Resource
stringclasses
2 values
DocID
int64
1.32M
1.44M
Class
stringclasses
8 values
Text
stringlengths
62
18.2k
Milliyet
1,343,666
Yazarlar
90'larda Irak'ta yaşadıklarımızı bir de İran ile mi yaşayacağız? Latin Amerika ülkeleriyle ilgili konuşmuyoruz. Kendi mahallemizi konuşuyoruz. İyi de olsa kötü de olsa İran beni ilgilendiriyor.  İran nükleer konudaki görüşmeler için bize açık çek verdi. Türkiye, görüşmelerin İstanbul'da yapılmasında ısrar ederse, Tahran, 'İstanbul'a evet deriz, Cenevre'ye gitmeyiz' diyecek Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün katıldığı NATO Zirvesi'ne, İran konusunun damgasını vurduğu söylenebilir. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin İran'ın tehdit olarak yazılması konusundaki ısrarı karşısında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün hem Fransa Cumhurbaşkanı'nı hem de AB'yi ciddi biçimde uyaran sert bir konuşma yaptığı kulislere yansıdı."Sarkozy'nin, füze kalkanının hedefi olarak İran'ın isminin yazılması veya tehdit olarak Ortadoğu bölgesinin yazılması konusunda ısrar etmesi karşısında Cumhurbaşkanı Gül'ün şu itirazı yaptığı öğrenildi:"İran'ı aklınızdan çıkarın""Bunu aklınızdan çıkarın. Savunma sistemi, balistik kapasiteye karşı kuruluyor. Bir ülkeye karşı değil. Bu kapasite hangi ülkede varsa veya nerede varsa ona karşı. Bugün bir ülkede olabilir yarın başka bir ülkede çıkabilir. Doğru olan herhangi bir ülkeyi hedef almadan bu kapasiteye karşı savunma sistemi oluşturulmasıdır."Cumhurbaşkanı Gül'ün, NATO'nun bir ülkeyi hedef almaması, ülke veya bölge ismi zikretmemesi görüşüne ABD Başkanı Obama, İngiltere Başbakanı Cameron başta olmak üzere bütün ülke liderlerinin destek verdiği ve sonuçta Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin de isim yazılması konusundaki talebinden vazgeçtiği öğrenildi."İkinci Irak istemiyoruz"Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile zirve sonrasında otelinde sohbet olanağı bulduk. Gül, sorularımızı yanıtlarken, İran ile ilgili olarak "Bölgemizde ikinci bir Irak olayı yaşamak istemiyoruz" dedi ve şu değerlendirmeyi yaptı: "Biz bölgemizde ikinci bir Irak olayı yaşamak istemiyoruz. 90'larda Irak'ta yaşadıklarımızı bir de İran ile mi yaşayacağız? Bunu istemeyiz tabii ki. Elbette İran konusu bizim için önemli. Biz Latin Amerika ülkeleriyle ilgili konuşmuyoruz. Komşumuzu konuşuyoruz. Kendi mahallemizi konuşuyoruz. İyi de olsa kötü de olsa İran beni ilgilendiriyor. Irak ile ilgili yaşadıklarımızı hatırlayın. Göç olayı oldu. Güvenlik zaafı ortaya çıktı. Ekonomik sorunlar çıktı. Şimdi aynı şeylerin ikinci kez yaşanmasını istemiyoruz. Bu nedenle bu sorunun çözülmesi için bütün diplomatik yolları kullanıyoruz.""Füze başka, nükleer başka"Cumhurbaşkanı Gül, İran'ın geliştirdiği füzeler konusu ile nükleer meselenin farklı olduğunu vurgulayarak, şöyle devam etti: "Şimdi füze ile nükleer mesele aynı değil. Füze konusu bizim ulusal çıkarımız açısından sorun değil. Biz İran ile komşuyuz. Eğer bize düşmanlık olacaksa füze gerekmez. 50 kilometreden bir topla da Türkiye hedef alınabilir. Balistik füze gerekmez. Füzenin başlığının ne olacağı da önemlidir. Her ülke kendine göre bir tehdit algılaması içinde. Bu algılamaya göre tedbir geliştiriyor. İran'ın da kendine göre bir tehdit algılaması var. Eğer Türkiye'ye bir düşmanlık olacaksa onun için füzeye ihtiyacı yok ama nükleer mesele daha başka. Şimdi 'İran nükleer silah yapıyor' diyemeyiz. Bunu Uluslararası Atom Enerjisi de söyleyemiyor. Sadece İran'a 'daha açık olun' diyor. Uranyumu barışçı amaçlarla geliştirmek ayrı, silah yapmak ayrıdır. Biz kategorik olarak bölgemizin ve dünyanın nükleer silahlardan arınmasını savunuyoruz ve istiyoruz."İran açık çek verdi Cumhurbaşkanı Gül, İran'ın Türkiye'ye güvendiğini, nükleer konudaki görüşmeler için Türkiye'ye açık çek verdiğini de ifade etti. Türkiye, görüşmelerin İstanbul'da yapılmasında ısrar ederse, Tahran yönetiminin "Biz İstanbul'a evet deriz Cenevre'ye gitmeyiz" yanıtını verdiğini kaydetti; ancak Türkiye için önemli olanın görüşmenin nerede olacağı değil içeriği olduğunu vurguladı.AB'ye ağır eleştiriCumhurbaşkanı Gül'ün zirve toplantısında ve akşamki yemekte Fransa Cumhurbaşkanı ve AB yönetimini uyardığı da öğrenildi. Cumhurbaşkanı'nın, "AB sözlerini tutmuyor. Aramızda size karşı bir güven bunalımı doğdu. Size güvenimiz kalmadı" biçiminde konuştuğu kulislere yansıdı. Cumhurbaşkanı Gül'ün Sarkozy'yi yanıtlarken şu görüşleri dile getirdiği kaydedildi:"2002 yılında alınan kararlar gereğince AB'nin Türkiye'ye sözleri vardı. Sorun, AB'nin sözlerini tutmamasıdır. Size karşı güven bunalımı var. Söz verdiniz, yerine getirmediniz. Sözünüzde durmuyorsunuz sonra da 'NATO ile AB işbirliği yapamıyor' diyorsunuz. AB, söz verdiği halde Türkiye, Avrupa Savunma Ajansı'na alınmadı, ayrıca Türkiye ile AB arasında güvenlik anlaşması da imzalanmadı. Bu da size karşı bizde güvensizlik yarattı. Önce sözlerinizi yerine getirmeniz gerekiyor. Güney Kıbrıs yönetimi sorun çıkarıyor size ise bunu savunurken AB ailesinden ve ilkelerden söz ediyorsunuz. Elbette ilkeler önemlidir ancak bu ilkeleri 2004'te Güney Kıbrıs'ı üye olarak alırken neden hatırlamadınız? AB'nin en önemli ilkesi sorunlu ülkenin AB'ye üye olamayacağıydı ama siz Güney Kıbrıs'ı aldınız. