Resource
stringclasses
2 values
DocID
int64
1.32M
1.44M
Class
stringclasses
8 values
Text
stringlengths
62
18.2k
Milliyet
1,336,528
Yazarlar
Son durum Hollywood diyeti işe yarıyor mu? Nasıl moda zaman zaman geri geliyorsa diyetler de yeniden gündeme geliyor. Diyetisyen değilim ama ağzı yanmış biri olarak birkaç naçizane tavsiyem varGeçen hafta Mehmet Yılmaz yazdı, ABD'deki sebze ve meyve sulu detoks modasını. New York Times Style kapak yapmış bu akımı. Ayıptır söylemesi, biraz geç kalmışlar.Son zamanlarda zayıflama konusuna iyice kafayı takmış durumdayım. Ayurvedik detoksta hayal kırıklığına uğradım. Mezoterapi sayesinde iğneleri yiye yiye voodoo bebeklerine döndüm. Artık mutfak alışverişimin çoğu aktarlardan. Mısır püskülü, kiraz sapı derken filmlerdeki büyücülerin iksirleri gibi garip karışımlar içiyorum. Tabii hiçbirini kafama göre yapmıyorum. Hep doktor ya da diyetisyen kontrolündeyim.  Tam 13 yıl önce ABD'de üniversiteye başladığımda dergilerde 'Hollywood Diet' diye bir reklam dikkatimi çekmiş ve hemen siparişi vermiştim. Paketi heyecanla açtığımda içinde sadece meyve ve sebze suları olduğunu görmüştüm. Hatta marketlerde  V8 diye bir iki dolara satılan sebze sularına 100 dolar vermiş olmanın hayal kırıklığını mı, yoksa sırf bu sularla bir hafta nasıl yaşarımın kaygısını mı daha çok hissettiğimi şimdi hatırlayamıyorum.  Daha ikinci günümde midem kazınmaya, tansiyonum düşmeye, başım dönmeye başlamıştı. Bayılmak üzere olduğumu anladığım noktada cinnet geçirip meyve ve sebze sularını atmış, kendimi hemen brownie'li dondurmayla ödüllendirmiştim. Şimdi Gwyneth Paltrow, Demi Moore-Ashton Kutcher gibi Hollywood yıldızları bu diyeti yapıyormuş. Siz beni dinleyin, hiç kalkışmayın! Bu kadar hırstan korkulur!Dün 'Yemekteyiz'in ünlüler kadrosunu izledim, ağzım açık olarak. Cenk Eren, Barbaros Şansal, Nur Yerlitaş, Ece Vahapoğlu ve Neşe Erberk yarışıyor. Bu kadar renkli bir grubun içinde Neşe Erberk'in çok sakin kalacağını düşünüyordum. Yanılmışım. Birbirleriyle konuşmalarından çok birbirlerinin arkasından yaptıkları konuşmalar eğlenceli. Aslında söylediklerinden çok tavırları komik. Örneğin Cenk Eren "Balıkla makarna olmaz" derken o kadar ciddi ki zannedersiniz memleketi kurtarıyor. Kimse "Bu bir şov programı, hadi biraz eğlenelim" demiyor. Aynı 'Yok Böyle Dans'ta olduğu gibi burada da bütün yarışmacılar çok ciddi ve çok hırslı. Ne yalan söyleyeyim, her şeyi bu kadar ciddiye almak ve bu kadar hırs beni korkutuyor.Bir pazar önerisiGeçen pazar evde miskinlik yapmak üzereyken Tracy tuttu kolumdan, doğru Belgrad Ormanı'na gittik. Hani hep deriz ya, "İstanbul'da yürüyüş yapacak yer yok", "Yeşil alan kalmadı", "Bir park bile bulamıyoruz" vs. İşte Belgrad Ormanı'na girince kendinizi İstanbul dışında bambaşka bir yerde hissediyorsunuz. Masallardaki ormanlar gibi. Boş olsa ürkütücü de olabilir. Neyse ki güzel bir kalabalık var. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor, kimi yürüyüş kimi piknik yapıyor. Yürüyenler arasında Semiramis Pekkan da var. Altı kilometrenin sonunda oksijen çarpmasına uğramış olarak "Hadi dönelim" derken Tracy "Dur daha balıkçıya gideceğiz" diyor. Kilyos'a doğru yola çıkıyoruz. Uzunya'da nefis bir yemek bizi bekliyor. Bu birkaç saatlik program birkaç günlük tatil etkisi yaratıyor bende. Çok uzun zamandır yapmadığım için pişmanım. 'Yerli dizi yersiz uzun'Artık yerli televizyon dizilerini kaydetmeden seyredemiyorum. Nedeni basit, önce dizi kadar uzun süren bir özet, sonra reklamlarla birlikte bütün gecenizi alan bir bölüm, her reklamdan dönüşte biraz başa sarma ve tabii sakız gibi uzayan konular. Ezel'in bir bölümü tam 3 saat 15 dakika sürebiliyor. Neyse ki kaydedince istediğim yerleri hızlı geçebiliyorum.Sistem sorunuBütün bunların suçlusu sanki senaristlermiş gibi, bir de "Ne kadar uzatmışlar, niye böyle yazıyorlar" diye onları suçluyoruz. Oysa bütün bunlar sistemden kaynaklanıyor. Avrupa'da ya da ABD'de TV dizilerinin bir bölümü bir saati geçmiyor. Ne senaristler, ne oyuncular, ne teknik ekip her hafta bir sinema filmi uzunluğunda TV dizisi çekmeye bayılıyor.    Hafta başında Senaryo Yazarları Derneği (SenDer) toplandı. "Daha fazla vaktinizi harcamak istemiyoruz. Seyircinin ruh sağlığı bozuluyor" diyerek Taksim'e yürüdü ve bu amaçla gerekli makamlara birer dilekçe yolladı. 'Yerli dizi yersiz uzun' hareketi devam edecek. Hepimizin ruh sağlığı için. Biz de onları izlemeye devam edelim.
Milliyet
1,324,173
Yazarlar
CHP Politbürosu çatırdıyor. "Tüzük krizi" dünkü Parti Meclisi'nden sonra CHP'yi bir kez daha kurultaya sürüklerken, Kemal Kılıçdaroğlu ile Önder Sav ekibi arasında köprüler atıldı.CHP lideri Kılıçdaroğlu, Sav'ın muhalefetine rağmen, "13+1" olarak formüle edilen yönetim modeline dönerek genel başkan yardımcılarını kurultaya gerek görmeksizin atadı. Genel Sekreterliğe Süheyl Batum'u, örgütten sorumlu genel başkan yardımcılığına da Gürsel Tekin'i getirdi.Böylece partideki "iki başlılığa" son vermek istedi. Önder Sav, Baykal'ı genel başkanlıktan eden "kaset darbesi" ardından partide ipleri elinde tutan, Kılıçdaroğlu'na liderlik yolunu açan "güçlü" genel sekreterdi. Yanında ise Hakkı Suha Okay bulunuyordu. Bu ikili "parti komiseri" gibi Kemal Bey'i kuşatmış durumdaydılar. Referandum kampanyasında Kılıçdaroğlu'nun CHP'deki "değişim"e yönelik söylemlerine karşı en büyük direnç de, Politbüro'dan geldi.İlginçtir. Eski CHP Genel Başkanı Baykal da, "genel sekreter"e dayalı yapılanmanın partiyi ağırlaştırdığını görerek, Merkez Yürütme Kurulu'nun bir "kabine" gibi çalışacağı uzmanlıklara dayalı genel başkan yardımcılıklarıyla takviye edilmesini öngören bir tüzük değişikliği gerçekleştirmişti.Kılıçdaroğlu'nun seçildiği kurultayda çoğu delegenin bile farkında olmadığı oylamada bu değişiklik ertelendi. Ancak Cumhuriyet Başsavcısı, CHP tüzüğünden kaynaklanan sorunun çözümü için uyarıda bulundu.Baykal ve Sav'a göre bu uyarı kurultaya gidilmesini zorunlu kılıyordu. Kılıçdaroğlu'na göre ise genel başkan yardımcılıklarına yapılacak atamayla kriz çözülebilirdi. Nitekim Kemal Bey dün kendi listesini açıkladı. Genel Sekreter ve ekibi ise 28-29 Kasım tarihlerinde kurultay kararı aldılar.CHP'de "parti içi iktidar" sorunları genellikle kurultay mücadelesiyle son bulurdu ancak bu kez taraflar mahkemelik olabilir. Kayyuma gidilebilir.Geçmişte Ecevit'in İnönü'ye, Baykal'ın Erdal Bey'e karşı verdiği genel sekreter-genel başkanlık mücadelesinde birinci adamlar "ya ben, ya o" diyerek kurultaylarda örgütü "karar vermeye" zorlamışlardı.Ecevit, İsmet Paşa'ya karşı kazanmıştı. Baykal ise Erdal İnönü'ye karşı kaybetmişti.CHP'de tüzük kavgası kurultaya taşınırsa Kemal Bey de gündemde olmamasına karşın "genel başkanlık" seçimiyle delegeleri 2011 seçimleri öncesinde bir karar vermeye zorlayabilir. Aslında tarafların dünkü hamleleri CHP Genel Merkezi açısından bir darbeydi. Kemal Bey kurultayda Politbüro'yu ya bütünüyle tasfiye eder ya da kendisi gider. Kurultaya gidilirse Baykal'ın tutumu da kilit rol oynayacaktır. Deniz Bey, desteğini Kılıçdaroğlu'ndan yana kullanarak, "kaset darbesi" sonrası liderliğe dönüş yolunu kapayan Önder Sav'dan intikamını almış olur. CHP sancılı bir dönemin, yeni bir bölünmenin eşiğinde. Bakarsınız bu kaos Baykal'ın dönüşüyle de son bulabilir.
Milliyet
1,347,000
Yazarlar
Hüsnü Arkan'sız 'Ezginin Günlüğü' olur mu? Geçen yıl çıkardıkları 'Eski Arkadaş' albümünden sonra yeni çalışmalara dair müjdeler beklerken Arkan'ın müzikal çalışmalarına artık tek başına devam edeceği haberi geldi. Önargılı olmak istemiyorum ama bu ayrılık çok canımı sıktıHaberi duyalı birkaç ay oldu ama ben hep bir geri dönüş umudu beklediğimden elim varmadı bir türlü bir şey yazmaya. Ama artık kabul etmem gerekiyor ki, Hüsnü Arkan, 'Ezginin Günlüğü'nden ayrıldı. Bu da benim en çok canımı sıkan ayrılık haberlerinden biri oldu. Çünkü Hüsnü Arkan 'Ezginin Günlüğü'nün sadece solisti değil, bana göre beyninin yarısı, bel kemiği, çok şeyiydi... Sanatın birçok dalına birden yatkın ama tabii ki politikaya da çok yakın bir adam olarak 1982'de cezaevine girmiş, ardından bir fiberglas tekneyle Çeşme'den Sakız Adası'na kaçmış, Atina mülteci kampından Amsterdam'a uzanan bir serüven yaşamıştı. Şarkılarını Amsterdam'da yazmaya başlamış, Hezarfen diye bir grup kurmuş, Nadir Göktürk ile tanıştıktan sonra da 'Ezginin Günlüğü'nün has elemanlarından biri olmuştu. Grubun da yolu değişmişti, birlikte yaptıkları 'İstavrit' albümünden itibaren. Artık kendi sözlerini besteler, farklı enstrümanlara yer verir, 'Düşler Sokağı', 'Ebruli', 'Sardunya' gibi hit'ler çıkarır olmuşlardı. Aşırı tutucu 'Ezginin Günlüğü' dinleyicilerinden başka da herkes memnundu bu durumdan. 1993'ten 2010'a ne şarkılar, ne sözler söylendi, 'Ezginin Günlüğü'nün yeri her albümle daha da sağlamlaştı. En azından bir dinleyici olarak benim duygum buydu. Bugüne kadar çok eleman değiştirmişlerdi ama bu artık son kadroydu, öyle olmalıydı, birlikte çok iyiydiler çünkü. Yazılan sözler, yapılan besteler hakikaten üst düzeydeydi. Ve şarkıların yarısından fazlasında Hüsnü Arkan imzası vardı. Daha fenası Hüsnü Arkan - Nadir Göktürk ortak yapımı şarkılar çok sayıdaydı... (Niye fena? Artık yenileri olmayacağı için.) Geçen yıl çıkardıkları 'Eski Arkadaş' albümünden sonra yeni çalışmalara dair müjdeler beklerken Hüsnü Arkan'ın artık müzikal çalışmalarına tek başına devam edeceği haberi geldi. Önyargılı olmak istemiyorum, gruba yeni katılan Murat Kurt'la da iyi işler yapacaklardır kuşkusuz. Lakin bu grubun artık benim 'eski arkadaşım' Ezginin Günlüğü olması çok zor. Nasıl ki 'Yeni Türkü' artık 'Yeni Türkü' değilse... Dedim ya, sadece bir ses değildi Hüsnü Arkan o grup için... Jehan Barbur... Ve Hayat... Türkçe müzik çalan radyo kanallarında pek duyamazsınız onu. Klipleri çok dönmez televizyonlarda. Ama kendine ait bir sesi, bir sözü ve sağlam bir dinleyici kitlesi vardır. Bu ay itibariyle iki de albümü. Jehan Barbur, son dönemin en 'kendine özgü' müzisyenlerinden biri. Beyrut'ta doğup İskenderun'da büyümüş, köklerindeki 'melezlikle' zenginleşmiş bir kız çocuğu, bir 'küçük kadın' kendi şarkısında dediği gibi. İlk albümünün adı 'Uyan'dı, yenisine 'Hayat' demiş. İçine hayata dair heybesinde ne varsa koymuş, aşklardan, öfkelerden, sözlerden, suskunluklardan, rüyalardan, masallardan şarkılar yazmış. Onları ehil ellere teslim etmiş. Şarkıların düzenlemelerinde kendisiyle beraber Cenk Erdoğan, Kemal Evrim Aslan, Kürşad Deniz, Sarp Maden imzaları var. Bana kalırsa hemen gidip bir 'Hayat' edinin, dinleyin. Sonra mutlaka Jehan Barbur'un bir canlı performansını yakalayın. Eskiden olsa cumartesi geceleri Kaktüs'te yakalayabilirdiniz onu, şimdi maalesef yok. Ama bir yerde denk gelmenin yolunu bulun... Ve tabii onu bu yoldaki baş destekçilerinden Gürol Ağırbaş'la tanıştıran arkadaşına, "Sen albüm yapmalısın" diyen Bülent Ortaçgil'e ve bu özgün sese kayıtsız kalmayan Ada Müzik'e teşekkür edin.
Milliyet
1,341,325
Yazarlar
CHP'nin olası Milli Eğitim Bakanı Muharrem İnce, Milli Eğitim Bakanı Çubukçu ile istediği üniversitede, istediği bürokrat ve danışmanları eşliğinde, eğitimin sorunlarını tartışmaya hazır olduğunu söyledi.İnce, adres polemiği ile başlayan, KPSS ile derinleşen düelloya, yeni bir boyut getirdi. "Bakan Çubukçu, eğer bilgisine, birikimine ve yaptığı işin hakkını verdiğine inanıyorsa, gelsin Genç Bakış'ta sadece ve sadece eğitimin sorunlarını tartışalım. Kim haklı kim haksız, kim donanımlı kim sorunlardan bihaber, buna da öğrenciler, öğretmenler, veliler karar versin" dedi.CHP Grup Başkan Vekili İnce, eğitimin hiçbir dönemde bu kadar ihmal edilmediğine de dikkati çekerek "Bakan Çubukçu'nun istediği bir üniversitede gerçekleşecek canlı yayında, ben tek başıma olacağım. Ama Bakan Çubukçu istediği arkadaşını yanına alabilir. Siyaset yok. Sadece eğitimi, öğretmenleri, öğrencileri, velileri ve ülkenin gerçeklerini konuşacağız. İstediği zaman ben bu randevuya hazırım" şeklinde konuştu...Çubukçu bu resti görür mü?Milli Eğitim Bakanı Çubukçu, Muharrem İnce'nin bu restini görür mü? Normalde görmesi gerekir. Biri bakan diğeri milletvekili. Bakan olarak konulara çok daha hâkim. Daha da önemlisi rakamlara bakıldığında "gurur" duyabileceği artıların sayısı, eksilerden daha fazla.Onun da ötesinde onca bakanlık deneyimi var. Tek dezavantajı, eğitime uzaklığı dense de, o artık geride kaldı. Eğitimi, artık öğrendi sayılır.Göreve geldiği ilk günlerdeki gibi değil, şimdi saatlerce bu konuda konuşabilir.Peki böylesi bir resti görür mü? Eskiden olsaydı kesinlikle hayır derdik. Çünkü konulara vakıf değildi. Şimdi ise böyle bir durum söz konusu olmadığı için İnce'nin aleni davetini reddetmesi bir "kaçış" olarak nitelendirilebilir ki, bu da tam seçim öncesi, her yere çekilebilir.Galiba en iyisi bekleyip görmek...Çelik, kesin kabul ederdiBöylesi bir hodri meydan, bir önceki Bakan Hüseyin Çelik döneminde gerçekleşseydi, kesinlikle kabul görürdü. Ama şimdi ortada bir bakan varken, eğitimin sorunlarını eski bakanla konuşmak ne kadar şık olur?Aslında, böylesi bir tartışma ortamı, seçim sathı mahalline girildiği şu günlerde, mevcut bakanlarla diğer olası bakanlar arasında da gerçekleşmelidir. Konular, genelde liderler düzeyinde tartışılıyor. Oysa, bakanlar düzeyinde olmalı. İşte o zaman siyasi polemiklerin ötesine geçilip Türkiye'nin gerçek gündemi, derinlemesine konuşulmaya başlanır.Hangi bakanlar hayır derGenç Bakış'ta genelde zıt görüşten isimleri bir araya getirmiyoruz. Birini bir hafta, diğerini sonraki haftalarda konuk ederek, polemiğin ötesine geçip, konuların özünü tartışıyoruz. Ama seçim öncesinde bir kıyaslama söz konusu olduğu için liderler gibi bakanlar ve olası bakanlar düzeyinde de karşılıklı görüş alışverişi olabilir.Örneğin önceki hafta konuğumuz olan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek bilgisi, donanımı ve konulara hâkimiyeti göz önünde bulundurulduğunda böyle bir hodri meydanı, kesinlikle görür.Adalet Bakanı, Çevre Bakanı, Ulaştırma Bakanı, Sağlık Bakanı, Çiçek, Bağış, Arınç da ilk akla gelen isimler.Belki de hepsi. İçlerinde çok çalışkan ve donanımlı olmalarına karşın konuşmayı pek sevmeyenler de var. Ama görünen o ki, CHP bu seçimde başta Kılıçdaroğlu olmak üzere, Ak Parti kurmaylarına her koşulda hodri meydan çekmeye devam edecek.Belli ki hedefleri, kovalayan bir CHP, kaçan bir AKP imajı yaratmak. Başarılı olurlar mı bilmiyoruz. Ama bu konuda İnce-Çubukçu polemiğinin bir milat olacağı kesin.Konu eğitim olduğu için gelişmeleri çok yakından izleyeceğiz. Düzeyli bir tartışma ortamı, bundan sonraki toplantılar için de özendirici olur.İkili tartışmalarda kim kimi mat eder onu bilmeyiz. Belki de berabere biter. Ya da takım tutar gibi herkes yine kendi partilisini tutar, her koşulda onu galip ilan edebilir...Ama öyle ya da böyle kesin kazançlı çıkacak bir kesim var ki o da kamuoyu olur...Özetin özeti: Siyasette liyakatin önü ancak ve ancak şeffaflıkla açılır. Hak edenlerin hak ettikleri koltuğa oturmaları ve kısır tartışmaların ötesine geçilmesi de ancak bu hodri meydanların karşılık bulması ile mümkün olur...
Milliyet
1,346,018
Yazarlar
, Perşembe| Güncel / Yazar Yazısı Doğan Heper NotCHP'ye gölge kabine gerek25 Kasım 2010 dış politikada da AKP'nin eline kaldı. var mı yok mu belli değil. O CHP ki "ilk seçimde iktidarız" diyor. Peki, ilk seçimde iktidar olmaya hazırlanan CHP'nin dış politikası ne? Bilen var mı? Yok. * * * Bunları bana bir gazetemizde aynı gün yan yana yer alan iki resim paragraf hatırlattı. Birinde Cumhurbaşkanı Lizbon'da ve omzunu Başkanı Obama okşuyor. Öbür resimde CHP lideri Kılıçdaroğlu biriyle tavla oynuyor. Tabii yerine göre halkla tavla oynamak da lazım. Ama Lizbon gündemdeyken halk CHP'nin ne düşündüğünü Liderin ağzından hemen o gün merak etmez mi? "Yarın iktidar olacak" partinin Lizbon için anında söylenecek hiç sözü yok mu? Önceden bu konu görüşülüp, bazı şeyler kararlaştırılmadı mı? Tavla partisi onun yerini tutar mı? * * * Bakın hiç kimsenin üzerinde durmadığı çok önemli bir olay var.Türkiye'nin politikası. " etti". Kim söylüyor? Irak Cumhurbaşkanı . Talabani şunları söylüyor:  "Türkiye'nin istediği, Irak'ta Cumhurbaşkanı da, Başbakanı da, Dışişleri Bakanı da olamadı. Türkiye'nin Irak'ta yürüttüğü politika yanlıştı ve haliyle başarılı da olamadı". Peki CHP bu politikanın öncesinde ve sonrasında açık, seçik birşey dedi mi, bilen duyan var mı? Yok. CHP'nin bir Irak politikası olsa etkin bir şekilde söylemez miydi? * * * Lizbon da öyle. Dünya bir kez daha ayağa kalktı. ve AB birbirine karıştı. Türkiye NATO'da ama AB'de değil. Ama savunma sistemleri Türkiye'de de kurulmak isteniyor. Türkiye 'ın hedef gösterilmesine karşı çıktı ve bu konuda dediğini de yaptırdı. Münakaşa sürüyor, daha da sürecek. "Lizbon Türkiye'nin zaferi" diyenler var. Ama aksini savunanlar da var. CHP susuyor sayılabilir. hükümetten bilgi bekliyor. Oysa "iktidara adayım" diyen ana muhalefet partisinin söyleyecek çok sözü olmalı. Susmamalı, eleştirmeli veya tebrik etmeli. Oysa, geçen akşam TV'deki "" programın da CHP ne hallere düştüğünü gösterdi. * * * Evet, "yeni" CHP yol haritasını çizerken dış politikaya çok önem verdiğini de göstermeli. Bunun çeşitli yolları var, en basiti bir "gölge kabine" kurmaktan geçiyor. Uzmanlardan bir kabine. Bu çok klasik bir çare ama faydasız değil.Hiç olmazsa CHP'nin, AKP'nin yürüttüğü konusunda görüş ve eleştirilerini duyarız.   ÇIKARIMIZ BATIDA Türkiye'nin yeri batıdır. Yıllarca NATO'nun yükünü çekti. 800 bin askeri ile NATO'nun 'daki en büyük ordusunu besledi. AB kuruldu kurulalı Ankara onun da içinde olmak istedi. Ama kısa bir süre önceye kadar Avrupa'yı tehdit eden Demirperde ülkeleri AB'ye alındığı halde Türkiye hala kapıda bekletiliyor. Ama bu eksen değiştirmemize neden olmaz, olmamalı. Ankara Türkiye'nin menfaatini batıda aramaya bıkmadan usanmadan devam etmeli.İran komşumuzdur, ona saygı duyarız ama o kadar. Onu aleminin büyük bir kısmı bile tutmuyor. Uluslararası ilişkilerde menfaatin öncelik aldığını hatırlamalıyız. Bizim, yani Türkiye'nin çıkarı batıdadır, İran'da değil unutmayalım.   PARALI GEÇİŞİ SON Trafiği hızlandırmak ve araç birikimini önlemek için bayramda köprü ve paralı yollar bedava yapıldı. Hatta bayram bittiğinde, bedava yolculuk son bulduğu halde, trafik yoğunluğunu önlemek için köprü pazar günü yine parasızdı. Demek ki özellikle paralı geçişler trafik akışını engelliyor ve yoğunluğa neden oluyor.Öyleyse paralı geçişleri tümden kaldıralım. Bu "Gelir kaybına sebep olur", deniyorsa, araçların yıllık vergisine az bir ilave yapalım, olmaz mı?   ÜZÜM ÜZÜME Baka baka kararır Başbakan Erdoğan daha birkaç gün önce "füze kalkanının düğmesine biz basmalıyız" demişti. Aynı Başbakan Erdoğan  şimdi ise "füze kalkanının butonuna NATO basmalı" diyor. Yani, kısa sürede görüş değiştirme. Yoksa Erdoğan, Kılıçdaroğlu'na mı özendi?.. TEK DİL Yoksa çok dil mi? "Anadilde savunmayı ret asimilasyondur". Bunu edebiyatçı Vedat Türkali söylemiş. Vedat Bey 'de yapılan Kürt konferansına da katılmış. Aferin Türkali!.. Onu saygıdeğer bir solcu olarak bilirdik ama bölücülerin avukatı olarak bilmezdik. Konu davası, oradaki sanıklar savunmalarını yapmak istediler. Bunlar Türkçe biliyor. Aksine belki bazıları Kürtçe bilmiyor. Bilen vatandaşlar Kürtçe konuşabilir. Ama mahkemede değil. Çünkü Türkiye'de resmi dil Türkçedir.Ve mahkemede Türkçe bilmeyene tercüman tayin edilir. Bilene değil.Herkes resmi dairede, mahkemede istediği dilde konuşabilecekse, bunun sonu nereye varır? Türk Devleti kalır mı? Bu mahkemede savunmalarını Türkçeden başka dilde yapmak isteyenlerinde amacı bu zaten, mevcut devleti yaralamak, sonra bölmek. İşe dilden başlanması bunun göstergesi değil mi? Vedat Türkali de bu yaşta yani bu tecrübede bölücülerin sözcüsü gibi davranıyor. Bravo deriz!.. BÜYÜKLERİN Hiç mi kabahati yok Son günlerde küçük çocuk kayıpları ve ölümleri arttı. Veya TV'ler ve gazeteler bu olaylara daha çok yer verdiği için bize arttı gibi geliyor.Her neyse, bu olaylar yani küçük çocukların başına gelenler toplumu üzüyor. En son 2,5 yaşında bir çocuğumuz Şile'de kayboldu. Misafir gittiği evin önünde oynarken yok oldu. O küçük 39 saat sonra ormanda bulundu. O ormanda kurtlar ve çakallar da vardı.Bu arada annenin feryadını TV'lerden izledim, dinledim, tüylerim diken diken oldu, gözlerim yaşardı.Geçen gün de gazetelerde kuyuya düşüp ölen küçük İhsan'ın hikayesi vardı. 4 yaşındaki İhsan Gurur Alkan evinin bahçesinde üstü açık bırakılan 15 metrelik kuyuya düştü, bu düşüş de sonu oldu. İhsan'ın ailesi sinir krizleri geçirdi ve kuyunun da üstü o öldükten sonra kapatıldı. "Ateş düştüğü yeri yakar" diyeceksiniz. Ama ben buna rağmen düşündüğümü yine de söyleyeceğim. Bu çocukların kaybında, ölümünde ailelerin hiç mi hiç kabahati yok? Var. Küçük çocuğunuza sahip olmazsanız, başı boş bırakırsanız, bahçenizdeki kuyuların bile üstünü kapatmazsanız, siz suçlusunuz demektir. "Büyük konuşma" demeyin. Ben çocuklar kadar o çocukların ailelerin de bu acıklı sonuçlardan sorumlu tutuyorum. Yanlış mı? Çocuk yapmak değil, bakmak marifettir. Unutmayalım.
Milliyet
1,325,020
Yazarlar
Futbolumuzun büyükleri sanki sırayla sorunlu olma nöbeti tutuyorlar. Biri yükselişe geçerken diğeri mutlaka onun yerini alacak büyük bir başarısızlık yaşıyor. Bu zaman zaman 2'ye 1 ya da 1'e 2 olabiliyor. Bu hafta sonunda Fenerbahçe taraftarını sevindirirken, futbol kamuoyuna da “takım oturuyor" mesajı verdirdi. Beşiktaş tehlike sinyalleri çaldırdı. Galatasaray'ın “dağıldığını" düşünenlerse çoğunluktaydı. Öyle olmalıdır ki spor gazetelerinin büyük bölümünde manşetlere Galatasaray'ın Rijkaard sonrası dönemine kiminle devam edeceği yönünde isimler tartışılmaya başlandı.Açıkçası Karabük önünde izlediğimiz Galatasaray'ın fazlasıyla dağılmış olduğunu söylemeliyiz ya da Karabük'ün Galatasaray'ı dağıtmaya yettiğini...Bu dağınıklıkta Rijkaard'ın rolünün ne olduğunu kestirmek çok kolay değil. Galatasaray adına en doğrusunu bilen kişi konumunda olduğunu düşünen Hıncal Uluç zaten bir sene öncesinde Rijkaard'ın teknik direktör olmadığını söylemişti. Şimdi bütün futbol dünyamız yavaş yavaş o noktada buluşmak üzeredir.Peki, tek suçlu teknik adam ve onun yardımcısı mıdır ya da dağılma süreci onunla mı başlamıştır?Galatasaray yönetimi geçtiğimiz sezon ortasında sakat Baros ve Kewell'ın yarattığı boşluğu doldurmak için aldığı iki kiralık oyuncu Jo ve Santos'a yer açmak için Nonda'yı takımdan gönderdi. (Nonda-Keita, bugün Fenerbahçe'deki Niang-Dia ayarında bir ikili olmak üzereydi. Ancak bu şansını kaçırdı.) O tarihlerde Galatasaray'da santrafor bölgesinde oynayacak oyuncusu bile yoktu. Şimdi var mıdır? Uzun süre bu bölgede Arda dahil bir çok oyuncu denendi. Ligin sonu hiç de başlarda düşünüldüğü gibi olmadı.Yönetim sezon sonunda hızını alamamış olacak ki önce Mehmet Topal'ı Valancia'ya sattı. Kewell'ı elden çıkarmak için de çok uğraştı. Dünya Kupası finalleri iyi bir vitrin olabilirdi ancak Avustralya milli takımı istenen başarıyı gösteremedi. Aksine kiralık olan Santos'un yıldızının parladığı bir turnuva oldu. Galatasaray Santos'u geri alamadı. Sonra bir gün gazetelere Ali Sami Yen Stadyumu'nun kapalı tribün taraftarını yerine oturtmayan sağ kanadın süratli oyuncusu Keita'nın satıldığı haberi düştü. Elano'nun durumu ise o günlerde öylesine belirsizdi ki Avrupa Kupaları maç kadrolarına bile ismi yazılmadı. Elano'nun durumunun ne olduğunu sanırım birçok Galatasaraylı hala bilmiyor.Rijkaard'ın ısrarla istediği Stoch da Fenerbahçe'ye kaptırıldı!Bu arada Galatasaray yönetiminin ve transfer komitesinin önemli ismi Haldun Üstünel görevini aniden bırakmıştır.Sezona Cana, Insua, Pino gibi genel olarak adını daha önce yakından kimsenin duymadığı transferlerle giren Galatasaray'da işler yolunda gitmediğinden orta sahaya beyin olması ve takımı toparlaması beklenen Misimoviç takviyesi yapıldı. Ali Turan, Mehmet Batdal, Serdar Özkan ve Çağlar Birinci gibi oyuncular da yurtiçinden takıma dahil edildi.Geçen sezonun ortasından bu yana yapılan hamlelere baktığımızda Galatasaray'ın belli bir futbol felsefesine uygun, birbirini tamamlayan hamleler yapmadığını görürüz. Açıkçası bunların Barcelona gibi dünya devi bir takımın başında şampiyonluklar yaşamış, Hollandalı, eski büyük bir futbolcunun istediği ya da yaptığı transferler olduğunu hiç sanmıyorum.Ancak Buca deplasmanında Ayhan'ın attığı gole çocuklar gibi sevinip, maç sonunda da heyecanla kamera karşısına geçen teknik adamın yukarıda meziyetlerini saydığımız kişinin görüntüsünün üzerine oturmadığını da söylemek gerekiyor.Baros'un teknik becerisi, golcü kişiliği ve Arda'nın yaşına göre sorumluluğu yüksek misyonunun gölgesinde kalan Galatasaray bu sezon ilk beş takım arasında belli bir futbol felsefesi ve oyun şablonu olmayan yegâne takım görüntüsü çiziyor. Artık az çok diğer dört takımın sahaya nasıl çıkıp, ne şekilde futbol oynayacağını az çok kestirebiliyoruz; ancak Galatasaray için aynı şeyi söyleyebilmek mümkün değildir.Hal böyle olunca da Galatasaray'a bir kurtarıcı aramak şart olmuştur.Üstelik bu dağınıklık içindeki Galatasaray Fenerbahçe'nin aksine daha henüz derbi maçlarına başlamamıştır. Birer hafta arayla oynayacağı Fenerbahçe, Trabzonspor, Kayserispor karşılaşmalarının deplasmanda olduğunu hatırlamak gerekiyor.Dün akşam saatlerinde gelen Arda'nın sakatlık haberi olası toparlama ihtimallerinden bir kaçının ortadan kalkmasına neden olmuştur. Baros'un önemli bir devamlılık sorunu olduğunu da burada göz önünde bulundurmak gerekiyor.Bütün bu olumsuzluklardan sonra ortaya eğer bir mucize (örneğin yıllardır Galatasaray'ın Fenerbahçe'ye yaptığını bu sefer Fenerbahçe Galatasaray'a yaparsa) çıkmazsa Galatasaray'ın önünde gerçekten çok zor günler olduğunu görüyoruz.Böyle zamanlarda sorumluluk teknik adamların üzerine yüklenir. Muhtemelen Galatasaray yönetimi de bütün bu olup bitenlerden kendisini kolayca sıyırabilmek için Rijkaard'ın daha fazla hata yapmasını beklemektedir. Ortamın puslu havası da buna çok uygun bir ortam hazırlamaktadır.
Milliyet
1,347,001
Yazarlar
KONUŞTURAN FOTOĞRAF OKUMUŞ ÇOCUKLARGLADYATÖRYeni stadının ismini 'Arena' koyan Galatasaray kulübünün  eski bir Spartaküs'ü var: Metin Kurt. 1970-1973 yılları arasında üst üste şampiyonluklar yaşayan Galatasaray'ın kadrosunda sağ kanatta ne kadar başarılı olsa da, gönlünün 'soldan' yana olduğunu açıkça dile getiren efsane futbolcuya, 'Spartaküs' unvanını verdiren, ülkemizdeki ilk spor sendikası olan 'Spor Emekçileri Sendikası'nın kurucusu olması. "Tabanı olmayan spor, emek batakhanesidir" diyen Kurt'u ve Türkiye'deki spor emekçilerini anlamak ve futbolu farklı bir gözle seyretmek için Metin Kurt'un, Vecdi Çıracıoğlu tarafından kaleme alınan biyografisi 'Gladyatör'ü okumakta fayda var. -12 Eylül darbesinin, amatör sporcuları nasıl etkilediğini-Sürgün gibi bir transferin perde arkasını -Maçlarda her devre farklı bir alanda oynamasının sebebini-Metin Kurt'un 8 yıllık kısa ama dolu dolu futbol yaşantısının yanı sıra pek çok özel anıyı 'Gladyatör' kitabında bulacaksınız. SANAL GERÇEK ZAYTUNG.COM'DAN SEÇMELER:- Milli Takım aday kadrosundan çıkarılan Sabri Sarıoğlu, bağımsız aday olacağını açıkladı. (Yağız Seçen bildirdi) - Allen Iverson kılığında yurda sahte Rolex sokmaya çalışan Nijeryalı kaçakçı, Atatürk Havalimanı'nda yakayı eleverdi. (dukenukem bildirdi)- Gol attıktan sonra nereye koşacağını bilemeyen futbolcular için ceza sahası çevresine yön levhaları konulması FIFA gündeminde. (camur bildirdi) - Uluslararası Güreş Turnuvası finalinden sonra centilmenlik adına mayolarını değişen sporcular, sahalarımızda görmek istemediğimiz görüntülere neden oldu. (Hüseyin Can Dogan bildirdi)- Aylardır kondisyoner eşliğinde çalışan Milan Baros, kendi fitness salonunu açarak iş hayatına atıldı. (lombak bildirdi)OYNUYORUM ÖYLEYSE VARIMSCRABBLELise öğrencilerinin yabancı dillerini geliştirme amaçlı başlayan bu oyun ilerleyen yıllarda yerini kelime hazinelerimizi yarıştıran bir tutkuya dönüştü. Artık bilgisayar ve PlayStation üzerinden de oynanabilen Scrabble'da işler gittikçe zorlaşıyor; taş çalmak ise imkansızlaşıyor :) Kutu oyununda da 'Deluxe' modeli ile döner alan üzerinde oynamanız mümkün oluyor. Havaların yeniden soğumaya başladığı şu günlerde, arkadaşlarımızla kelime oyunu oynamak iyi gelecektir. O zaman haydi: 'Kelimelerin gücü adına!'YENi BAŞLAYANLARA: - Scrabble anlamlı kelimeler türetme oyunudur.- Taşınabilir küçük bir kutusu olan oyun, yere serilen platformu üzerinde oynanır.- Oyuncu sayısında sınırlama yoktur; ancak dört idealdir.- Her oyuncu belli sayıda harf taşı çeker, her taşın puanı farklıdır.Bonus Olarak:  Scrabble'ın artık,  IPhone için üretilen bir uygulaması  ve bire bir kopyası olan çikolataları var. Daha ne olsun? :)UNUTULMAZİspanya'nın matadoru, Beşiktaş'ın kartalı, Türkiye'nin kaptanı, 8 numaraaaa Nihaaat Kahveciiii: İyi kiiii doğduuunnn!HAFIZA TESTi* Metin Kurt hangi takımda sembol olmuştur?* Dünyanın en ünlü kelime oyunu?* Bugün hangi Beşiktaşlı ünlü oyuncunun doğum günü?
Milliyet
1,347,015
Yazarlar
'BORU' DEĞiL SERGi Kimse kimseye durup dururken, "Hadi sergiye gidelim" demez. "Bu ara mutlaka İstanbul Modern'e uğrayın" diyorsam, bir bildiğim varKavramsal sanat', 'çağdaş tasarım', 'enstalasyon' gibi laflar beni hayattan soğuttuğu için, ilgimi çeken bir şey olmadıkça sergilere gitmiyorum. Ünlü Fransız sanatçı Tomas Zaytunger bilmemnenin sergi açması beni heyecanlandırmıyor pek. Bin kere örneğini yaşadım: Ben bu adamların işlerinden bir şey anlamıyorum arkadaş! Galeriye boru döşüyorlar, iplerle bu boruları birbirine bağlıyorlar; ondan sonra da "Buyurun ben burada savaşın kötülüğünü işledim." Tomas'ın karşısına çıkıp, "Ben bu borularla savaşı nasıl bağdaştırdığınızı pek şeyedemedim" de diyemediğin için, tek çaren korkunç sıkıcı sanat dergilerini okumak oluyor ki, Allah başka dert vermesin diyorum.Bence bu çağdaş sanat olayları normal insanların harcı değil. Diyebilirsiniz ki, "Bu kadar okumuş adam             borulara bakmaya geldiyse          bir bildikleri vardır!"                      Demeyin abicim. Kimsenin     bir bildiği yok. Boruların               hakikaten ne anlama geldiğini bilen tek insan, onu oraya koyan sanatçı.Bu sergi farklı, Kutluğ Ataman çok daha farklı Başkalarının bilgilendirmesine ihtiyaç duymadan, kendi kendinize anlayıp hissederek gezebileceğiniz sergiler, genelde şehrin en büyük üç galerisinde açılıyor: Sakıp Sabancı Müzesi, Pera Müzesi ve İstanbul Modern. Onlar bizi, biz onları algılayabiliyoruz.Bu aralar İstanbul Modern, ciddiyetle gezmenizi tavsiye ettiğim, hakikaten çok şey ifade eden ve insanı heyecanlandıran bir sergiye ev sahipliği yapıyor: 'İçimdeki Düşman'. Çok iddialı bir isim ama içi boş değil. Sanatçı Kutluğ Ataman'a ait 11 tane video izliyorsunuz. Birkaçının önemini özetle          anlatmaya çalışayım.- Ruhuma Asla: Kutluğ Ataman'ın travesti arkadaşı Ceyhan Fırat'la birlikte yaptığı bu video, tahmin etmesi zor değil, zamanında çok büyük olay yaratmıştı. Neden? Fark ettiyseniz biraz önce 'travesti' dedim... Bu iş, New York Modern Sanatlar Müzesi'nin daimi koleksiyonunda şu an. Türkiye'ye sergilenmek üzere, kısa süreliğine getirildi.- Peruk Takan    Kadınlar: Dünyanın en önemli sanat etkinliklerinden Venedik Bienali'ne bu işiyle katılmıştı Kutluğ Ataman. Zaten ondan başka bir Türk de davet edilmedi Venedik Bianeli'ne. O ilk ve tek. 'Peruk Takan Kadınlar' bu açıdan önemli. Kısaca, farklı sebeplerle peruk takarak yaşamak zorunda olan dört Türk kadını anlatıyor.- Veronıca Read'in 4 Mevsimi: Pek bahsedilmiyor ama bu iş beni çok etkiledi. Nadir görülen bir nergis zambağı çeşidi varmış. Bunun peşinden koşup toplayan, obsesif bir adamın öyküsünü anlatıyor video. Anlayacağınız onun içindeki düşman da, minik        bir nergis zambağı.Kutluğ Ataman, 'yaramaz çocuk' olarak görüldüğü için    13 yıl boyunca bir tane bile sergi açamadı Türkiye'de. Yaptığı işler yukarıda bahsettiğim gibi 'boru' değil çünkü. Duygusu var, derdi var, sosyalliği var. Herkesin içine işliyor, rahatsız ediyor. Merter'de çalışan bir konfeksiyon işçisinin de, Boğaz'daki villasında purosunu tüttüren işadamının da... Bugüne kadar hep yurt dışında sergi açtı, orada tanındı, orada büyüdü. Bence bu fırsatı kaçırmayın. Kutluğ Ataman Tophane'ye kadar gelmişken mutlaka gezin görün. Hatta hemen yarın gidin. İstanbul Modern perşembe günleri hem ücretsiz, hem de daha uzun saatler açık. İş çıkışı gidip 20.00'ye kadar gezebilirsiniz pekala. BAYILDIM * Norah Jones'un yeni albümü '...Featuring Norah Jones'a. * Saray'ın çikolata kaplı kurabiyesi 'Çikilop'a ve tatlı tatlı tınlayan 'Çikilop' kelimesine.* Uğur Yücel'in 'Aşk ve Ceza' dizisindeki olağanüstü oyunculuğuna.* Murat Gülsoy'un 'Tanrı Beni Görüyor Mu?' adlı yeni öykü kitabına ve her şeyden önce, kitabın ismine.SIKILDIM* İntihara sürükleyen dizi 'Unutulmaz'dan.* 'New York'ta Beş Minare' yaygarasından.* "Oraya makaroncu açıldı, burada çok  güzel makaron yedim" teranesinden. (Makaron ne ya? Bildiğin kurabiye işte!)* 'Kürk Mantolu Madonna'yı senaryo-laştırma fikrinden.
Milliyet
1,335,307
Yazarlar
, Pazar| Ekonomi / Yazar Yazısı Meral Tamer EkoGündemSiz kuzu yiyin, ben kuzunun yediklerini yiyeceğim!14 Kasım 2010 Şoförüm Hamit İnkaya, dün akşam eşi ve çocuklarıyla birlikte 'un yolunu tuttu. Annesi onu Çorum'da bekliyor. Hamit yarın kurbanları kesecek. Birini annesi, birini 5 yıl önce ölen babası, birini de kendi ailesi için. Babasınınki "kabir kurbanı" imiş. Ölenin arkasından 7 yıl boyunca kesmek gerekirmiş. Kurban bayramlarında annemin yaptığı kurban kavurmalarının tadı hâlâ damağındadır. Kendim de evliyken yıllarca annemin yaptığının benzerini yaptım; ama yıllardır da yemiyorum. Hele hastası olarak bundan böyle imrenmeyi bile yasakladım kendime! için de geçerli, kanser için de... Sağlığınız tekleyinceye kadar kuzu yiyebilirsiniz, ama tekledikten sonra kuzunun yediklerini yemek daha akıl kârı. Nedir kuzunun yedikleri? Ebegümeci, semizotu, ıspanak, lahana, , v.s... menüm Ben de kanser sonrasındaki bu ilk Kurban Bayramı'nda pazılı ıspanak çorbası, keçi peynirli pancar salatası, çörekotu ve avokadolu karnıbahar salatası, kuşkonmazlı kepekli , kimyonlu ve mantarlı pilavı gibi ağzımın tadına uygun yeni yemekler deneyeceğim. Tabii bu arada her gün roka, tere, reyhan gibi koyu renk yeşilliklerden koca bir tabak salata yemeyi de ihmal etmeyeceğim. Protein ihtiyacımı ise barbunya, bakla fava gibi kuru baklagillerin yanı sıra az miktarda balık yiyerek gidermeyi planlıyorum. Fransız gazeteci Jean Jacques Servan-Schreiber, bizim nesil gazetecilerin iyi tanıdığı bir isimdir. Bir dönem siyaseti de denemiş olan Servan-Schreiber, 30'lu yaşlarında sağ eğilimli L'Express dergisini kurmuş, " meydan okuyor" kitabıyla da siyasi değerlendirmeleri ilgiyle izlenir olmuştu. Sevgili arkadaşım Canan Pak, Servan-Schreiber'in oğlu Dr. David Servan-Schreiber'in yazdığı "Anti-cancer" başlıklı kitabı, konusunda işime yarar diye hediye etti. Kanser olduğumdan bu yana, beslenmeyle ilgili olarak bana gönderilen onlarca kitap içinde en esaslısı. Doktor kanser olunca... Oğul Servan-Schreiber, sinirbilim dalında yaptığı öncü çalışmalarla daha 30 yaşındayken üne kavuşmuş bir tıp doktoru. Beyin kanseri olduğunu öğrenince hayatı kökten değişiyor. Alternatif tıp araştırmalarına yönelerek, bölümünde öğretim üyesi olduğu Pittsburgh Üniversitesi'nde Entegre Tıp Merkezi'ni kuruyor. Anti-cancer'de Servan-Schreiber'in hem doktor, hem de kanser hastası olarak yaşadığı deneyimlerin yanı sıra, beden kanser ilişkisine de geniş yer verilmiş. Kanserin yayılmasına yol açan yeni kan damarlarının oluşumunu durdurmak, bedenin kendini hastalığa karşı savunmasında hayati rol oynayan sisteminin beslenme, duygusal yaşam ve fiziksel aktivitelerden nasıl etkilendiği... Meselâ ben bu kitapta, son aylarda çok ilgilendiğim halde daha önce hiç rastlamadığım bir bilgiye ulaştım: Elma, armut, biber, salatalık, ıspanak, üzüm gibi meyve ve sebzelere toprak, hava, su ve gübreden kimyasallar daha fazla bulaştığı halde, ananas, avokado, portakal, muz, greyfurt, karnıbahar, patlıcan, kuşkonmaz, domates ve lahanaya çok daha az bulaşabiliyormuş. Hepinize iyi bayramlar. Bayram sonrasında görüşmek üzere...
Milliyet
1,347,016
Yazarlar
TELEViZYONDA HER ŞEY FORMATLANIYOR Yarışmaların, 'gerçeğin televizyonu' formatlarının sonu yok. Endemol bu konuda bir nevi 'fabrika'. Cannes'daki son uluslararası fuarda yeni bir yarışma formatını sundu. 'Zoom' adlı yarışmada beş yarışmacının tam 24 saati televizyonda, intrenette, cep telefonunda aynı anda yayında olacak. Yani ekranla bağlantılı ne varsa alet edevat, orada bu yarışma olacak. İşi gücü bırakacağız, tüm hayatıımız bu beş kişinin ne halt ettiğiyle geçecek. Ve bu tam bir hafta kesintisiz devam edecek. HABERLER 15 DAKİKA SONRA TANTANA Haber bültenleri de 'yeni format' denemelerinde. Fransız Direct 8 kanalı izleyiciyi çekebilmek için ana haber bülteninde değişiklik yapmış. 15 dakika haberler. Sonra gündemdeki önem sırasına göre bu siyasetçi, uzman her kimse, stüdyoya getirilip karşısına da üç izleyici oturtup kapıştırıyor.TAKİP SAHNESİNDE O KADAR KURŞUN ATILDI, ARABALARDA HASAR YOK 'Arka Sokaklar' istikrarını koruyor. Olayların önemi yok. Aslında oyuncu kadrosu, çekim ve eli yüzü düzgün bir senaryo. İşte bildik polisiye olaylar ama yukarıdaki süslerle o kadar iyi örtüştürülmüş ki, sıkmadan devam ediyor. Yani hikayede sıkışmak yok. Tabii ki, mutlaka her bölümde aksayan bir şeyler bulmak mümkün. Mesela son bölümde bir kovalamaca sahnesi vardı. Arkadaki arabadan iki kişi öndekine ateş açıyor. Sonra bu iki araç duruyor. Ve inenler karşılıklı silahlarını konuşturmaya başlıyor. Kurşunlar vızır vızır. Her iki arabanın üstünde toz yok. Ya, bir kurşun mu isabet etmez? Anladığım kadarıyla her iki araba da pahalı. Sağlam iade etme sözü vermiş olacaklar ki, sahne böyle kazasız belasız atlatılıyor!LAZER EYŞAN'IN ÜSTÜNDE DÖNDÜ Uzun bir aradan sonra 'Ezel'le buluştum. Değişen bir şey yok. Yine bizim takım aynı. Sanki koca şehirde kedi fare oyunu oynuyorlar ama bundan kimsenin haberi yok. Yollar kafeler, sokaklar onların. Eyşan ile Ezel'in 'acılı aşkları' aynı minvalde devam ediyor. Kafede oturan Eyşan'ın üzerinde lazer ışığı dolaşıyor silahtan. Farkında değil tabii ki. Ezel geliyor. O tabii ki kırmızı noktayı hemen fark ediyor. Tam hoş sohbet başlamış ve hatta bir şeyler alıp eve gitmece olacakken, Ezel'in cebi çalıyor. Arayan Kenan. Eyşan görüyor. Ve kavga başlıyor. O sırada lazer ışığı da kayboluyor zaten! Bayağı bir tantana oluyor aralarında. Eyşan ayağa kalkıp gidecek, Ezel kendine doğru çekiyor hiddetli bir şekilde. Ve kamera birden genel açıdan veriyor onları. Kafede oturanlar sanki 'Mumya Müzesi'nin sakinleri. Ayakta itiş kakış, bağırış çağırış, müşteriler hiç oralı değil. Yüzünü dönüp bakan bir Allah'ın kulu yok. Dedim ya koca şehir sus pus.BAYRAM BİTTİ, TARTIŞMALAR BAŞLADI Bayramdan dönen tartışma programları düğmeye bastı. CHP ile BDP diyalog yapar mı, yapmaz mı? Füze kalkanları kalkar mı, kalkmaz mı? Yer misin yemez misin? Yahu bir hafta rahattık. 'Tarafsız Bölge' tam tekmil stüdyo konukları, Ankara bağlantıları ve telefondaki konukla üç koldan gidiyordu. 'Sansürsüz'de ise füze kalkanları vardı. Haftaya hızlı girdik yani.SUNUCU FRAPAN, KATILIMCILAR GRİSKY Türk'te 'Üç Soru İki Yorum'da bir giyim tezatı var. Enver Aysever ile Mahmut Övür gri tonda giyinmeyi seviyor. Yani tam memur kıyafeti. Renksiz kokusuz. Bu ikilinin ortasında şak diye göze çarpan sarı saçları ve gece kıyafeti tadında Uyanış Tuğtaş. Özellikle bu hafta bu tezat çok belirgindi. Tuğtaş seçtiği kıyafet ve saç modeliyle bu iki gri arasında acayip patlıyordu.'HABABAM SINIFI' MI, 'A.R.O.G.' MU? "Nerdee eski Kemal Sunal filmleri" lafı hep edilir. Yeni kuşak komedilerle Yeşilçam kokulu komediler arasında fark olduğu tartışma konusu olur. Ne tesadüf pazartesi akşamı Star'da 'A.R.O.G.' ve Kanal 7'de 'Hababam Sınıfı Tatilde' vardı. Biraz 'A.R.O.G.' biraz 'Hababam' gezintisi yaptım. Şener Şen'e gülüyorsun da 'A.R.O.G.' da biraz Cem Yılmaz var. O kadar. Aslında karşılaştırmak da yanlış. O takım bir daha gelmez.
Milliyet
1,332,812
Yazarlar
Beyaz Türklük, yüzde 42, İstanbulluluk üzerine atıp tutma... - Mehveş Evin Mehveş Evin Ne kadar İstanbullusun? Beyaz Türklük, yüzde 42, İstanbulluluk üzerine atıp tutmaya bayılıyoruz... Peki bunları ne kadar biliyoruz? Santralistanbul'daki 'İstanbul 1910-2010'da birçok sorunun cevabını buldum Rant tükenir. Seçkin dünyası çöker. I. Dünya Savaşı sonrası İstanbul'un nüfusu               1 milyondan 500 bine düş-müştür... Şehir, bir yandan 20'nci yüzyıla hazırlanmaktadır. İstanbul'un 20'nci yüzyıl başında geçirdiği değişimi anlatan ilk bölümünün başlığı 'Payitahtın günbatımı'. Çoğu Alman Arkeoloji Enstitüsü'nden  ödünç alınan inanılmaz güzellikte fotoğraflar, gravürler, haritalar eşliğinde. Nedense bizde böyle bir arşiv yok. Santralistanbul'daki serginin tam adı 'İstanbul 1910-2010: Kent, Yapılı Çevre ve Mimarlık Kültürü Sergisi'.  20'nci yüzyılda modernleşme sancıları çeken şehre dair öyle ayrıntılı, öyle leziz bilgilerle dolu ki gezmek için  yarım gün bile yetmeyebilir. Abartmıyorum. Ben 2.5 saatimi müzede geçirdim ve ne yazık ki son 30 yılı jet hızıyla bitirdim. Günü, Tamirane'de güzel bir kahve içerek noktaladım. Saygısızlıkla savaş  derneği! İstanbul'un 100 yılı, dört ana başlıkta anlatılıyor: 1- Payitahtın günbatımı (1910-1930):  Dönemin en seçkin semtleri Yeşilköy, Büyükdere ve Moda. Nabzın attığı yer,  Galata. Yüzyıl başında köprünün üzerinde çekilmiş bir film bile   var, müthiş eğlenceli! Bugün simge haline gelen Nişantaşı mesela, 1882'de saraya yakın seçkinler için oluşturulmuş bir mahalle. 2- Cumhuriyet hamlesi (1930-1950): Ve İstanbul imar planıyla tanışıyor. Plajlarında yüzülen, gazinolarında dans edilen yeni bir şehrin inşası... Henri Prost ve Lütfi Kırdar yılları denilen bu dönemde meydanlar, bulvarlar inşa ediliyor. Prost'un vizyonu, şehrin dağınık parçalarını bağlamak. 3- İçe Patlama  (1950-1983):  İsminden de anlaşılacağı üzere geri dönüşsüz bir çoğalma ve yayılmanın hakim olduğu yıllar. Gecekondular, siyasette ve hayatta popülizm, yani bizim tanıdığımız anlamıyla İstanbul'un oluşumu. İsimsiz, üslupsuz, hatta ünlü bir müteahhitimizin itiraf ettiği gibi 'kumdan imal edilen' inşaat malzemeleriyle yapılan apartmanların istilası. 4- Küreselin Basıncı (1983-2010):  O basıncın gücünü, nüfusa, şehre kattıklarını ve götürdüklerini gayet net bir şekilde görebiliyorsunuz.  Bu bölümde üniversiteler, hastaneler, alışveriş merkezleri, eğitim profilleri haritalarla anlatılmış. Mesela 1990'da İstanbul'un eğitim profili şöyle: Yüksek eğitimliler Beşiktaş-Şişli, Bakırköy-Yeşilköy ve Kadıköy-Altunizade hattında yoğunlaşmış. Vay, yine mi kıyılar! Göç haritaları, istatistikler,   mavi ve beyaz yakalıların  şehirdeki dağılımı, toplu konut furyası, daha neler neler... İlk fırsatta tekrar  gidip, sadece 'Haritalarla İstanbul' bölümünü doya doya gezeceğim.  Bu defa yazmak için değil kendim için... Not: Sergi, 20 Kasım'a kadar İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin Silahtarağa Kampüsü'ndeki santralistanbul'da gezilebilir. Giriş öğrenciye 3, yetişkine 7 TL. BiR HEKTARA KAÇ KiŞi DÜŞER? 2000'li yıllarda İstanbul'da bölgelere göre nüfus yoğunluğu, kişi/ hektar hesabıyla şöyle:  Maltepe 322 Suadiye 194 Kurtuluş 475 Teşvikiye 234 Yenibosna 104 Altunizade 339 Çekmeköy 167 Bahçeşehir 13 ESKİ İSİMLER: Kurtuluş, Harbiye ve Galata'da sokakların eski ve yeni isimleri. (1950'lere kadar) İsimlerdeki erkeksi 'yaratıcılığa' dikkat. Bugünse sokaklara değil ama dükkan ve sitelere yabancı    isim verme merakımız artık absürd boyutlarda...   SERGiDEN NOTLAR -BURALAR BOSTANDI YAVRUCUM: İstanbul, 5'inci yüzyıla dek surların dışına taşmamış. 1960'lara kadar surların içinde kalan boşluklar, bostan olarak kullanılmış. - BOĞAZ HATTI: Boğaz vapur hatlarının açılışı 1851'e kadar gidiyor. En eskiler Rumelikavağı, Anadolukavağı, Arnavutköy, Üsküdar... Kadıköy 1908, Moda ise 1910'da açılıyor. - SAYGISIZLIKLA SAVAŞ DERNEĞİ: Şaka değil, 1950'lerde öyle bir dernek varmış. İhap Hulusi'nin yaptığı bir  afişte vatandaş, şehir hayatına uyum sağlaması için eğitiliyor.  - HEYKEL DÜŞMANI: 1973'te Cumhuriyet'in 50'nci Yılı anısına İstanbul için ısmarlanan heykellerin 82-86 arasında yok edildiğini, kaybolduğunu biliyor muydunuz? Gülüm DağlıNE Ki ŞiMDi BU?H&M HEYECANINDAN UTANMAKÇağdaş ErtunaSon durumBen de dans yarışmasındaydımMehveş Evin Ne kadar İstanbullusun?Ali EyüboğluAliceELDE VAR EĞLENCE!Cadde'deki Hayalet--YABANCI FiLM HAYRANLIĞI MI,AL SANA!Hakan KırkoğluMüneccimbaşıÇABA iÇERiSiNDEYiZDilara Koçakİyi YaşamTAM TAHILLAR KARIN YAĞLARINDAN KURTARIYORSina KoloğluReyting canavarı'NEW YORK'TA BEŞ MiNARE' TV'DE iLK HANGi KANALDA?MUAZZEZ ABACIGhettoSaat: 22.00Fiyat: 45 - 90 TL Tel: 0 212 251 75 01CEM ADRİANBeyoğlu Hayal KahvesiSaat: 22.30Fiyat: 35 TL Tel: 0 212 244 25 58YOL PROJECT PLAYSİstanbul Jazz CenterSaat: 21.30Fiyat: 25 - 30 TL Tel: 0 212 327 50 50LOU RHODESBabylonSaat: 21.30Fiyat: 35 TL Tel: 0 212 292 73 68ŞEYTANCA ŞEYLERKulis Oda SahnesiSaat: 20.30Fiyat: 25 - 30 TL Tel: 0 216 467 33 32
Milliyet
1,340,104
Yazarlar
İstanbul'da arabasız yaşamak Ehliyeti alalı 18 yıl oldu. Yıllarca arabalı yaşadım, her yere arabayla gittim, yürüyerek daha kolay gidebileceğim yerlere bile.Araba, pek çok Türk gibi benim için de bir ihtiyaçtan çok kimliğimin bir parçası olmuştu. Kullandığım arabalarla duygusal bağlar geliştirmeyi bile becerdim. Hele 'Karşı'da yaşadığım yıllar boyunca arabam, neredeyse bir uzvum haline gelmişti. Artık araba kullanmanın ötesine geçmiş, içinde yaşar hale gelmiştim. Gardırobumun bir kısmı bagajda sürüklenir, yedek ayakkabılar arka koltuğa atılır, en manasız CD'ler torpidodan çıkardı. Arabasız kalmak, büyük felaketti. Reklamlarda zihnimize bol bol işlendiği gibi, araba özgürlüktü, buna kesinlikle inanıyordum. İnsan evladı hiçbir şeyle yetinmediği için hep bir üst modele ya da bir başka markaya göz kaydırıp hesap da yapardım: "Hmm, bu araba eskidi artık. Acaba şunu okutup nasıl bir şey alsam?" Hep daha fazlası, hep daha fazla borç.Özgürlük buymuşGeçen yıl arabasız kalıverince önce sudan çıkmış balığa döndüm. Hatta bir arkadaşımın arabasını ödünç alıp kullandım. Gün geldi, atı sahibine teslim ettim. Hayatımdan dört tekerleği çıkarmaya bir süre alışamadım. Bir gün durumu düzeltir, araba alırım diye planları erteledim. Nasıl bir özgürlüğe adım attığımın yeni farkına varıyorum. Meğer İstanbul'da araba kullanmak, özgürlük değil tam tersine gerçek bir çileymiş, şimdi daha iyi anlıyorum. Ne kredi borcu, ne trafik muayenesi, ne vergisi, ne de bakımıyla uğraşmak zorundayım artık. Park ve vale derdi hayatımdan uçup gitti!  Her yere taksiyle gidecek halim yok, kaldı ki taksicilerin yüzde 80'i berbat kullanıyor.  Gördükleri her çukura girmeyi başarıyorlar. Üstelik pek aksi ve hayattan bıkkınlar. Böylece, giderek daha fazla toplu taşıma araçlarını, özellikle metro ve vapuru kullanmaya başladım. Daha da güzeli, yürümeyi yeniden öğrendim . Bir yetmez, iki araba sloganıyla yaşadığımız tüketim dünyasında gerçekten o dört tekere ne kadar ihtiyacınız  var, iyi hesaplayın. Sadece ekonomik anlamda değil, ruhsal ve sosyal olarak da rahatlayacaksınız. Bundan daha büyük lüks mü olur?ARABASIZ YAŞAMA GEÇiŞ REHBERi"Arabasız mı, ama mümkün değil" diye kafadan reddetmeyin. Arabalıdan arabasız hayata geçiş için neler lazım, gözden geçirin.* Çekmeköy, Kemerburgaz, Bahçeşehir gibi şehir dışındaki yerleşim bölgelerinde yaşayanlar. Üzgünüm, şansınız sıfır. Arabalı hayata, daha doğrusu hayatınızı yolda geçirmeye devam edin. Acıyı hafifletmek için bir jip daha alın, bahçenize park edin. * Arabasız hayatın öncelikli şartı, şehir merkezine yakın oturmak. Ya bir metro istasyonu, ya vapur iskelesine yürüyerek gidecek mesafedeyseniz geçişe hazırsınız.* Direksiyon başındayken dikkatinizi etrafa değil, yola verirsiniz. Hedefe kilitlenirsiniz. Arabasız yaşamda çevreyi bol bol inceleyip (Yeni bir TOKİ inşaatı, matrak bir billboard) sıkıştığınız yerde inebilme lüksünüz var. Ah o arabayı kaç kez bırakıp gitmek istediniz, biliyorum!* En zoru market alışverişi. Toplu alışveriş yapıp eve dönerken torbalarınızla sokağa saçılmış şekilde taksi bulamama ihtimali var. Ama zamanlamasını yapmak elinizde.* Hayatımızdaki en değerli şey, sağlık ve zaman. Araba kullanırken geçirdiğiniz sürede gazete, kitap okumak, cep telefonuyla car car konuşmak hatta maillerinizi temizlemeniz bile mümkün. Ben bunları araba kullanırken yapmaya çalışıyordum, sakat iş. * Arabasızlığın en güzel yanı, yeni yüzlerle karşılaşmak. Nasıl yaşıyorlar, ne konuşuyorlar, kim bilir hangi dertleri var? Ofis-araba-ev üçgeninde ne kadar anti-sosyal hale geldiğinizin farkında bile değilsiniz. * Boşuna obezleşmiyoruz . Her gün saatlerce trafikte dur kalk yaparken hep oturuyorsunuz, bacaklarınız uyuşuyor. Pergelleri açmak güzel bir şey. İstanbul'un çamurunda bile. * Seyahat özgürlüğü ! Arabayla her yere gitmek dert. Gerçek gezginler, gittikleri şehirden bir araba kiralayarak her yeri gezme, sorumluluk almadan da arabayı teslim etme özgürlüğünü her daim elinde bulundurur. * Kıyafetler mecburen değişecek. O topuklularla metroya koşacak, iki adım atacak haliniz kalmaz tabii. Daha rahat giysiler seçmeyi, soğuk ve sıcağa karşı önlem almayı düşünmeniz gerekiyor. * Eskiden eğlence çıkışı eve dönüş için araba şarttı. Hele uzaktaysanız. Artık böyle bir durum yok çünkü 'alkolden ehliyeti kaptıranlar' grubu giderek kalabalıklaşıyor. Ne yapıyoruz, taksiye biniyoruz. Ya da arabalı ve alkolsüz bir arkadaşımız bizi eve bırakıveriyor. İşte bu kadar.
