yüzde 42'nin lokomotifi değil mi? Ey CHP'liler daha ne!)Baykal neden bahriyeli olamadı?Sohbetin ekrana yansımayan bölümünde Deniz Bey bahriyeli olamama macerasını anlattı..Ortaokul yılları.. 12-13 yaşında.. Mahallelerine filinta gibi deniz teğmeni gelir.. Bembeyaz elbise yakışıklılığını katlamıştır..Deniz Bey gibi bütün çocuklar hayran hayran bakar..Filinta gibi teğmen anlatır; Akdeniz'e bir açıldık, o liman senin bu liman benim.. Bir yıldır geziyoruz, dünyayı turladık.. Ve o gün denizci olmaya karar verir.. Sınavı kazanır, ver elini İstanbul.. Deniz Lisesi'nde bir hafta on gün kalır.. Her gün Kasımpaşa'daki deniz hastanesine muayeneye götürürler..Bir gün göz.. Bir gün kulak, kalp, tansiyon vs..Deniz Bey dahiliye doktorunun önüne çıkar, doktor, ellerini uzat der.. Eli titrer..Ertesi gün bir daha.. Teşhis; kalbi çok çarpıyor..Dahiliyeci imza atmaz..Deniz'den deniz subayı olamaz..Deniz kös kös Antalya'ya, denize döner..Gerisini biliyorsunuz..CHP içindeki kavgaEvet, maalesef, vallaha da billaha da kavga çıktı..Ama.. Bir gerçeğin altını çizelim.. Sokaktaki adam, oy veren adam; yeter artık diyor yeter be!..O zaman.. Neyin kavgasını ediyorsunuz!.. Neyin..* * *Ben size kim ne istiyor, kavga neden çıktı kısaca söyleyeyim; gerisi sizin bileceğiniz iş..Önder Sav: Eski tüzüğün kalması için kurultay istiyor.. Eski tüzük güçlü genel sekreterlik öngörüyor..Deniz Baykal: Yeni tüzüğün uygulanması için kurultay istiyor.. Güçlü genel sekreterlik kalkacak, genel başkan 13 yardımcısını seçecek..Kemal Kılıçdaroğlu: Yeni tüzüğü kurultaya gitmeden uygulamak istiyor.. 13 yardımcısını seçip yola devam etmek istiyor..* * *Partilerin iç işlerine karışmak gibi bir huyum olmadığı için doğrusu şudur, eğrisi budur demeyeceğim.. Ama gördüğüm şu..Kılıçdaroğlu'nun elinde üç as var..Dördüncüsü derseniz.. O uzun bir yazı konusu..Bu karikatür Başbakan için çizilseydi ne olurdu?Çizen Salih Memecan..Kim mi?Sabah'ın baş karikatüristi.. İktidar yanlısı Medya Derneği Başkanı.. Medyada etik toplantıları düzenleyen kişi.. Sekiz yıl boyunca iktidar için tek karikatür çizmeyerek dünya rekoruna imza atan kişi.. (Pardon bir kere elektrik zammı için çizdi ve tövbe etti..)  Salih'in CHP lideri için çizdiği şu karikatüre bir daha bakın..Kılıçdaroğlu'nun yerine Erdoğan'ı koyun..Başbakan böyle bir karikatürü yayınlansa ne derdi?Bunların cibiliyeti bu..
Milliyet
1,328,848
Yazarlar
Ne olduysa If you go away'i dinledikten sonra oldu; nasıl bir beyni var insanın, nasıl tutabiliyor bu kadar anıyı hayret! Anılar üşüşünce bir kez daha farkına vardım ki acayip güzel bir gençlik geçirmişim! Tabii, geleneksel ille de kendinde bir şeyleri beğenmeme, umutsuz sanılan aşklardan dolayı eseflenme gibi durumlar çıkarılınca! Yaşarken pek anlamıyor elbet insan, salt hoşlukları değil, olumsuzlukları da işin içindeyken pek anlayamıyoruz, sonrasında ayırt ediyoruz ya... Neyse... ****** Arabalar henüz daha parsellememişken sokakları ve yazlık sinemalar revaçtayken henüz...Siz deyin yirmi beş kişilik, ben diyeyim yok otuz beş kişiydik; böyle bir arkadaş grubu içindeydik! Grubun içinde babası memur olan da vardı, milletvekili olan da... Orası bizi aslında hiç de ilgilendirmezdi!... ****** İlkokul dört müydük, neydik, doğum günü partilerimizi artık danslı yapmaya başlamıştık; utangaç arkadaşlar için ilk dansı annem açardı, mesela... Alışkanlık haline gelmişti, yıllar geçse de ilk dansı başlatmak annemden beklenirdi bizim evdeki partilerde... ****** Yaz geceleri sinemaya giderdik, Yılmaz Güney'in "Arkadaş" filmini de aynı grup ile izlemiştik; hatta öyle duygulanmıştık ki, ıslak gözlerle neredeyse yemin etmiştik: Birbirimizden asla kopmayacaktık! Enrico Macias'ın şarkıları çalardı film arasında, müziğin ritmine uyarak ceylan gibi zıplayarak inerdik gazoz almak için inerken merdivenlerden! ****** Ortaokul sıralarında kış günlerinin Cumartesi'lerinde iki seansına giderdik sinemaya, bazen kız kıza takılırdık; çıkışta mutlaka ben diyeyim on tur, siz deyin on beş tur; çekinmeyin deyin, sahilde volta atardık! Her ne ise hikmeti, vallaha öyleydi! Karşıyaka sahilinde akın akın volta atardık, bir ileri, bir geri... Yanki Oğuz vardı, bir de ayı Oğuz, offf öyle bir fanları vardı ki! Facebook falan ne gezer, o zamanlar turlarken fanlar oluşurdu!.. ****** İlk içkimizi de birlikte içtik, ilk makyajımızı da birlikte yaptık! İlk kavgalarımız da birbirimizle oldu, ilk affedişlerimiz, affedilişlerimiz de... Yeri geldi birinin gönlü diğerine kaydı, karşılıklıydı, alkışladık... Yeri geldi gönlü kayan arkadaşlık bozulmasın diye içine attı, sustuk... ****** Bir sakızı paylaştık yeri geldi... Öyle tiksinirdim ki o zamanlar, annemin kullandığı bardaktan su dahi içemezdim. Atilla Tipitip sakızını ağzına atacakken yarısını ısırdı ve kalanını bana uzattı; öyle sevdiğim, öyle kıramayacağım bir arkadaşım ki... Anne ve babamdan, o zamanlar için, tiksinen ben, Atilla'nın sakızını çiğnedim! Zaten o günden sonra tiksinme konusunda epey bir yol kat ettim¸ hani mihenk taşı denir ya, vallaha da var öyle bir taş! ****** Bir dönem geldi, lise çağlarında falandık, kışın 06'da takılır, yazın Sakıpağa'da... Bir kola, ya da bir açma yiyerek saatler boyu otururduk! Maksat birlikte olmaktı, paramız ancak bir çeşite yeterdi; malum her gün takılıyoruz, lakin mekan sahipleri de surat asmamaktaydı; sanıyorum çaktırmadan bizi reklam amaçlı kullanıyorlardı! Gençlerin rağbet ettiği mekan!... Cıksss... Günahlarını da almayayım, neredeyse can ciğer sarması dost olduklarımız da vardı mekan sahipleri ya da işleticileri arasında... Kız alıp, vermişliğimiz de vakidir; Kaço ve Arzu, kulaklarınız çınlasın! ****** Grup kalabalık olunca neredeyse her hafta sonu bir doğum günü partisi olurdu; olmadığı zamanlarda biri mutlaka çıkar, uyduruktan bir parti bahanesi bulurdu: Aslında bu gün doğmak istemiştim falan gibi... If you go away çalardı, hangi kızın gönlü kime kayarsa gözü onu arardı... Hangi gencin kimde gönlü varsa bu şarkıyı boşa harcamazdı... ****** Bir de arkadaşlık adına dans etmeler vardı, en keyifli tarafı da oymuş aslında, ama anlamıyor insan işte o anda! Kafanı taktığın biri varsa!... Ya da tam tersi, arkadaşlığın keyfini öyle bir hissediyorsun ki; dağlar taşlar gelse önüne fark etmez; geçerim diyorsun! ****** Yetmedi... Yetemez... Bir yazı ile mümkünü yok, bitemez! Daha Rahmiye ile gözümüze ilk kalem sürme eylemimiz var; ilk topuklu ayakkabı giydiğim günüm, ilk birahaneye gidişim, ilk diskoda dans edişim var... Bir de lojman anılarım... Oooo, yaz yaz bitmez...
Milliyet
1,338,586
Yazarlar
CHP'nin daha önceki eksikliklerinden biri, Avrupalı politikacılarla ve özellikle sosyal demokratlarla sıcak ilişkiler kuramamasıydı. Oysa bu ilişkiler Türkiye için sadece AB projesi açısından önemli değil.  Günümüzün karmaşık ve tehlikeli dünyasında uluslararası anlayış ile dayanışmanın geliştirilmesi açısından da önemli. Kemal Kılıçdaroğlu'nun bu açıdan daha farklı ve "proaktif" bir politika izlediğini görüyoruz. CHP'nin başına geçmesinden kısa bir süre sonra Avrupalı meslektaşları ile yeni köprüler kurmaya başladı. Bu arada partisinin AB projesine verdiği önemi vurgulamayı ihmal etmedi. AB ile ilişkilerde yüz yüze temasın önemini de kavrayan Kılıçdaroğlu, eylül ayında Brüksel'e başarılı bir ziyarette bulundu. Oradayken Avrupa Parlamentosu'nda ve AB Komisyonu'nda kapsamlı temasları oldu. Kılıçdaroğlu muhataplarına, CHP'nin aleyhinde AB uyum projelerine karşıymış gibi bir imaj yaratıldığını, oysa bunun doğru olmadığını anlattı. Partisindeki değişim sürecini merakla izleyen Avrupalı muhatapları da kendisine kulak verdiler ve söylediklerini not ettiler. Özetle Kılıçdaroğlu Brüksel gezisi sırasında, Avrupa'da kendisinden yana esen olumlu havadan da yararlanarak, CHP'nin uzun süredir kuramadığı sıcak ilişkilerin temellerini attı.  Şimdi de, Paris'te yapılan Sosyalist Enternasyonal çerçevesinde, bu ilişkileri daha da geliştirerek derinleştirdiğini görüyoruz. Görüşme trafiği ise Başbakan veya Dışişleri Bakanı'nın uluslararası toplantılardaki trafiği ile rekabet edebilecek düzeyde. Kılıçdaroğlu'nun Paris'te, Irak Cumhurbaşkanı Talabani ile yaptığı ve Türkiye'de yankı yaratan görüşmesi dışındaki temaslarının bazıları şöyle: Sosyalist Enternasyonal Başkanı ve Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu, Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Martin Schulz, Alman Sosyal Demokrat Parti Başkanı Sigmar Gabriel, Fransa Sosyalist Partisi Başkanı Martin Aubry, Fransa'da iktidarda bulunan UMP Partisi Başkanı Jean-François Cope.Türk-AB ilişkilerinin türbülanslı bir dönemden geçtiği aşikâr. Buna rağmen Avrupa'da Türkiye'den yana yükselen etkin sesler var. Bu seslerin artmasını sağlayacak başlıca faktör ise, Türkiye hakkında var olan önyargıların yıkılması ve ülke gerçeklerinin tatlı ve çirkin yüzleriyle doğru perspektife oturtulmasıdır. Kılıçdaroğlu'nun Paris'teki temaslarının bu açıdan önemi yadsınamaz. Bu arada Irak Cumhurbaşkanı Talabani ile yaptığı görüşmeye dönecek olursak, bu CHP'nin yeni dönemde Türkiye'nin doğusundaki komşularıyla da ilişkilerini geliştirme arzusunu sergiliyor. Kılıçdaroğlu Talabani'nin davetine icabet eder ve Kuzey Irak'ı ziyaret ederse, bunun Türkiye ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında gelişen -ve Türkiye'nin Kürt sorununa çözüm arayışlarına da olumlu yansıyan- ilişkilerin ilerletilmesine de katkıda bulunacağı kesin. Ancak, önemli olmakla birlikte, Kılıçdaroğlu'nun bu temasları tek başına yeterli değil. CHP'nin, Türkiye'nin bugün karşı karşıya olduğu önemli dış politika sorunları hakkında, sosyal demokrat bakış açısıyla uyumlu olan çağdaş ve yol gösterici politikalar da üretmesi gerekiyor. Bu arada önemli konulara klasik kalıplardan bakmanın yetersiz kaldığı da artık görülmeli. Devlet Bakanı Cemil Çiçek'in, KKTC'nin 27'nci kuruluş yıldönümü için gittiği Lefkoşa'da bir grup kızgın Kıbrıslı Türk sendikacı tarafından "ülkemiz satılık değil" pankartlarıyla karşılanması bile dünyanın nasıl değiştiğini gösteriyor. Kıbrıs veya Ermenistan ile ilişkiler gibi hassas konular söz konusu olduğunda CHP'nin eski dönemde hemen kolay yoldan sarıldığı hamaset dolu söylem artık geçerli olamaz. Bunun yerine gerçekçi çözüm formülleriyle ortaya çıkması gerekiyor. Bu Kürt sorunu veya türban sorunu gibi iç meseleler için olduğu kadar, dış politika açısından da geçerlidir. Bu arada Kılıçdaroğlu'nun, dışarıda kurduğu köprüler sayesinde, dünya gerçeklerini daha iyi anlayacağı ve bunun da CHP'nin yeni dönemdeki politikalarını oluşturması açısından yararlı olacağı aşikâr.
Milliyet
1,330,279
Yazarlar
Beyler, bayanlar bu günkü konu biraz zor; anlatması da, anlaşılması da... Pek önemli bir konu olduğundan şansımızı bir deneyelim! Hani o içimizin kıpır kıpır olduğu, mutluluktan ayaklarımızın yere basmadığı zamanlar var ya, hah işte, ikili ilişkinin en cazip zamanı; her şeyi yapabiliriz onun için, tüm maharetlerimizi de sergilemek isteriz! Bu duygu erkek kadın dinlemiyor! Her iki tarafta da aynı, benden söylemesi... ( Aşıkmış gibi davrananlar konumuz dışıdır, bu ayrı bir tüyo meselesidir!) ****** Her iki taraf da karşısındakini mutlu etme çabasındadır, neredeyse bir yarış yaşanır! Öyle hoş bir durumdur ki, hiçbir tarafın aklında kötülük yoktur!... İşte, işin anlatması ve anlaşılmasındaki zorluk da buradadır! ****** Hiçbir art niyet taşımayan bu davranışlar gün geliyor ilişkiyi zorluyor... Mesela, iki taraf da “Yemek yapayım sana" diyor, biri ısrar ediyor “Lütfen izin ver aşkım..." Diğeri pes ediyor, buyur sevgilim... Hımmm... Yemek de nefis... (Olmasa da lafı mı olur!) Ertesi gün diğeri “Bugün sıra bende..." diyor, maksat aynı! Bir önceki günden keyiflenen taraf ısrar ediyor yine, “Ama aşkım! Ben şunu yapmayı planlamıştım, senin için..." Sonraki gün ve diğerlerinde yemek yapma işi artık bir tarafın sorumluluk alanına girmiştir bile! ****** İşin ilginç tarafı hiçbir taraf bilinçli olarak bunu yapmaz! Aynı adımlar atılırken taraflardan biri bir adım daha fazla atmak ister, birkaç adım daha attığında farkında olmadan arayı öyle bir açar ki; geride kalan pes etmiştir!Önceleri pek keyifli devam eden durum, sorumluluk olarak omuza yüklenmeye başlandığında rahatsız edici olur! Rahatsızlık da gün gelir karşı tarafı suçlamaya kadar varır... Oysa... Karşı tarafın suçu diye nitelendirilen üstlenilen bir keyiften el-etek çekme durumudur! ****** Yani, kendi keyfinden feragat etmiştir, bu arada da doğal olarak bir, iki adım derken, geride kalmayı bir şekilde sindirmiş, hatta keyif almaya başlamıştır! Bu durumda kime kızmalı? Cevap veriyorum: Hiç birine! ****** Şahsen, bir işi üstlenen biri varken ben diğer bir işle meşgul olmayı yeğlerim! Hem “Yaparım" diyene müdahale hoş değildir, hem de bir iş üzerinde iki ayrı kişinin emeği gereksizdir! ****** Toparlarsak: Aynı start çizgisinden başlıyoruz, bir taraf bir adım öne geçiyor, arkada kalan arayı kapatmak istiyor, izin verilirse ne ala... İzin verilmezse, iki, üç adım fark derken, kendini en fazla kanıtlamak isteyenin elinde patlıyor! Aylar, yıllar sonra bu başlangıç unutuluyor ve sorumluluğu üzerine alan taraf haykırıyor: Hiç yardım etmiyorsun bana! ****** Adımlarımızı atarken dikkatli olmalıyız! Farkına dahi varmadan kendimize sorumluluklar yüklüyor, altında ezildikçe de karşı tarafı suçluyoruz! O zaman, ne yapıyormuşuz: Karşı tarafa da kendini kanıtlama hakkı tanıyormuşuz! Adımları bir o, bir sen atmaya çalışıyormuşuz! Üç adım öteye gitmek o an için pek hoş gelse de, gün gelip can acıtabiliyormuş!...
Milliyet
1,331,081
Yazarlar
Perikardit'e (kalp kesesindeki iltihap) sebep olan hastalık biliniyorsa, onu tedavi etmek en doğru yoldur. Birçok hastada neden bilinmediği için, yüksek doz aspirin gibi iltihaba yönelik tedaviler uygulanır. Çoğu hasta şifaya kavuşur. Ender de olsa perikarditler tekrar edebilir...Cemal geçirdiği epeyce şiddetli soğuk algınlığı nedeniyle 1 hafta üniversitedeki derslerine gidememişti. Tam "iyileştim artık" derken sol memesinin altında bir sancı hissetmeye başladı. Sanki aniden bir bıçak saplanıyordu göğsüne. Hele derin nefes aldığında ya da öksürdüğünde bu ağrı çok daha şiddetli oluyordu. Dinlenirsem geçer diye düşünüp erkenden yattı. Ertesi gün kalktığında ağrısı azalacağına artmıştı, sırtına vuruyordu. Yatakta oturunca biraz daha rahatladığını hissetti.Terliklerini bulmak için öne eğilince ağrısının tümüyle geçtiğini fark etti. Kendini halsiz ve yorgun hissediyordu. Öğrenci yurdunun revirindeki hemşire, ateşinin 37.9 olduğunu, bir doktora görünse iyi olacağını söyledi. Acil servisteki genç doktor, Cemal'in şikâyetlerini dinledikten sonra göğsünü bir yere çarpıp çarpmadığını sordu.  "Bu ağrı kaburga kırığı veya zedelenmesiyle ortaya çıkan bir ağrıya benziyor ya da akciğer zarının iltahaplanması olabilir" dedi. Çekilen akciğer röntgeninde ne kaburga kırığı ne de başka bir anormallik vardı ama, EKG'de kalp krizindekine benzer değişiklikler görüldü. Asistan doktor, acil servis sorumlusu uzmana danışma zamanı geldiğine karar verdi. Kalbi çevreleyen kese: perikardKalp, tıbbi adı perikard olan bir kesenin içinde yer alır. Bu kesenin iç yüzü olan incecik bir zar kalbin yüzüne yapışıktır. Kesenin dış zarı daha kalındır. Normalde kesenin içinde kayganlığı sağlayan az miktarda sıvı vardır. İç ve dış yüz arasındaki perikard boşluğu denilen belli belirsiz bir alan vardır. Çeşitli hastalıklarda buraya sıvı birikir. Uzman hekim, hasta hakkındaki bilgileri öğrendikten ve muayenesini tamamladıktan sonra asistanına Cemal'in kalbini yatarken ve otururken dinlemesini söyledi. Yatarken kalp atımıyla uyumlu, kaba bir ses duyuluyordu. Sanki iki kösele sürtünüyormuş gibi bir sesti bu. Oturunca ses hafifliyor, öne eğilince neredeyse kayboluyordu. Bu bulgu, kalbi çevreleyen ince bir zardan oluşmuş kesenin iltihabının işaretiydi.Ağrı, ateş, halsizlik ve EKG'deki değişiklikler de aynı nedene bağlıydı. Teşhis: perikardit, tıbbi adı perikard olan kalbi çevreleyen kesenin iltihabı. Uzman doktor bir de kalbe ultrasonla (ekokardiyografi) bakılmasını istedi. Kalbi çevreleyen kesenin içinde az miktarda sıvı birikmişti. Bu da teşhisi destekleyen başka bir bulguydu.Perikardit neden olur?Eskiden vereme bağlı perikardit sık görülürdü, günümüzde oldukça ender. Lupus gibi vücudun kendi bağışıklık sistemine savaş açtığı hastalıklar perikard iltihabına yol açabilir. Pek sık olmasa da kanser hastalarında da bu iltihabi durum görülebilir.Bazı ilaçlar perikardite yol açabilir. Açık kalp ameliyatlarından haftalar, hatta aylar sonra perikardın mikropsuz iltahaplanması ortaya çıkabilir. Ama hastaların çoğunda hastalığın nedeni kesin olarak saptanamaz. Perikardit teşhisi konulan 5 hastanın dördünde, bilinen nedenlerden hiçbiri yoktur. Bu olguların çoğuna virüs enfeksiyonlarının yol açtığı düşünülmektedir. Cemal'in geçirdiği soğuk algınlığını yapan virüsün kalbini çevreleyen keseyi de tutup iltihaba yol açtığını düşünmek akla yakın. Tedavisi var mı? Perikardite sebep olan hastalık biliniyorsa, onu tedavi etmek en doğru yoldur. Çoğu hastada neden bilinmediği için iltihaba yönelik tedaviler uygulanır. Yüksek doz aspirin veya daha çok romatizmal hastalıklarda kullanılan iboprufen veya naprosin gibi ilaçlar verilir. Etkinliği karşılaştırmalı çalışmalarda gösterilmiş olan kolşisin adlı ilaç da çok etkilidir. Bu tedaviler sonuç vermezse kortizon tedavisi yapmak gerekebilir. Cemal, doktorun tavsiye ettiği gibi yüksek doz aspirin almaya başladı. Lakin, şiddetli mide ağrıları başlayınca ilacı kesmeye karar verdi. Aradan geçen 2 hafta içinde ağrısı azaldı ama halsizliği ve yorgunluğu geçmedi, aksine arttı. Nefes darlığı nedeniyle bir kat merdiven çıkamaz hale geldi. Bir gün sabaha karşı boğuluyormuş gibi hissederek uyandı. Oturunca biraz rahatlasa da sıkıntısı devam ettiği için tekrar acil servisin yolunu tuttu.Kan kalbe rahat dolamazsa...Acil servisteki doktor tansiyonunu düşük, nabzını yüksek buldu. Hemen yapılan bir ekokardiyografi, kalbin çevresindeki sıvının çok arttığını gösterdi. Perikard boşluğunda sıvı birikince kalbin hareket alanı kısıtlanmış, içine kan dolması için rahatça genişleyeceği yer kalmamıştı. Normalde, hücrelerde oksijeni alınan kan yeniden oksijenle dolmak için geri dönüp iki büyük toplardamar yoluyla kalbin sağ üst odasına boşalır. Perikard kesesinin içi sıvıyla dolarsa, kalbin kanla dolması mümkün olmaz. Kalbe yeterli kan gelmediği için yeterli kan atılamaz. Bu durumu telafi edebilmek için kalp daha hızlı çalışmaya başlar. Çarpıntı, nefes darlığı, halsizlik, baygınlık hissi gibi şikâyetleri ortaya çıkar. Hayati tehlike oluşturan bu durumda derhal müdahale eden doktorlar, hastanın kalbinin çevresindeki keseye ince bir iğneyle girip enjektörle 1 litreye yakın, açık sarı renkli sıvı boşalttılar. Sıvı boşaltılır boşaltılmaz Cemal gözünü açtı, rahatlamıştı. Doktorları da yükselen tansiyonunu, normale dönen nabzını, rahatlayan solunumunu görünce rahat bir nefes aldı. Hastaneye yatırılan Cemal, tedavisine ve doktor tavsiyesine harfiyen uyacağına, ilaçların bir yan etkisi olursa doktoruna danışmadan kendi kendine tedaviyi kesmeyeceğine söz verdi. Artık hastalığı iyileşmiş sayılır mıydı? Başına tekrar aynı sıkıntılar gelir mi diye merak ediyordu. Doktoru, perikardit geçiren her 4-5 kişiden birinde hastalığın aylar veya yıllar sonra tekrar edebileceğini söyledi. Ender de olsa, kalbin çevresindeki kesenin giderek kalınlaşıp, sertleşip kalbi zırh gibi sarma ihtimali de vardı. Ama Cemal'in, perikardit hastaların büyük çoğunluğu gibi tamamıyla iyileşme ihtimali çok yüksekti.