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde dosyası olan bir ülkeyi üye yaptınız. Güney Kıbrıs'ın, AB üyesi olmasını hayatın bir gerçeği olarak ifade ediyorsunuz ama hayatın bir gerçeği daha var ki o da Rum yönetiminin adanın bütününü temsil etmediğidir. Eğer 2004'te Kıbrıs Rum Kesimi, Türk kesimi gibi Annan Planı'na referandumda evet deseydi şimdi bu konuları konuşmuyor olacaktık."Rasmussen'den destekZirvede NATO Genel Sekreteri Rasmussen'in Cumhurbaşkanı Gül'ü destekleyen bir konuşma yaptığı ve AB yönetimini şu sözlerle eleştirdiği de öğrenildi:"Türkiye, Avrupa Birliği'nin savunma işbirliği içinde değil. Bu büyük bir haksızlık. Türkiye, Batı Avrupa Savunma Sistemi'nin (BAB) üyesiydi. Biz BAB'ı kaldırdık yerine Avrupa Savunma ve İşbirliği Sistemi'ni getirdik ama şimdi Türkiye bu sistemin içinde değil. Türkiye dışarı çıkarıldı ama Norveç içeri girdi. Bu büyük haksızlıktır. Türkiye ile güvenlik anlaşmalarının yapılması gerekir. Bosna - Hersek'te en fazla Türk askeri var ama Türkiye karar mekanizmasında yok.""Üstünüze alınmayın ama..."Cumhurbaşkanı Gül'ün de bu konuda şöyle konuştuğu kaydedildi: "Üstünüze alınmayın ama biz bu masada bulunanların yarısına karşı Avrupa'yı korumuştuk. Şimdi Türkiye'nin Avrupa Savunma ve Güvenlik Sistemi'nin dışında olması gülünç değil mi?""Kaygılarımız giderildi"Cumhurbaşkanı Gül, zirveyi değerlendirirken Türkiye'nin kaygılarının giderildiğini de ifade etti. NATO'nun yeni stratejik savunma konseptinde Türkiye'nin görüşlerinin yer aldığını vurguladı. Türkiye'nin bundan sonra Avrupa ile güvenlik anlaşması imzalamayı bekleyeceğinin altını çizdi.10 dakikada biterdiCumhurbaşkanı Gül, Türkiye'nin ABD ile ilişkilerinin eskiye göre daha iyi olduğunu belirterek, şu değerlendirmeyi yaptı:"20 sene önce ilişkilerimiz daha sağlıklı değildi. Bugün daha sağlıklı. Biz ne yaptığımızı biliyoruz. Türkiye artık daha demokratik, daha sivil, daha katılımcı bir ülke. 20 sene önce Türkiye farklıydı. Türkiye'nin ABD ve Avrupa gözünde değeri ve saygınlığı arktıyor. Lizbon Zirvesi'nde de bu görüldü. Türkiye olmasaydı bu zirve 10 dakikada biterdi. Lizbon Zirvesi, Türkiye açısından saygınlık kazandıran bir sonuç oldu."
Milliyet
1,332,518
Yazarlar
Murat Bozok bozokmurat@gmail.com Şefin Masası Gastronominin Yeni Merkezi Japonya Gastronomi dünyasının en saygın derece- lendirme kurumlarının başında tartışmasız Michelin geliyor. Michelin'den üç yıldız almak, çok az sayıda lokantaya nasip olan bir ayrıcalık. Dünyadaki rakamlara şöyle bir baktığımızda, son yıllarda yıldızların dağılımı enteresan bir hal aldı. Şu anda Paris'te 10 adet üç Michelin Yıldızlı restoran var. New York'ta 5, Londra'da 2, Roma'da 1. Geçen sene ilk defa derecelendirilen Tokyo'da ise 11. Esas büyük bomba ise bu sene patladı. Geçenlerde Kansai bölgesi (Kyoto, Osaka ve Kobe'den oluşuyor) için hazırlanan Michelin rehberinde, 12 adet restoran üç Michelin yıldızıyla liderlik tahtına oturdu.Geçtiğimiz yıl Tokyo, Michelin rehberince dünyanın yeni gastronomik başkenti seçildiğinde birçok dedikodu çıktı. Bunlardan en önemlisi, Michelin müfettişlerinin batı kökenli olduğu ve Japon mutfağından anlamadığıydı. Dolayısıyla aşina olmadıkları bu mutfaktan kolay etkilendikleri ve yıldızları dağıtmakta oldukça cömert davrandıkları söylentisi kulaktan kulağa yayıldı. Bunun üzerine bu yıl Japonya'daki yedi müfettişin tümünü Japonlardan oluşturdular. Ve Japonlardan oluşan heyet dünyadaki en çok üç Michelin Yıldızı'nı Kansai bölgesine verdi.İşin sırrı mükemmelliyetçilik Michelin Direktörü Jean-Luc Naret'in basın toplantısında değindiği oldukça enteresan bir nokta var. Bir gazetecinin, Michelin'in Japonlara çok cömert davranıp davranmadığı sorusuna "Tokyo'da 160 bin, Paris'te ise 15 bin lokanta var" cevabını verdi. Japon restoranlarının yükselişi sadece Tokyo'yla sınırlı değil. Son 10 yıl içinde, tüm dünyadaki Japon restoranlarının sayısı ikiye katlanarak 30 bine ulaştı. Peki, bu başarının sırrı ne? Michelin'in baktığı en önemli özellik mükemmeliyetçilik. İkincisi ise bunun sürekliliği. İki özellik de Japonların genlerinde mevcut. Mükemmeliyetçi bir yapıları var. Devamlı olarak mükemmelli kovalamak ise herhalde dünyadaki en zor şeylerden biri. Sanıyorum, Türkiye olarak zorlandığımız konuların başında geliyor. Nitekim çok iyi işler çıkartıyoruz ama bunu aynı kalitede sürdürebilenler azınlıkta.Kansai bölgesinin bir başka özelliği ise, beş asıra dayanan gastronomi geleneği. Babadan oğula aktarılan ve ufak lokantalarda gerçekleşen, küçük porsiyonlardan ama birçok öğünden oluşan bu gelenek konusunda oldukça tutucular. Yabancıları pek aralarına almıyorlar. Birçok lokanta, Michelin Rehberi'nden yıldız aldığı halde, fotoğraf yollamayı reddetmiş.Bundan bir hafta sonra Tokyo'da 2011 Michelin rehberi