Milliyet
1,318,795
Yazarlar
Atatürk'ün 29 Ekim 1933 günü, Cumhuriyet'in 10. yıldönümü kutlanırken, yaptığı konuşma metninde bazı satırların üzerleri çizilip yenileri yazılmıştı. 10. yıl nutkunun ilk metni Cumhurbaşkanlığı  Köşkü arşivinde korunuyorÇankaya'da Cumhurbaşkanlığı Köşkü belgeler arşivinde 7 beyaz sayfa...  Üzerinde tanıdık bir el yazısı... Tanıdık sözcükler...Bazı satırların üzeri çizilmiş, yenileri yazılmış.Bu sayfaları tanıyorsunuz; defalarca gördünüz:O gün, yani 29 Ekim 1933 günü, Cumhuriyet'in 10. yıldönümü kutlanırken Ankara'da, Hipodrom'daki kürsüde konuşan liderin elindeydi o sayfalar..."Gece çalıştım, yazdım"Kutlamalar yaklaşırken yakınındakilere "Onuncu yıldönümünde ne söyleyeceğiz? Düşünüp bir şeyler hazırlayalım" demişti. O günden itibaren herkes 10. yıl nutku üzerine düşünmeye koyuldu. Hikmet Bayur, emri alışlarının ikinci günü, Atatürk'ün uyandığı haberini alınca aklında bazı fikirlerle odasına gitti. Ama ondan önce Atatürk söze girdi:"Gece çalıştım ve nutku yazdım" dedi.Bayur bu kâğıtları aldı, hemen okudu. Temize çekilmemiş bir konuşma metniydi bu... Atatürk, doğrudan milletine hitap ediyor ve geçen 15 yılın muhasebesini yaparken, ilerde yapacaklarının da ipuçlarını veriyordu. "Türk"ün başına "Büyük" eklemişİlk sayfa "Türk milleti" hitabıyla başlıyordu."İstiklâl Savaşı'na başladığımızın 15'inci yılındayız" cümlesinde "İstiklâl"in üzerini çizip "Kurtuluş" yapmıştı. Sonra hâlâ kulaklarımızda çınlayan o ünlü cümle geliyordu:"Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun!"Cümlenin devamında "Türk milletinin bir ferdi olarak bu büyük güne kavuşmanın derin sevinç ve heyecanı içindeyim" diyordu.Sonradan "Türk milleti" ifadesinin başına "Büyük" sıfatını eklemiş, cümle içindeki "büyük gün"ü ise "kutlu gün" şeklinde değiştirmişti. Mecburiyet yetmez, azim gerekirDevamı şöyleydi: "Yurttaşlarım!Az zamanda çok ve büyük işler yaptık...Bu işlerin başındaki en büyük yapı, temeli..."Cümlenin burasında bir okla sayfanın başına gitmiş ve şunu eklemişti:"...Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki muvaffakiyeti, milletin bir ve beraber olarak azimkârane yürümesine borçluyuz."Cümlenin 2. sayfadaki devamında şu ifade vardı: "Fakat yaptıklarımızdan asla memnun ve mağrur olamayız."Sonra bu cümleyi şöyle düzeltmişti:"Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyeti karşısındayız."Bu son cümleyi de "mecburiyeti ve azmindeyiz" diye düzeltmişti sonra...Milli kültür vurgusu"Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağımızı, milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağımızı" söyledikten sonra bir ek yapmış, çıtayı daha da yükseltmişti:"Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkaracağız." Metin, 3. sayfada şöyle devam ediyordu: "Bunun için bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşek zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle daha az zamanda daha çok çalışacağız, daha büyük işler başaracağız. Bunda muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Çünkü Türk milleti zekidir, zekâya hürmet eder. Ve çünkü Türk milletinin yürütmekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale ilimdir."Ne mutlu Türküm diyene4. sayfadan bir başka paragraf:"Büyük Türk milleti...Şimdiye kadar (üstünü çiziyor) on beş yıldan beri, beraber giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vaat eden çok sözlerimi işittiniz. Bahtiyarım ki bu sözlerimin hiçbirinde milletimin, senin itimatsızlığını..." diye devam edecekken "itimatsızlığını" kelimesini çiziyor ve şöyle devam ediyor:"...hakkındaki itimadımı sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım."Bugün aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye sadık... ("sadık"ın üzeri çizilmiş)tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milleti, az zamanda bütün medeni âleme büyük olduğunu ispat edecektir." ("ispat edecektir" silinmiş "bir kere daha tanıtacaktır" diye yazılmış.)Bu sayfanın sonunda "Ne mutlu Türküm diyene" cümlesi var. Ancak sonradan bu cümlenin üzeri çizilmiş, araya bir sayfa eklenmiş. "Beni Hatırlayınız!"Atatürk'ün "5/1" diye numaraladığı devam sayfasında çok ilginç bir bölüm var:"Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve kabiliyeti bundan sonraki inkişafı ile atÓnin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır. Bu söylediklerim hakikat olduğu gün, senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur:Beni hatırlayınız!"Sonradan bu son iki cümlenin yanına işaret koymuş ve üzerlerini çizmiş.Daha büyük şereflerVe son sayfa: "Türk milleti!Ebediyete akıp giden her on senede bu büyük millet bayramını, daha büyük şerefler, saadetler, sulh ve ("sulh ve"nin üzeri çizilmiş) huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.Ne mutlu Türküm diyene!"  Hikmet Bayur"O hazin cümleyi kaldırmasını rica ettim, sildi!"Hikmet Bayur, "Atatürk'ten Anılar" kitabında (Türk Tarih Kurumu Ankara, 1998) 10. yıl nutkunun ilk halini okuduğu günden şu anıyı aktarıyor: "Son sayfaya gelince durdu. Duygulandı. 'Bu söylediklerim hakikat olduğu gün, senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni hatırlayınız!'Bu sözler bana çok hazin gelmişti, adeta bir vedanâme hissi veriyordu.Bütün milletin o güne onunla erişmeyi dilediğini ve düşündüğünü söyleyip bu cümleyi kaldırmasını rica ettim. Cümlenin sonunda görülen işareti koydu, sonra müsveddeyi gören hemen herkes aynı şeyi tekrarlayınca cümleyi sildi."
Milliyet
1,341,350
Yazarlar
ARİFE Günü... Gazeteden çıktım, röportaj için sözleştiğim yere yetişmek telaşındayım.Alsancak'ta park yeri bulmak zaten zor... Dolanıp dururken, İzelman görevlisinin başında beklediği bir boş park yeri buluyorum. İçimden, "Bayram şansı bu olmalı" diye keyifleniyorum. Görevli yardımcı oluyor, arabayı park ediyorum. İniyorum ve fiş kesmek isteyen görevliyle başlıyoruz konuşmaya:- Fiş kesmeyin benim basın kartım var.- Zaten zar-zor bir tane yer boşaldı onu da sen aldın yani...- Nasıl yani? Bir şikayetiniz mi var?- Basın basın basın...- Efendim?- Bu basına özgürlüğü anlamıyorum. Basına özgürlük, basına özgürlük!- Ne alakası var?- Basına özgürlük nereye kadar?Sonra konuşmayı uzatmak istemiyorum, oradan uzaklaşıyorum. Zaten park görevlisi de gözden kayboluyor söylene söylene... Düşünüyorum... Aslında üstlerinin aldığı o kararı uygulayan görevlide değil kabahat. Hasılat cebine inmediğine göre, neden park yerine para ödemememiz onu rahatsız etsin ki? Sorun park yeri değil. Gazetecilerle ilgili genele yayılmış yargı, gıcık olma duygusu!* * *Biz başkalarının derdini anlatmaya çalışırken; kendi derdimizi, kendimizi anlatmayı unuttuk hep. Aradaki üç-beş çürük yumurta gibi zannedildik. Her haberde cebini doldurma fırsatı kollayan, aslında işi gazetecilik olmayıp zevk için köşe yazan,"Nerede beleş oraya yerleş" şeklinde yaşayan, bedava bir akşam yemeğine tav olan, bir hediye gönderenin haberini göklere çıkaran, köşelerini maaş aldıkları kuruluşlara satan, sürekli eşini-dostunu kollayan üç beş çürük yumurtayla karıştırıldık. "Gazetecilik bu değil" diye insanlara anlatamadık. Kendimizi haber yetiştirme telaşına, gazetenin baskı saatini kaçırmamaya kaptırıp, kendi gerçeğimizi günışığına çıkaramadık. Hal böyle olunca; gazeteci = beleşçi mantığının yayılmasını durduramadık. Bu ülkede; doğrulara, etiğe, ahlaka, onura, namusa sahip daha binlerce gazeteci olduğunu ve onların tükenmediğini gösteremedik. Oysa o İzelman görevlisi; yüksek bir ihtimalle ondan az maaş aldığımızdan, ondan daha az sosyal haklarımızı kullanabildiğimizden, her krizde işsiz kaldığımızdan, bayramda hergün çalıştığımızdan, resmi-dini tatil diye birşey bilmediğimizden, yılbaşının ertesi günü soluğu gazetede aldığımızdan, çoğumuzun çocuğunun doğumuna, sevdiğinin cenazesine bile bazen yetişemediğinden ve bunun gibi yüzlerce fedakarlıktan habersizdi.Ve muhtemelen;Hasan Tahsin'i,Abdi İpekçi'yi,Uğur Mumcu'yu,Ahmet Taner Kışlalı'yı,Çetin Emeç'i ve onların yetiştirdiği binlerce basın emekçisini unutmuştu. Öyle ise bilenler bilmeyenlere anlatmalı, unutmayanlar unutanlara aktarmalı... Mümkünse çürük yumurtalar dışlanmalı! Sapla saman birbirinden ayrılmalı!Önce gazeteciler onurlu gazetecilere sahip çıkıp dillendirmeli ki; artık bu leke silinmeli!
Milliyet
1,318,801
Yazarlar
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana 87 yıl geçti. Ama biz hâlâ 'türban'ı tartışıyoruz.Asker, 29 Ekim'de Çankaya Köşkü'ne çıkacak mı?CHP, Çankaya Köşkü'ne dönük boykotuna son verecek mi? Kılıçdaroğlu, resepsiyona katılacak mı?87 yıl geçmiş...Biz daha neredeyiz, daha hâlâ neleri tartışıyoruz?..Olacak şey değil.The Economist'in son sayısındaki Türkiye raporunun yazarı ve derginin Avrupa Editörü John Peet, "Türkiye'deki türban tartışmaları dışarıdan nasıl gözüküyor?" sorusunu şöyle yanıtlamış:"Türkiye'de türban konusunda güçlü ve katı bir laiklik geleneği olduğu çok açık. Benzer bir tutumu Fransa'da da görüyoruz. Üniversitede türbanın ülkeyi tehlikeli bir şekilde İran tipi bir İslami devlete dönüştüreceği şeklinde bir algılama var içeride. Halbuki dışarıda böyle düşünen yok. Bunlar şehirli elitin laiklik kaygılarından öteye gitmiyor. Bana kalırsa, türban konusu çok fazla ajite ediliyor. Türkiye'de türban tartışmalarını biraz da laik kesimin abartması olarak görüyorum. Bunun ülkeyi İran'laştırmak için kullanılan bir araçtan çok, demokrasi ve çoğulculuk için kullanılacak bir araç olduğunu düşünüyorum." (Radikal, 25 Ekim 2010, Radikal, Sıla Özçelik'in haberi)Böyle düşünmeyenler var ama...Cumhurbaşkanı Gül'ün Köşk'teki Cumhuriyet Bayramı davetini bugün hâlâ boykot edenler, başörtüsünün demokrasi içindeki yerini ve başörtüsünün özgürlükle bağını hâlâ göremiyorlar.Başı örtülü olanın devlet nezdinde varlığı kabul edilmeden bu ülkede demokrasi olamayacağını bir türlü anlamıyorlar, anlayamıyorlar.Ve bu yüzden utanç verici bir ayrımcılığın bayraktarlığını bugün hâlâ yapabiliyorlar.Ne yazıktır ki öyle.Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana 87 yıl geçti.Laikliği hâlâ devletin baskısı altından kurtaramadık. Otoriter laiklik anlayışından demokrasinin gerektirdiği laik düzene tam olarak geçemedik.Din eğitimi hâlâ yerli yerine oturamadı bu ülkede.Aleviler hâlâ başkent sokaklarında yürüyorlar, zorunlu din dersine karşı çıkarak, cemevlerinin resmen kabul edilmesini talep ederek...Laikliğin özgürleştirilmesi ne demektir sorusu bugün bile siyaset dünyasında doğru dürüst gündem maddesi haline gelemiyor. 87 yıl geçti Cumhuriyet'in kuruluşundan beri.Ama Kürtler hâlâ ayakta.Evet öyle.Bunca yıl geçti, hâlâ anadillerini istiyorlar, kimlikleri konusunda eşitlik istiyorlar.İstedikleri için de acı çekiyorlar.Cumhuriyet'in kuruluşundan bize miras ulus-devlet ve üniter devlet anlayışlarının temelinde yatan çarpıklıkları 87 yıldır daha hâlâ doğru dürüst düzeltemediğimiz içindir ki, Türkiye'de demokrasi ve hukuk devleti ikinci sınıflığını koruyor, Avrupa demokrasilerinin düzeyine çıkamıyor.87 yıl sonra bile tarihimiz hâlâ karanlıkta tutulmak isteniyor. Bir sürü resmi tarih güzellemelerini bunca zamandır gerçek sanıyoruz.Oysa o kadar cahiliz ki.Ermenilerin, Kürtlerin, Alevilerin, elbette Türklerin bu topraklarda neler yaşadıkları daha hâlâ aydınlığa çıkarılmak istenmiyor.Resmi tarih öyle ki, milletçe hepimizi yalanda yaşatmak için kullanılıyor.Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana 87 yıl geçti.Cumhuriyet ne yazık ki henüz demokrasiye yabancı, demokrasiyle tam olarak tanışabilmiş değil.İşte tam da bunun için darbelerin, darbeci zihniyetlerin ürünü olmayan demokratik ve sivil yeni bir anayasaya ihtiyacımız var.Bunun için hep birlikte bastırmalıyız, Türkiye 2011 genel seçimlerine giderken...Umutsuz yaşanmıyor!_____________________________DUYURUYurtdışındaki bir konferans dolayısıyla köşeyi iki günlüğüne kapatıyorum. Haftaya Salı günü tekrar buluşmak üzere, HC.
Milliyet
1,340,080
Yazarlar
NİHAYET sol kıpırdamaya başlamış gözüküyor... Evvela, CHP'de "sosyal demokrat" söylem daha belirgin hale geliyor... Kemal Kılıçdaroğlu'nun Paris temasları başarılı ve olumlu...Ama bir mesele var: Sosyalist Enternasyonal ne kadar "sol"dur? Yalçın Doğan dünkü Hürriyet'te bu konuda önemli bir analiz yazdı: Artık Sosyalist Enternasyonal'in 'Sosyalizm'le ilgisi yok! Hatta Tony Blair, Enternasyonal'in 1999 toplantısında ilginç bir öneride bulunmuş:"Şu sosyalist kelimesinden kurtularak, yerine daha modern bir kavram bulmak gerek!"Haklı! Artık sosyal demokrasinin tek anlamı, azınlıkların özgürlükleri konusunda daha duyarlı olmaktan ve ekonomide "sosyal politikalara" biraz önem vermekten ibarettir.Öyle sınıf mücadelesi, emek-değer teorisi, devrim mevrim kalmadı.Onun için ben CHP'nin sosyal demokratlaşmasını sempatiyle karşılıyorum; daha ötesine gitmeyeceğinden de eminim. Ama CHP'nin solunda hareketlenmeler görülmektedir; bu bir...İslami burjuvazi ve İslami solİkincisi İslami kesimde ortaya çıkmaya başlayan 'sol' söylemdir.AKP hem itikadi hem iktisadi mağdurların partisi olarak, bir tür "merkez'e karşı 'kenar'ın geniş koalisyonu" halinde iktidara geldi. Bu kitlelerin özgürlük taleplerine de iktisadi gelişme taleplerine de önemli ölçüde karşılık veriyor. Türbanın serbestleşme sürecine girmesi, Anadolu'daki iktisadi gelişme, varoşlardaki kamu hizmetleri...Böylece "mağduriyet" duygusu azalıyor. Olumlu bulduğum bir tür "burjuvalaşma" süreci gelişiyor."İslami sol"un teorisyenlerinden Mehmet Bekaroğlu'nun "Jip süren türbanlı, durakta bekleyen türbanlı" söylemi sosyolojik karşılığı olan bir ifadedir.HAS Parti "İslami sol" kavramını reddediyor ama "emek, sömürü, tahakküm, anti emperyalizm, ekonomide paylaşımın büyümeye önceliği" gibi sol kavramları İslami referanslarla savunuyor. Bazı 'sosyalist'ler bu gerekçeyle HAS Parti'ye katıldılar.Cumhuriyet tarihi boyunca kitlelere dayanmayan liberallerin geniş muhafazakâr kitlelerle ittifakına benzer bir durum, bakalım solda oluşacak mı?Piyasa faktörü Ekonomik gelişme sayesinde Türkiye'de orta sınıf güçleniyor ama "orta sınıf toplumu" haline gelmemize epey zaman var. 'Yükselenler'in yanında 'yükselemeyenler' daha bir siyasi faktör haline gelmektedir, onun için her iki kanatta da 'sol' söylemlerin hareketlenmesi tabiidir.Fakat İslami olsun, marksizan olsun 'sol'un felsefi söylemleri önemli olmakla beraber, ekonomik politika olarak karşılığı yok! Çünkü solun hiçbir rengi henüz "piyasa" yerine geçecek bir mekanizmayı öneremiyor. Solcuların çıkmazı budur: "Piyasa"ya karşı iseniz, yerine neyi koyacaksınız? Devleti yani bürokrasiyi mi? Sovyet tecrübesi bu modelin kesin iflasını kanıtlamıştır. Sovyetler demokrasi olmadığı için değil "piyasa" olmadığı için çöktü!Piyasasız bir demokrasi de hayalden öteye mümkün değildir üstelik.Ama siyaset "ekonomi"den ibaret olamaz. İhtiyaçlar, duygular, kültürler, protesto ve umutlar da fevkalade önemlidir. Onun için, yaşamakta olduğumuz gelişme aşamasında tahmin ediyorum ki, "ana akımlar" hâlâ merkez sağ ile sosyal demokrasi olmaya devam edecektir ama 'İslami sol' da marksizan sol da şu veya bu ölçüde gelişebilecektir.
Milliyet
1,346,011
Yazarlar
, Perşembe| Ege / Yazar Yazısı Hamdi Türkmen Perde ArkasıAziz Bey 110 ton alıyor25 Kasım 2010 ÖYLEYİZ, böyleyizdir ama, sıkışınca dayanışmayı da, çare üretmeyi de iyi beceririz. Mandalinada bu yıl, ürün çok, yüksek olunca ihracatçı piyasaya giremedi. İç piyasa tüketimi yetersiz kaldı ve Seferihisar, Ürkmez, Gümüldür'de üretici iflasın eşiğine sürüklendi. Üreticinin iflası, bahçelerinin bozulması, sökülmesi demektir. Yani dönüşü olmayan yol ya da başka bir deyimle felaketin başlangıcı. * * * Tacettin Bayır'ın uyarısıyla dün bir öneride bulunmuş, yerel yönetimlerden yardım istemiştim. Çünkü, iktidarın tarıma bakış açısı ortada. "Bakın başınızın çaresine..." deyip, kılını kıpırdatmıyor. Oysa en gelişmiş ülkelerde ve 'nde bile üreticiye devlet desteği ve ürün bazında teşvik uygulamaları var. Bizde ise üretici, borç batağında ve bankaların kıskacında, yapayım derken toprağından, ağacından oluyor. "Kimbilir?" demiştim... "Bakarsınız Aziz Başkan mandalina üreticisine haftasonu Seferihisar'da yapılacak olan Mandalina Şenliği'nde bir müjde verir" diye eklemiştim. Tez haber; beklediğimden de erken geldi. Ve dün Büyükşehir Belediyesi'nin, üreticiye destek olmak için Seferihisar, Ürkmez ve Gümüldür'deki bahçelerden toplam 110 ton mandalina alımı yapacağı açıklandı. * * * Durun bitmedi. Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer de, Belediyesi'nin 100 ton, 'nin 60 ton, Konak ve 'nın 25'er ton, Balçova Belediyesi'nin 20 ton mandalina alacaklarını duyurdu. Kul sıkışmayınca, Hızır yardıma koşmazmış. Bu alımlar, şüphesiz narenciye üreticisini rahatlatmaya yetmeyecek ama, en azından Seferihisar, Ürkmez, Gümüldürlü köylüye bir parça olsun soluk aldıracak. * * * Büyükşehir Belediye Başkanı 'nu yönetim anlayışından tutun da pek çok konuda eleştiren, yaptığı yanlış seçimleri ve uygulamaları "bombardımana" tutan biri olarak; tarıma, köylüye, üreticiye verdiği desteği inkar edemem ve bu konuda kendisini tek geçerim. Alımı yapılacak 110 ton mandalina, Büyükşehir tarafından, dar gelirli aileler ile okullarda öğrencilere ve çocuklara dağıtılacak. Aziz Bey'in narenciyeciye bir "kıyağı" daha var. Kentteki bilboardlar ve reklam raketlerinde, bu haftadan itibaren, mandalina tüketimini artırıcı, yararlarını ve bu meyveyi tanıtıcı reklam kampanyası başlatacak. Ne diyelim, Allah tuttuğunu altın etsin...
Milliyet
1,343,660
Yazarlar
PUCCA - . AYNISININ LACiVERTi "SADECE BRONZLAŞMAK iSTEMiŞTiM" Hayatım boyunca beyaz peynir kıvamında kalmakla lanetlenmiş bir kızım. İnsanlar yaz bitişi parlak bronz tenleriyle etrafta fink atarken ben yamalı eşek gibi dolanıyordum. Öyle bir yanıyordum ki çevirme piliç yanımda halt eder. Şu ten daha bir kez Latin sıcaklığını göremedi diyeyim. Kaderime razı olmaya   karar vermiştim ki arkadaşımın bilmem nesinin, bilmem nesi güzellik salonu açtı. "Gel, baştan sona kavruk bir Eda Taşpınar olacaksın, üstelik bedava" deyince "Tamam" dedim. Bedavayı duydum ya ben, koştur koştur soluğu aldım solaryum makinesinin önünde. Girdim içeri sıkıntıdan patlayarak bekledim kızarmayı. İnsan o makinenin içerisinde biraz gayret etse hayatın anlamını bulabilir bence. Zor bir şey değil, bir parça kahverengileşmek adına tıkış tepiş, döne dolana ne işim var burada noktasından başlayabilirse, devamı kozmik dengeye kadar gider eminim.Neydim, ne oldum?Hayatın anlamı beni yoracağı için, bronz tenime gidebilecek elbiseleri hayal etmeye başladım. Hatta bu hayale öyle bir kaptırdım ki kendimi bir anda Trendyol'un karabiber mankeni olarak iç çamaşırlarımla poz verdiğimi, Murat Boz sevgilisine hediye için orayı tıklarken o pozları görüp kahrolduğunu, kendini yerden yere vurduğuna kadar vardırmıştım işi. Niyeyse yarım aklım 2 ton koyulaşınca boyumun da uzayacağını düşündü herhalde. Neyse böyle hayaller mayaller derken bitti süre çıktım dışarıya. Allah kahretsin, tüylerim mi yanmış ne olmuş anlamadım ama bir koku var; uff leşş resmen! 40 derece sıcakta 7 kilo çemen yemişim gibi kokuyorum. Normal bu koku dediler bunun için de, kafamdaki düşünce Hollandalı olarak girdiğim yerden, Latin Amerikalı tadında çıkıp gecelere akmaktı. Bu kokuyla bırak geceye akmayı, belediye otobüsüne binsem kovarlar vallahi.Ben ettim, siz etmeyinArdından bir kendime bakayım dedim aynada, o an karşılaştığım şey karşısında nutkum tutuldu. Suratım kıpkırmızı! Ama nasıl kırmızı anlatamam ve boynum bembeyaz. Çizik çizik beyaz parçalarda ayrı bir hava katmış gerdanıma. Hiç anlamadığım bir şekilde göğüslerimde domates gibi kızarmış. Hayır, normali bikini izi beyaz olur, benim oralar hedef tahtası gibi kırmızı. Sanki gören eden var gibi her yanımı soyarak girersem olacağı bu tabii! Bir de bedavaya girince ses de çıkartamıyorsun, carlasam etsem kadın diyecek bana "Ben sana içeride Mevlana gibi dön dedim, sen ne yaptın malak malak bir noktaya kitlendin kaldın." Suç biraz da benim de, bu sıfatla insan arasına karışmam mümkün olmasa gerek, geometrik desenleri olan garip bir şey oldum adeta. Çıktım gittim eve keseleneyim, bir şeyler yapayım şu garip rengi bedenimden atayım dedim. Daha beter ettim, alerji oldum. Suratım benek benek oldu, fazla keselemişim her yanım tahriş oldu, öyle bastırmışım ki zımpara adeta gece uyuyamadım acısından. Güzelleşmek namına yaptığım her şey beni daha da ucubeye çevirdi. Geçen hafta saçlarımı kestirip kırpık olmuştum, bu hafta piliç gibi kızardım, bakalım gelecek hafta üzerimde ne deneyerek insan üstü yaratığa çevireceğim kendimi. Tatil tabii yalan oldu, bu halde değil hayatımın erkeğini, Taksim'den Ortaköy'e taksi bulamam. 9 gün boyunca evde yemek yiyerek televizyon seyrettim. Bu gidişle Saadettin Teksoy'un televizyonlara geri dönüşü benimle olacak. "Kıyamet alameti kadın, görenleri şaşkına çeviriyor!" diye çekecek profilden görüntülerimi.Yazının Norma'sı:  Sevgili İsviçreli bilim adamları 3 sn.'de etki eden; sorumluluk, kıskançlık, tüy dökme ve park yeri bulmayla ilgili ilaç bulur musunuz acil piliss?
Milliyet
1,332,923
Yazarlar
'la görüşmeyi son seyahatinde çok istedim ama kısmet olmadı. Sanırım bir fırsat yaratamadı. Daha doğrusu, Star'da 'a konuk olacağı çok önceden kararlaştırıldığı için, öncesinde bir başka gazeteci ile görüşmenin "etik" olmayacağını düşünmüş olmalı ki, karşılıklı söyleşi olanağı bulamadık. Arena'yı dikkatle izledim. Çünkü bu aşamada, Deniz Bey'in, 'deki gelişmelerle ilgili tespitlerinin ve yorumlarının önemli olduğuna inananlardanım. *  *  * Bilinenlerin dışında çok farklı açılımlar yapmadı. ve Seçimli Kurultay tartışmalarına açık ve net biçimde nokta koydu. Genel Başkan Kılıçdaroğlu ve vakit geçirmeden, CHP'nin geleceği için Kurultay'a gitmeliydi. Hem de hiç vakit kaybetmeden. Baykal'a göre, CHP'nin en üst kurmaylarının, bu kadar yüksek perdeden karşılıklı ağır suçlamalarla yaşanan çatışmada, bir gün sonra birden bire oluşan sükûnet kendisi için de bir sürprizdi. Deniz Bey bu gelişmeyi; "Demek ki büyük bir tartışmayı gerektiren bir durum yoktu" diye değerlendirdi. Ancak; "Beni partimden ayrılmaya ikna etmemiştir. Önder Bey dahil bu istifadan kimsenin haberi yoktu. Onun için de sürpriz oldu" sözleri düşündürücüydü. Acaba şunu mu söylemek istiyordu: "Kaset skandalı patlak verdiğinde, CHP'yi krizden yara almadan çıkaran Önder Bey değildir. Benim kişisel fedakârlığım ve aldığım istifa kararı, CHP'yi o günkü ortamda daha da güçlendirmiş ve 'na genel başkanlık yolunu açmıştır... Yani, Önder Bey CHP'de kurtarıcı değil, sadece zamanı geldiğinde hangi ata oynayacağını ve nerede olması gerektiğini çok iyi bilen bir siyasetçidir; o kadar..." *  *  * Ve Kurultay... Deniz Bey'e göre, yaşanan tartışmalar CHP'nin tüm kesimlerde sorgulanmasına neden oldu. CHP'nin bir tazelenmeye, tekrar ayağa kaldırılmaya ihtiyaç vardı. İlk adım atıldı. Ancak hemen ardından Kurultay'a gidilmesi şart. Deniz Bey'in sözleri şöyle: "Önümüzde seçim var. Gecikmeden bunu yapmak gerekiyor, yeterince geciktik çünkü. Yapılacak kurultayda genel başkan seçimine gerek yok. 'ni yenilemek yeterli..." *  *  * CHP eski liderinin Arena'daki en dikkat çekici söylemi "Yeni CHP" kavramıyla ilgiliydi. Yaptığı bir benzetme de dikkat çekiciydi. İşte o sözleri: "CHP zamana uygun olarak değişiyor. Yanlış olan yeni CHP lafıdır. Bu bana Hakiki Koç kavramını hatırlatıyor. Niye Hakiki lafı konmuştur? Çünkü bir kavga olmuştur. Koç'un ya da Sabancı'nın yeni Koç ya da Sabancı deme ihtiyacına girdiğini gördünüz mü? Yeni CHP söylemini dile getirdiğiniz zaman ifade etmekten kaçındığınız bir sıkıntı var demektir." Doğru bir tespit. CHP'li kurmaylara ve yeni genel başkan yardımcılarına duyurulur.
Milliyet
1,321,041
Yazarlar
KPSS'de yaşanan kopya skandalı nedeniyle ertelenen öğretmen atamaları, kasım sonunda gerçekleşecek. MEB, 30 bin kadroyu 40 bine çıkartmak için Maliye'den ek kadro isteğinde bulundu.YÖK ve ÖSYM'den gelen bilgilere göre, iptal edilen KPSS'nin yerine pazar günü gerçekleştirilen KPSS Eğitim Bilimleri Sınavı'nın sonuçları, 10 gün içerisinde açıklanacak. MEB de sonuçların açıklanmasından sonraki iki haftalık süreçte başvuruları alıp, atamaları yapabileceği bilgisini verdi.MEB kurmaylarına göre, öğretmen atamaları kasım sonu, en kötü ihtimalle de aralık başında gerçekleşmiş olacak.Peki taban puanlarda ve kadroların branşlara dağılımında bir değişiklik olacak mı?Puanların değişeceği kesin. Çünkü bu sınavda, kopya çekmenin önüne geçildiği için o kadar çok net çıkartan da olmayacak, yüksek puan alan da... Bu yüzden puanların önemli ölçüde düşmesi bekleniyor.Kadro dağılımında ise genel bir değişiklik yok ama bazı branşlarda artma ya da eksilmeler olacak. Çünkü, bir önceki başvuru döneminde, bazı alanlarda kontenjandan daha az istekli öğretmen çıkmış!Maliye'den 10 bin yeni kadro alınırsa durum değişir mi? Alınan bu 10 bin kadroda öncelik hangi bölümlere verilir? MEB kurmayları, bu konuda önceliğin rehberlik öğretmenlerinde olduğunu söylüyorlar. En fazla açık o alanda varmış.Teknik öğretmenlere yönelik pozitif ayrımcılık da devam edecekmiş.Kopyacılar ne oldu?KPSS kopya skandalında gelinen son nokta ne? Açılan soruşturmalar ne oldu? Kopyacılar yakalandı mı?Bu soruların cevabı hâlâ bilinmiyor. Çünkü soruşturmalar hâlâ sonuçlandırılmış değil. En çok merak edilen de 100 ve üzeri net alanların, daha da önemlisi 120'de 120 net çıkartanların ne kadarının sınava girdiği? Gelen bilgiler pek çoğunun sınava girmediği yönünde. Sınava girip "madara" olmaktansa ya da soruşturma yürütenlerin eline koz vermektense sınava hiç girmemeyi tercih ettikleri söyleniyor.Ama bu arada 100 üzeri neti olup da sağlık sorunu ya da başka nedenlerle sınava girmeyenler de var. Bu yüzden sınava girmeyen herkesi, peşinen "kopyacı" ilan etmek de hiç doğru olmaz.YÖK, bakalım bu süreci nasıl yönetecek? Kopya skandalını unutturup üzerine mi yatacak yoksa sonuna kadar gidecek mi? Yakında belli olur.Bu arada ÖSYM'nin de sınavlara ilişkin bilgileri bir an önce açıklaması gerekiyor. Örneğin adayların ne kadarı sınava girmedi? Özellikle de 100 üzeri net çıkartıp da Ankara ve İstanbul'a çağrılan öğretmenlerden kaçı bu zoraki davete icabet etmedi?..10 bin kadro niye verilmeli?MEB'in Maliye'den istediği 10 bin kadro kesinlikle verilmelidir. Yarın akşam Genç Bakış'ın konuğu olan Maliye Bakanı Şimşek'ten bunu özellikle isteyeceğiz. Çünkü bu skandal, öğretmenlerimizi çok üzdü. Bazıları istedikleri puanı alamadı. Ve büyük bir moral bozukluğu içerisindeler. En azından geçen defa kaçırdıkları şansı bu defa yakalayabilirler. Bu da onları rahatlatır.18. Milli Eğitim ŞûrasıMilli Eğitim şûraları bugüne kadar hep Ankara'da yapılırdı. Hatta bu amaçla devasa bir şûra salonu yapıldı. Ama bu kez, gelen konuklar kaçıyor diye Kızılcahamam'da gerçekleşiyor. Katılım çok düşük profilli. Önceki şûralara eski bakanlar, başbakanlar hatta cumhurbaşkanları da katılırdı. Şimdi ise açılışta neredeyse hiç kimse yok. Şûranın mimarı olan eski Talim Terbiye Kurulu başkanları bile çağrılmamış. Eğitim-Sen de dün demokratik bir ortam olmadığı gerekçesiyle şûradan çekilmiş.Benim açımdan bakıldığında ise son 30 yıldır ilk defa şûraya çağrılmadım. Hatta haberim bile olmadı. Herhalde biz de üzeri çizilenlerdeniz. Sağlık olsun. Uzaktan da olsa izlemeye devam edeceğiz. Yeter ki eğitimin kangrene dönüşen sorunları konuşulsun, tartışılsın ve çözüm önerileri üretilsin. Yoksa, şûralar tarihine en sönük şûra olarak geçecektir.Eğitim Fakültesi'ndeki bitirme tezim Milli Eğitim şûralarıydı, kuruluşundan 80'li yıllara kadar tek tek incelemiştim. Sonra da gazeteci olarak hep katıldım. Müthiş bir erozyon vardı. Kızılcahamam'da umarız bir silkinme ve kendine gelme dönemi gerçekleşir. Yoksa "Çubukçu, bakın bu işi de eline yüzüne bulaştırdı" diyenlerin ekmeğine yağ sürmekten öteye geçilmez.Özetin özeti: 18 Milli Eğitim Şûrası'nın ülkemize ve eğitim camiamıza büyük katkılar sağlamasını canı gönülden diliyoruz. Gerisi teferruat...
Milliyet
1,338,563
Yazarlar
Dilara Koçak bilgi@mezurasaglik.com.tr İyi Yaşam BAYRAMDA SAKATAT TÜKETiMiNE DiKKAT Bu besinlerin 100 gramındaki kalori ve yağdan gelen kalori oranlarını aşağıdaki tabloda bulabilirsiniz. Karaciğer, böbrek, yürek gibi sakatatlar yüksek miktarda yağ ve kolesterol içerir. Özellikle kurban bayramında bolca yenen bu besinlerin dikkatli tüketilmesi gerekiyorBirkaç tavsiye -Eti pişirme yöntemi olarak kavurma ve kızartma gibi sindirimi zor, mide asidesini artıracak yöntemleri tercih etmeyin.  - C vitamini, demirin emilimini artırır. Uygun pişirme teknikleriyle yapılan eti, bol yeşil salatayla birlikte tüketin.  -Et, lif içeren bir yiyecek değildir. Aşırı miktarlarda tüketimi kabızlığa yol açabilir. Etin yanında en iyi posa kaynakları olan sebze ve meyveyi tercih edin. -Etle yapılan yemeklerin hafif olması için kendi yağıyla    pişirin, ilave yağ eklemeyin.-Kuyruk yağını kavurma içinde kullanmayın. -Kızartmadan kaçının, haşlama ve ızgarayı tercih edin. Sakatatların çok yüksek miktarda kolesterol içerdiğini unutmayın.-Aşırı et ve şeker tüketip sebze ile meyveyi unutmayın. -Izgarada etle ateş arasındaki uzaklık eti yakmayacak, kömürleşme sağlamayacak şekilde ayarlanmalı. Yüksek ateş, yüzeydeki proteinleri birdenbire katılaştıracak ve ısı etin iç kısmına ulaşamayacaktır. Etler, kesinlikle çiğ veya az pişmiş tüketilmemeli.Kurban kesiminde   hijyen sorunları Kesim yapılacak yerlerin zemininde su ve kanın birikmemesi sağlanmalı, aksi takdirde bakteri bulaşma riski artar.   Ete temas eden bıçak ve satır gibi aletler temiz olmalı, kesim işini yapacak olan görevliler mutlaka kişisel temizliklerine özen göstermeli. Gıdaları hazırlamaya başlamadan önce ellerinizi sıcak su   ve sabunla yıkayın. Çiğ gıdaları hazırladıktan sonra pişmiş gıdalara dokunmadan önce ellerinizi yıkamalısınız. Gıdalar kolayca kontamine olabildikleri için hazırlama aşamasında kullanılan bütün yüzeyler temiz tutulmalıdır. Zemin temizliğinde kullanılan bezler, el havlusu veya bulaşık kurulama havlusundan ayrı tutulmalıdır.  Yemek pişirmeden önce mutfakta kullandığınız aletleri, kapları, kesme tahtasını ve mutfak tezgahını sıcak sabunlu suyla yıkayıp durulayın. Gıdaları hazırlamak içinde temiz su kullanmak, içmek kadar önemlidir.
Milliyet
1,343,667
Yazarlar
AKP iktidarının hayalperest ve ideolojik yaklaşımlarla malul Ortadoğu politikası önceki gün NATO'nun Lizbon Zirvesi'nde iflas etti.Yazıya böyle başladık diye sakın ola ki, "Türkiye'yi Lizbon'da temsil edenler balistik füze savunma sistemine ait radarların ülke topraklarında konuşlanmasını resmen kabul ederek yanlış bir karar verdiler" diyoruz sanılmasın. Tam tersine, AKP'nin dış politikasını yürütenler füze savunma sistemine evet diyerek bu kez gönülsüz de olsa doğru ve gerçekçi biçimde hareket ettiler ve Türkiye için gayet hayırlı bir iş yapmış oldular.Amma ve lakin Türkiye için lüzumlu olanı icra ederken "komşularla sıfır sorun" adlı, bahsimizde "İran'la sıfır sorun" olarak anlaşılması gereken politikalarını da inkâr ettiler. Çok da iyi oldu, çünkü onların bu nedenle yaşadıkları ideolojik ve politik iflas, Türkiye'yi NATO'dan ve dolayısıyla Batı sisteminden koparak bölgesine ve dünyaya yabancılaşmaktan şimdilik kurtardı."İran'la sıfır sorun" niyetinde ısrar etmek, bölgenin geri kalanıyla ve büyük güçlerle birçok soruna davetiye çıkarmaktır. AKP dış politikasının yapıcıları realiteyle daha fazla oyun oynayamayacaklarını anladıkları noktada işte bunu göze alamamışlardır.AKP diplomasisi, Lizbon'da "füze kalkanı" unsurlarının Türkiye topraklarında konuşlanmasına onay vererek klasik Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikasında bulunması gereken dozda bir gerçekçiliğe nihayet teslim olmuştur.Oysa daha düne kadar, sadece Batı sistemiyle değil, Körfez ülkeleriyle ve Sünni Arap Ortadoğu'yla da büyük sorunlar yaşayan, rejiminin güvenliğini bölgeyi istikrarsızlaştırmakta gören çatışmacı İran'la Türkiye'nin hiçbir sorunu yokmuş gibi yapmıyorlar mıydı?İran'ın menzilini sürekli artırdığı balistik füzelerine günün birinde nükleer başlık da monte etmesi sonucunda bölgedeki tarihsel jeopolitik dengenin, Türkiye'nin aleyhine hem de uzun süreli olarak bozulacağı aşikâr iken, AKP dış politikasının yürütücüleri "İran'dan tehdit algılamadıklarını" söylemiyorlar mıydı?Madem İran'dan tehdit algılamıyordunuz o zaman füze savunma sistemi radarlarının Türkiye topraklarında konuşlanmasını neden kabul ettiniz?Bugün, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'na yöneltilmesi gayet meşru olan bir sorudur bu...Ne cevap verebilir ki?Madem bir sorun yoktu, durup dururken İran'ın Türkiye'den tehdit algılamasına neden olacak bir karara neden imza attınız?Değil mi ya?Türkiye o radarları kabul etmekle İran'ın elindeki en büyük caydırıcılık unsuru olan, ileride nükleer başlık da taşıyabilecek balistik füzelerini etkisizleştirecek bir operasyonun ön cephe ortağı haline gelmişse... "İran'la sorunum yok" diyenlere artık bu saatten sonra önce İran'daki kargalar güler.Gerçeğin saati Lizbon'da gelip çatmış, "sıfır sorun" adlı Ortadoğululaştırmacı mefkûre zail olmuştur.Artık AKP iktidarının öncelikli meselesi, kendi ideolojik dış politikası doğrultusunda koşullandırdığı İslamcı/muhafazakâr/milliyetçi kamuoyuna, "NATO radarlarını" benimsetmenin yollarını aramaktır.Bir de tabii Türkiye'nin İran nezdinde negatif görüntü vermemek için İttifak içinde harcadığı sembolik önemde çabalar var.Bu bakımdan "İran" adının belge ve açıklamalarda zikredilmemesinin sağlanması isabetli oldu. NATO'nun yeni stratejik konseptinde "İttifak'ın düşman olarak tanımladığı herhangi bir ülkenin bulunmadığının" vurgulanması da öyle. Başbakan Erdoğan'ın zirveden önce "Sistemin komutası bize verilmeli, aksi takdirde kabulü mümkün değil" demesi ise bu çabalarda gerçeklik sınırını bir hayli zorladı. Oysa NATO'da "butona basma işi"nin üye ülkelerin tamamı tarafından onaylanan angajman kuralları çerçevesinde Avrupa Müttefik Kuvvetler Yüksek Karargâhı'nın (SHAPE) uhdesinde olduğu bilinir.Yine de bazıları ikna olmamakta direniyor. Mesela Davutoğlu'nun "Mavi Marmara müttefiki", İHH Başkanı Bülent Yıldırım... Bakın geçen perşembe ne demiş: "Türkiye uzunca bir süredir ithal tehdit algısıyla şekillenmiş olan NATO'nun füze kalkanı projesini onaylaması yönünde baskı altında tutulmaktadır. Bu durumda ya komşularla sıfır sorun politikasını sürdürecek ya da bütün İslam dünyasını karşısında alacak, NATO'nun bir piyonu olacaktır. Biz Türkiye'nin komşularını tercih etmesini temenni ediyoruz."Bülent Yıldırım'a ne diyeceksiniz Sayın Davutoğlu?
Milliyet
1,322,018
Yazarlar
HES konusu her açıldığına Başbakan Tayyip Erdoğan'ın tekrar ettiği bir cümle var: "Artık su akar, Türk bakar sözü olmamalı."Tamam, olmasın. Peki, madem biz akan suya bakıyor ve elimizdeki kaynakları değerlendiremiyoruz. "Akan suya bakmayan" dünya ne yapıyor, ona bir bakalım!    1. Dünyada hidroelektrik santrallerin "tertemiz, zararsız bir enerji kaynağı" olduğu teorisi yıllar önce çürütüldü. 1998'de kurulan Dünya Baraj Komisyonu (WCD) 79 ülke ve 1.000 baraj üzerinde şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı araştırmada şu sonuca vardı: "Barajların, insan gelişimine önemli katkıları var. Ancak, büyük çoğunluğunda ortaya çıkan insani ve çevresel maliyet, fazlasıyla büyük. Barajlar, dünya çapında 40 ila 80 milyon insanı yerinden etmiş, bu insanlar asla eski yaşam standartlarına kavuşamamıştır. Ayrıca ekosisteme ve türlere verilen zararın da geri dönüşü olmamıştır."  2. WCD raporunun ardından, dünyada HES'ler için yeni prensipler belirlendi. Dünya Bankası'nın da teşvikiyle Ekvator Prensipleri (EP) geliştirildi, uygulandı. Daha önce yazdığım gibi, uluslararası ölçekte bankalar, artık EP kriterlerine göre bu tip projelere kredi veriyor. 2007'de gelişmekte olan ülkelerdeki projelerin yüzde 71'i, EP'nin risk analizine tabi tutuldu. Ancak bu kriterleri tutturanlara kredi verildi.    Brezilya imzaladı3. HES projesi ve yapımlarıyla dolup taşma anlamında Türkiye'ye benzeyen Brezilya'yı ele alalım. Kısa süre önce yedi Brezilya bankası trende uyup, EP'ye imza attı. Citibank'ın sosyo-ekonomik risk analizi uzmanı Shawn Miller, "Risk algısı artık değişti. Bankalar, sadece bir projenin finansal riskine bakmıyor. Güvenirliklerini sarsacak sosyal ve çevresel etkileri de hesaplıyorlar" diyor. Geçen yıl Bradesco ve Unibanco, Ekvator Prensipleri'ne uyarak verdikleri enerji yatırımı kredilerini tam iki katına çıkardı. Bu projeler sadece HES değil, rüzgâr parkları ve küçük değirmenleri de kapsıyordu.      4. Hidroelektrik projelerin özel sektörde hızlı gelişmemesinde, örneğin bizdeki gibi 2000'lere varan projeye ulaşmamasında, finansal kurumların aldıkları önlemler rol oynuyor. Proje finansmanının ortalama yüzde 70'ini karşılayan kurumlar, artık devlet garantisiyle yetinmiyor. Avrupa tüketti5. Her şeyden önemlisi, her akan su, aynı değil. Suyun akış hızı (debi), coğrafi ve iklimsel koşullar, her şeyi etkiliyor. Karadeniz'in deresiyle Dicle'yi karşılaştıramayacağınız ve aynı ölçekte HES planlayamayacağınız gibi, İsveç veya Kanada'nın ırmaklarıyla Türkiye'yi karşılaştırmak da yanlış. 6. Pek çok konuda kendimize örnek aldığımız ABD ekonomisi, hidroelektrik kaynakların dışında yenilenebilir enerjilerle büyüyor. Batı Avrupa, dünyada hidroelektrik kaynaklara talebin (%22) en yüksek olduğu yer. Onlar da tüm su kaynaklarını kullandılar ve bu alanda artık büyüme beklenmiyor.    Kısacası, asıl Batılılar akan suya bakar hale geldi. Vardır bir bildikleri elbet!2 BİNABD'deki HES'lerin toplam sayısı, Türkiye'de projelendirilenlerle eşit.FİKRİ TAKİP BUDUR!..Yeni Aktüel dergisi, yeni yayın yönetmeniyle nihayet canlandı. Son sayısında Necla Bayraktar, N.Ç. ile harika bir röportaj yapmış. Hatırlayacaksınız: 12 yaşında Mardin'de bir fuhuş çetesinin eline düşen N.Ç., durumu emniyete şikâyet ettikten sonra dava açılmıştı. Türkiye'nin "utanç davası" diye bildiği davada 28 sanık, 1.5 yıl ile 5 yıl arasında ceza alarak kurtuldu. Dava şimdi temyizde. N.Ç., şimdi 20 yaşında. Gazeteci Bayraktar'a bugünkü yaşamını, umutlarını anlatırken şöyle diyor: "Önceden espri yapan insanlardan hiç hoşlanmazdım, gülmeyi aptal bir eylem olarak düşünürdüm. Artık eski algıda değilim."KÜRTÇESİZ GÜNEYDOĞU DİZİSİShow TV'de yayınlanan "Güneydoğu'dan Öyküler-Önce Vatan" dizisi, Güneydoğu'da geçmesine rağmen tek kelime Kürtçe edilmiyor. Sadece fonda ağıtlar kullanılmış. Gerçeklikten bu kadar kopuk olmanın kimseye faydası yok ki.
Milliyet
1,318,805
Yazarlar
Allah'ın değirmenleri geç ama iyi öğütür söylemini "yargının değirmenleri geç olsa da iyi öğütür" söylemine dönüştürmek temennimin ışığında -hukuka ve yargıya olan inancımı koruyarak- Mustafa Balbay'ın son kitabından (*) şu satırları yansıtıyorum:GRADO OLMUŞ GLADYOİddianamenin diliyle ilgili söylenecek çok şey var. Türkiye'de genel olarak "hukuk dili" tartışmalıdır.Ancak Ergenekon iddianamesi sadece uzun, anlaşılmaz, birbiriyle çelişen cümlelerden ibaret değildi.Kimi kritik sözcükler öyle farklı şekilde konulmuş ki, anlam tamamen değişiyor.Örneğin iddianamenin 952. sayfasında benim gazetenin Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız'la yaptığım bir telefon görüşmesine yer verilmiş. Konuşma bir gazetenin genel yayın yönetmeniyle Ankara temsilcisi arasındaki olağan bir diyalog. İçinde soru işareti yaratacak bir şey de yok. Konuşmanın bir yerinde aynen şu tümce var:"Ben onun son olayla birlikte gladyosu düştü, bilmiyorum sen ne diyorsun..."Gladyo?İlk okuduğumda, bir an duraladım, neden demiş olabilirim?Konuşmayı deşifre edenler "grado" sözcüğünde küçük bir değişiklik yapmış ve "gladyo" olmuş.SOL ELLE YAZI YAZMAYI ÖĞRENDİMYalnızlaştırmaya benzer başka bir örnek bilgisayar hakkıydı. Nâzım Hikmet'e 1940'larda o dönemin en ileri yazım olanağı olarak daktilo verilmiş. Bize verilmedi. Gerçekse şu:Hapishanede bilgisayar odası var.Bu olanak bir gün önceden dilekçe vererek ve oda uygunsa size sağlanıyor. Uygunluğun ölçüsü şu: Aynı odada bir başka Ergenekon sanığı bulunamaz. Oda mesai saatlerinde; 9.30-12.30, 13.30-16.30 arası açık.Bu kitabı elle yazdım. Çalışırken elim yoruluyordu ama beynim "tam kıvamdayım, haydi devam et" diyordu. Sonunda yavaş da olsa sol elimle de yazmaya başladım.Bu zulüm değil midir?DREYFUS OLDU DEYYUSYazılarımı hapishane yönetimine mektup olarak veriyorum, ortalama 6-7 günde ulaşıyor.Gardiyanlardan biri yazıyı ertesi gün geri getirdi. Sayfaları sallayıp haberleşme gözünden seslendi:"Mustafa Bey bu yazıda sorun var diyorlar."Şaşırdım. Düzenli mektup-yazı göndermeye başlayalı bir ay olmuştu. Rayına oturduğunu düşünmüştüm.Yazı tamamen 19. yüzyılın sonunda 20. yüzyılın başına uzanan Yüzbaşı Alfred Dreyfus'un yargılanmasıyla ilgiliydi. Herhangi bir gönderme de yoktu.Yazı ana hatlarıyla şöyleydi:Fransız ordusunda yüzbaşı olarak görev yapan Alfred Dreyfus, kendisine özünün ne olduğu tam olarak açıklanmayan gizli belgeler nedeniyle tutuklanır, yargılanır. Vatan haini ilan edilir. Yargılama sırasında gazetelerin önemli bir bölümü kararını çoktan vermiştir; Dreyfus suçlu!Ve Dreyfus hüküm giyer.Etkili ve cesur bir köşe yazarı davaya farklı açıdan bakar:Emile Zola...Yahudi kökenli olduğu için ayrıca hedef tahtasına konan Dreyfus'un mahkûmiyetini haksız bulan Zola, 13 Ocak 1898'de "Suçluyorum" başlıklı bir yazı kaleme alır. Yazının yayımlanmasından sonra Fransız basını allak bullak olur.Yorumcu kardeşlerimiz "ama usulüne uygun değil" diyenlere de çıkışıyorlar:"Ufak tefek usul hataları olabilir. Onlara takılıp kalmamak lazım..."Oysa usul esasın kapısıdır. Yanlış kapıdan doğru yere gidilir mi?İşte böyle bir tartışma ortamındayız. Dreyfus davası, Zola gibi "önce hukuk" diyenlerin artması ve sorumlu noktada bulunanların önyargılardan sıyrılmasıyla yön değiştirdi. Dreyfus aklandı. Rütbelerini geri aldı. Onuruyla, şerefiyle görevinin başına döndü.Gazetecisinden hukukçusuna, siyasetçisinden aydınına kadar herkesin "önce hukuk" diyeceği günlere...Yazı buydu...Yazının ana fikri ne yazık ki ülkemizde uzun süre daha gündemde kalacak...EMİLE ZOLA OLUR MU PİRZOLA?-  Bu yazının neresinde sorun var?"Mustafa Bey ben sizin televizyon konuşmalarınızı da izlerdim..."-  Eyvallah... Yazının diyorum..."Siz kelimelerle de çok oynuyorsunuz. Bazen bölüyorsunuz, farklı anlamlar çıkarıyorsunuz. Bazen çok bilinen bir kelimeyi farklı bir anlam çağrıştıracak şekilde söylüyorsunuz..."-  Bu yazıda öyle bir şey yoktu..."Dreyfus demişsiniz..."-  Evet, Dreyfus'un başına gelenlerle ilgili bir yazı."Dreyfus diye biri var yani..."-  Tabii var. Yazdığım gibi adamı gizli belge bulundurmuşsun, casusluk yapmışsn diye suçlamışlar. Sonunda beraat etmiş..."Mustafa Bey siz Dreyfus demekle birilerine deyyus demek istemiş olamayasınız..."Şaşırdım. Tamam ben de kelimelerden çağırışımlar çıkartırım ama, bu kadarını düşünmemiştim.Sonuç olarak gardiyan da görevini yapıyordu. Yazılarımı mektup şeklinde hapishane yönetimine veriyordum. Suç unsuru taşıyan bir yazıyı "görülmüştür" damgası vurup göndermezlerdi.Sonunda anlaştık, Dreyfus'un varlığını arkadaş da kabul etti.Gardiyan gittikten sonra bir Dreyfus'u bir Emila Zola'yı düşündüm. Yıllar önce "Emile Zola mı Pirzola mı" başlıklı bir yazı yazmıştım. Toplumun zenginlik algısını eleştirip, "Emile Zola mı Pirzola mı diye sorsak tabii ki pirzola kazanır" demiştim.Emile Zola'dan pirzola çağrışımı çıkarmıştım ama, Dreyfus'tan deyyus zor çıkarırdım.Zavallı Dreyfus hâlâ haksızlığa uğramaya devam ediyordu...Üç eski kuvvet komutanının dosyaları "Ergenekon ile bağlantısı olmadığı" gerekçesiyle Ankara'ya gönderildi.Bunun, Balbay'ın dosyasının da kuvvet komutanlarıyla birleştirilmesinin ve tahliyesinin işareti olabileceğini düşünüyorum.......................(*) Mustafa Balbay; Silivri Toplama Kampı-ZULÜMHANE; Cumhuriyet kitapları 2010
Milliyet
1,340,091
Yazarlar
Bayramlarda memleketler birbirine kavuşuyor; gurbetten yalnızca akrabalar değil, uzağın kokusu da geliyor... Size Malatya, Kayseri ve Almanya üzerinden iyi bayramlar dilemek istedim.Üzüm büyüdü şarap olduMalatya'dan CHP Milletvekili Mevlüt Aslanoğlu, memleketinin kayısı ve üzüm mevsimini hiç kaçırmaz; yıllardır dostlarına, nerede olurlarsa olsunlar özenle hazırladığı sandıklarda bu meyveleri gönderir.Aslanoğlu bu bayram, Türkiye'nin yalnızca Malatya-Arapgir bölgesinde Yazılı köyünde yetişen Karaoğlan üzümlerinden üretilen "Yenidoğuş" şaraplarından gönderdi. Aslanoğlu'nu arayıp teşekkür ettiğimde, "Fransa'da bile şarap üreticileri Karaoğlan üzümlerini kullanıyor" diyor.Bundan üç yıl önce Hacı Akpınar'ın "İslamcıların" baskılarına rağmen Malatya'da kurduğu tesiste üretilen şaraplar, marketlerde hak ettiği yeri buldu.Şarap öykü sever; Akpınar ilkokul mezunu bir müteahhit: "Beyaz Türk" sınıfına girer mi acaba?Sohbeti CHP'ye getirdim, "Milletvekili olarak son dönemim. Parti içi meselelerle ilgilenmiyorum" diyen Aslanoğlu'na, türban tartışmalarını da sordum.CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, türban ile ilgili düzenlemeler tartışılırken "Bu konuyu Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi görüşülürken gündeme getireceğiz" diyordu.Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu üyesi de olan Aslanoğlu, "Komisyonda konuyu tartıştık. Açıkça söyleyebilirim ki Sayın Bakan (Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu) başörtüsünün ilk ve ortaöğrenimde serbest kalmasına karşı olduğunu ifade etti" bilgisini paylaşıyor.Bir tek İslam yaşanmıyorCumhurbaşkanı Gül'ün eşi Hayrünnisa Gül'ün ilköğrenim çağındaki çocukların türban takmasına karşı olduğunu belirten görüşlerinin, özellikle "dinci" basındaki yansımaları, AK Parti çevresinde "kararlı" duruşun yüksek bir faturası olduğu izlenimini veriyor.Gül ailesinden gelen açıklamalar üzerine Başbakan Erdoğan'ın "Bizim özgürlük anlayışımız farklı" cümlesini kurması, hükümetin simetrik bir yaklaşımı olmadığı algısına yol açıyor.Henüz ip atlama çağındaki kızların başlarına örtü geçirerek, "cinsel kimlik" yüklemenin modern toplumların çözmesi gereken bir sorun olduğu aşikâr.Sürece İslam dünyasının evrilmesi diye bakabiliriz. Aksi geçerli olsaydı, Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu, hatta İslam rejimi ile yönetilen ülkeler de dahil olmak üzere her toplumun farklı bir "İslami kültürü" yaşamasını "dinden çıkma" olarak nitelerdik!Kayseri manifestosu  Kayseri Sanayi ve Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Boydak da her bayram yöresinin ürünü olan pastırma-sucuk-mantı üçlemesini tattırır. Boydak'ı da bu vesile ile arayıp görüştüğümde, söz Kayseri'de düzenlenen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Alman Cumhurbaşkanı Christian Wullf'un Türk-Alman İşadamları Forumu'na geldi.Boydak, iki ülkenin işadamlarının hazır bulunduğu yuvarlak masa toplantısında Wullf'a, "Türk gibi başlayıp, Alman gibi bitirelim" sözünü hatırlattıklarını anlatıyor.Bu sözün anlamı, "hesabı ikiye bölmek" gibi veciz bir hal alsa da; herkesin malumudur ki, hevesle girişilen işlerin, akıl ve disiplinle sürdürülebilir bir nitelik kazanması olarak anlaşılıyor.O nedenle Türk-Alman ilişkilerinde "çok kültürlülük" üzerinden yürütülen, "göç" ve "İslam kültürü" tartışması, sürdürülebilir bir dünya düzenine odaklanmamızı öneriyor.Belki de tam da bu nedenle Wullf'un Ankara'dan, Almanya'da yaşayan 3 milyon Türk'ü "Müslümanların da Cumhurbaşkanıyım" sözleriyle selamlaması, Türkiye'den çok kendi ülkesinde tartışıldı.Alman medyası Alman Başbakanı ve Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisi lideri Angela Merkel'in partisinin kongresinde vurguladığı, "Ülkede fazla İslamiyet yok, çok az Hıristiyanlık var" cümlesini "Kötü ruhunu keşfetti" sözleriyle eleştirdi.Avrupa'daki "İslam" tartışmasının, Türkiye'deki "türban" sorunu ile eş zamanlı olarak gündemimize girmesi, bize yol açıcı olma sorumluluğu yüklüyor.