Milliyet
1,347,006
Yazarlar
ZEKAMIZI KULLANABiLiRiZ Bugün zekamızı kullanabi-leceğimiz kazançlı fırsatlar sunuyor. Ticari alanda daha iyi değerlendirmeler ve anlaşmalar yapabiliriz. Pek çok niyetimizin olumlu sonuçlar getirdiği görebiliriz. Öğleden sonra saatlerinde daha hevesliyiz ve büyük düşünmeye eğilimliyiz. Ayaklarımızı yere sağlam bastığımız sürece problem yok.Ancak günün ilk yarısında bazı gerginlikler ve duygusal açıdan tutarsızlık yaratan koşullar olabilir. Aşırı savunmacı davranarak, görüşlerimizin yanlış anlaşılmasına neden olabiliriz. Aceleci olmamak gerekiyor. Başkalarının haklarına da saygılı olmalı ve anlık çıkarlar için hareket etmemeliyiz.
Milliyet
1,326,435
Yazarlar
UÇAKLAR İkiz Kulelere çarptığından beri, hiçbir olay böylesine an be an izlenmemişti.CHP Genel Merkezi "yangın yeri" gibiydi.Televizyoncu arkadaşlara acıdım.Nereye bakacaklarını, hangi salona göz atacaklarını, hangi kata koşacaklarını bilemez haldeydiler.Ya vatandaş, o ne yapsın?Seferber olan TV muhabirleri heyecanla "Şu an ikinci kattayız..." "Hemen dördüncü kata çıkıyoruz..." "İsmail Cem Salonu çok kalabalık..." "12. kat karıştı..." falan dedikçe; onlar iyice şaşırdı.CHP Genel Merkezi devasa         bir yapı.Bir gazete yöneticisi olsaydım, binanın yerleşim planını dört sayfalık bir ek olarak dün okurlara verirdim.Kalın bir okla Genel Merkez'in kapısından girer, 12. kattaki Genel Başkanlık makamına kadar her noktayı koyu kırmızıyla işaretlerdim.Yine de yardımcı olabilirim merak edenlere.CHP'nin internet sitesinde Genel Merkez binasının tanıtımına yönelik bir "sanal tur" bölümü var.Gerçi her yer, örneğin "meşhur 4. kat" yok!Ama bir fikir sahibi olmak mümkün.Özellikle de 12. kata çıkıldığında, yaşanan kavganın odağındaki MYK'nın toplantı salonunun, genel başkanın katında bulunduğunu görmek; en azından kısa vadede hakimiyetin nerede olacağını anlamaya yetiyor!* * *Önder Sav dün esti, gürledi.53 yıllık maziyi hatırlattıktan sonra, lafı özetle "Partinin sahibi biziz" demeye getirdi.Önder Bey kusura bakmasın.Partilerin gerçek sahibi halktır.Seçimlerde CHP'ye oy veren insanlardır.O nedenle CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu "en doğru" yere yaslanmaktadır.Ve ayrıca CHP, bunca yıl iktidar olamamışsa; bunun da sorumlusu onca yıl CHP'nin yönetimini elinde tutanlar değil de, kimdir?* * *Kavga ise kavga...Savaş ise savaş...Olan oldu.Artık önemli olan, bundan sonra ne olacağı.Kimseye akıl verecek halim yok.Ama "Ben olsaydım" deme hakkım var ve bu hakkı her zaman olduğu gibi, kullanacağım yine.Kemal Kılıçdaroğlu'nun yerinde olsaydım...Seçimli Olağanüstü Kurultay'a giderdim.Bir kurultay delegesinin yerinde olsaydım...Gider, Kemal Kılıçdaroğlu'nu desteklerdim.İzmir'in cesur insanlarıBir tarafta Kemal Kılıçdaroğlu... Bir tarafta Önder Sav... Bir tarafta Deniz Baykal...Bu aşamada işi en zor olanlar, CHP'de politika yapanlar.Taşlar yerinden fena oynadı.Onun için İzmir cenahında da çoğu kişi şaşkın.Ne olduğunu... Ne olacağını anlamaya çalışıyorlar.Dolayısıyla ağızları bıçak açmıyor.Konuşmak zorunda kalanlar "Gelişmeleri izliyoruz" demekle yetiniyor.Eh, haklılar tabii.İşin ucunda yanlış ata oynamak var!Kimi de kararlı.Meselâ Aziz Kocaoğlu kararlı.Öyle olmasa en yakın arkadaşı Alaattin Yüksel, Genel Başkan Yardımcısı olarak Kemal Kılıçdaroğlu'nun yanında yer alır mıydı?Meselâ Kemal Anadol kararlı.Öyle olmasa, Önder Sav konuşurken yanı başında mikrofonu tutar mıydı?Kararlı olmak, cesaret işidir.Ben de cesur insanları severim.Tek karelik nostalji!
Milliyet
1,332,805
Yazarlar
Araştırmalar gösteriyor ki, rafine edilmiş tahıllıl... - Dilara Koçak Dilara Koçak İyi Yaşam TAM TAHILLAR KARIN YAĞLARINDAN KURTARIYOR Araştırmalar gösteriyor ki, rafine edilmiş tahıllıları tüketmeyip, tam tahıl olanları tercih etmek belimizin daha ince olmasını sağlıyor  32 ile 83 yaş arasındaki    2 bin 834 kadın ve erkek takip edilerek yapılan bir çalışmaya göre günde 3 ya da 4 porsiyon tam tahıl tercih edip ve günde 1 porsiyondan daha az rafine edilmiş tahıl yiyen yetişkinler, bu beslenme   tarzını takip etmeyenlere göre, yüzde 10 daha az yağlı bele sahip oluyor. Bu çalışmada örneğin bir dilim tam buğday ekmeğini 1 dilim tam çavdar ekmeği, 1 kase yulaf unu veya bulgur tam tahılı temsil ederken, rafine tahılı ise beyaz ekmek, beyaz pirinç, şeker, meyve suyu, kek kurabiye vb şekerli besinler temsil ediyor. Araştırmacılar, katılımcıların bel çevrelerindeki -aynı zamanda iç organlardaki- yağın miktarını ölçtüler. Buna ek olarak, vücudun diğer bölgelerinde derinin altında ne kadar yağ olduğunu da incelediler. İç organlardaki yağlanmanın, deri altındaki yağlanmaya nazaran daha kötü olduğunu biliyoruz. Özellikle bel çevresindeki yağlanma metabolik sendromun gelişmesiyle ilişkili olduğundan hipertansiyon, sağlıksız kolesterol düzeyleri ve insülin direnci gibi birçok belirtiye, kalp rahatsızlıklarına ya da Tip 2 diyabete yol açmakta. Peki, tam tahıl tüketimini beslenmeye ekleyip ama bununla birlikte rafine tahıl da diyette yer almaya devam ederse ne oluyor? Maalesef çok fazla rafine edilmiş tahıl yerken, aynı zamanda tam tahıllı besinler de tüketilince, aynı fayda görülemiyor. Günde 4 porsiyondan fazla rafine edilmiş tahıllı besinler, kişide her ne kadar beraberinde tam tahıllı besinler tüketmiş olsa da, iç organlardaki yağlanma oranlarında iyi bir gelişmeye yol açmıyor. Sonuçlar öyle gösteriyor ki, beslenmenizde besinlerin yerine başka şeyler koyabilmek için mutfağı genel olarak gözden geçirmek gerekiyor. İşte size bazı tavsiyeler: - Beyaz pirinç yerine, esmer pirinçle veya bulgurla yemek pişirmeyi tercih edin. - Beyaz ekmek yerine sadece tam tahıllı ekmekle sandviç yapmayı seçin. - Dolmalarınıza pirinç yerine bulgur veya yulaf ekleyin. - Çorbalara un eklemek yerine bulgur veya yulaf veya tam buğday unu koyun. - Meyveleri kabuklu yenebiliyorsa kabuğu ile tercih edin, meyve suyu içme alışkanlığınızı taze meyve ile değiştirin. - Kendinizi takip etmek için bir yeme günlüğü yazmaya başlayın ve her gün bir porsiyon rafine tahıldan daha fazlasına yer vermeyin. - Ekmek olarak kepekli ya da tam taneli olanları tercih edin, tam buğday veya tam çavdar gibi... - Kuru baklagillere sofranızda daha fazla yer verin. - Salatalarınıza nohut, tam buğday, mercimek veya bulgur ilavesi yapın. - Makarna seçiminizde de kepekli olanı seçmeye çalışın bol domatesli       ve sebzeli soslarla aynı lezzeti   yakalayabilirsiniz. - Kahvaltınıza yulaf ekleyin. Yoğurt ile ara öğün seçimi de hoş olabilir. Maydanozlu bulgur salatası- 1 demet maydanoz -1 demet nane n 1 domates  -2 çay kaşığı haşlanmış bulgur Maydanoz ve naneleri ince doğrayıp küp doğranmış domates ve haşlanmış bulgur ile karıştırın. Sos için: -1 çay kaşığı nar ekşisi  -1 tatlı kaşığı limon suyu   -1 çay kaşığı elma sirkesi  -1 tatlı kaşığı zeytinyağı Tavuklu buğday salatası- 5-6 yaprak kıvırcık marul   -2 çay kaşığı haşlanmış buğday -Yarım yeşil elma -5 badem -60 gram ızgara tavuk Elmaları kabuklu olarak ince ince yarım ay şeklinde doğrayın, marul yapraklarını eliniz ile ufak parçalara ayırıp, haşlanmış buğdayla karıştırın tüm malzemeyi sos ile harmanlayıp üzerine ızgara edilmiş tavuğu dilimleyin ve badem ile süsleyin. Sos için: -1 tatlı kaşığı hardal -1 tatlı kaşığı limon suyu - 1 tatlı kaşığı zeytinyağı, az tuz Gülüm DağlıNE Ki ŞiMDi BU?H&M HEYECANINDAN UTANMAKÇağdaş ErtunaSon durumBen de dans yarışmasındaydımMehveş Evin Ne kadar İstanbullusun?Ali EyüboğluAliceELDE VAR EĞLENCE!Cadde'deki Hayalet--YABANCI FiLM HAYRANLIĞI MI,AL SANA!Hakan KırkoğluMüneccimbaşıÇABA iÇERiSiNDEYiZDilara Koçakİyi YaşamTAM TAHILLAR KARIN YAĞLARINDAN KURTARIYORSina KoloğluReyting canavarı'NEW YORK'TA BEŞ MiNARE' TV'DE iLK HANGi KANALDA?MUAZZEZ ABACIGhettoSaat: 22.00Fiyat: 45 - 90 TL Tel: 0 212 251 75 01CEM ADRİANBeyoğlu Hayal KahvesiSaat: 22.30Fiyat: 35 TL Tel: 0 212 244 25 58YOL PROJECT PLAYSİstanbul Jazz CenterSaat: 21.30Fiyat: 25 - 30 TL Tel: 0 212 327 50 50LOU RHODESBabylonSaat: 21.30Fiyat: 35 TL Tel: 0 212 292 73 68ŞEYTANCA ŞEYLERKulis Oda SahnesiSaat: 20.30Fiyat: 25 - 30 TL Tel: 0 216 467 33 32
Milliyet
1,334,152
Yazarlar
Parçalı Bulutlu O GÜNE KADAR BÜTÜN FiiLLER MÜŞTEREK Kumbaracı50, 1'inci yaş gününü 'Altıdan Sonra Tiyatro'nun orada çıkan ilk ürünü 'Fail-i Müşterek' ile kutladı"B ir gün herkes         15 dakikalığına insan olacak... O güne kadar tüm fiillermüşterek..." Son cümlesi benimle beraber geldi oyunun. En çok o kaldı, düşündürdü, kurcaladı, rahatsız etti... Tam da hedeflendiği gibi. Yiğit Sertdemir, sık sık 'en büyük sorununun oyun yazarı' olduğu tekrarlanan tiyatromuzun yıllardır çıkardığı en parlak isimlerden biri. Yönetmen ve oyuncu olarak da, ama en çok yazar olarak. O hem bir   İstanbul Şehir Tiyatroları oyuncusu, hem Altıdan Sonra Tiyatro'nun beyni, omurgası. Ve hayırlı bir iş için bir araya gelmekten    aciz toplumumuzun şaşırtıcı 'fail-i   müşterek'lerinden olan Kumbaracı50'nin temel taşlarından biri.Kumbaracı50, geçtiğimiz hafta birinci yaş gününü kutladı. Öncesinde de Altıdan Sonra Tiyatro'nun bu mekanda çıkardığı ilk ürün olan 'Fail-i Müşterek'i izledik. Görünüşte tek kişilik bir oyun; 'yazan - tasarlayan - aktaran: Yiğit Sertdemir'. Ama 'dış gözler' var, müziği, ışığı tasarlayanlar, videoları çekenler, bölümleri birbirine bağlayan röportajları yapanlar... Tek tek isimlerini yazacak yerim olmadığı için üzgünüm hakikaten, ama bu bir 'müşterek fiil', bunu söyleyebilirim. Ve neyin peşinde? Ortaklaşa yarattığımız, sessiz durarak, seyirci kalarak aslında bir parçası olduğumuz, 'fail-i meçhul' ilan edip rahatlamaya çalıştığımız cinayetleri, katliamları, darbeleri, depremleri bir bir gözümüze sokup huzurumuzu kaçırmayı. "Ben dahil kimse bu oyundan kendiyle hesaplaşmadan çıkmamalı" diyordu Sertdemir, Milliyet Sanat'ta Ece Baktıaya'ya verdiği röportajda. Öyle de oluyor. Her adımda soruyor, sorduruyor: "Bütün bunlar olurken  sen neredeydin?"Ve gene o röportajda dediği gibi "Her şey bir fail-i müşterek.   Burası da öyle... 'Fail-i müşterek'in müspet ellerde iyi amaçlar için kullanılması Kumbaracı50 gibi bir mekan yaratır; menfi                     ellerde kullanılması ise Kumbaracı50 gibi bir yeri kapatır."Söz buraya gelmişken, Yiğit Sertdemir'in oyunun son bölümünde sinir bozucu bir kişisel gelişim uzmanı kılığında karşımıza çıkarak, şubat ayında Özen Yula'nın 'Yala Ama Yutma' oyunuyla ilgili o mekanda yaşanan tatsızlıkları hatırlatması da anlamlı olmuş. Biriken topluluğunun sahnelediği oyun, şuursuz tepkilerin hedefi haline gelmiş, mesele, oyunun iptal edilip Kumbaracı50'nin yangın merdiveni eksikliği gerekçesiyle bir süre mühürlenmesine kadar varmıştı. Ben de bu vesileyle tekrar, 'eti ne budu ne' bir topluluk olan Biriken'in büyük bir cesaret ve kararlılıkla 'Yala Ama Yutma!'yı 10 gün önce iki kereliğine de olsa Garajistanbul'da seyirciyle buluşturduğunu hatırlatmak istiyorum. Belki 'müşterek bir fiil' daha işleyebilir, oyunun devam etmesini sağlayabiliriz... G-Mall'a neler oluyor?İlk günden beri sinemaya gitmeyi en çok sevdiğim mekanlardan biri oldu G-Mall. Tiyatro Dot'un orada açılan şubesiyle daha da anlam kazandı. Bir tarafta en dört başı mamur spor merkezlerinden biri olan Mac, karşısında DotMarsta, yanında oyun ve film çıkışı gidip bir kadeh ya da fincan bir şey içebildiğiniz Good Mood...Yukarıda zaten şahane sinema salonları, arada yemek yemek isterseniz NumNum, bir de D&R. Daha ne olsun? Basbayağı hayat vardı orada. Bir süredir aynı canlılığı bulamıyordum zaten ama hiç bu hafta sonu olduğu kadar terk edilmiş görmemiştim G-Mall'u. Cumartesi öğlen seansına filme gitmek istedik, öncesinde buluşup bir kahve içmek. Good Mood kapanmış, kapısında bir haciz kağıdı. Eee tamam, NumNum var? Hayır, yok, 12'den önce açılmıyor.Sinemada sadece bir tane süperman var, aynı anda kahve yapıyor, bilet satıyor, mısır patlatıyor, yer gösteriyor. Onun dışında in cin top oynuyor. Girerken de böyle, çıkarken de. Ama telefonla rezervasyon yaptırmak istediğinizde görevlilerden "Yoğunluktan dolayı rezervasyon alamıyoruz" diye bir cevap alıyorsunuz. Dalga geçer gibi. Yazık değil mi, bu kadar güzel, merkezi bir yerin bu hale gelmesi? Çok rica ediyorum, silkinip eski haline dönsün.
Milliyet
1,342,778
Yazarlar
TARIK Akan, Atatürk tarafından okunduğunu zannettiği "Selanik türküsü"nü bir TV programında dinletti. Atatürk'e ait yeni bir keşif yapılmış gibi bir heyecan dalgası esti...Halbuki o ses Atatürk'ün değil, Can Dündar'ın "Mustafa" filmindeki kameramanın sesiymiş.Bunun üzerine başka bir konu gündeme geldi; Atatürk'e bir ses kayıt cihazı armağan edilmiş, kendi sesini kaydedip dinlermiş, sonra o plakları imha ettirmiş. Bu konuda benim bilgim yok.Bunları konuşurken pek bilinmeyen bir ses kaydı gündeme geldi: 1937'de Atatürk'ün Celal Bayar'ı öven sözlerinin kaydedildiği plak... Bu ses kaydı birçok kimsede var, ben de dinledim ve bilgisayarıma da kaydettim.Atatürk'ün bu ses kaydı kamuya açık olarak hiç yayınlanmadı bildiğim kadarıyla... Bunun birkaç sebebi olabilir: Evvela kayıt cızırtılı, sözler anlaşılıyor ama ses çok net değil. Ünlü "Sofra" sohbetlerinden birinde Celal Bayar'a hitaben yaptığı bu konuşmada Atatürk, Celal Bayar'ı övüyor.Bayar'ı övüyor diye mi gölgede bırakıldı acaba? Atatürk ve Celal BayarHıfzı Veldet Velidedeoğlu, Atatürk'ün Celal Bayar'dan bahseden sözlerini "Söylev"den bile çıkarmış, resmen sansürlemişti, "Atatürkçü düşünce için önemsiz" diyerek! Atatürk'ün önem verip Nutuk'ta bahsettiği, konuşma ve yazışmalarında dile getirdiği birçok konu vardır böyle 'Atatürkçüler' tarafından sansürlenmiş...Ama Atatürk'ün Bayar'ı "en büyük iktisatçımız" diyerek övdüğü başka sözleri de vardır. 1930'ların iktisat tarihine "İnönü dönemi" ve "Bayar dönemi" diye bakılsa bu iki dönemin gerçekten farklı olduğu görülür.Atatürk iktisadi görüşlerinde 'devletçi' İnönü'den ziyade 'özel sektörcü' Bayar'a yakın olmuştur.Bayar'ı övmesinde hem Bayar'ın başarılı iktisat politikalarının, hem o sırada Atatürk'ün İnönü'ye karşı duyduğu sert tepkinin etkisi olduğunu da düşünüyorum. 1937'de İnönü hakkında ağır sözler söylediği bilinmektedir.Atatürk'ün sesiAtatürk'ün sesi uzun süre kalın, hükmedici bir ses olarak düşünüldü. Eski TRT yayınlarında Atatürk'ün konuşmalarını en "Davudi ses"li spikerler okurdu.Atatürk deyince zihinlerde oluşan "heybet" hissiyle, ince sesi zihinlerimizde bağdaştıramamıştık galiba...Hatta ne kadar gerçek bilmiyorum, Ege'de efelerin Mustafa Kemal Paşa'yı orta boylu ve ince sesli görünce nasıl şaşırdıkları ve bir de Paşa "şekerli kahve" isteyince nasıl sarsıldıklarına dair fırkalar anlatılıyor.Gerçek olmasa bile 'halk muhayyilesi'ni gösterir bu tür söylentiler.Atatürk'ün birçok özel ve resmi konuşmalarını dinlemiş olan Amerikan Büyükelçisi Joseph C. Grew, sesinin "ince ve ahenkli" olduğunu yazıyor.Bu bilinen bir gerçek...1930'lardak kayıt teknolojisi yüzünden 'daha ince' bir ses duyuyor olabiliriz. Turizm ve Kültür Bakanı Günay'ın açıkladığı kayıttaki ses, bilinenden biraz kalın ama yine "tenor", olsa olsa "baritona yakın bir tenor sesi"dir. Tuhaf olan, sesin kalınlığına, inceliğine böylesine takılmaktır. Bu biraz onu 'doğa üstü' gibi tahayyül etmekten kaynaklanıyor. O da herkes gibi bir insandı, üstün tarafı irade gücüyle kurmay zekâsıydı. Bu kabiliyetlerin de sesle, boyla posla ilgisi yok.
Milliyet
1,342,780
Yazarlar
Geçen hafta sonu arkadaşlarım beni Çamlıca'ya kebap yemeğe götürdü. Gittiğimiz lokantayı anlatmadan İstanbul yaşamındaki dönüşüme dikkatinizi çekmek istiyorum.Eski İstanbullu kebabı bilmezdi. Yeni İstanbul'da ise kebapsız yaşanmıyor. Kebap alışkanlığı İstanbul'da yayıldıkça, her köşede bir kebapçı açıldı. Rekabet başlayınca kebapçılar mutfakları, salonları, servisleri ile lüks lokantalar haline geldi.Arkadaşlarımın götürdüğü lokantanın ismi Beyce Sultan. Bu isim Denizli'nin Çivril ilçesine bağlı Beycesultan Höyüğü'nden geliyormuş.Kapıda bizi güler yüzlü bir hanım kızımız karşıladı. İsmi Merve Sezgi imiş. Amerika'da halkla ilişkiler eğitimi görmüş. Ondan öğrendiğimize göre, Malatyalı Vahap Tanrıverdi isminde tekstil sektöründe faaliyet gösteren bir işadamı, eski Nezih'in Hamza Koç kaptanlığında bir araya gelen eski kadrosunu destekleyerek bu kebap lokantasını açmış. Mutfağını gezdim, pırıl pırılBilmeyenlere Nezih'i anlatayım. Gaziantep'in ünlü kırtasiyecisi Gözlüklü Cemil'in oğlu Hakkı Öztürk'ün 1976 yılında açtığı Nezih ismini taşıyan kebap lokantası İstanbullulara Gaziantep kebabını tanıtan lokantadır. İstanbul'un üç semtini dolaşan Nezih'in son binası Göztepe'de idi. Hakkı Öztürk öldü, Nezih kapandı. Kebapçılar arasında ünü devam ediyor.Hava güzeldi. Lokantanın önündeki bahçede bir masanın etrafına dizildik. Nezih'ten tanıdığımız Hamza Koç yemekten önce mutfağı gezdirdi. Mutfak ve tuvalet lokantanın temizliğini gösterir.Beyce'nin açık ve büyük bir mutfağı var. Pırıl pırıl. Mutfak personeli tezgah arkasında çalışıyor. Ön tarafta çorbalar, zeytinyağlılar, mezeler ayrı ayrı bölümlerde cam arkasına sıralanmış. Masamıza oturduk. Listeyi getirdiler. Anadolu'nun değişik yörelerinden çok sayıda yemek ismi var. Her hafta belli yöre yemeklerine ağırlık veriyorlarmış.Hatay'ın zahter (taze kekik otu) salatasını ısmarladık. Salata yanında zeytinyağı içinde kekik tohumu ikram ettiler. Sıcak ekmeği banarak yemek pek iyi oluyormuş.Etsiz sebze yemekleri olarak Çukurova'dan sakala çarpan denilen ıspanaklı, yeşil mercimekli yemeği, Urfa'dan pazı borani yemeğini, Hatay'ın patlıcanlı muallesini yapıyorlar.Etli yöresel yemek çeşitleri pek zengin.Biz önce kıtır lahmacunu, daha sonra da patlıcanlı kebap ile küşlemeyi paylaştık. Tatlı olarak da tel kebap yedik. Sumak, kuşburnu, zencefil gibi değişik şerbet çeşitleri var. Masamız ile şef Mustafa Çetin ilgileniyordu. Yemeklerin lezzeti, sunumu ve servis düzgündü. Muffak sorumlusu Veyis Bayram'ı kutladık. Çamlıca'ya yolu düşenlere tavsiye olunur.Her yöreden çorba varListedeki Keleçoş Çorbası dikkatimi çekti. Keleçoş (veya Kaledoş) Van yöresinin bir yemeğidir. Beyce Sultan'da çorbasını yapmışlar, ufacık kaplarda sıcak sıcak servis ediyorlar. Pek lezzetli ve midevi bir çorba. İçinde yoğurt, buğday yarması, yeşil mercimek, nohut, ıspanak, cendere otu, parça et var. Maraş'ın yılanotu çorbası, Adana'nın dul avrat çorbası, Karadeniz'in ısırganotu ve karalahana çorbası, Antep'in alaca ve lebeniye çorbası, Malatya'nın ana-kız çorbası da listeye konulmuş. Ancak bunlar belli dönemlerde servis ediliyormuş.Fiyatlar nasıl?Çorbalar 6-8 TL. / Ara sıcaklar, giriş yemekleri, zeytinyağlılar, yöresel sebze yemekleri 2,5-7,5 TL. Lahmacun 4 TL. / Pideler 13-15 TL.  Etli yemekler 10-20 TL.  Kebaplar 15-20 TL. / Tatlılar 8 TL.