yayınlanacak. Tahminimce, Kansai'yi geçip, tekrar liderlik koltuğuna oturacaklar. Japonya'nın kendi içindeki rekabeti, eski güzel günlerde tek başlarına at koşturan Batı medeniyetlerinde büyük kıskançlık yaratıyor.Moda ve YemekYiyecek-içecek sektörü dünyada yükselen bir değer. Fark yaratmak ise eskisi kadar kolay değil. Şimdilerde ünlü moda markalarıyla işbirliği yapmak hayli revaçta. Bunun son örneği Missoni ve S.Pellegrino birlikteliği. Renkleri kullanabilme becerisiyle ön planda olan Missoni markası, S.Pellegrino suları için farklı bir etiket tasarladı. İki İtalyanın işbirliğini kutlamak için geçen hafta ülkemizde birkaç değişik aktivite düzenlendi.Bu bir ilk değil. Geçtiğimiz yıllarda Karl Lagerfield ile Diet Cola'nın ve Matthew Williamson ile Belvedere Votka'nın benzer işbirlikleri oldu. Modaevleri kafeler ve oteller açmaya başladı. Kısa bir süre önce en büyük dergi grubu Conde Nast, tüm dünyada GQ ve Vogue gibi markalarla restoran zincirleri açmayı planladığını açıkladı. Artan rekabetle yakın zamanda daha birçok renkli atraksiyona hep beraber tanık olacakmışız gibi geliyor...
Milliyet
1,326,434
Yazarlar
CHP, bugün tam anlamıyla üçe bölünmüş durumda.Kılıçdaroğlu ekibi...Sav ekibi...Baykal ekibi...Genel Başkanlığa, alkışlarla, delegelerin neredeyse tümünün oylarıyla oturtulan Kılıçdaroğlu, 5 aylık bir sürede alaşağı edilmek istendi. Bu bir darbe girişimidir.Başkaldıran, Genel Sekreter Sav'dır.Baykalcılar da kenarda durumu seyrediyor ve harekete geçecekleri zamanın gelmesini bekliyorlar.Aslında bu kavganın temelinde iki neden var: Hem ideoloji, hem de güç kavgası...1) İDEOLOJİ KAVGASI...İlki ve en önemlisi, Kılıçdaroğlu'nun partinin temel politikalarına ince ayar yapmak istemesidir.Türban konusuna Baykal'a oranla daha esnek yaklaşması...Asker konusuna Baykal kadar sıcak davranmaması ve demokratik yönetim açısından mesafeli durması...Köşk'e davet ile ilgili olarak, daha uzlaşıcı bir yaklaşım sergilemesi...Bunlar eskiden CHP'nin kırmızı çizgileriydi. Partinin Sosyal Demokratlık etiketini dahi tehlikeye sokan bu kırmızı çizgiler önemli oranda değişecekti.İşte bu yaklaşım, derin CHP' yi harekete geçirdi.2) SOPALI LİDER OLAMADIBugüne gelinmesinde ve işin darbe teşebbüsüne kadar gitmesinin bir diğer nedeni ise, Kılıçdaroğlu'nun yoğurt yiyiş şekliydi.Baykal'ın yoğurt yiyişine, yani otoriter yönetim altında yaşamaya alışmış olan bu parti karşısında çok farklı bir lider buldu.Başından itibaren, otoriter olmadı. Eline sopa almadı. Yumruğunu vurmak yerine, uzlaşı aradı. Sürtüşmelerden kaçtı, gerektiğinde geri adım attı, gerektiğinde esnek tutum takındı.Hepsinden de önemlisi, gelir gelmez inandığı ve birlikte çalışacağı kendi ekibini oluşturmadı veya oluşturamadı. Kararlı davranmadı. Damgasını vuramadı. Çok inişli çıkışlı davranınca, etrafındakiler de "Kılıçdaroğlu ile bu iş yürümüyor" der oldular. Karşılarında nazik, kibar bir lider buldular. Kılıçdaroğlu, baş kaldırabilecekleri korkutamadı.Bugün kazandı, ancak yarın yeni Brütüs'lerle karşılaşabilir...Bugünkü duruma bakacak olursak, Kılıçdaroğlu kazandı.Önder Sav ve arkadaşlarını safdışı etti. Onlar da, fiili bir direnmeye girmeyecekler. Partinin daha da yıpranmasını istemediler. Yara zaten açıldı, daha da genişlemesine gerek yok. Şimdi davalar açacaklar ve hukuki açıdan mücadele edecekler. Ancak, atı alan artık Üsküdar'ı geçti.Geçmesine geçti de, Kılıçdaroğlu'nun bu Parti Meclisi ile yoluna devam edebilmesi çok güç. 82 kişilik meclisin 60'ı liderden memnun olmadığını göstermiş durumda. Bu şekilde  seçime  gidip başarılı olabilmek imkansız denecek kadar güç. Ancak, yeni bir kurultay ile PM'yi değiştirip yeniden yola çıkmak da zor. Zaman yok. Seçime yedi ay var.Kılıçdaroğlu, şimdilik durumunu sağlama almış gibi görünüyor. Ancak CHP'de hiçbir şey belli olmaz. Yarın başka Brütüs'ler çıkabilir.Partinin tam yıldızının parladığı, anketlerin yükselmeye başladığı bir sırada ortaya çıkan bu kavga, tek kelimeyle bir talihsizliktir.Galiba doğru; CHP' nin gerçek düşmanı yine CHP'lilerdir. AKP ve MHP çok memnunlarCHP'deki kavga en çok AKP'yi memnun etmiştir.Nasıl memnun olmasınlar ki...Seçimlerdeki tek ciddi rakibi olan CHP'nin durumuna baksanıza. Üç ayrı parçaya bölünmüş, birbirlerinin boğazını kesen bir parti konumundalar. Bu halde etkili bir kampanya yapmalarına imkan var mı?Erdoğan'ın keyfi yerinde olmalı.Eğer CHP bir mucize gerçekleştirip birden bire dirilmezse, AKP'yi kimse durduramaz. Haziran seçimlerini yüzde 40 oranı civarında alabildikleri taktirde de, Anayasa değişikliğinden başlayıp, Başkanlık Sistemine kadar yepyeni bir Türkiye kurabilecekler, Başbakanı da  Köşk'te görebileceğiz demektir.MHP'de memnun olmalı.CHP'nin yükselmesi, daima MHP' nin oy kaybına mal olmuştur.Bu defa da böyle olur mu, bilinmez.Bilinen bir şey varsa, o da CHP'siz bir muhalefetin hiçbir etkinliğinin olmayacağıdır.Bu olayı sadece CHP içi güç mücadelesi olarak görmemeliyiz.Bu olayın, Türkiye'nin geleceğini de etkileyecek kadar önemli ve derine inen yansımaları olacaktır.