Milliyet
1,325,027
Yazarlar
AB ile üyelik müzakerelerinin yerinde saymasının yarattığı derin düş kırıklığı ve bıkkınlık, zaman zaman Türk liderlerini "Norveç modeli"ne atıfta bulunmaya sevk ediyor."Norveç modeli"nden kastedilen nedir?Aslında -basında tırnak içinde yer alan terimiyle - böyle bir model yok. Olsa olsa bir "Norveç örneği"nden söz edilebilir.Geçen yıl, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir konuşmasında, Türkiye'nin gelişmesi ve AB standartlarına ulaşması halinde, Norveç'in yaptığı gibi bir halk oylaması ile AB üyeliğine "hayır" demesinin mümkün olabileceğini söylemişti.Daha sonra Başbakan Erdoğan da bir demecinde benzer bir şekilde Norveç'i örnek gösterdi. Son olarak geçen hafta AB işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Egemen Bağış, Brüksel'deki bir basın toplantısında, "müzakerelerin tamamlanmasından sonra, Türkiye'nin bir referanduma gidebileceğini ve Türk halkının AB üyeliğine -Norveçliler gibi- hayır diyebileceğini" söyledi.Ne var ki, bugün için Norveç'i Türkiye-AB katılım müzakereleri bağlamında, bir model veya örnek olarak göstermek zamansız ve yersizdir.  Refah var, sorun yokHer şeyden önce Norveç'in hangi şartlar altında AB üyeliğine "hayır" dediğini anımsamak gerek.Fert başına milli geliri 40 bin doları geçen Norveç'in (sağlıktan eğitime kadar) yaşam standardı Avrupa ortalamasının bir hayli üstündedir. Nüfusu 4.6 milyondan ibaret olan bu kuzey ülkesi zihniyet ve kültürel bakımdan "Avrupa kimliği"ne sahiptir.Norveç'in AB üyeliği söz konusu olduğu zaman, AB'den herhangi bir itiraz veya muhalefet gelmedi. Norveçliler yüksek petrol gelirleri ile artan zenginliklerini diğer Avrupa ülkeleriyle paylaşmak istemediler, ayrıca balıkçılık piyasasındaki hâkimiyetlerini kaybetmeyi de göze alamadılar.Yani daha açık bir deyişle Norveç, içerde her türlü sorununu çözmüş bir ülke olarak, kendi avantajlarını başkalarıyla paylaşmak istemedi ve bu nedenle AB üyesi olmamayı yeğledi.Ancak 1994'teki "hayır"dan sonra, Norveç AB ile balıkçılık ve tarım gibi bazı alanların dışında, diğer  konularda ortaklık bağları kurdu ve AB ile entegre oldu.Kuşkusuz örnek olarak gösterilen Norveç'i Türkiye'nin durumu ile karşılaştırmak mümkün değil.Evet, Türkiye son zamanlarda ekonomik, siyasal ve sosyal alanlarda büyük hamleler yaptı, bu arada AB ile uyum sağlamak için adımlar attı. Ancak karşılaştığı iç ve dış sorunlar, siyasal alandaki eksiklikler veya yetersizlikler ve tabii Fransa ve Almanya gibi ülkelerin çıkardığı engeller, üyelik yolunu tıkıyor.Ancak Türkiye'nin AB üyeliği için bu kadar mücadele etmesinin ve ısrarlı davranmasının önemli bir nedeni var: O da, çağdaşlaşmak, Avrupa standartlarına ulaşmak ve Avrupa yapısının içinde yer almaktır. Norveç'in böyle bir derdi yok; ama bu Türkiye'nin yaklaşık iki yüzyıllık vizyonu ve hedefidir.   İmkân az, engel çokHerhalde, Türk devlet adamları Norveç'i örnek gösterirken, Türkiye'nin AB'ye, bugün içinde bulunduğu şartlarda değil, ilerde bizzat Avrupa standartlarına eriştiği zaman, gerekirse bir referandumla birliğe "hayır" diyebileceğini kastediyor olmalıdır. Yoksa bugünkü durumda AB'den vazgeçmenin akılcı bir davranış olmadığını hükümet de, muhalefet de, sorumlu mevkiden herkes de çok iyi biliyor.Türkiye ile AB arasındaki katılım müzakereleri önceki gün 5 yılını doldurdu. Görüşmeler yerinde sayıyor. Birçok fasıl açılamıyor. Açılanlar kapatılamıyor. Gerçekten bıktıran bir durum...Ancak mantık ve sağduyu, ülke çıkarlarının bu yola sebatla devam etmesini emrediyor.Norveç örneğine gelince, onun gibi yapabilmek için önce onun gibi olmak gerek.
Milliyet
1,345,012
Yazarlar
DÜNYANIN iLK 'FULL 3D' GEZiSİ Bu kendi çapında dev prodüksiyonda karikatürist ve 'endurocu gibi' Faruken Bayraktare ortağımdı. Yapımı eşsiz ve 'Full 3D' kılan, yanımızda üç boyutlu çekim özelliği olan üç zımbırtı bulunmasıydı. Bir panoramik 3D çekebilen, daha önce CADDE'de testini okuduğunuz Sony NEX 3, fotoğraf ve filmlerini bildiğiniz karton gözlüklerle izleyebileceğiniz bir Fujifilm 3D ve aşağıdaki satırlara vesile olan dünyanın ilk 3D tüketici kamerası Panasonic SDT750.Uçan tekme bile yedimSDT 750'yi yaklaşık bir aydır deniyorum. CADDE'nin doğum gününü de 3 boyutlu belgelediğim bu sürede 3D uğruna sayısız uçan tekme, kalem, top ve çakmak yedim. "Kendinizi Avatar mı sandınız?" dedim; dinletemedim.Bayramın ilk günü, sabahın daha körü. 'Fujifilm 3D' sahibi Faruken'le Ortaköy'de buluşur buluşmaz 3D'lerimizi tokuşturduk. Motorlarımıza atlayıp Rumeli Feneri'ne doğru her fırsatta 3D yaptık:-Mendo şimdi motorla yokuştan aşağı salacağım kendimi. Kamera yerde olsun.-Ezmezsin değil mi?-Yanında dur ki yerini bileyim.-Sakın üzerinden geçme.-Abi test cihazları kırılırsa sana ödetirler mi?-Ezme!Paçavradan şaryo!Radyo/TV mezunu Faruken, Rumeli Feneri'nde mendirekte paçavradan bir şaryo uydurdu. Uyduruk şaryoya bağlı SDT750 kayaların arasında salınırken, önüne geldiği Faruken'den bir tekme de yedi.Teknelerin, balıkçı ağlarının arasında, Fener'deki kale kalıntısında çekim yaptık. 'Kahpe Bizans' işi otantik dekorda mekanik atlarımızla     Malkoçoğlu, Kara Murat romantizmi yaşadık. 'Endurocu gibi' Faruken kalede tepeciklerin üzerinden SDT750'ye doğru şaha kalktı.  Boğaz'a giren gemileri Kavak'ta 3D karşıladık; Fener'de yalnızca çay içececeğimiz için bizi manzaralı masa yerine arkalarda bir yerlere öteleyen Mendirek isimli lokanta ve garsonlarını, Garipçe'deki balık lokantasında masamıza serilen dev levreği üç boyutlu belgeledik.Dönüş yolunda, 3D ile dolu zımbırtılarımızın haklı gururunu yaşıyorduk. Ham görüntüleri 3D TV'de izlerkense, 'sağlam bir montaj ihtiyacı gerçeği' tokat gibi suratımıza çarptı.Tridine 3D'ne bandımPanasonic'in gururuTüketiciye yönelik ilk 3D kamera SDT750, 2010'a damga vuran zımbırtılardan. Bir 3D dönüştürme lensi aracılığıyla üç boyutlu çekim yapan SDT750, bu eklenti olmadan 1080p görüntü alan, 'hi-end'vari bir kamera.* 3D dönüştürme eklentisi, sağ ve sol gözler için aynı anda ayrı ayrı iki görüntü alan çift lensli bir mekanizma. Görüntüler, 3D TV'lerde izlenebiliyor.* 3D lens takılınca 2D kameranın üstün özelliklerinden bir çoğu kullanılamıyor. Buna zum da dahil.* 3D görüntüler 'Full HD' olmasa da TV'de etkileyici görünüyor.* 3D lens kapağı bir ayar aparatı işlevi görüyor. Lens her takıldığında bir ayar işlemi gerekiyor.* Ayarlar, 2D hali 375 gram olan kameranın 3 inçlik dokunmatik ekranından yapılıyor.* 32 GB'lık dahili bir hafızası da olan SDT750, SD, SDHC ve SDHX kartlara kayıt yapabiliyor.* 7,590,000 piksel 3MOS sensör, 2D'de mükemmel HD bir görüntü kalitesi sağlıyor.* 5.1 ses kaydı yapıyor. 2D'de ses kalitesi çok iyiyken, 3D'de bu performansı gösteremiyor.3 Intelligent Auto fonksiyonu (3D'de yok) en uygun çekim modunu seçiyor.* 3D görüntüler kutudan çıkan HD Writer AE 2.6T ile PC'lerde edit edilebilir. Benim gibi Mac kullanıcıları ise iMovie ile yetinmek zorunda.ALARM! FACEBOOK NEFES KESiYORSaygın tıp dergisi Lancet'te bugün yayımlanan bir makaleye göre Facebook astım krizini tetikleyebiliyor. Bir grup İtalyan doktorun araştırmasına göre sahte bir profille, eski sevgilisinin Facebook arkadaşı olan 18 yaşındaki genç, ne zaman genç kızın profiline girse nefes darlığı çekmeye başlıyor. Araştırmaya konu olan genç, eski sevgilisinin siteye yüklediği fotoğrafları, potansiyel sevgililerini gördükçe nefesi kesiliyor. Yapılan testler gencin Facebook'ta sevgilisinin profiline her girişinde nefes kapasitesinin yüzde 20 azaldığını gösterdi.PARASINI SAVURMAK İSTEYENLERE ÖZEL...'Ninuku.com' adresli internet sitesine yılda 24 dolar ödeyen herkes, Facebook'taki duvar yazıları, fotoğrafları, mesajları, statü durumuyla tüm aktivitelerini kronolojik olarak ciltli bir kitap haline getirebilir. Mutlaka kıymetli sanal aktivitelerini kitaplaştırmak isteyenler çıkacaktır. Bu arada 'Ninuku'nun kızılderili dilinde "Parayı boşa harcama" anlamına gelmesi de ilginç bir not.
Milliyet
1,318,958
Yazarlar
DEMOKRASİNİN vazgeçilmez unsurları olan partiler, iş kendi içine gelince demokrasiden çok kolay vazgeçebilirler. Nitekim bizdeki partilerde parti içi demokrasiden çok, lider sultası veya oligarşik yapılar egemendir. Çok partili hayata geçtiğimizden beri, partilerimiz demokrasiyi bir kurumsal işleyiş biçimi olarak pek benimseyememişlerdir. Zaman zaman denemeler olmuştur. Ancak özellikle 12 Eylül düzenlemelerinden sonra yapılan yasal düzenlemeler, parti yöneticilerinin işine gelmiş, parti içi iktidarı ellerinde tutanlar, parti içi demokrasiye mesafeli durmuşlardır. Gelişmiş ülkelerde de parti içinde liderlerin ağırlığı vardır ama gelenekleri ve parti tüzükleri bizdeki kadar cemaatçiliğe ve himayeciliğe izin vermemektedir. Onun için tabanda başarısız görülen parti liderleri, milletvekilleri ve belediye başkan adayları, yine tabanın tazyiki ile değiştirilir.Bizde maazallah bu makamlar ömür boyu algılanır. Ne başarı ölçütü vardır ne de kan dolaşımına izin veren mekanizmalar. Oysa demokrasi, aynen bizlerin kan dolaşımı ile hayatta kaldığımız gibi, siyasetçilerin (sosyolog Pareto'nun deyimiyle siyasal elitlerin) dolaşımı ile yenilenebilir. Şu sıra CHP'de genel başkan değişikliğinin verdiği cesaretle, parti içi demokrasi sesleri yükselmeye başladı. İzmir'de imza kampanyasını başlatanların en önemli dayanaklarından biri, göreve gelirken genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu'nun net bir şekilde dile getirdiği parti içi demokrasi vaadiydi. Kılıçdaroğlu'nun bu yaklaşımı halen sürdürmekte olduğu çeşitli konuşmalarından anlaşılmaktadır.Ancak ısrarla ifade ettiğimiz gibi, parti içi demokrasiyi ön seçime indirgemek hafife almak olur. Ön seçim atama yöntemine göre daha demokratik bir usul olmakla birlikte, yığma üyelik yapısı, delege ağalığı ve ilçe örgütlerinin çoğunun kapalı devre çalışma alışkanlıkları, ön seçimleri demokrasiden uzaklaştırabilir. Demokrasinin erdemleri kadar zafiyetlerinin de olduğu unutulmamalıdır.Ön seçim sayesinde bıkkınlık veren ve yorgun kadroların değişebileceği iyimserliğine sahip olanlar çok daha kötü tablolarla da karşı karşıya kalabilirler. Onun için  bazı ön tedbir ve mekanizmalara da ihtiyaç var. Üyelik sisteminin sağlıklı hale getirilmesi, parti içi yükselmede başka bazı siyasi performans kriterlerinin getirilmesi gibi. Hele hele bir değişim ve dönüşüm arzusu ile tekrar iktidar adayı olmayı hedefliyorsa, CHP'nin ön seçimi tek başına değil, diğer örgütsel zafiyetlerle birlikte ele alması gerekir. O zaman parti içi demokrasi, hem partinin dinamizmi hem de ülkemiz demokrasisi açısından önemli bir dönüm noktası haline gelir.
Milliyet
1,335,319
Yazarlar
, her iki devrede farklı bir yönetim tarzı ortaya koydu. 'un ikinci golü öncesi Ömer Erdoğan- mücadelesindeki devam kararında haklıydı. Engin'in uzun pasında Burak'ın defansın gerisinden çıkarak attığı golün ofsayt gerekçesi ile iptali hatalı bir karardı. Cale'ye, Volkan'a ve Ivankov'a çıkardığı sarı kartlar doğruydu. Vederson-Burak mücadelesinde Burak'a gösterdiği karta gerek yoktu. Ceyhun'a kayarak yaptığı faulde Ozan'ın hareketi kartı gerektiriyordu. Ancak es geçti. İlk verdiği sarı kartı hatalı olsa da Ceyhun'un İbrahim'i arkadan tutarak çekmesine ikinci sarıdan kırmızı kartını göstermeliydi. 'ın aşırı itirazlarında 4. hakemi ikaz edeceğine, Sağlam'a kendisi uyarıda bulunmalıydı. Yıldırım, kart uygulamalarındaki standartsızlığı ve yardımcı hakemlerin hatalı yorumları ile zorlu maçtaki yönetimi vasatı aşmadı.
Milliyet
1,342,787
Yazarlar
Bayramın ikinci gününü Devlet Bakanı ve AB Baş Müzakerecisi Egemen Bağış ile gençliğimizin kenti olan İrlanda'nın başkenti Dublin'de geçirdik. Bağış, tahmin edileceği gibi, İrlandalı muhataplarından Türkiye'nin AB perspektifi konusunda destek istedi ve aldı. Sokaktaki İrlanda'nın kafasında bazı soru işaretleri olsa da, İrlanda Türkiye'nin üyeliğine ilke olarak karşı değil. Ancak, konuştuğumuz İrlandalılar bugünlerde kendileri için Türkiye meselesinden çok daha hayati olan ekonomik krizi düşünüyorlar, bu konuyla yatıp kalkıyorlar. AB üyesi olmalarına rağmen içine düştükleri ekonomik açmaza işaret ederek, müstehzi ifadelerle, "gerçekten de hâlâ üye olmak istiyor musunuz?" diye soranlara dahi rastladık. Özetle, Türkiye'nin üyeliği konusunda bazı kuşkuları olan İrlandalıların yer yer kendi üyeliklerini bile sorgulamaya başladıklarını gördük. Bu da doğal zira AB üyeliği sayesinde yaşanan ani ve baş döndürücü zenginleşme süreci, kötü ekonomi yönetimi ve geleceği yeterince hesaba katmama gibi faktörler nedeniyle yerini, çözülmesi yıllar alacak ekonomik krize bırakmış bulunuyor. İrlandalıları şimdi rahatsız eden hususların başındaysa, AB/IMF ikilisinin acı reçeteleriyle gelecek olan göreli fakirleşme ile ekonomik konulardaki egemenlik kaybı endişesi olduğunu gördük. Bağış'ın Dublin'deki performansı da bizce özellikle bu noktada parladı. Zira Dublin'e AB konusunda destek istemeye gelmiş olsa bile, temasları sırasında İrlandalı muhataplarına ekonomik krizi aşabilmeleri için Türkiye'nin desteğini vaat etti. Bunu yaparken de, yıllarca yaşadığı New York'ta edindiği doğal, akıcı ve nüanslarına tümüyle hâkim olduğu İngilizcesini -esprilerle bezeyerek- tam anlamıyla "konuşturdu." Örneğin İrlandalı mevkidaşı Dick Roche ile ortak basın toplantısında, İrlanda meclisine ziyareti sırasında iktidar ve ana muhalefet partisi üyeleri tarafından aynı anda alkışlandığını söyleyerek, spontane bir şekilde, "işte size Türkiye'nin birleştirici gücü" demesi ortamı anında yumuşattı.Bu arada bir İrlandalı gazeteci, ülkede yaşanan ekonomik krize işaret ederek kendi bakanına, suçlayıcı ifadelerle, "hükümet olarak hangi başarınız var ki başkalarına destek ve öğütler veriyorsunuz?" şeklinde ağır bir soru sordu. Kendisine sorulmamış olsa da İrlandalı bakandan sonra söz alan Bağış, "moralinizi bozmayın" mesajını vererek şunları söyledi:"Biz de 2001'de aynı durum ile karşı karşıya kaldık ve üstesinden geldik. O sırada bankalar arası gecelik faiz yüzde sekiz binlere çıkmıştı. Ama bunlar geride kaldı ve Türkiye bugün dünyanın en dinamik ekonomilerinden birine sahip. Sizin için de aynısı olabilir, yeter ki birliğinizi koruyun." Özetle Bağış bir hamlede kendisini, "destek talep eden edilgen bir ülkenin bakanı" olma konumundan, destek veren güçlü ve başarılı bir ülkenin bakanı konumuna çıkardı. Bu arada, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan'dan, yatırım yapmaları için Türk işadamlarıyla İrlanda'yı ziyaret etmesini  talep edeceğini de söyledi. Dublin'de bulunduğu sırada Çağlayan'a bu amaçla bir mesaj geçmeyi de ihmal etmedi. Bağış Türkiye'ye dönerken bu yaklaşımın mantığını da doğru bir perspektife oturttu. Yeni sloganlarının, "Bekle Avrupa Türkiye imdada yetişiyor" olduğunu söyleyen Bağış, şöyle konuştu:"Ekonomik krizden geçen ülkelere şimdi yardım edersek AB'de bize müttefik olurlar. Bu yüzden rehavete kapılmadan çalışmamız lazım. İrlanda gibi Avrupa'da yoğrulmaya hazır ülkeler var. Bunları Fransa'ya, Almanya'ya terk etmemek gerekiyor." Burada, Türk şirketlerinin İrlanda'da yatırım yapıp oradaki ekonomiye katkıda bulunmalarının kulağa hoş gelen bir fantezi olmadığını da söylemeliyiz, zira o ülkede bugün bile iş yapan başarılı Türk şirketleri var. Egemen Bağış'ın, Dublin ziyareti sırasında Türkiye'nin gücünü ve potansiyelini Avrupalı bir ülkeye bu şekilde yansıtması karşısında egomuzun biraz kabardığını açıkça itiraf etmeliyiz.
Milliyet
1,321,011
Yazarlar
Şöyle keyifli bir yazı yazmak geçiyordu kaç gündür içimden, yine olamadı maalesef! Canlı bomba ve ardından gelişen durumlar canımı fazlasıyla sıkarken ne mümkün! Zaten güllük gülistanlık değil yaşam, neresinden tutsak elimizde kalıyor; her okuduğumuz, duyduğumuz haberde bir kaşımız daha da fazla havaya kalkıyor... Bir göğüs geçiriyoruz ve gözlerimizi taa uzaklara emanet ediyoruz... Dudak kenarlarımızda bir kasılma... ****** Zamanlama hatası olmasaydı, diyor insan, mesela, kaç şehit verirdik acaba? Ne zaman, nerede tekrarlanacaktır; pek kalabalık ortamlarda bulunmamak gerek diyor iç ses, “saçmalama" diyor mantık, bunun zamanı, mekanı var mı? Korkulardan arınmalı diye bas bas bağıran kadına korku yüklenmek yakışır mı? ****** Canlı bomba olmaya gönüllü olabilmek için ne tarz beyin yıkamalardan geçmişlerdir acaba o kişiler diye de düşünmeden edemiyor insan; arkasından “Kahretsin, bir kişiyi bile öldüremedi diye lanet yağıyordur, muhtemelen, yıllarca alkışlanacağını düşünürken bombaları bedenine saranlar tarafından... Garip tabii... Bir sevgilisi de yoktur tahminen, yoksa elini tuttuğunda içinin titrediği güzel gözlü bir kız olsaydı yanında, içi pır pır etseydi ona baktığında, bu kadar kolay vazgeçebilir miydi yaşamından? Hiç sanmam! İnsanlığın hoş tarafları bilerek öğretilmiyor, yaşanmasına izin verilmiyordur bu yüzden!.. ****** Taksim'deki olayı PKK üstlenmemiş, yeni bir terör örgütümüz mü oluyor yoksa? İşe bakar mısınız, PKK güvenilir terör örgütümüz oluyormuş, “Biz yapmadık!" dediklerinde inanırmışız! Ve farkında mısınız, git gide öyle resmiyet kazanıyor ve bizler de neredeyse pek bir seviniyoruz ki “Ohh çok şükür, bilmem ne tarihine kadar ateşkes ilan etmişler"! “Ayy, ama o tarihte ne olacak"? Ankara telaşlıydı, ateşkes tarihi bitiyor, vay aman! Neyse, güzide terör örgütümüz seçimlere kadar süreyi uzatmış! ****** Hımm... Demek ki istendiğinde ateşkes yapılabiliyormuş, terör örgütümüz lütufta da bulunabiliyormuş!... Bizler de teşekkürle kabul ediyoruz! Yahu, ne oluyoruz, terör örgütünden söz ediyoruz! Terör örgütü zamanlama hatası yapmadı demek ki, süre bitiminde gözdağını verdi, neye karşılıksa artık ateşkes süresini seçimlere kadar uzattı! Ya da... Nasıl ifade etmeli? Neyse... Düşünen düşünür, anlayan anlar nasıl olsa! ****** Eee, durmayın ama düşünün! Neden seçimlere kadar? ****** Şöyle keyifli bir yazı yazasım var, aşktan, böcekten; gençlik yıllarımdaki komikliklerden falan... Komiklik dediysem, o zamanlarda utançtan yerin dibine girmiştim, bakmayın zaman geçince kahkahalar eşliğinde anlatıyor insan! Mesela, bir test yaptırmak için gittiğim doktor ve yanındaki yardımcısıyla akşam saati test sonucunu beklerken sohbet ediyorum; toplumsal olaylardan söz ediyor, kibarlık olsun diye bir o beye dönerek konuşuyorum, bir diğer beye... Bir mimikler var yüzlerinde ama çok normal! Konular ciddi, hatta böyle genç yaşımda bu kadar bilinçli olmama dahi şaşırmış olabilirler! Eee, şakıdıkça şakıyorum, sonuçta toplum bilinci gelişmiş genç bir kadınım! Yaşı olan doktor bey bir soluk almamda araya girerek: “Şeyyy, eteğinizi düzeltin isterseniz" demişti! Ne? Eteğiniz, hanımefendi... Bir zamanlar pek moda olan kloş etek; hani belden sonrası bol dökülen cinsten... Fazlasını anlatmayayım isterseniz, siyah kloş etek, üzerinde kırmızı bluz; siyah eteğin arka bölümü test için gerekli malzemeyi verirken siyah çorabın gazabına uğramış! Çorap eteğin ucunu bünyesine almış! Allahtan çorap siyahmış! Altındaki ayakkabılar da topuklu ve siyahtı ya, neyse... ****** İnsan işte, aylarca utanıyorsun lakin gün geliyor komik bir anı olarak anlatıyorsun! Oktay Ekşi'nin durumu aylar geçmesini gerektirmeyen bir cinstendi gerçi, yani ne demek istediğini aklı selim olan herkes anlamıştır! Kaç kişi karşı çıkar? Kültürümüzde olan bir ifadedir enikonu, işin abartılmasını anlatır; aynı düz mantıkla bakarsak ne çok siyasi yetkiliden daha ne ağır sözler duyduk! Siyasi yetkililerden duyduklarımızı bir güzel yuttuk da, yılların gazetecisinin bir benzetmesine mi takıldık? İsim vermeden araştırma yapılsa, merak ediyorum, kaç kişi Oktay Ekşi yanlış demiş der! ****** Korkuları bu yüzden sevmem ben! Beynini ve yüreğini korkular sardıktan sonra sen “sen" olamazsın; yalnızca bir esirsindir artık! “Sen" olamadıktan sonra kaybedecek bir şeyi de kalmaz insanın; sahibinin sesi istediğince yönlendirir! Canlı bir bomba da olabilirsin, bir kukla da...
Milliyet
1,331,070
Yazarlar
HAREKETLERİNDEN, vücut dilinden anladım sıkıntısını. Gece 12'yi geçmiş. Tüm arabalar balkabağına dönüşmeden, tüm arabacılar minik fareler olup kaçışmadan çok daha evvel sokaklardan iyice el ayak çekilmiş. Şehrin belli merkezlerinde bir canlılık, bir      hayat var belki ama evlere uzanan ara sokaklarda, şehrin geri kalan ezici çoğunluğunda bu canlılıktan eser yok. Tramvaydan birlikte indik. Bakışlarımız ilk kez, eve kadar yürünecek "tekinsiz" yolu birlikte yürüyecek başka insanlar var mı, eğer varsa acaba bu insanlar yeterince "tekin" mi diye kaçak bakışlarla etrafı kolaçan ederken kesişti. Sanırım hemen o anda, o iki kaçak bakış birbirine asgari bir güven, bir yoldaşlık duygusu getirmeyi başardı.Erkek çocuğu gibi giyinmişti. Kot pantolon üzerine, kapüşonlu gri bir svetşört, herkesin giydiklerine benzeyen düz spor ayakkabılar ve küçük bir sırt çantası.   Onu ilk ele veren ayrıntılar bol kesim denebilecek kotunun kalçalarına hafif oturuşu ve bedeninin minyonluğuydu sanırım. Biraz gecenin soğuğundan biraz tedirginlikten yukarı doğru kaldırdığı omuzlarının arasına sakladığı başını hafifçe geriye çevirip, ardından gri bol svetşörtünün kapüşonunu başına çekti.  "Tekinsiz" yolunu hızlı hızlı adımlamaya başladı.  Böyle anlarda bir kadının aklından geçenleri, geliştirdiği basit ama işlevsel türlü stratejileri ancak başka bir kadın okuyabilir. Tecrübeyle sabittir.  Biraz yaşımın getirdiği biraz da o bölgeyi iyi bilmenin verdiği görece bir özgüvenle, kollarımı kavuşturmuş topuklularımı tıkırdata tıkırdata ben de aynı tenha yolu yürümekteydim. Sanırım onunkilere göre daha kadınsı  giysilerim ve görece daha özgüvenli vücut dilim, ama bana sorarsanız en çok gecenin sessizliğine inat asfaltı döven sihirli topuk tıkırtısı onu  cesaretlendirdi. Artık yalnız değildi. Biraz daha kendinden emin ve keyifli bir yüz ifadesiyle yürümeye devam ederken, önce omuzlarını biraz gevşetti. Sonra tatlı bir jestle kapüşonunu çıkardı. Çocuksu bir atkuyruğuyla topladığı saçları ve başı açığa çıktı böylece.Hızlı adımlarımızın neredeyse birbirine paralel ilerlediği bir anda soruverdi: "Diğer durağa kadar yürüyecek misiniz?" Kadınlık hallerinin ortaklığından devşirilmiş bir yakınlıktı belli ki bu. "Evet" dedim, "Durağın biraz daha ilerisinde oturuyorum. Sen? Öğrenci misin?""Evet" diye yanıtladı. Henüz 18'ini bitirmemişti. Bu şehre okumak için yeni gelmişti. "Biliyor musun?" dedi, "Normalde böyle giyinmiyorum ama gece çıktığımda böyle giyinmek daha iyiymiş gibi geliyor. Hatta kadın olduğumu anlayıp rahatsız etmesinler diye kapüşonumu da geçiriyorum kafama..." Biraz muzip biraz mahcup gülümsedi. Ben de gülümsedim. "O kadar iyi anlıyorum ki..." demeye çalıştım gülümsememdeki şefkati saklayamayarak. Onu gideceği yere kadar bıraktım sonra. "Tabii her zaman dikkat etmek lazım. Ama buralar genelde güvenlidir, kolay kolay seni rahatsız eden kimse olmaz." diye ekledim ayrılırken. Bu küçük kız çocuğuna biraz daha cesaret vermek istedim.  İsimlerimizi bile sormadık birbirimize. Kadınlığa dair tatlı bir ortaklık, bir dayanışma, bir halden anlama duygusunu paylaştık. Geceyi, soğuğu, tenhayı, tedirgini ısıttık sıcacık muhabbetle. İkimize de iyi geldi... * * *Başbakan ihtişamlı salonda kürsüye geçip hazırlanmış konuşmasını okuyor. Çok modern bir salon, şahane bir organizasyon. Konu da çok modern: Kadın. İnsanlık, medeniyet, şuradan şuraya geldik.... Tatata tatata...Her şey olması gerektiği, öngörüldüğü gibi... Sonra birden izleyicilerin oturduğu koltukların bir sırası hareketleniyor. Sırayla ayağa kalkan kadınlar ellerindeki afişleri havaya kaldırarak Başbakan'a gösteriyorlar: Erkeklerin sevgisi her gün üç kadını öldürüyor. "Eşit değilsiniz" dendikçe daha çok öldürülüyoruz. O afişler aslında Başbakan'a ve diğerlerine yukarıda anlattığım gibi nice gündelik, sıradan hikâyeyi anlatıyor. Ne yazık ki hikayelerin çoğunun sonu bizimki kadar güzel bitmiyor.
Milliyet
1,346,017
Yazarlar
, Perşembe| Siyaset / Yazar Yazısı Fikret Bila Yönİki general ve bir amiralin öyküsü25 Kasım 2010 Milli Savunma Bakanı bir ve bir amirali, İçişleri Bakanı da bir generali açığa aldılar. Gönül ve Atalay, Personel Kanunu'nun 65. maddesini ilk kez çalıştırarak yetkilerini kullandılar. Bakanlar, Başbakan 'ın bilgisi ve onayıyla ilk kez general-amiral rütbesinde açığa alma işlemi yaptılar. Yetki bakanların Bu işlem, bir konuyu da açıklığa kavuşturdu. Bir önceki Başkanı 'a haksız bir eleştiri yöneltiliyordu. Başbuğ, haklarında dava veya soruşturma açılmış olan veya bazı iddialarda isimleri geçen general-amiral veya diğer rütbedeki subayları "neden açığa almıyor?" diye eleştirilirdi. Oysa açığa alma yetkisi Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri için Milli Savunma Bakanı'nda, için ise İçişleri Bakanı Beşir Atalay'a aitti. Bakanların dünkü açığa alma işlemi, Genelkurmay Başkanı'na bu yönde yapılan eleştiri ve suçlamaların yersiz olduğunu gösterdi. Genelkurmay'ın görüşü ve itiraz İki general ve bir amiralin açığa alınması işlemini Genelkurmay Başkanlığı nasıl değerlendirdi? Genelkurmay'ın değerlendirmesi kısa ve sade: "Bakanlar, takdir haklarını kullanmışlardır. Adı geçen iki general ve bir amiral de itiraz haklarını kullanarak Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'ne (AYİM) başvurmuşlardır." YAŞ'taki sancının sonucu İki general ve bir amiralin açığa alınması 2010 Ağustos Şûrası'nda yaşanan sancının bir yansıması. Gergin geçen toplantısını etkileyen en önemli faktör, toplantı gününe kısa bir süre kala 28'i general 120 muvazzaf ve emekli subay hakkında verilen yakalama kararıydı. Bu karara yapılan itirazlar, şûra sonuna kadar sonuçlandırılmadı. Şûra bittikten sonra ise itirazlar kabul edildi ve yakalama kararları kaldırıldı. Ancak yakalama kararı nedeniyle terfi bekleyen 11 general ve amiral terfi edemedi. Bu 11 isim arasında, dün, açığa alındıkları anlaşılan iki general ve bir amiralin özel bir durumu vardı. YAŞ, Tümgeneral Gürbüz Kaya, Tümgeneral Halil Helvacıoğlu ve Tuğamiral Abdullah Gevramoğlu için "terfi edebilirler" tespiti yaptı. Ancak yakalama kararı nedeniyle terfi işlemi yapılamadı, isimleri Cumhurbaşkanı'na çıkarılmadı. Bu ilk kez yaşanan bir olaydı. Adı geçen iki general ve bir amiral terfi edemediler, ancak bir üst rütbede yürütülen görevlere vekâleten atandılar. Bu arada adı geçenler AYİM'ye başvurarak, haklarındaki yakalama kararının kalktığını ve terfi işlemlerinin yapılmasını talep ettiler. AYİM, başvurular üzerine yürütmeyi durdurma kararı aldı. Bu karara hükümetin yaptığı itirazı da reddetti. AYİM, konuyu esastan karara bağlamadan önce Gönül ve Atalay, generalleri ve amirali açığa aldılar. Açığa alınanlar da yeniden AYİM'ye başvurarak işlemin durdurulmasını ve iptalini istediler. Kesin kararı AYİM verecek. İlker Paşa'nın sıkıntısı Bir önceki Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un 2010 şûrasında en fazla önem verdiği konu sözünü ettiğim yakalama kararıydı. 28'i muvazzaf general ve amiral olmak üzere 120 muvazzaf ve emekli subay hakkında böyle bir karar verilmesi Genelkurmay Başkanı'nı rahatsız etmişti. Sıkıntılı geçen süreçte Org. Başbuğ, bu konuya yoğunlaşmıştı. Yakalama kararında adı geçenler arasında ise iki general ve bir amiralin terfi etmesi gerektiği kanaatine sahipti. Ancak YAŞ'ta yakalama kararı nedeniyle terfi ettiremedi, buna karşın, "sicilleri terfi etmeye uygundur" tespitiyle, emekli edilmelerini önlemiş oldu. Süreç, yargıya intikal etti. AYİM, iki general ve bir amiral lehine karar verirse, terfiler için yol açılmış olacaktı. Yeniden YAŞ toplantısına gerek olmadan üçlü kararname ile terfi edebileceklerdi. Buna karşın Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı 'ün imzasıyla terfileri mümkün olabilirdi. Gül ve Erdoğan'ın ise haklarında dava açılmış olanların terfilerine karşı oldukları biliniyordu. Karşılıklı ısrar Hükümet cephesi terfi ettirmeyerek emekli olmalarını istiyor, Genelkurmay ise mahkeme lehte karar verirse, kararın uygulanması gerektiği görüşünde. AYİM, generaller ve amiral lehinde karar verse bile Gül, Erdoğan ve Gönül'ün terfi kararnamesi hazırlayıp hazırlamayacakları belli değil. Hükümetteki eğilim değişmedikçe terfi olasılığı çok zayıf görünüyor.
Milliyet
1,347,003
Yazarlar
DEĞiŞiKLiĞiN NEDENi HEDEF KiTLE Star'da yine bir hareketlilik var. Anladığım, ortalama izlenme oranını yükseltmek, bunu da Kanal D'den aldığı dizilerle sağlamak istiyor. Şimdi bir operasyon daha yapıldı. 'Küçük Sırlar' Star'da en zor güne, çok izlenen zaman dilimine alındı. Yani 'kurtlar sofrası' denilen kuşağa. Peki 'Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi' neden salı günü ve neden 22.30'da ekrana gelecek? Salı günlerinin klasik dizisi 'Papatyam'dan sonra yabancı sinema ya da yerli dizi tekrarı veriyordu Star. Buraya 'Behzat Ç'yi aldı. Pazartesi günü ne durumdaydı dizi? Benim gördüğüm izlenme oranları epey alt sıralara inmişti. Bu dizinin sezonun en 'ilginç işlerinden' biri olarak gören biri olarak söylüyorum, durum parlak değildi. Nitekim gerekçe de bu; hedef kitle, saat ve gün olarak salı gününün daha iyi olacağını düşünüyor kanal. Umarım bu doğru çıkar. Çünkü gerçekten bu dizi farklı ve devam etmeli. Taraf tutuyorum yani. CEVAHİR GİBİ BİR ROL BEKLEMİŞHep böyle olur. Bu dizi dünyasındaki oyuncuların ruh hallerini anlamadığımı söyleyeyim. 'Cevahir' rolüyle adından söz ettiren Ufuk Özkan, Ömür Gedik'in hazırlayıp sunduğu 'Cinemania' programına katıldı, 'Pak Panter' filmindeki rolüyle ilgili konuştu. Konu tabii ki diziye geldi. Kendisi 'maddi ve manevi pik yaptığını' söylemiş. Eh, manevi yönünü bilemem de maddi yön tabii ki daha elle tutulur, gözle görülür olduğu için katılıyorum. Bir de şöyle bir hikaye var ki benim yazının başında dediğimle örtüşüyor: "Bir dönem işlerim kötü gitmişti. Bir oyuncu için maddi olarak istikrar çok önemli. O kötü dönemlerde nispeten böyle bir rolün düşüne yattım. Her gece yastığa kafamı koyduğumda, üçkağıtçı, kısa yoldan köşeyi dönmeye çalışan ama kalbi temiz birini oynamayı hayal ederdim. Gün geldi ve Cevahir rolü karşıma çıktı". Ne diyeyim daha nice Cevahir'lere.POZİSYON REKORU KIRILAN MAÇLig TV 'Maraton' programı galiba bir rekora imza attı. Kayserispor - Galatasaray maçının önemli pozisyonlarını ekrana getirdi. Uzun zamandır bu kadar çok pozisyonun verildiği başka bir 'Maraton' programı olmamıştır. Tam 15 pozisyon. Bir program uzunluğunda sürdü diyebilirim. YORUMDA TÜRK VE ALMAN FARKIBunu bir eleştiri olarak yazmıyorum. Bir bakış farkı. Biz heyecanlı, sansasyonu seven, heyecanlı bir milletiz. Hele futbolda. En çarpıcı örneğini Kayserispor - Galatasary maçının hakemiyle ilgili iki yorumda gördüm. 'Telegol'de Ahmet Çakar, 'Galatasaray'ın iki penaltısını vermeyen hakem takımı yaktı' havasındaydı. Verilmeyen penaltıların yorumunda hakemin yanlış seçim olduğu ve psikolojik olarak (Trabzon bölgesi hakemi) bu maça hazır olmadığı bilinerek atandığını söyledi. 'Maraton'da Markus Merk ise iki pozisyonun değerlendirmesinde öncelikle hakemin oyun içindeki durumu, sezgileri üzerinde durdu. Birine, "Zor pozisyon" diğerine de "Şüphesi varsa çalmayabilir" dedi. Yani hakemin oyun içindeki yorum halini anlatırken Çakar, baştan "Vermedi, Galatsaray'ı yaktı" dedi. Biz genelde ikinci tarzdan hoşlanırız. Kesin, net, yargılayan. OKURDAN'KÜÇÜK SIRLAR' PAZARTESİ NE YAPAR?Onur Karavelioğlu 'Behzat Ç'nin gününün değiştirilmesinden memnun olmayan izleyicilerden biri. Ve şöyle de bir soru soruyor; "Star TV de pazartesi saat 20.00'de hem 'Ezel'in hem de 'Arka Sokaklar'ın olduğu bir anda 'Küçük Sırlar'ın ratingi mi artacak?" Galiba bu sorunu cevabını okurum kadar kanalın kendisi de merak ediyor.
Milliyet
1,343,640
Yazarlar
Bakalım şimdiye kadar Avrupa'da gol atamayan Timsahlar Valencia'da makus talihlerini yenebilecekler mi?Ben yeneceklerini düşünüyorum. Bursaspor iyi takım. Kaybedecek bir şeyleri de yok. Valencia'nın da grupta ikinciliği garanti gibi. Maça fazla asılacaklarını sanmıyorum.Gene de, en ateşli Bursa taraftarının da herhalde kabul edeceği gibi iki takım arasında futbol anlayışı ve tekniği açısından fark büyük.Fark büyük ama arada uçurum olduğunu söyleyemem. 10 sene onceki Real Madrid-Cim Bom Süper Kupa maçı ve Zico zamanındaki Fener-Sevilla maçları hâlâ gözümün önünde. Eğer Hiddink'e gerekli çalışma ortamını yaratır ve "Niye Hasan'ı oynattı, Hüseyin'i oynatmadı" diye sersemce saldırmazsak gelecekte Milli Takım'ın da İspanyollara kök söktürmesini beklemek belki hayal değildir.Peki ya ülkemizdeki balık lokantalarının İspanya düzeyine çıkmasını beklemek?İşte bu tam bir hayal! Benim gördüğüm kadarı ile aradaki fark giderek kapanmıyor. Tam tersine, giderek açılıyor.Kanıt mı?Valencia'ya gidiyor musunuz?Buyurun bu modern ve bana göre pek de çekici olmayan kıyı kentinin merkezindeki Ca' Sento balık lokantasını bir ziyaret edin.Benim ara sıra ülkemizdeki balık lokantalarına 5 üstünden 4 veya 4,5 yıldız verdiğim oluyor. Bunlara bakarak Ca' Sento 5 üzerinden 5 alınca sakın aldanmayın. Aradaki fark niceliksel değil, niteliksel. Ülkemizde bize özgü bir skala kullanıyorum. Yabancı dildeki blogumda notlasam bizde 20 üzerinden 11 alacak lokanta pek yok. Ca' Sento ise rahatlıkla bu skalada 18 alır.Geçtiğimiz mart ayında orada yediğim yemeğin tümünü, bütün detayları ile anlatmamı isterseniz bu imkansız.Tam 12 öğün. Yerimiz yetmez.Öte yandan temel farkları vurgulayabilirim. Siz karar verin; futbollarımız arasındaki fark mı daha büyük, balık lokantalarımız arasındaki mi?Zenginliği anlatmak zorÜrün çeşitliliği: Balık dışında en fazla dondurulmuş kalamar ve karides bulunur bizdeki lokantalarda. Midyeye de pek güvenilmez. İspanya'nın iyi bir lokantasında ise kabuklu deniz ürünlerinin çeşitliliği ve zenginliği anlatmakla bitirilmez. Ca' Sento'da mevsimin tüm balıkları dışında, "datilas del mar" denen ve deniz dibinde kaya deliklerinde bulunan "deniz hurmaları", sülünes, istiridye, ıstakoz, böcek, pavurya, istiridye, deniz kereviti vs. var. İthal ıstakozlar pamuk gibiÜrün kalitesi ve tazelik: Daha da önemlisi tabii ki kalite. Valencia'ya yakın Denia bölgesinde denizin 200 metre derinliğinde çıkan karideslerin lezzetini anlatmak mümkün değil. Denemek lazım. Deniz kerevitleri bizde de var ama İspanya'da bulduğum kadar taze ve irilerini bizde görmedim. "Chipirones" denen minik kalamarlar parmak boğumu büyüklüğünde ve bunları bir kez denerseniz artık bizde hiç kalamar tava ısmarlamazsınız. Istakoz, böcek ve karavida bizde de bulunuyor ama ithal ıstakozlar pamuk gibi. Üstelik yerlileri de sadece haşlamayı bildiğimiz için, bir-iki istisna dışında (örneğin Çiftlikköy'deki Langusta) doğru dürüst yemek mümkün değil bunları ülkemizde. İstiridye ise bizde yok gibi ve bulunduğu zaman da taşıma ve saklama şartlarının ilkelliğinden dolayı içinde bakteri olma ihtimalini yabana atmamalı.Yemeklere boyut katıyorBileşimler ve yaratıcılık: "Deniz ürünlerine fazla sofistike soslar yakışmaz, yalın ve taze olmalı" deriz hep. Aynı kanıdayım. Ama bu demek değildir ki doğada var olan lezzetler, iyi düşünülmüş bileşimler ile daha da yoğun ve çok boyutlu hale getirilmesin. Ca' Sento bu prensibi uyguluyor. Örneğin "deniz hurması" gibi nadir bir ürünü sadece haşlıyor ama üzerine "arbequina" zeytininden ve ortalama 20 yaşındaki zeytin ağaçlarından elde edilmiş, yeni hasat bir zeytinyağı gezdirerek daha da mükemmel hale getiriyorlar. Minik kalamarların kızgın ateşte, 15 saniye tavasını yapıyorlar ama yanına da sübye mürekkebi ile renklendirilmiş ve çok ince kesilmiş, kızarmış soğan halkaları ekliyorlar. Hem görünüşü eğlenceli hem de çıtır çıtır soğan halkasının yumuşak ve sulu kalamar ile birlikte yenmesi hoş. Yukarıda bahsettiğim inanılmaz Denia karideslerini, dokuları bozulmasın diye haşlamıyorlar, buharda pişiriyorlar. Yörenin lezzetli hamsisini közde pişirdikleri ince bir patlıcan dilimi üstüne oturtuyorlar ve közden gelen hafif isli koku yağlı hamsinin zenginliğini dengeliyor. Gene tuna (orkinos) balığının karnı gibi yumuşak ve çok yağlı bir balığı isli patlıcan üstüne oturtuyor ve sosunda azıcık zencefil ve limon ile zeytinyağı karışımı bir infusion kullanarak balığın lezzetini maskelemeden çok boyutlu ama dengeli bir lezzet yaratıyorlar.Her malzemeye ayrı yöntemKullanılan teknikler: Her öğüne ve malzemeye en uygun tekniğin kullanılıyor. Bazıları da bayağı zor. Örneğin Iran Oscietra siyah havyarını şef üç tabaka halinde sunuyor. Altta Jabugo jambonundan hazırlanan saydam bir jöle. Ortada koyu sarı-turuncu arası renkte hafif ateşte ağır pişmiş yumuşak bir yumurta mus. Üstte de siyah havyar. Görünüş ve lezzet mükemmel. Ağzınıza attığınızda hafif de bir limon kokusu yayılıyor damağınıza. Keza "'fideua" denen ince makarnayı yerken de bunun krep seklinde hazırlandığını ama omlet gibi görünen krepe çatal dokundurduğunuz an dağılıp makarnaların tek tek ortaya çıktığını görüyorsunuz. Çıtır makarnaların tek tek lezzeti mükemmel ve araya gizli olan çeşitli deniz ürünleri dağılıp bozulmamış ve püre haline getirilmemiş. Ne yediğinizi biliyorsunuz ve bu öğün ile sunulan sarmısaklı mayonezi (aliloli) karidese batırırken de mis gibi zeytinyağı kokusu burnunuzu adeta deliyor. Belli ki sıfırdan hazırlanmış mayonez. Kalkan balığınızı yerken de üstünün güzel kızarmış ama yumuşak olduğunu fark ediyorsunuz. Nasıl mı? Şef önce "a la plancha" yani bir nevi sac tavada azıcık kızartmış, sonra da fırında ağır ağır pişirmiş. Yanına da deniz kerevitlerinin kabuklarından ve kafasından bir sos hazırlamış ve bu sosu senenin ilk ürünü taze yeşil soğanlarla süslemiş. Söyleyecek tek kelime var: Helal olsun!Yediklerinize uygun şarapŞarap listesi ve seçimi: Bütün bu öğünler için uyumlu tek bir şişe şarap bulmak imkansız. Öte yandan benim yaptığım gibi bardakla ısmarlamak ve böylece uyum yaratmak mümkün. Örneğin, kalamar ve karides ile bir Güney Afrika Sauvignon Blanc, kaz ciğeri ve havyar ile bir Alman Riesling, kalkan ve fideua ile bir Fransız Condrieu. Nefis de tatlılar var ve eğer çikolatalı bir şey isterseniz inanılmaz bir Pedro Ximenez bulunuyor lokantada. PX De Rojas. Üretici Perez Barquero. Sadece bir fıçı (cask) üretiliyor. 60 sene fıçıda beklemiş ve son 20 sene fortifiye edilmemiş. Sanki kuru üzüm ve incir suyu içer gibi ama bin bir farklı baharat lezzeti kalıyor damakta. Kadife gibi geçiyor. Şüphesiz dünyanın en iyi tatlı şaraplarından...
Milliyet
1,343,664
Yazarlar
EDA TAŞPINAR . BAYRAMDA KIBRIS'TAYDIM Ayağımın        tozuyla oturdum bilgisayarımın başına, ilk defa bu hafta yazımı bitirmek konusunda geç kaldım. Aşırı dozda gezme        ve dinlenme     sonucu sorumlulukları ucundan yakalama sendromu! Ama özrüm var, ailemle bayramın tadını çıkardım. Umarım hepinizin bayramı da benzer keyif ve huzurla geçmiştir. Bilmeyeniniz kaldıysa ben de nihai olarak duyurayım, bu bayram Kıbrıs'taydım. Aslında   ismini bildiğiniz bilmediğiniz herkes oradaydı demek daha doğru olur ve tabii ki             yazılan çizilenden okumuş olacağınız şekli     ile Nurettin de öyle! Ben ailemle, o yakın                  arkadaşları ile Cratos Otel'in hakkını                   verdik. Hoş ben Kıbrıs'ı üç günlük ek                     bir seyahat ile taçlandırdım ama bu                      bölümü bilahare ilerleyen haftalarda               paylaşmak niyetindeyim..Merak edilen kısma gelince gerçekten sürpriz oldu ikimize ama yapacak bir şey          yok oradaydık. Neler yazıldı neler... Birbirimizi görünce şok olmuşuz, birbirimizin yüzüne bakmamışız, yok amcam devreye          girmiş ve sonunda bizi barıştırmış. Bunların hiçbiri olmadı. Selamlaştık, bayramlaştık ancak tabii ki aynı anda aynı yerlerde olmamaya özen gösterdik. Neticesinde ne o, ne de ben artık daha fazla üzüleceğimiz hikayelerin parçası olmak istiyoruz, çünkü yaşanan           kısa delilik süreci dışında asla sevgi ve              saygı eksikliği yaşamadık.Vizyon başka bir şeyNeyse Cratos'un hakkını verdik                      konusuna gelince bunu tüm samimiyetimle söyledim. Bugüne kadar ilanları ve basındaki haberleri ile örtüşen gösterişte bir otel olmuş. Gösterişten kastım her şey aşırı.             Dekorasyonu konusunda iddialı bir yorum yapamayacağım açıkçası bir süre sonra                insanı yoruyor ancak ferah ve geniş alanlar bu durumu toparlıyor. Odaları çok güzel ve konforlu. Ama hepsinden önemlisi 400'ün üzerinde odasının da bayram boyunca               dolu olduğunu öğrendiğim otelin bu               kitleye sunduğu servis kalitesi takdire           şayan! Tüm çalışanlar güleryüzlü, ilgili,          saygılı, gözünüzün içine bakıyorlar. Arı                gibiler. Zerre abartmıyorum her kelimesi  gerçek! Ekibin çoğunluğu genç ve sağlam          oryantasyondan geçmişler... Yemekler          muhteşem, büfe bugüne kadar nadir otelde              gördüğüm özende ve zenginlikte. Restoranda devamlı kontrolde bir şef, konuklarla                 sohbette ve itina ile servis takibinde.                           Kumarhaneyi hiç görmedim tahmin                   edeceğiniz üzere, ancak masalardaki                 sohbetlerden kulak misafiri olduğum                kadarıyla Las Vegas ayarında.. SPA tek zayıf halka, biraz daha özene            ihtiyaçları olacak. Eğlence kısmında dünya starları, ülkemiz starları her gece sahnede. Teşekkür etmeleri gerekir valla Bozoğlu           Grubu'na, özellikle şans oyunları düşkün-           lerinin. Bana göre adada alternatifi olmayan bir projeyi hayata geçirmişler, çok emek         harcamışlar. Umarım bu özenin ve yatırımın karşılığını fazlası ile alırlar. Vizyon başka bir şey çünkü. Yazılmadan geçilemeyecek                 güzellikte yaşadığım gece ise denize nazır müzik ziyafeti, sahnede muhteşem Ajda.    Gerçek ikon o işte! Takdir edilmeyi fazlası         ile hak ediyor bence. Mütevazılığı ile                  devleşebilen nadir isimlerden.
Milliyet
1,345,007
Yazarlar
İTALYA'DA İÇTiĞiM BAZI ŞARAPLARIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Umarım bu satırların okuyucuları sevgili Güngör Uras Bey'in 'Ayşe Hanım teyzesi'ne aşinadır. Karmaşık iktisadi konuları basitleştirip herkesin anlayacağı bir dille ama konuyu çarpıtmadan ve özünü zedelemeden           anlatmakta usta olan Güngör Bey, 'Ayşe Hanım teyze'nin anlayacağı dille yazar. Yani ortalama okuyucunun iktisadi konularda özel bir eğitimi olmasa bile zeki ve arif olduğunu varsayar. Günümüz iktisatçıları sofistike 'oyun teorisi' modelleri kullanmaya devam etsin, işin özü Plato ve Aristo'dan beri pek değişmemiştir. Ürettiğinizden coğunu tüketir, üretimi artırmadan tüketimi kamçılar ve kazandığınızdan çoğunu harcarsanız, er veya geç bunun bedelini ödersiniz. Hem fakirleşirsiniz hem de elalem sizin yerinize sizin ve çocuklarınızın geleceğini ilgilendiren kararları vermeye başlar. Nasıl kötü iktisadi politikalar halka "alternatifi yok" diye yutturulabiliyorsa, kötü ürünler de akıllı ve manipule edici reklam kampanyalarıyla pazarlanabiliyor. Maalesef şarap işinde özellikle böyle. Manipule edilmiş, aynı sallama çay gibi sallama meşe parçalarıyla kötü kokuları maskelenmiş ve 'pahalı' süsü verilmiş, bitimi yeşil ve damak büzücü, dengesiz, aynı zamanda da aşırı üretimden dolayı sulandırılmış gibi olan şaraplar gırla gidiyor piyasada. Ama bal gibi pazarlanıyor bu şaraplar, hem de bazıları 50 TL'nin üzerinde. Lokantalar da bunları ikiye, üçe katlıyor. Ayşe Hanım teyzeler, Mehmet Bey amcalar da bana devamlı mesaj yolluyor: "20 TL altı ve güzel bir şarap tavsiye etsene bize!" Maalesef cevaplarım hayal kırıklığına uğratıyor onları. Tek kelime ile cevap veriyorum: "Bilmiyorum." Sonra da düşünüyorum. Neden İtalya'da 5 euro altı güzel şarapları lokantada içmek nasip oluyor da bizde bu paraya limonata zor içiliyor?İtalya'da oluyor da...Son gezimde içtiğim şaraplar aklıma geliyor. Hosteria Della Piazzetta Lokantası'nı anlatmıştım. Burada içtiğim şaraba bakın. Le Due Ancore. Fondi adlı üreticinin. Üzüm Montepulciano. Tamamen doğal. Kükürt kullanılmamış. Lezzet ve koku meşe ile maskelenmemiş. Meyvemsi, yumuşak, dengeli ve damakta ipek gibi. Asit-tanen dengesi optimum. Eğer yaban mantarı ya da trüf ile denerseniz bunların lezzetini bastırmıyor. Tam tersine topraksı aromaları iyice ortaya çıkarıyor. Fiyat mı? Para almıyor lokantanın sahibi Flaviano. Musluk suyu gibi müessesenin hediyesi olarak masaya koyuyor. Benim adımı taşıyan internet sitemdeki premium Türk şarapları paneline bakın. Oradaki 140 TL'lik şaraptan 3-4 puan yüksek değerlendiririm bu şarabı.Ya lokantada 6 euro verirseniz?O zaman, örneğin Casalvieri'deki Osteria Di Tempo Perso Lokantası'nda 2006 Palombo Rizerva gibi Comino vadisinde, dağlarda, bin metre yükseklikte üretilen bir Cabernet geliyor önünüze. Bayağı kompleks ve dolgun. Bitim de uzun. Damakta acımsı ya da 'vegetal', yeşil ve kuru tanenlerin ağır bastığı bir lezzet kalmıyor. Hafif topraksı ve mineralimsi bir lezzet. Bu da trüf gibi yerin altında yetişen bir mantar türüyle birlikte iyi gidiyor. Ama gramı 3 euro'dan beyaz trüf rendeletirseniz yemeklerinize, bunun yanında en uygun şaraplar Piemonte yöresinde    yetişen Nebbiolo üzümünden yapılanlar. Ama mutlaka yıllanmış Barolo ve Barbaresco şarapları denenmeli. Ben de öyle yapıyorum. Geçen hafta bahsettiğim üç lokanta var Alba ve civarında. La Libera Lokantası'nda bir Barbaresco deniyorum. 1985 Marchesi di Gresy. Camp Gros. 100 euro.    Favorim olan All'Enoteca Lokantası'nda bir Barolo deniyorum. 1989 Oddero. La Morra kasabasında (rakım olarak en yüksek yer Piemonte'de) Rocche di Castiglione parseli. 80 euro. Battaglino Lokantası 1997 Elio Grasso Barolo öneriyor.          Vigna Chinera. 50 euro.Herkes memnunsa söylenecek bir şey yokLokantalarda bizim premium kırmızılar 120-300 euro arasında. Denediğim şaraplar biraz daha ucuz. Acaba "İyiye iyi, kötüye kötü" diyen Mehmet Bey amca bu şarapları tatsa ne der? Sonuç olarak Gresy de üzüm suyu, bakkallarda satılan ve markalarını hepinizin bildiği şaraplar da. İkisi de fermante edilmiş üzüm suyu işte. Gerçek Arnavutköy Osmanlı çileği de çilek, hormonlu erik büyüklüğünde çilek de çilek. Serada yetişmiş ve dalından erken koparılıp etilen gazıyla kırmızılaştırılmış domates de domates, eylül ayında çıkan pembe ve ince kabuklu Büyükada tarla domatesi de domates. Herkes içtiğinden ve yediğinden memnunsa be- nim söyleyecek pek bir şeyim yok. Öte yandan ben Ayşe Ha-nım teyzelerin önlerine seçenek sunuldu- ğu zaman Hanya ile Kon- ya'yı ayırt edeceklerine inanıyorum. Bakalım o günler gelecek mi?Hep birlikte                 göreceğiz.