Milliyet
1,334,202
Yazarlar
Ne kadar İstanbullusun? Beyaz Türklük, yüzde 42, İstanbulluluk üzerine atıp tutmaya bayılıyoruz... Peki bunları ne kadar biliyoruz? Santralistanbul'daki 'İstanbul 1910-2010'da birçok sorunun cevabını buldumRant tükenir. Seçkin dünyası çöker. I. Dünya Savaşı sonrası İstanbul'un nüfusu               1 milyondan 500 bine düş-müştür... Şehir, bir yandan 20'nci yüzyıla hazırlanmaktadır.İstanbul'un 20'nci yüzyıl başında geçirdiği değişimi anlatan ilk bölümünün başlığı 'Payitahtın günbatımı'. Çoğu Alman Arkeoloji Enstitüsü'nden  ödünç alınan inanılmaz güzellikte fotoğraflar, gravürler, haritalar eşliğinde. Nedense bizde böyle bir arşiv yok. Santralistanbul'daki serginin tam adı 'İstanbul 1910-2010: Kent, Yapılı Çevre ve Mimarlık Kültürü Sergisi'.  20'nci yüzyılda modernleşme sancıları çeken şehre dair öyle ayrıntılı, öyle leziz bilgilerle dolu ki gezmek için  yarım gün bile yetmeyebilir.Abartmıyorum. Ben 2.5 saatimi müzede geçirdim ve ne yazık ki son 30 yılı jet hızıyla bitirdim. Günü, Tamirane'de güzel bir kahve içerek noktaladım.Saygısızlıkla savaş  derneği!İstanbul'un 100 yılı, dört ana başlıkta anlatılıyor: 1- Payitahtın günbatımı (1910-1930):  Dönemin en seçkin semtleri Yeşilköy, Büyükdere ve Moda. Nabzın attığı yer,  Galata. Yüzyıl başında köprünün üzerinde çekilmiş bir film bile   var, müthiş eğlenceli!Bugün simge haline gelen Nişantaşı mesela, 1882'de saraya yakın seçkinler için oluşturulmuş bir mahalle. 2- Cumhuriyet hamlesi (1930-1950): Ve İstanbul imar planıyla tanışıyor. Plajlarında yüzülen, gazinolarında dans edilen yeni bir şehrin inşası... Henri Prost ve Lütfi Kırdar yılları denilen bu dönemde meydanlar, bulvarlar inşa ediliyor. Prost'un vizyonu, şehrin dağınık parçalarını bağlamak. 3- İçe Patlama  (1950-1983):  İsminden de anlaşılacağı üzere geri dönüşsüz bir çoğalma ve yayılmanın hakim olduğu yıllar. Gecekondular, siyasette ve hayatta popülizm, yani bizim tanıdığımız anlamıyla İstanbul'un oluşumu. İsimsiz, üslupsuz, hatta ünlü bir müteahhitimizin itiraf ettiği gibi 'kumdan imal edilen' inşaat malzemeleriyle yapılan apartmanların istilası. 4- Küreselin Basıncı (1983-2010):  O basıncın gücünü, nüfusa, şehre kattıklarını ve götürdüklerini gayet net bir şekilde görebiliyorsunuz.  Bu bölümde üniversiteler, hastaneler, alışveriş merkezleri, eğitim profilleri haritalarla anlatılmış. Mesela 1990'da İstanbul'un eğitim profili şöyle: Yüksek eğitimliler Beşiktaş-Şişli, Bakırköy-Yeşilköy ve Kadıköy-Altunizade hattında yoğunlaşmış. Vay, yine mi kıyılar!Göç haritaları, istatistikler,   mavi ve beyaz yakalıların  şehirdeki dağılımı, toplu konut furyası, daha neler neler... İlk fırsatta tekrar  gidip, sadece 'Haritalarla İstanbul' bölümünü doya doya gezeceğim.  Bu defa yazmak için değil kendim için... Not: Sergi, 20 Kasım'a kadar İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin Silahtarağa Kampüsü'ndeki santralistanbul'da gezilebilir. Giriş öğrenciye 3, yetişkine 7 TL.BiR HEKTARA KAÇ KiŞi DÜŞER?2000'li yıllarda İstanbul'da bölgelere göre nüfus yoğunluğu, kişi/ hektar hesabıyla şöyle: Maltepe 322Suadiye 194Kurtuluş 475Teşvikiye 234Yenibosna 104Altunizade 339Çekmeköy 167Bahçeşehir 13ESKİ İSİMLER: Kurtuluş, Harbiye ve Galata'da sokakların eski ve yeni isimleri. (1950'lere kadar) İsimlerdeki erkeksi 'yaratıcılığa' dikkat. Bugünse sokaklara değil ama dükkan ve sitelere yabancı    isim verme merakımız artık absürd boyutlarda...  SERGiDEN NOTLAR-BURALAR BOSTANDI YAVRUCUM: İstanbul, 5'inci yüzyıla dek surların dışına taşmamış. 1960'lara kadar surların içinde kalan boşluklar, bostan olarak kullanılmış.- BOĞAZ HATTI: Boğaz vapur hatlarının açılışı 1851'e kadar gidiyor. En eskiler Rumelikavağı, Anadolukavağı, Arnavutköy, Üsküdar... Kadıköy 1908, Moda ise 1910'da açılıyor.- SAYGISIZLIKLA SAVAŞ DERNEĞİ: Şaka değil, 1950'lerde öyle bir dernek varmış. İhap Hulusi'nin yaptığı bir  afişte vatandaş, şehir hayatına uyum sağlaması için eğitiliyor. - HEYKEL DÜŞMANI: 1973'te Cumhuriyet'in 50'nci Yılı anısına İstanbul için ısmarlanan heykellerin 82-86 arasında yok edildiğini, kaybolduğunu biliyor muydunuz?
Milliyet
1,336,647
Yazarlar
Son durum İstanbul'dan Garance Dore geçti Modayla ilgilenenlerin yakından tanıdığı bir ikili Garance Dore- Scott Schuman. Peki ama dünyanın en etkili bloggerlarını İstanbul'a ne getirdi? Malum bloggerlar artık günümüzde çok önemli yerlere sahip. Moda haftalarında başköşelerde bloggerların oturup bir yandan tweetleyip bir yandan da iPad'den bloglarını güncellemelerine tanık oluyoruz. Benim favori bloggerlarımdan biri Garance Dore. Adresi www.garancedore.fr. Önce illüstrasyonlarla başlıyor bloguna, sonra yorumlar ekliyor, en son da erkek arkadaşının da desteğiyle fotoğraf çekmeye başlıyor. Fotoğraflar ve yorumlar illüstrasyonlardan daha çok ses getiriyor. Şimdi Garance Dore moda dünyasında önemli bir isim. Erkek arkadaşı da kendisi gibi ünlü bir blogger. Scott Schuman'ın 'Sartorialist' adlı bir blogu var. Sartorialist'te daha çok farklı şehirlerden sokak modası fotoğrafları yer alıyor. Hatta önemli moda tasarımcıları Sartorialist'teki fotoğraflardan ilham aldıklarını itiraf ediyor. Scott Schuman aynı zamanda GQ'da köşe yazarı. Peki şimdi bunları neden anlatıyorum? Çünkü Garance Dore ve Scott Schuman hafta sonunu İstanbul'da geçirdi. Hem de L-atitute adlı bir blog ve alışveriş sitesi için. L-atitute çok seyahat edenlere faydalı bir blog, alışveriş sitesinde de farklı şehirlerden farklı ürünler bulmak mümkün. Geçen haftayı İstanbul'u gezmeye ayırdılar, moda ve seyahat dosyaları için. Fotoğrafları Garance Dore çekti. Hatta L-atitude İstanbul kokteyli Nişantaşı'ndaki Anthony Todd mağazasında yapıldı. Garance Dore blogunda dün panoramik İstanbul fotoğraflarına yer vermiş, "İstanbul'a olan sevgimi anlatmak için kelime bulamıyorum" diye başlamış yazısına. Bugün de İstanbul izlenimlerini yazmaya devam edecek. Blogger deyip geçmeyin. Bu kadar etkili bloglarda böyle reklamın üstüne daha ne isteriz?      İki çocukla Kutluğ Ataman sergisiDün kendi tavsiyeme uydum ve sabah uyanır uyanmaz kendimi İstanbul Modern'e attım. Hem de biri 3,5, biri 5 yaşında iki yeğenimle beraber. Çocuklarla müze gezme fikri beni ne kadar ürkütse de, her beğendikleri şeye dokunmak isteyeceklerini bilsem de kendimi yatıştırdım. Nasılsa anne-babayla İstanbul Modern'e gelmişlikleri çok. Hatta bir ara her hafta sonu geliyorlardı, yani toplamda benden daha çok ziyaret etmiş olabilirler. Artık resimler konusunda bir fikirleri var, tabii favorileri de. Şimdi sırada Kutluğ Ataman'ın 'İçimizdeki Düşman' sergisi var. Serginin girişinde 'Türk lokumu' adlı bir video çalışması var. Dansöz kılığında dans eden bir erkek görülüyor. Ve evet o erkek, Kutluğ Ataman'ın ta kendisi. Biz hâlâ politikacıları dansöze benzetmek doğru mu, değil mi tartışırken o bir güzel klişelerle dalga geçiyor. Bu arada değme dansözlere taş çıkartıyor. Çocuklar en çok '99 Ad'dan etkileniyor. Belirli açılarda konumlandırılmış beş ekranda gözleri kapalı oturmuş, zikir halinde öne arkaya sallanan bir figür var. Henüz Kutluğ Ataman'ın eserleri için çok küçükler ama yine de ilgililer. Hatta İstanbul Modern Cafe'nin terasında keyif yapmak yerine sergiyi gezmeyi tercih ediyorlar. Sonra da müzenin mağazasında kitapları karıştırmaya başlıyorlar. Beğendiklerini alıyoruz. Günün sonunda eve geldiğimizde 5 yaşındaki Sinan kitaplarına gömülmüş, bize dönüp "A, oyuncakçıya gitmeyi unuttuk, olsun önemli değil" diyor. Onlardan öğreneceğim çok şey var. City's sonunda oldu!Nişantaşı sokakları dururken alışveriş merkezine kapanmak fikri başta hiç cazip gelmemişti. Herkes City's'e önce karşı çıkmıştı. Otopark fiyatlarından yerin altında kat kat olmasına eleştirecek çok şey vardı. Zamanla alışveriş merkezinde kapanan çok mağaza oldu. Tabii sonra yerlerine yenileri, daha iyileri açıldı. 'It's a Joke' kapandı, İzzet Çapa sinema katında 'Limonata'yı açtı. Limonata'nın terasının olması büyük avantaj tabii. Sinemalar Limonata'yla birlikte parladı. City's son günlerde en kalabalık günlerini yaşıyor sanırım. "Bayramda İstanbul boşaldı" diyenlere ve havaalanındaki tatilci izdihamına rağmen tıklım tıklım. Kabul etmeliyiz, City's farklı şeyleri bir araya toplayarak Nişantaşı'ndaki önemli bir boşluğu doldurdu.  Godiva ve HirefGodiva'nın Nişantaşı mağazasında çikolatalardan gözünüzü alıp da içeri doğru ilerleyebilirseniz bir sürprizle karşılaşıyorsunuz. Minik kafe bölümünün de arkasında ev aksesuarlarının olduğu bir bölüm var. İyi markalar yan yana dizilmiş. Christofle, Tiffany Co., Hiref, B&C Atelier... Şık bir hediye hazırlamak istiyorsanız buradan bir aksesuarla Godiva çikolatayı bir araya getiriyorsunuz. Hiref'in Godiva'nın kapısından esinlenerek tasarladığı Godiva'ya özel bir obje de var. Bakarsınız Hiref tasarımları yurt dışındaki Godiva mağazalarında da satılmaya başlanır. İşte o zaman unuttuğumuz Anadolu el sanatları da dünyayla buluşur. Neden olmasın?
Milliyet
1,328,581
Yazarlar
CHP'deki tüzük depreminden CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun güçlenerek çıktığı gözleniyor. Parti seçime Kemal Bey'in genel başkanlığında gidecek. Kurultay kararını da gelişmelere göre Kılıçdaroğlu verecek. Genel Sekreter Önder Sav ve ekibinin MYK'dan tasfiyesi ardından sular durulmuşa benziyor.Eski CHP lideri Baykal'ın bu süreçte desteğini Kemal Bey'den yana kullanması, yönetimdeki "13+1" modelinin hayata geçirilmesinde etkili oldu. Önder Bey, tüzük sorununu yargıya götürmekten ve olağanüstü kurultay için harekete geçmekten şimdilik vazgeçti. Sav'ın "geri çekilme" kararında partiyi kamuoyunda daha fazla yaralamama duygusunun ağır bastığı bildiriliyor.CHP'nin seçime yedi ay kala "bölünmüş" bir parti görünümü vermesi, ömrünü bu harekete vermiş kadroların içine sindirebilecekleri bir durum değil. Deniz Bey de aynı duygular içerisinde partiyi korumaya çalışıyor.Muhalefetin ve "sol"un böyle bir yazgısı var: 1980 darbesinin ağır yıkımına uğradıktan sonra iktidar seçeneği olmaktan çıktılar ve "içe dönük" mücadeleye döndüler. SHP ve CHP 1990'lardaki kısa süreli koalisyon süreçlerinde enerjilerinin büyük bölümünü kurultaylarda tükettiler. 2002'den bu yana da AKP karşısında seçim kaybediyorlar.2011 seçimleri bu yazgının değişmesi açısından tarihsel önemde.Ecevit, sosyal demokrasinin makûs talihini 1973-77 seçimlerinde değiştirmeyi başarmış ve oyları yüzde 44'e dek çıkarmıştı. Ancak o zamanki iktidar egemenleri, Ecevit Hükümeti'ne iki yıl bile tahammül edemediler. MC Hükümetlerini ve askeri darbeyi sola tercih ettiler.2010 Türkiye'sinde de AKP'den kaygı duyan çevrelerde, CHP ve Kılıçdaroğlu konusunda 1970'lerde Ecevit'in yükselişine benzer tereddütler gözleniyor. CHP'deki son olaylar bu korkuları biraz daha tetikledi. Tartışmaları CHP'ye ve sola özgü bir değişim, yeniden yapılanma ve dinamizm olarak görme yerine, "parçalanma, bölünme" penceresinden görme alışkanlığı bir kez daha karşımıza çıktı.Oysa 1960'ların "ortanın solu", Ecevit'le kendini bulan "sosyal demokrasi"nin tarihi incelendiğinde CHP'deki büyük sıçramanın da tüzük ve program kavgaları üzerine inşa edildiği görülecektir.Ecevit'in başarısı partiyi "ideolojik" olarak sola açarken, "düzen değişikliği" programıyla iktidar hazırlığına girişmesiydi.CHP solu, bu iddiayla partinin 1930'lardaki anlayışından koptu, 12 Mart muhtırasına destek veren kadrodan koptu, Gürler'i Cumhurbaşkanı seçtirecek "askeri vesayet"e karşı çıktı. Ve sivil, özgürlükçü, demokratik sol vizyonla seçim kazandı.Kemal Bey'in tüzük tartışmalarında boğulmadan, toplumun önüne CHP'nin ülkeyi AKP'den daha iyi yönetebileceğine dönük hedefler koyması gerekiyor.Yeni CHP'nin iktidar şansı buna bağlı.
Milliyet
1,326,248
Yazarlar
Türkiye'den binlerce kilometre uzakta olduğu halde, Brezilya öteden beri Türk kamuoyunun yakın ilgi gösterdiği bir ülkedir.Türk halkı Brezilya'yı daha çok futbolcu, Rio Karnavalı ve TV dizileri ile tanır.Ancak son zamanlarda Brezilya'nın "ekonomik mucizesi" de merak konusu olmaya başladı Türkiye'de.Ve bu merak geçen mayısta İran'la ilgili Türk-Brezilya ortak diplomatik girişimi ile büsbütün arttı. O kadar ki, bu uzak diyarda yapılan başkanlık seçimleri, bizde de ilgiyle izlendi.Kuşkusuz bu merak ve ilginin bir nedeni, Türkiye ile Brezilya arasında keşfedilen benzerliklerdir. Büyük coğrafi mesafeye rağmen, gerçekten iki ulusun ekonomik ve siyasal durumlarında bazı ortak noktalar var.Brezilya'daki seçimler, bu açıdan da uzaktaki bu ülkeye daha yakın bir gözle bakma fırsatını veriyor.  İstikrarın garantisiİki yüz milyon nüfuslu, federal bir yapıya sahip Brezilya'da başkanlık sistemi yürürlüktedir. (Türkiye'den farklı, daha çok ABD sistemine yakın.)Brezilya'da başkan en çok iki dönem (toplam 8 yıl) görev yapabilir. Herkesin kısaca Lula diye tanıdığı Luiz İnancio Lula da Silva bu süreyi tamamladığı için, çekilmek zorunda. Onun başında bulunduğu İşçi Partisi, Lula'nın bir nevi varisi sayılan Dilma Roussef'i aday gösterdi. Ve bu kadın politikacı pazar günkü ikinci turda oyların yüzde 56'sını alarak Brezilya'nın yeri devlet başkanı seçildi.Dilma'nın seçilmesinde kuşkusuz onun hamisi olan Lula'nın popülaritesinin ve etkinliğinin önemli payı var. Nitekim seçim kampanyasında Lula, "milletin anası" diye tanımladığı 62 yaşındaki Dilma'ya tak destek verdi.Ancak Dilma da kişiliği olan, yetenekli bir politikacı. Genç iken Marksist görüşleri dolayısıyla askeri rejimin gazabına uğramış, hapsi boylamıştı. Brezilya demokrasiye dönünce, İşçi Partisi'ne katıldı ve hızla yükseldi. Lula'nın güvendiği ve kabinesinde yer verdiği yakın bir çalışma arkadaşı oldu.Dilma, Lula'nın görüşlerini aynen paylaşıyor. Dolayısıyla ekonomide ve diğer konularda aynı politikaları izleyecek. Bunun anlamı, Brezilya'da devamlılığı ve istikrarın garantilendiğidir.  Zaten seçmenlerin çoğu, "Lula'nın yoluna devam edilmesi için" Dilma'ya oy verdiklerini söylediler.Aslında Brezilya Lula'ya çok borçlu. Gerçi ondan önceki liderlerin de ülkenin kalkınmasında ve istikrara kavuşmasında önemli katkıları oldu. Ama Lula 8 yılda yeni bir Brezilya profili ortaya çıkardı. Brezilya "gelişen ülke" kategorisinden "gelişmiş ülke" sınıfına geçti.Hem uzak, hem yakınBugün Brezilya dünyanın en güçlü sekizinci ekonomisine sahip. Ulusal geliri 2 trilyon doları, rezervleri 230 milyar doları buluyor. Yüzde 7'lik büyüme hızı ile, küresel mali krizi de atlatmasını bildi.En önemlisi, Brezilya'nın yoksullukla mücadelede, orta sınıfın güçlenmesinde başarılı olmasıdır. Gerçi zengin-fakir farkı tamamen kalkmış değil; ama Dilma'nın amacı bunu sağlamak, ülkenin ekonomik potansiyelini devlet desteğiyle arttırmaktır.Kuşkusuz Brezilya'nın bu duruma gelmesi hızlı ekonomik büyüme ve siyasi istikrar sayesinde mümkün oldu.Türkiye ile Brezilya arasında bu bağlamda benzerlikler var.İki ülke de dünya sahnesinde yeni profilleriyle kendilerini belli etmeye başlıyor.Bu benzerlikler, ortak girişimlerde ve işbirliğinde, kıtalar arasındaki mesafeyi artık hissettirmiyor.
Milliyet
1,346,008
Yazarlar
Hassas milletiz ya, memlekette bir "hassasiyet faşizmi" almış başını yürüyor.  halkını inim inim inleten Ahmedinecat'a, 'da dünyanın tescil ettiği soykırımını organize eden Ömer el-Beşir'e tek laf etmeyen Türk aydını, iş asıllı yazar V. S. Naipaul olunca aslan kesiliyor. Kolay değil, hassasiyetlerimiz var. 'da 3000 boşaltılmış köy, binlerce olsa da; asıl 'daki hassasiyetlerimiz o kadar kabarık ki, daha iki ay önce yeterince Yugoslav asıllı film yönetmeni Emir Kusturica'yı yaka paça attık memleketten. Şimdi "Müslümanları aşağıladı" diye Nobel ödüllü yazar Naipaul'u kovalıyoruz. Bir haftadır devam eden bu gürültü içinde (birkaç istisna dışında) adamı tanıyan, okuyan, bilen birileri olsa içim yanmayacak. Hassasiyet faşizminde başı çeken Hilmi Yavuz'un yazılarından sanırsınız ki Naipaul, 'daki ırkçı politikacı gibi sabah akşam 'a söven biri. Oysa insan-sevmezliğiyle ünlü yazar, sadece coğrafyası değil genel manada (kendinin de içinden çıktığı) üçüncü dünyaya burun kıvıran ve yeri geldiğinde alay eden biri. Kitapları rengârenk, ama yorucu. Doğu'yu ve hatta genelde insanları pek sevmiyor. Hakkında yazılan sayısız biyografiden, narsist bir kişilik olduğunu biliyoruz. Ama Picasso da, Dali de narsistti. Hayatındaki kadınları üzen, en yakın arkadaşlarıyla kavga etmiş, sevimsiz bir adam; ancak ansiklopediler sevimsiz adamlarla dolu. Evet sağcı, fakat yaşayan yazarlar arasında İngilizce dilini en güzel kullanan 50 kişiden biri. Naipaul'un "İslam şöyle kötüdür", "Müslümanlar şöyle fenadır" diye bir sözü yok. Karısı Pakistanlı. En büyük kabahati ise, İslam'ı sonradan kabul eden ulusların kendi geçmişlerini, geçmiş kültürlerini imha ettiklerini iddia etmesi. Doğru ya da yanlış, tartışabiliriz. Ancak bu tez İran'da bile sebebi sayılmaz. Hilmi Yavuz'un yazılarında ne Naipaul'u okuduğuna dair bir işaret var ne de Hint kökenli Trinidadlı yazardan kanımızı kaynatacak İslamofobik bir alıntı. Bütün tezini Edward Said ve Suriyeli yazar Rana Kabbani'nin Naipaul eleştirilerine dayandırıyor. Muhtemelen Naipaul okumuş değil. Linç kampanyasında başı çeken Yavuz'un en önemli tezi, Naipaul'un "kolonialist" ve "emperyalizm yanlısı" olduğu. Pardon? Bu kriterlerle sayın şair bundan sonra kaç yazar, sinemacı, siyasetçiyi yaka paça dışına atmayı planlıyor, belli değil.  Ancak örneğin, umuyorum ki bir an önce, (20'nci yüzyılın en büyük şairlerinden olsalar da), savaşı överek betimleyen Apollinaire ya da 'ye sempatisi olduğu söylenen Ezra Pound'un kitaplarının basımını durdurmak için kolları sıvayacaktır. Burada da durmamak lazım. Orianna Fallaci'nin "Doğmamış Çocuğa Mektuplar"ı hâlâ kadınlar arasında popüler. sonrası İslam'ı çok ağır eleştirmişti. Salman Rüşdü'nün adını anmaya bile gerek yok. Büyün bunları hayırlısıyla kütüphanemizden ayıkladıktan sonra hepimiz oturup hassasiyetlerimize saygı duyan, muhterem yazarları okur, büyük Türkiye ideali çerçevesinde temiz birer hayat yaşarız umuyorum. Ne güzel günler bekliyor bizi.