Milliyet
1,325,026
Yazarlar
Avrupa'da bu hafta ekonomik kriz nedeniyle hükümetlerin uyguladığı "kemer sıkma" politikalarına karşı kitlesel gösteriler vardı. Durgunluk ve işsizliğin tehdidi altındaki orta sınıflar, çalışanlar sokağa çıktılar. Neo liberal ekonominin refah toplumları için artık güvenilir bir model olmaktan çıktığı gözleniyor. Kapitalizmin Marx'ı haklı çıkartan bunalımı karşısında "sola dönüş" eğilimi yeniden güçleniyor.İngiliz İşçi Partisi bu konuda hayli radikal bir seçim yaptı.Son kurultayda Marksist bir anne babanın iki oğlundan "Kızıl Ed" diye tanınan genç bir siyasetçiyi Ed Miliband'ı genel başkan seçti. İngiliz solu şimdi Tony Blair'in "üçüncü yol"undan çıkıp, sosyalist kimliğine dönme arayışında.İşçi Partisi'nin "yeni sol"dan "eski sol"a dönüş öyküsü partinin uzun ve çalkantılı tarihinde yeni bir döneme işaret ediyor. 1980'lerde Thatcher'la İngiltere'nin içine girdiği otoriter yeni muhafazakârlık, değişen üretim ilişkileri sonucu sendikaların gücünü kırınca, İşçi Partisi'nin geleneksel tabanı da zayıflamıştı. İşçiler, "yeni orta" denilen hizmet sektörü içinde yerlerini kaybetmişlerdi. İktidardan uzak geçen yıllardan sonra Tony Blair'in liderliğinde Anthony Gıddens'la başta mülkiyet tanımı olmak üzere köklü "ideolojik" yenilenmeler yapan İşçi Partisi, Muhafazakârları iktidardan uzaklaştırmayı başardı. Blair ilk zamanlar doğru işler de yaptı. Ancak iyi başladığı bir süreci, "Irak'ın işgali" gibi bir sonla tamamladı. Bush'la birlikte "kitle imha silahları" yalanına ortak oldu. Başbakanlığı bırakmasına karşın seçimi kaybettiler.Muhalefetteki İşçi Partisi şimdi Ed Miliband tercihiyle "eski sol" sosyalist çizgisine yeniden dönüyor.İngiltere'de yaşananların Türkiye'de CHP'deki "değişim" serüveniyle de kimi benzerlikler taşıdığını görüyoruz.Tony Blair'in yükselişi 2000'lerin başında Baykal'ı da etkilemişti.SHP-CHP ayrışmasına, İnönü-Baykal çekişmesine sahne olunan yıllarda, Deniz Bey "genç lider" olarak Blair'in "üçüncü yol"unu örnek almış, partiyi yenileyerek iktidara getirmeye çalışmıştı. Ancak "Blair'ci rüzgâr" İngiltere'de olduğu gibi Türkiye'de sosyal demokratları tek başına iktidara getirmeye yetmedi.Baykal'ın son dönemde Kürt sorunu başta askercil politikaları nedeniyle, AKP solun silahlarını elinden aldı; sivilleşme, demokratikleşme iddiasını ve AB reformlarını tek başına hayata geçirmeye başladı. Bu durumun Avrupa solunda Türkiye'deki partnerlik konusunda ciddi bir "ikilem" yarattığı ortadadır.CHP'de Kılıçdaroğlu'nun kurultayı kazanmasıyla birlikte "sol" çizgisine dönüş eğilimi gözüküyor. Ancak Politbüro'nun da değişmesi gerekiyor. İhtiyaç 2010'un alternatif iktisat modellerini de üretecek, özgürlükçü, demokrat bir soldur.Türkiye'yi AKP'den daha iyi yönetme iddiasını taşıyan bir sola gereksinim var. Kemal Bey bunu başarırsa iktidar olur.