Milliyet
1,335,318
Yazarlar
İki bireysel hata, iki asist ve iki gol... Önce Vederson kafa ile topu Burak'a verdi. İkincisinde ise Mustafa Keçeli, Umut'a kaptırdı ve maçın daha 16. dakikasında , 'u krize soktuğu gibi kendisini de rahatlatıyordu. İki takıma baktığımızda teknik adamların oyun kurguları, sahaya dizilişleri ve sistemleri hemen hemen aynıydı. Bu benzerlik oyuncu yapılarında bile eşleşti. Farkı yaratan tek oyuncu Jaja'ydı. İki takımı birbirinden ayıran diğer fark ise ikinci bölge üstünlüğünün 'da olmasıydı. Bu alanda bazen maç 5'e 2 oyuna döndü. Bunun da sebebi Trabzonspor'un iki kenar adamı Engin ve Burak'ın topu kaybettiklerinde orta alana dönmesiydi. Bursaspor'da ise bunun tam tersi oldu. Ozan, Turgay ve Sercan bırakın ikinci bölgeye gelmeyi, yerlerini bile değiştirmediler. Bu oyun anlayışına orta alan oyuncuları da eşlik edince Bursaspor üretken olamadı. Neredeyse '0' gol pozisyonu ile maçı bitirdiler. Bursaspor'da, 'nın maça etkisine bakıp yabancı transferlerin takıma ne verdiği de görülebilir. Sonuçta Bursaspor'un karşısında diri bir takım vardı. İkili mücadelelerde hep ayakta kalırken, ikinci topları da rakibe bırakmadılar. Bunun sonucunda kazanmaları doğaldı. Son sözüm hakem 'a. Belki skoru etkilemedi, ama Burak'ın ofsayt pozisyonunda kaleye attığı topta bayrağı kaldıran yan hakem kartını çıkarıp kalemi ile Burak'a gösterilecek kartı not edecekti. Fakat Yıldırım devam kararı verdi.
Milliyet
1,334,170
Yazarlar
PARTİ AJANI HANGi SEMTTE NELER KONUŞULUYOR? Yan masadaki diyaloglara şahit olmak için kulağınızın delik olmasına gerek yok. Restoranlardaki sıkışık masa düzeni sonucu zaten kucak kucağa bir durum hakim. Üzerine yüksek sesle konuşma merakını ekleyin. Sonuç: Yan masadan al haberiCihangir Kahve'de sakin bir pazar akşamı. Niyet gürültü patırtıdan uzak, iki kadeh içki eşliğinde kendini duyurmak için yırtınmadan sohbet etmek. Yan masanın bitmek bilmeyen yüksek oktavlı 'Türk sineması' tartışması rakıyı boğazıma dizince "Artık, yeter" diyorum. Sağınızdan yükselen konulardan rahatsız olmamak için semt semt masa gündemini öğrenmekte fayda var. Semtler arası kısa bir yan masa turu:Cihangir'de 'artist haller'Burada herkes hem eleştirmen, hem yazar, hem de yönetmen/oyuncu. Bu multifonksiyonel kişilikler bir araya gelince dönen muhabbet yan masa için azap verici, can çekiştirici. Tüm o hararetli tartışmaların arasında bir de mutlaka dantellerle örülü entel flört havası vardır. Sakallı, zayıf, sözde devrimci erkek, engin film kültürünü kullanarak, bol referanslı, bol elini masaya vurmalı konuşmalarıyla gruptan bir kızı tavlamaya çalışır. Kızı 60'ların sonunda çekilmiş, kopyası nadir bulunan bir Avrupa filmini izletmek amaçlı eve atmasıyla gece son bulur. (Kilit nokta filmin ne kadar sıkıcı ve uzun oluşunda) Çiftimiz sevişedursun biz 'o' masaya dönelim. Masada dönen tartışmaların da bazı raconları var. Mesela tanıyın, tanımayın yönetmenlerden bahsederken illa ki ismiyle hitap edeceksin: "Yılmaz'ın senaryosunu yine başarılı bulmadım" ya da "Sinan'la konuştuğumda kaç kere söyledim artık o filmi çekmesi gerek diye." Elbette, sükse yapmış rollerden biri daha önce teklif edilmiş olacak ve sen rolü kapan oyuncu hakkında verip veriştireceksin: "Melis (Birkan) zaten oyuncu değil ki. Çağan'a da söylemiştim. Bak kıza, aldı yürüdü o film sayesinde. Üstelik oynamadan." Cihangir'de Mahsun Kırmızıgül'e çamur atmadan Sinan Çetin'in her şeyden önce iyi bir yönetmen olduğunu savunmadan ve dizi oyuncularından bahsederken yaptıkları işi küçümseyip "Neydi oynadığı dizinin adı? Canım, dizi izlemem ki! Nereden bileyim?" demeden o masanın hakkını veremezsin.Bebek ve Nişantaşı'nda 'aldatan eş' Bebek'teki Lucca, Nişantaşı'ndaki Brasserie ve hatta İstinye Park'taki Masa gibi makyajın ayarı, botoksun dozu kaçmış masalardaki ana yemek ilişki dedikoduları. Bu masalarda dönen dedikodular karın tokluğu kıvamında. Masalarda da salata ve sudan başka bir şey göremezsiniz. İki tutam dedikodu verin, tüm gün canları bir şey istemez. Dedikodunun baş kahramanları genelde aldatılan tanıdık bir sima ve aldatan eş. Kendi yarattıkları şehir efsaneleri de vardır: Soyadıyla ülke ekonomisine yön veren evli barklı bir adamın aslında gay olduğu ya da aynı zamanda futbol kulübü yöneticiliği de yapan iş adamının eşi ve sekreterinin aynı zamanda doğum yapmasının tesadüf olmadığı gibi gibi... Bugünlerde en iştah kabartan durum Efe Özbilgin ve Deniz Akkaya: "Seni Efe'nin düğününde görmüşler!", "Deniz'i gördüm geçen. Vah vah... Yazık kızın haline" Olaylı bir boşanma gündemdeyse 'ohal' ilan ediyor. Ekip bir araya gelip, fazla mesaiye kalıyor. Bir gün, iyi giden bir ilişki hakkında dedikodu yaptıkları duyulmamıştır. Masaların altından fesatlık sızıyor. Boğaz'da 'memleket sorunları'Boğaz'ı karşına alıp kadehini karşı yakaya/heybetli Boğaziçi köprüsüne kaldırınca, yanında bir de taze balık varsa, başlıyor İstanbul'a güzellemeler. Ardından "Bir başkadır benim memleketim" diyerek bir sağa sola sallanılması ve nihayetinde o vahim sorunun sorulması: "Ne olacak bu memleketin hali?" Hele seçim öncesi/sonrasıysa masalar birbirine girer, millet topyekun Boğaz'a dökülür. Tutabilene aşk olsun. Bugünlerde Boğaz'a nazır kurulan rakı sofralarında hararetli geçen 'CHP'yi kurtarma operasyonları' yüzünden büyükler arka arkaya devriliyor, gecenin sonunda yolluk rakıları bitmek bilmiyor.
Milliyet
1,341,354
Yazarlar
Ersin Süzer esuzer@doganburda.com GECENİN TEMPOSU LÜBNAN SAVAŞLARI BAŞLIYOR İzzet Çapa'nın üç yıl önce Tepebaşında açtığı ve daha sonra Nişantaşı ve Akaretler'e taşıdığı Al Jamal'i gece gezginleri çok sevdi. Al Jamal nereye gitse takipçileri oldu. Hatta geçtiğimiz yaz Al Jamal'in deniz versiyonu bile yapıldı. Al Jamal konsepti bu kadar başarılı olunca, İstanbul gecelerinde Al Jamal'in konseptini benimseyen yeni işletmeler açılmaya başladı. Peki bu Lübnan yemeğine ve eğlencesine ne var da bu kadar ilgi duyar olduk? Lübnan eğlencesi bol ritmler ve oryantal şov üzerine kurulu. Kıvrak Arap ritimleri insanın kanını kaynatırken, zengin Lübnan mutfağı mideyi fehtediyor. Lübnan, Doğu Akdeniz mutfağının merkezi konumunda. Renkler, kokular, baharatlar, zeytinyağı, arak, bulgur, bol acı Lübnan mutfağının temelini oluşturuyor.  Akdeniz, Güneydoğu, Ege ve Arap mutfağının birleşiminden Lübnan mutfağı ortaya çıkmış. En bilindik içkileri ise arak, zahter en ünlü baharatı ve neredeyse tüm yemeklerde kullanılıyor. Nohuttan yapılan Lebeniye de Lübnan'da bütün evlerde yapılan başlıca yemeklerden biri. Lübnan mutfağına da şöyle bir göz attıktan sonra gelelim, mevzumuza; Al Jamal'dan sonra bu kış önce Bakırköy'de Felek diye bir yer açıldı. Felek, Al Jamal konseptine en yakın işletmelerden biri. Hilton'un çatı katında ise Al Bushra açıldı. Daha   çok Lübnan mutfağı üzerine kurulu bir yer. Eğlenceye çok dönük değil. Lübnan yemeklerini başarıyla uygulamışlar. Son olarak 23 Kasım'da Reina'cılar Nomads'i açıyor. Nomads,   Hollandalı Supper Club'cıların markası. Arap yemeği, müziği ve eğlencesi ön planda. Nomads da   açıldıktan sonra gecelerde Lübnan savaşları yaşanacak.Piyasa'dan yanıtHarbiye'deki Piyasa'nın ortaklarından Sabih Totah, geçen hafta bir kadeh içkiyi 45 TL'ye sattıkları iddiasına cevap verdi; lüks votkaların kadehinin         30 TL olduğunu söyledi. Olay yerine gittim. Aynı içkiden söyledim 30 TL istediler. Ya olaydan sonra Totah duruma el koydu, fiyatlar normale çekildi.        Ya da o gece bir garson uyanıklık yaptı.Rengarenk tavuklar Ataşehir'de yeni açılan Hen Coops'ta sebzeli tavuklar yeşil, portakallı olanıysa turuncu renkte. Renkli tavuklar 36 TL'ye satılıyor.Sctoch'un gizemi hâlâ çözülemediHafta içi olmasına rağmen gece yarısı  gezginleri Sctoch'a akın ediyorlar. İstanbul en rahat dans edilebilen kulübü Sctoch da adı duyulduğundan bu yana fiyatını artırmış.Altın Kökü lakaplı votkaRusya'nın en çok tercih edilen ve tüketilen lüks votka markası Russian Standard'ın görkemli bir şekilde kabartma ile işlenmiş, altın varak etikete sahip olan ürünü Russian Standard Gold'u Burak Türeci Türkiye'ye getirdi. 1894 yılında Dmitry Mendeleev tarafından keşfedilip klasik votka formülü ile üretilen Russian Standard Gold'un, Rusça'da 'Altın Kök' olarak adlandırılan Sibirya ginseng özü karışımının dört defa damıtılıp ve filtrelenmesi sayesinde yumuşak bir içimi var.El Beso'da kadınlara ilk içki bedavaKuruçeşme'deki El Beso'da 15 günde bir perşembe akşamları Ladies Nights geceleri düzenleniyor. Bu gecelerde sadece kadınlara ilk içki bedava olarak servis ediliyormuş. Yemekte de yüzde 20 indirim uygulanıyor.
Milliyet
1,321,022
Yazarlar
EGE Palas Oteli, sonunda alacaklı bankanın isteği üzerine icradan satıldı diye, eminim bugün birileri yüzündeki o sahte gülümseme maskesini takmış, zevkten dört köşe kına yakıyordur.Yazık...İzmir'in bir malı-mülkü daha Ankaralıların eline geçti.Hilton'dan sonra, inşa edildiği yıllarda kentin ikinci yüksek binası olan Ege Palas Oteli, Basmane'deki "utanç çukuru"na kurban gitti.Zorlu Ailesi'nin 10 milyon liralık banka kredisi borcuna karşılık satışa çıkarılan beş yıldızlı otel açık artırmada 19.5 milyon liraya el değiştirdi.Zorlu Kardeşlerden Kemal Zorlu'yu arayacaktım, elim telefona gitti, gitti, geldi.Ne diyecektim Kemal'e?Geçmiş olsun mu?Hayırlı olsun mu?Bilemediğim için arayamadım...* * * Ailenin babası, rahmetli Mazhar Amca (Zorlu), bu otel için nelere katlanmadı ki?Adeta parasıyla rezil oldu.İzmir'e yatırım yaptığı için cezalandırıldı.Belediye, SİT Kurulu, mahkemelerde yıllarca uğraştı...Verilen yıkım kararlarını durdurmak için bir servet harcadı.Yetmedi, hasta hasta hapis bile yattı...Bu kadar mücadele, bu kadar sıkıntı, bunca uğraş neye yaradı?İzmir aşığıydın, her kazandığın kuruşu İzmir'e yatırdın, geride onca eser bıraktın Mazhar Amca ama, ne yazık ki bu İzmir, senin ve ailenin kıymetini bilemedi.Geride bıraktığın birbirinden değerli iki oğlun Kemal ve Nafiz Zorlu'nun Basmane Çukuru'nda yok oluşuna seyirci kaldı.* * * İzmir için bir "deyim" kullanacağım ama terbiyem müsaade etmiyor.Ne yazık ki bu kentin böyle bir      yüzü var.Zirvedeyken, herkes herkesin yanındadır.Bir ilgi, bir saygı, bir hürmet, bir hizmet; şaşırırsınız.İşleriniz biraz iyi gitmemeye görsün;  ya da koltuğunuzu kaybedin, o etrafınızda pervane olan kalabalık bir anda yok olur.Arayanınız-soranınız bile olmaz.O zaman İzmir'deki "Yalan Rüzgarı"nın acı yüzüyle tanışırsınız.* * * Kemal Zorlu, icra satışının yasal olmadığını, bu nedenle iptali için itiraz haklarını kullandıklarını açıkladı.Tüm yüreğimle, başlatılan hukuki mücadeleyi kazanmalarını diliyorum.Basmane Çukuru'nda tüm çözümlere "hayır" diye sırt çeviren ve Zorlu Ailesi'ni yıllardan beri "zora" sokan o malum kişiye gelince...Biraz inancın varsa, bil ki bu dünya fanidir.Sultan Süleyman'a bile kalmadı ki, sana kalsın!...
Milliyet
1,347,014
Yazarlar
Aslına bakarsanız, projenin adını ilk duyduğumda aklıma düşen ile düşündükçe vardığım sonuç değişmedi; projeye “FATİH" adı konmuş, açılımı da ona göre düzenlenmiş gibi; en azından benim penceremden bu böyle görünüyor... Neden derseniz, eğitim ile ilgili bir projenin adı öncelikle “Eğitim" ile başlar; mesela “Eğitimde fırsat eşitliği", “Eğitime teknolojik destek", “Eğitim sisteminde teknolojiye geçiş" gibi... Her neyse... İsim özellikle tercih edilmiş olabilir, gerekçeleri de bulunabilir; buna takılmadım! Lakin, Başbakanın "Her ne kadar bazıları Fatih adı konuldu diye bu projeyle kendisine göre dalgasını geçiyorsa da bu projenin hakkıyla icra edildiğinde onlara da gerekli tokadı atacaktır diye düşünüyorum" ifadesine takıldım, kaldım... Kimlerden söz ediyor, inanın bilmiyorum, ama bir bildiğim var ki: “Bu proje onları utandıracaktır" tarzında ifade etmek yerine “tokat atacaktır" denmesini, hele ki eğitimde gelişmelerden söz edilen bir ortamda kullanılmasını bürokrasi lisanına uygun bulmadım. Gönül elbet proje başarılı olsun ister; başarılı olsun ama tokat atmasın! Utandırsın, yeter... ****** Proje ile ilgili düşündüğümde aklıma ilk gelen dizüstü bilgisayarların kime ait olacağıydı. Öğrencilere imza karşılığı mı teslim edilecek, öğrenciler her gün yanlarında götürüp getirecekler mi, yoksa dersliklerde mi tutulacak? Bu durumda okulun mu zimmetine kaydedilecek? Eve götürülemeyecekse akıllı tahtaların da kullanılmasının bir anlamı olmayacak, bazı slaytları izlemenin dışında... Eve giden bilgisayarların başına bir şey geldiğinde, sorumlusu kim olacak? O öğrencilerden nasıl hesap sorulacak? Yenisi temin edilecek mi, yoksa ailesinin yenisini alması mı istenecek? Hepimizin zaman zaman yaşadığı problemleri öğrenciler de yaşayacaktır, bazen hata verecektir, bazen bir virüs bulaşabilecektir. Olmadı bozulacaktır... Bu tarz problemler okul yönetimi tarafından mı karşılanacaktır? Öğretmenlerin teknolojiyi kullanma yeterlilikleri nedir, kaç öğretmen kullanabilecek ve öğrencilerine öğretebilecektir? Yeterli olmayan öğretmenlere kurs açılacak mıdır? Öyle ya, çok iyi öğretmendir ama teknoloji ile arası iyi değildir; bu o öğretmenin eksikliği değildir! Bunları ben düşünüyorsam, proje sahipleri çoktan düşünmüştür mutlaka, umarım bu bilgileri en kısa zamanda alırız... ****** Şey... Bir de şekilcilik konusu var! Herkes şikayetçi, ama ne garip değil mi, herkes bir başkasını suçluyor bu konuda... Yalnızca şekilci değil, aynı zamanda demagojiyi de pek seviyoruz, demek ki!...
Milliyet
1,338,580
Yazarlar
Televizyonlarda bir kurban muhabbetidir, gidiyor...    Hangi hayvanlar kurban edilir, nasıl kesilir, nasıl yüzülür, eti nasıl dağıtılır...Her Kurban Bayramı bunlar yapılır, anlatılır."Kurban bayramları"nın değişmez bilgileridir bunlar.Bir de Kurban Bayramı'nın değişmez fıkrası vardır, biz pek severiz, sanırız siz de sevmişsinizdir; Kurban Bayramı'nın tadı çıkar.* * *Arife günü kahvede, laf kurbandan, kurbanın tarihçesinden açılmış...Çok bilenlerden biri anlatmaya başlamış..."Efendim, çocuğu olmayan Hazreti Davut, Allah'a yakarmış:- Yarabbi bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeceğim."Davut'un duası kabul edilmiş, Allah ona bir kız çocuk göndermiş, adını Ayşe koymuş...Zaman geçmiş, çocuk büyümüş, Allah'a kurban edilecek yaşa gelmiş, Davut kızını yatırmış, tam kesecek, meleklerden Azrail, gökten bir keçiyle inmiş:- Ey Davut, kızının yerine bu keçiyi kurban et!" * * *Çok bilen, her şeyi bilen adam etrafına bakmış:"Şimdi anladınız mı?"Dinleyenlerden biri ayağa kalkmış:"Ulan neresini düzelteyim? Hazreti Davut değil, Hazreti İbrahim, kurban edilecek çocuk kız değil erkek: Hazreti İsmail, gelen melek Azrail değil Cebrail, kurban edilen de keçi değil o koç!Ulan hangisini düzelteyim!"* * *Bu fıkra Kurban Bayramı'na çok iyi gider.Öyle çok bilip, tümünü yanlış bilen adam var ki!Hele yandaşlar!* * *Aynı fıkranın bir benzeri de vardırAdamın biri, camiden çıkarken imama sormuş:"Hocaefendi, o hangi velidir ki deniz kenarında kızını kurban ederken, gökten keçi inmiş?"İmam lahavle çekmiş:"Veli değil nebi idi, deniz kenarında değil dağda, kızı değil oğluydu, keçi değil, koyundu!"* * *Bir okur soruyor:"Siz, bugünkü ortamı, toplumu nasıl anlatırsınız?"Ömer Hayyam'a yakıştırılan bir dörtlükle:"Bir elde kadeh, bir elde KuranBir helaldir işimiz, bir haramŞu yarım yamalak dünyadaNe tam kâfiriz, ne tam Müslüman."* * *Bir başka okur "Bu nasıl toplum, bu nasıl ortam?"Neyzen Tevfik diyor ki:"Asrın, yeni bir umdesi var, hak kapanındırSöz haykıranın, mantık ise şarlatanındır.Geçmez ele bir paye kavuk sallamayıncaKürsi-i liyakat pezevenk, puşt olanındır."* * *Neyzen Tevfik, bu tespiti, saptamayı 1940'ta yapmış...Kırktan 2010'a yetmiş yıl!Değişen ne var, her şey yerli yerinde artıra artıra, çoğala çoğala...* * *DİPNOT: Bayramınız kutlu olsun, biraz geç oldu ama, öyle denk düştü. Yarın da buradayız, sonra bayram izni yapacağız, pazar başlayacağız. H.P.
Milliyet
1,332,891
Yazarlar
, İslami Çalışmalar Merkezi'nde Cumhurbaşkanı Gül'ün " Dünyası, Demokrasi ve Kalkınma" konulu konferansı. 'da doğma büyüme 'lı genç bir kız, başı bandanalı, Gül'e dönük sorusuna şöyle başlıyor: "İslam dünyası için bir esin kaynağı olan ..." Aynı gün öğle vakti Gül'ün Londra'da, Chatham House'daki konferansı. Yanımda genç bir kız oturuyor. bir gazeteci, Beyrut'ta çıkan günlük bir gazetenin muhabiri. Şöyle diyor: "Görüyorsunuz salonun halini. Türkiye'ye ilgi çok büyük. Eskiden bu kadar çok haber üretilmezdi Türkiye hakkında. Özellikle Arap dünyasında çok yakından izlenen bir ülke haline geldiniz. İmajınız çok iyi..." Pazartesi akşamı Oxford'daki konferans sonrası Rhodes House'daki yemekte Prof. Dr. İhsan Bal'la sohbet ederken şöyle diyor: "1990'la '95 arasında doktora çalışmaları için 'deydim. O yıllar çok farklıydı. Türkiye hakkında olumlu haber de yoktu, ilgi de... Kürtlere eden, generallerin yönettiği, demokrasi ve insan haklarının fazla hayat hakkı bulamadığı, 'ta da işgalci bir ülke... Türkiye deyince genellikle bunlar çalınırdı kulağımıza..." Evet, Türkiye değişti. Değişmeye devam ediyor. Cumhurbaşkanı Gül'ün deyişiyle "Kendi evinin içini düzene sokmaya başlayan" Türkiye, ekonomik ve siyasal alanda uzun yıllardır yaşadığı 'kısır döngüleri'leri kırıyor. Bu sayede 'istikrar'ı yakaladığı için de önü gitgide açılıyor. Sorunlar tabii bitmiş değil. Eksik gedik elbette var. Basın başta olmak üzere özgürlükler alanında, hukuk devleti, toplumsal eşitlik, adalet konularında çok iş var daha yapılacak... Ancak, bir çark işlemeye ve sonuç alınmaya başladığı için hem Türkiye'nin dili, hem de Türkiye'ye yönelik üslup değişmiş durumda. Eskiden devlet büyükleriyle Batı başkentlerine gelince, Türkiye'nin sürekli sıkıştırıldığına tanık olurduk. Örneğin Kıbrıs'ta, Kürt sorununda neleri yapmadığımız konusunda sürekli kafamıza vurulurdu. Bizim büyüklerimiz ise hep savunmada kalır, neyi niçin yapmadığımızı aslanlar gibi savunduklarını sanırlardı. Ama inandırıcı olamazdık. Devamlı 'negatif'tik çünkü. 'Çözüm'lerin değil, 'sorun'ların parçası olarak bir kısır döngünün içinde kıvranır dururdu Türkiye... Özellikle 1990'lardaki zayıf koalisyon hükümetlerinin siyasetten ekonomiye el atamadığı bir takım yapısal sorunlar Türkiye'yi bunalttı durdu. Şimdi bu çark kırılıyor. Özellikle, (2001 ve 2002'deki Ecevit'in üçlü koalisyonunun payını da teslim ederek) son sekiz yılın ürünü bu durum. Ekonomi de düzeldikçe Türkiye'nin yalnız içte değil, dışta da kendine 'özgüven'i geliyor. Kıbrıs meselesi önümüze konduğu zaman, "Annan Planı 2004'de bizim tarafımızdan kabul edilirken Rumlar reddetti" diyebiliyoruz. Ya da "nda, evet yapacak çok iş olmakla birlikte, söyleyecek olumlu şeyler de var, (Bu arada bir not: Chatham House ve Oxford konferanslarında Kürt sorunuyla ilgili tek bir soru sorulmadı Gül'e) Chatham House'la Oxford Üniversitesi'nde pazartesi günü bir kez daha tanık oldum. Artık devlet büyüklerimizin dili negatif değil, pozitif. Neyin nasıl yapılabileceğini anlatıyoruz. Yani sorunun değil, çözümün parçası olan bir üslup sergileniyor. Bu nedenle sözü daha çok dinlenen bir Türkiye sahneye çıkıyor. Elbette abartmamak lazım. Ama durumun özeti böyle. Buna 'Yeni Türkiye' denebilir. Nitekim, Blair hükümetlerinde 2001-2006 arasında yapmış olan Jack Straw, Oxford'daki konferansın kapanış konuşmasında bu 'yeni Türkiye' gerçeğini Gül'e yöneltilen sorular çerçevesinde çizdi. Sorulardan biri, 'lı bir öğrenciden geldi. Türk- ilişkilerini 'Çin Türkistan'ı bağlamında merak ediyordu. Bir diğer soru, ve istikrarla ilgiliydi. - ilişkileri ve Türkiye'nin bu açıdan katkısı da soruldu Gül'e. İran'dan 'e, ve AB'ye, hatta 'ya uzanan sorular da eksik olmadı. Jack Straw, bu geniş soru yelpazesinden hareketle, bir bakıma Türkiye'nin genişleyen 'coğrafyası'na işaret etti. Ekonomisi de güçlenmekte olan Türkiye'nin bölgesinde ve küresel sahnede gitgide etkinleşen rolüne işaret etti. 'nın eski Dışişleri Bakanı Straw, belki de bu nedenle, tıpkı pazartesi günü Gül'le görüşmesinde Türkiye'nin AB üyeliğini destek veren muhafazakar Başbakan Camerun gibi, gazetesinde, "Amaları, eğerleri bir yana bırakın, Türkiye mutlaka AB'nin parçası olmalı" başlığını taşıyan ve sonu "Saati tersine çeviremeyiz; AB Türkiye'ye, Türkiye'nin AB'ye olduğundan daha fazla ihtiyacı var" diye biten bir makale yazmış,(The Times, 8 Kasım 2010, s.26) Son söz: Evet, eksiğimiz gediğimiz var, sorunlarımız elbette bitmedi ama iyi yoldayız; çünkü artık ekmek mi demokrasi mi, mi demokrasi mi diye de tarif edilebilecek yılan hikayesine dönmüş bazı kısır döngülerini kırmaya başladı Türkiye...
Milliyet
1,340,090
Yazarlar
Ferhan İstanbullu ferhan.istanbullu@gmail.com Spot Dünya çapında bir pazar Denim dünyasından arkadaşlarımın yıllardır anlata anlata bitiremediği bir pazar, Pasadena'da Rose Bowl... Dünyanın en meşhur denim tasarımcıları bu pazara sabahın erken saatlerinde geliyormuş. En eski jean kotları, ceketleri toparlayıp birbirlerinden saklamak için kara kara torbalara atıyorlarmış. Sonra biz de koleksiyonlarda bu eski görünümlü modelleri görüp bayılıyormuşuz diye anlatıp dururlar...Rose Bowl, bölgenin meşhur stadyumunun da adı. Dağ eteklerinde, yemyeşil bir arazide kurulmuş pazar... Sadece kıyafet de yok, garaj satışı usulü evin eskilerini satan standlar da var, 40'lı yıllardan kalma porselen biblo satan da... Fiyatlar inanılmaz ucuz; antika değeri olan parçalar dışında, 50 doların kulağa hayli pahalı geldiği bir panayır, burası.Vintage jean'lerin satıldığı bölümü nihayet bulunca tasarımcıların didişmesini daha iyi anlıyorum. Bunları satanlar da pazarcı değil, işi gücü jean konuşmak, bulmak olan bir tür eksperler... Elimi bir 501'e atıyorum, 1946'dan kalma şahane bir pantolon... Eski jean işçi ceketleri harika, 10 dolara satılıyor. Bir de ordudan kalma ceketler var, belli ki bu kışın militer modası bu modellerden esinlenmiş.Zaman içinde bit pazarı, vintage denilince burun kıvıran birine dönüştüm.  Eklektik diye sunulan tarzların da çoğunun rüküş olduğunu düşünüyorum. Uzun zaman sonra bu anlamda fikrimi değiştiren tek yer, Pasadena'daki Rose Bowl oldu. Yıllardır yapılan bu panayır ikinci el merakının geçici bir moda değil, kendi içinde bir kültür  olduğunu insana kısa bir turla dahi düşündürüyor.
Milliyet
1,340,095
Yazarlar
Zor, çok zor bir iş. Ne zaman Alman, ne zaman Türk bu çocuklar. Başarı çizgisi yükselip yabancıyı tercih ederlerse onlara hemen küsüyoruz. Adeta vatan haini sesleri yükseliyor.Dünya ticarette, siyasette, sosyalleşmede ve sporda büyük bir globalleşme gösteriyor. Ama bu globalleşmenin biz neresindeyiz diye sormak gerekir. Sen eloğlunu alıp vatandaş olarak milli yapıyorsun. Ama aynı işi başkaları yaparsa tukaka. Garip bir davranış. Dışarıdaki çocuklarımız artık bir iki nesildir büyüyor ve normal olarak yaşadıkları ülkeye uyum sağlamak için oranın vatandaşı oluyorlar. Bu çok normal bir olay.O ülkenin milli formasını giyerlerse onlara kızıp sırt çevirmek yanlış. 'Türk asıllıyım' dedikleri zaman artık pasaportlarının anlamı olmadığını bilmeli ve onlarla iftihar etmeliyiz. Ve bu yüzden onları seçim kararlarında baskı altında tutmanın anlamı yok. Şimdi esasında hakikati söylemek gerekirse biz onlar gibi olacakları niye yetiştiremiyoruz diye kendimizi yargılamalıyız.
Milliyet
1,328,577
Yazarlar
DÜNYA son günlerde farklı kaynaklardan gelen, fakat aynı yöntemleri kullanan yeni bir terör kampanyasına sahne oldu. Bu eylemlerden birinin merkezi Yunanistan, diğeri de Yemen...İkisinin ortak yanı, terör "silahı" veya enstrümanı olarak "bombalı paketler"in kullanılmasıdır. Diğer bir ortak özellik de, bu eylemlerin hedefinin kendi ülkelerinin sınırlarını aşması, Avrupa'ya, ABD'ye kadar uzanmasıdır. Buna karşılık, Yunanistan kaynaklı bombalı paket kampanyasının özelliği "milli" nitelikte olması, Yemen merkezli eylemin ise, daha "uluslararası" bir karakter taşımasıdır. Farklı amaç ve hedeflerine karşın, bu terör eylemcilerinin hemen hemen aynı günlerde aynı yöntemlere başvurmaları, yani seçtikleri adreslere kargo uçaklarıyla bombalı paketler göndermeleri, ilginç bir rastlantı...Bu alışılagelen terör saldırılarından farklı bir metot da olsa, sonuçta bütün dünyayı kaygılandırmaya ve telaşlandırmaya yetiyor. Uluslararası ulaşımın günlük yoğun hareketliliği içinde, hangi paketin veya zarfın bombalı olduğunu kestirmenin zorluğu düşünüldüğünde, insanların -ve özellikle liderlerin- bu huzursuzluk ve korkularını kolayca anlamak mümkün. Erken uyarı sayesinde...TERÖRÜN bu cinsi ile mücadele erken uyarı ve sıkı güvenlik önlemleri başta olmak üzere, yeni yöntemlere başvurulmasını gerektiriyor.Yemen'den Chicago'ya kargo uçağıyla gönderilen iki paketin -biri Dubai'de, diğeri İngiltere'de- tespit edilip etkisiz hale getirilmesi, işte etkin güvenlik denetimi ve istihbarat işbirliği sayesinde mümkün oldu. Bu arada İngilizlerin patlamaya tam 17 dakika kala bu bombalardan birini etkisizleştirdiği haberinin Fransız İçişleri Bakanı tarafından Paris'te açıklanmış olması da, oldukça anlamlıdır.Yemen'deki bu tertibin, El Kaide'nin işi olduğu saptandı. Yemen bu örgütün benzer eylemlerinin önemli bir merkezi. Ülkedeki siyasal boşluk ve kargaşa, bu tür faaliyet için oldukça müsait. El kaide bu ülkeden dünyanın çeşitli yerlerine yönelik terör eylemlerini rahatça gerçekleştirebiliyor.Yunanistan'daki eylemin amacı ve mahiyeti ise bundan farklı. Atina'dan Sarkozy'ye, Merkel'e ve Berlusconi'ye bombalı zarflar gönderen Yunanlılar, bu ülkede son zamanlarda ortaya çıkan "neo-anarşistler"dir. Bunlar kurulu düzene karşı öfke duyan, umutlarını yitirmiş olan gençlerdir. Bu son olayda yakalanan iki genç de (biri 22, diğeri 24 yaşında) üniversite öğrencisi.Öfkeli ve umutsuzNEO-ANARŞİSTLER iki yıl önce, bir Yunan polisinin 16 yaşındaki bir genci öldürmesinden sonra, Atina ve Selanik'te arabaları ve dükkânları yıkıp yakmakla kendilerini belli etmişlerdi. Bunlar, daha önce Yunanistan'da şiddete başvuran "17 Kasım" gibi solcu örgütlerden farklı. Yunanistan'ın önde gelen terör uzmanlarından Vasili Karidis'e göre "Bu anarşist gençlerin belirli bir ideolojileri yok. Mevcut düzene karşı öfkelidirler. Ayrıca kendi geleceklerinden de umutsuzdurlar. Bu yüzden her şeyi yıkmak istiyorlar..."Yunanistan'ın halen içinde bulunduğu kriz ortamı, onların bu dürtüsünü ve hırslarını büsbütün kamçılıyor. Ne var ki, Yunanlı analistlere göre, bu mücadele yöntemleri, onları halktan büsbütün uzaklaştırıyor. Avrupalı liderlere bombalı zarflar göndermeye gelince; evet, bu sayede Yunanlı anarşistler kendilerinden bütün dünyada söz ettirmeyi başardılar. Ama o kadar...
Milliyet
1,328,849
Yazarlar
Uluslararası arenada yakaladığımız başarı sayısı öylesine az ki standartlarımızı en küçük zorlayan bir sonuç ister istemez gündeme oturuyor. Örneğin Dünya Şampiyonası'nda ABD'nin final oynaması o ülke için sıradan, hatta kadro seçimi bakımından da üçüncü dereceden olmasına karşın, ülkemizin finale çıkması bile başlı başına bir olay haline gelebiliyor. Uzatmayalım, Fenerbahçe Ülker'in Perşembe gecesi İspanya'da son Euroleague şampiyonunu Barcelona'yı 69-61 gibi bir skorla yenmiş olması bu bağlamda basketbolumuz açısından çok önemli bir sonuçtur. Şu bir gerçek ki bu basketbola değil de futbola ait bir başarı olmuş olsaydı muhtemelen yer yerinden oynar, oyuncular çeşitli haber bültenlerinde birinci sırada boy gösterirlerdi. Zaten sporumuzun bu kadar istikrarsız ve tekil örneklerle başarı yakalamasının geri planında yatan şeyin kamuoyunun sadece futbola odaklanmasının büyük önemi vardır. Bu ülkenin bir çok federasyonuna bağlı oyuncular ülkemizi yurtdışında temsil etmek için sponsor bulamadıklarından kendi ceplerinden finanse ettiklerine ait fazlasıyla örnek mevcuttur. Neyse... Bunu değiştirmek için muhtemelen bizim kuşağımız için mümkün olmayacaktır. Bu anlamda kendim dahi Perşembe gecesi spor aktivitesi izlemek için Porto-Beşiktaş mücadelesini seçmiş olduğumu itiraf etmeliyim. Fenerbahçe'nin futbol dışında diğer spor branşlarına yaptığı yatırımların son beş yıl içinde özellikle Avrupa'da ses getirmesi gerçekten çok ciddi ve ironi yaratan bir durumdur. Ayrıca tam da bu noktada sözü dolandırmadan söylememiz gerekiyor; Fenerbahçe futbol takımının gidip İspanya'da Barcelona'yı 1-0 yenmesi ne kadar tesadüfî bir durumsa, basketbol takımının bu başarısı aynı oranda belli bir hazırlığın, sürecin, yatırımın, emeğin ürünüdür. Ülkemizde basketbol ne kadar ikinci sırada değer buluyorsa da yarattığı katma ve artı değerlerin hepsi belli bir hak edilmişliğin karşılığıdır. Ancak gereken övgüyü ve ilgiyi alamamaktadır. Basketbol zaten kendi içinde çok fazla rastlantıya izin vermeyen bir oyundur. Bu nedenle son Euroleague şampiyonu olan ve on gün önce NBA şampiyonu Lakers'ı dize getirmiş bir Barcelona'nın 61 sayıda tutulması ülkemiz adına büyük bir olaydır. Fenerbahçe takımının bu sene iki oyuncusunu, biri geçen senenin finalisti olmak üzere, NBA'e göndermiş olduğunun altını özellikle çizmemiz gerekiyor. Bu iki oyuncu da Fenerbahçe'nin altyapısından çıkmıştır; bu çok daha önemlidir. Açıkçası geçen sene bu sayfalardan bir kere Tanjeviç'ten özür dilemiştim, üç sene önce bu takıma aldığı iki genç ve tecrübesiz yabancı oyuncu için, burası basketbolcu yetiştirme yeri değildir, diye defalarca eleştiri yazmıştım, yeri geldiğinden bir kere daha düzeltme ve özür yazmam gerekiyor, Preldzic ve Vidmar'ın ulaştığı nokta işte Fenerbahçe'nin bugün ihtiyacı olacak iki oyuncunun tam da tarifine uymaktadır. Üç sene önce büyük bir sabırsızlıkla yerden yere vurduğumuz adamın getirip takıma monte ettiği ve benim en çok eleştirdiğim, hatta basketbolcu standartlarına uymadığını düşündüğüm gençlerden Gasper Vidmar Barcelona karşısında 25 dakika sahada kalıyor; 9 ribound ve 6 sayı ile önemli bir katkı yapabiliyor. Fenerbahçe Ülker'in son beş yılda Avrupa'da önemli kariyeri olan koçlarla çalıştığını, Aydın Örs, Tanjeviç'ten sonra zincire Neven Spahija ismini eklemesinin bugünkü başarıya çok ciddi etkisi olduğunu da düşünmeden edemiyor insan. Fenerbahçe Ülker'in Euroleague'deki bu başarısını es geçemezdik. Bütün bunların toplamından mutlaka bir ders çıkarılması gerekiyor. Ayrıca basketbolda başarı, futbolda ciddi istikrarsız ve istenilen yere bir türlü gelememe sorununun aynı kulübün bünyesinde olduğu çelişkisi de bir başka fenomen olarak ortaya çıkıveriyor. Fenerbahçe futbol takımının neden bu takımın içinden bir Ömer Onan, Mirsad çıkarmıyor, Vidmar ve Preldzic gibi genç oyuncular bulup yetiştiremiyor veya Damir Mrsic gibi yıllarca aynı profesyonellikle verimle oynayan, basketbolu bıraktıktan sonra kalıp takıma kenardan katkı yapmayı sürdüren oyuncuyu takımda tutamıyor, Ukiç gibi kariyerli oyuncular transfer edemiyor olduğunu oturup düşünmesi gerekiyor sanırım. Avrupa Fenerbahçe'yi futbol takımıyla değil ancak, basketbol ve voleybol takımlarıyla iyice tanımaya başladı. Korkarım insanlar Fenerbahçe'yi bu dallarda mücadele eden bir kulüp olarak belleyeceklerdir.
Milliyet
1,341,331
Yazarlar
II. Mahmut döneminde, 1830'larda çıkmaya başlayan ilk gazete "Takvim-i Vekayi"den bu yana, 140 yıl boyunca; hiçbir gazetenin manşetinde rastlanmayacak bir mezarlık adı vardı dünkü HABERTÜRK gazetesinin manşetinde:"Pere-Lachaise açılımı."* * *"Pere-Lachaise", Paris'in evrensel müze mezarlığı.Moliere de orada yatıyor, Balzac da, Oscar Wilde da, Collette de...* * *İNSANLIK'ın ortak bahçelerine; her biri, hiç solmayan değişik çiçekler ekmiş olan kalemlerden birçoğu da, o mezarlıkta.* * *Turistik bir uğrama da başkadır "Pere-Lachaise"e, siyasal bir uğrama da...* * *Şayet sevdiğin tiyatro oyunlarının, romanların, şiirlerin kalemleri oradaysa; alamazsın kendini arada sırada "Pere-Lachaise"e gidip, onların yattığı yerlere bir gönül öpücüğü göndermekten, şayet Paris'te yaşıyorsan.Ve bundan bıkmazsın da...* * *Bizim Kanuni dönemini:Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imişDiye, unutulmaz bir "mısra-i berceste, güçlü mısra"da füzelendirmiş olan Baki'nin mezarı, Edirnekapı'dadır.* * *Baki'nin kullandığı dil, eriyip bitmiş olduğundan; 3 değişik imparatorluğun başkenti olan ve iç göçlerle de artık "yerleşim topografyası", kasaba adacıklarına dönen İstanbul'da; eski başkentin birikimleri dışında kaldı Baki de.Daha kimler kalmadı ki?..* * *Sevmek, bıkmamak demektir biraz da...Bendeniz sabah kahvelerinden hiç bıkar mıyım; akşamcılar da hiç bıkarlar mı akşam rakılarından?* * *Aşk'a gelince...Aşk, Doğa'nın bir "libido" mıknatısı mıdır; yoksa toplum içindeki yalnızlığın, rahatlatıcı bir supabı mı?* * *Evliliklerin yüzde kaçı bir aşk evliliği; yüzde kaçı bir çaresizlik evliliği; yüzde kaçı bir "töre" evliliği, yüzde kaçı "laf ola" bir evlilik?* * *NATO'nun en kalabalık ordusuna sahip olmak; nasıl bir çözüm getiriyor bir "müze-mezarlık"tan bile yoksun olmaya?Hele hele bir de, belediyelerin; "ulusal gelir"den aldıkları payların dökümü, savunma harcamalarının dökümüyle karşılaştırıldığında?..* * *Bir de bir anket yapılsa -moda deyimle- sokaktaki vatandaşlar arasında:-Nelerden bıktınız, diye?Acaba alınacak yanıtlar neler olur?* * *Aynı ankette:-Nelerden hiç bıkmıyorsunuz, sorusu da eklenebilirdi.* * *Sokaktaki vatandaşların çoğunlukla aklına; sanırım ki, nelerden hiç bıkmadıkları pek gelmeyecekti.* * *Nelerden bıkmadıkları konusunda, kendilerine yardımcı olmak için şöyle sorular da sorulabilirdi:-Yemek yemekten mi bıktınız, yoksa hep aynı şeyleri yemekten mi?-...-Sevişmekten mi bıktınız, yoksa hep aynı kişiyle sevişmekten mi?-...-TV'lerdeki yayınların en çok hangilerinden bıktınız?* * *Çoğunlukla nelerden bıkıldığıyla, nelerden bıkılmadığının genel bir grafiği çıkarılsaydı; sayıları 67'ye varan siyasi partilerin programlarında da bir değişiklik olur muydu?* * *Bayramın da sonuncu gününe geldik işte...Acaba kaç kurbanlık koyun ve dana satıldı Türkiye'de ve celeplerin toplam kârı ne kadar oldu?Celeplerin de kurban kesip kesmediği, herhalde hiçbir alıcının aklına bile gelmedi.* * *Bir düşünür:-Özgürlükten yoksunluk; düşünüp de, düşündüğünü söyleyip yazmaktan korkmak değildir, diyor; özgürlükten asıl yoksunluk bazı konuların, henüz daha akıldan bile geçmemiş olmasıdır.* * *Tıpkı kaç siyasetçi ve bürokratın, "Pere-Lachaise"de yatan kalemlerden hangilerinin; İstanbul hakkında neler yazmış olduğunu, ne kadar bildiğini; hiç düşünmemiş olmak gibi...* * *Aklınıza hiç gelmemiş konuları önemsiz bulmak da; şarka özgü bir kelepçe olabilir mi özgürlükler için?* * *Bıkmakla, bıkmamak yanında; bir de bıktırmak ve bıktırmamak var...* * *Bıktırmamanın en güvenli yöntemi; cinsellikle ilgili ve küfürlü fıkralar...* * *Hırbonun biri, elinde bir torbayla bir bankaya gitmiş.Bankadaki gişelerde oturan görevli genç kadınlardan birine yaklaşmış:-Hey şıllık karı, demiş; ne yapacağım ben elimdeki bu boku?* * *Görevli kadın:-Lütfen küfür etmeyin, ne istediğinizi söyleyin sadece, demiş..-Söylüyoruz ya şıllık, bu boku ne yapacağım?* * *Kadın, hırboyla baş edemeyeceğini anlayınca, onu müdüre götürmüş:-Efendim, bu beyefendi sadece küfür ediyor, ne istediğini anlayamadım, demiş.* * *Müdür de sormuş hırboya:-Ne istiyorsunuz siz, diye.Hırbo:-Bana, demiş; lotodan büyük ikramiye çıktı, onu ne yapacağımı soruyordum o şıllığa; anlamadı kaltak karı...* * *Müdür de ayağa kalkmış:-Vay şıllık karı vay, demiş; verin siz elinizdeki torbayı bana, hemen anlatayım ben size, ne yapacağınızı... * * *Galiba kimse, paradan da hiç bıkmıyor.Neden acaba?
Milliyet
1,326,242
Yazarlar
ESSEN'de, geçen cumartesi akşamı Türk-Alman Ruhr Kitap Fuarı. Renkli ve de ilgili bir topluluk önünde konuşuyorum.Türkler, Kürtler, başörtülüler, Aleviler, solcular, sıkı laikçiler...Moderatörlüğümü, siyaset bilimi doktorasını daha yeni almış, üçüncü kuşak Alamancı bir Türk genci Burak Çopur yapıyor.Konu, benim son kitap:Türkiye'nin Asker Sorunu!Tabii aklıma bir gece önce Çankaya Köşkü'nde verilen 29 Ekim resepsiyonu takılıyor. Bir ucundan değinmek istiyorum, tepkileri merak ettiğim için.Ama şu da bir gerçek:Ben biraz eleştirel, biraz alaylı bir dille değinmesem, resepsiyon konusu kimselerin umurunda olmayacak.Boykotu yadırgadığımı söylüyorum.Tarihin sayfalarına ancak bir dipnot olarak geçebilecek böyle bir boykotla 'büyük paşalar'ın kendilerini gülünç duruma düşürdüklerini ekliyorum.Bu arada CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun boykotçu tutumu da eleştirilerimden payını alıyor. Böyle giderse CHP'nin de zaman tünelinde kalabileceğine işaret ediyorum.Başörtülü genç bir kız soruyor:"Ordu sorunu nereye gidiyor?"Askerin siyaset sahnesinde artık eski ağırlığının kalmadığını, fakat boykotun da gösterdiği gibi 'vesayetçi zihniyet'in hâlâ devam ettiğini belirtiyorum.Bu açıdan, Türkiye'nin bazı kurumsal değişikliklere ihtiyacı olduğunu, sivil, demokratik yeni bir anayasanın bu nedenle önem taşıdığını, ama 'kafasal değişim'in de zaman alacağını söylüyorum.Daha üç yıl önceydi.2007'nin Nisan ayı.Eşi başörtülü, kendisi de Ak Partili olduğu için Abdullah Gül'ü Cumhurbaşkanı seçtirmek istemediler. Bürokratik oligarşi bunun için 367 gibi bir hukuk ucubesine sarıldı. Yetmedi, siyaset kurumuna 27 Nisan Muhtırası'nı dayadılar.Ama yine olmadı.Halk da yüzde 47 ile kendi muhtırasını çakınca, Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçildi, Çankaya'ya çıktı.Ama şimdi büyük paşalar çıkmıyor Çankaya'ya, Kemal Kılıçdaroğlu çıkmıyor, Gül'ün başörtülü eşinin, Hayrünnisa Hanım'ın elini sıkmamak için...Allah akıl fikir versin.Zamanı durdurmak olanaksız.Tarih tarafından artık sollanmakta olduğunuzun bilmem ne kadar farkındasınız?..Geçelim.Başörtüsüne ilişkin yasaklarla utanç verici bir ayrımcılığın sürdürülmek istenmesini kınıyorum.Başörtülü genç kız:"Demokrasiyi herkes kendine istiyor."Yerinde bir tespit.Özetle diyorum ki:"Aleviler, Sünnilerin başörtüsü sorununa sahip çıkmıyor. Sünniler, Alevilerin zorunlu din dersi meselesine sırtını dönüyor. Aleviler Kürtlerin, Kürtler Alevilerin sorunlarıyla pek fazla ilgilenmiyor. Sünniler de öyle, Kürt sorunuyla çok fazla ilgilendikleri yok. Kürtlerin gündeminde ise başörtüsü var yok arası..."Sözü 12 Eylül'e, 1980'deki darbeye getiriyorum:"Darbe, Kürtlere vurdu. Diyarbakır askeri cezaevini Kürtler için işkencehaneye çevirdi. Kürtçeyi yasakladı. Alevilerin kaldırılmasını istedikleri zorunlu din dersi de, bugün hâlâ tam olarak kurtulamadığımız darbe anayasasıyla geldi. Üniversitelerde başörtüsü yasağı da yine 12 Eylül hükümetinin bir genelgesiyle başladı. Kısacası Kürtler, Aleviler, Sünniler... Dertlerinin temelinde ortak bir dert, asker sorunu yatıyor. Demokrasiye birlikte sahip çıkmak gerekmez mi?"Genç bir adam söz alıyor.Yirmili yaşlarında ancak.Tane tane konuşuyor:"Darbelerden dolayı hep askeri suçladınız. Bu bir haksızlık. Gerçek suçlu asker değil, halktır. Biz halkı eğitemedik, o da sandıktan hep öyle iktidarlar çıkardı ki, askere darbeden başka çare kalmadı."Karşımda sanki gençliğim duruyor.Bremen'deki genç Hasan Cemal...Tepkimi içime bastırıp, sesimi yükseltmeden diyorum ki:"Sanıyorum, senin yaşlarındaydım. 1965, 66 yılları. Almanya'da, Bremen şehrinde yaşarken, bir gün elime Franz Fanon'un bir kitabı geçti. Bu Dünyanın Lanetlenmişleri... Siyasette şiddeti yücelten çarpıcı bir kitap... Ezberlercesine okumuştum. Ve özellikle Türkiye gibi üçüncü dünya ülkelerinde iktidarın halkın oyuyla değil, namlunun ucuyla belirlenmesi gerektiği düşüncesine varmıştım. Çünkü halkın oyuyla seçim sandığından çıkanlar hep gericilerdi, emperyalizmin uşaklarıydı. Böylece darbeci olmuş, askerle işbirliği içinde devrimin yolunu açmaya soyunmuştum. 12 Mart darbesiyle yaşanan acılar ve Deniz Gezmiş'lerin idamlarıyla rüyadan uyanmaya başladım. Bunun öyküsünü de Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım adını taşıyan kitabımda anlattım. Bunca yıl sonra genç bir adamın hâlâ darbeciliği savunmasına son derece üzüldüm. Lütfen kendini bir an önce sorgulamaya çalış, çünkü darbeler ve muhtıralar Türkiye'yi geriye götürdü. Gerçek gericiler halk değil, bu darbeleri yapanlar ve onları destekleyenlerdi."Galiba en çok bu sözlerim alkışlanıyor.Genç adamın sorusuna Ruhr Kitap Günleri için Essen'de olan Karin Karakaşlı'nın tepkisi:"Zaman sanki durmuş gibiydi."Büyük paşalar için de öyle... Hatta Kemal Kılıçdaroğlu için de öyle değil mi?..
Milliyet
1,333,823
Yazarlar
Gün hızlı ve mücadeleci bir tonda ilerleyeceğe benziyor. ... - Hakan Kırkoğlu Hakan Kırkoğlu Müneccimbaşı ÇABA iÇERiSiNDEYiZ Gün hızlı ve mücadeleci bir tonda ilerleyeceğe benziyor. Duygularımızı bir kenara koyma eğilimindeyiz ancak kendi duygusal ihtiyaçlarımıza da özen gösterebilmeliyiz. Özellikle hemen öğleden sonra saatlerinde bilinçli bir şekilde, kendimizi daha iyi anlamaya çalışmalıyız. Böylece pek çok şeyden ders çıkarabileceğiz. Duygusal alanda yetersizlik hissi yüzünden günü kendimize ve başkalarına zindan etmekten kaçınmalıyız. Olumsuz duygulardan ve bizi kısıtlayan koşullardan kurtulmaktayız. Günün geç saatlerinde enerjimizi boş yere harcamak ve kendimizi yıpratmak yerine, kendi iç dünyamıza dönmeye çalışmak çok daha yararlı olacak. Gülüm DağlıNE Ki ŞiMDi BU?H&M HEYECANINDAN UTANMAKÇağdaş ErtunaSon durumBen de dans yarışmasındaydımMehveş Evin Ne kadar İstanbullusun?Ali EyüboğluAliceELDE VAR EĞLENCE!Cadde'deki Hayalet--YABANCI FiLM HAYRANLIĞI MI,AL SANA!Hakan KırkoğluMüneccimbaşıÇABA iÇERiSiNDEYiZDilara Koçakİyi YaşamTAM TAHILLAR KARIN YAĞLARINDAN KURTARIYORSina KoloğluReyting canavarı'NEW YORK'TA BEŞ MiNARE' TV'DE iLK HANGi KANALDA?MUAZZEZ ABACIGhettoSaat: 22.00Fiyat: 45 - 90 TL Tel: 0 212 251 75 01CEM ADRİANBeyoğlu Hayal KahvesiSaat: 22.30Fiyat: 35 TL Tel: 0 212 244 25 58YOL PROJECT PLAYSİstanbul Jazz CenterSaat: 21.30Fiyat: 25 - 30 TL Tel: 0 212 327 50 50LOU RHODESBabylonSaat: 21.30Fiyat: 35 TL Tel: 0 212 292 73 68ŞEYTANCA ŞEYLERKulis Oda SahnesiSaat: 20.30Fiyat: 25 - 30 TL Tel: 0 216 467 33 32
Milliyet
1,332,847
Yazarlar
Koca sarayda Atatürk'ün "Zata mahsus" olarak üzerine kaydettirdiği üç eşya yaldızlı çerçeve içinde, servi ağacı manzaralı yağlıboya tablo... Dört köşe madeni çerçeveli saat... Yuvarlak madeni çerçeveli beyaz duvar derecesi... 1938 yılı Aralık ayı...   Türkiye, Atatürk'ü kaybedeli henüz 3 hafta olmuş. Atatürk'ün naaşı, Ankara'da Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabrinde... Yas sürüyor. Bu arada Ankara Üçüncü Sulh Hukuk Hâkimliği bir hazırlıyor. Dolmabahçe Sarayı'nda kalan Atatürk'e ait taşınır malların saptanıp kayda geçirilmesini ve muhafaza edilmesini istiyor. Bunun üzerine mahkemeden zabıt kâtibi Esat Aydın ile mübaşir Sargen, Dolmabahçe Sarayı'na gidiyorlar. Orada Büyük Millet Meclisi İdare Heyeti amirlerinden, milletvekili Halit Bayrak ve Milli Saraylar Direktörü Sezai Selek'le buluşuyorlar. Heyet, sarayda Atatürk'ün vefat ettiği 71 numaralı dairenin kapısını açıyor. Yatak odasında mevcut eşyaları belirliyor. Bunlar içinden üçünün Atatürk'ün şahsına ait olduğunu not ediyor. Sarayın üç eşyası Koca sarayda Atatürk'ün "Zata mahsus" olarak üzerine kaydettirdiği üç eşya bunlar: 1) Yaldızlı çerçeve içinde, servi ağacı manzaralı yağlıboya tablo... 2) Dört köşe madeni çerçeveli saat... 3) Yuvarlak madeni çerçeveli beyaz duvar derecesi... Heyet üyeleri, bu üç eşyayı bir zabıt varakasıyla kayda geçiyorlar. Sonra Milli Saraylar Müdürü Sezai Selek'e "Atatürk'e ait elbise, çamaşır vesair eşya olup olmadığını" soruyorlar. "O eşyalar vefatından bir hafta sonra Riyaset-i Cumhur Dairesi Müdürü Lütfi Altınok tarafından bir deftere kaydedildi ve Ankara'ya gönderildi" cevabını alıyorlar. Tedavisinde kullanılan alet edevat ve ilaçlar da yine Altınok'un emriyle listelenmiş ve listenin bir sureti mahkemeye gönderilmiş. Geride sadece onun "zatına ait" olarak kaydedilen bu üç kalem eşya kalmış: Bir tablo... Bir saat... Ve bir termometre... Özlenen tablo Yaldızlı çerçeve içindeki resim, onun yatağının hemen karşısındaki duvarda asılı bulunan ve ona doğduğu Rumeli topraklarını hatırlatan "Dört Mevsim" tablosu... Hani ölümün yaklaştığı günlerde sürekli incelediği ve başucundaki Afet'e "Her şeyi bırakalım, oraya, ormanlara gidelim" dediği tablo... Saat ise, o günden sonra Dolmabahçe'ye her gidenin, Ata'nın son yatağının başucunda, onun öldüğü dakikada durmuş halde gördüğü saat... Termometre? O, kim bilir sarayın neresinde? Üç küçük hatıra Son yıllarını geçirdiği koca sarayda Atatürk'ün kim bilir nasıl bir duygusal bağ sonucu üzerine kaydettirdiği üç küçük eşya onlar... Ve üçü de hâlâ sarayda... O tablo, o saat ve o termometre, koca bir devirden, koca bir saraydan ona kalan ve ondan kalan üç küçük hatıra... İŞTE O TABLO Atatürk'e doğduğu Rumeli topraklarını hatırlatan "Dört Mevsim" tablosu. Yaldızlı çerçeve içindeki resim, yatağının hemen karşısındaki duvarda asılı...