Milliyet
1,346,025
Yazarlar
Televizyon izlemeyi seviyorum. Tembel işi de deniliyor. O... - Sina Koloğlu Sina Koloğlu Reyting canavarı BEN GALiBA DiZiLERDEN SOĞUDUM Televizyon izlemeyi seviyorum. Tembel işi de deniliyor. Otur, izle, yaz. Bunlar umrumda değil. Bu sene devreye giren dizilerin ilk bölümlerini izledim. Sonrasında devamını tahmin etmek mümkün. Konular değişmeyecek, şablonlar değişmeyecek. Karakterler yer değiştirecek o kadar. Galiba ben konulardan da bıktım. 'Fatmagül'ün Suçu Ne?' hâlâ o tecavüz sahnesinde kalanların tartışmalarıyla devam ediyor. 'Öyle Bir Geçer Zaman Ki' ilk bölümlerindeki heyecanı aldı götürdü benden. Karakterler o kadar yakınlaştı ki, kelimenin tam anlamıyla yüz göz oldular. Oyunculuk canhıraş feryatların sınırında. 'Bitmeyen Şarkı', 'Unutulmaz', 'Gönülçelen', 'Aşk ve Ceza'... Sadece izliyorum Hadi neresinden başlayayım. Kadınları ve erkekleri hayranları arasında bölüşülmüş diziler. Hanımağa anneler, şehirde çalışan, köydekini seven kadın, fakir şarkıcı... Eh, bunlar tabii ki değişmeyecek de, oyunculuk olarak ne var? Bir Nurgül Yeşilçay var. Bergüzar Korel'in ilk bölümünden sonraki performansı yeknesak... 'Ezel' geçtiğimiz yılın favori dizisiydi.   O da "Bıktık artık, acaba nasıl bitirsek" moduna girdi. Bir de 'Deli Saraylı' vardı. Ama işte bizim millet de böylelerini sevmez. Onlar da sanki ağdalı ağdalı olmaya karar kılmıştı. Komedileri bir yana bıraktım; biraz 'Papatyam' biraz 'Çocuklar Duymasın'... İşimiz bu, izliyoruz. Ama işim olduğu için. Sadece izliyorum fakat, seyretmiyorum. Eh dizi fanı olup bütün hayata buradan bakmayınca keyfi olmuyor anlaşılan TV dizilerinin. Ha, 'Karadağlar' şimdilik fena değil.  KIZLAR BÜYÜYOR DİZİLER DEVAM EDİYOR İşte yukarıda bir sürü tantana yaptım, ama dedim ya işimiz bu, alın size bir haber; 'Kızım Nerede?' ile ekrana dönmeye hazırlanan Ece Uslu'nun yıllar önce 'Zerda' dizisindeki kızını canlandıran Bengü Tezcan yine kızı rolünde... 'Zerda'da beş yaşında oynayan Bengü, şimdi 11'inde. 'Zerda'da Zerda ve Devran'ın kızı olan Bengü, yeni dizide güçlü bir ailenin kızını oynuyor. Alın işte. Konuya bakın. Şimdi geriye ne kalıyor? Oyunculuk, senaryo ve çekim.   NAIPAUL DERDİ YAZARLARI GERDİ 'Avrupa Yazarlar Parlamentosu'na gelmeden tepki gören ve gelmekten vazgeçen Naipaul üzerine NTV'de bir tartışmaya denk geldim. İsmet Özel, Hilmi Yavuz, Bülent Somay ve Mehveş Evin katıldı. Okuyorum da "Yazarlar birbirine girdi" diye veriyorlar bu tartışmayı. Birbirine filan girdikleri yoktu. Nedim Gürsel de telefonla katıldı programa. İsmet Özel'i ben 'Uzaylı türkücümüz'e benzettim. Pek ne dediği anlaşılmıyor. Bir nevi soğuk savaş casusları gibi, az konuşan, ser verip sır vermeyen. Hilmi Yavuz ise her yana cevap yetiştirdi. Bülent Somay her daim 'marksist' olduğunu söyledi. Nedim Gürsel, Paris'ten telefonla bağlanarak, "Telefon bağlantılarını yapmayın, derdinizi anlatamıyorsunuz" diyerek ne kadar haklı olduğumu gösterdi.  REHBERiM KARŞINIZDA FUAT GÜNER Ben Nuriye Akman'ın söyleşilerini seviyorum. Gazeteci olduğu için önemsiyorum, şu sorulara sormadan çok önce hayatında iyi hazırlandığı için beğeniyorum. MFÖ'nin sempatik yüzü, Fuat Güner, yaşamını ve MFÖ'nün 40 yıllık beraberliğini Nuriye Akman'a anlatıyor. (TRT HABER / 20.20) OKURDAN YİNE AYDINLIK - KARANLIK Dizilerimizin vazgeçilmez 'hatalar'ından biri Serkan Gökgöz'ün dikkatinden kaçmamış: "Ezel'de hain olduğu öğrenilen Cengiz, Ramiz Dayı'nın eski işhanındaki ofisinde bekleyen Ezel'e telefon açıyor. Konuşmaları esnasında TV'de dönüşümlü olarak Cengiz'i ve Ezel'i görüyoruz. Cengiz evinin önünde gecenin karanlığında, Ezel ise güneş ışıklarının içeriye bariz şekilde süzüldüğü ofiste konuşuyor." Bu, ne ilk ne de son olacak galiba.
Milliyet
1,325,022
Yazarlar
Saat gecenin sabaha yakın bir vakti, İzmir üşüdü güz gecelerine yakışır şekilde... Kötü yaptım, türkü dinledim bütün gece; hoş ne dinlesem yüreğime dokunurdu muhtemelen, ah ama bu türküler yok mu, mahvediyor işte bazen insanı! Yüreğime vuruyor davulun sesi, öyle, içeriden... Folklor oynamakla ilintili bir şey midir, bilemiyorum, aynı duyguları duyuyor insan zira... Unutulsa da bazı figürler, dizler izin vermese de çökmeye, o ritim, ekip duygusu, coşku kalıyor işte hep bir yerlerde... ******Kötü yaptım dediğim zeybek oynamaya kalkışıp da dizimi falan incittiğimden değil, bir süre öncesinde bırakmıştım zaten yere diz sürmeyi bir-iki kalkamadıktan sonra... Aşk acılarını hatırlatıyor türküler insana... İlle ayrılıktan dem vurmaları gerekmiyor, saçının teline kurban olduklarından söz ederken saçını süpürge etmeye hazır olup da umurunda olmayanlar da geliyor insanın aklına! Ahh, diyor, o teline kurban olunanın yerinde olmalıydım! ****** Aşk acısı denince yüreğime karabasanlar çöküyor, o ne garip bir acıdır, yüreğin binlerce elin arasında sıkıştırılır, boğazına bir merdiven dayanır ki bin kişi o merdivene sıralanır! Sabah kalkarsın ilk o gelir aklına, gece uykuya dalmadan önceki gibi... Bir illettir, git desen gitmez; inatlaşırsın, nafile... Bir şarkı... Bir söz... Bir film... Çözülürsün! ******“Yok! Aramayacağım artık!" dersin, aramak için bahaneler peşinde koşarsın! Bir sözü ile ayyuka çıkıp, bir sözü ile yerin yedi kat altına girersin; aldığın kararlar, döktüğün gözyaşları ya da gülümsemeler anlıktır; zaten en çok can acıtan tarafı da o değil midir: Asla yapmam dediğimiz şeyleri yaparız! Yapmamışsak eğer, ola ki, yapsaydım bunlar zaten başıma gelmezdi deriz... İlle de bahanelerimiz vardır, aslında içten içe biliriz bahane olduklarını ama kondurmak ne mümkün! Çok zor bir dönem, kabul etmek lazım! ******Geçiyor hakikaten de, lakin yaşayana söylememek gerek! Zira, anlaması muhtemel dışı bir şey! Hatırlıyorum da, son aşk acısı çektiğim zaman bir türkü barda otururken bu türküyü bana o söylesin demiştim, pek özlem dolu bir türkü denk gelmişti ki Eminoş “ Böyle hissetseydi yanında olurdu!" demişti Off, ne bozulmuştum! Oysa dediği pek doğruydu, gereksiz ümitlere kapılmamı önlemek istiyordu; hele ki fal niyetine tutulan bir türkü ile... Hiç de komik diyemeyeceğim o zamanlar yaptığıma, yapıyor vallaha insan, korumak isteyen arkadaşlarına da kırılabiliyor; mantık işlemiyor ki! Takılmış gidiyorsun yarım kalan bir duyguya! ****** Aşk acısı denilen de bu zaten! Taraflardan biri kulvarı daha önce tamamlıyor, bir diğeri az biraz geri kalıyor; birinin yaşayacakları bitmişken diğerininki devam ediyor! Yoksa, az biraz daha sonra olsa her ikisi de aynı noktaya gelecekler! Canı en çok acıyan da geride kalan oluyor; kafasında bazı şüpheler var olup da henüz hoşgörü gösteriyorken karşıdan gelen talep deli ediyor! Yalnızca tenini, göğsünü falan özlemiyorsun, hoşgörülerinin de hesabını görmek istiyorsun... Bir de onu koyduğun yer en çok üzüyor: Muhtemelen baş tacı yapılıyor, eksileri göz ardı edilerek ve o göz ardı edilen eksileri ile karşına dikilip de seni eleştiriyor ya, hah işte, belki de en çok o dokunuyor insana! ******Aaaa... Olayı çözdüm mü ne! Ama yine de aşk acısı çekenlere diyeceğim bir şey yok, o acı çekilmeden geçmiyor! Biraz erken, az biraz geç... Ama ille ki çekilecek! Ne diyeyim, kolay gelsin! Ben türküye döneyim: Sarı gelin...Kendimi tutamadım! Şey... Ama vallahi geçiyor...
Milliyet
1,330,284
Yazarlar
Rafları, reklamları ve ekranları süsleyen birbirinden cazip kozmetik ürünlere bakınca başınız dönüyorsa, şimdi doğru yolda yürümenin tam zamanı. Doğru bir seçimle; sağlıklı bir cilt bakımı ve doğru ürünlerle hayalinizdeki cilde kavuşabilirsiniz.İlk önce hangi cilt tipine sahipsiniz? Eğer bilmiyorsanız, size en yakın dermatologdan yardım alarak öğrenmeniz gerekir. Cilt tipinizi tespit ettikten sonra, doğru ürün seçimi ile sağlıklı bir cilde kavuşmak sizin elinizde...Cilt tipinize uygun bir temizleyici seçmek için tıklayın!Nem ve yağ oranı dengeli, şeffaf görünümlü,  gözenekler kapalı ve pürüzsüz bir cilt normal cilt olarak kabul ediliyor. Kullanılabilecek ürünler ise krem veya süt tipi temizleyici, alkol oranı normal tonik (yüzde 5-7,5) hafif bir nemlendirici ve peeling krem. Otuz yaşlardan itibaren haftada 1-2 gün ile başlayarak besleyici gece kremi, göz çevresi kremi ve maskeler uygulanması cildinizin hızlı yaşlanmasını engeller. Cildiniz için ideal nemlendiriciyi bulmak istiyorsanız tıklayın!Hassas ciltlerde deri, damarları gösterecek kadar incelmiştir. Kızaran, kaşınan, dalga dalga gibi olan ve yanan bir cilt türüdür. Uygunsuz koşullarda hemen reaksiyon gösterir. Susuz ve çok gergin bir cilt tipidir. Kullanılabilecek ürünler ise süt tarzı temizleyiciler, alkolsüz tonikler ve hassasiyet giderici bakım kremleridir. Hassas ciltler için en iyi yüz bakım ürünlerini görmek ister misiniz?Kuru ciltlerde yağ salgılanması normalin altında, mat görünümlü ve nem oranı çok düşük bir cilt tipidir. Gözenekler ufak ve kapalıdır. Kullanılabilecek ürünler ise krem veya süt tipi temizleyici, alkolsüz tonik, yoğun bir nemlendirici, yoğun yağ ihtiva eden besleyici gece kremi, nem ve yağ depo edici maskeler, göz çevresi ve boyun kremleri, peeling krem, yaş ilerledikçe serumlar ve ampuller.Cildinizin nem dengesini koruyacak ürünler mi arıyorsunuz? Tıklayın...Karma ciltlerde ise T bölgesi (alın, burun ve çene) yağlı, yanaklar ve göz çevresi daha normal ve kuru bir cilt tipidir. Nemsizlik sorunu olabilir. Yağlı kısımlarda gözenekler açık olabilir, siyah nokta ve sivilce sıklıkla görülebilir. Diğer bölgelerde gözenekler kapalıdır. Kullanılabilecek ürünler ise süt ve jel tipi temizleyici, alkol oranı düşük tonik (%3-5), cildin ihtiyacına göre nemlendirici, temizleyici, sıkılaştırıcı maskeler, peeling krem, otuz yaşlardan itibaren cildin ihtiyacına göre gece kremi ve göz çevresi kremi.Karma ciltler için en ideal ürünler!Yağlı ciltli bireylerin cilt görünümü parlak ve yağlıdır. Gözeneklerin içi dolu ve açık, siyah noktalı, sivilceye müsait bir cilt tipidir. Yağlı cildi 3'e ayırmak mümkün: Problemsiz yağlı cilt: Cilt parlak, nem oranı normal, gözenekler açık ve içleri genellikle siyah noktalıdır. Kullanılabilecek ürünler: Jel tipi temizleyici, alkollü tonik, çok hafif nemlendirici, temizleyici- sıkılaştırıcı maskeler ve peeling krem.Yağlı ve hassas cilde sahip olanlarda cilt yağlı olmasına rağmen nemsizdir. Geniş gözenekler boş da olabilir. Deri hassasiyete bağlı hafif kırmızıdır; pul pul kalkabilir. Kullanılabilecek ürünler: Süt tipi temizleyici, alkolsüz tonik, çok hafif nemlendirici, hassasiyet giderici kremler, pomatlar, hassasiyet giderici ve yağ dengeleyici maskeler.Cildiniz çok mu yağlı? Mükemmel bir cilt bakımı için aradığınız her şey burada...Akneli yağlı ciltli bireylerde ise yağ salgısı normalin üstünde olduğundan devamlı parlayan bir cilttir. Sivilce, akne ve siyah nokta yoğundur. Gözenekler genişlemiş, içleri doludur. Nem oranı normaldir. Kullanılabilecek ürünler: Akne; mutlaka bir dermatolog denetiminde, medikal olarak tedavi edilmelidir. Medikal tedaviye ek olarak günlük bakımda verilebilecek ürünler; sabun veya jel tipi temizleyici, alkol oranı yüksek tonik, çok hafif nemlendirici, temizleyici ve sıkılaştırıcı maskeler.En iyi anti-aging cilt bakım ürünleri için tıklayın!Olgun cilt, hücrenin yaşam ritminin yavaşlaması sonucu oluşan bir cilt tipidir. 60'lı yaşlara doğru yağ bezeleri ifrazatında %50'nin üzerinde azalma olur. Deride incelme, sarkma, derin çizgiler ve cilt lekeleri meydana gelir. Özellikle 35 yaşından itibaren uygulanan kürler, cildin güzelliği için önemlidir. Kullanılabilecek ürünler ise süt veya krem tipi temizleyici, alkolsüz tonik, yoğun nemlendirici, besleyici, hücre yenileyici bakım kremi, yağ ve nem depo edici hücre yenileyici maskeler, serim, ampuller ve peeling kremlerdir. Günümüzde oldukça etkili anti-aging programları dermatologlar gözetiminde uygulanmakta ve doğru medikal kozmetik ürünler dermatolog denetiminde kullanıldığı zaman yüz güldürücü sonuçlar elde edilmektedir.Vimjo'nun kadınlara özel yüz bakımı sayfaları için tıklayın!
Milliyet
1,318,973
Yazarlar
Ülkelerin eğitime ve askeri harcamalara hangi oranda para ayırdıkları ile, ülkelerin gelir dağılım durumları ve nüfus artış hızları arasında bir korelasyon bulmak üzere, CIA-The World Factbook bilgilerini kullanarak bir araştırma yaptım.Aşağıdaki tabloda, ülkelerin askeri harcamaları ve eğitim harcamalarının, o ülkenin Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)'sına oranı yer alıyor. Oranlar hesaplanırken bazı ülkeler için 2009, bazıları için ise 2008 veya mümkün olan en yakın tarih esas alınmış. GSMH rakamları ABD doları bazında ve "satın alma gücü paritesi" göz önüne alınmaksızın hesaplanmış.İlk iki sütuna bakıldığında, gelişmiş ülkelerin eğitim için harcadıkları paranın, askeri harcamalar için harcadıklarından oransal olarak çok yüksek olduğunu görüyoruz. Gelişmekte olan ülkelerin askeri harcamaları ise, neredeyse eğitim için ayırdıkları paranın iki katı. Zaten, bu yüzden de geri kalıyorlar ve ülkelerinde gerçek anlamda demokrasiyi yerleştiremiyorlar. Dikkat edilirse, dünyadaki en yüksek askeri harcamayı yapan ABD'de bile, eğitim harcamaları askeri harcamaların üzerinde. Almanya ve Brezilya gibi ülkeler, askeri harcamalarının 3 katı eğitime para ayırıyorlar. Sürekli savaş halinde olan İsrail'de bile eğitim harcamaları askeri harcamalara yakın. Bizim ise, eğitime harcadığımız para, askeri harcamalarımızın neredeyse yarısı kadar.Üçüncü sütundaki "ailelerin gelir dağılımındaki yeri" tablosu hazırlanırken, Lorenz eğrisi esas alınmış. Bu sütundaki rakam (Gini Endeks) küçüldükçe, gelir dağılımı iyileşiyor. "45"in üzerindeki bir gelir dağılımı rakamının, dünya ortalamasından iyi olduğunu söyleyebiliriz. "41" rakamına ulaşan Türkiye'de gelir dağılımının, dünya ortalamasından biraz kötü olduğu anlaşılıyor. Askeri harcamaların yüksek olduğu ülkelerde, genellikle gelir dağılımı da bozuk. Yöneticilerimiz maalesef yıllardır görmek istedikleri rakamlardan bahsederek, bizi yönlendiriyorlar. Gelir dağılımı ve askeri harcamalar onları pek ilgilendirmiyor.Dördüncü sütundaki ülkelerin nüfus artış hızı, doğum-ölüm farkı alınıp bu rakama ülkeye giren göçmenler eklenerek hesaplanmış. Yani, asgari 3 çocuk yapmakla iş bitmiyor; nüfus göçünü de kontrol altında tutmak gerek. Gelişmiş ülkelerde "Göçmen Bakanlığı" bu yüzden oluşturulmuş. Bu sütundaki "gerçek nüfus artış hızı", ülkelerin büyüme rakamını doğrudan etkiliyor; nüfus artış hızı kadar yıllık büyüme rakamı düşüyor. Yine görülüyor ki, genellikle nüfusu hızlı artan ülkelerde, eğitim harcamalarının askeri harcamalara oranı düşüyor. Geri kalmışlık kısır döngüsü bu yüzden kırılamıyor.
Milliyet
1,331,712
Yazarlar
Hakan Kırkoğlu hkirkoglu@ttmail.com Müneccimbaşı AŞK HAYATINIZA YENi BAKIŞ Bugün ne yapılabilir ? Venüs'ün Terazi burcuna geri dönmesi ile, ilişkilerimizi ve aşk hayatımızı yeniden düzene koyabiliriz. Son zamanlarda yaşadıklarımızdan önemli dersler çıkarabiliriz. Nelere değer veriyor, önemsiyoruz, kırılganlıklarımız neden sorularına yeni yanıtlar bulabileceğiz.  Bugün oldukça tutkulu ve hızlı hareket etmek   eğilimindeyiz. Nelerden kaçınmalı? Ortaklaşa konularda daha akılcı ve yapıcı bir tutum sergilemek durumundayız. Öfke ile kalkan zararla oturabilir. Beraberliklerimiz için daha olumlu duygular geliştirmemiz gerek, aksi halde bölünme ve kopma yaşayabiliriz. Grup çalışmalarında da sahip olduğumuz görüşleri aşırı abartmadan ifade etmek yerinde olacak.
Milliyet
1,347,025
Yazarlar
GÖRÜŞ AYRILIKLARINA DiKKAT Bugün planlarımızı uygulamak-ta daha dikkatli olmalıyız. Ortaklaşa konular üzerinde yeni bir denge kurabiliriz. Ayrıca eve ve aileye ait gelişmeler bizi daha fazla meşgul edecek gibi gözüküyor. Aşırı duygusallaşmadan, hemen savunmaya geçmeden hareket etmek lazım. Günün geç saatlerinde kendimizi daha şanslı bulabiliriz.  Büyük adımlardan kaçınmak gerek. Tam olarak elimizde olmayan nedenler yüzünden düşüncelerimiz başarısızlığa uğrayabilir. Özellikle ziyaret, yolculuklar ve içerisinde yabancıların olduğu durumlarda bazı engelleri aşmak gerekiyor. Düşüncelerimizi, inançlarımızı abartmamalı, ayaklarımızı yere daha sağlam basmaya bakmalıyız.
Milliyet
1,326,247
Yazarlar
Ulaştırma Bakanlığı Sivil Havacılık Genel Müdürü Dr. Ali Arıduru, Sabiha Gökçen Havalimanı'nda 400 milyon dolara mal olacak Havacılık Bakım Onarım Merkezi'nin (HABOM) temeli atıldığı saatlerde "Özel sektör Sivil Havacılık'ın 5 yıl gerisinde" iddiasını dile getiriyordu.Kulaklarımız Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın, "Havayolunu halkın yolu yaptık" sözleri ile doluyken, Arıduru'nun hava taşımacılığında özel sektörün hantallığına dikkat çekmesi, konuyu eşelememiz için yeterli. Bu noktadan Arıduru'nun sözleri ile devam edelim: 2003'te 35 ülkede, 60 noktaya uçuş yaparken, bugün uçuş yaptığımız ülke sayısı 70'e, uçuş noktası ise 130'a çıktı. Oysa biz 111 ülke ile sivil havacılık alanında anlaşma imzaladık. Bu anlaşmalar uçuş potansiyelimizi ortaya koyuyor. Arıduru'nun yaklaşımı bana, "Dışişleri'nin bölgesel politikalarının bu yolu açmakta öncü rol üstlendiğini düşünebilir miyiz" sorusunu sorduruyor. Arıduru bu konuda da oldukça net: Biz Dışişleri'nin önünde gittik. Önce biz anlaşmalar yaptık.Hemen akla gelen bir başka etkeni vurgulama gereği duyuyorum: Sivil Havacılık, uçuşların ekonomik sonuçlarına odaklı bir kurum değil. O nedenle özel havayolu şirketleri Allah'ın dağına gitmeyi kârlılık açısından tercih etmeyebilir.Arıduru bu yorumuma katılmıyor, "Artık küresel ilişkiler hâkim, Allah'ın dağı diyebileceğiz yer kalmadı. Afrika büyüyor, Ortadoğu, Asya geliyor. Avrupa ise geriliyor. Afrika'da ikili anlaşma imzaladığımız ülke sayısı 48'e ulaştı. 2013'te 190 ülkeyle anlaşma imzalamış olacağız" diyor. Arıduru, Refahyol hükümeti döneminde; İran, Mısır, Pakistan, Endonezya, Nijerya, Bangladeş,   Malezya ile Türkiye liderliğinde kurulan D-8 ülkeleri ittifakını da hatırlatarak, "930 milyon nüfuslu bir bölge. Buradan yılda 200 milyon uçuş gerçekleşiyor. Kim uçuyor derseniz Lufthansa, Air France gibi Avrupa havayollarını söyleyebilirim.  185 milyar dolarlık bir piyasa" vurgusunu yapıyor.Dış yatırımların önü açıldı Arıduru, havaalanlarında gerçekleşen dış yatırımları da Sivil Havacılık hanesine ekliyor; "Havacılık sektöründe etkinliklerini arttıran TAV, Limak, Çelebi ve IC Fraport, 13 ülkede toplam 10 milyar dolar tutarında yatırım gerçekleşti" diyor ve "Bölgesel  İşbirliği Projeleri" başlığını açıyor:Geçtiğimiz hafta sonu Antalya'da 9 Balkan ülkesi ile düzenlenen "Balkan Ülkeleri Sivil Havacılık Zirvesi" aynı zamanda bu ülkelerle imzalanan "Antalya Deklarasyonu"na ev sahipliği yapmıştı. "Bölgesel İşbirliği Projeleri"ne, Balkan ülkelerinin de dahil olmasıyla Akdeniz, Afrika, Asya, Ortadoğu ve Karadeniz'den sonra, Avrupa kıtası da sivil havacılık alanında işbirliği sağlanan coğrafyalar arasına girdi. Böylelikle Sivil Havacılık'ın 79 ülke ile yapılan "Çoklu Anlaşması" 87 ülkeye çıktı.Arıduru bölgesel işbirliklerinden doğan kazanımlarının başında, uçak motor bakım hizmetlerinden elde edilen geliri hatırlatıyor. Türkiye'deki uçakların bakımından 500 milyon dolar gelir sağlanırken, yurtdışından gelen ilave 214 uçağın bakımı ile bu rakam 1 milyar dolara ulaştı. Başbakan Tayyip Erdoğan da 30 Ekim'de, THY Teknik ile Amerikan motor üreticisi Pratt & Whitney'in ortaklığı ile kurulan Türk Motor Merkezi'nin açılış töreninde yaptığı konuşmasında, yılda 200 uçağın motor bakımına odaklandıklarını ilan ediyordu.100 patronun jeti var2010 yılı sonunda uçak sayısının 360'a, yolcu sayısının da 100 milyona ulaşacağını belirten Arıduru, patronların servet artışları hakkında çok çarpıcı bir göstergeyi de açıklıyor. İşadamlarının ve siyasi liderlerin kullandığı jet uçaklarının sayısının 100 civarında olduğunu kayda geçiyor.Bir yolcu uçağının 55-60 kişilik istihdam yarattığını göz önüne alırsak, yıllık büyüme hızı yüzde 10'u aşan havacılık sektörünün, işsizlikle mücadelede önemi daha da netleşiyor.Hazır Sivil Havacılık istatistiklerine girmişken, iptal edilen havacılık lisanslarını da aktaralım. Son 6 yılda, 42 şirketin işletme lisansı iptal edilmiş.İstanbul'a 2023 yılı itibariyle; 1 tane 60 milyon, 2 tane 30 milyon, 3 tane de 15 milyon yolcu kapasiteli havalimanı hedefini de duyduktan sonra şu anonsu yapabilirim: Kemerlerinizi bağlayın!