Milliyet
1,326,240
Yazarlar
Çankaya Köşkü'ndeki 29 Ekim davetinden izlenimler...BDP'lilerin sohbet grubuna dahil oldum.Konumuz..."Anayasa'nın değişen yeni maddesi gereği Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'a milletvekili sıfatlarının iadesi..."Görev dönem süresi 2011 baharına kadar devam ettirmekte olduğu için Türk ve Tuğluk'un TBMM'ye dönmeleri hukukun gereğidir.Aynı konuda iki yasa var ise...- "Özel yasa, genel yasaya göre önceliğe sahiptir."- "Tarih olarak sonuncu yasa daha önceki yasalardan öncelikli olarak uygulanır."- "İlgili kişinin lehine olan yasa uygulanır." ...................Her üç "yorum ölçütüne" göre de Türk ve Tuğluk'un milletvekili statülerini yeniden kazanmaları hukukun gereğidir.Bu "hukuk mantığını" daha önce de bu köşede yazmıştım.Hatta "Türk ve Tuğluk adına bu hak başvurusu yapılmadan TBMM Başkanı'nın referandum sonucu ilan edilir edilmez hiç beklemeden bu kararı kendiliğinden alarak ilan etmesinin yararına olacağına" işaret etmiştim."Böylece devletin güven arttırıcı tavır dili ortaya koymasının yararını" vurgulamıştım.Cumhurbaşkanı Gül'ün 29 Ekim davetinde BDP'lilerle "bu yazım ekseninde" konuştuk.Onlar da "devletin güven arttırıcı tavır dilinin tansiyonu aşağı çekeceğine ve çözüm yollarına geçişin önünü açacağına" inanıyorlar.Türk ve Tuğluk için hâlâ TBMM Başkanı'ndan karar çıkmamış olması bazı kaygıların altını çiziyor.Şöyle ki...SON KURBAN SENDROMUAnayasa'nın değişen maddesiyle artık bir siyasi partinin kapanmasına neden olan milletvekilleri, TBMM'den dışlanamayacak.Yani...Partileri kapansa da bu karara neden olanların milletvekillikleri düşmeyecek.O halde, hukukun yukarıda sıraladığım uygulama hiyerarşisi farklı yorumlanır ve Türk'e, Tuğluk'a milletvekili statüleri iade edilmezse her ikisi de "son örnekler" olacaklar.Onlardan sonra hiçbir milletvekili partisinin kapatılmasına neden olduğu için TBMM kapısı önüne konmayacak.Yeni Anayasa maddesi ile milletvekiline getirilen bu koruma, elbette Türk ve Tuğluk için de var olmalıdır.TBMM'nin görev dönemi sona ermiş olsaydı elbette diğer tüm milletvekilleri gibi Türk ve Tuğluk da artık statülerini yitirirlerdi.Oysa hem ikisinin seçildikleri dönem sürüyor hem de yeni Anayasa yürürlükte.Daha kaygı veren bir duruma da dikkat çekeyim:Ahmet Türk hakkında ceza davaları var. Bunlardan biri hakkında hüküm verildi.Dosya Yargıtay'da.Diğerleri de önümüzdeki 1 ay içinde Yargıtay'a gönderilmiş olur.Bekletilmeyerek, süratle raportör tarafından incelenerek ilgili dairenin önüne gelirse ve onaylanırsa Türk hapse girmiş olacak.Elbette hukuk devletinin gereklerine saygılıyız.Ama...Yüz kızartıcı suçlardan bile dosyaları olanlar dokunulmazlık zıhrı içinde kalırken "siyasal" tanımlı dosyalar için çifte standart iyi düşünülmeli.Kaldı ki...Kürt sorununda çözüm açılımları yapılırken Ahmet Türk "sağduyulu potansiyel muhataplar" arasında ilk sırayı alır.Ayrıca...Kanın durması için "İmralı'dan, Kandil'e talimatlar" sürecinde 70'inin üzerindeki ak saçlı Ahmet Türk'ü gene hapishaneye göndermek bir "artı" mı, yoksa "eksi" mi kazandırır açılıma?Ateşkes süresiAteşkesin uzayacağı ortak görüştü."Seçime kadar mı yoksa gene birer aylık süreler mi?""1 aydan fazla ama gene de kısa süreli ateşkes ilanları ile sürecin yürütüleceği" beklentisini sezmiştim.Fakat şu söylem önemliydi.BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş "İmralı'dan seçimlere kadar ateşkes kararı için işaret gelirse Kandil'in buna karşı çıkacağını sanmıyorum" dedi.Şu satırlar yazılırken de bu söylemi doğrulandı.Ne var ki... İmralı ve Kandil dışında hâkim olunamayan PKK kökenli hareketlenmeler dikkatten uzak tutulmamalı.Özellikle büyük kent varoşlarında böyle gruplar var.Dünyanın diğer "makro" terör örgütleri, uzlaşma ve silah bırakma süreçlerine girdiğinde Türkiye'dekilere benzer "mikro" -söz geçirilmez- gruplar eylem koymaya devam etmişlerdir.Ama..."Marjinal" kalmışlar, zamanla erimişlerdir.Taksim'deki "intihar bombacısı" eylemini PKK üstlenmedi.Buna karşılık "örgütün kontrolü dışında kalmış" marjinal grupların eylemi mi, bilemiyoruz.Olmayabilir de...Kanın durmasına yaklaşıldığında hep böyle tansiyonu ani yükseltecek eylemler konuldu.Toplum psikolojisi kundaklandı.Gene aynı oyun sahnelendiyse, sürpriz olmaz.Fakat artık bu provokasyonlara devlet ve toplum bağışıklık kazanmış bulunuyor.Tarih nehrinin tersine akıtılması mümkün değil.Artık kimse kan kültürüyle, kanlı izleri sürerek bir yerlere varılabileceği inancında değil.Çankaya izlenimlerim sürecek...