Milliyet
1,326,469
Yazarlar
Gandi Kemal'di; CHP'de 1930'ların anlayışını, Önder Sav ekibiyle simgeleşen Politbüro'yu tasfiyeye yöneldiği andan itibaren Gorbaçov'a benzemeye başladı.Kemal Kılıçdaroğlu, "Partideki korku imparatorluğunu yıktık" diye kürsüye geldiğinde "yeni CHP"nin lideri olarak partideki "soğuk savaş" kadrolarına da meydan okuyordu. 20. yüzyılın son çeyreğinde, Sovyetler Birliği'nin dağılmakta olduğunu gören Gorbaçov, Doğu Bloku'nun dağılması pahasına Rusya Federasyonu'nu ayakta tutacak ve 21. yüzyıla girilirken yeniden güçlendirecek bir stratejinin temellerini atıyordu."Glastnost" ve "Perestroika"Açıklık (Şeffaflık) ve Yeniden Yapılandırma.Kemal Bey, CHP Politbürosu'nun duymaktan hoşlanmayacağı bir gerçeği açıkça söyledi: "53 yıldır bu zihniyet yüzünden iktidar olamıyoruz."Kılıçdaroğlu, partinin devletçi, statükocu, emekli bürokrat kadrolarını tasfiye ederek "yeni CHP"ye iktidar yolunu açmaya kararlıydı. Baykal döneminde hazırlanan tüzüğü geçerli saydı ve Sav'ın yerine Süheyl Batum'u genel sekreterliğe getirdi. Ve örgütten sorumlu genel başkan yardımcılığına Gürsel Tekin'i atayarak bundan sonra olacakların işaretini verdi.CHP geleneğinde genel başkan ile genel sekreterler çatışması partiyi kurultaya götürmüştür.Kılıçdaroğlu-Sav çatışması da kaçınılmaz olarak "seçimli" kurultay mücadelesini tetikleyecektir. Ortada sadece siyasi değil hukuki de bir sorun vardır. İki taraf da, "Parti Tüzüğü"nü kendilerine göre yorumluyorlar.Benzer sorun Saadet Partisi'nde yaşandığında Şevket Kazan, "tüzüklerin efendisi" Önder Sav'ı ziyaret ederek akıl danışmıştı. Sonrası malum, partiyi Numan Kurtulmuş'tan aldılar, "kayyum"a teslim ettiler, kongrede ise 86 yaşındaki Erbakan geri döndü. Önder Sav, Kılıçdaroğlu darbesiyle CHP'nin kimliğinden uzaklaştırıldığını, "sağa kaydığını" Süheyl Batum gibi partide hiç emeği olmayan isimlerin yönetime geldiğini öne sürüp, partiyi yargı üzerinden kurultaya götürmeye çalışacak. Kemal Bey'in katılmadığı Parti Meclisi'nde alınan "tüzük kurultayı" bu yolu açabilir.CHP'deki eski-yeni kavgasında Deniz Baykal'a da kilit rol düşecek.Deniz Bey, "kaset darbesi"nden sonra Önder Sav'ın Kılıçdaroğlu'na verdiği desteği "Brütüs'lük" saymış ve elli yıllık dostluk bağlarını koparmıştı.Sav'ın bu süreçte Baykal'ın desteğini alması olanaksız.Deniz Bey, bir süredir CHP yönetimini "tüzük kurultayı"na davet ederken partide bir "genel başkanlık sorunu" olmadığını söylüyordu. Baykal kerhen de olsa gelinen şartlarda "seçime dek" Kılıçdaroğlu'na destek verebilir.CHP seçime dek toparlanamaz ya da AKP karşısında yenilgiye uğrarsa Baykal zaten dönecektir!Sancılı bir dönem bekliyor ana muhalefet partisini. Kadro, program, vizyon tartışmaları arasında "seçimli" bir kurultaya sürüklenmesi kaçınılmaz. "Gorbi Kemal"in işi zor.
Milliyet
1,336,675
Yazarlar
HAFTA sonu eşim Tülin'le Mahsun Kırmızıgül'ün "New York'ta Beş Minare" filmini seyrettik. Hakkındaki eleştirileri okumuştum. Filmi, hem kafamı hem kalbimi vererek dikkatle izledim.12 Eylül öncesinin sağ sol kutuplaşması, bir siyasi cinnetin kan davasına dönüşmesi... Film böyle çıkıyor. Kan davasından kaçan Hacı Gümüş (Haluk Bilginer) Amerika'ya yerleşiyor, kendini Mevlana ve Yunus modelinde tasavvufa veriyor. Eşi ve kızı hıristiyan...Bir haber geliyor; El Kaide gibi bir terör örgütünün lideri olan "Deccal" yakalandı! "Deccal" da Bitlislidir. Hizbullah soruşturmalarında gördüğümüz "domuz bağı" işkencelerini yaptıran, dindar insanları da işkencelerle öldürten bir canavar...Durum Türkiye'ye bildiriliyor. Gidip almak üzere iki polis görevlendiriliyor: Fırat (Mahsun Kırmızıgül) ve Acar (Mustafa Sandal).Amerika'da "Deccal" sanılarak yakalanan ve zincire vurulan kişi, evliya ruhlu Hacı'dır... Olayı soruşturan Amerikalı şerif (Robert Patrick) ise bir yakınını 11 Eylül'de kaybetmiştir, müslümanlara karşı kinle doludur.Bizim polislerden Suat da Hacı'ya kan davası kini duymaktadır...Filmin enerjisi kin ve bağnazlık, sevgi ve hoşgörü gibi büyük beşeri kaynaklardan geliyor.Mahsun'un filmleriSenaryo olayların çarpıcı ve akıcı olmasıyla, hatta yarattığı şoklarla fevkalede ilginç olduğu gibi, kan davası, kin, bağnazlık konuları üzerine kurulu olduğu için de başarılı bir analiz niteliğinde...Efektleri mükemmel... Bunu, filmi eleştirenler de belirtiyor.Ben Mahsun'un "Güneşi Gördüm" ve "Beyaz Melek" filmlerini beğenmiştim. "Bitlis'te Beş Minare" yi de çok beğendimi belirtmeliyim.Eşim Tülin de çok beğendi. Filmi izlerken bazan duygulu tasavvufi mesajlardan, bazan insani ve sevgi ızdıraplarından zaman zaman gözleri yaşardı.Ne yalan söyleyim, bir kaç defa benim de gözlerim yaşardı.Mahsun'un filmelerini beğenmemin sebebi, verdiği mesajların ruhlarımıza seslenmesidir; insani tiplerin canlılığıdır, senoryodaki olayların çarpıcı ve iyi kurgulanmış olmasıdır.Kültür temeliMahsun, fimlerine konu yaptığı kültürleri iyi tanıyor, hatta bir bakıma o kültürlerin içinden geliyor. Unutmamış, reddetmemiş ama eleştiri süzgecinden geçiyor, insanileştirerek ve modern sinema sanatıyla birleştirerek bizlere sunuyor. Bütün filmlerinde böyle... Beğendiğim tarafı da bu..Evet filmdeki bazı abartılar gözden kaçmıyor. Hacı'nın karısının hıristiyan olması düşünülebilir ama kızının nikahının hem kilisede hem camide kıyılması böyle bir abartı... Vermek istediği mesajı vurgulamak için yapıyor bu abartıları... Şu da var ki, abartı sinema sanatının tabiatı da abartı unsuru inkaredilemez.Ben sinema eleştirmeni değilim. Sade seyirciyim. Bir filmin seyircide bıraktığı izlenimler de çok önemlidir elbette.Bu filmde "Hacı Gümüş" rolünü oynayan Haluk Bilginer sanırım sanat hayatında ilk defa böyle bir rolde... Hem Sufi bir müslüman, hem sevgi ve gözyaşlarıyla duygulu bir insan rolünde çok başarılı... Aslında hangisine başarısız diyeyim bilmiyorum.Tavsiye ederim, bakalım siz nasıl bulacaksınız.
Milliyet
1,336,659
Yazarlar
Alice ZARiFi'DE BiR KINA GECESi Kamuya açık eğlence mekanlarında 'kına gecesi' modası başladığından haberim yoktu, ama artık oldu. Zarifi gibi herkese açık yerde kına gecesi yapılınca haliyle biz de eğlenceye tanıklık ettikYıllarca Galata Meyhanesi'nde Münir Nurettin Selçuk'u andıran sesiyle Türk sanat müziğinin klasik eserlerini söylerken zevkle dinlediğimiz Erhan Akman, perşembe akşamları Beyoğlu Zarifi'de        sahne almaya başladı.İkinci haftasında eşim ve iki arkadaşımla Akman'ı dinlemeye giderken böylesine bir sürprizle karşılaşacağım aklımın ucundan dahi geçmezdi.Erhan Akman'dan sanat müziği dinlemeye gittik, ama kısmetimize ekstradan bir de 'kına gecesi' çıktı. O gece Zarifi bayağı kalabalıktı. Sahnenin yanı başındaki masalardan birinde 'kadınlar matinesi' havası vardı. Çok geçmeden o masanın tamamının kadınlardan oluşmasının sebebi anlaşıldı.Bir de baktık, kızlar masasındakilerin hepsi başına duvak taktı ve 'kına gecesi' başladı.Eşim ve arkadaşımız Belgin Kanca Atilla, "Yeni trend bu" deyinceye kadar, kamuya açık eğlence mekanlarında 'kına gecesi' modası başladığından haberim yoktu, ama artık oldu.Arkadaşlarının duvağı beyaz, 28 Kasım'da nikah masasına oturacak gelin adayının başında ise kırmızı duvak vardı. Bir süre sonra gelin adayı, yüzünü de kapatan kırmızı örtüler içinde ve türküler eşliğinde yeniden teşrif etti Zarifi'ye.Arkadaşlarının başının üstünde tuttuğu mum ışıklarıyla donatılmış tepsideki kına çıktı meydana. Arkadaşları önce geline            kına yaktı, sonra kendilerine.Yapı Kredi Bankası'nda finansçı olarak çalışan Gülcan Borucu'nun 'kına gecesi'ne davet ettiği 16 kişi arasında değildik. Ama 'damat adayı' ve onun erkek arkadaşlarına kapalı 'kına gecesi' Zarifi gibi herkese açık bir eğlence mekanında yapılınca haliyle biz de bu eğlenceye tanıklık ettik.Kendimizi hiç de 'davetsiz misafir' gibi hissetmedik.'Kına gecesi' ayağımıza gelmiş, biz davetli değiliz, izlemeyeceğiz deyip, sırtımızı mı çevirecektik? Hem kına eğlencesini izledik, hem de Erhan Akman'ın güzel sesini dinledik.  TiAK ŞiRKETLEŞTi, TRT DE ORTAK OLDUTürkiye'de reyting ölçüm ihalesini şimdiye kadar TİAK yaptırıyordu. TİAK'ın bu yıl yaptığı son reyting ihalesini de şimdiye kadar bu hizmeti veren AGB değil, TNS kazanmıştı. TİAK ihaleyi, 30 televizyonun reyting ölçümünü yaptırma garantisiyle yapmıştı, ama ortada iki sorun vardı. Bunlardan biri Rekabet Kurulu'nun, "Bu şartlarda ihale yapamazsınız. Şirketleşip, tüzel kişilik olmanız lazım" diye yaptığı uyarı, diğeri de TRT'nin reyting ölçüm sisteminden çıkmış olması.TİAK'ın şirketleşmesi için kendi reyting ölçüm sistemini kuran TRT'yi de ikna etmesi gerekiyordu. TİAK yönetimi, biraz gecikmeli de olsa TRT yönetimini reyting sistemine dahil olma konusunda ikna etti. TRT'nin 50 bin TL sermayeli TİAK Televizyon İzleme Araştırmaları Anonim Şirketi'ne ortak olduğuna dair karar Resmi Gazete'de yayınlandı. Televizyon sektörü adına iyi bir gelişme bu. Çünkü yıllardır özlenen bir tabloydu. Reyting ölçüm sistemi yıllardır tartışılıyordu, ilk kez böylesine geniş çaplı bir konsensüs sağlanmış oldu.2011'de TNS, 30 kanalın reyting ölçümünü yapacak, bakalım o zaman ortaya çıkacak reyting listelerine ilk itiraz eden kim olacak?BU SÖZLERİN ALTINA BEN DE İMZA ATARIM-  Cem Yılmaz, Bebek'te bir arkadaşının evinden çıkarken kendisini görüntüleyenlere tepki göstermiş: "Burası bar çıkışı değil, niye çekiyorsunuz?" - 'Prensesin Uykusu' adlı yeni filmini çeken yönetmen ve senarist Çağan Irmak, "Yalaka sanatçılardan uzak duruyorum" demiş.- Mehmet Yaşin'e konuşan oyuncu Serra Yılmaz, "Yemek ve seks için insanların yapmayacakları şey yok" demiş.- 'Bitmeyen Şarkı'da pavyon şarkıcısını oynayan Bergüzar Korel, "Türk erkekleri isterse kadını pavyondan çıkarır" demiş.Aynen katılıyorum.
Milliyet
1,322,023
Yazarlar
Hafta sonu Eskişehir'deydik... Her gidişimizde İbis Otel'e inerdik... Bu defa yer bulamadık. Yenileri (mesela Dedepark) yapılmasına rağmen hafta sonlarında yurdun dört bir yanından kenti görmeye gelenler yüzünden zor yer bulunuyormuş artık. Üstelik büyük de bir kongre varmış şehirde. Daha da ilginci.. Pazar günü dönüşte trenlerde yer olmadığı gibi otobüslerde de ancak akşam seferlerinde yer kalmıştı. İstanbul'a öğle vakti Bursa üzerinden döndük... Tek başına mucizevi bir örnek kent yaratan adamı, Yılmaz Büyükerşen'i bir kez daha takdirle andık...Şimdi iki saptama ve rica...Bir; akşam içkisiz bir lokantada akşam yemeği yedik. Garsonlar öğrenciydi. Sohbet ederken haftada 6 - 7 gün, günde 12 saat çalıştıklarını anlattılar. Hem de asgari ücret karşılığı... Yarı zamanlı çalışmanın ise saati 2 liraymış... Günde 5 saat çalışılırsa 10 lira.. Sömürüye bakınız...İki... Kentte birahaneler, barlar vs. gece saat 04.00'e kadar açıktı... Bir öğrenci kenti için bu süre çok fazla... Ve gereksiz. Londra'da her yer saat 11:00'de, İstanbul'da genelde 02:00'de kapanır. Eskişehir eğlence merkezi midir? Sayın Yılmaz Büyükerşen ile Anadolu ve Osmangazi üniversitelerinin rektörlerine buradan çağrı yapalım...Sayın hocalarımız; yukarıdaki iki konuyu çözmekte tam yetkili olmayabilirsiniz... Ancak bu kente gelen ve okuyan çocuklar size emanet ediliyor. Doğrudan yetkili olmasanız da devlete baskı yaparak öğrencilerin ezilmesinin ve sömürülmesinin önüne geçebilirsiniz. Eğlence yerlerinin kapanış saatinin daha makul sınırlara çekilmesini sağlayabilirsiniz. Lütfen durumdan vazife çıkarınız...  Yeşiller morardı!Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu'nun, "Avrupa'daki Türkiye" adlı toplantıları önceki gün ve dün İstanbul'da yapıldı. Toplantının ilk günkü konuşmacılarından biri CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk idi. Neler söyledi, nasıl bir konuşma yaptı, derseniz... Özetleyerek aktaralım:"Avrupalı dostlarımız, özellikle Yeşil dostlarımız, üzüntü ve hayretle görüyoruz ki ne zaman AB ve Türkiye konusu açılsa AKP'yi bırakıp CHP'yi eleştiriyorlar. AKP'yi değil bizi AB karşıtlığıyla, değişime, yeniliğe karşı olmakla suçluyorlar. CHP, hem AB'ye katılmak istiyor hem de reformlara karşı çıkıyor, diyorlar.Şimdi size açıkça soruyorum; AKP hangi reformu getirmiş de CHP karşı çıkmıştır? Örneğin son anayasa değişikliğini reform olarak kabul ediyorsanız lütfen şu sorularıma yanıt veriniz; Yasama'dan sonra yargıyı da Yürütme'ye bağlamanın neresi reformdur? Hanginizin ülkesinde yargıçlar kuruluna parlamentodaki basit çoğunlukla üye seçilir? Hanginizin ülkesinde yargıçlar kurulu Adalet Bakanı, müsteşarı ve bunların emrindeki bürokratlardan oluşmaktadır? Hanginizin ülkesinde Anayasa Mahkemesi, iktidarın güdümünde ve tekelindedir? Bunlar reform ise, bize layık gördüğünüz bu reformlardan kendi ülkenizi ve kendi halklarınızı niye mahrum ediyorsunuz? AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, "Askerlerin resepsiyona katılmamaları emre itaatsizlik" demiş.Kendisi "Tayyip"in emireri ya... Her şeyi "emir - komuta" olayı olarak görmesi son derece doğal!Fahrettin Fidan BombaTaksim bombacısının PKK'lı olduğu ortaya çıkarken, PKK lutfetti, eylemsizlik kararını seçimlerin yapılacağı Haziran ayına kadar uzattı... Öne sürdüğü  şartlar okkalı:-   Askeri ve siyasi alanlara dönük operasyonların durdurulması, -  Tutuklu Kürt siyasetçilerin serbest bırakılması, -  Abdullah Öcalan'ın sürece aktif olarak katılmasının önünün açılması ve yürütülen diyaloğun müzakere düzeyine  çıkarılması, -  Anayasa ve hakikatleri araştırma komisyonlarının kurulması, -  Yüzde 10 seçim barajının kaldırılması. Seçimlere kadar bu şartlar yerine getirilmezse ne olacak?PKK yeniden eyleme geçecek. Bombalar patlatılacak.. İnsanlar öldürülecek... İmralı'nın barış  yöntemi işte bu. Silahı bırakmam,  istediğimi vermezsem tetiği yeniden çekerim.Koskoca devlet de bu tehdide boyun eğiyor. Sürekli geri adım atıyor...Neden? Çünkü ABD, terör örgütüyle mücadele değil müzakere istiyor. ABD'ye boyun eğdikçe PKK'ya boyun eğmeyi de sürdüreceğiz. Bu yoldan ülkeye  barış falan da gelmez. Erdoğan, Basın Konseyi'ne "Oktay Ekşi'yi tard edin" diye seslenmiş.İyi ki "Linç edin" demedi...* * *Yargıtay Başkanı Gerçeker, "Anayasa değişikliğine saygıdan başka çare yok" diyor.Kaygıdan saygıya geçtiler mecburen...Haldun Ertem Hâkim Beyİktidarın borazanı olursanNasıl güvenelim sana hâkim bey?Kararını ona göre alırsanNasıl güvenelim sana hâkim bey?* * *Anayasa Mahkemesi hallolduHSYK AKP'liyle dolduTutunacağımız bir dal mı kaldıNasıl güvenelim sana hâkim bey?* * *Dinci işgaline uğradı kurumAna ile kadı durumu, durumVicdanına danış, haksız mı sorumNasıl güvenelim sana hâkim bey?* * *Telekulak, montaj, gizli kameraDürüst insanlara çalıyor karaTehdide, şantaja verilmez araNasıl güvenelim sana hâkim bey?..* * *Elimizden kayıp giderken vatanZindanı boyluyor doğruyu yazanYarın mahkemene gelirse OzanNasıl güvenecek sana hâkim bey?..Ozan Şentürk Mısır'daki Müslüman Kardeşler örgütü iktidar adayı olmak için AKP'yi örnek alacakmış.Bizim Müslüman kardeşlerin nasıl ihya olduğunu gördüler tabii...Akif KökçePKK "eylemsizlik" kararını 2011 seçimlerine kadar uzatmış.Referandum kıyağından sonra bir de seçim kıyağı demek!Ahmet Nedim
Milliyet
1,334,171
Yazarlar
Yan masadaki diyaloglara şahit olmak için kulağınızın del... - PARTİ AJANI PARTİ AJANI PARTİ AJANI HANGi SEMTTE NELER KONUŞULUYOR? Yan masadaki diyaloglara şahit olmak için kulağınızın delik olmasına gerek yok. Restoranlardaki sıkışık masa düzeni sonucu zaten kucak kucağa bir durum hakim. Üzerine yüksek sesle konuşma merakını ekleyin. Sonuç: Yan masadan al haberi Cihangir Kahve'de sakin bir pazar akşamı. Niyet gürültü patırtıdan uzak, iki kadeh içki eşliğinde kendini duyurmak için yırtınmadan sohbet etmek. Yan masanın bitmek bilmeyen yüksek oktavlı 'Türk sineması' tartışması rakıyı boğazıma dizince "Artık, yeter" diyorum. Sağınızdan yükselen konulardan rahatsız olmamak için semt semt masa gündemini öğrenmekte fayda var. Semtler arası kısa bir yan masa turu: Cihangir'de 'artist haller' Burada herkes hem eleştirmen, hem yazar, hem de yönetmen/oyuncu. Bu multifonksiyonel kişilikler bir araya gelince dönen muhabbet yan masa için azap verici, can çekiştirici. Tüm o hararetli tartışmaların arasında bir de mutlaka dantellerle örülü entel flört havası vardır. Sakallı, zayıf, sözde devrimci erkek, engin film kültürünü kullanarak, bol referanslı, bol elini masaya vurmalı konuşmalarıyla gruptan bir kızı tavlamaya çalışır. Kızı 60'ların sonunda çekilmiş, kopyası nadir bulunan bir Avrupa filmini izletmek amaçlı eve atmasıyla gece son bulur. (Kilit nokta filmin ne kadar sıkıcı ve uzun oluşunda) Çiftimiz sevişedursun biz 'o' masaya dönelim. Masada dönen tartışmaların da bazı raconları var. Mesela tanıyın, tanımayın yönetmenlerden bahsederken illa ki ismiyle hitap edeceksin: "Yılmaz'ın senaryosunu yine başarılı bulmadım" ya da "Sinan'la konuştuğumda kaç kere söyledim artık o filmi çekmesi gerek diye." Elbette, sükse yapmış rollerden biri daha önce teklif edilmiş olacak ve sen rolü kapan oyuncu hakkında verip veriştireceksin: "Melis (Birkan) zaten oyuncu değil ki. Çağan'a da söylemiştim. Bak kıza, aldı yürüdü o film sayesinde. Üstelik oynamadan." Cihangir'de Mahsun Kırmızıgül'e çamur atmadan Sinan Çetin'in her şeyden önce iyi bir yönetmen olduğunu savunmadan ve dizi oyuncularından bahsederken yaptıkları işi küçümseyip "Neydi oynadığı dizinin adı? Canım, dizi izlemem ki! Nereden bileyim?" demeden o masanın hakkını veremezsin. Bebek ve Nişantaşı'nda 'aldatan eş'  Bebek'teki Lucca, Nişantaşı'ndaki Brasserie ve hatta İstinye Park'taki Masa gibi makyajın ayarı, botoksun dozu kaçmış masalardaki ana yemek ilişki dedikoduları. Bu masalarda dönen dedikodular karın tokluğu kıvamında. Masalarda da salata ve sudan başka bir şey göremezsiniz. İki tutam dedikodu verin, tüm gün canları bir şey istemez. Dedikodunun baş kahramanları genelde aldatılan tanıdık bir sima ve aldatan eş. Kendi yarattıkları şehir efsaneleri de vardır: Soyadıyla ülke ekonomisine yön veren evli barklı bir adamın aslında gay olduğu ya da aynı zamanda futbol kulübü yöneticiliği de yapan iş adamının eşi ve sekreterinin aynı zamanda doğum yapmasının tesadüf olmadığı gibi gibi... Bugünlerde en iştah kabartan durum Efe Özbilgin ve Deniz Akkaya: "Seni Efe'nin düğününde görmüşler!", "Deniz'i gördüm geçen. Vah vah... Yazık kızın haline" Olaylı bir boşanma gündemdeyse 'ohal' ilan ediyor. Ekip bir araya gelip, fazla mesaiye kalıyor. Bir gün, iyi giden bir ilişki hakkında dedikodu yaptıkları duyulmamıştır. Masaların altından fesatlık sızıyor.  Boğaz'da 'memleket sorunları' Boğaz'ı karşına alıp kadehini karşı yakaya/heybetli Boğaziçi köprüsüne kaldırınca, yanında bir de taze balık varsa, başlıyor İstanbul'a güzellemeler. Ardından "Bir başkadır benim memleketim" diyerek bir sağa sola sallanılması ve nihayetinde o vahim sorunun sorulması: "Ne olacak bu memleketin hali?" Hele seçim öncesi/sonrasıysa masalar birbirine girer, millet topyekun Boğaz'a dökülür. Tutabilene aşk olsun. Bugünlerde Boğaz'a nazır kurulan rakı sofralarında hararetli geçen 'CHP'yi kurtarma operasyonları' yüzünden büyükler arka arkaya devriliyor, gecenin sonunda yolluk rakıları bitmek bilmiyor.
Milliyet
1,318,967
Yazarlar
Birden fenalaştınız... Yardım çağırmak istiyor ama ne kadar çabalasanız da istediğiniz gibi konuşamıyorsunuz. Peki ne oluyor size? Yoksa bu bir inme mi? ABD'de uzmanlar inme geçirenlerin aynı kâbusu tekrar yaşamasını önleyebilecek bir rehber hazırladı. İşte ayrıntılar...Nergis Hanım, akşam yemeğinden sonra sofrayı toplarken kendini birden fena hissetti. Elindeki tabağı düşürdü. Kocasına seslenmeye çalıştı ama bir türlü ağzından istediği sözler çıkmıyordu. Karısını en yakındaki sandalyeye oturtan Hüsnü Bey, ağzının bir yana kaymış olduğunu gördü. Yine tansiyonu çıktı herhalde, diye geçirdi içinden. Ama daha önce hiç böyle olmamıştı. 'Ne yapsam?' diye düşünürken aklına apartmanın giriş katında oturan komşusunun doktor olan oğluna haber vermek geldi. Genç doktor hastayı görür görmez inme geçiriyor olabileceğini düşünüp hemen acil servise gitmeleri gerektiğini söyledi. İlk 3 saat içinde yakalanan inmelerden bazılarının pıhtı çözücü ilaç verilerek tedavi edildiğini, böylece ciddi maluliyetlerin önlendiğini duymuştu. Ambulans acil servise doğru yol alırken, genç doktor geçen hafta okuduğu bir makaleyi hatırladı. ABD'de inmeyle ilgilenen doktor, hemşire ve farklı alanlardan bilim insanlarının bir araya gelerek inmeli hastalara bakan tüm sağlık görevlilerine kılavuz olması için hazırladıkları dokümanda, bir kere inme geçirenlerin bir daha aynı duruma düşmemeleri için ne yapmaları gerektiği bilimsel kanıtlara dayanarak anlatılıyordu.NE YAPMALI, NASIL ÖNLEM ALMALI?Yüksek tansiyonTürkiye'de her 3 yetişkinden birinde var olan yüksek tansiyon hastalığı inmeye yol açan faktörlerin başında yer alıyor. 2003 yılında 'Stroke' dergisinde yayımlanan ve 15 bin hastayı içeren bir değerlendirmede, tansiyon hastalığı ilaçlarla gerektiği gibi tedavi edilirse, tekrar inme geçirme riskinin yüzde 25 azaldığı saptandı.SONUÇ: Nergis Hanım'ın yüksek tansiyonu ilaçla ve ilaçsız (kilo verme, düzenli egzersiz, az tuzlu, sebze ve meyveden zengin sağlıklı beslenme) tedavi edilirse tekrar inme geçirme riski ciddi olarak azalır. Metabolik sendromTürkiye'de sık rastlanan metabolik sendrom, damar sertliğine yol açan ve böylece inmeyi de kolaylaştıran bir ortamı ifade ediyor. Merkezinde vücudun şekerli maddeleri kullanmak için ihtiyacı olan insülin hormonu var. Metabolik sendrom denilen durumda organlar insüline zor cevap veriyor ve bu nedenle pankreas daha fazla insülin üretmek zorunda kalıyor. İnsülin direnci denilen bu durum, damar sertliğinin oluşumunda ve gelişiminde çok önemli rol oynuyor. Metabolik sendrom teşhisi koyabilmek için 5 özelliğe bakılıyor: Bel çevresi, yüksek tansiyon, trigliserid adlı kan yağı yüksekliği, iyi kolesterol (HDL) düşüklüğü ve kan şekeri yüksekliği. Bunlardan 3'ü varsa teşhis konuyor. Nergis Hanım'da Türkiye'deki kadınların birçoğunda olduğu gibi bu özelliklerin çoğu var. SONUÇ: Metabolik sendromla başta sağlıklı beslenme, düzenli egzersiz ve kilo vererek, gerekirse ilaç alarak mücadele etmek, tekrar inme geçirme riskini azaltmak için olmazsa olmaz. Kan yağlarıYapılan birçok karşılaştırmalı çalışmada, statin grubu kolesterol düşürücü ilaçların, kalp krizini önlemelerinin yanı sıra inme riskini üçte bir oranında azalttığı görüldü. 90 bin hastayı içeren bir toplu değerlendirmede kötü kolesterol ne kadar fazla düşürülürse inme riskinin de o ölçüde azaldığı sonucuna varıldı.SONUÇ: Yetersiz kanlanmaya bağlı inmelerde kan yağlarındaki anormalliklerin düzeltilmesi için hayat tarzı değişiklikleriyle beraber statin grubu kolesterol düşürücü ilaçların da kullanılmasında yarar var.Sigara ve alkolSigaranın inme riskini artırdığı birçok araş-tırmayla kanıtlandı. Sadece sigara içenlerin değil, pasif içici olarak başkalarının sigarasının dumanına maruz kalanların da riski yüksek. Fazla alkol alanlarda inme riski yükseliyor. Bir iki kadeh içkinin bir zararı yok, belki olumlu etkisi bile var ama fazlasının zararlı olduğu kesin.SONUÇ: Her türlü tütün ürününden uzak durmak inme için alınacak ilk önlem. Aşırı alkol tüketimi beyne zarar veriyor.Kalbin rolüİnmeye neden olan kalp hastalıklarının başında 'atriyal fibrilasyon' gelir. Birçok kalp hastalığında görülen bu düzensiz ve hızlı kalp atımı her zaman belirti vermeyebilir. Teşhis etmek için kalp atımlarını bir süre, sürekli izleyip kaydetmek gerekebilir. Kalp kasının zayıfladığı durumlarda, kalp kapak hastalıklarında, yapay kalp kapağı varsa kalpte oluşabilecek pıhtıdan kopacak bir parçanın beyne gidip inmeye yol açması mümkün. SONUÇ: Kalp hastalıkları sıkça inmeye neden olabilir. Bu hastalıklarda özel bir pıhtı önleyici ilaç olan warfarin (ticari adı Kumadin) kullanmak gerekebilir. Şah damarı dar mı?Şah damarlarında yüzde yemişin, hatta yüzde ellinin üstünde bir darlık varsa köklü tedavi yapmak gerekir. Araştırmalar şah damarındaki darlığın ameliyatla temizlendiği hastalarda, tekrar inme geçirme riskinin sadece ilaçla tedavi edilenlere göre daha düşük olduğunu ortaya koyuyor. Şah damarı darlıkları stent takılarak da tedavi edilebiliyor.SONUÇ: İnme geçiren hastaların şah damarlarının ultrasonla incelenmesi, ciddi darlıklar bulunursa ameliyat veya stent koyularak darlıkların açılması gerekir. Emektar aspirin Nergis Hanım'ın kalbinde ve damarlarında inmeye neden olabilecek bir anormallik bulunmadı. Doktorları yazının başında belirtilen önlemlerin yanı sıra pıhtı önleyici tedavi önerdi. Bu tedavideki en önemli ilaç, emektar Aspirin tabletiydi. Son 20 yıl içinde Aspirin gibi kandaki pıtılaşmayı başlatan hücreleri bastıran birçok başka ilaç da piyasaya çıktı. Bunların aspirine ek olarak kullanıldığı durumlar olsa da, Aspirin inme tedavisindeki merkezi rolünü sürdürüyor. Nergis Hanım bu korkutucu tecrübeden sonra hayatını yeniden düzenleyip tavsiyelere harfiyen uyacağına söz verdi. Bunu başarırsa sadece inme riskini değil, kalp krizi ve ölüm riskini de çok ama çok azaltacak.Kansızlık atağı tehlike sinyaliAcil servise vardıklarında Nergis Hanım'ın durumu düzeltmeye başlamıştı. Beyin tomografisinde inme işareti olacak bir doku ölümü saptanmadı. İnmenin ilk 24 saatte bilgisayarlı tomografide görülemeyebileceğini söyleyen doktorlar bir de MR ile görüntüleme istedi. Sonuç aynıydı. Nergis Hanım'ın geçirmekte olduğu bir inme değildi ama ona yakındı. İngilizce adının başharfleri olan TIA olarak anılan bu durumda beynin bir bölümünün kanlanması geçici bir süre için azalır veya durur. Bu süre kısa olduğu için beyin dokusunda ölüm olmaz. TIA geçiren her 6 kişiden biri 1 yıl içinde büyük bir inme geçirir. Nergis Hanım'ın beyninde bir hasar görülmemiş olsa da yazıda sıralanan önlemlerin alınması büyük inmenin önlenmesi için gereklidir. Bu önlemlerin yanı sıra kalpte ve beyne giden damarlarda inmeye neden olacak bir durum olup olmadığına bakılmalı, varsa düzeltilmelidir.
Milliyet
1,326,249
Yazarlar
HAFTANIN TAKIMIALİAĞA PETKİMBeşiktaş Cola Turka karşısında müthiş bir tempoyla oynayarak 3. maçındaki ikinci galibiyetini aldı. 95 sayı atarak kazanmaları, taraftarlarına da unutulmaz bir gün yaşattı. EN İYİ OYUNCUJONATHAN GIBSON35 sayı, 6 ribaunt, 5 asist ve 2 top çalma ile oynayarak, Bursa ekibinin Trabzonspor karşısında ligdeki ilk galibiyetine ulaşmasını sağladı.SAVUNMACIKAYA PEKERBornova deplasmanında oyuna çok hızlı başlasa da, tek sıkıntısı ikili oyun savunması olan takımına ilaç oldu, rakibin boyalı alandaki etkinliğini durdurdu. 6. ADAMCENK AKYOLSüre aldığı anda kalitesini ortaya koydu. Pınar Karşıyaka maçında yüzde 100 isabetle oynayarak14 sayı attı, 4 ribaunt, 1 asistle maçın kopmasını sağladı.GENÇ?YILDIZCAN UĞUR ÖĞÜTÇok kötü günler geçiren Başkent ekibinde yüzleri güldüren tek isim. 18 yaşındaki oyuncu, yenilgiyi önleyemese de Antalya karşısında 15 sayı atarak dikkatleri çekti.COACHHALİL ÜNERBu kadar hızlı oynayan bir takımın, oyunun koptuğu 35. dakikaya kadar Beşiktaş gibi skor gücü çok yüksek olan bir ekibi 60 sayıda tutması, ciddi bir konsantrasyon işidir.
Milliyet
1,336,664
Yazarlar
YARIN, Kurban Bayramı'nın ilk günü... Geçtiğimiz cuma akşamı, televizyonda, ölümlü trafik kazalarının haberleri sıklaşınca, anlamıştım; tatilciler için bayramın o gün başladığını! Üzücüdür ve bir o kadar da ironiktir ki, her kurban bayramında, yüzlerce insanımızın kanları yollara akıyor. Oysa bunların hiçbiri ne kader, ne de alın yazısı... Nedir peki sebebi? Resmini çizdiğimiz(!) trafik canavarı mı? Haberiniz olsun, gelişmiş ülkelerin insanları, bu canavarı tanımıyor. 'Cehalet'tir en büyük canavar, sevgili dostlar, eğitimsizliktir...Bunun acı örneklerinden biri, ne yazık ki geçtiğimiz günlerde yaşandı. Sürücü belgesi almak için yapılan sınava, birilerinin, başkalarının yerine girdiği çıktı ortaya. Var mı bundan büyük cehalet? İşte böyle çıkıyor yollara, trafik canavarları... Bu cehalet, heyecan ve adrenalin dolu genç bedenlerle birleşiyor maalesef... İşin içine bir de alkol girince; ortaya çıkan manzaraları 'kaza' diye nitelendirmekte zorlanıyorum ben. Bu olsa olsa 'cineyet'tir. Değerli sürücüler... Lütfen, bayram süresince araç kullanırken dikkatli olunuz ve trafik kurallarına mutlaka uyunuz. İçinizdeki trafik canavarını sonsuza kadar gömünüz. Ülkenin dört bir yanında, bayram-seyran demeden görev yapan, yağmur-soğuk dinlemeden nöbet tutan polisimize de selam vermeyi unutmayınız. Temennimiz, bu kutlu günlerin; sevinçlerle, mutluluklarla, neşeyle geçmesi... Bayramınızı en iyi dileklerimle kutlar, kazasız yolculuklar dilerim.
Milliyet
1,340,105
Yazarlar
Meltem Mazıcı meltemmazici@gmail.com meltemmazici@gmail.com MEVSiMSEL DEPRESYON Sonbaharla birlikte değişen doğa, insanların ruhsal ve bedensel yapısını değişime uğratıyor. Mevsim sonbahar olunca yakınmalar artıyor.  Sebebi hormonlarMevsimsel depresyonun beyindeki 'epifiz' bezinin ürettiği melatonin hormonunun artmasından kaynaklandığı biliniyor. Bu hormon, karanlıkta artış gösteren ve fiziki hareketleri yavaşlatan, uykulu ve bitkin hissetmeye neden olan hormon. Sonbahar mevsimiyle beraber güneş ışığının azalması ve günlerin kısalması melatonin hormonunu artırıyor. Buna bağlı olarak da kendimizi daha yorgun, isteksiz hissetmeye başlıyoruz. Peki ne yapmalı?Yaşadığımız mevsimsel depresyona çözümler, nedenlerinde saklı. Bulunduğunuz ortamın ışıklandırılmasına, ısısına dikkat etmekle, mümkün olduğu kadar kış güneşinden yararlanmaya çalışarak, doğanında değişim içinde olduğunu ve bunun geçici bir süreç olduğunu unutmayın.  Güne başladığınızda ya da gün ortasında pencerenizi açıp derin bir soluk alın. Beyninize oksijen gitmesi sizi rahatlatacak, bulunduğunuz ortamdan 1-2 dakika bile olsa ayrılmak sizi yenileyecek, dışarıdaki koşturmayı görüyor olmak yalnız olmadığınızı hissettirecektir. Hareket etmek, en azından yürü- mek veya merdiven çıkmak hareket etme isteğini zamanla artıracaktır. Duygu durumumuza odaklanmamız ve depresyonun geçmesini beklemek ise süreci daha da uzatabilir. Yaşam alanınızı daraltan ve bizi geride bırakan ruh halinin uzun  sürmesi halinde destek almayı ihmal etmeyin.
Milliyet
1,330,283
Yazarlar
Komünist partilerin en güçlü adamı "genel sekreter"lerdi. "Güçlü" genel sekreter Sovyet sisteminin sembolüydü. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra komünist partiler birer birer genel sekreterlerini ve genel sekreterlik kurumunu lağvettiler. Genel Başkanlık sistemine geçtiler. Parti içi demokrasiye yöneldiler.Genel sekreterlik komünist ülkeler ve partilerde tarihe karıştı. Berlin Duvarı'nın yıkıldığı 1989 ve Sovyetler'in dağıldığı 1991 yılından sonra, Rusya dahil Sovyet bloğundan kurtulan ülkelerde artık "güçlü genel sekreter" görünmez oldu. Komünist partilerin bile vazgeçtiği sistemden CHP vazgeçmedi. Son güçlü genel sekreter gitmedikçe, CHP'nin statükoyu kırması, gençleşmesi, zamanın ruhunu yakalaması mümkün değildi. Bu nedenle Kemal Kılıçdaroğlu, dün yaşananları anlatırken, "korku imparatorluğunu yıktık" dedi.Değişimin gerçek tarihiKılıçdaroğlu, Mayıs sonundaki kurultayda CHP'ye genel başkan seçildiği gün "değişim başladı" yorumları yapılmıştı. Sürekli değişimden bahsediyordu Kılıçdaroğlu ancak bilgisi olmadan açıklamalar yapılıyor, değişim sloganıyla, partinin "geleneksel" politikalarını örtüştürmek için özel çaba sarf etmek zorunda kalıyordu. Asıl değişim dün başladı. Kılıçdaroğlu, liderliğini dün ilan etti. Düne kadar ise güçlü genel sekreterin gölgesinde bir "kamu partisinde genel başkan" görünümündeydi.CHP'nin aksaçlı yönetimleri Sovyetler Birliği'nin "politbürosuna" benzetilirdi. Bu benzetme CHP'li olsun olmasın hemen herkes tarafından benimsenmişti.CHP'nin politbüroyu devirmesi gerekiyordu. Kılıçdaroğlu'nun dün başlattığı hareketin amacı bu: CHP'de politbüro dönemine son vermek, parti içi demokrasinin sağlıklı işlediği bir CHP yaratmak.Politbüro eleştirisinden en fazla payı kuşkusuz eski lider Deniz Baykal alıyordu. "Baykal'la olmaz" yargısının temel nedenlerinden biri parti yönetimini hep aksaçlı ve kendisine bağlı isimlerden seçiyor olmasıydı.Deniz Bey, bu yapının kendisini de vuracağını bildiği için "politbüroyu" dağıtmaya karar vermişti. Kendisi Genel Başkan olarak kalacak ancak "güçlü genel sekreterliği" lağvedecek ve aktif genel başkan yardıcılarıyla, yeni bir CHP yapılanmasına yönelecekti. İşte CHP'de dünkü depremi başlatan yeni tüzük Baykal'ın bu düşüncesini hayata geçirmesi için hazırlanmıştı.Ancak Baykal da Önder Sav'ın kalesini yıkamamış ve tüzüğü uygulamaya koyamamıştı. Eğer genel başkanlıktan ayrılmak zorunda kalmasaydı, Kılıçdaroğlu'nun seçildiği kurultayda tüzüğü yürürlüğe koyacak ve Önder Sav'ı etkisiz hale getirecekti.Kırılma noktası Baykal'ın süresi bu değişikliğe yetmedi. Genel başkanlıktan ayrılmak zorunda kaldı. Genel Sekreter Önder Sav'ın, Kemal Kılıçdaroğlu'yla yaptığı genel başkanlık pazarlığının en önemli koşulu ise yeni tüzüğü kurultay kararıyla ertelemek oldu. Kılıçdaroğlu, genel başkan seçilmesinin Sav'a bağlı olduğunu bildiği için bu koşula itiraz etmedi. Kurultayda genel başkan seçimi heyecanı içinde deneyimli politikacı Kemal Anadol kaşla göz arasında, "yeni tüzüğün ertelenmesi kararını" hızla kurultaydan geçirip, tutanağa yazdı. Ancak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, "tüzüğü erteleyemezsin, yürürlükte, bunu uygula" kararıyla, bir bakıma CHP tarihinin belki de kırılma noktası olacak savaşını başlattı. Baykal'la Sav arasında yaşanacak mücadele, şimdi Kılıçdaroğlu'yla Sav arasında geçiyor.CHP, bu yapısıyla "güçlü genel sekreter" modelini terketmek zorunda. Çünkü bu yapı, dışarıda verilmesi gereken iktidar kavgasını, Türkiye gündeminin en kritik dönemlerinde içeriye taşıyor.
Milliyet
1,331,079
Yazarlar
CIA-The World Factbook'dan derlediğim aşağıdaki tabloda, seçilmiş ülkelerin nüfusları, doğum oranları ve Gayri Safi Milli Hasıla'ları (GSMH) karşılaştırılıyor. Nüfuslar, 2010 Temmuz itibariyle büyüme trendleri esas alınarak yaklaşık olarak alınmış ve Afrika ülkelerinde giderek büyüyen AIDS salgınının etkisi göz önünde tutulmuş."Doğum Oranı", her 1000 kişilik nüfusa göre yıllık doğum sayısını ifade ediyor. Bu orandan ölüm sayısı veya çocuk ölüm sayısı düşülmemiş; dolayısıyla, nüfusun net artışı değil doğurganlık (fertility) oranı incelemeye alınmış. Yani, veriler ülke nüfusunun gerçek artış hızını göstermiyor. Oranlar, yine 2010 Temmuz ayı nüfusları esas alınarak, bulunmuş."Milyar dolar" bazında ifade edilen ülke GSMH'ları, ABD'deki Satın Alma Gücü Paritesi (purchasing power parity) ile karşılaştırmalı olarak, 2010 yılı başı itibariyle hesaplanmış. Hesaplamada, 2009 yılı sonundaki döviz pariteleri kullanılmış. Bu rakamlardan, kişi başına düşen milli gelir de bazı sapmalarla hesaplanabilir ama kişi başı milli geliri oluşturan gelir kalemlerinin ne olduğu ve gelirin dağılımı da önemli. Petrol veya silah satılarak kolayca elde edilen bir milli gelirle, tekstil ihraç edilerek kazanılan milli gelir farklı oluyor. Bu nedenle, buradaki karşılaştırmalı GSMH rakamları önem kazanıyor.Ortaya çıkan gerçekler  ABD'nin GSMH gücüne hiç bir ülke tek başına yetişemiyor. Sadece Avrupa Birliği'nin toplam GSMH'sı (14.430), ABD'nin biraz üzerinde.Afrika ülkeleri, Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Filipinler ve Mısır durmadan ürüyorlar. Başbakan'ın istediği gibi "asgari 3 çocuk" yapabilen ülkelerin neredeyse tümü Afrika'da bulunuyor (Afrika ülkelerine sadece Yemen-Gazze Şeridi-Afganistan-Laos eşlik ediyor) ve bu ülkeler yokluk ve hastalıkla boğuşuyor. "Doğum oranı" düştükçe zenginlik ve kişi başına düşen milli gelir artıyor; çocuk ölümü azalıyor.Türkiye'nin "doğum oranı", tüm gelişmiş ülkelerden, Çin'den, Rusya'dan, İran'dan yüksek. Türkiye'nin oranı, Endonezya, Brezilya ve Meksika ile hemen hemen aynı seviyede.
Milliyet
1,334,166
Yazarlar
Barış Kuyucu barisk@cnnturk.com.tr Benimle oynar mısın? KONUŞTURAN FOTOĞRAF OKUMUŞ ÇOCUKLARDünden Bugüne Formula 12005 Formula 1 İstanbul Grand Prix'si denildiğinde neyi hatırlıyorsunuz?a) Şampiyon olan  Kimi Räikkönen'ib) Efsane pilot Schumacher'in yarış dışı kalışınıc) Başbakan R.Tayyip Erdoğan, Formula 1 Başkanı Bernie Ecclestone ve boksör Mike Tyson'ın çektirdiği fotoğrafıd) HepsiniEğer yanıtınız 'd' şıkkı ise bu kitap tam size göre. Yok, değilse de, yine size göre! F1'in görkemli ve hikayelerle dolu tarihini öğrenmek için 'tam gaz' bir kitap. Formula 1'in bir yarıştan çok, prestij mücadelesi, büyük şirket ilişkileri, siyasi dengeler gibi birbirinden farklı konuların birleştiği yer olduğunu anlamamızı sağlayan 'Dünden Bugüne Formula 1'kitabı'nda başka neler var neler:- F1'in atası olan yarışlarda otomobillerin atlar tarafından başlangıç noktasına getirilmesi- 1950 yılındaki ilk mücadeleyi Alfa Romeo ile   yarışan Guiseppe Farina'nın kazanması- Hitler'in hangi takımları   desteklediği- Ferrari, Senna ve Schumacher'in hayat hikayelerinden ilginç bilgilerUnutmayın dününü bilmeyen, bugününü anlayamaz!SANAL GERÇEK ZAYTUNG.COM'DAN SEÇMELER:- Özel hayatının kapılarını açan Rıdvan Dilmen, eşini yere göğe sığdıramıyor ama eklemeden de edemiyor: "Bir Alex değil tabii..." (Cey Cey bildirdi)- Fenerbahçe sağlık ekibi umulandan daha çabuk iyileşen Daniel Güiza'nın adalesinde yeni yırtıklar tespit etmek için kolları sıvadı. (Lombak bildirdi)- Dünya Hafıza Olimpiyat-ları'nda ülkemizi temsil edecek yarışmacı başvuru tarihini unuttu.- 8 yıl önce ceza sahası içinde kendini unutturan Meksikalı futbolcu ve ailesinin kavuşmasında sevinç ve gözyaşı vardı. (Yapboz bildirdi)- Türkiye Futbol Federasyonu teknik direktör Daum'un iki sezonluk kullanma hakkının bu seneden itibaren resmen Galatasaray'a geçtiğini açıkladı. (Onurberk bildirdi)- Brezilya'da 'De Souza'lar ile 'Dos Santos'lar arasında çıkan kavga, ülkeyi iç savaşın eşiğine getirdi. (Kristos bildirdi)OYNUYORUM ÖYLEYSE VARIMMONOPOLY TÜRKiYEParanız olmadan, istediğiniz şehirde ev sahibi olmak ister misiniz? Peki, evlerden vazgeçip şehirleri satın almak?Hayır; henüz emlak sektörüne el atmadık! Büyük bir konut projemiz de yok. Yaptığımız iş 'elçiye zeval olmaz!' diyerek, 'Monopoly Türkiye' oyununu tanıtmak.Çocukluğumuzun oyunu; zengin olma hayallerimizin en masum alanı Monopoly, Türkiye'ye özel oyunu ile geri döndü.Bir buçuk ay boyunca sanal ortamda verilen 700 bin'den fazla oyla seçilen 22 şehrimizin yer aldığı oyun, raflarda çoktan yerini aldı.Bilmediğimiz sokaklara, gitmediğimiz şehirlere yatırım yapma zorunluluğundan kurtardı.Bize de  Sinan Çetin ile reklam filmi çekmeden emlak zengini olma şansı doğdu:)Dikkat:- Giresun en değerli il; aman  'turizm cenneti' diye en düşük değere sahip Antalya üzerine büyük planlar yapmayın. - Karadenizliyseniz hiç yabancılık çekmeyeceksiniz: 7 ille katılımı en yüksek bölge Karadeniz.- Türkiye'nin en önemli turizm alanlarını ve kültür değerlerini oyunda bulabiliyoruz. - Oyunu hemen hemen bütün büyük oyuncak mağazalarında bulmak mümkün.UNUTULMAZBugün İtalyan yıldız Del Piero'nun doğum günü. '10 numara' adam, parayı değil 17 yıldır hep Juventus'u tercih etti. 'İstikrar' dedi, sahada 'klas futbolculuk' dersi verdi.  HAFIZA TESTi* Ronaldo ve Quaresma hangi takımda birlikte oynadı?* Monopoly Türkiye'de   en değerli il?* Del Piero kaç yıldır Juventus'ta forma giyiyor?Tüm bilgiler yukarıdaki köşemizde mevcuttur. Yanıtlarınızı bariskuyucu@aol.com'a bekliyoruz.
Milliyet
1,318,964
Yazarlar
KCK için kullanılan "PKK'nın şehir yapılanması" ifadesini yanlış buluyor Reyhan Yalçındağ Baydemir... Bu ifadenin  davadakiler için yanlış ve kasıtlı şekilde yaratılan bir algıya yol açtığını düşünüyor. KCK'nın, yönetimi şu anda Kandil'de olan, illegal, bünyesinde PKK'yı ve gerillalardan oluşan HPG'yi barındıran bir sistemin adı olduğunu vurguluyor...24 Aralık'ta, belediye başkanlarının da alındığı operasyon sırasında kısmen biraz rengini belli etti dosya... İlk günden itibaren bütün Türkiye'ye bu alınanların KCK'lı olduğu, bu kişilerin PKK'nın şehir yapılanması olduğu empoze edilmek istendiBunun birçok nedeni var. 1990'larda Şırnak'tan "korku imparatorluğu", "Girilmez, burası Şırnak" diye bahsedilir, hatta Şırnak'taki resmi görevliler bile "Şırnak Cumhuriyeti" derdi. Benzeri bir şey bu...Biz artık 7 bin 800 sayfalık iddianameyi ezberledik... Niye biliyor musunuz? Totali tekrar. Ve içinde, yüzde 40 kadın kotasını savunmak bile sırf Öcalan da bunu savunuyor diye KCK'lı olmanın delili olarak gösteriliyor29 Ekim Cuma günü saat 2'ye çeyrek kala Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi'nin önünde buluşmak üzere sözleştik, fakat ne gelen var ne giden... Beklemek dert değil de, Altan Burgucu'nun fotoğraf makinesi  araçtan çıktı bir kere dışarı; karşıdaki nöbetçi asker gözünü dikti Altan'a bakıyor; polis otosu az ileride, onlar da aynı şekilde farkımızdalar... Şimdi gelip bir şey diyecekler, belki kırk saat dert anlatmak gerekecek, o yüzden bir an evvel gelse de işimizi bitirsek diyoruz, fakat 20 dakika geçti hâlâ yok. Bizim şoför Erdinç, Altan, ben, sürekli gözümüzle kaldırıma yanaşmış siyah bir araç, resmi bir plaka, kapısında bekleyen bir şoför veya bir koruma arayıp duruyoruz. Ne de olsa gelecek olan bir büyükşehir belediye başkanının eşi. Protokolde yeri var, dolayısıyla bunların hepsine de kâğıt üzerinde hakkı var. Hele de Diyarbakır Cezaevi'nin önünde buluşacaksak işlerin daha kolay yürümesi için kesin böyle gelecektir diye bekliyoruz. Derken sonunda onu cezaevi kapısında toplanan tutuklu yakınlarının arasında buluyoruz. Örtülü, şalvarlı, çoluklu çocuklu, yaşlı, genç, kadın, erkek, karışık bir kalabalık çevresini sarmış, o da bir avukat olarak onların sorularını yanıtlamaya çalışıyor. Az ileride bekârken kendi kazandığı parasıyla aldığı 2003 model Opel Corsa'sı, elinde anahtarı, meğer 20 dakikadır o da bizi bekliyormuş. Peki hani nerede koruma, nerede şoför? Şöyle bir gülerek bakıyor; "Evet, benim eşim Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, bundan da gurur duyuyorum, ama ben Reyhan Yalçındağ'ım" diyor. "Bizim belediyecilik anlayışımızda ölçüsüz bir şekilde devletin imkânlarından faydalanmak yoktur. Aynı şekilde bizim kadın-erkek anlayışımızda da ölçüsüz bir şekilde eşin imkânlarından faydalanmak yoktur. Bu eşime de, bana da haksızlık olur...""Eyyyyvallah" diyoruz; dakika 1-Reyhan Yalçındağ 1... Hemen oracıkta sohbete koyuluyoruz. Bize neden altı yaşından beri bu cezaevine gidip gelmek zorunda kaldığını anlatmaya başlıyor ki, daha sakin bir yerde konuşalım diye sözünü kesip Diyarbakır Gazeteciler Lokali'ne geçiyoruz. 'Şehir yapılanması' lafı kasıtlıHava ılık, ortam sakin, lokalin bahçesine oturuyoruz. Biz bir soruyoruz, Reyhan Hanım bin yanıtlıyor. Ne düşünüyorsa aynen söylüyor ve doğrusu daha söyleşimizin başlarından itibaren karşımızdaki bu genç kadını gündemden hiç düşmeyen, ünlü bir belediye başkanının eşi olarak değil de, bir hukukçu ve insan hakları savunucusu Reyhan Yalçındağ olarak dinlemeye başlıyoruz. Kendisini öyle dinletiyor... İlk savunmasını henüz 23 yaşındayken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) İngilizce yapmış, bugüne kadar AİHM'de girdiği yaklaşık 100 davadan birini bile kaybetmemiş, uluslararası insan hakları hukukuna hâkim bir avukat o. Şu anda da haberlerde adı sık sık geçmekle beraber hâlâ ne idüğü özellikle ülkenin batısında tam olarak anlaşılamamış "KCK davası"nın avukatı... Biz de zaten kendisine ilk olarak "KCK nedir?" diye sorduk:KCK için herkes kendi bilgisine, meşrebine göre tanımlar yapıyor. Peki bu davanın avukatı olarak siz KCK'yı nasıl anlıyorsunuz; nedir KCK?Bir kere bir Kürt olarak ve en azından uzun süredir bölgede yaşayan, burada insan hakları savunuculuğu yapan biri olarak biliyorum ki, yönetimi şu anda Kandil'de olan, illegal, bünyesinde PKK'yi ve gerillalardan oluşan HPG'yi barındıran -onlar kendilerini böyle tanımlıyorlar- bir sistemin adı KCK... Dolayısıyla KCK davasından tutuklananlar için kullanılan "PKK'nın şehir yapılanmaları" ifadesi de doğru mu olmuş oluyor?Tam tersine, bu tamamen yanlış ve kasıtlı yaratılan bir algı. Bu hiç doğru bir ifade değil. Önümüzdeki günlerde avukatlar olarak savunmamızı yaparken de bunu çok ayrıntılandıracağız; bir kere yaygın bir biçimde bu şekilde kullanmış olması nedeniyle medyaya karşı bizim ciddi bir kırgınlığımız var. Çünkü bu ifade bir oldubittinin, bir infazın, davayı "Bunlar zaten yasadışı örgüt üyesi, bütün çalışmalarını bunun için yaptılar" diye lanse edebilmenin spotuydu: "PKK'nın şehir yapılanması." Oysaki ilk operasyonun yapıldığı 14 Nisan 2009 tarihinden itibaren bu başlıkla bu haberler her gün her gün verilirken hiç kimse bir gelip bize sormadı bile. Nereden çıktı bu başlık? Kim çıkardı? Bu dosyanın üzerinde bir gizlilik kararı var, avukatlar olarak içerik hakkında biz dahi tek satır bilmiyoruz, hele de ilk operasyonlarda gözaltına alınanlara aylarca yargı makamı tarafından tek bir soru bile sorulmadı, ki operasyonun ne olduğu açığa çıkmasın, kimsede bir fikir oluşmasın diye... Ancak 24 Aralık'taki belediye başkanlarının da alındığı operasyon sırasında kısmen, o da üç-dört soru sorularak biraz rengini belli etti dosya... Hal böyleyken gerçekten insanlar buna niye inandırılmak istendi, ilk gününden itibaren niye KCK operasyonu dendi, bunu şimdi geriye dönüp bir hatırlamak lazım, çünkü o günlerde bütün Türkiye'ye bu alınanların KCK'lı olduğu, bu kişilerin PKK'nın şehir yapılanması olduğu empoze edilmek istendi. Siz neden olduğunu düşünüyorsunuz?Birçok nedeni var. Birincisi, hatırlarsanız 1990'larda Şırnak'tan "korku imparatorluğu", "Girilmez, burası Şırnak" diye bahsedilir, hatta Şırnak'taki resmi görevliler bile "Şırnak Cumhuriyeti" derdi. Benzeri bir şey bu. Yani bu coğrafyada çocukların tutuklanmasını protesto etmek için bir basın açıklamasına giderseniz düşüneceksiniz artık. Yüzde 40 cinsiyet kotasını talep ederseniz de düşüneceksiniz, kadın-erkek fırsat eşitliğiyle ilgili bir yasa değişikliği çalışması içindeyseniz de düşüneceksiniz, bölgeler arası gelişmişlik farkına karşı bir görüş savunuyorsanız da düşüneceksiniz. Çünkü bundan dolayı tutuklandı insanlar. KCK'lı diye?Tabii... Bakın iddianamenin özetini günlerdir savcı beyler dönüşümlü olarak okuyorlar ve biz artık ezberledik iddianameyi...7 bin 800 sayfayı mı?Evet, 7 bin 800 sayfayı ezberledik. Niye biliyor musunuz? Totali tekrar. 151 sanık, 104'ü tutuklu, bunların biriyle ilgili diyelim ki 30 sayfalık bir telefon konuşması, 85 kişide de var, diyelim ki biriyle ilgili 45 sayfalık bir yazı, 90 kişinin bölümlerinde de 90 kere var, iki kişinin arasındaki bir konuşma hiç alakası yokken 20-30 kişinin de dosyasına konmuş. 7 bin 800 sayfa denince yine de insan devasa bir iddianame hazırlandığını düşünüyor?İşte ne yazık ki böyle hukuk hilelerine dahi başvurulmuş görünüyor, oysa mini minnacık bir iddianame... Ve içinde demin de dediğim gibi yüzde 40 kadın kotasını savunmak bile sırf Öcalan da bunu savunuyor diye KCK'lı olmanın delili olarak gösteriliyor.Sizce anlamı ne bunun?Yani "Herhangi bir muhalif hareketin içinde olma, çünkü seni rahatlıkla tutuklarım" deniyor. Bakın şu anda hemen her ilimizin nur topu gibi bir KCK dosyası var. Siz biliyor musunuz ki sadece Kürt nüfusunun yoğun illerde değil, Aksaray'ın da, Balıkesir'in de, İzmir'in de, Sakarya'nın da KCK'sı var. Toplam sanıkların sayısı 1680. Şu anda galiba sadece Karadeniz'de yok, ama periyotlar halinde, hemen her bölgede bir KCK dosyası açtılar. Demin "Korku imparatorluğu" derken de aslında bu anlamda geçmişin kötü bir tekrarının yaşandığını işaret etmeye çalışıyordum. Empoze edilmek istenen bu korku mu diyorsunuz?Bakın, biz insan hakları savunucuları olarak bunu "psikolojik harp" olarak tarifliyoruz. Çünkü böylelikle o legal, demokratik alanda, o meşru bir şekilde yürüttüğünüz tüm haklar mücadeleniz, toplumu dönüştürmeyle alakalı mücadeleniz, yani burada, şu şehrin ortasında yürüttüğünüz mücadelenizin önüne geçilmek isteniyor. Size bunu şöyle anlatayım: Ben aynı zamanda bir anneyim. Siirt KCK dosyasından tutuklu Belkısa Epözdemir dönemin DTP'nin il genel meclisi üyesi, eşi  Tüm Bel-Sen Şube Başkanı. Bunların üç çocukları var. Aynı operasyonda benzer konumda bir kadın tutuklu, onların da iki çocukları var. İHD Siirt Şube Başkanı da tutuklu. Ve bunların sorgu zaptlarını okuduğumda şoka girdim. TMK mağduru çocuklara kart atmak, onlarla dayanışmak için basın açıklamaları düzenlemek ve sıkı durun, bu tür basın açıklamalarına giderken özellikle kadınları arayıp davet etmek, İHD Genel Merkezi'nin cezaevlerindeki hak ihlalleriyle ilgili bütün şubelere yapın dedikleri bir basın açıklamasını Siirt'te yapmak...Yalnız bu anlattıklarınız 90'lı yıllardan daha geri bir durum?Korkunç... Ve demin ben de bir anneyim dedim ya... Benzer mücadele içerisinde olan bir sürü kadına ne demek bu? Ne demektir sizce bu gerekçelerle 18 aydır tutuklu olmaları?Siz söyleyin, nedir?Mesaj şudur: Aynı akıbet sizi de bulacaktır. Evlerinizde kuzu kuzu oturun. Bu meseleler sizin meseleniz değil. Size sunulanla yetineceksiniz, demokrasi mücadelesi vermeniz sizin haddiniz değildir. Oysa düşünün, üç çocuğuna rağmen bu kadın sokağa çıkmış, il genel meclisi üyesi olmuş, evet basın açıklamaları organize etmiş, evet hak ihlallerine karşı durmuş ve TMK mağduru çocuklara destek için postaneye gidip dayanışma kartları atmış. Peki şimdi siz bu kadını tutuklayarak ona ne demiş oluyorsunuz?Ölen çocukların sayısı son 7 yıl içinde, AKP döneminde değişmediİyi de şu da söylenemez mi: "Bunlar eskiden de olmuyor muydu? Üstelik bir de eskiden faili meçhul cinayetler yaşanıyordu?" En tehlikeli bakış açısı da bu biliyor musunuz? Bu ülkenin Başbakanı da bir tarihte bunu söyledi zaten; "Ensenize sıkılan kurşunları ne çabuk unuttunuz?" dedi. Yani bakar mısınız? Ben bunu asla kabul etmiyorum. Bir kere o yıllarda yaşananlar insanlığa karşı işlenen suç olarak tariflendi. Türkiye yüzlerce davada mahkûm oldu. Strasbourg'daki süreçleri en detaylı bilen avukatlardan biriyimdir ve AİHM dedi ki, "Bu ülke sınırları içinde hiçbir şekilde hukuk işlememiştir. Güneydoğu'da sistematik hak ihlalleri yaşanmıştır." Tarihe böyle kara notlar düşüldü 90'lı yıllarda, ama şimdi biz AB'yle müzakere halinde bir ülkeyiz, değil mi? Koca koca laflar ediyoruz. "İleri demokrasiye geçtik" diyoruz. Hatta sadece kendimize değil, "Ortadoğu'ya da demokrasi götürdük" diyoruz. Bir de üstelik bunları gerinizde 3 bin 800 yakılmış köy, 4 milyon zorunlu göç mağduru, binlerce faili meçhul cinayet, binlerce işkencede fizik ya da akıl sağlığını yitirmiş insan ve geleceğini kararttığınız binlerce çocuk dururken söylüyorsunuz. Yok böyle bir şey... İnanın yok yani...Ha ama eğer yine de sizin için tek demokrasi ölçüsü yaşam hakkının korunması, artık faili meçhullerin olmaması ise onu da söyleyeyim: 1989 ile 2010 yılları arasında sadece bizim tespitini yaptığımız asker, polis mermisi, mayın ya da serbest patlayıcıyla ölen çocukların toplam sayısı 372. Ve AKP'nin iktidarda olduğu son yedi yılda bu sayıda hiçbir azalma yok. En son iki ay önce öldü bir çocuk. Bizim çocuklarımız bu coğrafyada hâlâ balkonda annesinin memesinden süt emerken ölebiliyor. Ve failleri ya hiç yargılanmıyor ya da çok azı yargılansa bile davalar beraatla sonuçlanıyor. Dolayısıyla bizim çocuklarımız değil enselerinden, hâlâ alınlarından yedikleri kurşunla ölüyor. Peki ama mesela Ergenekon operasyonları sırasında da bu çok söylendi, "Telefonlar dinleniyor, ama hiç değilse artık işkence yok. Bu da bir adımdır" diye. Herhalde KCK sanıklarına da işkence yapılmadı? Sizce de hiç olmazsa bu önemli bir gelişme değil mi?Devrim Hanım işkencenin tanımı çok geniştir. Sizi temin ederim ki yıllarca insan hakları mücadelesi verdikten sonra bu dosyadan tutuklu olan insanlar için bu durumun kendisi bir işkencedir. Hele de cezaevi koşullarını düşünürseniz, yargılamadaki haksızlıkları düşünürseniz, ilk günden beri olayın medyada veriliş şeklini, kendilerine bile ait olmayan konuşmaların isimleriyle çarşaf çarşaf yayımlandığını düşünürseniz, çoktan infazları yapılmış, cezaları bile kesilmiş gibi yaratılan şu atmosferi düşünürseniz, bunlar da zaten işkencedir.   Şimdi eminim tüylerinizi diken diken edecek bir şey soracağım, ama sanki bir Ergenekon davası avukatını dinliyorum şu an? YARIN:...diye sorduk ve yanıtını da aldık. Hem o yanıt, hem "Acaba bu operasyon Gülen'le Kürt hareketini karşı karşıya getirme operasyonu mu?" dedirten şüphesinin nedeni, hem de davaya ilişkin en büyük korkusu yarınki bölümde.CEPTEN TALİMAT VERME, SENİ DE KCK'DAN ALIRLAR"Osman Bey'le çok uzun yıllardır biz neredeyse hiçbir yemeği beraber yiyemedik. Çok geç geliyor. Çocuklar da küçük olduğu için erken uyuyorlar. Ve bazen de bu durumdan kötü etkileniyorlar. Özellikle küçük kızım babaya çok düşkün. Yine günlerdir babasını görmediği bir gündü. O gün artık Osman Bey'den söz aldım, 'Tamam, söz akşam yemeğine yetişeceğim' dedi. Fakat yine söylediği saatte gelmedi. Sürekli arıyorum, 'Tamam' diyor, ama aradan zaman geçiyor, yine gelmiyor. Çocukları da uyutmadım. Sonunda artık dayanamadım, açtım ve biraz da bağırarak 'Derhal şu an yaptığın işi bırakıyorsun ve çabuk eve geliyorsun. Hiçbir mazeret kabul etmiyorum. Nokta!' dedim. Osman da o kadar sakin bir insandır ki... Bana gülerek, "Hayatım sakin ol, öyle çok bağırma. Biliyorsun her an KCK şüphelisi olma riski taşıyorsun. Bana bağırarak talimat verdiğin için*her an gözaltına alınabilirsin... O yüzden şimdi ben nasıl senin talimatın üzerine toplantıyı bırakıp derhal eve geleceğim?" dedi. Tabii çok güldük o an... Aslında şaka gibi de değil mi? Ama değil işte... Bu bizim gerçek hayatımız..."(*Baydemir burada "KCK üyelerinin kendisine talimat verdikleri" iddiasıyla açılan davaya ironik bir atıf yapıyor.)AİHM'DE HİÇ DAVA KAYBETMEDİReyhan Yalçındağ Baydemir, 1974 Diyarbakır doğumlu. Özel Karacadağ Koleji'nin ardından Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Dicle Üniversitesi'nde kamu yönetimi mastırı yaptı. Babası MEB'den emekli bir işçi. Üç kardeşler. Ağabeyi öğretmen, erkek kardeşi biyoloji mastırı için Fransa'da. 14 yıldır avukat. Uzun yıllar insan hakları alanında çalıştı. Avrupa-Akdeniz İnsan Hakları Ağı ve merkezi Paris'te olan Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu gibi çok sayıda örgütte yönetim kurulu üyeliği dahil çeşitli görevlerde bulundu. Brezilya, Sudan ve Güney Afrika'daki çalışmalara katıldı. Tamamı mayınlanmış köylere girmekten gece yarısı adliyede silahlı baskına uğramaya, parçalanmış çocuk otopsilerinden toplu mezar açtırmaya kadar pek çok trajik ve tehlikeli olaya tanıklık etti. Kendisi de 1994 yılında işkence mağduru oldu. İnsan Hakları Derneği'nin Genel Başkan Yardımcılığı'nı, kısa bir dönem de Genel Başkanlığı'nı yaptı. Halen İHD Onur Kurulu üyesi. AİHM'de mahkemenin resmi dillerinden biriyle (İngilizce) 23 yaşında savunma yapan, Türkiye'den ilk avukat. Aralarında köy yakılması, gözaltında tecavüz ve kayıp davalarının bulunduğu yaklaşık 100 dosyayı AİHM'de savundu ve tamamını kazandı. Halen 28 Mart 2006 ölümleri, 12 yaşındaki Uğur Kaymaz'ın vurulması, N.Ç.'ye tecavüz ve bazı gözaltında tecavüz davalarına bakan Yalçındağ, KCK'yı da AİHM'ye götüren avukat. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir'le 2004'te evlendi. Mir Zanyar (4 buçuk) ve Ranya'nın (2) annesi. Zanyar Kürtçe "Bilgin", Ranya Soranca "Hoşgörü, bilgelik" demek. Ranya aynı zamanda Filistin intifadasında öldürülen ilk kız çocuğunun ismi. Bu arada Baydemir'in anadili Kurmanci, Yalçındağ'ın Zazaca.NOT: İddianamenin özetinin okunmasının bu akşama kadar bitmesi bekleniyor. Yarından itibaren ilk müvekkillerin sorgusuna geçilecek. Büyük bir olasılıkla sorgular 12 Kasım'da bitecek ve tahliyelerin olup olmayacağı da o cuma günü belli olacak.