Milliyet
1,328,565
Yazarlar
Porto takımında sadece 2 Portolu oyuncu vardı; gerisi Brezilyalı, Arjantinli, Venezüellalı falandı.Beşiktaş'ın ise 6 oyuncusu Türktü, geriye kalan 5 yabancı oyuncudan biri de, Brezilyalıydı.Ve Porto'da, 2 ayrı takımda oynayan 2 Brezilyalı oyuncu; birbirine karşılıklı çalım atıyordu topu kapmak için.* * *Futbol çoktan küreselleşmiş, futbolcularda "milliyetçilik" çoktan bitmiş; sadece uluslararası maçlarda, maçı izleyenlerde kalmıştı.* * *Bunun da nedeni, futbol piyasasında başarılı futbolcuların transferlerine milyonlarca dolar ödenmesiydi.İzleyicilere ise, sadece kendi takımlarının gollerine alkış tutmak kalıyordu.* * *Onları sevindirebilmek ve daha da çok reklam alabilmek için ödeniyordu onca milyonlarca dolar, küresel futbol piyasasındaki başarılı futbolculara...Bunu da kimse yadırgamıyordu.* * *Bizim iç piyasada, "politika"nın getirisi neydi acaba?Neden politikacılar da, maça çıkmış futbolcular gibi çalım atıp duruyorlardı birbirlerine, koltuğu kapmak için?..* * *Her ne kadar kendileri:-Vatana millete hizmet etmek için deseler de; asıl amaç alkışçılarını çoğaltmaktı.Çünkü büyük avantajlar vardı oyların çoğunluğunu toplamakta ve yabancı politikacılar; oyuna katılamıyormuş gibi görünüyorlardı, politikanın yerel maçlarında.* * *Acaba durum gerçekten öyle miydi; izleyiciler ve alkışçılar bunu bilemiyorlardı.* * *Oysa Fransız İhtilali'ni, İngiltere'nin en genç Başbakanı William Pitt; Sovyet ihtilalini de, Almanya İmparatoru II. Wilhelm finanse etmişlerdi.* * *Politika maçlarının soyunma odaları, asla okutulup öğretilmiyordu okul öğrencilerine...Onlardan istenen, varlıklarını armağan etmeleriydi vatanın varlığına.* * *Bunun da hiçbir katkısı olmuyordu ne kendi geçimlerine; ne de yerel ekonomiyle, küresel ekonomiye.* * *Ekranlarda yine siyasal çatışmalar üstüne yorumcular, görüşlerini açıklamadalar...* * *Bendenizin ise gömlek yakamın tam ense köküne rastlayan ortasında; küçük parmak tırnağı kadar bir bez parçası, ikide bir enseme batarmış gibi olmakta...* * *Elimi ensemin içine atıp, gömlek yakasındaki küçük bez parçasını çekip koparmaya çalışıyorum, koparamıyorum.* * *Hemen her gömlek yakasının ortasında, var öyle küçük bir bez parçası.Orada gömleğin yaka numarası yazılı, bazen de markası.* * *Yorumcular, sürdürüyorlar görüşlerini açıklamayı ekranlarda.Bendenizin ise, elim sürekli ensemde ve yüzüm buruşuk.* * *Gömleği çıkarıp, o belalı minik bez parçasını kesmeye de üşeniyorum; ama çekip çekip koparamıyorum da...* * *Onca ülke sorunu dururken, çok mu önemli yani benim gömlek yakasının enseme verdiği rahatsızlık?* * *Bunları kimler söylüyor, bir de onların geçimlerini nasıl sağladıklarına bakmalı...Herhalde "vatana millete devlete hizmet ederek" sağlıyorlardır; sanki böyle bir meslek varmış gibi...* * *Sanırım futbolcularla emlakçıların getirisi; birçok politikacınınkinden de fazla...* * *Bir de Çamlıca Kız Lisesi'nin eski binasına bakmak gerek; ahşap, köhne, çürümüş bir zavallı bina...* * *Reşat Nuri'nin ünlü romanı, "Çalıkuşu"ndaki Feride; gerçekte o lisede okumuş ve o romanı yazdırmıştı Reşat Nuri'ye...* * *Acaba Reşat Nuri, romanlarından telif hakkı olarak ne kazanmıştı?Ressam Şevket Dağ, tablolarından ne kazandı?* * *Ülkenin onca sorunu dururken, bunlar çok mu önemli yani?Hiç olur mu, elbet de değil...* * *Altunizade'den Beylerbeyi'ne inen asfalt yokuşun altlarına doğru, ruhsatsız gecekondular yıkıldı.Şimdi yıkılmış gecekonduların yaygın taşları topraklarıyla, tam bir mezbeleye dönmüş durumda orası...* * *Ve 35 yıldır oradaki gecekondulardan birinde oturan bir kadıncağız; yaygın taş yığınlarının kıyısında, birkaç döküntü ev eşyasının arasında, başında eşarbı, sırtında eskimiş mantosu ve elinde siyahımsı çantasıyla öyle oturmakta...* * *Çok mu önemli yani, onca ülke sorunu dururken...* * *Ne var ki, Beşiktaş-Porto maçının izleyicisi; siyasetçi esnafıyla, yorumcularının izleyicilerinden, çok daha fazlaydı.* * *Cumartesiye layık, taze çıtır bir simit de; bu kadarcık oldu bu kez.Dümtek-a dümtek...
Milliyet
1,326,467
Yazarlar
Genç Bakış'ın bu haftaki konuğu Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'ti. Kamu borçlarına gelen aflardan işsizliğe birçok güncel konunun tartışıldığı programda rakamlar konuştu. Türkiye'nin kanayan yarası işsizlik ve öğretmen atamaları programda en çok öne çıkan gündem maddeleriydi. Gaziantep Gazikent Üniversitesi'nde gerçekleşen Genç Bakış, sabahın ilk ışıklarına dek sürdü. İşte programdan satır başları:760 bin dolardan vazgeçtim-  Çifte vatandaşlık Anayasal bir haktır. Ben İngiltere'deyken işimi yapabilmem adına çifte vatandaşlık gerekli bir şeydi. Yılda 60-70 ülkeye gitmem gerekiyordu. Türk pasaportuyla bu mümkün değildi. -  Çifte vatandaşlık için herkes atıp tutuyor. Ama bu tür tartışmalar çok sığ. İngiltere Kraliçesi'nin önünde yemin filan etmedim. Bunların hepsi hikâye. Ben İngiliz vatandaşı olduğum zaman yemin müessesesi yoktu. -  İngiltere'den geldiğim sene yılda 760 bin dolar maaş alıyordum. Bunu bırakıp ülkeme hizmet etmeye geldim. Bununla gurur duyuyorum.Akşamcılara bir kinimiz yok -  2005-2010 arasında enflasyon yüzde 62 artmışken şarapta vergi yüzde 40.5, viskide ise yüzde 7 düşürüldü. Fiyatlarda enflasyon kadar güncelleme yapmak bu ülkenin hakkı. Ki biz bunu bile yapmamışız. Yani içki fiyatlarının yükselmesi konusunu çok yanlış yerlere çekiyorlar. Bizim akşamcılara karşı özel bir kinimiz yok.-  Bedelli askerliğe hükümet olarak olumlu bakıyoruz. Fakat terörün olduğu bir dönemde Genelkurmay'ın, parası olan kısa dönem yapsın, parası olmayan bu mücadeleyi yapsın durumu olmasın diye bir hassasiyeti var. Biz buna saygı duyuyoruz. Ama yakın zamanda sınır güvenliğini profesyonel askerlere bırakacağız. Vergiler düşük-  Emlak vergileri bir ailenin dışarıda bir gece yediği yemekten daha düşük. Kaldı ki 3 bin liranın altındaki kira gelirlerinden vergi bile almıyoruz-  Bu yıl en yüksek emekli maaşına yüzde 8, en düşük emekli maaşına yüzde 20 artış öngörüldü. Geçen yıl da en düşük emekli maaşı yüzde 24 arttı. Sürekli olarak en düşük maaşta en yüksek artışı yapıyoruz. Ama herkese mutlaka enflasyondan fazla artış yapıyoruz. -  Otomotiv, telekomünikasyon, akaryakıtta vergi yükü çok yüksek doğru hatta bazı alanlarda yüzde 65'i buluyor. Ama ülke geneline bakarsanız yüksek değil. Mesela gelir vergisinin en azı yüzde 20'ydi biz yüzde 15'e çektik. Tüm katma değerin yüzde 22-23'ü vergi. Bu OECD sıralamasına göre yüksek değil. Hayvancılık terör mağduruHayvancılık önemli ölçüde Doğu ve Güneydoğu'da yapıldığı için burada baş gösteren terör sorunu hayvancılığı etkiledi. Ayrıca ülkeler zenginleştikçe daha fazla et tüketirler. Bu yüzden et tüketimimiz arttı. Et sorunu ortaya çıktı. -  Bize hayvancılık yapmak istiyorum diye gelene 7 yıl faizsiz kredi veriyoruz. İlk iki yılı da ödemesiz. Bundan daha cömert bir teşvik sistemi olamaz. Öğrenci bursları-  2002 yılında öğrenci bursları aylık 45 TL idi. Şu an 200 TL oldu. Önümüzdeki dönemde de ciddi şekilde arttırmayı öngörüyoruz. Biliyorum 200 TL çok az. Ben de öğrenciyken Çankaya Belediyesi'nin yemek kuyruklarına çok girdim. Öğrencinin zengini olmaz. Ailesi zengin olsa bile...-  8 yılda motorlu taşıt sayısı 8.7 milyondan neredeyse 15 milyona çıkmış. Vatandaş yeni ev, yeni araba alıyor. Bu yıl 1 milyondan fazla plazma TV satılmış bu ülkede. Yani halkın hayat standartları yükseliyor. Sözleşmeli farkı yok -  Aslında özlük hakları bakımından kadrolular ve sözleşmeliler arasında bir fark yok. Artık eş durumundan tayin dahi yapılabiliyor.-  Ben ilke olarak tüm öğretmenlerin kadroya geçmesine karşı değilim. Temel kaygımız belirli bölgelerde hizmetin aksaması. Belirli şehirlerde yığılma var. Mesela Ankara gibi merkez şehirlerde neredeyse 3-4 çocuğa bir öğretmen düşüyor ama doğuda durum hiç de öyle değil. Bu sorunu çözmek için biz sizi işe alıyoruz ama mesela Hakkâri'de çalışacaksınız demişsek ardından kadroluya geçip hemen ben başka illere gideyim gibi bir anlayış varsa bu sorunlar devam eder. Bu sebeple Maliye Bakanlığı açısından sözleşmeli ya da kadrolu fark etmiyor. Önemli olan hizmetin görülmesi. -  300 bin öğretmen açığı yok. Son 8 yıldır kamuya aldığımız her iki elemandan biri öğretmen. -  Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi Yurtkur bütçesi dahil olmak üzere 2002 yılında 7.5 milyar liraydı. Şu anda sadece MEB'in bütçesi 2011 yılında 34 milyar lira olacak. Üniversitelere 11,5 milyar lira veriyoruz. Eskiden bu rakam 2.5 milyar liraydı. -  Biz bu sene 40 bin öğretmen kadrosu verdik, ihtiyaçlarımız doğrultusunda daha fazlasını da vereceğiz.  Yoksulluk azaldı-  TÜİK rakamlarına göre yoksulluk oranı yüzde 30'un üzerindeyken yüzde 17'nin altına düştü. Bizim ülkemizde de diğer ülkelerde de yoksullar var. Valiliklere her ay fakirlere yardımcı olsun diye para gönderiyoruz. Sadece para göndermek değil mikro kredilerle iş kurma imkânı da sağlıyoruz. Okula gidiyorsunuz kitaplar hazır. Sağlığa ulaşım konusunda Türkiye Kuzey Avrupa ülkelerini bile geride bıraktı. Yoksulluğu yok ettik demiyorum ama yarıya azalttık. -  Seçim ekonomisi yapmadığımızın en güzel göstergesi bütçe açığını düşürmemiz. Seçim ekonomisi yapan bir hükümet bütçe açığını düşüremez. Özetin özeti: Maliye'nin ekonomiye bakışı ile vatandaşınki çok az noktada örtüşüyor!..
Milliyet
1,326,448
Yazarlar
Siyasal gündem, ne kadar da hızlı değişiyor ve nasıl da hemen bayrağını dikiyor tüm somut olayların üstüne; hayret doğrusu!* * *Siyasal demeç ve yorumların, üstüne örtü çekip bayrağını diktiği somut olaylardan işte bir tutam örnek:1- Önceki gün, Liberya bandıralı, 180 m. uzunluğundaki bir "konteyner" gemisi; İzmit körfezine gitmek için Haydarpaşa'dan ayrıldığında, akıntılarla Sarayburnu'na doğru sürüklendi ve İstanbul yine, "kıl payı kurtuldu bir felaketten."* * *Günde ortalama 140 gemi geçiyor Boğaz'dan; bunlardan bazıları 300 m. uzunluğunda, akaryakıt dolu tankerler...Bazılarının dümeni kilitlenmekte ve bazıları da yalıların içine bile girmekte. İstanbul, yılda kim bilir kaç defa kurtulmakta "kıl payı bir felaketten..."Ya bir seferinde kurtulamazsa?* * *2- 9 gün önceki HaberTürk gazetesinin 1'inci sayfasından bir haber:"Rumlara 15 milyon euroAİHM, Türkiye'yi en ağır tazminata mahkûm etti.1974'te mallarına el konuldu diye 19 Rum'un davasını birleştiren AİHM, rekor tazminat kararı aldı. Türkiye, davacılara 3 ay içinde 15 milyon euro, mahkeme masrafı olarak da 160 bin euro ödeyecek."* * *3- Dünkü Milliyet'in 1'inci sayfasından:"ANA FAYIN '5.3' UCU SALLANDIMARMARA'DAN geçen Kuzey Anadolu Fayı'nın Saros Körfezi'ndeki uzantısı olan Ganos fayı dün sabah 04.51'de 5.3'lük bir deprem üretti. Uzmanlara göre, yerin 15 km. altındaki deprem Saros'taki gerilmenin işareti. Ancak başka depremin öncüsü olup olmadığını kestirmek güç. Başbakanlık Afet Yönetimi ise bu fayın geçmişte, büyüklükleri 7.2'ye varan depremler ürettiğini hatırlattı."* * *Türkiye'de siyasal parti sayısı 67'ye çıktı.Bu kadar çok siyasal partiye sahip başka bir demokrasi var mıdır, bendeniz bilmiyorum. Belki bilenler vardır.* * *Ancak siyasal partilerden hiçbiri, birkaç örneğini sunduğumuz türden somut olaylarla, sorunlar üstünde durmuyor ve örneğin, geçen yüzyılın yarısına kadar "örtülü ödenekler"in nasıl kullanılmış olduğunu gündeme taşımıyor.* * *TV'de "National Geographic"in yayınlandığı belgeseller; bizim siyasal parti sözcülerinin karşılıklı ağız dalaşlarından çok daha gerçekçi ve ince eleklerden geçirilme...* * *"Babunlar", iri mi iri ve etobur bir maymun türü.Leoparlar, genellikle babunlarla karşılaştıklarında; hemen yere yapışarak siniyor ve hızlıca tüyüyorlar.* * *Bir gün dişi bir leopar, bir babunu bir pençede yere serme fırsatını buluyor ve babunu, paramparça edip yerken; ön pençelerine ufacık bir şey takılıyor.Parçaladığı babunun yeni doğmuş yavrusu...* * *Dişi leopar bir yudumda yutmuyor babunun yavrusunu, onu sakınmaya, pençeleriyle güvenceli bir yerlere koymaya çalışıyor.* * *Leoparın annesi, babunun yavrusuna hamle etmek isteyince de; annesini kovalayıp uzaklaştırıyor.* * *Birbirine düşman olan 2 vahşi etobur türü arasında; bir tanesinin ötekinin yavrusuna, dişilik güdüsüyle sahip çıkması...* * *Derken bir kafile babun geliyor ve yavruyu alıp gidiyor.* * *Genel seçim tarihi belirlendi, 12 Haziran; 2011 yılının en uzun günleri....8 ay boyunca kim bilir daha ne siyasal çatışmalar, salıncaklanmalar ve tsunamiler yaşanacak...* * *Sanırız bu arada hiç kimse de, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Mahkemesi'nin Türkiye hakkında verdiği mahkûmiyet kararlarının, ne gerekçesine dokunacak, ne de Rusya'dan sonra en çok mahkûmiyet kararı almış ülkenin Türkiye olduğuna...* * *TV'de "National Geographic" kanalının bir başka belgeseli de; çok daha geniş açılı bir projektör taraması yapmakta "yer" küresi üstünde...* * *ABD'de, kalbur üstü entelektüellerin gerçekleştirdiği, "israf"a karşı bir sivil toplum kuruluşu; büyük bir ziyafet masası hazırlamış.Masada ne ararsan var, neredeyse kuş sütüne kadar.* * *Masada bulunan bütün yiyecekler, içecekler, balıklar, etler, ekmekler, pastalar, salatalar; tek tek çöp bidonlarından toplanmış.* * *Lokantalardan, marketlerden, evlerden, pikniklerden neler neler atılmıyormuş ki çöp bidonlarına...* * *İnsan, "israf"a karşı sivil toplum kuruluşunun, çöplüklerden toplanmış ziyafet masasını görünce; sadece şaşırıp kalmıyor, "yer" küresi üstünde 1 milyar insanın da, "yoksulluk" sınırının altında ve "açlık" sınırının içinde yaşadığını hatırlıyor.* * *Aynı belgeselde, bir de Hindistan'dan görüntüler var.Hindistan'daki yoksullar da, fareleri avlayıp onları pişiriyorlar ateşte, yemek için...* * *Bakalım, son 30 yılda 70 bin genç ölüye ve bin bir bilinmedik felaketle, milyonlarca doların savrulup gitmesine de neden olan Kürt sorunuyla, şiddet eylemleri; nihayet barışa kavuşuyor mu?* * *Siyasal parti sayısı 67'ye çıktı...Türkiye'de en cakalı getiri, politikada galiba...* * *Bizim ise gönlümüz, değişik meslek dallarında evrensel kalitelere erişilmiş ve "uzay çağı" ile de bütünleşilmiş olmasını isterdi...* * *İnsanın, içinde yaşadığı toplum için isteği; bazen bir ömür boyu kursağında kalıyor...
Milliyet
1,326,442
Yazarlar
BUNDAN bir ay kadar önceydi. Didim'de düzenlenen bir toplantıda "Yeni Sosyal Demokrasi" konulu bir sunum yapmıştım. Belediye başkanları, akademisyenler, CHP'de siyaset yapan bazı dostlardan oluşan bir grup katılımcıydı. Konu CHP'ye gelince, yakın zamanda örgüt içinde bir kamplaşma olacağını ve bunun önemli ölçüde profesyonel gerekçelere dayanmakla birlikte, ideolojik bir mücadeleye de bürüneceğini ifade etmiştim.Bunu görmek için öyle çok uzmanlığa ve falcılığa gerek yok. CHP örgütünü az çok takip eden bir sosyal bilimcinin ön görebileceği şeylerdi bunlar. Bıktıracak kadar yazdığımız gibi, CHP örgütü aşırı profesyonelleşmiş ve halktan kopmuştu. CHP'nin halkla mesafesinin belli ölçüde açılmasının hem örgütsel hem de ideolojik gerekçeleri vardı.Deniz Baykal, henüz ayrılmadan önce parti içinde başlayan üstü örtük kamplaşma da yine profesyonel kaygıların ürünüydü. Önder Sav ve ona bağlı olarak farklı bir anlayışla örgütlenen grubu tasfiye etmeye hazırlanırken, Baykal koltuğundan olmuştu.Bu defa ortaya çıkan boşlukta kamuoyunun baskısı ve desteği ile Kemal Kılıçdaroğlu genel başkan koltuğuna oturdu. Ancak mevcut yapı pek de sürdürülebilir olmayan bir kompozisyon yarattı. Kemal Kılıçdaroğlu, seçmen düzeyinde genel başkandı ama örgüt Önder Sav'ın mutlak hakimiyetindeydi. Profesyonel kadroların istikbal beklentisi, kıblelerini Sav'a yöneltiyordu. Kriz buydu. Genel başkan örgütün başı değildi. Şimdi olabilecek mi? Olursa sadece genel başkan değil lider de olacak.Kemal Kılıçdaroğlu, bu operasyondan başarı ile çıkarsa, CHP, şu veya bu ölçüde değişecek. Ilımlı reformcuların, sessiz kalan sosyal demokratların sesi biraz daha fazla çıkacak.Bu, CHP'yi yenilemek demektir. Muhtemelen partideki statükocular tarafından, Kemalizm'e ihanet suçlamaları yapılacak. Ancak bir partinin çağın ve toplumun şartlarına göre değişerek varlığını sürdürebileceği gerçeğini unutmamak gerekir. Tek parti döneminin atmosferi Kemalizm'in tek tarifi olamaz. Kemalizm'i, medenileşmek, modernleşmek projesi olarak aldığımızda bu endişelere gerek kalmayacak.Öte yandan aynı şey sosyal demokrasi anlayışı için de geçerli. Yetmişli yılların değil, yeni dönemin ihtiyaçlarına göre tanımlanmış bir sosyal demokrasi olmalı. AKP gibi ama ideolojisi ve referansları ile AKP'ye alternatif bir Türkiye partisinin böyle inşa edilebileceğini düşünüyorum.Söylendiği kadar kolay birşey değil bu. Alışkanlıklar, çok yerleşik hale gelmiş örgütsel hastalıklar, toplumsal ve ideolojik kamplaşma bunu zorlaştıracaktır. Ama sadece geçmişe referansla ve sadece rejim kaygıları üzerinden siyasallaşan bir partinin iktidar alternatifi olması mümkün değildir. CHP'yi sadece devlet kuran parti olarak tanımlamak, donuk bir tanımdır. Bence artık, Türkiye'ye demokrasiyi getiren, sosyal demokrasiyi getiren parti olarak da ifade etmek gerekir. CHP'nin tarihinde reformculuk ve sosyal demokrasi denemelerinin izlerini de hatırlamakta yarar var.
Milliyet
1,343,653
Yazarlar
Oya ÖzbekRengiyle ve vücudu saran modeliyle omuzlarının güzelliğini ortaya çıkaran sade ama güzel bir seçim olmuş. Mousse çorabı tercih etmesi ve saçlarını gergin toplaması klas bir görüntü oluşturmuş.Miray OlutbayElbisenin modeli, rengi çok soft ve hoş. Bolero, üst bedeni fazla gösteren bir giysi türü olduğu için riskli. Saçlara daha farklı bir model olabilirdi.