Milliyet
1,347,023
Yazarlar
GARDROBUNUZU ŞIKLAŞTIRMANIN VE KIŞLAŞTIRMANIN YOLLARI Birkaç küçük ayak oyunuyla kışlık kıyafetlerin sıkıcılığını kırmak, gardrobunuza ruh katmak elinizde.1- İlk olarak şalların, eşarpların kıyafete ruh katmadaki gücünden yararlanmalısınız. Mesela            renkli desenli, ipek bir şal en sıkıcı griyi bile katlanılır kılar. Bu sezon, 70'lere dönüşün. O yüzden annenizin gardrobundaki eşarplara alıcı gözüyle bakmak, doğru bir ilk adım olacaktır. 2. Trikolar pekala gece için de çekici alternatif olabilir. Nasıl mı? Pulların, payetlerin gücünden yararlanarak! En pahalısından 30 TL'lik H&M versiyonlarına, mağazalar omuzları, cepleri boncuk işli  modellerle dolu. 3. Bazen bir çanta sapı dahi ufak bir operasyonla şık kolyeye dönüşebilir. Chanel modeli zincir saplı çantalara bir de o gözle bakın. 4. Farklı dokuları bir arada  kullanmaktan çekinmemek de tarzınızı kış bezginliğinden kurtarabilir. Grafik desenli ipek elbiseyi kalın dokulu hırka ya da kısa kazakla, hatta yapay kürkten bir boleroyla giyebilirsiniz. 5. Çoğu kadının kendine yakıştıramadığı, fazla iddialı bulduğu bir parça olan şapkalarla artık bu kış barışın! Özellikle önü hafifçe gözlere düşen fedora şapkalar kesinlikle en baştan çıkarıcı olanları. 6. Kolları bol inen bir paltonuz varsa bu kış kollarını dirseklere doğru kıvırın. İçinden kontrast renkte kazağınız gözüksün! 7. Bu kış parkaların nasıl da dişileşip modernleştiğinin farkında mısınız? Sizi kış boyunca hem ısıtacak hem de şık, dinamik gösterecek bir  parça var, o da parkalar. 8. Hiç sürpriz  olmayacak bir önerim  var sırada: Etekleri elbiseleri kalın topuklu botlar eşliğinde çıplak bacaklarla giymeyi deneyin. Çıplak tenin tartışmasız cazibesini uzun uzun anlatmaya ne hacet? Tabii soğuğa dayanıklıysanız. 9. Deri eldivenlerin yarattığı lüks efektine sakın sırtınızı dönmeyin. Özellikle dirseklere dek uzanan siyah, hele camel tonlarında olanlar anında şıklık tableti işlevini görüyor. 10. Bu defa büyünün rengi beyaz! "Zürefanın düşkünü, beyaz giyer kış günü" diyenlere kulak asmayın! Hiçbir renk, kışın lüks hissini beyaz kadar güçlü gösteremez!MarIo LevI'den feyz alabilmek!Arkadaşım Gülden Büyükuçak, Atölye Maçka'da verilen seminerlerden haber etti beni. Siyasal tarihten felsefeye, fotoğrafçılığa kadar pek çok kimseyi ilgilendireceğini düşündüğüm konuda seminerler veriyorlar. Benim en çok dikkatimi çeken, Mario Levi'nin yazım atölyesi oldu. 13 Aralık tarihinde başlayan seminerler, 19.00-22.00 saatleri arasında yapılıyormuş. Sevdiği yazarların yazı atölyelerine katılıp ne denli feyz aldıklarını anlatan arkadaşlarımdan biliyorum. Eli kalem tutanlar için bu beyin-kalem jimnastiğinin faydalı olacağı muhakkak. Meraklısı için: Atölye Maçka-532 507 20 00.
Milliyet
1,335,309
Yazarlar
, Pazar| Ege / Yazar Yazısı Feyzi Hepşenkal Arayışİki sözcü de yanlış yaptı14 Kasım 2010 ATATÜRK'Ü kendi çıkarı için kullanmasın hiç kimse. Artık yeter. Aklı yeten... O'nun söylediklerini iyi anlasın. Cesareti olan... O'nun yaptıklarından ders alsın. Bu kadarı yeter. Fazlasının ne gereği, ne âlemi var. Sözcü Gazetesi yanlış yaptı. Atatürk ile günümüz karakterlerini aynı karede montajladı, ağızlarından balonlar çıkarıp konuşturdu. Ne oldu? Bence olan... Yine Atatürk'e oldu! * * * AKP Genel Başkan Yardımcısı ise her zaman olduğu gibi, yanlış yapmada daha ileri gitti. Atatürk adına konuştu. Atatürk'ün değil, AKP'nin sözcüsü olduğunu unutup; makamını ve yaşadığı   çağı bile şaşırdı! Neymiş... Atatürk bugün yaşasaymış, 'ye oy filan vermezmiş. Vay be. Nereden biliyorsun? Sahi... Hüseyin Bey siz kimsiniz, medyum mu; yoksa gaipten haber alan aksakallı bir dede mi? O böyle deyince, sormuşlar: "Peki, AKP'ye oy verir miydi?" Artık ne olduysa, ayılmış birden... "Onu bilemem" demiş. Ama ben biliyorum. Atatürk'ün, "Milli egemenlik   öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar" dediğini biliyorum. Atatürk'ü bir bütün olarak özümsemek gerektiğini biliyorum. Yukarıdaki sözünü gerçek anlamda algılamak için, şu  sözünün de asla unutulmaması gerektiğini biliyorum: "Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki  , medeniyet tarikatıdır." Yani... Atatürk adına kimse ahkâm kesmesin boşuna. O söyleyeceğini, çoktan  söylemiş anlayana! Yılın fıkrası BAŞBAKAN, gezisinde bir üniversiteyi ziyaret etmiş. Girdiği derslikte o karizmatik tavrıyla etkili bir de konuşma yapmış. İşin yolunda gittiğini görünce de, "Sorusu olan var mı?" demiş. Temel parmağını kaldırmış: - Ben size 3 soru soracağım. 1- İktidarda bu kadar yıpranmış olmanız gerekirken oylarınız  nasıl oldu da arttı? 2- adı altında bütün önemli kurumları yabancılara sattınız, bunlardan ne  kadar para kazanıldı? 3- Bu paralar nerde? Tam bu sırada zil çalmış. Başbakan "İkinci derste devam ederiz" deyip çıkmış. Derse yeniden girince "Nerede kalmıştık?" diye sormuş. Bu sefer Dursun ayağa kalkmış, "Bizim sorularımızı cevaplayacaktınız" deyince, Başbakan "İyi sor bakalım" demiş. Dursun: - Size 5 sorum olacak. 1- İktidarda bu kadar yıpranmış olmanız gerekirken oylarınız nasıl oldu da arttı? 2- Özelleştirme adı altında bütün önemli kurumları yabancılara sattınız, bunlardan ne  kadar para kazanıldı? 3- Bu paralar nerde? 4- Teneffüs zili neden yarım saat erken çaldı? 5- Temel nerede? Tek karelik 7 ok!