Milliyet
1,335,315
Yazarlar
, Pazar| Siyaset / Yazar Yazısı Fikret Bila YönMilli gemi Heybeliada14 Kasım 2010 Milli Gemi Projesi'nin (MİLGEM) ilk ürünü olan , deneme için denize açıldı. Seyrini başarıyla sürdürüyor. Heybeliada'nın denize indirilişi törenine katılmıştım. Gurur vericiydi. ilk kez milli savaş gemisini üretmiş ve denize indirmişti. Tarih 27 Eylül 2008'di. Denize indirilen Heybeliada'nın sadece teknik olduğunu, henüz motoru ve elektronik donanımı olmadığını öğrenince biraz hüzünlenmiştim. 'ndan yetkililere sormuştum, Heybeliada'nın ne zaman yüzeceğini ve gemiyi yüzdürecek ve yönetecek donanımın milli olup olmayacağını. Yetkililer, kısa sürede geminin yüzer hale geleceğini ve elektronik donanımının da büyük ölçüde tarafından üretilecek sistemler olacağını söylemişlerdi. Dedikleri gibi de oldu. Heybeliada bir yıl içinde donanımına kavuştu ve denize açıldı. Türkiye ilk milli savaş gemisini üretti. İkincisi de yolda. Büyükada adını alacak olan ikinci korvet yapım aşamasında. Milli savunma Türkiye, savunma açısından önemli ölçüde dışa bağımlı bir ülke. Savunma Sanayi Müsteşarlığı'nın koordine ettiği milli kuruluşlar son yıllarda önemli başarılara imza attılar. TAİ, ASELSAN, HAVELSAN, ROKETSAN gibi kuruluşlar, Türkiye'nin savunma sanayinde dışa bağımlılığını hızla düşüren kuruluşlar oldular. Bu kuruluşlar, sadece 'nin ihtiyaçlarını karşılamakla yetinmiyor, da yapıyorlar. Savunma Sanayi Müsteşarı Murat Bayar'ın verdiği bilgiye göre, savunma sanayinde yerli katkı oranı yüzde 46'yı buldu. Savunma sanayimiz 25 milyar dolarlık bir taahhüt taşıyor. Bu önemli bir gelişme. Savunma Sanayi'nin güçlenmesi sadece askeri alana hizmet etmiyor. Ayrıca birçok özel kuruluş da üretim sürecine katkı veriyor. Bu yolla hem geliştiriliyor hem de istihdam olanağı yaratılıyor. Geç bile kalındı Türkiye'nin, 21. yüzyılın 10 yılı geçilmişken milli gemisini üretmiş olması aslında geç kalınmış bir aşama olarak görülebilir. Türkiye bu olanaklara, bu teknolojiye ve bu mühendislik bilgisine çok daha önce ulaşabilmeliydi. Ayrıca sadece milli gemi değil, milli uçağını da milli tankını da yapabilmeliydi. Savunma Sanayi, milli eğitim uçağı ve milli tank projelerini de yürütüyor. 1974'de alınan ders Tarihe baktığımızda Türkiye hiç de küçümsenmeyecek bir milli savunma sanayine sahip. Düşünün ki, uçak 1903'te White kardeşler tarafından icat edildikten sadece 5 yıl sonra Osmanlı hava kuvvetleri de sahip. Hava Kuvvetlerimiz kuruluş yılı olarak 1911'i esas alıyor. Osmanlı döneminde 1700'lü yılların başında ilk denizaltının üretildiği bilgisi var. Cumhuriyet döneminde onlarca uçak üretmiş. İlk özel girişimci olarak Nuri Demirağ'ın uçak fabrikasında uçaklar üretilmiş. , Demirağ'ın fabrikasına uçak siparişi vermiş. Ama yine biliyor ki, Türkiye, milli savunma sanayini neredeyse kendisi boğmuş. Özellikle 'ya başvurduktan sonra. Demirağ'ın uçaklarının uçuş lisansı tarafından iptal edilmiş. Demirağ, bütün ömrünü ve servetini haklı olduğunu kanıtlamak için harcamış... Türkiye savunmasını dahi ulusal sanayiye değil dışa bağımlı hale getirmiş. Yenidünyanın kurumlarına girmenin bedeli gibi görünüyor. Ancak ulusal sanayiden yoksunluğun sakıncaların 1974 sonrasında görmüş Ankara. ve diğer batılı ülkelerin uyguladığı silah ambargosunun Türkiye'yi nasıl sıkıştırdığı belleklerde. Uçaklarına, gemilerine, tanklarına bulabilmek için ne kadar zorlandığı biliniyor. Hatta ambargoyu delmek için yurtdışında açılan özel hesaplara paralar aktarıldığı, o paralarla piyasalardan yedek parça alındığı biliniyor. Heybeliada'nın önemi İşte Heybeliada, bu nedenlerle çok önemli bir dönüm noktası. Bu sonuç, 1974'ten sonra başlatılan "kendi uçağını kendin yap", "kendi gemini kendin yap" kampanyalarının ve o kampanyalarla vücut bulan ulusal savunma sanayine dayanıyor. Bayram arası Bayramda yazılarıma kısa bir ara vereceğim. Bayramın üçüncü günü Cumhurbaşkanı 'ün katılacağı Lizbon'daki 'ni izleyeceğim. Bayramın son günü bu köşede buluşmak üzere 'nızı kutlarım.
Milliyet
1,341,360
Yazarlar
Sıklıkla tarz değiştirmenin en büyük tehlikesi, 'birikim' oluşmasını engelleyerek 'geleneğin' güçlenmesine izin vermemesidir.İyi futbolun akıl, yetenek, bilgi ve 'gelenek'ten oluştuğunu bilmeyen yoktur. Malum, ülkemizde çoğunluk oyunu sonuç üzerinden değerlendirmeye alıştırılmıştır. Bunun formülü de bellidir; "Yenince şahane yenilince kepaze..."Hollanda ile oynanan hazırlık maçında milli takımın özellikle golü yedikten sonra ortaya koyduğu 'ruh', kanımca memleketin hakikatidir. Bu can havliyle saldırma haline bir tür 'Fatih Terim kalkışması' da diyebiliriz...Oyun şuurunu terk edip, enerjiyi son damlasına kadar kullanarak rakibi ablukaya bağlı karambolle berhava etme üzerine kurulu bu 'kaotik futbol', ne yazık ki bu kez muradına eremedi. Yine de üç aşağı beş yukarı herkesi 'gelecek' için umutlandırdı. Çünkü 'çocuklar' yeniydi, hevesliydi...Ancak özellikle 60. dakikadan sonra ortaya konan 'diriliş', o büyük eksikliği bir kez daha gösterdi; futbol süratli ama sakince ve 'kontrol sende' oynandığında süreklilik arz edip, sonuç veriyor.Ne yazık ki, 'vatan, millet, Sakarya' her zaman iş yapmıyor. Yapmadığı için de "Bir turnuvada var, iki turnuvada yok" tarzı mehteran yürüyüşüne dönüyor mesele.Oysa 'ruh' ile 'aklı' birleştirmeye çoğunlukla ramak kalıyor. Fakat gerek memleket toprağının verimiyle ilgili sorunlar, gerek 'imha ediciliği' eleştiri sananların kitlesel büyüklüğü bu terkibin mümkün kılınmasını engelliyor.Hollanda'yı da izledik... Süratli, sakin ve inatçıydılar. Ne yaptıklarını göstere göstere oynuyorlardı. 'Batı hayranlığı' demeyin buna daha çok akla, şuura duyulan saygının ifadesi bu sözler.Geçen maçlar için Guus Hiddink'i topa tutanlar muhtemelen değişen kadronun kendi eleştirileri sonucu olduğunu iddia edip yine şişineceklerdir. Burası Türkiye, şaşacak bir şey yok. Hollanda'yı izlerken acaba kaçımız Hiddink'ten ne çok şey öğrenebileceğimizi düşündü, bilemiyorum... Rahatlıkla becerdiğimiz tarz ile 'yeni bilgi'yi buluşturmaya bir kez daha ramak kaldı. Araya güçlü çapaklar girmezse yine bir umut belirdi ufukta. Bakalım heba etmek için yine kimler çaba gösterecek? Hazırlanın! 'Süper yıldız'lar gelecek!Ara transfer sezonu yaklaşıyor. Hazırlanın yine, "Falanca gidiyor filanca geliyor" iddiaları kaplayacak ortalığı. Muhtemelen Fener'in yarısı gönderilecek, Beşiktaş'ta yabancı kalmayacak, Galatasaray baştan ayağa 'yenilenecek.' Dersiniz ki, futbolcuların hayatları yöneticinin iki dudağı arasında.Taraftar da alttan alta yeni gelenle birlikte takımın şaha kalkacağı inancıyla bir sonraki sabaha daha mutlu uyanacak!Ama öyle bir ülke ki burası sondan iki maçı iyi oynarsan yırttın! Kimsenin aklında senle ilgili olumsuz bir şey kalmıyor... Hadi diyelim birileri gitti... Sonra... Quaresma oynayacak Beşiktaş kaybedecek, Misimoviç ortalayacak Galatasaray yenilecek, Niang vuracak Fenerbahçeli üzülecek...İnanmak istemiyoruz ama futbol tam da böyle bir oyun. Hayatımız gibi; sevincimiz kadar kederimiz de olacak, belki daha fazla olacak. Kazancımız kadar kaybımız, eğlencemiz kadar hüznümüz... Futbol bizi daha bir sürü şeyle birlikte hayatın zulmüne, kederine, acısına karşı daha dirençli kılacak. Bizi yarınlara hazırlayacak... Koş baba koş da nereye kadar?İşlerin kötü gittiği anlarda memleket evladının büyük hasletlerinden biri 'arkadaşına sallamaktır.' Beşiktaş peş peşe puan kaybettiği haftalarda İbrahim Üzülmez, Fenerbahçe kaybettiğinde Volkan Demirel ağız birliği etmişçesine "Takımda yeterince koşmayanlar var" dediler... Hoş mu sizce?Biri kalkıp Volkan'a "Yediğin o hatalı goller yüzünden kaç sene kıl payı şampiyonluk kaçtı" diye hatırlatsa...Ya da Üzülmez'e, "Sen o kadar koşuyorsun da yıllık isabetli gol ortalaman ikiyi geçmiyor. Bari geride dur da gol yemeyelim" dese... İkisi de doğru olmaz değil mi? Futbol da hayat gibi, 'iyi takım'la oynanır. İyi takımın yoksa istediğin kadar koş, boşa terlersin... İkisi de atamıyorsa sorun nerede!Maç hazırlık maçı... Yani 'deneysel' bir anlam içeriyor. Değişik varyasyonlar deneme şansı tanıyor hocaya. O da Umut Bulut'la Colin Kazım'ı değiştiriyor.'Beğenmeme ordusu'nun neferleri hemen çekiyor kılıcı... Deniyor ki; "Üst üste iki pozisyon bulan Umut'un yerine aylardır gol atamayan Kazım'ı alması...""Hocadan fazla hoca" olmaya meraklı insan çok bu ülkede. Umut aynı maçta iki kaçırdığının ardına üç daha kaçırsa bu kez "Golü bilmeyen adamın ne işi var o kadar dakika sahada" denecekti emin olun.Bir de 'gol atamayan Kazım' tanımlaması ile 'iki pozisyon üst üste girip de gol atamayan Umut' tanımlaması arasında bir çelişki yok mu sizce?Belki yanılıyorum ama bunların hepsi 'Hiddink'ten inatla bir şey öğrenmeme cephesi'nin işaret atışları gibi sanki... Guti geldi ve tavana 'tıpadı'Futbol hakikaten neşeli bir oyun. Yılların Mustafa Denizli'si Kasımpaşa maçının uzatmasında Guti'nin kullandığı penaltıyı kaleci Tolga çıkarınca, "Sol ayaklı penaltıcılar kalecinin sağına penaltı atmakta zorlanırlar. Hele ki, bir de boyları uzunsa" mealinden sözler etmişti. Oysa bence orada 'kaçırana' değil, 'kurtarana' bakılmalıydı...Bir hafta sonra Gençlerbirliği maçı... Yine penaltı ve topun başında yine 'sol ayaklı' Guti... Ancak bu kez, mahalle abilerinin tabiriyle söylersek, topu tavana 'tıpalıyor.' Gençlerbirliği kalecisi Serdar ise ters köşeye yatıyor. Bence bu örnekte de 'yiyene' değil 'atana' bakmak gerekiyor. Bakış açısı farkı işte!
Milliyet
1,325,025
Yazarlar
ELBETTE kutsal kitap Kuran-ı Kerim'de de bu konuda bir ayet var ama yorumlar farklı olabiliyor.Şu "örtünme" tartışmasına "örtünmenin miladından" girerek başlayalım."MÜSLÜMAN ZİHİNLER" kitabının yazarı profesör Rıaz Hassan'dan alıntılar yansıtıyorum:Mekke'de daha İslam'dan önce de kadınlar örtünüyorlardı.Sadece senede 1 gün örtülerini çıkarıyor, süsleniyor, damat adayları için kendilerini gösteriyorlardı.İslam'la birlikte örtünme sürdü.Ancak...Tüm kadınları kapsayan bir uygulama değildi.İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in eşlerine ve kızlarına getirilen örtünme gerekliliği zamanla diğer kadınlara da yayılmıştır."Ulema" bu kararlarını, Müslümanların Peygamber'in sünnetleri (davranışları) yolundan gitmeleri övgüye değer gerekçesiyle Hz. Muhammed'in etrafındaki kadınların bu geleneği sürdürmesi gerektiğine hükmetmiştir.Sünnetin tarihçesi ise şöyle: Hz. Muhammed ve onu takip edenlerin hakaretlere ve tacizlere maruz kaldığı ilk yıllarda Hz. Muhammed, eşlerine ve kızlarına halk içine çıktıkları zaman uzun peçeler takarak kendilerini korumalarını ve birbirlerini bu peçelerden tanımalarını emretmişti. Eşleri ve kızları yabancılarla bir örtünün arkasından konuşmalıydılar.İslam'ın ilk 200 yılına dair kanıtlar "kadınlardan iffetli bir şekilde giyinmeleri beklense de örtünmelerinin şart koşulmadığını" gösteriyor.İslam'ın üçüncü yüzyılına gelindiğinde örtünme ve kadınların soyutlanması geniş çapta yerleşmiş bir gelenek halini almıştı.Gene de kabile bölgeleri ve kırsal alanlarda bu geleneklerin herkes tarafından uygulandığı söylenemezdi.BAŞÖRTÜLÜ EĞİTİMDE FİİLİ DURUMBaşörtüsü ya da türban...Bu yasak hâlâ sürüyor mu sanılıyor?Fiili olarak "yasak duvarı" yıkıldı bile.Vakıf üniversitelerinde çok sayıda örtülü genç kızımız kampüslerde ve dershanelerde...Hiçbirine engel yok.Ders verdiğim bir vakıf üniversitesi sınıfında daha geçen yıl bile örtülü öğrencilerim vardı.Boğaziçi gibi bazı devlet üniversitelerinde de yıllardır yasak uygulanmıyordu/ uygulanmıyor.Diğer devlet üniversiteleri için de aynı şeyleri duyuyorum.YÖK Başkanı'nın değişmesinden sonra "yükseköğrenimde başörtüsü yasağına" esneklik uygulaması yayılıyor. Kısıtlamalarda ve yasaklarda direnen diğer üniversitelerde de kapıların açılması yakındır.Yani..."Bu sorun kendiliğinden çözüm yoluna girmekte" izlenimini veren işaretler yoğun.İçi boş yasalarHukuk fakültesi öğrencilerine "içi boş yasalar" anlatılır.Yasa vardır ama artık uzun süredir uygulanmaz.Bir de örnek verilir.Cumhuriyet'in ilk yıllarında "Men'i İsrafat (savurganlık yasağı)" konulmuştu kanunla.O yıllarda ulusça tasarruf önemliydi.Kurtuluş Savaşı'nın ekonomik çöküntüsü onarılıyor, temel yatırımlara öncelik veriliyordu."Men'i İsrafat" kapsamında "düğün giderleri de" sınırlanmıştı.Evlenecek çiftler şatafatlı düğün davetleri düzenleyemezlerdi.Zaman içinde bu yasal sınırlamaya kimse uymaz oldu.Zaten koyulan limit de "komik kertede küçük" kalmıştı.Yasa kâğıt üzerinde varlığını sürdürüyordu ama uygulamada yürürlükten kalkmıştı."Üniversitede örtünme"ye dönelim...Bugünkü fiili durum yaygınlaşacak ve çok da uzun olmayan gelecekte yüksek öğrenimde "başı kapalı/açık" tartışması gündemden düşebilecektir.Zamanın ruhu değişimi belirler.İktidar-muhalefet uzlaşmasıSatırlarım yanlış algılanmasın."Yeni yasal düzenlemeler yapılmasın, iktidar ve muhalefet uzlaşmasın" demiyorum.Tam tersine..."Zaten yasağın birçok yükseköğrenim kurumunda delindiğini, hatta bazılarında uygulamadan tamamen kaldırıldığını, kendiliğinden oluşan bu anlayış ikliminin, uzlaşma için ortamın daha uygun olduğunu" belirtmek istiyorum."Örtünme üzerinden" siyaset yapmak primi inişe geçti.Ana muhalefet partisi CHP'nin de "gelin birlikte bu konuyu çözelim" adımı AKP'ye "başörtüsüyle yüksek öğrenim" üzerinden siyaset rantını kesmeyi hedefliyor olabilir.Ama...Bunu yaparken kendi tabanından kopmalar olasılığını da "bugünkü fiili durum" azaltmakta.Yeni yasaları dayatan veya var olan yasalarda değişimleri zorlayan toplumun değişimidir.Türkiye elbette bu küresel kuralın dışında kalamaz.Toplumda uzlaşma yansıtan yeni uygulamalar kendi hukuki çerçevesinin eskizlerini çizmekte.
Milliyet
1,346,024
Yazarlar
Birkaç küçük ayak oyunuyla kışlık kıyafetlerin sıkıcılığı... - Ferhan İstanbullu Ferhan İstanbullu Spot GARDROBUNUZU ŞIKLAŞTIRMANIN VE KIŞLAŞTIRMANIN YOLLARI Birkaç küçük ayak oyunuyla kışlık kıyafetlerin sıkıcılığını kırmak, gardrobunuza ruh katmak elinizde. 1- İlk olarak şalların, eşarpların kıyafete ruh katmadaki gücünden yararlanmalısınız. Mesela            renkli desenli, ipek bir şal en sıkıcı griyi bile katlanılır kılar. Bu sezon, 70'lere dönüşün. O yüzden annenizin gardrobundaki eşarplara alıcı gözüyle bakmak, doğru bir ilk adım olacaktır. 2. Trikolar pekala gece için de çekici alternatif olabilir. Nasıl mı? Pulların, payetlerin gücünden yararlanarak! En pahalısından 30 TL'lik H&M versiyonlarına, mağazalar omuzları, cepleri boncuk işli  modellerle dolu. 3. Bazen bir çanta sapı dahi ufak bir operasyonla şık kolyeye dönüşebilir. Chanel modeli zincir saplı çantalara bir de o gözle bakın. 4. Farklı dokuları bir arada  kullanmaktan çekinmemek de tarzınızı kış bezginliğinden kurtarabilir. Grafik desenli ipek elbiseyi kalın dokulu hırka ya da kısa kazakla, hatta yapay kürkten bir boleroyla giyebilirsiniz. 5. Çoğu kadının kendine yakıştıramadığı, fazla iddialı bulduğu bir parça olan şapkalarla artık bu kış barışın! Özellikle önü hafifçe gözlere düşen fedora şapkalar kesinlikle en baştan çıkarıcı olanları. 6. Kolları bol inen bir paltonuz varsa bu kış kollarını dirseklere doğru kıvırın. İçinden kontrast renkte kazağınız gözüksün! 7. Bu kış parkaların nasıl da dişileşip modernleştiğinin farkında mısınız? Sizi kış boyunca hem ısıtacak hem de şık, dinamik gösterecek bir  parça var, o da parkalar. 8. Hiç sürpriz  olmayacak bir önerim  var sırada: Etekleri elbiseleri kalın topuklu botlar eşliğinde çıplak bacaklarla giymeyi deneyin. Çıplak tenin tartışmasız cazibesini uzun uzun anlatmaya ne hacet? Tabii soğuğa dayanıklıysanız. 9. Deri eldivenlerin yarattığı lüks efektine sakın sırtınızı dönmeyin. Özellikle dirseklere dek uzanan siyah, hele camel tonlarında olanlar anında şıklık tableti işlevini görüyor. 10. Bu defa büyünün rengi beyaz! "Zürefanın düşkünü, beyaz giyer kış günü" diyenlere kulak asmayın! Hiçbir renk, kışın lüks hissini beyaz kadar güçlü gösteremez! MarIo LevI'den feyz alabilmek! Arkadaşım Gülden Büyükuçak, Atölye Maçka'da verilen seminerlerden haber etti beni. Siyasal tarihten felsefeye, fotoğrafçılığa kadar pek çok kimseyi ilgilendireceğini düşündüğüm konuda seminerler veriyorlar. Benim en çok dikkatimi çeken, Mario Levi'nin yazım atölyesi oldu. 13 Aralık tarihinde başlayan seminerler, 19.00-22.00 saatleri arasında yapılıyormuş. Sevdiği yazarların yazı atölyelerine katılıp ne denli feyz aldıklarını anlatan arkadaşlarımdan biliyorum. Eli kalem tutanlar için bu beyin-kalem jimnastiğinin faydalı olacağı muhakkak. Meraklısı için: Atölye Maçka-532 507 20 00.
Milliyet
1,344,999
Yazarlar
İstanbul'da arabasız yaşamak Ehliyeti alalı 18 yıl oldu. Yıllarca arabalı yaşadım, her yere arabayla gittim, yürüyerek daha kolay gidebileceğim yerlere bile.Araba, pek çok Türk gibi benim için de bir ihtiyaçtan çok kimliğimin bir parçası olmuştu. Kullandığım arabalarla duygusal bağlar geliştirmeyi bile becerdim. Hele 'Karşı'da yaşadığım yıllar boyunca arabam, neredeyse bir uzvum haline gelmişti. Artık araba kullanmanın ötesine geçmiş, içinde yaşar hale gelmiştim. Gardırobumun bir kısmı bagajda sürüklenir, yedek ayakkabılar arka koltuğa atılır, en manasız CD'ler torpidodan çıkardı. Arabasız kalmak, büyük felaketti. Reklamlarda zihnimize bol bol işlendiği gibi, araba özgürlüktü, buna kesinlikle inanıyordum. İnsan evladı hiçbir şeyle yetinmediği için hep bir üst modele ya da bir başka markaya göz kaydırıp hesap da yapardım: "Hmm, bu araba eskidi artık. Acaba şunu okutup nasıl bir şey alsam?" Hep daha fazlası, hep daha fazla borç.Özgürlük buymuşGeçen yıl arabasız kalıverince önce sudan çıkmış balığa döndüm. Hatta bir arkadaşımın arabasını ödünç alıp kullandım. Gün geldi, atı sahibine teslim ettim. Hayatımdan dört tekerleği çıkarmaya bir süre alışamadım. Bir gün durumu düzeltir, araba alırım diye planları erteledim. Nasıl bir özgürlüğe adım attığımın yeni farkına varıyorum. Meğer İstanbul'da araba kullanmak, özgürlük değil tam tersine gerçek bir çileymiş, şimdi daha iyi anlıyorum. Ne kredi borcu, ne trafik muayenesi, ne vergisi, ne de bakımıyla uğraşmak zorundayım artık. Park ve vale derdi hayatımdan uçup gitti!  Her yere taksiyle gidecek halim yok, kaldı ki taksicilerin yüzde 80'i berbat kullanıyor.  Gördükleri her çukura girmeyi başarıyorlar. Üstelik pek aksi ve hayattan bıkkınlar. Böylece, giderek daha fazla toplu taşıma araçlarını, özellikle metro ve vapuru kullanmaya başladım. Daha da güzeli, yürümeyi yeniden öğrendim . Bir yetmez, iki araba sloganıyla yaşadığımız tüketim dünyasında gerçekten o dört tekere ne kadar ihtiyacınız  var, iyi hesaplayın. Sadece ekonomik anlamda değil, ruhsal ve sosyal olarak da rahatlayacaksınız. Bundan daha büyük lüks mü olur?ARABASIZ YAŞAMA GEÇiŞ REHBERi"Arabasız mı, ama mümkün değil" diye kafadan reddetmeyin. Arabalıdan arabasız hayata geçiş için neler lazım, gözden geçirin.* Çekmeköy, Kemerburgaz, Bahçeşehir gibi şehir dışındaki yerleşim bölgelerinde yaşayanlar. Üzgünüm, şansınız sıfır. Arabalı hayata, daha doğrusu hayatınızı yolda geçirmeye devam edin. Acıyı hafifletmek için bir jip daha alın, bahçenize park edin. * Arabasız hayatın öncelikli şartı, şehir merkezine yakın oturmak. Ya bir metro istasyonu, ya vapur iskelesine yürüyerek gidecek mesafedeyseniz geçişe hazırsınız.* Direksiyon başındayken dikkatinizi etrafa değil, yola verirsiniz. Hedefe kilitlenirsiniz. Arabasız yaşamda çevreyi bol bol inceleyip (Yeni bir TOKİ inşaatı, matrak bir billboard) sıkıştığınız yerde inebilme lüksünüz var. Ah o arabayı kaç kez bırakıp gitmek istediniz, biliyorum!* En zoru market alışverişi. Toplu alışveriş yapıp eve dönerken torbalarınızla sokağa saçılmış şekilde taksi bulamama ihtimali var. Ama zamanlamasını yapmak elinizde.* Hayatımızdaki en değerli şey, sağlık ve zaman. Araba kullanırken geçirdiğiniz sürede gazete, kitap okumak, cep telefonuyla car car konuşmak hatta maillerinizi temizlemeniz bile mümkün. Ben bunları araba kullanırken yapmaya çalışıyordum, sakat iş. * Arabasızlığın en güzel yanı, yeni yüzlerle karşılaşmak. Nasıl yaşıyorlar, ne konuşuyorlar, kim bilir hangi dertleri var? Ofis-araba-ev üçgeninde ne kadar anti-sosyal hale geldiğinizin farkında bile değilsiniz. * Boşuna obezleşmiyoruz . Her gün saatlerce trafikte dur kalk yaparken hep oturuyorsunuz, bacaklarınız uyuşuyor. Pergelleri açmak güzel bir şey. İstanbul'un çamurunda bile. * Seyahat özgürlüğü ! Arabayla her yere gitmek dert. Gerçek gezginler, gittikleri şehirden bir araba kiralayarak her yeri gezme, sorumluluk almadan da arabayı teslim etme özgürlüğünü her daim elinde bulundurur. * Kıyafetler mecburen değişecek. O topuklularla metroya koşacak, iki adım atacak haliniz kalmaz tabii. Daha rahat giysiler seçmeyi, soğuk ve sıcağa karşı önlem almayı düşünmeniz gerekiyor. * Eskiden eğlence çıkışı eve dönüş için araba şarttı. Hele uzaktaysanız. Artık böyle bir durum yok çünkü 'alkolden ehliyeti kaptıranlar' grubu giderek kalabalıklaşıyor. Ne yapıyoruz, taksiye biniyoruz. Ya da arabalı ve alkolsüz bir arkadaşımız bizi eve bırakıveriyor. İşte bu kadar.
Milliyet
1,332,807
Yazarlar
Millet hızını bir alsın, yazan yazsın çizen çizsin de ben... - Cadde'deki Hayalet Cadde'deki Hayalet -- YABANCI FiLM HAYRANLIĞI MI,AL SANA! Millet hızını bir alsın, yazan yazsın çizen çizsin de ben ondan sonra şöyle ağız tadıyla, ballandıra ballandıra izleyeyim dedim 'New York'ta Beş Minare'yi, aynen de öyle yaptım. Çok beğendim ben bu filmi, ilk anda sardı beni. Aksiyon sahneleri, yabancı oyuncular kendimi gerçekten de adeta bir Bond filminde falan hissetmemi sağladı,        hani bizimkilerin çok tanıdık suretleriyle tam Türk tipi konuşmalar ikide    bir perdeyi doldurmasa bayağı                    yanılmak mümkündü. Mahsun Kırmızıgül'ün "Amerikan sinemasından neyimiz eksik, o teknolojiyi ve sırlarını ele geçirirsek biz de benzerini yapabilir, bir gün onların başarısını da yakalayabiliriz" düşüncesiyle harcadığı emek görülmeye değer... Kırmızıgül izleyiciye, "Siz misiniz yabancı film hayranlığı yapıp, ağzıyla kuş tutsa yerli filmleri küçümseyen, alın size öyle bir karma yapayım ki içinden çıkamayın" demiş, öylesine düğüm düğüm iç içe bir karma. New York sahnelerinin Hollywood filmlerinden aşağı kalır yanı yoktu, Bitlis sahneleri ve Boğaz manzaraları da çok etkileyiciydi. Yurt dışında da gösterilecek filmlere Türkiye'nin güzelliklerini katmak gerekli kanımca, İtalya'dan Mısır'a, Fransa'dan Hindistan'a kadar kaç ülke sinema yardımıyla turist akınına uğruyor. Radikal İslamcı örgütlerin yaptığı terörün tüm Müslümanlara mal edilmesinin yanlışlığını anlatan mesajlar             güzeldi. Kusursuz değil ama... Ama film baştan sona kusursuz muydu, değildi. Kırmızıgül'ün oynadığı polis ajanının iki de bir Hacı'ya "Bana oğlum deme Hacı" tekrarı bir noktada beni baydı. "Başka bir şey söylemeyecek mi?" dedirtmedi mi, dedirtti... Hacı        rolünde izlediğimiz Haluk Bilginer'e olan hayranlığım bu filmle birlikte tavan yaptı ve hatta tavanı delip geçti diyebilirim. Mustafa Sandal polis rolünde çok başarılıydı. Bazıları Sandal'ın 'tecrübesiz göründüğünü' söylüyorlar ama ben hiç öyle düşünmüyorum, kaldı ki yılların ustası Bilginer bile onun oyununu takdir ettiğini anlattı, ondan iyi biliyor havasında eleştiri getirmenin manası yok. Engin Altan Düzyatan'ı da unutmayalım, az sahnesi olmasına rağmen oyunu ve yakışıklılığı ile göz doldurdu. Bol mesajlı filmin son sahnesi o kadar duygusaldı ki, ağlamaktan uzun süre kendime gelemedim, ağlamayana da şaşarım! Bu filmi kesinlikle kaçırmayın, en iyisi yapılan bunca eleştiriden sonra kendi gözlerinizle görmektir zira! SABIR TAŞIMI ÇATLATAN ŞEYLER Faniler arasında herkesin sinirini oynatan şeyler var malum, işte hayalet olunca da bu değişmiyor, sadece sayıları artıyor. Zaman ve mekan sınırsız olunca malzeme de sınırsız oluyor. Bakın işte birkaçı;  - Sinemada kendini yalnız sanıp ayaklarını tepene kadar uzatanlar - Sinema, tiyatro tuvaletlerinde sırada onlarca bekleyen varken tuvaletten bir türlü çıkmayanlar  - Boş olduğu halde yağmurlu havada sadizm yapıp,  durmayan taksiler  - Altındaki otobüse, TIR'a güvenip arabaların üzerine süren şoförler - 'Arkadaş' ayağına karşı cinse fütursuzca sarkanlar - Çekemediği kişinin arkasından entrika çevirmekle kalmayıp yüzüne karşı da türlü türlü kıskançlık numarası yapanlar Hepsi birbirinden berbat değil mi sizce de? ROLÜNÜ FAZLA BENiMSEMEK Mi?  Çok genç yaşında rol aldığı 'Acemi Cadı' dizisinde başarılı bir oyunculuk sergileyen Merve Boluğur oradaki masum, dürüst ve aşık küçük cadı rolünün gereğini yapmış, özel hayatında da bugüne kadar sansasyonel ilişkilerle anılmamıştı. 'Küçük Sırlar' dizisinde tamamen farklı, entrikacı, baştan çıkarıcı, tehlikeli bir karakter oynamaya ve başarısından da söz ettirmeye başladıktan kısa süre sonra erkek arkadaşından ayrılıp onun bir arkadaşıyla çıkmaya başladığını duyduk. Bu doğruysa acaba Merve Boluğur rollerine kendini fazla mı kaptırıyor? "Aman" diyeyim, tam adından oyun gücü ile söz edilmeye başlamışken bunu bozmasın, "Reklamın kötüsü olmaz" dense de olur, üstelik insanın üzerine öyle yapışır kalır ki söksen çıkmaz! Gülüm DağlıNE Ki ŞiMDi BU?H&M HEYECANINDAN UTANMAKÇağdaş ErtunaSon durumBen de dans yarışmasındaydımMehveş Evin Ne kadar İstanbullusun?Ali EyüboğluAliceELDE VAR EĞLENCE!Cadde'deki Hayalet--YABANCI FiLM HAYRANLIĞI MI,AL SANA!Hakan KırkoğluMüneccimbaşıÇABA iÇERiSiNDEYiZDilara Koçakİyi YaşamTAM TAHILLAR KARIN YAĞLARINDAN KURTARIYORSina KoloğluReyting canavarı'NEW YORK'TA BEŞ MiNARE' TV'DE iLK HANGi KANALDA?MUAZZEZ ABACIGhettoSaat: 22.00Fiyat: 45 - 90 TL Tel: 0 212 251 75 01CEM ADRİANBeyoğlu Hayal KahvesiSaat: 22.30Fiyat: 35 TL Tel: 0 212 244 25 58YOL PROJECT PLAYSİstanbul Jazz CenterSaat: 21.30Fiyat: 25 - 30 TL Tel: 0 212 327 50 50LOU RHODESBabylonSaat: 21.30Fiyat: 35 TL Tel: 0 212 292 73 68ŞEYTANCA ŞEYLERKulis Oda SahnesiSaat: 20.30Fiyat: 25 - 30 TL Tel: 0 216 467 33 32
Milliyet
1,336,665
Yazarlar
Pazartesi günü sabah 08:00'den 12 Kasım 2010 saat 12:00'ye kadar, 5 gün süreyle sürdü. Kesintiden, Pamucak sahil bölgesi oteller ve kooperatifler (siteler) ile bölgedeki aboneler etkilendi. Böyle olunca da Pamucak koyundaki 3 site ile çevredeki birçok aile yakınlarının yanına taşındı. Arıza giderildi ve su 12 Kasım günü yerine 11 Kasım 2010 Perşembe günü akşam saatlerinde verildi. Ancak çeşmelerden su yerine çamur aktı. Sular geldi diye sevinen Pamucak sahilindeki site sakinleri berrak suya kavuşmak için metreküplerce suyu kanallara akıttı. Peki, temiz suya kavuşmak için kullanılmayan suyun bedelini kim ödeyecek? Vatandaşlar mı, yoksa Büyükşehir mi?KREDİ ALDIM FAZLADAN YÜZDE 5, DAHA KESİLDİBalçova Ziraat Bankası'ndan 8 bin TL ve 2.5 bin TL olmak üzere kredi çektiğini belirten okurumuz Bülent Sabırlı, "Kredi çektiğim zaman yapılan sözleşmede kredinin yüzde 10'unun kesileceğine dair bilgi vardı. Ben yüzde 10 kesilmesini zaten sözleşme esnasında onaylamıştım. Ancak, geçen gün bankaya gittiğimde 'Kaynak Kullanım Destekleme Fonu'ndan bir yüzde 5 daha kesilmiş olduğunu gördüm. Bu bize daha önce söylenmemişti. Yeni çıkan bir uygulamaymış. İyi de, bu uygulama yeni kredi alanları kapsamıyor mu? Bununla ilgili dilekçe götürdüm, ancak dilekçeyi kabul etmediler. Benim gibi yakın bir akrabam da aynı konuda mağdur oldu. Ayrıca bazı bankaların eski kredi alanlara bunu uygulamadıklarını öğrendik" diye dert yandı.Konuyu Ziraat Bankası İzmir Bölge Müdürlüğü ile Bankalar Düzenleme ve Denetleme Kurulu yetkililerinin dikkatine sunuyorum.Gece yanmıyor gündüz yanıyorMUSTAFA Kemal Sahil Bulvarı ile İzmir Çeşme arasındaki eski yolun (Mithatpaşa Caddesi) İstihkam Okulu civarı otoyol bağlantılı yollardaki cadde aydınlatmalarının gündüz saatlerinde yandığını belirten İzmirliler, "Akşamları ise bu güzergahta ve Güzelbahçe yolunda aydınlatmalar yanmıyor" diyorlar.Otoyollarda OGS ücreti neden farklı?ORHAN Aktıhanoğlu, "Çeşme Otoyolu'ndan İzmir istikametine gelişimde bazen Seferihisar çıkışından geçiş yapıyorum. Geçenlerde (Kasım'ın başında) yine buradan geçiş yaptım ve OGS olmasına rağmen 1.2 Tl yerine 2 TL kesildi. Narlıdere çıkışında ise normal kesildi. Seferihisar çıkışında fazla ücret kesilmesinin nedeninin açıklanmasını istiyorum" diyor.Yağışlı günlerde elektrik kesildiURLA Gülbahçe'den Ergin Çaldar, "Urla, Çeşme ve Karaburun'a her yağmurda elektriğimiz kesiliyor. Özellikle de şimşek çaktığı zaman elektrik hemen kesiliyor. Yağmurlar devam ettiğinde ise 24 saatlik bir süre içinde ancak 5 saat kadar elektrik geliyor. Tabii elektriklerin kesilip geri  gelmesi sırasında da elektrikli aletlerimiz zarar görüyor" diyor.
Milliyet
1,328,575
Yazarlar
BÜLENT Ecevit "Efsane Genel Başkan" olarak dün anıldı.Yukarıda bir yerlerden CHP Genel Merkezi'ni izliyorsa Ecevit,"Yanılmamışım. DSP'yi işte bu nedenle kurdum" diye düşünmüş olmalı.Aralık sonuydu.Gece yeni yıla girilecekti.Ecevit'lerin OR-AN'daki evlerindeydim.Bir şişe iyi cins Fransız konyağı götürdüğümü hatırlıyorum...Rahşan Ecevit, bize kuruyemiş eşliğinde konyak ikram etti."Bilmem, kuruyemişle mi içilir konyak" demişti.Nasıl da sade ve doğaldı.O günkü söyleşimizde "Yeni bir parti kuruyoruz, adı Demokratik Sol Parti (DSP) olacak" açıklamasını yaptılar.Şaşırmıştım ve sormuştum:"12 Eylül ihtilalinin kapattığı CHP'nin yerine kurulmuş olan SHP var, hepsi sizin çalışma arkadaşlarınız. Onların Genel Başkanıydınız. Neden yeni bir parti?"Ecevit şu cevabı vermişti:"Eski CHP'dekilerden hiç kimseyi istemiyorum. Yepyeni insanlarla sıfırdan yepyeni bir parti kuracağız."Şaşkınlığım artmıştı."Peki ama neden" soruma "Son zamanlarda bana çok çektirdiler. Beni dinlemiyorlardı. Kendi kafalarına gidiyorlardı" cevabını vermişti.Büyük parti kurmak zor iş. Hem de çok zor.Örgütü oluşturacak binlerce ismi bir araya getirmek, ofisler, telefonlar... Kira, elektrik, su ödemeleri...Bu parayı nasıl bulmuşlardı?Rahşan Hanım, düşüncelerimi sezmişçesine açıkladı."Her ilden bildiğimiz, tanıdığımız, güvendiğimiz isimler var. Onlara tek tek mektuplar yazıyoruz. Bülent'in emekli maaşıyla posta pullarını alıyoruz, mektupları yolluyoruz. Yardımcımız, sekreterimiz yok. Sadece mektuplaşarak epeyce mesafe aldık..."Doğrusu bu denli amatörce bir çalışmayla iktidar olmak iddiasını taşıyan siyasi parti kurulacağını aklım kesmemişti.Gene de onların şevkini kıracak bir laf etmemeye, yüz ve beden dilimden açık vermemeye özen gösterdim.Nasıl da şevkli ve heyecanlıydılar.Deste deste mektupları gösteriyorlardı."Zarflardan mucize çıkacağına" inanıyorlardı.Tam bir "imece" çalışmasıydı bu.İşte DSP böyle doğdu.Gelişti...Ve... SHP (CHP)den tamamen apayrı ve yepyeni isimlerle iktidara yürüdü.Bülent Ecevit'in Başbakan olduğu gün OR-AN'daki evlerinde geçen o saatleri hatırlamıştım.Emekli maaşıyla pullar alarak, Ecevit'in emektar yazı makinesinde mektuplar yazarak kurulan parti işte iktidara gelmişti.Gerçekten bir mucizeydi bu.Ecevit'leri kalbimin kapakçıklarıyla alkışlamıştım.Bugünlerde bir kez daha "ileri görüşü nedeniyle" alkışlıyorum."CHP'nin iç kavgalar, hizipler, sürekli kurultaylar, parçalanmalar, yeni parti doğumları" geleneğinin değişmeyeceğini görmüştü.Kasım 2011 Türkiye'sinde bakın 1980'li yıllarda Ecevit'in koyduğu teşhisin bir örneği daha yaşanıyor.Partinin ortasında gene "cadı kazanı" kaynıyor.Sanki 8 ay içinde genel seçimlere bu parti gitmeyecek!.. ECEVİT'İN YOLUCHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu "yolumuz Ecevit'in yolu" dedi.Gazeteciliğimin ilk yıllarından başlayarak Ecevit'i yakından izleme şansım oldu.Tanışıyorduk ama ilk sempati rüzgârını estirdiği akşamı hatırlıyorum.İsmet İnönü'nün Başbakan olduğu ortak hükümette Bülent Ecevit Çalışma Bakanı'ydı.Ankara ve İstanbul'dan milletvekili seçilecekken TBMM'ye -işçi kesiminin simgesi- Zonguldak'tan adaylık koyarak gelmişti."Grev, lokavt ve toplu sözleşme yasasını" çıkartmıştı.Bu bir devrimdi.Çalışanlar kesiminin yükselen yıldızıydı.Dönemin görkemli sendikası Türk-İş genel kuruluna alkışlarla ve omuzlarda girmişti.İşçi liderleri ona "yaşamınız boyunca sizin yeriniz genel kurullarımızın en ön sırasında daima olacaktır" diye seslenmişlerdi.O günlerde Hukuk Fakültesi öğrencisi çiçeği burnunda genç bir gazeteciydim.Dönemin dışişleri bakanından randevu almıştım, özel kalem müdürü odasında içerinin boşalmasını bekliyordum.Hava kararmıştı.Ansızın içeri Bülent Ecevit girdi.Özel kalem müdürü "Hoş geldiniz sayın bakanım. Birkaç dakika içinde konuğumuz gider hemen sizi alırım" dedi.Bülent Ecevit'in cevabı ne olmuştu dersiniz?"Hayır. Güneri Bey'in randevusu daha önceden alınmış olmalı. Ben ise habersiz geldim. Ani bir görüşme ihtiyacı doğdu. Güneri Bey girsin. Sayın bakanla konuşsun. Ben sıramı beklerim."Utanmış ve şaşırmıştım, tevazu ve nezaketi hayran ediciydi."Rica ederim, siz buyurun efendim" diyecek oldum.Bu arada Dışişleri Başkanı da kapıyı açmış, konuğunu uğurluyordu.Ecevit'i görünce "Merhaba, hoş geldiniz" söylemiyle yaklaştı.Onun ve benim ellerimizi sıktı.Bülent Ecevit'i içeri almak istedi.Ecevit'in utangaçlığı meşhurdur.Yüzü kızardı. Beni de utandırdı."Güneri beyin randevusu daha önce.Ben ansızın geldim, önce Güneri beyle konuşun, burada beklerim.Sizi geç bırakmayacaksam, Güneri beyden sonra konuşuruz. Sizinle önemli bir konuyu paylaşmak istiyorum..."Ve onun dediği oldu.Dışişleri Bakanı ile mülakatımı yaptım.Bülent Ecevit'e zaten sevgi duyuyordum.Ama bu hareketiyle kalbimi avuçlarının içine almıştı.O zamanlar Ecevit "ortanın solu hareketi" başlatmıştı.Karşı çıkan kodamanlara ise basın "ortanın göbekçileri" adını takmıştı.Ecevit, burunlarından kıl aldırmayan, "ortanın göbekçisi" kasıntı bakanlardan nasıl da farklıydı.Bugünlere dönelim.Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Ecevit yolundaki" geleceği için siyaset falı açamam ama en azından "ikisinin nezaket ve tevazu özelliklerinin örtüştüğünü" söyleyebilirim.
Milliyet
1,334,198
Yazarlar
-- YABANCI FiLM HAYRANLIĞI MI,AL SANA! Millet hızını bir alsın, yazan yazsın çizen çizsin de ben ondan sonra şöyle ağız tadıyla, ballandıra ballandıra izleyeyim dedim 'New York'ta Beş Minare'yi, aynen de öyle yaptım. Çok beğendim ben bu filmi, ilk anda sardı beni. Aksiyon sahneleri, yabancı oyuncular kendimi gerçekten de adeta bir Bond filminde falan hissetmemi sağladı,        hani bizimkilerin çok tanıdık suretleriyle tam Türk tipi konuşmalar ikide    bir perdeyi doldurmasa bayağı                    yanılmak mümkündü. Mahsun Kırmızıgül'ün "Amerikan sinemasından neyimiz eksik, o teknolojiyi ve sırlarını ele geçirirsek biz de benzerini yapabilir, bir gün onların başarısını da yakalayabiliriz" düşüncesiyle harcadığı emek görülmeye değer... Kırmızıgül izleyiciye, "Siz misiniz yabancı film hayranlığı yapıp, ağzıyla kuş tutsa yerli filmleri küçümseyen, alın size öyle bir karma yapayım ki içinden çıkamayın" demiş, öylesine düğüm düğüm iç içe bir karma. New York sahnelerinin Hollywood filmlerinden aşağı kalır yanı yoktu, Bitlis sahneleri ve Boğaz manzaraları da çok etkileyiciydi. Yurt dışında da gösterilecek filmlere Türkiye'nin güzelliklerini katmak gerekli kanımca, İtalya'dan Mısır'a, Fransa'dan Hindistan'a kadar kaç ülke sinema yardımıyla turist akınına uğruyor. Radikal İslamcı örgütlerin yaptığı terörün tüm Müslümanlara mal edilmesinin yanlışlığını anlatan mesajlar             güzeldi.Kusursuz değil ama...Ama film baştan sona kusursuz muydu, değildi. Kırmızıgül'ün oynadığı polis ajanının iki de bir Hacı'ya "Bana oğlum deme Hacı" tekrarı bir noktada beni baydı. "Başka bir şey söylemeyecek mi?" dedirtmedi mi, dedirtti... Hacı        rolünde izlediğimiz Haluk Bilginer'e olan hayranlığım bu filmle birlikte tavan yaptı ve hatta tavanı delip geçti diyebilirim. Mustafa Sandal polis rolünde çok başarılıydı. Bazıları Sandal'ın 'tecrübesiz göründüğünü' söylüyorlar ama ben hiç öyle düşünmüyorum, kaldı ki yılların ustası Bilginer bile onun oyununu takdir ettiğini anlattı, ondan iyi biliyor havasında eleştiri getirmenin manası yok. Engin Altan Düzyatan'ı da unutmayalım, az sahnesi olmasına rağmen oyunu ve yakışıklılığı ile göz doldurdu. Bol mesajlı filmin son sahnesi o kadar duygusaldı ki, ağlamaktan uzun süre kendime gelemedim, ağlamayana da şaşarım! Bu filmi kesinlikle kaçırmayın, en iyisi yapılan bunca eleştiriden sonra kendi gözlerinizle görmektir zira!SABIR TAŞIMI ÇATLATAN ŞEYLERFaniler arasında herkesin sinirini oynatan şeyler var malum, işte hayalet olunca da bu değişmiyor, sadece sayıları artıyor. Zaman ve mekan sınırsız olunca malzeme de sınırsız oluyor. Bakın işte birkaçı; - Sinemada kendini yalnız sanıp ayaklarını tepene kadar uzatanlar- Sinema, tiyatro tuvaletlerinde sırada onlarca bekleyen varken tuvaletten bir türlü çıkmayanlar - Boş olduğu halde yağmurlu havada sadizm yapıp,  durmayan taksiler - Altındaki otobüse, TIR'a güvenip arabaların üzerine süren şoförler- 'Arkadaş' ayağına karşı cinse fütursuzca sarkanlar- Çekemediği kişinin arkasından entrika çevirmekle kalmayıp yüzüne karşı da türlü türlü kıskançlık numarası yapanlarHepsi birbirinden berbat değil mi sizce de?ROLÜNÜ FAZLA BENiMSEMEK Mi? Çok genç yaşında rol aldığı 'Acemi Cadı' dizisinde başarılı bir oyunculuk sergileyen Merve Boluğur oradaki masum, dürüst ve aşık küçük cadı rolünün gereğini yapmış, özel hayatında da bugüne kadar sansasyonel ilişkilerle anılmamıştı. 'Küçük Sırlar' dizisinde tamamen farklı, entrikacı, baştan çıkarıcı, tehlikeli bir karakter oynamaya ve başarısından da söz ettirmeye başladıktan kısa süre sonra erkek arkadaşından ayrılıp onun bir arkadaşıyla çıkmaya başladığını duyduk. Bu doğruysa acaba Merve Boluğur rollerine kendini fazla mı kaptırıyor? "Aman" diyeyim, tam adından oyun gücü ile söz edilmeye başlamışken bunu bozmasın, "Reklamın kötüsü olmaz" dense de olur, üstelik insanın üzerine öyle yapışır kalır ki söksen çıkmaz!
Milliyet
1,318,794
Yazarlar
29 Ekim'e bu yıl; üniversitelerdeki başörtüsü serbestisi tartışmaları altında, Cumhurbaşkanı Gül'ün eşiyle vereceği Çankaya'daki davete, CHP'nin lider ve yönetici kadrosuyla Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının katılıp katılmayacağı sorularının gölgesinde giriyoruz.Ana muhalefet ve askerler Çankaya'ya çıkmayacaklar ya da düşük yoğunluklu temsille yetinecekler.Resepsiyonu teke indirmenin normalleşmeye katkı yapacağını düşünen Köşk'ün beklentisi tam olarak gerçekleşmeyeceğe benziyor. Cumhuriyet'in 87'nci yıldönümünde bu tür krizlerin aşılması gerekirken 1920-30'lu yılların sancılarını yaşamak düşündürücüdür. Başbakan Erdoğan partisinin Meclis grubunda bu korkuları aşmak gerektiğini savunurken, "Bu Cumhuriyet çıtkırıldım bir cumhuriyet değildir." diye konuşmuştu.Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yıkılmış bir imparatorluğun Anadolu'daki varlığı üzerine inşa ettikleri "ulus devlet", kuruluştaki bağımsızlık, egemenlik, çağdaş uygarlık ideallerini bugün de koruyabildiğine göre hayli sağlam temeller üzerinde duruyor. Son dönemde "Cumhuriyetin kazanımlarının" aşındırıldığı düşüncesi laik çevrelerde ciddi bir kaygıya dönüşmüş olsa da, Kürt ve İslam meselesini 21. yüzyılın değerleri olan kimlikler, inançlar bağlamında bir arada yaşama bağlarımızı güçlendirerek çözersek Türkiye Cumhuriyeti, tarihin bu diliminde ortaya çıkan fırsatları değerlendirerek yoluna devam eder.Bu noktada korkmak değil, cesur olmak gerekiyor.Atatürk o cesareti gösterdiği için Milli Mücadele kazanıldı, Cumhuriyet kuruldu.Sadece Nutuk'u okumak bile o dönemin zorlukları hakkında fikir edinmeye yeter.Lozan'da yeni devlete uluslararası meşruiyet kazandırılmaya çalışılırken, Meclis'e bir önerge gelir. Önerge, "Büyük Millet Meclisi'ne üye seçilebilmek" hakkında. Sadece Türkiye'nin yeni sınırları içindeki yerler, halkından olanlara "adaylık" hakkı tanınıyor, göçmenler ise ancak yerleştirildikleri yerde 5 yıl oturmuşlar ise seçime katılabiliyorlar.Selanikli Kemal Paşa, kürsüye çıkıp konuşur: "Doğum yerim, bugünkü ulusal sınırlarımızın dışında kalmıştır. Ama bu böyleyse, bunu ben istemiş değilim. Bunda hiçbir suçum yoktur. Bu, bütün yurdumuzu, ulusumuzu dağıtıp, yok etmek isteyen düşmanlarımızın başarılarını önleyemeyişimizden ileri gelmiştir. Eğer düşmanlar amaçlarına tam olarak ulaşmış olsalardı, Tanrı korusun, bu tasarıya imza atan bayların doğum yerleri de sınır dışında kalabilirdi."Parlamento kulisleri bu tür oyunlara her zaman açıktır ama savaşın ortasında Mustafa Kemal'den 5 yıllık oturma belgesi aramak, yurttaşlık haklarından yoksun bırakmaya çalışmak hangi aklın ürünüdür?!22 Ekim gecesi Çankaya'daki yemekte Mustafa Kemal'in, "Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz" demesi de muhteşem bir goldür. Yaşasın Cumhuriyet!