Milliyet
1,318,972
Yazarlar
Avrupa Birliği yayımladığı raporla ileri teknoloji için stratejik önemi olan nadir madenlerin belli ülkelerin ve özellikle Çin'in kontrolünde olmasının riskini gündeme getirildi. Ardından ABD medyası konuya ilgi göstermeye başladı. Beyaz Saray sözcüsü "Çin 'in cep telefonlarından rüzgar tribünlerine kadar hemen her ileri teknolojiye dayalı üretimde kullanılan nadir madenlerin çıkartılmasını, işletilmesini kontrol altına almasına ve ihracatı sınırlamasına göz yumulamayacağını" açıkladı. Ve de Başkan Obama'nın G-20 zirvesinde bu konuyu Çin Devlet Başkanı Hu Jianto ile görüşeceği bildirildi. Çin, nano-teknolojide kullanılan nadir metallerin yüzde 95'ine, yarı iletkenlerde kullanılan antimon'un yüzde 87'sine, elektrotlarda kullanılan tungsten'in yüzde 84'üne, fotovoltaik'de kullanılan galyum'un yüzde 83'üne, indiyum'un yüzde 60'sına, fiber optikde kullanılan germanyum'un yüzde 79'una, metalurjide kullanılan flüorin'in yüzde 51'ine sahip. 5 stratejik madene sahibiz İyi de... Acaba Türkiye ne durumda?... Biz hangi stratejik/nadir madenlere sahibiz? Türkiye'de 5 bine yakın yatakta, 53 maden ve minarelin üretimi yapılıyor. Türkiye 132 ülke arasında, maden türüne göre 10'uncu, üretime göre 28'inci. Bizde stratejik/nadir maden olarak tanımlanan 5 maden türü var: Bor, toryum, uranyum, krom ve altın. Toryum geleceğin nükleer enerji maddesi olarak kabul ediliyor. Ancak henüz ticari talebi yok. Nükleer santrallerde kullanımı başlar ise talebi de artacak. Uranyum var ama şimdilik ticari değeri ve talebi sınırlı. Türkiye eskiden beri önemli miktarda krom üreticisi. Altın rezervleri de yeni yeni değerlendirilmeye başlandı. Bu 5 stratejik/nadir maden arasında eskiden beri kamu oyumuzun üzerinde en fazla durduğu maden bor madenidir. Bor madeni konusunda kamu oyunun ilgisini artıran bilgi noksanı ve abartılı anlatımlardır. Bor madeninin çok çok kıymetli bir maden olduğu, dünyada bu madenin sadece Türkiye'de bulunduğuna, araçlarda yakıt ve genelde enerji hammaddesi olarak kullanılacak olan bu madenin Türkiye'yi "abad edineceği" söylenir. Bor şimdilik fazla ilgi görmüyor Doğrudur. Bor madeni rezervlerimiz zengin. Ancak başka ülkelerde de bor madeni var. Dünya'daki toplam bor rezervinin yüzde 63'ünün Türkiye'de, yüzde 11'inin ABD'de ve yüzde 14'ünün Rusya'da olduğu tahmin ediliyor. Yıllık 4.2-4.5 milyon ton maden üretiminin 1.5 milyon tonunu Türkiye, 1.2 milyon tonunu ABD ve 1 milyon tonunu Rusya gerçekleştiriyor. Bor tarihte seramik ve toprak kaplar yapımında kullanılmış, sanayileşme başladıkdan sonra da "sanayin tuzu" haline gelmiştir. Borun kabaca, yüzde 20'si yalıtım, fiberglas maddeleri yapımında kullanılmakta, yüzde 19'u deterjan ham maddesi olarak, yüzde 12'si cam girdisi olarak, yüzde 11'i seramikte, yüzde 11'i fiberglas ve tekstil sektöründe, yüzde 4'ü tarımda, kalanı da değişik amaçlarla tüketiliyor. ABD'de Savunma Bakanlığı 1950 yılında bor ve bor ürünlerini geleceğin enerji maddesi olarak ilan ilan etmişken daha sonra bor 2'inci derece stratejik madenler grubuna alınmış. İleride borun nasıl değer kazanacağı bilinemez ama görülüyor ki, bugün için bor stratejik/nadir madenler listesinde değil. Açık anlatım ile bizim küresel talebe ve uluslararası değerlemelere göre "stratejik/nadir" sayılan madenimiz yok. Kendi değerlemelerimize göre "stratejik/nadir" saydığımız madenlere şimdilik ilgi az. Bu demek değil ki madenlerimizi işletmeyeceğiz. Tersine, maden aramaya daha fazla önem vermeye, bulunan madenleri geliştirmeye ve madenleri olduğu gibi satmak yerine, işleyerek, katma değerini yükselterek ihraç etmeye mecburuz.
Milliyet
1,338,584
Yazarlar
Enes Kanter, Türk basketbolunun mucize çocuğu... 1992 doğumlu, boyu (şimdilik) 2.08 m... Başarılı bir pivot ve forvet oyuncusu.Basketbola Van'da başladı... Yeteneği ve başarısıyla dikkat çekip Ankara Samanyolu Koleji'ne alındı... Oradan Ülker'e transfer oldu. Fenerbahçe ile Ülker'in birleşmesinden sonra Fenerbahçe Ülker'in kadrosunda yer aldı. Öğrenimine de Fenerbahçe Koleji'nde devam edecekti.Ama onu sırf basketbol çalışmaları, genç ve yıldız milli takımlarındaki kamp ve seyahatleri nedeniyle devamsızlıktan sınıfta bıraktılar.O da Fenerbahçe Koleji'nden ayrılıp Doğa Koleji'ne geçti. Yeni okulunun Dünya Liseler Şampiyonluğu'nda başrolü oynadı...Enes Kanter, Avrupa Yıldızlar Şampiyonası'nda (22,9 sayı 16,5 ribaund); Avrupa Gençler Şampiyonası'nda (18,6 sayı 16,4 ribaund) peşpeşe MVP (En Değerli Oyuncu) seçildi.Buraya kadar parlak kariyerini hayranlık ve mutlulukla izliyoruz.Ama arada can sıkan, keyif kaçıran gelişmeler de oldu...O'nu Milli Takım'a çağırmadılar. Dünya Şampiyonası'na hazırlanan kadroda kendine yer bulamadı... Federasyon kaynakları, zaten çağırılsa da gelmeyeceğini, ya da en masum haliyle böyle bir turnuvayı kaldıramayacağını mırıldandılar...12 Dev Adam'ın yarattığı coşku ve başarı ortamında Kanter'i çok kolay unuttuk.Bu arada Enes de çizdiği yol haritasında ilerlemeye başladı.Yükseköğrenimi için Amerika'yı seçti. Kentucky Üniversitesi'ne yazıldı. Üniversite'nin basketbol coachu ona adeta hayran oldu... NCAA'de (Amerikan Kolej Ligi) Kentucky Üniversitesi'ne şampiyonluğu getirecek bir koz olarak görüyordu öğrencisini...Ne yazık ki bu rüya çabuk bitti. Bir basketbolcunun NBA idealini gerçekleştirebileceği en güvenli yolda kırmızı ışık yandı Enes'e...Fenerbahçe Spor Kulübü'nün eski sporcusuna 100 bin Dolar'ın üzerinde ödeme yapıldığını ortaya koyan belgeleri göndermesiyle Enes Kanter, profesyonel olduğu anlaşılarak NCAA organizasyonu dışında bırakıldı.Şimdi bu noktada Fenerbahçe Spor Kulübü'nü suçlayamayız... Ellerindeki belgeyi olduğu gibi Amerika'ya göndermişler...Böyle bir arızanın çıkacağını bile bile...Peki Enes Kanter niye böyle bir yolu seçti? Kariyer planlaması yaparken başına gelecekleri hiç mi düşünmedi?Akademisyen bir babanın oğlu olarak elbette durumu ölçüp biçtiğini ve tarttığını sanıyoruz. Ama sonuç hüzün verici... Enes Kanter'in yüksek öğrenimi bile sorunlu artık. Acaba Enes Kanter'in bir menajeri var mı? Varsa kim? Böyle bir planlamada menajer tarafından yanlış yönlendirilmiş olabilir mi? Bu soruların yanıtını merak ediyorum...Bir de şu soru: Öfke ve kızgınlık hali, şefkatsizliği ve acımasızlığı tetikleyebilir mi?Görülen o ki pekala tetikleyebiliyor...... Ve Enes'in geleceği kararıyor!Bırakın konuşsunlarFenerbahçe'nin başarılı kalecisi Volkan Demirel, en az iki golü kurtardıktan sonra son dakikalarda yedikleri 2 golle yenik bitirdikleri Gaziantepspor maçını yorumlarken, takım içinde bazı futbolcuların giydikleri formanın hakkını vermediğini, maçı kazanmak için gereken istek ve enerjiyi gösteremediklerini söyledi...Kıdemli, deneyimli ve kulüp aidiyeti tartışılamayacak bir oyuncunun özeleştiri kapsamında bazı arkadaşlarının durumunu kamuoyu önünde dile getirmesi, tartışma yarattı...Aykut Kocaman dahil, büyük bir kesim, Volkan'ın davranışını hatalı buluyor. Durumu abarttığını söyleyenler de var...Bence Volkan basmakalıp ifadeler yerine, kimseyi suçlamadan, kavga etmeden, dedikodu yapmadan olanca samimiyetiyle açık, seçik, kesin ve net mesajlar verdi...Ayrıca futbolcunun belli programlarla belli şeyler söyleyecek bir robot olmadığını da ortaya koydu.Alex konuştuğunda, altın yumurtlamış gibi manşet yapıp eleştiriyi akıllarına bile getirmeyenler Volkan'ın sözlerine takılıyorlar.Bırakın herkes konuşsun...Volkan da konuşsun, Hagi de!.. Artık dedikodu diye geçiştirilen, başkaları tarafından dile getirilse provokasyon olarak adlandırılabilecek gerçekleri bilelim, ona göre tartışalım. Dedikodudan, polemikten, sansasyondan daha iyidir böylesi...Selahattin TORKALO günleri görmüş, futbol topunun peşine düşmüş kiminle konuşsam, Selahattin Torkal'ın olağanüstü tekniğini, oyun görüşünü ve muhteşem plaselerini anlatırlardı bana.Yıllar sonra tanıdım onu.Kesinlikle söyleyebilirim ki, futbol aleminin en kibar, en beyefendi ve en sportmen kahramanlarından biriydi.Babalarımıza futbolu sevdiren de onun gibi öncülerdi mutlaka...Sana minnettarız Selahattin Abi... Huzur içinde uyu büyük Fenerbahçeli!...Aklıma gelmişken...Sırf, yaptık oldu, demek için röportaj yapılmaz... Program da yapılmaz...Hele hele vıcık vıcık... İçinde adam gibi soru, adam gibi cevap olmayan röportaj ya da program...Olmasa daha iyi olur...Yani! Ördeğim öksüz kaldıAslında iki taneydiler. Birine çok sevdiğim arkadaşlarımdan biri el koydu... Elde kalan o tek ördeğimi hep sevgiyle okşadım, fırsat buldukça tozunu aldım, onu kütüphanemin yüksek raflarından birinde saklıyordum.Ama dün ördeğim öksüz kaldı.Osmanlı çini ve seramik sanatının çağımızdaki en büyük ustası, ördeğimin yaratıcısı Sıtkı Olçar, hiç beklenmedik bir zamanda aramızdan ayrıldı.Elbette eserleriyle yaşıyor... Yaşayacak... Hem de sonsuza dek.Peki yeni bir Sıtkı Usta çıkar mı?İnşallah çıkar!Hepimizin başı sağolsun... Senin de Hıncal Abi!
Milliyet
1,340,093
Yazarlar
Mehmet Tezkan, cuma günü adeta "yetti gayri" diyordu:"Semra Özal saçı verse de kurtulsak!"Semra Özal'ın verip vermeyeceği belli olmayan saç, rahmetli Turgut Özal'ın, ama Semra Özal vermiyor.Verse ne olacak?Mehmet Tezkan, "Semra Hanım rahmetli kocasının saç telini verse adli tıp işi çözecek" diyor.Yani "Turgut Özal öldü mü, öldürüldü mü?" konusu artık tartışılmayacak?* * *Olur mu, böyle bir konu eldeyken, defter kapatılır mı? Kim bilir daha neler çıkacak ortaya, ne şahitler, ne belgeler, ne mektuplar? Kaç program yapılır, ne reyting alınır?* * *Hem bu konu kapandı diye, yenisi açılamaz mı?Mesela Ankara cinayeti, Genelkurmay başkanının oğlunun yargılandığı cinayet, doktor Naci casus muydu, değil miydi? Rus elçiliğine oradan buradan derlediği haberleri uçurur muydu?İyi konu değil mi?Tartış tartış bitmez...Ankara'da işlenen cinayetin Bolu'da yargılanması, bu bile yeter.* * *Ya Sabahattin Ali'yi kim öldürdü?Buyurun size bir başka konu...Beğenmediniz mi?* * *Açalım o zaman tarih sayfalarını..."Sultan Aziz öldürüldü mü, intihar mı etti?"Mithat Paşa bu işe karıştı mı, karışmadı mı?Sultan Abdülhamit, amcasını öldürdü diye, Mithat Paşa'yı Yıldız parkındaki Çadır Köşkü'nde yargılayıp, Fizan'a gönderdi mi, göndermedi mi? Mithat Paşa yargılanmadan önce, İzmir'de Fransız konsolosluğuna sığındı mı, sığınmadı mı?* * *Bunlar da tartışılmalı... Büyük tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mithat Paşa'nın Sultan Aziz'in ölümüyle bir ilgisi olmadığını açıkça yazmasına rağmen birileri bulunup "Hayır, Mithat Paşa cinayetin içindedir!" diye makaleler yazdırılmaz mı?Tıpkı bugünkü gibi...Ne deniyor?"Servis edilen fotokopiler, savcıdan, mahkemeden önce yandaşların elinde!"Böyle deniyor, değil mi?Mithat Paşa yargılanırken, aleyhinde en ağır yazıyı kim yazmıştır?Muharrir "Ahmet Mithat Efendi."O "Ahmet Mithat Efendi" ki "Ahmet" olan adına, efendisi "Mithat Paşa"nın adını eklemiş ve Ahmet Mithat Efendi olmuştur.* * *İsmail Hakkı Uzunçarşılı onun için der ki:"Mithat Paşa'nın himayesinde yetişmiş ve adını almış olan muharrir Ahmet Mithat Efendi saray tarafından eline verilen vesikalar ve emirlerle arzu edildiği şekilde padişaha hizmet eylemiştir. Kendisinin imzası altında yazıp saraya verilen ve sonra da aynen Tercüman-ı Hakikat'te neşredilen meşhur makale, namuslu ve vatanperver bir adamın (Mithat Paşa) icabında nasıl lekelenmek ve halk nazarından nasıl sükut ettirilmek istendiğini gösteren veciz misallerdendir."(x)Nasıl örnek değil mi?Akılları varsa yarından itibaren televizyonlara "Az sonra/Biraz sonra/Flaş flaş" diye programa başlarlar.Bilirsiniz televizyonlarda canlandırma yapılırken olaydaki gerçek adamın yerini başkaları alır.Oysa konuda hiç zorluk yok, Ahmet Mithat Efendi benzerleri hazır, alesta, rol bekliyorlar, hayatlarının rolünü oynayacaklar.————-(x) Mithat ve Rüştü Paşaların Tevkiflerine Dair Vesikalar/İsmail Hakkı Uzunçarşılı-Türk Tarih Kurumu Basımevi...
Milliyet
1,346,023
Yazarlar
, Perşembe| Ekonomi / Yazar Yazısı Güngör Uras Olayların içindenNot artmadı görüntü ayarlandı (Gene de memnunuz)25 Kasım 2010 Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, 'nin kredi notunun görünümünü "durağan"dan, "pozitife" yükseltti. Not yükseltme yok. Görüntü ayarı var. Not eskisi gibi BB+ olarak kaldı. Kredi notu veren kuruluşlardan bekleyişimiz, bizim notumuzu "yatırım yapılabilir" çizgiye yükseltmeleridir. Bu çizgi Fitch ve Standart&Poor's isimli kredi derecelendirme kuruluşlarında BBB olarak belirlenmiş. Fitch notumuzu bir basamak, Standart&Poor iki basamak artıracak ki, biz "yatırım yapılabilir" işareti veren not çizgisine ulaşacağız. Bir başka uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu da ""tir. Bu kuruluşun Türkiye notu BA2 düzeyinde. Bu kuruluşun yatırım yapılabilirlik notu BAA'dır. Bizim BAA çizgisine ulaşmamız için iki basamak not artışına ihtiyacımız var. Notun önemi nedir konusuna girmeden, şu anda 'da sallanan ekonomiler ile Türkiye'nin ekonomik durumunu ve buna karşı bu ülkelere layık görülen notları gösteren bir tabloya dikkatinizi çekmek istiyorum. İyiyiz ama notumuz kırık Bu yazının altındaki tabloyu Radikal'de Servet Yıldırım'ın köşesinden aktarıyorum. Genel Yayın Yönetmeni Servet Yıldırım, dün köşe yazısında, Türkiye'ye göre çok çok kötü durumda olan ülkelerin notu ile Türkiye'nin notunu karşılaştırıyor, batma durumunda olan ülkelerin bile Türkiye'den yüksek ve hatta yatırım yapılabilir çizgide not almalarındaki çelişkiyi anlatıyordu. Biz uzun süredir kredi notumuzun yükseltilmesini bekliyoruz. (1) Bizim notumuzu yükseltmiyorlar. (2) Kötü durumdaki ülkelerin notunu düşürmüyorlar. (3) Sonuç olarak biz ekonomik büyüklükleri çok kötü olan, yardıma muhtaç ülkelerin gerisinde bir kredi notu ile yaşamımızı sürdürüyoruz. Acaba neden? Acaba kredi değerlendirme kuruluşları bize düşman mı? -  Kriz öncesi kredi derecelendirme kuruluşları krizde durumu bozulan ülkelere cömert notlar vermişti. Bu notları kriz sonrası azaltmaktan çekiniyorlar. -  Şimdilerde şemsiyesi, üye ülkeler için bir güvence oldu. örneğinde görüldüğü gibi şimdilerde örneğinde görüleceği gibi ülkeler güç durumda kaldığında ülke kurtarılıyor.  -  Türkiye, Avrupa Birliği dışında. ile ilişkisini kesti. Mali Kural'ı kanuna bağlamaya kalktı. Vazgeçti. Şimdilik durumu iyi ama... Aması var. Büyük olasılıkla Türkiye'nin kredi notunun artırılmamasının gerisinde bu tür yaklaşım var. İyi de kredi notu artırılmaz, Türkiye "yatırım yapılabilir" notu alamaz ise ne olur? Biz dövizsiz mi kaldık? Veya kalacağız? Kredi bulamayacak mıyız? Kredi notu yükselince (1) Ülkede uzun dönemli yatırıma soyunacak yabancı sermayeye güven geliyor. (2) Ülke dış kredi kullanırken, daha uzun vade ve daha ucuz faiz ile borçlanma imkânına sahip oluyor. Biz kredi notumuzun düşüklüğü nedeniyle görünmeyen bir fatura ödüyoruz. İşte bunun için kredi notumuzun yükselmesini istiyoruz.
Milliyet
1,318,797
Yazarlar
Son günlerdeki türban tartışması bu konudaki AİHM kararlarını gündeme getirdi.     Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin 9. maddesi iki türlü özgürlükten söz eder. Birincisi, içe dönük inanma ya da inanmama özgürlüğü. Bireyin iç dünyasına ilişkin bu özgürlüğe devlet karışamaz.İkincisi, inancın dışa vurulması özgürlüğü. Bu özgürlük kamu düzeni, ahlak ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması gibi nedenlerle sınırlanabilir. Ancak bu sınırlamaların yasal dayanağının bulunması ve demokratik bir topluma uygun olması gerekir.9. maddede yazılı olmayan, içtihatla oluşan bir sınırlama daha var. Dinsel saikle yapılan her davranış din ve vicdan özgürlüğüne girmez ve Sözleşme tarafından korunmaz. Bunun nedeni açık. Dinsel saikle yapılan her davranış inanç özgürlüğüne girerse, dinsel kurallar hukuk kurallarının önüne geçer. Herkes kendi hukukunu uygulamaya baslar. Hukuk devleti ortadan kalkar.AİHM, İstanbul Üniversitesi'nin Anayasa Mahkemesi kararına dayanarak aldığı, türban yasağına ilişkin (gerçekte yasak, hangi dinden olursa olsun, tüm dinsel simgeleri kapsıyor), Leyla Şahin davasını da bu çerçevede inceledi. AİHM açısından sorun kılık kıyafet özgürlüğü değil. Dinsel simgelerin yükseköğrenim kurumlarında gösterilmesi sorunu.Türbanın güçlü bir dinsel simge olduğunu AİHM daha önce Dahlab/İsviçre (2001) kararında belirtmişti. Ayni kararda AİHM, türbanın kadın erkek eşitliği ile bağdaşmadığını söyledi. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, Karaduman/Türkiye (1993) kararında, türbanın başı açık öğrenciler üzerinde baskı oluşturabileceğini belirtti. Dolayısıyla, AİHM Leyla Şahin (2005) davasını incelemeye başladığında bu konuda yerleşmiş bir içtihat vardı.  Bundan sonra da AİHM aynı yönde başka kararlar verdi. Örneğin, Lautsi/İtalya(2009) kararında aynı ilkelerden hareketle, sınıflarda duvara haç asılmasının din ve vicdan özgürlüğünü ve eğitim hakkını ihlal ettiği sonucuna vardı.Leyla Şahin kararında AiHM, önce yasağın yasal bir dayanağı olup olmadığına baktı. "Yasaya uygunluk" kavramını biçimsel değil, geniş yorumladı. Bu kavramın sadece yasama organınca kabul edilen yasaları değil, aynı zamanda, bağımsız kuruluşların yayınladıkları genelgeleri de kapsadığını, yasanın ne olduğunun yargı organlarının yorumuyla belirlendiğini, türban konusunda Anayasa Mahkemesi'nin ve Danıştay'ın bağlayıcı nitelikte kararları bulunduğunu, bunların yeterli bir yasal dayanak oluşturduğunu belirtti.Sorunun esası ile ilgili olarak AİHM, kararında, içtihadındaki ilkelere değiniyor. Din ve vicdan özgürlüğünün kamu düzeni ve başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla sınırlanabileceği, türbanın kadın -erkek eşitliği ile bağdaşmadığı, birden çok inancın bir arada bulunduğu toplumlarda, bu inançların birlikte var olabilmeleri için din ve vicdan özgürlüğüne sınırlama getirilebileceği, devletin dinler karşısında tarafsız olması gerektiği üzerinde duruyor. Din-devlet ilişkilerinin düzenlenmesinde devletin belirli bir takdir yetkisi olduğunu söylüyor.AİHM, kararında, laikliğin Türkiye açısından taşıdığı önemin altını çiziyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkelerinden biri olan laikliğin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde yer alan ilkelerle uyum içinde olduğunu, Türkiye'de demokrasiyi korumak bakımından önem taşıdığını, laikliğe aykırı davranışların din özgürlüğüne girmeyeceğini ve Sözleşme tarafında korunmayacağını belirtiyor.Üniversitelerde yöneticilerin kurumun laik niteliğini korumak istemelerinin anlaşılır bir şey olduğunu ileri sürüyor ve türban yasağının Sözleşme'nin 9. maddesini ihlal etmediği sonucuna varıyor.Bundan sonra AİHM, başvurucunun eğitim hakkıyla ilgili şikâyetini inceliyor. Yukarıdaki görüşlerin eğitim hakkı için de geçerli olduğundan hareketle bu şikâyeti de reddediyor.Leyla Şahin kararının konusu üniversitedeki yasağın Sözleşme'ye uygun olup olmadığı. Yasak kalkarsa, bu kez başı açık bir öğrenci din ve vicdan özgürlüğünün ihlal edildiğini ileri sürerek AİHM'de dava açabilir. Ancak bunun için, iç yargı yollarının tüketilmesi ve davacının türbanın serbest bırakılması sonucu mağdur olduğunu gösterebilmesi gerekir. Bu yolda bir dava açılırsa, AİHM yukarıdaki ilkelerin bu olayda ne denli geçerli olduğuna bakarak bir karar verir.