Milliyet
1,331,069
Yazarlar
AH dede vah dede, sen neymişsin sen, dillere düştüm senin yüzünden diye başlayan Engin Evin'in bir zamanlar dillerden düşmeyen şarkısı şimdilerde CHP'lilerin içine düştüğü durumu ne güzel özetliyor değil mi? CHP'de hemen herkes öteden beri, namı diğer 'Dede', yani Önder Sav için ne diyordu: "Örgüt ondan sorulur...""Bütün delegeler emrinde...""O istediğini seçer, istemediğini devirir...""Dede ne derse o olur." Ancak...Nedense her kurultayda Parti Meclisi üyeleri seçilirken listede en çok çizilen isim hep Önder Sav olmadı mı?Demek ki; Sav gerçekte örgütte fazla etkin değilmiş.Demek ki; Kılıçdaroğlu'nun deyimiyle bir "Korku imparatorluğu" varmış.Geçen çarşamba günü yaşananlardan sonra hemen herkes (basında ve kamuoyunda) 'Yeter artık Önder Sav gitsin' diyor.Hemen herkes, Sav'ın ekipçiliğiyle artık CHP'nin büyüyemeyeceğine, iktidara gelemeyeceğine inanıyor.Partide "Polit büro"nun şefi olarak gösterilen Sav'ın yönetimden uzaklaşmasıyla yenileşmenin, gençleşmenin önünün açılacağına inanılıyor.Kurultaya gidilmesi halinde delegenin, kimsenin etkisi altında kalmadan halkın sesine göre karar vermesi isteniyor.Nitekim, halk da aynı görüşte ki; CHP'de yaşanan darbeden sonra başta Milliyet olmak üzere Hürriyet ve Vatan gazetelerinin internet sitelerine yapılan yorumlar, Kılıçdaroğlu'na desteğin çığ gibi olduğunu gösteriyor.İşte o yorumlardan bazıları:Yücel Özer: Olması gereken de buydu. 53 yıldır iktidar olmamak için ellerinden geleni yaptılar. GHANDİ KEMAL, bu kısa süre içinde, ŞABAN DİŞLİ'yi, MEHMET DENGİR FIRAT'ı ve MELİH GÖKÇEK'leri silip süpürmedi mi? DENİZ BAYKAL kabusunu ve ihtiyar adam ÖNDER SAV'ı emekliye ayırttı. Büyük bir ihtimal başımızdaki bela da yok olacak. *  *  *Erhan  Koşukoğlu: CHP'de birşeylerin değişmesi gerektiği kesin. Önder Sav, artık CHP'yi bırakmalı ki partinin önü açılsın. Kılıçdaroğlu'nu destekliyoruz.  *  *  *Hakan Tosun: Yıllardır iktidar olamayan CHP'nin artık kabuk değiştirme vakti gelmiştir. Önder Sav'ın koltuk için partiyi bu hallere düşürmesi çok acıdır. İnanıyorum ki Kılıçdaroğlu ile parti yeniden umut haline gelecektir... *  *  *Muhammed Erdoğan: Bence çok doğru bir karar. Önder Sav ve onun gibiler partiden giderse bu sefer oyum CHP'ye olabilir.  *  *  *Kasım Usta: CHP, Türkiye siyasetinde kendine yaraşır bir yerlere gelemedi. Sayın Kılıçdaroğlu ile layık olduğu saygın yere geleceğine inanıyorum, 55 yıllık CHP'liyim. Artık umudumuz kalmamıştı. Sayın Kılıçdaroğlu bize tekrar umut verdi. Bütün kalbimle destekliyorum.  *  *  *Engin Yeşil: Kılıçdaroğlu bir devrim yaptı! Devrimi bilmeyenlere nasıl birşey olduğunu şöyle anlatalım: Nasıl bir kız seversiniz ve kaçırırsınız ya... Kimsenin haberi olmadan bir günde dünyanın diğer ucuna gidersiniz ya... İşte devrim böyle bir şeydir... *  *  *Cengiz Cengiz: Sayın Sav istese de, istemese de CHP'ye oy verenlerin yüzde 90'ı Kemal Kılıçdaroğlu'nun arkasındadır. Bunu kendisi de biliyor. Ama işlerine gelmiyor bırakın şu partiyi yeter...  *  *  *Turgut Odabaşı: Kılıçdaroğlu, yıllardır hiç bir liderin yapamadığını yaptı. Partinin yıllardır el freni Önder Sav'ı yönetimin dışına attı. Önder Sav'ın partiye vereceği bir şey yoktur. Eskiden Deniz Baykal'ın peşinden ayrılmazdı. 5 dakikada Deniz Bey'i sattı. Kılıçdaroğlu'nun peşine takıldı. CHP, Kılıçdaroğlu ile iktidara şimdi daha yakın...  *  *  *Turgay Çelik: Bence yıllar önce gerçekleşmesi gereken bir olaydı... CHP içindeki dengesizliklerin giderilmesi için olumlu olduğunu düşünüyorum... CHP'ye oy verecektim, herhalde şimdi oyumu daha rahat veririm.  *  *  *Cemal  Esen: Yeter sayın Önder Sav, geldin 73 yaşına. Hizipçiliğiniz, halktan kopukluğunuz, koltuk sevdalılığınız yüzünden bir CHP'li olarak sizden utanıyorum. Partide de ne kadar destekçin, yalakan var bilemem ama halktan yüzde bir bile destek yok size ve zihniyetinize. Utan ve git emekliliğini yaşa.  *  *  *Özgür Koç: Bu parti nasıl yenilenecek? Birinci Dünya Savaşı'ndan kalma Sav'larla mı değişecek? İyi ki Kılıçdaroğlu gibi bir başkan geldi, parti biraz güçlendi. Bu Sav denen adamın amacı ne? O, partiye değil kendine bir başkan seçti. Kılıçdaroğlu ise 'Ben sana değil CHP'ye başkan oldum' dedi... GİİİT ÖNDER SAV GİİİT...  HAFTANIN SÖZLERİ- Başbakan Erdoğan ve yol arkadaşları, 8 yıllık iktidarlarında, yolsuzluk ve hırsızlık yapanların hamiliğini ve bölücülüğün kılavuzluğunu yapmaktan asla utanmamıştır. (MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli)- Bülent Arınç, müflis tüccar gibi eski defterleri karıştırıyor. (CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin)- Güvercin benzetmesi yapanlara söylüyorum. Kılavuzu karga olanın burnu yerden kalkmaz. (Bayraklı Belediye Meclis Üyesi Hüsnü Boztepe)- Biz oraya kendi başımıza gitmedik. Genel Başkan taahhütlü mektupla davet etti. Sonra da bizi adam yerine koyup, gelmedi. (CHP PM Üyesi Semra Tanülkü)