Milliyet
1,336,673
Yazarlar
Şirketler krizi atlatmış görünüyor. Açıklanan 9 aylık şirket kârları iyi değil de, iyinin de ötesinde, kısaca "çok çok iyi". Banka kârları iyi, holding kârları iyi, sanayi kuruluşlarının kârları iyi. Bu kâr rakamlarını "iftihar" ile açıklayan şirketlerin sahipleri için bu bayram, "gerçek bayram" olacak. Koç'un kârı yüzde 26 artmış 1.4 milyar TL olmuş. Sabancı'nın kârı yüzde 12 artmış 1.2 milyar TL olmuş. Garanti 2.6 kâr açıklamış. İş Bankası'nın kârı yüzde 21 artmış 2.4 milyar TL olmuş. Akbank'ın yüzde 13 artmış 2.3 milyar TL olmuş. Tüpraş 676 milyon TL, Arçelik 418 milyon TL, Doğuş Oto 128 milyon TL kâr etmiş. Milliyet Ekonomi'de dün Zeynep Aktaş'ın köşesinde şirketlerin açıkladıkları kâr rakamları vardı. Gıdadan boyaya, demir çelikten giyime, çimentodan medyaya her sektörün 9 aylık kârlılıklarının beklenmedik şekilde arttığı görülüyordu. (1) Kâr etmek ayıp değildir. Her şirket kâr etmek için kurulur. Kâr etmeyen şirket batar. Eğer şirketlerin tekel durumu yok ise eğer şirketler serbest piyasa ekonomisinde rekabet şartlarında ve müşterilerini kandırmadan faaliyet gösteriyor ise kârları helâldir. Kâr edenleri alkışlamak gerekir. (2) Kâr ekonominin sağlık göstergesidir. Üretmenin, büyümenin işareti olan "Katma Değer" (vergi değil, "değer") 4 faktörden oluşur. Emeğin karşılığı olan ücret, doğanın karşılığı olan kira, sermayenin karşılığı olan faiz ve müteşebbisin (girişimcinin) ödülü olan kâr. Kârlar nasıl arttı? Acaba ekonomimiz krizden henuz tam olarak çıkmamış iken, şirket kârları nasıl arttı? Bu konuyu şirket deneyimi olan dostum Ege Cansen ile tartıştık. İşte bizim "şirket kârlarının çok çok iyi" olduğu konusundaki tesbitlerimiz: - Krizin etkisi ile her kesimde toplam hasılat yükselirken, toplam maliyet düştü. Krizlerde işletmeler daha rasyonel çalışmaya yönelir. Krizler verimi artırır. İşletmeler masrafları kısar, işçi çıkarır. İşler düzelse bile daha az işci ile çalışır. Tasarrufu sürdürür. - Bu krizde bir başka şey daha oldu. Faizler düştü. Faiz, bizde çok önemli bir maliyet unsurudur. Faizin düşmesi ile vadeli fiyat ile peşin fiyat arasındaki makas kapandı. Vadenin fiyat artırıcı etkisi kalktı. Devir süratleri arttı. - Ekonomi kabaca yüzde 10 büyüdü, iç tüketim kabaca yüzde 10 arttı. Talep artışı şirketlerin iş hacimlerini büyüttü.Girişimci payı arttı - Şirket kârları 3 kaynaktan beslenir: (1) Esas faaliyet kârları. (2) Finansman maliyetleri. (3)Döviz kuru değişiminden elde edilen gelirler. Kriz sonunda esas faaliyet kârları artmakla kalmadı, faizin ucuzlaması şirket kârlılıklarını artırdı. Dolar fiyatının yükselecek yerde bir önceki yıla göre gerilemesi sadece girdi maliyetini düşürmedi, döviz kredilerinde finansman maliyetini de aşağıya çekti. Şirketlerin bilançolarına kur geliri yazmalarına yol açtı. - Kriz etkisi ile şirketlerin istihdamı kısmaları nedeniyle ve de çalışanların ücret artışlarının sınırlı kalmasının etkisinde yaratılan toplam katma değerden emeğe düşen pay büyümedi, azaldı. Yaratılan toplam katma değerden; (1) Kiraya giden pay artmayınca, (2) Faize giden pay gerileyince, (3) Emeğin karşılığı olan ücretin payı azalınca, (4) Katma değer artışının daha büyük kısmı müteşebbisin (girişimcinin) payı olan kâra eklendi. Ve de şirket kârları bu şekilde çok çok iyi bir şekilde arttı.
Milliyet
1,321,001
Yazarlar
Kişinin kalp-dolaşım-solunum sistemi, hareket sistemi fonksiyonlarını geliştirdiği, hormon ve enzim salgılarını düzenlediği gibi psikolojik yararları açısından da günümüzde önemle üzerinde durulmaktadır. Bu nedenle spor yapan çocuğun yaşıtlarından bu sistemlerde daha olumlu gelişmeler göstereceği kesindir. Veliler çocuklarının çeşitli spor branşlarında spor yapmasını, eğer yetenekli ise sporcu olmasını isterler. Spora yetenekli çocuk aile için bir şanstır. Hem daha sağlıklı bir insan olacak, hem ergenlik problemleri nerdeyse olmayacak, hem de istikbalde spor sayesinde kendine her açıdan destekler bulabilecektir.Velilerimizin çocuklarına hangi sporun daha uygun olduğu konusunda destek bulamamakta ve uygun Beslenme planlama konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıklarını tespit edilmiştir. Çocuğa en uygun sporu öncelikle çocuk severek belirleyecektir. Çocuğun sevdiği sporu belirleyerek, maddi olarak da devam edebileceğiniz spor dallarını tercih edilmelidir. En büyük yarımcınız Beden Eğitimi Öğretmenleridir. Onlar size spor konusunda yetişmiş elamen olarak tam destek vereceklerdir. Birçok sporcuda böyle seçilmiştir. Veliler onlardan daha iyi destek bulamazlar, hatta onlar çocuğu doğru spor kulübüne de yönlendirecektir.Ülkemizde 10-14 yaş arasında sağlıklı 260 çocuk (115 kız, 145 erkek) ile gerçekleştirdiğimiz çalışmada, çocukların %92,7'si öğünlerini evde yemektedir. Sporcuların %81,2'si antrenörlerinin beslenme durumlarını kontrol etmediğini, %81,9'u beslenmelerini ailelerinin kontrol ettiğini, %67,3'nün ailelerinin yeterli bilgiye sahip olmadığını bildirmiştir. Araştırmaya katılan sporcuların anne ve babalarının eğitim düzeyleriyle kalori alımları arasında ilişki belirlenmemiştir. Grubun %66,2'si beslenme konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıklarını, %58,5'i sağlıklı ve sporcuya uygun beslenmediğini bildirmişlerdir.Spor yapan çocuklarınızı sporcu gıdaları ile destekleyin!Grubun %39,6'sı normalin üzerinde kalori almakta bu oran en yüksek %51,9 voleybolcularda, en düşük oran ise %15,8 su topu branşında olduğu belirlenmiştir. Atletizm, basketbol, tenis, voleybol ve yüzme branşlarında spor yapanların, su topu branşında spor yapanlardan daha çok kalori aldıkları belirlenmiştir. Sporcu kız çocuklarının %63,52i, erkeklerin %20,7'si normalin üzerinde kalori aldıkları belirlenmiştir. Kız ve erkekler arasındaki elde edilen fark anlamlıdır. Görüldüğü gibi, çocukların farklı spor branşında, farklı günlük aktivite düzeylerinde olmalarına rağmen beslenmelerindeki farklılık buna göre belirlenmemiştir. Belirlenen farklılıklar tamamen tesadüftür. Öncelikle velilerimizin ve sporcu çocuklarımızın, spor ve sporcu beslenmesi konusunda eğitimler verilmesi amaçlanan doğrultuda sporcuları yetiştirebilmemiz için önemlidir. Yakıt kaynağı yeterli olmayan ya da yanlış yakıt yüklenmiş bir makineden çalışmasını beklemek, hele yüksek Performans beklemek imkansızdır.
Milliyet
1,345,994
Yazarlar
, Perşembe| Yaşam / Yazar Yazısı Gülgün Karaoğlu | Çıplak Pencere Masallar çocuklar içindir...25 Kasım 2010 Biraz agresifim bugün, biraz da fazla cesur; "Sultan çıplak!.." diye haykırasım var! İdare edin artık, bir aşk yazısı borcum olsun! Neden çocuklara masal anlatılır diye düşünmeye pek hacet yok! İlk nedeni mırıl mırıl anlatılan masallar ile uyumaları, ya da oyalanmalarıdır. İkinci nedeni korkularını azaltmaktır; iyi bir güç vardır ve kötüyü yener! Korkma bebeğim sen! Üçüncüsü, çocukları korumayı amaçlar; yalnız başına kararlar alma! Dördüncü neden ise çaktırmadan iyi, güzel şeyleri aşılamak; kötülüğün gün gelip cezalandırılacağını anlatmak! ****** Masallar çocuklar içindir sonuçta; büyük ve iyi bir güç çıkıp tüm sorunları çözer! Yetişkin olduğu nüfus kaydıyla kanıtlanan kişilerin masal peşinde koşmalarını, masallara inanmalarını anlayamıyorum diyemem! Yetişkinliğin yaş ile alakası olmadığını zaten çoktan çözmüş durumdayım! Bedensel yetişkinlik ile fikirsel ve ruhsal yetişkinlik ayrı şeyler!... Anlıyor olmam ise bu durumu onaylıyorum anlamına da gelmez! Israrla, her bireyin yaşam içinde belli sorumlulukları olduğunu savunmaktayım, zira... ****** Bir masal var son zamanlarda ortalarda, "İleri Demokrasi"; ileri demokrasi geldiğinde elindeki yaldızlı değnekle dokunduğu yerler güllük gülistanlı olacak! Ama, tabii ki bu masal içinde bir de kötü cadı şahsiyetinde kişiler var; onlar da bu ileri demokrasiye çamur atıp duruyorlar! Masallardaki çirkin, hırslı, acımasız, fesat kişiler onlar! Şişşttt... Korkma ama diyor masal, ileri demokrasi ham yapacak her birini... Hadi bakalım, uyu sen yavaş yavaş... Bak, rüyanda melekleri göreceksin, uyu bebeğim... Pişşş... Pişş... ****** Neden masallara inanmak ister yetişkin konumuna gelmiş kişiler? Neden, biliyor musunuz? Yerlerinden kıpraşmadan, bir taşın altına ellerlini sokmadan, terlemeden, emek vermeden; kendilerini ortaya koymadan daha doğrusu, birileri bir şeyler yapsın isterler! Altlarda bir yerlerde elbet öz güven eksiklikleri vardır ancak tembellikleri daha üstlerdedir! Bencillikleri en yukarılarda... Kolaylarına gider masallara inanmak; çocuk olmadıklarını artık anlamak çocuk yapma yetilerini kazanmak değildir! Lakin, masallarda problemleri çözen güçlü karakterin artık kendisi olduğunun ayırtına varmak ve layığıyla yerine getirmek bir sorumluluk, bir kişilik, bir bireysel donanımdır! Buna hazır olmayan, olmak istemeyen kişiler ısrarla masallar inanmak ister! ****** Deli paralar harcanan bir referandum geçirdik, açık söylemek gerekirse o paraların doğuda fabrika kurulmasına harcanmasını yeğlerdim! İstanbul'a ayrılan meblağın da aynı şekilde, dudak uçuklatacak projelerin de... En azından, bilirdim ki, teröre karşı sosyal bir savunma tasarlanıyor! Doğuda açılacak altı fabrika, ilk etapta, teröre, Apo'dan medet ummaktan, çok daha sağlıklı ve sağlam bir atılım ve yatırım olurdu! Ödediğim vergilerin etikete değil de, amaca hizmet ettiğini görmek isterim! ****** Bunca para harcanan referandumdan çıkan sonuçlar, maalesef, bir masalın devamını sağlamakta; "Alışın artık, ileri demokrasi geldi!" diye uykusunda sayıklıyor bazı insanlar! Kimse kusuruma bakmasın, 0-6 yaş dönemimi sağlıklı bir şekilde bitirdim, şartlar eşit olduğunda ancak demokrasiden söz edilebilir; demokrasi sağlanmadan ileri demokrasiye ise ancak masallarda geçilir! Her türde delil varken elde, Deniz Feneri davası hala askıdayken, doğru dürüst hiçbir kanıt yokken ülkenin başarılı ve sevilen şahsiyetleri içerdeyken; en yüksek düzey yöneticilerin haklarında açılan davaları bulunurken, hangi demokrasiden söz edebiliriz ki, ilerisi olsun? ****** "Kral çıplak" lafını "Sultan çıplak" olarak değiştirmem boşuna değil; Lübnan'da al-beyaz olmuş her yer... Öyle gurur duyanlar var ki... Sanırsınız ülkede ne açlık var ne işsizlik! Öyle özgür, öyle güçlüyüz... Almanya açısından bakarsak: Adamlara tüm dosyaları gönderdik, insanlık suçu işlendiğini bildirdik, üzerimize düşen görevi yerine getirdik, biz takipteyiz kendileri hasıraltı etmekte... ****** Gün geçmiyor yok vergi afları, yok emeklilere müjde... Cak, cek... Ennn büyük işler yapıldı deniyor, hani dedim ya 0- 6 yaşımı sağlıklı bir şekilde aştım diye, aileme bin teşekkürle, aklım soruyor tabii ki: Kaç fabrika açılmış, kaç köylü kalkındırılmış? İthalattan vazgeçilmiş, ihracatta mı başarı elde edilmiş? ****** Bir de komutanlara uzanan bir el var; masalın karakterleri karıştırılıyor! Kötü dev kimdi, hangisi iyilik perisi? Vallaha, uyudum, büyüdüm... Masallarla işim yok, gerçeğini biliyorum, peki ya siz? Şeyy... Hala masallara inanacak kadar büyüyemediniz mi?
Milliyet
1,321,823
Yazarlar
Herkes topun arkasına! Hagi'yle gelen yenilik bu... Top rakipteyken herkes, topla kendi kalesi arasında geçiyor. Ve dolayısıyla rakibin karşısına etten bir duvar çıkıyor. Dün gole kadar Antalya rakip alana kalabalık geçmesine rağmen, Tita'nın ilk yarıdaki tek bir pozisyonu dışında, ceza sahası içinde hiç boşluk bulmadı. Galatasaray asla onların kaleye dönmelerine, şut çekmelerine izin vermedi. Ev sahibi için buraya kadar her şey güzel. Rijkaard ise baskı istiyordu. Bu kalabalığın daha önde meydana gelmesini... Bu kalabalık presi, daha henüz rakip atağını olgunlaştırmadan, orta sahada yapmak hedefindeydi. Böylece top kapıldığında rakip kaleye gitmek için çok çaba sarf etmek gerekmeyecekti. Rakip de tek ayak üzerinde yakalanacaktı. Hagi'nin planında, böyle bir öncelik, en azından şimdilik yok gibi. Top rakibe geçtiğinde olduğu yerde basmak yerine geri koşuluyor ve rakibin tehlikeli olabileceği yerde kalabalık oluşuyor.Sonra yeniden akına yöneliniliyor. Bu tabii enerji ve vakit kaybına yol açıyor. Ancak şu bir gerçek ki Rijkaard planını uygulama başarısını gösterememişti. Hagi de herhalde şu an için bunu uygulanabilir bulmuyor.Rumen Hoca'nın bu planı ölçüsünde bakarsak: Galatasaray'ın, sadece Tita'nın ilk yarıda kaçırdığı ve Ali Turan'la bozulan ofsaytta (golde) açık verdiğini belirtip herkesi kutlamamız gerekir.   Özellikle yüksek konsantrasyon nedeniyle. Hagi'nin planının uygulanabilirlik kolaylığı, kaleciden forvete tüm oyunculara son derece basit roller verilmiş olması konsantre olmalarını kolaylaştırıyor. 1-Kanatlar birbirini süpürecek.2-Top rakipteyken herkes geri koşacak.3-Göbekte üçgenlerle kademe yaratılacak.4-Top kapılınca hızla dikine rakip kaleye gidilecek.Herşey çok basit. Ancak tek handikap rakibin sürekli sizin ceza sahanızın çevresinde olması. Tüm delikleri kapamakla uğraşmaktan top oynayamıyorsunuz. Rakip yürekleniyor, seyirci hop oturup hop kalkıyor.Baros ve Arda geldiğinde bu değişir mi? Bilmek zor.
Milliyet
1,322,005
Yazarlar
İKİ aydır dikkatle izliyorum.İzmir'in bazı ilçe belediyelerindeki meclis toplantıları, mahalle çocuklarının çelik-çomak oyunundaki kavgaya döndü.Dedikodu...Duyuma dayalı iddialar...Yok güvercindi, yok kargaydı; sen böyle dedin, o böyle dedi...Eften püften, etikten, saygıdan, hoşgörüden uzak "boş" şeylerle vakit geçiriliyor.Ne muhalefet muhalefetliğini ne de iktidar iktidarlığını yerine getirebiliyor.Kısacası, bazı belediye meclislerinde işler ayna, çal-çal oyna durumu yaşanıyor.*  *  *Ayıp be efendiler!...Vatandaş sizi, mahalle kavgası yapmanız için buralara seçmedi.Argo ağızlarla birbirinize hakaret etmeniz için de oy vermedi.İşinizi yapın, işinizi...Adam gibi adam olun, seçildiğiniz koltuğun hakkını verin, hiç olmazsa oturum başına aldığınız parayı hak edin...Beceremiyorsanız, çekin gidin...*  *  *Bayraklı uzun zamandır bu durumda...Karşıyaka'da son mecliste yaşananlar...Konak'ta dedikoduya dayalı iddialar...Yetti artık...Çoğunuzun; kardeşinizi, komşunuzu, hemşehrinizi, bacanağınızı, dünürünüzü, gelininizi işe sokmaktan başka iş yaptığı yok.Yine çoğunuz bütün gün belediyede kazanç karşılığı iş takip ediyorsunuz.Yasal olmayan isteklerinize direnen müdüre bağırıp-çağırıyor, tehdit ediyorsunuz.Görev yaptığınız komisyonlarda istediğiniz dosyayı sümen altı edip bekletiyor, istediğinizi ne karşılığında bilmem ama sonuçlandırıyorsunuz.Bunları bilmediğimizi, duymadığımızı mı sanıyorsunuz?Bırakın artık gürültüyü-şamatayı da; iş yapın, iş.*  *  *Siyasi partilerin il ve ilçe başkanlarına, yönetimlerine sesleniyorum:Lütfen partilerinizin Belediye Meclis Grupları'na çeki-düzen verin.Bilin ki, yaşananlara seyirci kalarak aynı densizliğe, aynı aymazlığa, aynı suça istemeyerek de olsa iştirak ediyorsunuz.Batur'a yapılan haksızlıkİzmir'de, en planlı gelişen ilçe Narlıdere'dir.Başkan Abdül Batur'un seçimlerde yüzde 70'in üzerinde oy alması da bunun göstergesidir.Batur, CHP'nin İzmir'de gözbebeği, en başarılı yerel yöneticisi ve tartışmasız prensidir.Yine İzmir'de, kent yenilenmesini hayata geçiren ilk ve tek belediye başkanı Batur'dur.Gecekonduları yıkarak, planlı mahalleler yaratan Batur, Narlıdere sırtlarındaki sağlıksız gecekondu mahallelerini, modern, alt yapısı tamamlanmış binalara dönüştürecek bir plan yaptı.Büyükşehir de onayladı.Ancak şehir plancıları mahkemeye giderek bu planı yargı kararıyla durdurdular.Bu, mesleği mimar olan Belediye Başkanı Abdül Batur'a ve Narlıdere'ye yapılmış en büyük haksızlıktır.Ama Batur, şehir plancılarının aksine, Narlıdere'de tek bir gecekondu bırakmamaya kararlı.Halkla birlikte, halkın istediği kent yenilemesi için yola çıkan Batur, göreceksiniz tüm engelleri aşacaktır.Çünkü gücünü halktan alan bir belediye başkanını, şehir plancılarıymış, oymuş-buymuş, kimsenin durdurmaya gücü yetmez...
Milliyet
1,342,789
Yazarlar
Bizden habersiz füze kullanımı olmayacak. Türkiye evet demedikçe önemli karar oluşmaz. Eğer bu füze savunma sistemi uygulamaya konulacaksa komutanın içinde biz de olacağız. Eksen tartışmalarının değerler noktasında yapılması lazım. Eksen şimdi doğru yerine oturuyor. Türkiye Kürt meselesinden kurtulacak. Terörle bir şey olmayacağını herkes gördü. Bunlar yük artık.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, NATO Zirvesi'ne katılmak üzere Portekiz'in başkenti Lizbon'a gelirken uçakta füze kalkanı konusunda Türkiye'nin tutumunu açıkladı. Türkiye'nin görüşlerini ABD Başkanı Barack Obama dahil tüm NATO üyesi ülkelerin devlet başkanlarına bir mektupla ilettiğini belirten Cumhurbaşkanı Gül, sorularımızı yanıtlarken şu bilgileri verdi:"Bizden habersiz olmayacak""Bu konuda ön çalışmalar daha önce yapıldı. En son Sayın Başbakan Güney Kore'de ABD Başkanı Obama'ya da görüşlerimizi iletti. Ben de Obama dahil tüm NATO üyesi ülkelerin devlet başkanlarına mektupla ilettim. Başbakanımızın 'komuta kimde olacak, butona biz basarız' sözleri NATO içinde Türkiye'nin de bu konuda söz sahibi olmasını ifade ediyor. Bir başka deyişle bizden habersiz kullanım olmayacak. Önemli karar alınması gereken konularda Türkiye evet demedikçe karar oluşmaz. Eğer bu savunma sistemi uygulamaya konulacaksa komutanın içinde biz de olacağız.""Türkiye'nin ilkeleri"Gül, füze kalkanı olarak bilinen hava savunma sistemi konusunda Başbakan, Savunma Bakanı ve ilgili bürokratlarla toplantılar yaptıklarını ve bazı ilkeler belirlediklerini ifade ederek şöyle devam etti:"Soğuk savaşın sona ermesinden sonra NATO üçüncü kez Stratejik Konsept konusunu ele aldı. Eğer bu konsept kabul edilirse 10-15 yıl böyle devam edecek. Yeni konsept çaışmalarına biz de katıldık. Kendi aramızda daha önce yaptığımız çalışmalarda bazı ilkeler belirledik ve bunları NATO ülkelerine bildirdik. Bizim ilkesel bir duruşumuz var. Bizim belirlediğimiz ilkeler şunlar:1- NATO bir savunma örgütüdür ve faaliyetleri saldırı değil savunma konseptini esas almalıdır. Tehlikelere karşı tedbir alınması söz konusudur. Balistik füzelere karşı alınacak tedbirlere karşı önemli olan şu ülke bu ülke diye tehdit belirlemek söz konusu değildir. Tedbir balistik füzelere karşı alınacaktır. Hangi ülkede varsa onları kapsar. Ancak, şu ülke veya bu bölge diye isimlendirmek doğru olmaz. 2- Güvenliğin bölünmezliği önemli bir ilkedir. Savunma sistemi her şeyi ve her yeri kapsamalıdır. Türkiye'nin de her yerini kapsamalıdır. Bütün batı ülkelerini kapsamalıdır. Baltık ülkeleri veya Balkan ülkeleri diye ayrım olmaz. 3- Herkes maliyetlere eşit olarak ortak olmalıdır.4- Bu ilkeler zirvenin sonuç bildirisinde yer almalıdır.""Huysuz ülke değiliz"Gül, Türkiye'nin NATO içinde sorun çıkaran bir ülke olmadığını belirterek, şöyle devam etti: "Türkiye huysuzluk yapan bir ülke değil. Belirlediğiimiz bu ilkelerle ittifaka yakışır şekilde önerilerde bulunduk." Gül, füze kalkanı tabirinin yanlış kullanıldığını NATO belgelerinde böyle bir ifadenin geçmediğini de kaydetti ve şöyle devam etti:"Alınacak tedbirin adı hava savunma sistemidir. Füze kalkanı ibaresi yok. Türkiye'ye de füze yerleştirilmesi söz konusu değil. NATO'nun yeni savunma konseptinde eskiden NATO'nun askeri tesisleri savunma kapsamına giriyordu. Şimdi ise halklar ve topraklar da giriyor.İran veya Ortadoğu ifadesiCumhurbaşkanı Gül'ün ve sohbete katılan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün verdiği bilgilerden bu konuda Türkiye ve ABD arasında bir sorun olmadığı da anlaşıldı. Türkiye'nin füze kalkanının İran'a karşı kurulduğu ifadesi veya imasına karşı olduğu biliniyor. Eğer zirvede böyle bir girişimde bulunulursa Türkiye evet demeyecek. Türkiye'nin bu tutumu sadece İran'ın adının geçmesiyle de sınırlı değil. Örneğin Fransa, İran denmese bile "Ortadoğu" ifadesinin tehdit olarak yer almasını istiyor. Türkiye buna da karşı. Eğer Fransa Ortadoğu ifadesinde ısrar ederse Türkiye zirve metnini yine kabul etmeyecek. Türkiye, balistik füzelere karşı bir savunma sistemi olması gerektiğini savunuyor.Gül'ün ve Davutoğlu'nun aktardığı bilgilerden ABD'nin ve Fransa dışındaki NATO ülkelerinin Türkiye'nin belirlediği ilkeleri olumlu karşıladıkları da anlaşılıyor."NATO'nun sahibiyiz"Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye'nin ilkelerinin sıcak karşılandığını belirtirken, "Doğrusu biz kendimizi NATO'nun sahibi gibi görüyoruz. 1952'den beri üyesiyiz ve çok önemli katkılar veriyoruz. Bazı ülkeler örneğin Fransa askeri kanada giren ve çıkan bir ülke konumunda.""Asıl eksen şimdi oturuyor"Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye'nin ekseninin kaydığı, ABD ve AB'den uzaklaştığı, İran ve HAMAS'a yaklaşıtğı yolundaki eleştirilere ilişkin soruyu yanıtlarken de şöyle konuştu:"Türkiye'nin üzerinde aslında psikolojik bir baskı yapılıyor. Türkiye sanki suçluymuş gibi, ama bu bizi etkilemiyor. Bu psikolojik baskı AB çevrelerinde de yapılıyor. Türkiye ile ilgili eksen tartışmalarının değerler noktasında yapılması lazım. Türkiye'de hangi değerler yükseliyor onlara bakmaları lazım. Bu değerler, demokrasi, insan hakları, serbest piyasa gibi değerlerdir. Yapılan son kanunlar, anayasa değişikliği de bu yöndedir. Türkiye bu değerleri genişleten ve uygulayan bir ülke olarak çevresine ilham kaynağı olmuştur. Türkiye tarihini, jeopolitik önemini kullanmamış. Eksen o zaman yanlışmış. Şimdi doğru yerine oturuyor. Türkiye şimdi tarihini ve jeopolitik önemini kavradı. Bunlardan yararlanıyor ve çok daha etkili oluyor, tarihini ve coğrafyasını kullanıyor."Kürt sorunundan kurtulacağız"       Cumhurbaşkanı Gül, PKK'nın eylemsizlik kararını Kürt sorunuyla ilgili temaslar konusundaki soruyu da şöyle yanıtladı:"Genel olarak bakarsanız beklentimiz kadar olamasa da ümitliyim. Türkiye bu meselelerden kurtulacak. Terörden de Kürt meselesinden de kurtulacak. Herkes Türkiye'nin ayak bağlarının neler olduğunun farkında. Terörle silahla bir şey olmayacağını herkes gördü. Bunlar yük artık. Türkiye bunlardan kurtulacak."Gül, din ve inanç özgürlüğü, patrikhane ile ilgili soruya ise şu karşılığı verdi:"Demokratik standartları yükselten bir ülkeyiz. Bunların alt başlıklarına bakıldığında din ve inanç özgürlüğü gayrimüslim azınlıkların hakları da aynı başlığa girer. Bizim bu konuda özgüvenimiz var. Hatay ziyaretinde gördüm Hıristiyan bir büyüğün ismi bir camiye verilmiş. Bizim özgüven sorunumuz yok.""Güney Kıbrıs sorunu"Cumhurbaşkanı Gül, NATO-AB ilişkilerinde Güney Kıbrıs yönetiminin sorunun kaynağı olduğunu belirtti, ve şu değerlendirmeyi yaptı:"NATO-AB işbirliği bizi çok ilgilendiren bir konu. Çok uğraştıran bir konu. 2002'de ilk NATO-AB işbirliği görüşüldüğünde bir mutabakata varılmıştı. O zaman Güney Kıbrıs, AB üyesi değildi 2004'te üye oldular ondan sonra problem çıkmaya başladı. Tabii bizim de sert tepkimizle karşılaştılar. Burası bir savunma örgütü NATO içindeki dayanışmayı geriye alır AB'yi öne çıkarırsanız bu olmaz. Ayrıca bazı taahhütler de yerine getirilmedi. Avrupa Savunma ve Güvenlik Sistemi için bize sözleri vardı. Ama Güney Kıbrıs nedeniyle bu bloke edildi. Bizim bunlara söyleyeceğimiz şu; dön öbür taraftaki Kıbrıs Rum Kesimi'ne ne söyleyeceksen söyle. NATO'nun stratejik konularını Güney Kıbrıs'ın ipoteği altına sokma. Türkiye'nin gücü, oynayacağı rol büyüktür sen bunu düşün. Bizim tutumumuz şu; Kıbrıs Rum Yönetimi, NATO faaliyetlerinin içine giremez."Türkiye'nin istediği olduZirvenin ilk gününde Türkiye'nin istekleri kabul gördü. Cumhurbaşkanı Gül'ün mektupla liderlere ilettiği, hiçbir ülkenin tehdit olarak zikredilmemesi, savunma sisteminin tüm NATO ülkelerini kapsaması olarak ifade edilen "güvenliğin bölünmezliği" ilkesi, kurulacak savunma sisteminin mali külfetinin ve risklerinin hakça paylaşılması talepleri kabul edildi. ABD Başkanı Obama'nın da uzlaşmanın sağlandığını Cumhurbaşkanı Gül'e de ifade ettiği kaydedildi. Böylece zirvenin ilk gününde açıklanan NATO'nun yeni stratejik savunma konsepti, Türkiye'nin savunduğu ilkelere uygun şekillendi. Bu sonuçtan Cumhurbaşkanı Gül'ün memnun olduğu ifade edildi. Bugün açıklanması beklenen sonuç bildirgesinin aynı yönde kaleme alınacağı öğrenildi.Cumhurbaşkanı Gül Lizbon'a giderken uçakta gazetecilerin, füze kalkanından, Kürt meselesine dek geniş bir yelpazedeki sorularını yanıtladı.
Milliyet
1,335,298
Yazarlar
AFP ajansının haberine göre Youtube Ürün Yöneticisi Hunte... - Sina Koloğlu Sina Koloğlu Reyting canavarı YOUTUBE 60 YILLIK TV KANALINDAN DAHA ÇOK YAYIN YAPIYOR AFP ajansının haberine göre Youtube Ürün Yöneticisi Hunter Walk bir açıklama yapmış. Türkiye'de 'sorun' yaşayan sitenin rakamları vallahi acayip. Walk, sitenin büyüklüğünü anlatmak için şu örneği veriyor; "ABD'nin en çok izlenen üç televizyon kanallarının 24 saat, bir hafta, bir sene , 60 yıl tüm yayınlarının toplamı Youtube'un 30 gündeki yayın akışı kadar olamaz." Youtube'a dakikada 35 saatlik görüntü geliyormuş. Günde eklenen görüntü 50 bin saati buluyormuş. Günde yaklaşık 2 milyar video. Aylık kullanıcı sayısı ise 500 milyon kişi.  YURT DIŞINA İLK HANGİ DİZİ GİTTİ? Bu konuda Osman Sınav Habertürk'te konuştu. 'Deli Yürek' dizisi Kazakistan'da izlenme rekoru kıran ve ilk yurt dışına giden diziymiş. Yani bu yolu açan dizi 'Deli Yürek'miş. 113 bölüm, 6 yılda 12 kez yayınlanmış. '1 KADIN 1 ERKEK ARANIYOR' BİTTİ '1 Kadın 1 Erkek' Türkmax'ta yayınlandı, ama sesi hayli gür çıktı. Sonra  Turkmax'ta '1 Kadın 1 Erkek Aranıyor' yarışması geldi. Ama sanırım beklenen olmadı. Yarışmanın ömrü kısa sürdü.. OKURDAN MAÇ TARİHLERİ KARIŞMAMIŞ İnci Arslan bir konuya açıklık getirmiş: "Merhabalar, 'Çocuklar Duymasın Maçlar Karıştı' başlıklı yazınızda maçların karıştığını yazmışsınız. Evet Berke ve Duygu maça gidiyor ancak bu, hafta sonu için konuşuluyor. Hatırlarsanız arkadaşının doğum günü vardı aynı zamana denk geliyordu. Yani maç 10 Kasım'da değil, bence bir yanlışlık yok." FANLARI "ÇAKIL TAŞLARI BAŞKA  KANALA GİTSİN" DİYOR  İzleyicileri kendi dizilerinin peşini bırakmıyor. Öyle kolay teslim olmuyor. Benzer durum bu hafta ekrana veda etmeye hazırlanan 'Çakıl Taşları'nda da oldu. Bu konuda Epey elektronik posta aldım. Çoğu, dizinin Fox'ta olmasa da başka bir kanalda yayınlanmasını istiyor. Bunlardan birini sizinle paylaşıyorum: "Çakıl Taşları adlı gençlik dizisi bize birçok şey kattı. Biz gerçek aşkı onlardan öğrendik. Biz dostluğun ne demek olduğunu ilk defa bu kadar net gördük. Biz ilk defa televizyon başında yapılan saçma sapan küfürlere değil de gerçekten komik olan şeylere gülmeyi onlardan öğrendik. Eğer biz onlardan bu kadar çok şey öğrendiysek dizimizi bu kadar kolay harcayamazlar."   PUCCA -AYNISININ LACiVERTiARTIK ZAYIFLAMAM LAZIMMehveş Evin Bebek'te makaron savaşlarıSina KoloğluReyting canavarıYOUTUBE 60 YILLIK TV KANALINDAN DAHA ÇOK YAYIN YAPIYOREDA TAŞPINAR.DANS NE ZOR ŞEYMiŞARI MAYAHalis Kurtça Kültür MerkeziSaat: 13.00Fiyat: 25 TL Tel: 0 216 357 28 36ADEM OLDU HAVVAKulis Oda SahnesiSaat: 15.00Fiyat: 25 - 30 TL Tel: 0 216 467 33 32WWE - SMAKCKDOWN!Abdi İpekçi ArenaSaat: 18.00Fiyat: 60 - 270 TL Tel: 0 212 679 74 20KABİNEGarajistanbulSaat: 20.30Fiyat: 20 - 30 TL Tel: 0 212 292 73 68ŞİRİNLERBahçelievler Kültür MerkeziSaat: 15.00Fiyat: 15 TL Tel: 0 212 441 36 81
Milliyet
1,334,173
Yazarlar
Ferhan İstanbullu ferhan.istanbullu@gmail.com Spot YILBAŞI HEDiYENiZE KARAR VERDiNiZ Mi? "Bu şehirde yaşam kalitesini artıran bir kurum say" deseniz, aklıma ilk İKSV gelir. İKSV şimdi de tasarım dükkanıyla yılbaşı arifesinde şehri renklendiriyorİKSV binasının giriş katında yer alan, tasarımdan sanattan keyif alanların ilgileneceği pek çok farklı ürün barındıran İKSV Tasarım Mağazası, bir yaşına yenilenen bir koleksiyonla girdi. Aralık kapıya dayandı gibi. Uzun bayram tatilinden sonra kasım su gibi akıp geçer. Yeni yıl için eş dost, yakınlar için hediye arayanların mutlaka İKSV Tasarım'a uğrayıp bakması lazım. Burada Türk ressamların eserlerinden alıntıların uygulandığı kristal, porselen, ipek gibi malzemelerden bilumum ürünler, hem genç hem de uluslararası ödüllü koleksiyonlar bir araya getirilmiş.Mağazada ürünleri bulunan tasarımcılar arasında Aida Pekin, Deniz Toraman, Ela Cindoruk ve Nazan Pak, Leyla Taranto, Oya Akman, Tan Oral gibi isimler var. Ayrıca Dali, Picasso gibi dünyaca ünlü ressamların müze mağazalarından oluşan bir seçki ve Andy Warhol, Karim Rashid gibi tasarımcıların özgün ürünleri de İKSV Tasarım'da bulunuyor.BİR YILDA NELER DEĞİŞTİ? İKSV Tasarım'da yeni sezonda New York'taki Modern Sanat Müzesi'nin (MoMa) yeni koleksiyonu yerini alıyor. Türk tasarımcılardan Camekan'ın 'Rüya' adını verdiği cam çalışması ve mini heykelleri, Özlem Peker'in Cihangir evleri ve kedilerini stilize ettiği tabak çalışmaları, Evrim Yavuz'un yeni yastıkları, Selin Sarpkan'ın el yapımı kağıt tabloları, Toz Design'ın koza koleksiyonu bu yenilikler arasında yer alıyor. Bir de İstanbul şekerleri markasıyla akide şekerleri mini kutularda sunuluyor.   İKSV Tasarım'da ayrıca Türk Sanatçılar ve Türk Tasarımcılar Koleksiyonu, Devrim Erbil imzalı İstanbul panoları, Ara Güler imzalı sınırlı fotoğraflar ve Nusret Nurdan Eren'in doğa fotoğrafları satışa sunuluyor. Bir de İKSV Sınırlı Baskı Özel Koleksiyonu hazırlamışlar. Koleksiyoner ruhlular Can Yücel'in şiirleriyle Burhan Uygur'un resimlerini buluşturan 'Rengahenk' adlı kitabı ve Ergin İnan'ın Mevlana'nın eserlerinden esinlenerek oluşturduğu 'Mevlana Celaleddin Rumi: 99 Şiir, 99 Resim' adlı kitap gibi projeleri çok beğenecek. Gezdim gördüm, rahatlıkla söyleyebilirim ki ilginizi çekecek, bütçenize denk gelecek, üstelik bu kadar zevkli seçenek arasından bir şey bulamazsanız hiçbir yerde bulamazsınız!Aklıma takıldı... Pazar günü Maçka Parkı'ndaydım. Çocuklu bir arkadaşımla birlikte... Ne güzel, iki adım ötede yollar, kaldırımlar birbirine girmişken burası vaha gibi.. Yine de park bomboş, o güzel gözlemeleri yapan meşhur kafe dışında... Maçka Parkı nasıl kurtulur diye düşünüyoruz. Hafta sonu eğitmenler ücretsiz spor yaptırsa mesela... Aerobik, yoga, Thai Chi gibi... Nike, pekala bu işin sahibi olabilir! Nişantaşı bitki örtüsü neye karşılık gelir(!) bilemem ama keşke bir botanik bahçe yaratılabilse. Tek gerekmeyen sıra sıra yiyeceklerin yan yana sıralandığı pis pazar görüntüsü! Yanlış anlaşılmasın, Maçka Parkı'nda bu sefillik yok, sadece Feshane'yi  göreli beri bu kötü format aklımdan çıkmıyor!
Milliyet
1,330,277
Yazarlar
Kore Elektrik Enerjisi Şirketi KEPCO ile Sinop'ta yapılması planlanan nükleer santral konusunda yapılan görüşmeler çıkmaza girdi. Büyük bir olasılıkla taraflar ay sonundan önce görüşmeleri durdurduklarını açıklayacak.Yedi aydır süren müzakereleri yakından izleyen kaynaklara göre "beş-altı önemli noktada uzlaşmaya varılamadı."Bunlardan biri risk paylaşımı, yani nükleer sorumluluğun sınırı. Bu bir kaza veya başka olağan dışı olay meydana gelmesi halinde, doğabilecek zararı hangi tarafın ne kadar karşılayacağı meselesidir ve bütün ülkelerde en zor konulardan biridir.Bir başka konu teknoloji transferi ile ilgili. Türkiye ebediyen santral satın alan değil, zaman içinde kendi santrallarını yapan hatta ihraç eden bir ülke olmak istiyor. Tıpkı bir zamanlar Kore'nin istediği gibi. Anladığım kadarıyla Koreliler bu konuda verici değil.Bir başka anlaşmazlık konusu santralı yapıp işletecek şirkette hangi tarafın ne kadar hisseye sahip olacağı. Sektör kaynaklarından aldığım habere göre Koreliler hisse dağılımının yüzde 40 KEPCO'ya, yüzde 60 Türkiye'ye şeklinde olmasını istiyorlar. Ayrıca kendi hisselerini üçüncü tarafa devretme özgürlüğü talep ediyorlar. "Koreliler bütün malzemeyi ve hizmeti kendi ülkelerinden getirip risk almadan istedikleri zaman çıkıp gitmek istiyorlar" dedi bir kaynak.Bir başka anlaşmazlık konusu Güney Kore'nin ticari risk mi alacağı, yoksa Hazine garantisi mi talep edeceği. Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın Hazine garantisine sıcak bakmadığı biliniyor. İşin bankacılık tarafı da varTaraflar arsındaki müzakereler Ankara'da devam ediyor ama uzlaşma imkânı neredeyse kalmamış gibi. Her ne kadar son sözü Erdoğan söyleyecek ise de Yıldız'ı dinledikten sonra görüşmeleri sonuca götürecek bir mecra kalmadığını anlayacağını sanıyorum. Büyük bir olasılıkla 11-12 Kasım'da Kore'nin başkenti Seul'de toplanacak G 20 toplantısında taraflar el sıkışıp ayrılacaklar. Toplantıya Başbakan katılacak.Güvenilir kaynaklar Japonya ile temasların başladığını söylüyor. Anladığım kadarıyla başka istekliler var. Ama bunlarla da anlaşmak kolay olmayabilir. Türkiye'nin ilk santralını yapacak Ruslarla anlaşmaya varması nispeten kolay oldu. Çünkü orada söz konusu olan Türkiye ile özel ilişkileri olan, gaz tedarikçisi olması dolayısıyla Türkiye üzerinde yaptırım gücü olan bir devlet ve bir devlet şirketi söz konusu idi. Rusya Türkiye pazarına girebilmek için ticari mülahazaları kısmen arka plana iterek kontratı aldı.Enerji Bakanlığı'nın Rusya ile varılan bu anlaşmayı bir model olarak alması, ticari şirketlerle anlaşmayı imkânsızlaştırabilir."Rusların kabul şartları bankalar tarafından kredilendirilebilir değil. Batı'da kimse kabul etmez" diye konuştu bir kaynağım.Ticari şirketlerin Türkiye'de nükleer işine girebilmeleri için "bankalaştırılabilir" bir yapı kurmaları şarttır. Bunun için de Enerji Bakanlığı'nın bugün iştahını kapatan birçok koşulu kabul etmesi gerekecek. Hazine garantisi ve nükleer riskin büyük bir bölümünün Türkiye tarafından üstlenmesi bu şartlardan bazılarıdır.
Milliyet
1,341,349
Yazarlar
Herkeste doğuştan lütfedilmiş bir güzellik olduğuna inanıyorum. Kaş, göz değil sadece, bazen bir duruş, bazen bir eda, bazen adını koyamadığınız başka birşeyler... Fakat illaki de her insanda kendine has bir güzellik bulunuyor. Kendimize bakım göstermezsek, cildimize ve formumuza gereken özen ve dikkati vermezsek, doğuştan sahip olduğumuz güzellikler, maalesef yıllar içinde kısa sürede yok olmaya mahkum. Yani bize tahsis edilmiş olan fiziksel varlığımızın, elimizden geldiğince kıymetini bilmemiz gerek. Kıymet bilmekse önce irade, hemen ardından emek  istiyor... Yaşamdaki her başarıda olduğu gibi...Formunuzu korumanızda, işinizi kolaylaştıracak yöntemleri çok yakınınıza getiren, yepyeni alet ve  malzemelerle size yol gösterecek bir güzellik salonu bir süre önce hizmete açıldı. Este Clinic Alsancak Çamlı Sokak'ta çamlara nazır, asude bir köşesinde İzmir'imizin tertemiz, yepyeni bir bakım merkezi.İşte, Este'nin uygulamalarıEste Clinic'te, aklınıza gelebilecek pek çok terapi mevcut. Hattâ daha önce hiç duymamış olduğunuz   yeni inceltme ve cilt bakım yöntemlerini de uyguluyorlar.İtalya ve New York'tan en kaliteli kozmetik cihazlarını getirten salonda aynı anda 15 departmanda hizmet alabiliyorsunuz. Dermatolog doktorlar, masaj uzmanları, fizyoterapistler, cilt bakım uzmanları, estetisyenler ve diyetisyenlerden oluşan 13 kişilik bir uzman kadroyla çalışan Este Clinic, solaryum ve selülit tedavisi gibi alanların yanısıra İzmir'de sadece kendilerinde bulunan  fraksiyonel lazer ile gençleştirme tedavisi de yapıyor.Este Clinic'teki mevcut uygulamalardan bazıları şöyle:* Cilt gençleştirme ve yenileme uygulamaları* Radyofrekans ile yüz ve vücut sıkılaştırma* Obagi Blue Peel Sistemi, bitkisel peeling* Ulterapy, cilt sıkılaştırma* Oksijen Terapy ve Ozon Terapy* Fraksiyonel-ablatif ve non ablatif cilt yenileme* Deri kanseri öncesi oluşumların engellenmesi* Leke, yara, çatlak, sivilce tedavileri* Kılcal damar ve varis tedavileri* Botox, dolgu, mezoterapy* Kök hücre uygulamaları* Lifting tedavisiZayıflama tedavileri* Diyetisyen kontrolünde, beslenme ve diyet danışmanlığı* Vakum terapy, kavikasyon, pressoterapy, radyoterapy* Velasmooth-pro ile selülit, zayıflama, incelme, sıkılaştırma tedavisi* Plates, power plate, vücut kitle indeksi, yağ ve kas oranı ölçümüVücut bakımları* Egzotik Uzakdoğu masajları, sıcak taş masajları, fusion terapy* Vücut peeling, çamur uygulamaları* Reflxology, relax masajTarama yöntemleri* 3D görüntüleme sistemiyle uygulama öncesi, işlem sonucunu görüntüleme ve ayrıntılı cilt analizi * Bilgisayarlı Dermatoskop ile vücut ben taraması* Vücut kitle analizi ölçümü* Leke ve vitiligo taraması* Slim pro, lazer lipoliz ve tüm cerrahi uygulamalarAnne adaylarına özelEste Clinic'te anne adayları için özel masaj ve vücut bakım paketleri bulunuyor. Rahatlatıcı terapilerin yanısıra, anne adayları, hamilelik süresince kilo alımından kaynaklanan çatlak oluşumuna engel olacak uygulamaları kapsayan bu seanslardan, son derece uygun fiyatlarla faydalanabilirler.Sevgi güzellik ister, güzellik emek ister.Yaşamınız güzelliklerle dolsun...
Milliyet
1,321,021
Yazarlar
PAZAR akşamı... Kıbrıs Şehitleri Caddesi... Her zamanki gibi kalabalık, renkli ve cıvıl cıvıl cadde. Çoğunluk genç. Kimi telaşla belli ki bir yere yetişmek için koşuşturuyor, kimi yanındaki grupla tatlı sohbette, kimi ağır ağır vitrinlere baka baka ilerliyor. Biz kızımla bir kafedeyiz. Uzun zamandır oturmamışım Kıbrıs Şehitleri Caddesi'nde. Sokağın hareketliliğini özlemişim. Zaten öyle bir dalmışız ki gelip geçenleri seyretmeye, sanki birbirimizi tanımıyor gibi susup kalmışız. Bir süre sonra hiç konuşmadığımızı fark ediyorum. İlginç tipler de geçiyor...Onların geçmesinin ardından sessizce birbirimize bakıyoruz. Kimi mavi saçlı, kimi eşofmanlı, kimi çok süslü, kimi kafasına ışıklı taçlardan takmış, kimi solgun, kimi pasaklı... Bir yanda sokak sanatçıları müzikleriyle fonda...Sokağın bu renkli hali hoşuma gidiyor.Ve kuşkusuz ki; İzmir'in en renkli sokağı da burası. Her sokak masmavi denize, capcanlı Kordon'a , ışıl ışıl körfeze açılıyor. Denize açılan her sokak da kendine özgü zaten.Bu kendine özgü sokaklar, İzmir'in kimliği, İzmir'in gerçeği.İşte ben tam bunları düşünürken, o sırada, paten kayan erkek çocukları vızır vızır geçiyor aralardan. 10-11 yaşlarında var-yoklar. Belli ki o civarlarda oturuyorlar. Arada bir geçtiklerinde gözüm takılıyor onlara. Sanki biraz da haylazlar.Az sonra, ben tam başımı başka yöne çevirmişken birden, çocuklardan birinin sesiyle irkiliyorum. İrkilmekle kalmayıp, ne olduğumu şaşırıyorum. Patenin üzerinde bir yandan kayarken çocuklardan biri, yanındaki arkadaşına ve belli ki uzaktan gelen kişiye duyurmak için sesini, bağırarak konuşuyor: "Oh anam babam. Vay anam babam. Gelene bak! Bacaklara bak!"Gayrı ihtiyari, başımı çevirip, laf attığı yöne bakıyorum. Sarışın, 25 yaşlarında bir genç kız yürüyor. Yani ondan en az 10 yaş büyük! Kızın suratı asılıyor. Belli ki o ana kadar rahatça yürüdüğü giysisi ve şortu o an onu geriyor. Hafiften bakışlarını öne eğip, kalabalığın arasında hızla ilerlemeye çalışıyor. Çocukların o bağırtısı üzerine dikkatler onun üzerine toplanıyor çünkü. "Gördün mü lan?" diye konuşarak arkadaşıyla, paten üstünde kayboluyor ortadan. O kaybolmuşken sokakta, büyüdüğünü düşünüyorum o çocuğun, evlendiğini... O çocuğun ileride büyüyüp koca adam olduğunda karısına, kızına nasıl davranacağını da kolayca hayal edebiliyorum. Küçücük, 10-11 yaşındaki çocukların bile; bu ülkede kendinden büyük kadınlara, kızlara laf atma eğiliminde olabileceğini yakından bildiği için, kuşkusuz her şeyi yasaklayarak başlayacak işe. "Onu giyme""Oraya gitme""Şuraya bakma"diye uzayıp gidecek yasaklar listesi. Ama beni en çok düşündüren, bu çocukların da artık bu ülkenin, bu kentin gerçeği olmaya başladığı fikri. 10 yaşında çocuklar bile laf atmaya başladıysa artık, karımıza-kızımıza onu-bunu yasaklamak yerine, kendimize, erkekliğimize bakmamız gerekmez mi?Erkeklere not: Sakın, "O kadar da mini giymeyin, bakmasınlar" gibi saçma bir mantığa bağlamayın. Ona cevabım daha ağır olur...
Milliyet
1,322,027
Yazarlar
Radikal gazetesi dün yeni bir kampanya başlattı: Savaşma konuş!Doğru bir slogan.Artık dağda silahlar susmalı.Yeterince acı çekildi, kan ve gözyaşı döküldü.Şimdi oturup konuşma vakti, diyalog vakti...Başka çaremiz yok.Bu açıdan, İmralı'yla Kandil'in işbirliği içinde ateşkesi, çatışmasızlık halini seçim sonrasına kadar uzatmaları olumlu bir gelişme.Zaman, parmakların karşılıklı olarak tetikten çekilmesi zamanıdır.Ne mayın ne operasyon!Silahların sustuğu bir ortamda, kapalı kapılar arkasında barışı amaçlayan bir yol haritası çıkarmak zorundayız.Bu öyle bir yol haritası olacak ki, önceliklerle sonralıklar belirlenecek, hedefler kolayından zora doğru sıralanacak.Çok çabuk atılabilecek adımlarla siyaseten netameli olanlar birbirinden ayrılacak.Bir başka deyişle:Araba, yakın geçmişte olduğu gibi, atın önüne konmayacak.Ayrıca zaman torbaya sokulmayacak.Sabır ve iradenin özellikle şart olduğu böyle bir sürecin zaman alacağına daha baştan inanılacak, kısacası barışa zaman tanınacak. Ayrıca, iki taraf da bu 'barış süreci'nin arkasına siyasal kararlılık koyacak.Çünkü 'provokasyon'lara dayanıklı siyasal kararlılık eğer olmazsa, barış fena halde kırılganlaşır, çok kolay tuzağa düşülür.Barışı, istikrarı bu ülkeye çok gören karanlık odaklar, hem içte hem dışta var.Bu bakımdan geçen pazar günü yaşadığımız kanlı Taksim örneği hiç akıllardan çıkmasın.Böyle bombalar önümüzdeki dönemde de patlayabilir, patlatılabilir. Oysa, Türkiye'nin artık böylesine tuzaklara düşmeyecek kadar kan ve gözyaşı döktüğüne ve olgunlaşmaya başladığına inanıyorum.Bu ülkede öylesine acılar çekildi ki, iki taraf da, eğer gerçekten isterlerse, provokasyonlara geçit vermezler.'İki taraf'tan söz ediyorum.Evet öyle.Savaşan taraflar yani...Kim kiminle savaştıysa, barışı da ancak onlar yapar çünkü...Bu süreçte her şeyin ille de kamuoyu önünde konuşulması gerekmiyor.Kapalı kapılar arkasında örülecek diyaloglarla, bazen gizli diplomasi kanallarıyla barışın yollarını açmak bugün artık mümkün...Anaların daha fazla gözyaşı dökmesini istemiyorsak, dağın yolunu kapatıp barışın kapısını zorlamaktan başka çaremiz yok.İç ve dış koşullar barış süreci açısından her zamankinden çok daha uygun...Bu arada bir başka kritik nokta:Siyaset sahnesinde iktidarla muhalefetin barış yolunda birleşmeleri... Bu yaşamsal bir konu.Özellikle Erdoğan'la Kılıçdaroğlu...Dağın yolunu kapatıp barış yolunu açmak için aralarında şöyle veya böyle bir işbirliği yapmaları ya da en azından seçim zamanı bu konuyu birbirlerine karşı istismar etmekten kaçınmalarıdır doğru olan, sorumluluğun gereği olan...Evet, Radikal'in kampanyası gibi:Savaşma konuş!
Milliyet
1,343,644
Yazarlar
Türk Eğitim Tarihi'ne altın harflerle yazılacak bir proje daha geliyor. Umarız uzun ömürlü olur. Çünkü benzeri hatta çok daha önemli bir proje de birkaç yıl önce yine "eğitimde devrim" diye sonulmuş, uygulamaya konulmuş ama Hüseyin Çelik bakanlıktan ayrılınca, önce sahipsiz kalmış sonra da kapısına kilit vurulmuştu.Çelik, gerçekten de zoru başarıp, her okula bilişim teknolojisi sınıfları kurmuştu. Bu sayede her okul, her öğrenci bilgisayarla, internetle, sanal dünya ile tanışmıştı.Bilişim sınıfları, hayırseverlerin desteği ile kurulmuştu. Küçük okullarda birkaç tane, büyüklerde ise çokça açılmıştı. Heyecan yaratmadı desek yalan olur.Çelik'in alkışladığımız önemli projelerinden birisiydi...Peki şimdi ne yapılıyor?İsterseniz gelin önce isminden başlayalım. FATİH için belli ki oldukça zorlanılmış. Açılımı: Fırsatları Artırma, Teknolojiyi İyileştirme Hareketi... Hamisi Başbakan Erdoğan. Altyapı desteği ise Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'dan. Uygulayıcı ise Milli Eğitim Bakanı Çubukçu.İsterseniz gelin önce bu konudaki habere bir göz atalım:Teknolojik sınıflarBaşbakan Erdoğan'ın talimatıyla başlatılan "Fatih Projesi"yle okullarda her öğrenci, bilgisayarı kendi sınıfında kullanacak. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın talimatıyla başlatılan, Milli Eğitim (MEB) ve Ulaştırma bakanlıklarınca ortak yürütülecek "Fatih Projesi", sınıfları birer "teknoloji merkezi" haline getirecek. Projeyle, okullardaki bilgisayar odalarının kullanımına da son verilecek. Her öğrenci, bilgisayarı kendi sınıfında kullanacak. Üç yılda tamamlanacak proje ile 42 bin okuldaki 570 bin dersliğe dizüstü bilgisayar, projeksiyon cihazı, internet ve çok amaçlı yazıcı ve akıllı tahta sağlanacak.Fırsatları Arttırma, Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi ile her sınıfta internete bağlı bir bilgisayar bulunması hedeflenecek. Daha önce okullara kurulan bilgisayar teknoloji (BT) sınıfları, proje tamamlanana kadar kullanılmaya devam edilecek. Projenin hayata geçmesiyle BT sınıflarındaki bilgisayarlar okul içerisinde dağıtılacak.Projede, kara tahtanın yerini akıllı tahta alacak. Öğretmenler; bilgisayar, projeksiyon cihazı, özel kalem, tahta olarak kullanılacak platform ve yazılımdan oluşan "akıllı tahtada" harita, grafik ve video gösterimleri yapabilecek. 2 milyar TL harcanacak projede köy okullarına da bilgisayar ulaştırılacak.Sınıflarda, e-kitaplarla ders yapılacak. Öğretmenler, klasik tahta yerine, doğrudan bilgisayara bağlı tahtalarla ders işleyecek. Öğrenciler, işlenen konuları, tahtadan kendi bilgisayarına aktarabilecek. Proje, Erdoğan, Nimet Çubukçu ve Binali Yıldırım'ın katılımıyla pazartesi günü tanıtılacak.Başarılar diliyoruz ama!..Söz konusu proje öğretim kurumlarımızın önemli bir bölümünde zaten uygulanıyor. Yaygınlaştırılması açısından önemli bir adım. Ama harika sonuçlar beklemek abesle iştigal olur. Zaten kendi içerisinde fazlasıyla çelişki var. Öğrenciden çok öğretmen odaklı bir sistem. Peki öğretmenlerimiz böylesi bir projeye ne kadar hazır? İşte onu ne siz sorun ne de ben söyleyeyim.Projenin maliyeti, 2 Milyon TL deniyor. İyi para. Asıl kimler nemalanacak o önemli!..Ve daha da önemlisi, Bilişim Teknoloji (BT) sınıfları gibi bu proje de, harcanan onca paraya ve emeğe rağmen, bir süre sonra rafa kalkacak mı?Her öğrenciye bir laptopRahmetli Özal'ın hayali, bir milyon bilgisayardı. Siyasetçiler içerisinde bilişim teknolojisine en meraklı olan oydu. Bugün hâlâ, onun vizyonunun mirası yeniliyor. Sonra AK Parti döneminde her okula bir bilgisayar sınıfı projesi ile Hüseyin Çelik bir atak yaptı. Şimdi ise sanki Binali Yıldırım projesi kokusu aldığımız FATİH geldi. Ama bu proje de her öğrenciye bir dizüstü bilgisayar sağlamadan tam anlamıyla başarılı olmaz. Eminim ki o da arkadan gelecek.Oysa defter, kitap olarak da kullanılabilen, tüm ilk ya da ortaöğretim müfredatını da içine alan yazılım ve laptoplar mevcut. Pilot proje olarak direkt böyle bir uygulamaya başlansa daha iyi olmaz mı?Teknoloji o kadar hızlı eskiyor ki yapılan masrafa yazık. Bu konuda, en son yapılacak en başta yapılmalıdır...Özetin özeti: Eğitimde, kıyısından köşesinden de olsa, teknolojik değişimi ve bilişim çağını yakalamamız mümkün. Peki ya kafalar?..