Milliyet
1,321,819
Yazarlar
DENİZ SİPAHİ her zamanki nezaketi ve sükûneti ile hafta içindeki çileyi şöyle taşıdı köşesine:"Sasalı'daki evimden çıktığımda saat sabah 9'u biraz geçiyordu.Genelde daha erken çıkıyorum, ama yağmuru görünce sabah trafiğine takılmayayım diye düşündüm.Ama yanılmışım... İzmir'i  3.5 saate indiren projenin temelinin atıldığı gün ben Sasalı'dan gazetenin Alsancak'taki binasına  3.5 saatte gelemedim.Tamam, yoğun  bir yağmur vardı. Ama ne olursa olsun, tam bir rezaletti...Demek ki, daha büyük bir facia olsa, bütün  kent alt üst olacak."* * *Hamdi Türkmen ise kızgındı, öfkeliydi:"İster kabul edin, ister etmeyin; bugünden itibaren tüm İzmirlileri 'KAZ', bizleri güden kişiyi de Aziz Bey olarak ilan ediyorum. Çünkü  bu İzmir'de her yağışta yaşamak, ayakta kalabilmek için, ya KAZ  ya da ÖRDEK olmak lazım."* * *Bana gelince... Perşembe günü öğlen çıkmıştım evden.Karşıyaka'dan İşgören'lerin Eğitim Kampüsü önüne gelinceye kadar, doğrusu fazla sorun yoktu.Ama oraya geldiğimde "Eyvah" dedim:"Battık."Emektar Twingo'mu mecburen sürdüm suyun içine.Dalgaları ayağımın altında hissediyordum resmen.Ve söz verdim kendime:- İlk fırsatta bir şişme bot alacağım.Levent Kırca'nın "Olacak  O Kadar" programında bir tipleme vardı hani:Tem teçhizatlı muhabir Cevat Kelle.Aynen öyle.Şişme bot, İzmir'de yaşayan herkesin yanından ayırmaması gereken bir teçhizat olmalı  bundan böyle!* * *Gazeteye güç bela varıp, dört  bir yandan gelen "sulu fotoğrafları" görünce, kararım kesinleşti.Yaya olarak veya arabayla  yola çıkanlar için değil...Metroya bineceklere bile  birer "şişme bot" şart! Tek karelik metro! Palavrayı bırakınGelen ileti şöyle:"Manchester Üniversitesi'nden Prof. Sir Alex Harley'e göre, bilinçli rakı tüketiminin yararları saymakla bitmiyor.Bilinçli tüketim ölçüsü ise bir ya da iki duble.Tüketim bu miktarda olursa...1- Damarları açarak kan dolaşımını rahatlatıyor.2-Tansiyon normal seviyesine geliyor.3-Yeterli kan akışı nedeniyle beyin fonksiyonları hızlanıyor ve tüm vücut rahatlıyor.4-Üzüm ve anason karışımı karaciğere   yardımcı oluyor.5-Stres sıfır noktasına iniyor."Söylenenler doğru olabilir.Ama "söyleyen" şüpheli.İnternette biraz bakındım.Prof. Sir Alex Harley'i bulamadım!Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'e göre ise alkollü içkilere uygulanan vergideki artış sayesinde, fazladan 800 milyon lira gelir sağlanacak. "Ama" diyor Bakan:"Bizim için gelir değil, vatandaşın sağlığı önemli."Bu kez "söyleyen" belli.Fakat "söylenen" yani "vatandaşın sağlığı için vergiyi arttırdıkları" yalan.
Milliyet
1,342,793
Yazarlar
Mendo Tekno DÜNYANIN iLK 'FULL 3D' GEZiSİ Bu kendi çapında dev prodüksiyonda karikatürist ve 'endurocu gibi' Faruken Bayraktare ortağımdı. Yapımı eşsiz ve 'Full 3D' kılan, yanımızda üç boyutlu çekim özelliği olan üç zımbırtı bulunmasıydı. Bir panoramik 3D çekebilen, daha önce CADDE'de testini okuduğunuz Sony NEX 3, fotoğraf ve filmlerini bildiğiniz karton gözlüklerle izleyebileceğiniz bir Fujifilm 3D ve aşağıdaki satırlara vesile olan dünyanın ilk 3D tüketici kamerası Panasonic SDT750.Uçan tekme bile yedimSDT 750'yi yaklaşık bir aydır deniyorum. CADDE'nin doğum gününü de 3 boyutlu belgelediğim bu sürede 3D uğruna sayısız uçan tekme, kalem, top ve çakmak yedim. "Kendinizi Avatar mı sandınız?" dedim; dinletemedim.Bayramın ilk günü, sabahın daha körü. 'Fujifilm 3D' sahibi Faruken'le Ortaköy'de buluşur buluşmaz 3D'lerimizi tokuşturduk. Motorlarımıza atlayıp Rumeli Feneri'ne doğru her fırsatta 3D yaptık:-Mendo şimdi motorla yokuştan aşağı salacağım kendimi. Kamera yerde olsun.-Ezmezsin değil mi?-Yanında dur ki yerini bileyim.-Sakın üzerinden geçme.-Abi test cihazları kırılırsa sana ödetirler mi?-Ezme!Paçavradan şaryo!Radyo/TV mezunu Faruken, Rumeli Feneri'nde mendirekte paçavradan bir şaryo uydurdu. Uyduruk şaryoya bağlı SDT750 kayaların arasında salınırken, önüne geldiği Faruken'den bir tekme de yedi.Teknelerin, balıkçı ağlarının arasında, Fener'deki kale kalıntısında çekim yaptık. 'Kahpe Bizans' işi otantik dekorda mekanik atlarımızla     Malkoçoğlu, Kara Murat romantizmi yaşadık. 'Endurocu gibi' Faruken kalede tepeciklerin üzerinden SDT750'ye doğru şaha kalktı.  Boğaz'a giren gemileri Kavak'ta 3D karşıladık; Fener'de yalnızca çay içececeğimiz için bizi manzaralı masa yerine arkalarda bir yerlere öteleyen Mendirek isimli lokanta ve garsonlarını, Garipçe'deki balık lokantasında masamıza serilen dev levreği üç boyutlu belgeledik.Dönüş yolunda, 3D ile dolu zımbırtılarımızın haklı gururunu yaşıyorduk. Ham görüntüleri 3D TV'de izlerkense, 'sağlam bir montaj ihtiyacı gerçeği' tokat gibi suratımıza çarptı.Tridine 3D'ne bandımPanasonic'in gururuTüketiciye yönelik ilk 3D kamera SDT750, 2010'a damga vuran zımbırtılardan. Bir 3D dönüştürme lensi aracılığıyla üç boyutlu çekim yapan SDT750, bu eklenti olmadan 1080p görüntü alan, 'hi-end'vari bir kamera.* 3D dönüştürme eklentisi, sağ ve sol gözler için aynı anda ayrı ayrı iki görüntü alan çift lensli bir mekanizma. Görüntüler, 3D TV'lerde izlenebiliyor.* 3D lens takılınca 2D kameranın üstün özelliklerinden bir çoğu kullanılamıyor. Buna zum da dahil.* 3D görüntüler 'Full HD' olmasa da TV'de etkileyici görünüyor.* 3D lens kapağı bir ayar aparatı işlevi görüyor. Lens her takıldığında bir ayar işlemi gerekiyor.* Ayarlar, 2D hali 375 gram olan kameranın 3 inçlik dokunmatik ekranından yapılıyor.* 32 GB'lık dahili bir hafızası da olan SDT750, SD, SDHC ve SDHX kartlara kayıt yapabiliyor.* 7,590,000 piksel 3MOS sensör, 2D'de mükemmel HD bir görüntü kalitesi sağlıyor.* 5.1 ses kaydı yapıyor. 2D'de ses kalitesi çok iyiyken, 3D'de bu performansı gösteremiyor.3 Intelligent Auto fonksiyonu (3D'de yok) en uygun çekim modunu seçiyor.* 3D görüntüler kutudan çıkan HD Writer AE 2.6T ile PC'lerde edit edilebilir. Benim gibi Mac kullanıcıları ise iMovie ile yetinmek zorunda.ALARM! FACEBOOK NEFES KESiYORSaygın tıp dergisi Lancet'te bugün yayımlanan bir makaleye göre Facebook astım krizini tetikleyebiliyor. Bir grup İtalyan doktorun araştırmasına göre sahte bir profille, eski sevgilisinin Facebook arkadaşı olan 18 yaşındaki genç, ne zaman genç kızın profiline girse nefes darlığı çekmeye başlıyor. Araştırmaya konu olan genç, eski sevgilisinin siteye yüklediği fotoğrafları, potansiyel sevgililerini gördükçe nefesi kesiliyor. Yapılan testler gencin Facebook'ta sevgilisinin profiline her girişinde nefes kapasitesinin yüzde 20 azaldığını gösterdi.PARASINI SAVURMAK İSTEYENLERE ÖZEL...'Ninuku.com' adresli internet sitesine yılda 24 dolar ödeyen herkes, Facebook'taki duvar yazıları, fotoğrafları, mesajları, statü durumuyla tüm aktivitelerini kronolojik olarak ciltli bir kitap haline getirebilir. Mutlaka kıymetli sanal aktivitelerini kitaplaştırmak isteyenler çıkacaktır. Bu arada 'Ninuku'nun kızılderili dilinde "Parayı boşa harcama" anlamına gelmesi de ilginç bir not.
Milliyet
1,336,670
Yazarlar
Bugün kime sorsanız "Mavi Marmara"yı hatırlar.    İsrail'in Gazze'de uyguladığı ablukaya insani yardım, ilaç, yiyecek, içecek götüren gemi yolda durdurulmuş, gemiye atlayan İsrail askerleri 9 Türkü öldürmüşler, önce gemiye el koyup içindekileri enterne etmişler, baskılar üzerine gemiyi serbest bırakmışlardır, bizim Dışişlerinin bütün isteğine rağmen hala özür dilememişlerdir.İşte bu olayın bir benzeri 1939, İkinci Cihan Savaşı başlamadan önce yaşanmıştır.Gemi Türk gemisidir, "Sakarya" içinde "kaçak Yahudiler " vardır, o tarihte 1939-1940 Filistin'de egemen olan İngilizler gemiye el koymuşlardır.* * *"Kaçak Yahudiler" ne demektir?Hitler'den ve Nazilerden kaçan Yahudiler demektir.Bilal N. Şimşir  onları şöyle anlatır:"Avrupa Yahudi'ye kapalı, Amerika kapalı. Yahudi hepten köşeye sıkışmış. Filistin'e göç, Yahudi için ölüm kalım meselesi, hayat memat meselesi olmuş. Filistin'e göç, zavallı Yahudi için tek seçenek. Yahudinin başka seçeneği kalmamış. Ya ölecek, ya göç edecek! Göç, hayatta kalma seçeneği. Avrupalı Yahudi, canını Filistin'e atabilmek için elinde avucunda ne kaldıysa hepsi kaçakçının eline döküyor. Kaçakçılık, kazançlı iş.  Dünya Savaşı yaklaşırken Filistin'e göçmen kaçakçılığı bölgeyi sarmış."* * *İngilizler, Ankara'yı uyarır:"Sakarya gemisinde Yahudiler vardır, Filistin'e göç edeceklerdir, Türk hükümeti kaptanı uyarılsın., Yahudileri taşımaktan vazgeçin."Kaptan uyarılır, Ulaştırma Bakanı Ali Çetinkaya, her şeyi yapmış, "Sakarya" dahil, bütün Türk gemilerine "Filistin'e gidecek kaçak Yahudileri almayın"  demiştir ama dinleyen kim?Ulaştırma Bakanının yazısı şöyle biter:", (...) Emri vaki halini almış bu vaziyet karşısında yapılacak başka bir muamele kalmadığını saygılarımla arz ederim.""Sakarya" 1000 kadar kaçak Yahudiyle yola çıkar.Şubat 1940'da Boğaz'ı geçer, İstikamet Hayfa limanıdır, ama gemi Çanakkale boğazını geçtikten sonra, Bozcaada önlerinde İngiliz donanması tarafından yakalanarak Hayfa'ya götürülür.* * *İngilizler, Yahudileri karaya çıkarıyorlar ama "Sakarya"  gemisinin kaptanı ve mürettebatı tutukluyorlar. Yahudiler, Filistin'e çıktılar ya, gerisi kolay, Ya Türk kaptan ve tayfalar?Görev yine Türkiye Dışişleri Bakanlığına düşer, bu defa hem gemiyi, hem mürettebatı kurtaracaklardır.Önce "Sakarya" sonra laf dinlemeyen kaptanı ve tayfaları kurtarılır."Sakarya" vapuru ve mürettebatı 15 Şubat'tan 3 Mayıs 1940'a kadar tutuklu kaldıktan sonra bırakılır.* * *Bitti mi?Hiç biter mi?Bu defa geminin sahibi armatör Arslan Sadıkoğlu, Dışişleri Bakanlığına başvurarak, İngilizlerin kendisini zarara soktuklarını belirterek tazminat ister.Dışişleri Bakanlığı da olayı tekrar anlatır, "biz size kaçak Yahudileri almayın, dedik, dinlemediniz, yapılacak bir şey yok" diye kestirip atar.* * *Şimdi diyeceksiniz ki "Mavi Marmara" ile "Sakarya"nın ilgisi ne?İlgisi olmasa da benzerliği yok mu?İkisinin de baş oyuncuları Yahudiler.—————(x) Türk Yahudileri/2 Bilal N. Şimşir Bilgi Yayınevi
Milliyet
1,328,573
Yazarlar
Şu sıralar Kemal Kılıçdaroğlu ister istemez yakın takipte tutuluyor. Siyaset meydanında bütün dikkatler onun üstünde toplanmış durumda.Sorular malum:CHP'yi değiştirebilir mi? CHP'den güven telkin edici, inandırıcı bir iktidar alternatifi çıkarabilir mi?Bilemiyorum.Daha hâlâ evet ya da hayır diye kestirip atamıyorum.Çünkü Ak Parti karşısında muhalefet boşluğunu gerçekten dolduracak bir iktidar alternatifinin bu ülkede demokrasinin yollarını genişleteceği kanısındayım.Ama sahneye çıktığından beri Kemal Kılıçdaroğlu sürekli yalpalıyor. Bir adım öne atarsa, hemen arkasından iki adım geri çekiliyor.Siyasette bu vardır.Ama tabii bilinçli bir 'oyun planı'nın ürünüyse sonuç verebilir. Nereye gitmek istediğini gerçekten biliyorsan, böyle bir oyun oynayabilirsin.Kılıçdaroğlu ilk gün yeni CHP dedi.'Eskiler' bastırdı:"Bunlar Atatürk'ün partisini değiştirmek istiyorlar."Kılıçdaroğlu geri bastı:"Yeni CHP'den kastımız yeni yönetimdir."Kılıçdaroğlu yakın geçmişte buna benzer bir çok örnek sergiledi.Nasıl CHP ile yeni sözcüğünü yan yana getirmekten kaçınıyorsa, Kürt sözcüğünü de ağzına alamamıştı.Referandum meydanlarında türban, başörtüsü sorununu CHP'nin çözeceğini söylemiş, ama Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda Çankaya Köşkü'ne çıkmamıştı. Anlaşılan parti içinde 'eskiler'in  tepkisinden çekinmişti.Dersim konusu da farklı değildi. Önce doğru bir çıkış yapmış, 'eskiler' hop dedik deyince ipe un sermişti.Yine Kürt sorunuyla ilgili olarak genel aftan söz etmiş, 'eski kafa'nın vozurdamasıyla yutkunmuş, sözünü tevil yoluna gitmişti.Oysa bazı işaretler yok değil, Kılıçdaroğlu CHP'yi değiştirmek istiyor. Parti değişmeden, yenilenmeden iktidar yolunun açılamayacağını gördüğü söylenebilir.Ama bu arada demin belirttiğim gibi çok sık yalpalıyor. Ve parti yönetiminde öyle isimlere yer veriyor ki, 'yeni' olanın yolu' hiç böyle açılır mı sorusu gelip çengelini zihinlere asıyor.Kılıçdaroğlu, ilk günkü açıklamasında, CHP'nin yarım yüzyıldır iktidar yüzü görmediğini belirtti ve bundan haklı olarak yakındı.Peki, niye iktidar olamamıştı?Niçin seçim kazanamamıştı CHP?'Eski'de kaldığı için...Geleceği geçmişte aradığı için...Kemalizm'in ruhu kendisini rahatsız etmeye devam ettiği için...Geleceği geçmişte arayan Baykalizm ipine sarılarak yirmi birinci yüzyılda daha hâlâ yol alabileceği hayaline kapıldığı için...Kemal Kılıçdaroğlu bunları hangi netlikte görebiliyor?Bilemiyorum.CHP'yi bugüne kadar 'sosyal demokratlık'tan, hatta 'demokratlık'tan uzak tutan nedenler sır değil:Devletçilik...Askercilik...Laikçilik...Seçkincilik...Tek kültürcülük...İşte bu nedenlerle CHP yıllar yılı seçim kazanamadı.Halka değil devlete, demokrasiye değil askere, milletin iradesine değil askerin muhtırasına, inançlara değil laikçiliğe, farklılıklara ya da çoğulculuğa değil, torna tezgahından çıkmış gibi tek tip kültürel anlayışa daha yakın durduğu için seçim sandığından çıkıp doğru dürüst iktidar olamadı yarım yüzyıldır...CHP'deki tutucu ellerin üstünde yükselen 'korku imparatorluğu'nun temelinde bütün bunlar yatıyor.Kemal Kılıçdaroğlu ilk gün "CHP'deki korku imparatorluğunu yıktık" dedi.O kadar kolay olduğunu sanmıyorum.Önemli bir adım attığı doğru.Ama arkasını getirmesi lazım.Arkası ancak yeni CHP ile gelir.Bunu yapabilecek mi Kılıçdaroğlu ve ekibi?..'Eski'yle 'yeni'nin hesaplaşmasında değişimin bayrağını yükseltebilecek mi, en azından bir zamanlar Ecevit'in yaptığı gibi...Yoksa geçmişte olduğu gibi yine olmayacak duaya amin demekle vakit mi geçiriyoruz?..
Milliyet
1,345,993
Yazarlar
Türk- ilişkilerini merak edenler bir noktayı iyi bilmeliler. ABD için bir yana, dünya bir yanadır. Türk- ABD ilişkileri, Türk-İsrail ilişkilerinden geçer. Eğer İsrail ile kavga ederseniz, ABD ile kavga ettiğiniz sonucu çıkarılır. Belki bazılarımızı şaşırtacak, belki tepkilendirecek, ancak beğenelim veya beğenmeyelim, gerçek budur. Ya bu gerçek kabul edilir ve ona göre politika izlenir. İsrail ve bu ülkenin uzantısı sayılan Lobisi, özellikle ile ilişkiler konusunda 'u kontrol ediyor, politikaları yönlendiriyor. Hemen her alanda hakim durumdalar. İsrail'e düşman bir ülke ile dost olan herkes de Yahudi Lobisi'ni karşısında buluyor. Bu verilerden sonra, konumuza geçelim. Türkiye, kendine göre doğru bulduğu politikalar izliyor, ancak bu politikalar Washington- ekseninde farklı görülüyor. Bu nedenle de, Türkiye, Washington'daki konumunu hızla kaybediyor. Bu noktaya gelmesinde de, Yahudi Lobisinin büyük etkisi var. Türkiye'nin, İsrail'i yok edilmesi gereken bir ülke olarak gören ile yakınlaşması ve Mavi Marmara Gemisi olayı, Yahudi Lobisinin 'yı "istenmeyen ülke" olarak nitelemesine yetiyor. Kongreden Türkiye artık geçemiyor... Yahudi Lobisinin en güçlü ve etkili olduğu kurumların başında, geliyor. Türkiye, - veya 'a, görüş ayrılıkları olsa dahi bazı politikalarını anlatabiliyor ve bir oranda da anlayış bulabiliyor. Ancak, Kongre'deki durum son derece ümitsiz. Temsilciler Meclisi veya (toplam 535 kişi) tümüyle iç politikayı düşünüyor. Türkiye'nin stratejik önemiymiş, bölgedeki ağırlıymış, umurlarında dahi değil. Onlar için önemli olan, seçmenlerini memnun etmek. Medyanın duymak istediğini söylemek. Kongre üyelerinin büyük bölümü için her şey siyah-beyaz dır. Ya ve İsrail ile dostsunuzdur veya düşmansınızdır. İran düşmandır. Ahmedinecad şeytandır. Bu ülkenin lideriyle kucaklaşan da, kongredekilerin tümü için kötüdür. İstediğiniz kadar kendinizi anlatmaya çalışın, istediğiniz kadar politikalarınızın tutarlılığını söyleyin. Hiçbir şey değişmez. Kongre, Yahudi Lobisinin oyun alanıdır. Bugüne kadar Yahudi Lobisi, Türkiye'yi dost görür ve kötülüklere karşı korurdu. konusunda, Rumlara ve Yunanlılara fazla yüz vermez, Türkiye'yi kollar, ve konularında gözlerini kapar, oylamasını engeller, Kürt sorununda destek vermez, petrol hattında Ankara'ya arka çıkar, Türkiye ne silah istese hemen kabul ederdi. Artık bunların hepsi bitti. Yahudi Lobisi, Kongreyi Türkiye' ye kapattı. Sadece Kongreyi değil, hemen hemen tüm politika oluşturanları da etkilemeye başladı. Kullandıkları sloganlar da çok etkileyici: - Türkiye, ABD'ye ihanet ediyor. - Türkiye artık güvenilmez bir ülke oldu. - Türkiye, Amerika'nın düşmanlarıyla dost oluyor.   , STÖ ve fonlar da lobinin etkisi altında... Yahudi lobisinin aynı oranda etkili olduğu diğer kurumlar arasında, Amerikan medyasını, akademi dünyasını, sivil toplum örgütlerinin en önemlilerini ve büyük fonlarını da sayabilirim. Büyük Medya ve TV'lerin büyük bölümü Yahudilerin elinde. İsrail'e dokunanın eli yanıyor. Aynı kaynaklarda, kısa bir süre öncesine kadar, Erdoğan ve Türkiye konusunda son derece övgü dolu yazılar çıkardı. Başbakan yere göğe konulmaz, Türkiye Amerika'nın en yakın ve değerli müttefiki olarak nitelenirdi. Bugün, aynı kişiler eleştiri kampanyasının başını çekiyorlar. Yazıların büyük bölümü olumsuz. Erdoğan ve Davutoğlu'nun Türkiye'yi başka bir yerlere çekmeye çalıştığı işleniyor. Akademi dünyası ve önde gelen Sivil Toplum Örgütleri de Yahudilerin etkisi altında. O kesimlerin de eski bakışları kalmamış durumda. Türkiye hakkındaki raporlar, konferanslar olumsuzluklarla dolu. Tabii bir de Fon' lar var. Yüz milyarlarca doları yönlendiren, yatırımların nereye gideceğini etkileyen, gibi mali kurumlar da sözü dinlenen  lobi, belki bu alanda henüz harekete geçmiş değil, ancak ilerde durum gerginleşirse, sürprizlerle karşı karşıya kalınabilir.   Hedefte, hem hem de Davutoğlu var... Amerikan siyasi yaşamında Cumhuriyetçilerin etkilerinin artması da, Ankara için kötü haberler getiriyor. Hele Eric Edelman gibi, ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi, muhafazakarların ve Yahudi lobisinin çok önem verdikleri bir ismin, şimdiye kadar kapalı kapılar arkasında söylediklerini şimdi açıkça söylemesi ve "'yi artık şımartmaktan vaz geçmeliyiz" demesi, Washington'daki alarm zillerinin çalmaya başladığının çok tipik bir örneğidir. Bu, küçümsenmemesi gereken bir gelişmedir. Edelman gibi geçmişte Türkiye'yi daima destekleyen muhafazakarlar şimdi ateş püskürüyorlar ve hedeflerindeki isim de, Dışişleri Bakanı Davutoğlu. Türkiye'nin yönünü değiştirdiğine ve dış politikaya İslamcı ideolojisini soktuğuna inanılıyor. Bu kampanya devam ettiği taktirde, Davutoğlu'nun çok daha açık bir hedef haline gelmesini bekleyebiliriz. Türkiye'nin müslümanlığı hatırlanır oldu... Konuşmalarım sırasında beni hayretler içinde bırakan noktalardan bir diğeri de, belirli çevrelerde Türkiye'nin Müslümanlığının olumsuz şekilde hatırlanmaya başlanmasıydı. Amerika için en büyük milat, 'nin saldırısıdır. Bu olaydan sonra, Amerika için İslam tehlikeli bir din konumuna sokuldu. ülkelere farklı bakılmaya başlandı. Bunların içinde, aynı potaya Türkiye konmazdı. Bu defa, Türkiye'nin de özellikle İran ile aynı resmin içinde görüldüğünü gözetledim. Bir şeyler yapılmadığı, gereken önlemler alınmadığı taktirde, Ankara'nın Washington ile yollarının bir daha kolay kolay birleşmeyecek şekilde ayrılmak üzere olduğunu hissettim. Bu da beni korkuttu.   YARIN: ABD ile itişmenin faturası hazırlanıyor... • Birbirimize veya Onurlu dersleri vermeyelim. Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin dış politikası benim de hoşuma gidiyor, ancak biraz da gerçekçi olursak, atılan adımların, Türkiye'nin uzun vadeli büyük çıkarlarına zarar vermeye başladığı izlenimi artıyor. Durumun pek parlak olmadığı sonucu çıkıyor. Washington, Türkiye'ye tümüyle sırt dönebilir, Erdoğan-Davutoğlu ikilisini silip atabilir mi? Hayır, ABD bir süper güç olarak herkesle ilişki sürdürür. Ancak her ilişkinin de bir faturası vardır. Washington, şu sıralarda Haziran 2011 seçimlerini bekliyor. Çıkacak sonuç ve sonrasındaki politikalara göre, Ankara ile yeni bir ilişki düzenine girilecek. Ya Türkiye genel yaklaşımına ince ayar yapıp değiştirecek veya bir fatura ödeyecek. Faturanın ana hatları da hazır...