Milliyet
1,318,814
Yazarlar
İSTANBUL Ticaret Odası Başkanı Murat Yalçıntaş'ın "durumu" beni hiç ilgilendirmiyor."Yargıda rüşvet" operasyonu etrafında kopan fırtınada dikkatimi çeken nokta, çok daha başka.O noktayı oraya koyan, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu; aynı zamanda TOBB yönetiminde yardımcısı olan Yalçıntaş'ın "durumu" hakkında konuşurken, demiş ki:"Kamu hiç rüşvet verir mi?"Vermez tabii.Sadece alır!Yok.Mesele bu da değil.Mesele Hisarcıklıoğlu'nun yaptığı "kamu" vurgusu.*  *  *Rüşvet iddialarının odağındaki İstanbul Dünya Ticaret Merkezi A.Ş. aslında çok ortaklı bir yapı.Namını, sahip olduğu 100 bin metrekarelik fuar alanıyla kazanan İDTM'nin ortakları arasında "kamu" sıfatını tartışmasız hak eden iki belediye var.İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin şirketteki payı yüzde 23,89.Bakırköy Belediyesi'nin ise sanmam ki yüzde 3'ten 5'ten fazla olsun.Yani.Geri kalan yüzde 70'i paylaşanlar arasında "aslan payı" İTO'ya ait.Sonra TOBB var, İstanbul Sanayi Odası var, İstanbul Ticaret Borsası var ve hatta İktisadi Kalkınma Vakfı var.Bir bakıma İzmir'deki yapının tam tersi geçerli İstanbul'da.Malum.İZFAŞ'ın ortakları arasında İzmir Ticaret Odası, EBSO, İzmir Ticaret Borsası ve TOBB var.Var olmasına var da, onların payları "mikronik" denecek kadar sembolik.Dolayısıyla Rıfat Hisarcıklıkoğlu, "kamu" sıfatını İZFAŞ için kullansaydı, tamamdı.Çünkü İZFAŞ'ın sahibi, "yüzde 99" İzmir Büyükşehir Belediyesi.*  *  *Murat Yalçıntaş'ın pozisyonunu konumlarken, ille de "kamu" diyorsa TOBB Başkanı...O zaman TOBB'un da, İTO'nun da, İZTO'nun da, öteki sanayi ve ticaret odaları ile borsaların durumunu da tartışmaya açar.Yine o zaman sorarlar:Kamu kurumu musunuz, sivil toplum kuruluşu musunuz, meslek örgütü müsünüz, bir yığın şirketin sahibi misiniz... Allah aşkına siz nesiniz?Karar verin de...Bilelim.Kâtip Çelebi'yi kızdırmayınİnsanın başına taş düşse bu kadar acıtmaz."İzmir Büyükşehir ve Karşıyaka belediyelerinin hazırladığı imar planlarında üniversite alanı olarak ilan edilen Örnekköy'deki 270 dönümlük arazi, Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından rekreasyon alanına çevrildi" haberi de; Karşıyaka'nın başına düşen, taştan beter bir şeydi.Sen uğraş, didin, çabala...Kendini de, halkı da hazırla...Umut et, hayal et...Bekle sabırla.Bir haber sonra:"Çevre ve Orman Bakanlığı hazırladığı 1/100 bin ölçekli Çevre Düzeni Planı'nda, üniversite hayalleri kurulan araziyi, rekreasyon alanına çevirdi."Hadi be.Laf mı bu?İş mi bu?Bir iddiaya göre Çevre ve Orman Bakanlığı "sehven" yapmış bu değişikliği. Hatalarını en kısa sürede düzelteceklermiş.Umarım öyledir.Aksi halde Kâtip Çelebi'nin gazabı kötü olur!Tek karelik Cumhurbaşkanı
Milliyet
1,335,449
Yazarlar
Ne kafamı toplayabiliyorum, ne elim klavyeye uzanıyor; uyuşmuş bir haldeyim! Nedeni belli: Geçen gün canım sıkılıyordu, oturdum pc başına, açtım bir dizinin bölümlerini, aralıksız izledim! Canımın sıkıntısı geçti! Canım neye sıkılmıştı, bulamadım gerçi... ****** Yıllar önce televizyon izlerken beynimin ve yüreğimin seslerini duymadığımı ve içinde bulunduğum gerçeği kavramama engel olduğunu fark ettiğim anda televizyon izleme işine son vermiştim. Bazı karakterlerin yerine kendimi koymaya, tartışma programlarında ortalık kızışmaya başlayınca keyfimden tırnaklarımı yemeye falan başlamıştım! Hoş, nadir zamanlar dışında hep iyi bir fırsatım olmuştur tırnaklarım ile dişlerimin buluşması konusunda! En komik anılarımdan biridir: O dönemler çalıştığım büyük bir şirketin genel müdürü ile bizim ofis içinde bir işi kotarmaya çalışıyoruz ekip olarak... Çok ciddi bir beyin fırtınası! Dayandığım masamın üzerine oturdum, neredeyse on parmağım ışık hızıyla birer birer tırnak kesim işleminde... Aynı anda rast gele bir masanın kenarına tüneyen genel müdürün de tırnakları dişlerinde! Hem fikir üretiyor, hem bir yandan dişlerimizle kopardığımız tırnaklarımızı karşılıklı olarak "tüff" sesi eşliğinde ortama saçıyoruz!... Bakın böyle çözümleyebiliriz, tüfff! Şuradan problem çıkmaz, değil mi, tüff!.. ****** Çözmem gereken bir sürü problemim varken televizyon karşısında birilerinin demek istediğim şeyleri söylemesi üzerine mutlu olduğum, hüzünlendiğim, hatta ağladığımı anladığımda ayrımına vardım ki televizyon izlerken ben "ben" olamayacaktım! İzlemediğim yıllar boyu ciddi anlamda kendimi tanıdım! Problemlerimi saptayıp, çözümlerine ulaştım... Kötü giden bir evliliği televizyon ile uyuşturmanın resmen bir kaçış olduğunu anladım, mesela! Neyi, neden demek istediğimi ve neden diyemediğimi buldum... Neden bazı sabahlar ağlayarak uyandığımın yanıtını da... Becerilerimin ayırtına vardım!.. Her boş vakitte becerilerimin dök beni ortaya diye çığlık attığına da tanık oldum! ****** Televizyon yerine haberleri gazetelerden takip ettim, tv dizilerini de gazetelerden öğrendim; bir iş arkadaşım espri yapmıştı, sonra da "Şeyy, Gülgün Hanım, bilmezsiniz tabii ki siz şimdi bu dizi karakterini..." Yok, biliyorum, dedim, basından takip ediyorum! "Şeyy, Gülgün Hanım, basın yerine televizyondan izleseniz daha kolay olmaz mı?" ****** Dedim ya geçen gün bir dizinin epey bir bölümlerini izledim, şöyle kafam dağılsın dedim, her bir bölüm sonunda merakıma yenildim! Kolay iş de aynı zamanda, indir indir izle!... Ohhh, yaslan büyük ekran pc'nin karşısındaki koltuğuna, istediğinde durdur git tuvaletine, Maia havlayınca duymadığım yer mi var, sar az biraz geriye... Ne derdim vardı, canım neden sıkılıyordu, vallaha hatırlamıyorum! Asıl merakım o kıza ne olacak acaba? ****** Bir kez daha test edilip onaylanmıştır ki: Çok acınız varsa televizyonu aralıksız izleyin; kesinlikle uyuşturuyor! Sıkıntınız varsa pek tavsiye etmem, anlık değilse eğer... Ciddi sıkıntıların nedenlerini bulma, çözümlerini saptama ve uygulama süreçlerine engel oluyor zira! İçsel yolculuğunuza başlamak, becerilerinizin ayırtına varmak ve kendi gücünüzü ortaya koymak istiyorsanız, olabildiğince uzak durunuz derim... ****** Çok severek yazı yazan biri olarak minik bir örnek vereyim: Yedi yaşında melek olan kız kardeşimin doğum günü bugün... Sizleri pek üzmeden anlatacağım kıssadan hisselerim vardı: Yüreğim ve kalemim yetmedi! Biraz bayram arifesi olmasından, en çok da uyuşmamdan! ****** Yine de... Biliyor musunuz, gece sabaha dönmüş durumda... Israr ve inatla uyuşukluğumu atmaya çalışmaktayım... Tarafımca tekrar test edildi ve onaylandı: Sizi bilmem ama beni acayip uyuşturup, uyutuyor; oysa yaşamı kendi gözümden, yüreğimden algılamak çok daha hoş! Biraz fazla acılı bölümleri olsa da, finali mükemmel!..
Milliyet
1,318,819
Yazarlar
Cumhuriyet ile bendeniz arasındaki yaş farkı, bir elin parmaklarından daha az.Birbirimizin içinde nasıl yaşadığımız konusuna gelince; "ne sen sor, ne ben söyleyeyim" dedirtecek türden...* * *Her Cumhuriyet Bayramı, bendenize Cumhuriyet'in 10'uncu yılını anımsatır. Çünkü ilk algıladığım Cumhuriyet Bayramı, Cumhuriyet'in 10'uncu yılı.1933 yılında Edirne'de Kaleiçi'ndeki "İstiklal İlk Mektebi"nde 1'inci sınıfa gitmeye başlamıştım.Babam, Edirne Valiliği'nde "Umur-u Hukukiye Müdürü" idi.* * *Hikmet "hocanım", sabahtan akşama bizlere 10'uncu yıl marşını öğretmeye çalışıyordu:Çıktık açık alınla on yılda her savaştan,On yılda on beş milyon genç yetişti her yaştan. ....Türküz Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi,Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.* * *Behçet Kemal ile Faruk Nafiz, böyle bir marş güftesini el birliğiyle yazdıkları için; kendilerine ne kadar telif hakkı ödenmiş olduğunu, ne kimse biliyor, ne de kimse merak ediyordu.* * *Edirne'de henüz elektrik yoktu.Ama belediye bahçesinde Gazi'nin heykeli vardı.Heykeli, hangi heykeltıraşın yaptığını da, çalışmalarının karşılığında kendisinin ne ödediğini de; ne kimse biliyor, ne merak ediyordu.* * *O tarihlerde Edirne'nin burjuvazisini oluşturan ve özellikle Kaleiçi'nde oturan Yahudi vatandaşlar da Edirne'den sürülmeye başlanmıştı.Yahudi hanımlar, evlerindeki eşyayı yok pahasına satmaya kalkmışlardı. Elle çevrilen bir dikiş makinesi 2.5 liraydı.Annem de:- Ben utanırım, diyordu; komşumdan o kadar ucuz bir dikiş makinesini almaya...* * *Bugün Cumhuriyet'in 87'nci yılı ve yine 10'uncu yıl marşıyla kutlanan bir Cumhuriyet Bayramı...73 milyona çıkmış olan Türkiye nüfusunun 40 milyonu, 28 yaşından küçük.* * *Bu kadar hızlı çoğalmanın nedenleri, adeta bir fıkra konusu:Bir gazeteci, çok çocuklu ailelerle röportajlar yaparken, bir aile babasına soruyor:- Kaç çocuğunuz var?- 7 tane...- Yaşları kaç?-Her yıl bir çocuğumuz oldu; her biri ötekinden 1 yaş büyük.- Sonuncusu kaç yaşında?- O geçen yıl doğdu 1 yaşında... Ama artık çocuğumuz olmayacak sanırım.- Neden?- Çünkü artık biz de bir televizyon aldık.* * *Siyasal tarih, yönetici egemenlerin tarihidir hep.Yok İngiltere'de Victoria dönemi, yok Rusya'da "Deli" yahut Büyük Petro dönemi, yok Osmanlılar'da Kanuni Sultan Süleyman dönemi.* * *Yönetilenlerin durumuyla ilgili tarihler, ilk kez Fransa'da yazılmaya başlandı.* * *Bizde ise henüz kimse kurcalamıyor, örneğin Kanuni döneminde köylerin nasıl olduğunu, köylülerin nasıl yaşadığını ve doğum yapan kadınlarla, yeni doğmuş bebeklerden yüzde kaçının öldüğünü...* * *Cumhuriyet döneminde de "mevki sahipleri", meslek sahiplerinden çok daha itibarlı oldu.İstanbul İktisat Fakültesi'nin de kurucusu olan Alman Prof. Neumark:- Siz "seleksiyon negatif" yapıyorsunuz, "pozitif" yapsanız; çok daha çağdaş olurdunuz, demişti."Değerliler önemli değil, önemliler de değerli değil" anlamına...* * *Namdar Rahmi de boşuna yazmamıştı o iğnelemeyi:Sende cevher var imiş, bunu alem ne bilsin,Süslü bir dairede müdür bile değilsin.* * *Resmi tarihler, yönetenleri ve Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri"ni, yere göğe koyamazken; yönetilenlerin durumunu da şairler, yazarlar dile getiriyordu.Orhan Veli, çok güzel özetliyordu durumu:Neler yapmadık bu vatan için!Kimimiz öldük;Kimimiz nutuk söyledik.* * *Oktay Rifat'tan da iki vurucu şiir:                   PadişahBirinci Selim kanı severdiİkinci Selim şarabı Üçüncü Selim'in sazda sözde aklıDördüncü Selim diye biri yokİyi ki yok* * *RuhlarTanrı katında dizi dizi insan ruhuÇocuk ruhu, ihtiyar ruhuTuz ruhu, nane ruhu, lokman ruhu***Neyzen Tevfik'in de şöyle bir hicvi vardı:Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler;Kimi hırsız, kimi soysuz, kimi deyyus dediler.Künyeni almak için Parti'ye ettim telefon,Bizdeki kayda göre şimdi o mebus dediler.* * *87'nci Cumhuriyet Bayramı...Çankaya resepsiyonu konusunda; bir kutuplaşma, bir kutuplaşma...* * *Bakalım bir dahaki Cumhuriyet Bayramı'na kadar neler yaşanacak; kim öle, kim kala...* * *Ne diyelim; iyi şeyler yaşanmasını dileyelim...
Milliyet
1,326,437
Yazarlar
CHP'deki Kılıçdaroğlu darbesi, partinin İzmir örgütünü ikiye böldü.Kimine göre devrim, kimine göre partinin vitrinini yenileme, kimine göre de "hukuksuzluk" olarak değerlendirilen CHP'deki son gelişmeler, eski Genel Sekreter Önder Sav'a destek veren Nalbantoğlu yönetimini zora soktu.Nitekim İstanbul il yönetimi, ilçe teşkilatlarıyla "Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu'nun sonuna kadar yanındayız" açıklaması yaptı, İl Başkanı Rıfat Nalbantoğlu, "Tek çare Kurultay" söylemiyle İzmir'in Kılıçdaroğlu'nun yanında yer almayacağı, Sav'a destek olunacağı mesajını verdi.İlk çatlak burada yaşandı.Çünkü, aynı saatlerde, Narlıdere Belediye Başkanı Abdül Batur, Narlıdere ilçe örgütüyle tüm CHP'li meclis üyelerinin son yapılanmada Genel Başkan Kılıçdaroğlu'nun yanında yer alacaklarını yazılı olarak kamuoyuna duyurdu.Buca örgütü ise bölündü.Önder Sav ekibinden Parti Meclisi Üyesi seçilen eski Buca İlçe Başkanı Mehmet Süne'ye yakınlığı ile bilinen üyelerle, Kılıçdaroğlu'na destek veren partililer arasında kavga yaşandı.* * *Partideki yeni yapılanmanın getirdiği en önemli olay, CHP'nin İzmir'de "patron" değişikliği oldu.Kurultay sonrası, İzmir CHP'deki tüm sorumluluk, Genel Sekreter Yardımcısı İzmir Milletvekili Abdürrezzak Erten'e verilmişti.Kemal Kılıçdaroğlu'nun yeni MYK'ya, Erten'in yerine İzmir'den, Aziz Kocaoğlu'nun en yakın arkadaşlarından biri olan Alaattin Yüksel ve yine Kocaoğlu'nun tek samimi ilişki içinde olduğu İzmir Milletvekili Prof. Dr. Oğuz Oyan'ı alması ve bu iki ismi Genel Başkan Yardımcısı yapması, dengeleri alt-üst etti.CHP'nin eski il başkanlarından Alaattin Yüksel'e, yeni yönetimde verilen Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevi gerçekten çok önemli.Çünkü bu görevle birlikte partinin yeni İzmir patronluğu da, Sav ekibinin lideri Erten'den, Yüksel'e geçti.Bunun anlamı şu:Süreç içerisinde değişim...* * *Ne olabilir diye sorarsanız?Bugünkü il başkanı ve yönetimiyle, Önder Sav yanlısı bazı ilçe başkan ve yönetimlerinin değişimden tutun da, 2011 Haziran'ındaki genel seçimlerde İzmir'deki milletvekilleri listelerine kadar, 360 derecelik bir "eksen kayması" yaşanacaktır.Kısacası, CHP'nin İzmir'deki patronu artık Genel Başkan Yardımcısı Alaattin Yüksel, dolayısıyla da Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu'dur.Tabii Prof. Dr. Oğuz Oyan'ı da unutmamak gerekir.* * *CHP İzmir'deki bölünme, krizin patlak verdiği önceki gün Ankara'daki gelişme sürecinde çok açık biçimde yaşandı.Krizin en sıcak saatlerinde Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ile Önder Sav ayrı ayrı basın toplantıları düzenlediler.Bu toplantılarda CHP yönetiminde görevli İzmirli siyasetçiler de ikiye ayrıldı.Kılıçdaroğlu, parti genel merkezindeki toplantıda yeni MYK'yı açıkladı. Bu toplantıyı Alaattin Yüksel'in dışında İzmirli iki siyasetçi de takip etti; Parti Meclisi Üyesi, Kocaoğlu'nun kısa bir süre öncesine kadar danışmanı olan Hülya Güven ile İzmir Milletvekili Selçuk Ayhan'dı.Genel Sekreter Önder Sav'ın toplantısında ise İzmirli Milletvekilleri Abdürrezzak Erten, Kemal Anadol ve Karabağlar İlçesi'nden seçilen Parti Meclisi Üyesi Tülay Semra Tanülkü'nün kürsünün hemen yanındaki duruşları, İzmir'deki bölünmenin de göstergesiydi.
Milliyet
1,341,352
Yazarlar
İzmirlilerin şikayet ettiği konuların başında trafik sıkışıklığı birinci sırayı almaya başladı. Bu konuda oldukça dertli olan İzmirliler, sabah ve akşam saatlerinde İzmir merkeze girmenin ve çıkmanın sorun haline geldiğini dile getirdiler. Okurumuz Mehmet Ali Aktemur, "Eskiden merkeze (Konak) gelmek istediğinizde sadece sabah saatlerinde trafik yoğunluğu yaşanırdı ki, bu kadar çile çekmezdik. Bir iki yıldır hem sabah, hem de akşam saatlerinde bu sıkıntıyı yaşamaya başladık. Karşıyaka ve Bornova ile Narlıdere, Balçova, Karabağlar ve Gaziemir istikametlerinden kent içine girmek ve bu istikametlere gitmek istediğinizde sabah ve akşam saatlerinde trafik sıkışıklığı yüzünden saatlerce yollarda kalıyoruz. Özellikle Bornova ve Karşıyaka üzerinden gelip Alsancak, Çankaya ve Konak merkez ile Göztepe, Güzelyalı ve Balçova'ya gidecek olanlar ile bu güzergahlardan dönüş yapan sürücüler trafik içinde sıkışıp kalıyorlar" diye dert yandı.Bu sayede yığılma yaşanmazOkurumuz Aktemur önerisini şöyle dile getirdi: "Sıkışıklık hem kent girişinde hem de çıkışında Liman Caddesi, Talatpaşa ve Şair Eşref bulvarları ile Gazi ve Fevzipaşa bulvarlarında yaşanıyor. Aynı şekilde bu güzergahlardan Buca, Bornova ve Karşıyaka istikametlerine gidecek olanlar da Fevzipaşa, Gazi Bulvarı, Talatpaşa ve Mürselpaşa bulvarlarında sıkışıp kalıyorlar. Önerim; Fevzipaşa Bulvarı'nın bütün şeritleri İzmir merkezinden yani Konak istikametinden gelenler için 9 Eylül Meydanı'na kadar tek yön olarak verilsin. Fevzipaşa Bulvarı İzmir kent merkezi çıkışı olsun. Yine Mürselpaşa ve diğer yönlerden 9 Eylül Meydanı'na gelip Çankaya ve Konak merkez ile Göztepe, Güzelyalı, Üçkuyular ve Balçova istikametlerine gidecekler için de Gazi Bulvarı'nın bütün şeritleri tek yön olarak uygulansın. Bu bulvar İzmir merkeze giriş yolu olsun. Bu uygulama gerçekleştirilirse 9 Eylül Meydanı ve Gümrük ile bağlantılı noktalarda yığılma yaşanmaz."YENİ ŞAKRANLI ÇİFTÇİLER SESLENİYORZEYTİN AĞAÇLARINI KESTİRMEYECEĞİZAliağa'ya bağlı Yeni Şakran'da halk huzursuz. Nedeni ise, İzmir -İstanbul Otoyolu'nun Yeni Şakran beldesinin zeytin ağaçlarıyla kaplı önemli bir bölgesinden geçecek olması.  Yeni Şakranlı çiftçiler, geçimlerini zeytinden sağladıklarını belirten okurlarımız tepkilerini şöyle dile getirdiler: "Güzergah değiştirilsin""Beldemizde yüzlerce ailenin tek geçim kaynağı zeytin ağaçlarıdır. Duyduğumuza göre İzmir -İstanbul Otoyolu beldemizin zeytin ağaçlarıyla kaplı önemli bir bölgesinden geçecekmiş. Şayet bu proje belirtildiği gibi gerçekleşecek olursa yüzlerce aile işsiz ve aç kalacak demektir. Belediye Başkanımız Ethem Yorulmaz ile Aliağa İl Genel Meclis Üyesi Tarık Uslu bu konuda girişimde bulundular. Biz de ne yapılması gerekiyorsa onu yapacağız ve onların da yanındayız. Çiftçiler olarak Ziraat Odası ile birlikte güzergahın değiştirilmesi için ilgili yerlere başvuracağız. Zeytinlerimizi kestirmeyeceğiz. Karayolları yetkililerinin ellerindeki planı bir daha gözden geçirip zeytinlik alandan geçecek olan güzergahı değiştirmelerini istiyoruz." Konuyu, Karayolları 2. Bölge Müdürü Erol Altun'un dikkatine sunuyorum.20 YIL ÖNCE BAŞLATILDIİzmir -İstanbul arası şu anda 550 kilometre ve 8 saat sürüyor. Proje tamamlandığında  377 kilometresi otoyol, 44 kilometresi de bağlantı yollardan olmak üzere toplam 421 kilometreden oluşacak ve bu mesafa 4 saatte alınabilecek. Bu otoyolun projesi ilk kez 1990'lı yılların başında gündeme geldi. Ancak 1999 Marmara Depremi'nden sonra yaşanan olumsuzluklar nedeniyle ihale iptal edildi. İhale 9 Nisan 2009'da yeniden gerçekleştirildi. Projede, 18 bin 212 metre uzunluğunda 30 viyadük, 7 bin 395 metre boyunda dört tünel, 209 köprü, 18 gişe alanı, beş otoyol bakım işletme merkezi, yedi servis alanı yer alacak.Bu çukur onarılmayı bekliyor13 Eylül 2010 Pazartesi günü "Burada daha kaç kişi sakatlansın?" başlığıyla Alsancak Hocazade  Cami'nin köşesindeki bu çukurları Büyükşehir Belediyesi yetkililerine aktarmıştık. 65 numaralı binanın tam önündeki çukur  şikayetini Süleyman Yazıcı aktarmıştı. İhbar yapılalı 2 ay 6 gün oldu.Okurumuz çukurun yeni bir fotoğrafını yine  göndermiş. Bakın ne diyor: "İzmir Büyükşehir Belediyesi ya Milliyet Gazetesi okumuyor. Ya da bürokratları ihbarlara aldırış etmiyor. Olan Başkan Kocaoğlu'na oluyor. Lütfen bir kez daha belirtin, bu çukurda her gün birileri düşüyor ve çukurda biriken pis su da insanların üstünü başını rezil ediyor."Büyükşehir bürokratlarının gözünden kaçtığına göre ben de konuyu bu kez Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu'nun dikkatine sunuyorum.Yüksek gerilim hattı yetmedi, baz kurulduÇiğli Evka-2 sakinleri adına arayan Bilal Taş, "Çocuk parkının üstünden yüksek gerilim hattı geçiyor, bu yetmezmiş gibi hemen yanına aylar önce bir baz istasyonu kuruldu. Gerek baz istasyonun gerekse yüksek gerilim hattının bırakın çocuklara tüm insanlara zararı olduğu biliniyor. Haydi     yüksek gerilim hattını geçirdiniz,    peki baz istasyonu da ne oluyor? Bunlara kim göz yumuyor ve nasıl izin veriliyor?" diye soruyor.Pınarbaşı'nda korsan otopark hegemonyasıSelim Ergüven, bayram tatilinde gittiği Bornova Pınarbaşı'ndaki restoranların bulunduğu yerde korsan otoparkçılardan dert yanıyor, şöyle diyor: "Pınarbaşı'ndaki restoranların önü, yani cadde ve bağlantılı sokaklar ne yazık ki otopark çetelerinin elinde. Araç park etmek için ya onların istediği ücreti vereceksiniz, ya da tartışıp dayak yiyeceksiniz. Pınarbaşı'nda aracımızı park edemediğimiz için geri döndük."Hiç kimse trafik kuralına uymuyorUrla İskele sakinleri bakın ne istediler: "Urla İskele ile Çeşmealtı arasındaki Gelinkaya mevkii bayram tatili nedeniyle yoğunluk yaşadı. Trafik karma karışıktı. Ayrıca kimse kurallara uymadı. Trafiğin en yoğun yaşandığı bu bölgeye niçin trafik levhaları ve lambaları konulmuyor. Hasarlı ve yaralanmalı kazalar yaşanıyor. Yöneticilerin özellikle     tatil günleri ve hafta sonları burada önlem almalarını istiyoruz."Kara fırın, taş kömürü yakıyorDikili Bademli Köyü sakinlerinin bu şikayetini aylar önce dile getirmiştik. On gün önce okurumuz Türkan Çamlıbel yine aradı, "Taş kömürü yakan fırın yüzünden nefes alamıyoruz. Fırıncıyı uyardığımızda da, 'Odun yakıyorum' diyor ama ne yazık ki kalitesiz taş kömürünü yakmaya devam ediyor. Kara fırın diye reklam yapan ama hiçbir alakasının olmadığı bu fırının ya uyarılmasını ya da kapatılmasını istiyoruz" diyor.SORUNUNA SAHİP ÇIKSokağınızdaki, mahallenizdeki, kentinizdeki aksaklıkları ve yaşamınızda karşılaştığınız sorunları sorumlulara duyurmak, şikayetlerinizi onlara iletmek ve çözüm bulmalarını sağlamak istiyorsanız, 0555 253 52 52 numaralı telefonumu 24 saat arayabilir; ayrıca kemal.onderoglu@hotmail.com elektronik posta adresime iletebilirsiniz.
Milliyet
1,324,140
Yazarlar
İZMİR'DE sokaktaki insanın pek fazla bilmediği ama Türkiye'de ve dünyanın dört bir yanındaki yatırımcıların çok yakından tanıdığı bir Vadeli İşlemler ve Opsiyon Borsası. Kısa adıyla VOB. Henüz beş yıl önce kurulan VOB ulaştığı işlem hacmi ile hisse senedi dünyasının kalesi İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'nı bile sallıyor. Bazı günler işlem hacminde İMKB'yi bile geçiyor.VOB şimdi yeni bir sıçrayışa daha hazırlanıyor. Bugüne kadar sadece Vadeli İşlemler yapılırken Mart ayı ortalarında Opsiyon Borsası da  açılacak. Yani VOB'un bugüne kadar eksik olan 'O'su da faaliyet geçmiş olacak. Opsiyon açılınca ne olacak diyanlere önce kısaca vadeli işlemlerden söz edelim. Diyelim ki yatırımcısınız ya da ihracat, ithalat yapıyorsunuz. Doların üç ay sonra 1.50 TL olacağını tahmin ederek karınızı hesap ediyor veya malınızın fiyatını belirliyorsunuz. Ama üç ay sonra bakıyorsunuz dolar 1.40'a düşmüş. Ya zarardasınız ya da karınız uçup gitmiş. Vadeli İşlem Borsası işte bunu önlüyor. Üç ay sonrası 1.50 TL'den dolar bozdurmak üzere Vadeli İşlem Sözleşmesi yaptığınızda artık dolar 1 liraya da düşse gamma gerek yok. Sözleşme gereği dolarınız 1.50TL'den bozulup cebinize konacak. Bu işlemin riski ise dolar üç ay sonra 1.50 yerine 1.70 TL'ye çıkarsa kardan zarar olacaktır.Ama, Mart ayında faaliyete geçmesi planlanan Opsiyon Borsası işte bu riski de ortadan kaldıracak. Eğer 1.50 TL'den anlaştığınız doların değeri hesap günü yaklaştığında 1.70'e çıktıysa Opsiyon Sözleşmesi ile anlaşmadan vazgeçebileceksiniz. Yatırdığınız teminat yanacak ama eğer daha karlıysa dolarınızı 1.70'den bozma şansınız olacak. Bu işlemi, bir emlak alırken ya da kiralarken daha uygun fiyatta bulduğunuz yeni bir yer için eskisine yatırdığınız kaporayı yakmaya da benzetebilirsiniz. VOB Başkanı Işınsu Kestelli ile geçtiğimiz günlerde uzun, uzun sohbet ettik. Yeni bilgisayar programlarının hazır olduğunu, Opsiyon Borsası'nın Mart ortalarında faaliyete geçmesiyle yapacakları atılımları büyük bir heyecan ve keyifle anlattı.Işınsu Kestelli'nin VOB'u İzmir'in elinden almak isteyenlere karşı verdiği mücadeleyi ve başarısını İzmirliler unutmamalı. Kestelli, Opsiyon Borsası'nın en az vadeli işlemler borsası kadar büyüklüğe ulaşacağını düşünüyor. Bugüne kadar döviz daha çok düşer, ya da çıkar kaygısıyla VOB'a pek yanaşmayan yatırımcı ve işadamlarının artık gönül rahatlığıyla işleme başlayabileceklerini söylüyor. Bu arada 1 Ekim'den itibaren başlayan vergi avantajlarını da hatırlatıp "Eğer VOB'da kendilerini garantiye alsalardı son krizde batan pek çok işadamı ve yatırımcı bugün ayakta olurdu" demeden edemiyor.  Bu  sözler tabii ki yalnız döviz değil, borsa, altın faiz, pamuk ve buğday gibi gelecekte VOB'da yatırımcının kendini garantiye alabilidiği diğer ürünler için de geçerli. Ve son bir söz Işınsu Hanım'la sohbet ederken, VOB Ürün Geliştirme ve Proje Müdürü Tolga Uysal günlük işlem hacminin 3.8 milyarı aşarak yeni bir rekor kırdıklarının haberini verdi. Halen dünyanın ilk 24 borsası arasında olan VOB,Opsiyon Borsası da faaliyeta geçtiğinde kısa sürede dünyannın ilk 10'una girebilecek. Keşke adı da değiştirilip İzmir Vadeli İşlemler ve Opsiyon Borsası olsaydı. 'İzmir VOB' ne güzel bir dünya markası olurdu değil mi?...İşadamlarını yöneten kadınlarÜNLÜ gelecek bilimci Alvin Toffler son kitabında "Gelecek 40 yıl içinde kadınlar şimdiye kadar benzeri görülmemiş biçimde iktidar olacak." diye yazmış. Bir kaç gün önce EGİAD'ın bu Cumartesi günü yapılacak genel kurulunda başkanlığa aday olacak Ayşe Akın'la sohbetimizde Toffler'ın sözleri geldi aklıma. Ege Genç İşadamları Derneği'nin başkanı belki bir bayan olacak. Aynı İzmir Sanayici ve İşadamları Derneği'nin Başkanı İlknur Denizli'nin kadın olması, Türk Sanayici ve İşadamları Derneği'nin bundan önceki gibi bu dönem başkanı Ümit Boyner'in de kadın olması gibi. Bu arada EGİAD'ın diğer başkan adayı Temel Aycan Şen'in de kadın ağırlıklı bir yönetim kurulu oluşurma sözünü de unutmamak gerek. Galiba bu gidişle Toffler'ın 40 yıl tahmini çok daha yakın olacak. Şimdiden işadamları derneklerinin başına gelen kadınlar ekonomide çarkları ele geçirdikçe iktidarları sağlamlaşacak.Kimbilir, belki gelişmeler eksen kayması tartışmalarındaki Türkiye'nin şansı bile olabilir.
Milliyet
1,345,003
Yazarlar
LÜBNAN SAVAŞLARI BAŞLIYOR İzzet Çapa'nın üç yıl önce Tepebaşında açtığı ve daha sonra Nişantaşı ve Akaretler'e taşıdığı Al Jamal'i gece gezginleri çok sevdi. Al Jamal nereye gitse takipçileri oldu. Hatta geçtiğimiz yaz Al Jamal'in deniz versiyonu bile yapıldı. Al Jamal konsepti bu kadar başarılı olunca, İstanbul gecelerinde Al Jamal'in konseptini benimseyen yeni işletmeler açılmaya başladı. Peki bu Lübnan yemeğine ve eğlencesine ne var da bu kadar ilgi duyar olduk? Lübnan eğlencesi bol ritmler ve oryantal şov üzerine kurulu. Kıvrak Arap ritimleri insanın kanını kaynatırken, zengin Lübnan mutfağı mideyi fehtediyor. Lübnan, Doğu Akdeniz mutfağının merkezi konumunda. Renkler, kokular, baharatlar, zeytinyağı, arak, bulgur, bol acı Lübnan mutfağının temelini oluşturuyor.  Akdeniz, Güneydoğu, Ege ve Arap mutfağının birleşiminden Lübnan mutfağı ortaya çıkmış. En bilindik içkileri ise arak, zahter en ünlü baharatı ve neredeyse tüm yemeklerde kullanılıyor. Nohuttan yapılan Lebeniye de Lübnan'da bütün evlerde yapılan başlıca yemeklerden biri. Lübnan mutfağına da şöyle bir göz attıktan sonra gelelim, mevzumuza; Al Jamal'dan sonra bu kış önce Bakırköy'de Felek diye bir yer açıldı. Felek, Al Jamal konseptine en yakın işletmelerden biri. Hilton'un çatı katında ise Al Bushra açıldı. Daha   çok Lübnan mutfağı üzerine kurulu bir yer. Eğlenceye çok dönük değil. Lübnan yemeklerini başarıyla uygulamışlar. Son olarak 23 Kasım'da Reina'cılar Nomads'i açıyor. Nomads,   Hollandalı Supper Club'cıların markası. Arap yemeği, müziği ve eğlencesi ön planda. Nomads da   açıldıktan sonra gecelerde Lübnan savaşları yaşanacak.Piyasa'dan yanıtHarbiye'deki Piyasa'nın ortaklarından Sabih Totah, geçen hafta bir kadeh içkiyi 45 TL'ye sattıkları iddiasına cevap verdi; lüks votkaların kadehinin         30 TL olduğunu söyledi. Olay yerine gittim. Aynı içkiden söyledim 30 TL istediler. Ya olaydan sonra Totah duruma el koydu, fiyatlar normale çekildi.        Ya da o gece bir garson uyanıklık yaptı.Rengarenk tavuklar Ataşehir'de yeni açılan Hen Coops'ta sebzeli tavuklar yeşil, portakallı olanıysa turuncu renkte. Renkli tavuklar 36 TL'ye satılıyor.Sctoch'un gizemi hâlâ çözülemediHafta içi olmasına rağmen gece yarısı  gezginleri Sctoch'a akın ediyorlar. İstanbul en rahat dans edilebilen kulübü Sctoch da adı duyulduğundan bu yana fiyatını artırmış.Altın Kökü lakaplı votkaRusya'nın en çok tercih edilen ve tüketilen lüks votka markası Russian Standard'ın görkemli bir şekilde kabartma ile işlenmiş, altın varak etikete sahip olan ürünü Russian Standard Gold'u Burak Türeci Türkiye'ye getirdi. 1894 yılında Dmitry Mendeleev tarafından keşfedilip klasik votka formülü ile üretilen Russian Standard Gold'un, Rusça'da 'Altın Kök' olarak adlandırılan Sibirya ginseng özü karışımının dört defa damıtılıp ve filtrelenmesi sayesinde yumuşak bir içimi var.El Beso'da kadınlara ilk içki bedavaKuruçeşme'deki El Beso'da 15 günde bir perşembe akşamları Ladies Nights geceleri düzenleniyor. Bu gecelerde sadece kadınlara ilk içki bedava olarak servis ediliyormuş. Yemekte de yüzde 20 indirim uygulanıyor.
Milliyet
1,332,795
Yazarlar
Sinemada gişe rekoruna giden tantanası bol 'New York'ta B... - Sina Koloğlu Sina Koloğlu Reyting canavarı 'NEW YORK'TA BEŞ MiNARE' TV'DE iLK HANGi KANALDA? Sinemada gişe rekoruna giden tantanası bol 'New York'ta Beş Minare' filminin hangi kanalda yayınlanacağı merak ediliyor. Film önce Digitürk'ün Türkmax kanalında yayınlanacak. Bu anlaşma daha senaryo aşamasında yapılmış platformla. Peki sonra çok izlenen kanalların hangisinde yayınlanacak film? Tahmin ettiğim gibi Show TV'de. Ben önce Show TV, sonra ATV sonra da Kanal D diye tahmin ediyordum. Filmin yayın hakkının oldukça pahalı olduğu kulağıma geldi.  500 bin dolardan bahsediliyor. Ama sanırım Show TV'ye bu kadara gitmemiştir. Ne de olsa platformla Show TV kardeş sayılır! Filmin TV'de yayın tarihi şu an belli değil. Ama bu yıl sonu olabilir. Ve izlenme oranına göre Show TV, filmi ekrana getireceği sıklığı belirler.  DANS YARIŞMASI MAHALLEMİZİ ZİYARET EDERSE!  Dans etmeyi böyle kucaklayarak sevdiğimiz söylenemez. Tango mesela Batman'da sorun teşkil etmişti. Şöyle bir baksak kaç şehirde dans atölyesi var? Ya da kaç şehrimizde dans merkezlerinin 'd'si yer alır? Hani televizyon eğitecekti ya. Show TV'nin Acun Iılıcalı imzalı dans yarışmasına buradan bakalım. "Ahlaklarını yitirmişlerin gösterisine hayır" diyeceklerin çoğunlukta olduğu bir toplumun içindeyiz. Ya da 'dans etmenin hayalini' içinde bastırmışların. Yarışma başlayınca kaç evde kanal değiştiriliyor? Kaç evde "Adamlarla kadınlar örf ve adetlerimizi çiğniyor" diyerek başka kanala geçiliyor? Kaç gazetenin yazıişleri toplantılarında 'televizyonda rezalet' haberi yapmak için can atan gazeteciler var? Kadınlarla erkerlerin dans etmesinin soru işaretinde tıkanan kaç 'muhafazakar' kadın yazar var? İşte tüm bu soruların toplamına karşı bu yarışma bir direniş aslında. Eğlence dünyasının 'sıradan' örneğinin ötesine geçen. Kendi içinde eleştirme hakkını saklı tuturak bütün olarak bir de buradan bakalım isterseniz.  REHBERiM TV'DE SİNEMA ŞÖLENİBu akşam bir sinema şöleni var televizyonlarda. Seçmek size düşüyor. Ama gerçekten bu akşam seçim zor; COEN KARDEŞLER'DEN BİR KÜLT:?'ORADA OLMAYAN ADAM' 'Orada Olmayan Adam' televizyona fazla takılmayan ama iyi işler olunca da açanlar için kesin takip edilmesi gereken bir film. Joel ve Ethan Coen'in yazıp yönettiği 2001 yapımı kara filmde, Billy Bob Thornton başrolde. Diğer rolleri  James Gandolfini, Tony Shalhoub ve Scarlett Johansson ile Coen Kardeşler'in sürekli oyuncuları olan Frances McDormand, Michael Badalucco ve Jon Polito paylaşıyor. (Bilgi 'Vikipedida'dan alınmıştır.) Filmin ilham kaynağı, Coen Kardeşler'in 'The Hudsucker Proxy'yi çekerken gördükleri bir posterdi. Bu posterde 1940'ların değişik saç kesimleri yer alıyordu. Filmde 1949'da geçen öyküye ilişkin olarak Joel Coen, tanınan yazar James M. Cain'in eserlerinden 'yoğun şekilde etkilendiklerini' söyledi. Filmin konusunun genelinde ve bazı detaylarda da Albert Camus'nün dışavurumcu romanı 'Yabancı'nın izleri görülüyor. (TNT/20.00) BİR ROMANIN SİNEMA HİKAYESİ: 'CAPOTE'  Ünlü yazar Truman Capote (Philip Seymour Hoffman) 1959 yılının sonlarına doğru New York Times'ta, Kansas'ın tanınmış çiftçi ailelerinden Clutterlar'ın dört ferdinin öldürüldüğüne dair bir haber okur. Kasabada cinayetlerin nasıl bir etki yarattığını araştırmak üzere Kansas'a gider. Tam beş dalda aday gösterilen film, Philip Seymour Hoffman'a en iyi erkek oyuncu dalında Oscar kazandırmıştı. Gecenin kuşkusuz bir başka önemli filmi. (Sinema TV / 21.00 ) 'ÜÇ MAYMUN'U MERAK EDENLERE  Pek çok festivalde ödüllendirilen Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi,  Cannes Film Festivali'nde ona En İyi Yönetmen Ödülü'nü getirmişti.  (CNBC-E / 22.00) Gülüm DağlıNE Ki ŞiMDi BU?H&M HEYECANINDAN UTANMAKÇağdaş ErtunaSon durumBen de dans yarışmasındaydımMehveş Evin Ne kadar İstanbullusun?Ali EyüboğluAliceELDE VAR EĞLENCE!Cadde'deki Hayalet--YABANCI FiLM HAYRANLIĞI MI,AL SANA!Hakan KırkoğluMüneccimbaşıÇABA iÇERiSiNDEYiZDilara Koçakİyi YaşamTAM TAHILLAR KARIN YAĞLARINDAN KURTARIYORSina KoloğluReyting canavarı'NEW YORK'TA BEŞ MiNARE' TV'DE iLK HANGi KANALDA?MUAZZEZ ABACIGhettoSaat: 22.00Fiyat: 45 - 90 TL Tel: 0 212 251 75 01CEM ADRİANBeyoğlu Hayal KahvesiSaat: 22.30Fiyat: 35 TL Tel: 0 212 244 25 58YOL PROJECT PLAYSİstanbul Jazz CenterSaat: 21.30Fiyat: 25 - 30 TL Tel: 0 212 327 50 50LOU RHODESBabylonSaat: 21.30Fiyat: 35 TL Tel: 0 212 292 73 68ŞEYTANCA ŞEYLERKulis Oda SahnesiSaat: 20.30Fiyat: 25 - 30 TL Tel: 0 216 467 33 32
Milliyet
1,332,842
Yazarlar
lideri 'nun dünkü grup konuşmasındaki en önemli husus neydi? En önemli husus, Atatürk'ün şu sözlerini aktarmasıydı: "Milletin karşısında namuslu olmak, namuslu hareket etmek lazımdır. Milleti aldatmayacağız. Belki hata ederiz fakat onu millet düzeltsin. Kendimizi milletin üzerinde görmeye hakkımız yoktur." Yoruma gerek yok, çok açık: Hata edebileceğini kabul etmek... Düzeltme mercii olarak milleti görmek... Milletin üstünlüğünü vurgulamak... Kılıçdaroğlu, Atatürk'ün 30 cilt tutan külliyatından başka bir sözünü de seçebilirdi. Bu sözü seçmesi son derece anlamlıdır. 1923'te demokrasi Atatürk bu sözleri 1923'te söylemiştir. 1923 yılının önemi, Milli Mücadele dönemindeki demokrasinin büyük ölçüde devam ediyor olmasıdır. CHP'nin 1923 tüzüğünde bu özellik açıkça görülür; özetle: Madde 4: Parti üyeleri CHP'nin ve programını eleştirebilir, değiştirmek için öneride bulunabilir. Madde 5: Genel başkan parti kurultayı tarafından oylamayla seçilir. Madde 92: Grup toplantılarında milletvekilleri fikir ve görüşlerinde tamamen serbesttir. Devlet ve hükümet işlerinde serbestçe fikir beyan ederler, soru sorarlar. Partiye kongre yön vermektedir. Burada Milli Mücadele dönemindeki Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin demokratik ve çoğulcu yapısının izleri açıkça görülmektedir. Adayları Atatürk belirlemiş olsa da Meclis'te muhalefet vardır. Cumhuriyet'in ilanı ve hilafetin kaldırılması bu demokratik dönemde gerçekleşmiştir. Baskı rejimi 1925'te Takrir-i Sükun Kanunu ile son derece baskıcı bir döneme girilmiş, muhalefet ağır bir yumruk darbesiyle susturulmuş, Tek Parti rejiminin otoriter yapısı oluşturulmuştur. CHP'nin 1927 tüzüğü de bu yönde değişmiştir: Madde 7: Önceki maddelerde partinin ideolojisi tanımlanmış, genel başkanın Mustafa Kemal Paşa olduğu belirtilmiş ve 7. maddede "İş bu genel esaslar hiçbir şekilde değiştirilemez" hükmü getirilmiştir... Madde 11: Kurultayda sadece milletvekillerinin değil, merkez tarafından atanan parti müfettişlerinin de doğal delege olduğu belirtilerek il delegelerinin oranı düşürülmüş, genel merkez mutlak egemen haline getirilmiştir. Madde 18: Partiye "istikamet tayini" yetkisi genel başkana verilmiştir. Kurultayın yetkisi daraltılmıştır. CHP daha ideolojik, daha merkeziyetçi ve dar tabanlı hale gelmiştir. Artık Atatürk de 1927'de okuduğu Nutuk'ta CHP'nin işlevinin "milleti hata yapmaktan korumak" olduğunu söylemektedir. CHP'de değişim Tarihte fikirler ve kurumlar şartlara göre oluşur. Çağımızın şartlarında özgürlükçü demokrasiden başka bir yol yoktur. Demokrasilerde kimse hatasız olamaz ve hataları düzeltme mercii millettir; Atatürk'ün 1923'te söylediği gibi. Unutmayalım ki, Mustafa Kemal Paşa'nın liderliğinde Milli Mücadele tam bir demokratik temsil ve tam bir katılımla gerçekleşti. 1925'ten sonraki şartlar ve anlayış tamamen farklıdır. Bugün CHP kabuğunu kırarak geniş kitlelere açılmak ve sosyal demokrat bir alternatif haline gelmek istiyorsa, 1930'larda pekişen reflekslerinden kurtulmak ve Atatürk'ün 1923 konuşmasındaki anlayışla geniş kitlelerin "katılım" yapabileceği bir hale gelmek zorundadır. Kılıçdaroğlu'nun Atatürk'ün o sözünü seçmesi elbette tesadüf olamaz; bir yön tayini olduğunu düşünüyorum.
Milliyet
1,341,336
Yazarlar
CHP diğer sol partilerle seçim ittifakı yapmalı mı, yapar mı? İdeolojik tabela partileri bir kenara, önemli olan CHP ve BDP'nin durumudur.BDP'li Selahattin Demirtaş'ın bu yöndeki önerisine CHP'li Süheyl Batum'un en azından kapıyı kapatmaması, konuyu daha bir güncelleştirdi.Teorik olarak şu doğrudur: Dünyanın her tarafında etnik akımlarla büyük sosyal demokrat partiler arasındaki ilişkiler daha bir yakındır. Bu durum sosyal demokratları daha 'kapsayıcı' olmaya, etnik akımları daha ılımlı bir dil kullanmaya teşvik eder; o bakımdan 'iyi'dir.Türkiye'de ise sağdaki AKP ılımlı ve muhafazakâr Kürtlerden oy alıyor. AKP'nin bu Kürt oylarını alması da elbette 'iyi'dir.CHP'nin de Kürtlerden oy alabilir hale gelmesi elbette 'iyi' olur. Ama gündemdeki mesele CHP+BDP ittifakının mümkün olup olmadığıdır. Böyle konularda kâğıt üzerindeki rasyonellik yetmez. Politik olgunluk ve ortak noktalar olup olmaması son derede önemlidir.Erdal İnönü denemiştiRahmetli Erdal İnönü 1991 seçimlerine giderken iyi niyetle ve rasyonel düşüncelerle, bunu denemişti. Leyla Zana, Hatip Dicle gibi HEP'li 13 isim SHP listesinden Meclis'e girmişlerdi.Kanın gövdeyi götürdüğü bir konjonktürde Erdal Bey, iyi niyetle ve rasyonel olarak düşünmüştü ki, meseleyi parlamento çatısı altına çekmek, Kürt hareketinde terörden ayrı parlamenter reflekslerin gelişmesini sağlamak lazımdır... Dünyada da böyle yapılıyor...Fakat Meclis'e giren HEP'lilerin Erdal Bey'le hiçbir ortak noktaları yoktu... HEP'liler "sorun"un değil "dağ"ın sözcülüğünü yapıyorlardı... Ahmet Türk, TV ekranları önünde Leyla Zana'ya çıkışmıştı:"Yol arkadaşlığına ihanet ettiniz!"Halbuki Zana ve arkadaşları İnönü'yü "yol arkadaşı" görmüyorlardı! Parlamento ve sosyal demokrasinin hiçbir önemi yoktu onların gözünde.İyi niyetli bir proje mahvoldu bu yüzden.SHP 1987 seçimlerinde yüzde 25 oy alabilmişti, bu ittifak yüzünden oyları 1991 seçimlerinde  yüzde 21'e düşecekti; üstelik bunun 4-5'i HEP'in ödünç oylarıydı. Ayrılıp DEP'i kuracaklardı zaten... SHP de bir daha belini doğrultamayacak, eriyip gidecekti.Bugün gerçekçi değilCHP, Kılıçdaroğlu'nun attığı adımlarla gerçek bir sosyal demokrat partiye dönüşürse elbette tabanı şu veya bu ölçüde genişler, Kürtlerden de 'yoksul muhafazakârlar'dan da şu veya bu oranda oy alabilir.BDP ile 'ittifak' ise farklı bir konudur. Bunun 'teori'si ne kadar 'rasyonel' de olsa gerçekçi gözükmüyor. Böyle bir şeyin olması için, "etnik milliyetçi" kimliğinin yanında BDP'nin  belirgin bir "sosyal demokrat" kimliği gelişmelidir; üslubu da ona göre değişmelidir ki, ittifaka zemin olabilecek ortak noktalar oluşsun...Uzun süreli "eylemsizlik" kararı, bu uzun yolda atılmış bir adımdır. Terörün metot olarak zamanla tamamen terk edilmesi ve BDP'nin bir sosyal demokrat parti ile "yol arkadaşlığı"  yapabilmesini sağlayacak ılımlı bir üslup geliştirmesi gerekir.CHP+BDP seçim ittifakının bugün mümkün olduğunu sanmıyorum. Kılıçdaroğlu da "İttifak arayışımız yok" dedi zaten. İleride olur mu? Bu şartlar oluşursa niye olmasın? Demokrasinin bir işlevi, böyle uzun vadede partileri geniş kitlelere ve ılımlı politikalara yönelmeye teşvik eden bir sistem olmasıdır. Bu süreci keseceği için parti kapatmak yanlıştır...
Milliyet
1,321,007
Yazarlar
Bu aşamada yapılan zorlama, iyileşmek için dinlenmesi gereken ses tellerimizin daha da kötü zedelenmesine ve hatta kalıcı ses teli hastalıklarına neden olabiliyor. Ses telleri karşılıklı birbirine çarparak ses çıkaran yapılardır. Bu tip hastalıklar sırasında değil bağırarak konuşmak,  normal ses yüksekliği bile ses telinde tahribata yol açabilir.Peki ses kısıklığımızın soğuk algınlığından değil de daha ileri bir hastalıktan kaynaklandığını nasıl anlayacağız?Öncelikle soğuk algınlığına bağlı ses kısıklıkları gırtlak enfeksiyonuna dönüşmemişse üç-dört gün içinde iyileşir. Bu sürede gırtlağımızı dinlendirmemiz ve mümkün olduğunca konuşmaktan kaçınmamız hatta fısıldayarak bile konuşmamamız gerekir. Birkaç gündür devam eden basit bir ses kısıklığı şikayeti varsa yoğun çalışma temposunda işyerinden uzaklaşmadan şu önlemleri alabiliriz:-Ses kısıklığı düzelene kadar mümkün olduğunca konuşmayın-Klimayı mümkünse kapatın, değilse rüzgarından uzaklaşın-Tozlu ya da kimyasal kokuların olduğu işyerlerinde odayı bolca havalandırın ve mümkünse Maske kullanın-Bir bardak sıcak su içine eczaneden alabileceğiniz bir buğuyu koyup ağzınızdan derin nefes alıp vererek soluyun-Ses kısıklığınız tamamen geçene kadar kesinlikle sigara içmeyin ve yanınızda içirmeyinEğer bir ses kısılması yedi günden uzun sürüyorsa ve her gün daha kötüye gidiyorsa bu mutlaka bir KBB uzmanı tarafından detaylı gırtlak muayenesi gerektiren bir hastalık alarmıdır.Reflü dediğimiz mide asit kaçağı, ses kısıklığının sık görülen bir sebebidir ve ilaçlarla kolaylıkla tedavi edilebilir.Zorlanan ve gerektiği gibi tedavi edilmeyen ses tellerinin üzerinde kalıcı olan ve ancak cerrahi girişimlerle tedavi edilen et büyümeleri oluşabilir.Sesini yanlış kullanan kişilerde ve daha çok ses sanatçılarında görülen nodüllerde bir çeşit et büyümesidir. Ancak nodüller her zaman cerrahi girişim gerektirmeyen, kimi zaman ses terapileriyle de iyileştirilebilen hastalıklardır.Özellikle uzun süre sigara içmiş, alkol kullanan, kimyasal madde kokularına maruz kalan kişilerde ses kısıklığı şikayeti önemsenmelidir. Bu tür durumlarda hemen her zaman ses kısıklığı önemli bir hastalığın ilk bulgusu olabilir.Sigara konusunda söylenecek çok şey var ve sanırım yalnız başına bir yazı konusu olmayı hak ediyor. Burada tüm bu tatsız hastalıkların en büyük nedeninin sigara kullanımı olduğunu, benim başıma gelmez düşüncesiyle kendimize ve çevremize zarar verici savunma mekanizmaları geliştirmememiz gerektiğini vurgulamak istiyorum.Sigarayı bırakmak artık çok daha kolay. Nasıl mı?Ses kısıklığı gerçekten önemli bir bulgu ve sağlığımız için erken uyarı sinyallerinden birisi. Bu alarmı duymazdan gelmemeli ve önemsemeliyiz.
Milliyet
1,338,567
Yazarlar
Alice iNCEKARA'NIN SÖZLERi YASAKLARIN HABERCiSi Halide İncekara'nın açıklamalarını, 'Bir bardak suda koparılan fırtına' gibi görüp, hafife almamak gerekir. Bu çıkış, 'pek yakında' senaristlerin elini kolunu bağlayacak, RTÜK yaptırımlarının habercisi ya da 'işaret fişeği' olabilirAK Parti İstanbul Milletvekili Halide İncekara'nın 'Fatmagül'ün Suçu Ne?' ve 'Yaprak Dökümü' gibi yüksek reytingli dizilerin senaristleri için "Ruh hastası" demesini 'kişisel bir çıkış' olarak görüyorsanız, bilin ki yanılgı içindesiniz...İncekara'nın saptamasına psikiyatrlardan da destek gelmesi tesadüf olabilir mi?İncekara'nın yorumu için "Sert, ama haksız değil" diyen Bakırköy Psikiyatri Tedavi ve Araştırma Merkezi'nden Dr. Ayhan Akçan'ın şu açıklamasını nasıl değerlendireceğiz peki?Akçan, Habertürk'e şunları söyledi:"Senaristler hep abartarak en çok reyting alabilecek konuları süzgeçten geçirmeden, toplumsal sorumluluğu ön plana çıkarmadan cinsellik ve şiddet içeren konuları işliyor. Keşke sosyal psikiyatri ve iletişim sosyolojisi bilenlerden danışmanlık isteseler. Tecavüz edenin haklı görüldüğü senaryo, tecavüzü haklı kılar."RTÜK, yeni yaptırımlar peşindeAkçan'ın bu sözlerini, "Fırsat bu fırsattır deyip, dizi pastasından bizim de nasiplenmemiz lazım" gibi değerlendirenler olabilir, ama ben aynı kanaatte değilim.Akçan'ın söylediklerini, İncekara'nın ilk harcı attığı temeli, sağlam bir zemine dönüştürmek için dökülen 'hazır beton' gibi değerlendirilmesi kanaatindeyim.Projenin 'bilimsel ayağı' eksikti, o da tamamlandı.İncekara'nın başlattığı tartışmanın nasıl sonlanacağı şimdiden belli... Çünkü RTÜK Başkanı Davut Dursun, "Senarist ya da yapımcıların uyarılması bizim için söz konusu olamaz, ama senaristlerle oturup konuşmak mümkün" deyip, ardından da, dizilere yönelik daha etkin bir ceza sistemi üzerinde çalıştıklarını açıkladı.RTÜK Başkanı Dursun, bir anlamda 'baklayı ağzından çıkardı'...O yüzden İncekara'nın açıklamalarını, 'Bir bardak suda koparılan fırtına' gibi görüp, hafife almamak gerekir.Demem o ki, İncekara'nın bu çıkışını, 'pek yakında' senaristlerin elini kolunu bağlayacak RTÜK yaptırımlarının habercisi ya da 'işaret fişeği' gibi değerlendirmek lazım.Yasa çıkarıp dizi senaristlerinin elini kolunu bağlamak mümkün.Peki, bunu yaparak, 'tecavüz'lerin, 'cinsel istismar'ın ya da aklınıza gelecek her türlü ahlaksızlığın önüne geçmek mümkün mü?Türkiye, bu sorunlarla 'yerli dizi furyası'ndan sonra tanışmadığına göre demek ki sorunun kaynağı başka...Dizilerin toplum üzerinde etkisi yok mu?Amerikalıların yaptığı araştırmalar, toplumun etkilenme olasılığının çok düşün olduğu yönünde...Demek ki dizileri toptan kaldırarak bu sorunu çözmek mümkün değil.Demek ki asıl sorun başka yerde... Eşek yerine ha bire semerini dövüyoruz nedense...KIRMIZIGÜL'ÜN REFERANSLARI!Sinema yazarlarıyla Mahsun Kırmızıgül arasındaki sorun, gazete okuyup sinemayla ilgilenen herkesin bildiği bir konu...Tarafların arasının Kırmızıgül'ün yazıp, yönettiği ve başrolünde oynadığı son filmi 'New York'ta Beş Minare'ye 'basın gösterimi' yapmaması yüzünden açıldığını sanıyorsanız, yanılıyorsunuz...Bu bir sonuç, sebep değil...Daha önce de yazdım, sebep daha eskilerde, daha derinlerde...'Klasik kültür'ün 'Popüler kültür'le savaşı bu...'Klasik kültür'ün kalemleri, 'Popüler kültür'den gelen Kırmızıgül'e beklediği sıcak yüzü göstermeyince, iş bu noktaya geldi.Kırmızıgül, sinemacı kimliğine hâlâ mesafeli duran sinema yazarlarına resti çekip, 'New York'ta Beş Minare'nin özel gösterimine köşe yazarlarını davet etti.Sinema yazarlarının, "Bize saygısızlık yaptı" diyerek uyguladıkları Kırmızıgül boykotu ya da protestosunun medyadaki çeşitlilik nedeniyle işe yaramayacağını da geçen hafta, "Sinema yazarları yoktu, ama köşe yazarları vardı" başlıklı yazımda anlatmıştım.'New York'ta Beş Minare'nin yeni gazete ilanları, Kırmızıgül için artık sinema yazarları 'out', köşe yazarları 'in' diye yazmakta ne denli haklı olduğumu net bir şekilde gözler önüne serdi.Filmler vizyona girdikten sonra yapımcılar genelde, sinema eleştirmenlerinin film hakkındaki 'olumlu' yazılarından alıntı yaparak yeni bir ilan hazırlar...'New York'ta Beş Minare'nin yeni ilanlarına bakın, referans olarak sinema yazarları değil, köşe yazarları var.Doğanın değişmeyen kanunu bu...Doğa, anında dolduruyor her boşluğu...Ömür Gedik'le Atilla Dorsay, işin istisnası...Çünkü 'New York'ta Beş Minare'nin 'özel gösterimi'nde sinema yazarı olarak sadece ikisi vardı.