Milliyet
1,321,824
Yazarlar
Açıla saçıla bir haller oluyoruz, açılıyoruz açılmasına da açtığımızı toplayamıyoruz! Başbakan “Cumhuriyeti böyle dar kalıplar içerisine sığdırmak suretiyle, bir metrekarelik başörtüsüne takıp sallamak suretiyle Cumhuriyetçilik olmaz!" demiş! Bir de bunu açalım, saçalım bakalım; adım adım Atatürk açılımına hazır olmak lazım : “Denize girerken çekilmiş fotoğrafları ahlaka uygun mudur?", mesela... Tabii, diktatör olarak algılayan ve bu mealde yazılar yazanlar da var; garip tabii ki, cumhuriyetin sunduğu haklardan yararlan, sonra da “Atatürk diktatördü" de... Ya benim mantık örgümde bir hata var, ya da bazı kişilerin! Zira aklım almıyor! Yani, etinden, kılından, sütünden yararlan, sonra da tu kaka de! Neyse... Dellenmeyeyim ben yine; yoksa yazının sonu bir türlü gelmiyor! ****** İnsanın siniri zıplayınca kolay kolay yelkenleri suya indirmiyor ya, benimki de o hesap; bilmiyorum hiç rast geldiniz mi, Atatürk'ü eleştiren yazılar yazanlar özellikle mayolu resmini kullanıyorlar, artık kendilerince neyi ispatlamaya çalışıyorlarsa... ****** Hazır sinirlerim zıplamışken, aklımdaki bir projeden bahsedeyim! Bundan sonra yanımda post-it adı verilen yapışkanlı not kağıtlarından taşıyacağım; engelli rampalarının önüne park eden her bir aracın ön camına “Engellileri bir de siz engellemeyiniz!" yazıp, yapıştıracağım!.. Başka çare bulamadım! İzmir'de tüm yollarda rampalar var, lakin rampaların tam da önünde park etmiş araçlar var! Sizin yaşadığınız yerde durum nasıldır, bilemiyorum, lakin rampalar yapılmışken engellenmesini anlamıyorum! ****** Bir post-it'e rastlarsanız aracın ön camına yapıştırılmış, üzerinde “Engellileri bir de siz engellemeyiniz!" yazan, bilin ki onu yazan benimdir! Tescilim altında değildir, arzu ederseniz siz de aynı eylemde bulunabilirsiniz! ****** Toplum bilinci başına gelmeden bir şeyleri anlamaktır diye düşünüyorum; güzel şeyleri hep insan kendisi hak eder diye düşünür de, kötü şeyler için ya başkalarını suçlar, ya da kaderdir der... Bencilliğimiz kaderimiz olmamalı... Bunu her konuya uyarlayabildiğimizde ancak pişmiş oluruz; yoksa laf olsun diye Mevlana'nın, Pir Sultan Abdal'ın, Yunus Emre'nin, Atatürk'ün sözlerini tekrarlamakla değil! ****** Kendi gönül hoşluğunuzda bir Pazar günü geçirmenizi dilerim...
Milliyet
1,318,976
Yazarlar
Yönetim, taraftar hem Schuster'e hem de takıma müthiş destek veriyor, vermesine de geleceğe de kuşkulu bakıyorlarBeşiktaş 'çıkış' arıyor, Sivasspor ise can derdinde, puan peşinde ! Tablonun böyle oluşu, kim ne derse desin, futbol adına her türlü aksiyonu da birlikte getirdi. Pres, kora-kor mücadele, sertlikler, kartlar, pozisyonlar, goller ve de heyecan üst düzeyde idi.Ernst-Necip ikilisinin bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi, Kartal'ı orta alanda etkili kıldı. Bu ikilinin, rakip ataklara set çekmesi, bir anlamda Guti'yi rahatlattı. Bobo'nun attığı ilk gol Guti patenti taşıyordu. Ernst de, Kartal'ın vazgeçilmezidir bizce... Tam bir panzer, pres yapıyor, top çalıyor, rakibi bozuyor, üstüne üstlük herkesine yardımına koşuyor... Ernst'in performasının üst düzeye çıkmasında diğer bir faktör ise partneri Necip... O da oyundan hiç düşmedi, aksamadı, bunu da geçin, zorluk derecesi yüksek bir gole de imzasını attı. Koca doksan dakika da bir pas hatası yaptı, o da Beşiktaş'a gol olarak döndü. Schuster, Holosko ile başladı maça... Bu hamle, tribünleri ofansif girişimlerde umutlandırdı. Ne var ki, Holosko, oyunda kaldığı süreçte, boşuna koşular yaptı dersek abartmış olmayız. Holosko'nun yanı sıra Tabata da etkisizdi. Kazandığı, ya da kendisine atılan her topu rakibe kaptırdı.  Tabata'nın aksadığını, bizler görüyoruz , ancak Schuster'in sabrına ne demeli?Suarez'in golü, Schuster'in oyuncu hamleleri her şeyi bir anda tersine çevirdi. Başka bir deyişle, Sivasspor, gözünü kararttı, her türlü riski göze aldı, skoru korumak isteyen Beşiktaş, az kalsın başına iş alıyordu. Cihan'ın uzatma dakikalarında şutunun direkten dönmesi, kuşkusuz Beşiktaş'ın en büyük şansıydı. Düşünün Sivasspor düşme potasında, buradan sıyrılmanın yollarını arıyor! Böylesi bir takım karşısında Beşiktaş, iki farkı buluyor, bulmasına da üç puanı hanesine yazdırırken, taraftarlarına adeta 'çile' çektiriyor!Asıl sorun Beşiktaş... Sahanda oynuyorsun, iki farkı buluyorsun, fark yapacağın maçtan üç puanı zor kurtarıyorsun.Beşiktaş, müthiş bir özgüven erozyonuna uğramış...Yönetim, taraftar hem Schuster'e hem de takıma müthiş destek veriyor, vermesine de geleceğe de kuşkulu bakıyorlar.Bu da madalyonun tersinde yatan bir gerçek.
Milliyet
1,330,280
Yazarlar
Cüneyt Çakır, Devler Ligi'nde Chelsea-Spartak maçını yöneterek bizi gururlandırdı. Çakır, kulüp futbolunun zirve organizasyonunda maç yöneten yalnızca üçüncü hakemimiz... Üstelik sadece 34 yaşında ve onu (bir talihsizlik olur da Euro 2012'de göremezsek bile) 2014 Dünya Kupası'nda düdük çalarken seyredeceğimize eminiz.Bu gece de Bülent Yıldırım'ın Sevilla-Karpaty müsabakasında görev yapacağını göz önüne alırsak, Türk futbolunun kulüp, antrenör ve futbolculardan sonra hakemlik alanında da elit düzeyde layıkıyla temsil edildiğini söyleyebiliriz. (Halen kulüpler düzeyinde Avrupa 10'uncusu, ulusal takım düzeyinde kıta 18'incisi iken, hakemler düzeyinde 21'inciyiz)Yalnız iki haftadır Süper Lig'de izlediğimiz bazı kareler, hakemliğimizin global yükselişini engelleyebilir nitelikteydi. Hakemlerimizin kural kitabına yüzde yüz hâkim olduğuna eminiz, UEFA videolarını/uluslararası müsabakaları kaçırmadan izliyorlar, ama hâlâ Türkiye'ye özgü bazı kriterleri aşamıyoruz: "Milli Hakem Kriterleri"ni!İlk dakikalarda kart çıkarma!Avrupa'nın hiçbir üst düzey liginde olmayan, sanırım yalnızca bizde makbul sayılan enteresan bir kriter... Belki de bir mit: "Maçın hemen başında kart çıkarma! Tansiyonu yükseltme! Oyunun sertlik düzeyini belli bir seviyede tutmaya çalış!"Halbuki  FIFA kural kitabının söylediği açık: Bir hareket 90'ıncı dakikada sarı kartlıksa, 2'nci dakikada da kartlıktır. Futbolda 30'uncu saniyede de 90+4'te gol olması ne kadar doğalsa; kart çıkarılması da o kadar doğal... Önceki hafta Konya F.Bahçe'ye, bu hafta Sivas Beşiktaş'a karşı oyuna (maalesef) sistematik sertlikle başlıyorlar, her iki ekip de ilk yarım saati kartsız geçiyorlar!1-2-3 ve sarı kart!    Süper Lig'de popüler olan bir başka uygulama da hakemlerin bir oyuncunun ilk iki faulüne göz yumup, üçüncüde elleriyle 1-2-3 sayarak sarı kartını kullanmaları... Bu jesti zaman zaman Avrupa liglerinde de görüyoruz ve orijinal meali şu: "İlk yaptığın faul kartlık değildi. İkincisi de küçük fauldü, karta gerek duymadım. Ama bu üçüncü küçük faulünle toplamda bir sarı kartı hak ettin!" Hasan Şaş'ın uyarısıyla fark ettim, Türkiye'de bazı maçlarda bu jest hiç yerinde olmayan biçimde kullanılıyor: Bir oyuncu bir faul yapıyor (zaten o kartlık bir hareket)... Sonra bir faul daha yapıyor (Bu da kartlık!)... Aynı oyuncunun kartlık üçüncü faulünde hakem nihayet geliyor, eliyle üçe kadar sayıp bir sarı kartı çıkarıyor! (Bakınız, Mehmet Yıldız'ın Ersan'a yaptığı sert faulün hakem tarafından sayılarak geçilmesi) .Hele bu ilk iki faul ilk 10-15 dakika içinde yapıldıysa uyarıyla kurtarılma ihtimali çok yüksek...Boynunu bük, özür ve af dile!Süper Lig'deki artan sertliğe mukabil artması gereken kart sayısını engelleyen bir başka enteresan tutum da "babacan hakem tavrı"...  Ali Aydın, Serdar Tatlı ekolüyle büyüyen bir neslin garip kural yorumu... Hemen hemen bütün gücünü "otoriter tavır" dan alan hakemin rakip futbolcu bu otoriteyi gördüğünde/tanıdığında/kabullendiğinde  yumuşaması... Kural kitabına göre kesin sarı kartla cezalandırılması gereken bir pozisyonda, faulü yapan oyuncu hemen doğrulur, başını önüne eğer, hakemden mahcup şekilde özür dilerse durumu kartsız atlatabilmesi... (Bakınız, G.Saray-Antalya maçının altıncı dakikasında Barış'ın ayaklarını yerden kesen Veysel'in hızla boynunu büküp af dileyerek karttan kurtulması...) Erken ofsayt bayraklarıDiğer üç yaygın hataya göre çok daha masum bir problem bu... Yardımcı hakemlerin ofsaytı bir çift gözle doğru teşhis etmesinin zorluğunu daha önce çokça dile getirmiştik. Aynı saniye içinde (en azından) topu atan oyuncuyu, topu, son savunma adamını ve topu alan futbolcuyu; yani 4 (bazen 5-6) ayrı unsuru 2 zavallı gözün takip etmesi bir mucize. O yüzden yanlış ofsayt bayraklarını eleştirirken çok daha insaflı olmak lazım.Yalnız burada dikkat çekeceğim konu ofsayt bayrağının yanlış kalkması değil, erken kalkması... Mâlumunuz ofsayt kuralı 5-6 yıl önce değişti, artık bir futbolcunun topa hareketlenmesi/durması/kalkmasının pek bir önemi yok, mühim olan topla oynaması... Türkiye'nin bütün kanallarındaki spor spikeri/yorumcusu arkadaşların (bizlerin) bu kurala adaptasyonu sürecinde "ofsayt bayrağı çok geç kalktı"  diye bolca hatalı yorumları oldu/oluyor. Oysa FIFA zaten yardımcı hakemlerden özellikle "bayrağın geç kalkmasını"  istiyor, çünkü ofsayttaki bir oyuncunun (savunmayı/kaleciyi engellemiyorsa) topun üstünden atlayarak bile bayraksız kurtarma ihtimali var. Bizim yardımcı hakemlerimiz de muhakkak bunu çok iyi biliyorlar, ama galiba kamuoyu baskısıyla bayrakları kaldırmakta çok acele ediyorlar.Son örneği Bursa-F.Bahçe maçında Sercan-Ali Tandoğan'a kalkan bayrak... Maçın ikinci yarısının ortalarında Insua ara pasını atıyor, sonra kendi topuna koşuyor. Ofsayttaki Sercan ve Ali de topa hareketleniyorlar, ama hiçbirisi topa temas etmeden yardımcı bayrağı çekiyor. Bariz ofsaytta olduğunu bile bile Sercan topa çok yakın mesafeye hareketlenerek (dokunduğunu düşündürerek) hakemleri yanıltıyor. Ama maalesef yardımcı hakem de bayrağı çok ama çok erken çekiyor!Son sözBu  yazının kaleme alınma sebebi, hakemlerin münferit hatalarını gözlerine sokmak değil, sıkça tekrarlayan benzer hataları teşhis (ve mümkünse tedavi) etmek. Bu hataların kökenine inerek ortak nedeni bulmak. Futbolcuların/antrenörlerin onlarca, bizlerin binlerce hata yaptığı bir alanda hakemin küçük yanlışını aramanın adaletsiz ve dahi vicdansız bir tutum olduğunun farkındayım. Ama tekrar eden hataların kökenine inilip önü kesilebilirse, uzun vadede Türk futbolu ve Türk hakemliği kurtulacak; sanırım hepimizin de ortak dileği/hedefi bu...
Milliyet
1,322,024
Yazarlar
PKK, 31 Ekim'de dolan eylemsizlik kararını seçime kadar uzattı. Bu karar, eski DTP milletvekili Aysel Tuğluk, İmralı'da Abdullah Öcalan'la konuşurken açıklandı. Tuğluk, İmralı'ya gitmeden kararın uzatılacağını bildiğini, ayrıca bu kararın Öcalan'ın bilgisi dahilinde olduğunu da açıkladı.Kandil eylemsizliğe hâkim mi?Eylemsizlik kararının seçime kadar uzatılmasının irdelenmesi gereken birçok yönü var.Birincisi şu; Taksim'de canlı bomba eylemini kim yaptı? PKK, bu eylemi üstlenmiyor. BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, kim yapmış olursa olsun süreci baltalamaya dönük bir provokasyondur, dedi.Peki bu eylemi PKK yapmadıysa kim yaptı? Kandil'in kontrol edemediği PKK'lı gruplar mı? Bu tür gruplar bulunduğu öne sürülüyor. Eğer böyleyse o zaman şu soru gündeme geliyor: Kandil, PKK'nın tüm unsurlarına hâkim mi? Eylemsizlik sürecine hâkim olabilecek mi?Taksim'deki eylem gösteriyor ki, teröristler büyük bir vahşet yaratmak istemişler. Polis otobüsüne girmeyi ve orada bombayı patlatmayı planlamışlar. Amaçlarına ulaşsalardı, birçok polisimizi şehit verebilirdik.Bir yandan eylemsizlik kararı, diğer yandan kontrol edilemeyen PKK'lı veya onun taşeronu durumunda terörist gruplar varsa, eylemsizliği kim garanti edecek?Açıklamadaki tuhaflıkÖcalan'la görüştükten sonra Aysel Tuğluk'un yaptığı açıklamada bir tuhaflık var. Tuğluk, Öcalan'ın, devletin kendisiyle görüşmeye yeniden başladığını, devletin barış konusunda ciddi olduğunu, diyalog sürecinden müzakere sürecine geçildiğini, söylediğini açıkladı.Öcalan, devletin kendisiyle yaptığı görüşmeyi, "nitelikli, ciddi ve önemli" olarak nitelemiş. Arkadan da eklemiş, "AKP, CHP ve MHP nemalanmak için süreci baltalayabilirler."Tuhaflık burada; Öcalan devletin barış istediğini, müzakereye geçtiğini söylüyor ama iktidar partisinin süreci baltalayabileceğini de söyleyebiliyor! AKP tek başına iktidar. "Nitelikli, ciddi ve önemli" bulduğu görüşmeyi devlet, hükümetten ayrı yapabilir mi? Devlet barış istiyor da hükümet istemiyor mu? Devleti hükümet yönettiğine göre bu yaklaşım garip kaçıyor. Bu görüşmeleri istihbarat elemanlarının yaptığı biliniyor. İstihbarat elemanları bu tür görüşmeleri herhalde hükümetin bilgisi dışında ve hükümetin politikasına aykırı biçimde yürütmüyorlar. Tuğluk'un açıklamasının kafa karıştırıcı yönü bu...Seçime kadarPKK'nın, eylemsizliğin sonu olarak seçim tarihini belirlemiş olması elbette tesadüf değil. Sürecin seçime endekslenmesiyle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın seçim sonrası için yeni anayasa sözü vermesi arasında bağlantı olmalı. Belli ki, Öcalan-BDP ve Kandil, seçim sonrasında gündeme gelecek yeni anayasayla ilgili siyasi beklenti içindeler. Bu beklentinin de yeni anayasanın, kendi taleplerini içerecek şekilde yapılması olduğu biliniyor.Öcalan-BDP-Kandil cephesi ayrıca nasıl bir yeni anayasa olacağı konusunda seçimden önce açıklığa kavuşturulmasını da istiyorlar. Seçime kadar hükümetten girişim bekliyorlar.Başbakan Erdoğan, bugüne kadar bu konuda somut bir taahhütte bulunmadı. Sadece daha demokratik bir anayasa sözü verdi. Öcalan-BDP-Kandil cephesi, buradan hareketle vatandaşlık tanımının değiştirilmesinden, Kürtçenin eğitim dili olmasına ve Güneydoğu'ya özerklik verilmesine kadar geniş bir beklenti içine girdiler.Öcalan, "müzakere sürecine geçildi" dediğine göre sorulması gereken ilk soru şu: Devlet gerçekten Öcalan'la müzakere sürecine geçti mi, yoksa bu Öcalan'ın beklentisini mi ifade ediyor? İkinci soru da şu: Eğer Öcalan'ın dediği gibi müzakere sürecine geçildiyse, nasıl bir müzakere yürütülüyor? Öcalan'ın yürüttüğünü ve ciddi bulduğunu söylediği müzakerenin devlet cephesindeki siyasi karşılığı ne?Seçime endekslenir mi?Ulusal bir sorun olan bu konunun seçime endekslenmesi doğru bir yöntem değil. Türkiye'nin ulusal bütünlüğünü, giderek bekasını etkileyecek önemdeki bir sorunun seçime endekslenmesi hükümetin bakışını yansıtıyorsa, siyasal ve toplumsal uzlaşmayı yakalamasının zor olacağı anlamına gelir. Devleti yöneten hükümet, bu konuya partilerüstü bir anlayışla yaklaşmalıdır.
Milliyet
1,322,040
Yazarlar
Hakkın hukukun, insafın, vicdanın hiçe sayıldığı bir dünyada yaşamaya alıştırılmak isteniyor insanlar. İktidarın tepesindekiler suret-i haktan görünmekle yetiniyorlar.Hani geciken adalet, adalet değildi?Cumhurbaşkanı dahi Silivri'de yargılama sürecinin yargısız cezalandırılmaya dönüşmemesini temenni etmiyor muydu?İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, darbe günlükleri soruşturmasını Ergenekon'dan ayırarak, yetkisizlik kararıyla Ankara'ya göndermemiş miydi?Artık ve nihayet insaf çerçevesinde bu pazartesi günü hiç değilse tahliye beklenmiyor muydu?Hani nerede?Başbakan'ın ağzıyla söyleyelim: "İnsaf yahuuu!"İnsaf bir yana, insanların aklına artık başka şeyler gelmeye başlıyor:Türkiye'de bir oyun mu oynanıyor?Ortada bir şike mi var? Muhalif sesleri kısmak amacıyla bir siyasi toplama kampına dönüşen Silivri'de yıllardır neler yaşanıyor?Tam 608 gündür tutuklu tutulan Mustafa Balbay "Silivri Toplama Kampı ZULÜMHANE" adını verdiği 335 sayfalık destan gibi kitabında, bir dönemi belgeliyor. (Cumhuriyet Kitapları, 2010)Öyle bir belgesel ki, al, iddianame gibi kullan. Silivri iddianamelerinden daha delilli, kanıtlı ve tutarlı.Balbay, tam 10 olayı anlatıp her biri için soruyor: "Bu zulüm değil midir?"Ayrıca, iddianame hiçbir güvenlik ve istihbarat biriminin varlığını kabul etmediği (Ergenekon) örgütünün "yapacağı" eylemleri söz konusu ediyor, ama savcının kendisi de buna inanmamış olmalı ki, her birinin sonunda: "Örgüt faaliyetlerini gösterir bir delil olarak kabul edilmekle birlikte suç isnadına konu edilmemiştir" diyor. Yine de adaleti bekliyoruz, daha fazla gecikmeden.Bağışlayın demiyoruz; yargılayın, karar verin. Her şey açığa çıksın.Tarih belge bekliyor.Bir soru (muhalefete)Özel yetkili mahkemelerin kaldırılması istenmiş; Tuncay Özkan'ın duruşmada okuduğu bu istek mahkeme dosyasına girmişti. TCK'da yapılacak bir değişiklikle, DGM'leri aratmayan özel yetkili mahkemelerdeki dosyalar doğal mahkemelere gönderilebilecekti.Aradan haftalar geçti, ana muhalefet partisi nerede, ne düşünüyor?  Bir şiirMustafa Balbay "Zulümhane"sinin sonuna Mevlânâ'dan A.Kadir'in yenileştirdiği şu dizeleri almış, paylaşıyoruz:"Diken içindeler,/ ama gül gibiler./ Hapisteler, ama şarap gibiler./ Balçık içindeler,/ ama gönül gibiler./ Gece içindeler,/ ama sabah gibiler"Bu da bizden: Dayanın Mustafalar, sabah olacak!
Milliyet
1,341,351
Yazarlar
CHP Genel Başkan Yardımcısı Alaattin Yüksel'in açıklamaları sonucu, partinin yerel gündemine milletvekili adayları konusu yerleşmiş bulunuyor.Yüksel'in, "Belediye başkanları milletvekili adayı olmamalı" açıklamasına, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu'ndan da destek geldi. Kocaoğlu aday olmayacağını ve diğer belediye başkanlarının adaylığını da doğru bulmadığını demokratik bazı ilkelere dayandırmaktadır. Beş yıllığına seçildiğini, 1.5 yıl sonra görevi bırakıp gitmenin  doğru olmadığını ifade ediyor.CHP kulislerinde farklı görüşler de bulunmakla birlikte, ağırlıklı görüş  Yüksel ve Kocaoğlu'nun mesajları doğrultusundadır. Belediye başkanlarının milletvekilliği adaylığına karşı çıkışta   şu gerekçeler öne çıkmaktadır: 1- Belediye başkanlığı da politikada  çok önemli bir konumdur. Milletvekilliği uğruna terk edilmemelidir.2- Belediye başkanlığı görevine henüz yeni seçildiği halde bazı başkanların  ayrılma eğilimi, bu işi becerememe  şeklinde algılanacaktır. 3- Bazı hukuki sorunlar karşısında, milletvekilliğinin dokunulmazlık zırhına bürünme imajı verilmemelidir. Bu parti sürekli olarak dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda mücadele vermektedir. Demokrasilerde çeşitli politik mevkilerden bir diğerine geçmek normal bir durumdur. Milletvekilinin belediye başkan adayı olma talebi gibi, tersi de normal karşılanabilir. Ancak belediye başkanlığı seçimi yapılalı çok kısa bir süre oldu. Onun için milletvekili adayı olmayı düşünenlerin belediye başkan adayı olmaması daha doğru olmaz mıydı? Belediye başkanlarının 1.5 yıl sonra, milletvekili adayı olmak için görevini  terk etmesinin demokrasinin ahlakı açısından şöyle bir sakıncası daha vardır: Seçmenler başkanlık ve belediye meclis üyeliği için ayrı ayrı oy vermektedir.  Oysa belediye başkanı istifa ettiğinde  yerine yeni başkanı meclis seçmektedir. Hani başkanlarımızın hemen hepsi,  seçimi partinin değil de kendilerinin kazandığını iddia etmektedir ya, o  zaman ayrıldıklarında seçmene haksızlık yapmış olmayacaklar mı? Seçmen kendilerini seçtiği halde, başka   birinin başkan olması doğru mu? Bu tartışmaların diğer yaralı bir yönü, parti de artık bazı geleneklerin oluşmasına katkı sağlaması olabilir. Her dönem ve  her durumda kuralların değiştiği bir  işleyiş yerine, herkesin bildiği ve az  çok kabul ettiği kuralların yerleşmesi  parti içi huzursuzlukların azalmasına  katkı yapacaktır. Kulislerde dillendirildiği halde parti kamuoyunda pek tartışılmayan "ithal adaylar" hakkında bakalım nasıl bir  eğilim ortaya konacak?