Milliyet
1,335,305
Yazarlar
Bazı konular vardır ki, uzun lafa hiç gerek yoktur, üç satır da meramını anlatırsın, diyeceğini dersin, gelecek için neler tahmin ettiğini de söylersin... Bugünkü yazı öyle bir yazı... milletvekili, Meclis'teki grup toplantısında konuştu, 'daki mahkemeye selam gönderdi, sanıkların Kürtçe konuşmasına izin vermeyen mahkeme. Meclis Başkanı karşı çıktı. "Bir daha Kürtçe konuşursanız, yasal önlemleri uygularım."  Yasal önlem alıp ne yapacak? Geçenlerde yazmıştık, "diş macunu bir kere tüpten çıkmasın, bir  daha içeri sokamazsınız" dedik. Mümkün mü? Bir zamanlar türkü bile söyletmediler, anaları hapisteki oğullarıyla konuşturmadılar, çünkü analar Türkçe bilmiyordu. Sonra ne oldu? Devlet televizyonu Kürtçe kanal kurdu, yayına başladı. Bize kalırsa Meclis Başkanı "Kürtçe" konuşturmamak için yasal tedbir alacağına, Meclis'te Kürtçe konuşmayı serbest bırakacak bir formül bulsun. Olur mu? Niye olmasın, 'daki 'la devlet adına görüşme yapılmıyor mu, belki görüşmelere, müzakerelere bile başlanmıştır. * * * Hemen her gün gazetelerde cep telefonuyla mesajlaşıp evlerinden kaçan kızların öyküleri var... Gazeteler bu haberleri vermesin mi? Haberse niye vermesin? Yalnız özendirerek, o kızların kafasını karıştırarak, "işte yoksul ya da orta halli ailenizden böyle kurtulur, zengin olursunuz" demeden. Televizyonda bir dizi var, adını zor ezberledik, galiba "Öyle Bir Geçer Zaman Ki!"  Eski deyimle "Tam Türk Filmi" dedirtecek bir dizi... (x) Aşk, ihanet, ortada kalan dört çocuk, çırpınan babaanne, işe yaramaz amca, hain , kaptan babanın Hollandalı sevgilisi, onu yaralayan, cezaevine düşen anne... * * * Bir ortanca kız var, lise de okuyor, çok güçlü, varlıklı bir adam ona âşık, bir otelde yemeğe götürüyor, kız kuzu kuzu odaya çıkıyor, odaya seyyar bir butik gelmiş, elbiseler ayakkabılar, boy boy, renk renk, kız lise üniformasını çıkarıyor, berber de hazır, saçını yapıyor, kız yemek salonuna prenses gibi giriyor, sonra soyunmadan o kıyafetle orta halli insanların oturduğu mahalleye, eve dönüyor, hiç gören yok! * * * Bu sahne kimleri etkiler? Yoksul ve dar gelirli ailenin kızlarını... Onları bu kadar özendirmek yanlış değil mi? Biz yanlış bulduk, üstelik de dizinin içinde bir yama gibi bu sahne... "Hayatın gerçeği bu!" diyeceksiniz. O kadar gerçekçiyseniz, bu güçlü kuvvetli adamın gücü kudreti nereden geliyor, onu anlatırsınız. * * * 'de yeni rüzgâr esiyormuş... Allah selamet versin, CHP'de rüzgâr esmediği gün var mıdır? Yeni rüzgâr şuymuş: " tehlikede değil!"  Doğru, ortada laiklik kalmadı ki, tehlikede olsun! * * * Bu günlük bu kadar, kalın sağlıcakla. ————————- (x)Kanal D
Milliyet
1,347,029
Yazarlar
Dün gece hiç tanımadığım bir kadından sırf ‘kendisini daha önce tanımadığım' için özür diledim.Çevremiz hınca hınç kalabalık, gürültülü ve telaşlıydı. Tanıştırıldık ve toplam 5 dakika sohbet ettik. Hani bazen yıllardır tanıştığınız, çalıştığınız insanlarla kuramadığınız yakınlığı bir çırpıda kurarsınız ya ‘bir yabancıyla'. Sihirli bir değnek değer ve kalpten kalbe bir yol açılıverir ya, işte öyle bir sohbetti bizimkisi. Bir iki cümleyle hissedilen derinlik, sıcak ve sahici bir gülümseme, hiç tanışmamış olsan da aslında birbirini tanımanın ve anlamanın getirdiği huzur.Bundan sonra bir daha karşılaşır mıyız bilmem? Bildiğim, artık sıkı bir takipçisi olacağım.Bahsettiğim kadın Alev Gözonar. Contemporary İstanbul'un açılış kokteylinde tanıştık. İlkin, göz göz seramiklerin içine yaptığı portreler ilgimi çekti. Sonra bir heykeline vuruldum. Modern insanın içinde bulunduğu ‘yalnızlık ve sıkışmışlıklık hissini' allayıp pullamadan, soyutlayıp zorlamadan o kadar yalın ve doğrudan ifade etmiş ki...Eserde kullandığı fotoğraflar, üyesi olduğu spor kulübündeki arkadaşlarına ait. O derece hayatın içinden yani.İlgimi fark edince yanıma geldi. Önce, heykel üzerine düşüncelerimizi paylaştık sonra bir başka eserini gösterdi. Geçirdiği rahatsızlık öncesinde yapmış bu eseri, başına gelecekleri biliyormuş gibi. İki göğsü birden ameliyatla alındığında dönüp bir kez daha bakmış ve onlarca ‘meme ucundan' oluşan eseri karşısında hayrete düşmüş. Hikayesini sahici bir mutluluk ve özgüvenle anlatıverdi bir çırpıda...Geçen yılki Contemporary Art'ta, bronzla aşk masalları yazan heykeltıraş Nadia Arditti'yi keşfetmiştim. Bu yıl da Alev Gözonar'ı tanımanın mutluluğunu yaşıyorum.Çağdaş sanatçılar, müthiş öyküler anlatıyor insana...İşte Alman sanatçı Andreas Lutherer'den bir İstanbul öyküsü: Walking İstanbul. İşçisi, patronu, öğrencisi, çöpçüsü, mini eteklisi, türbanlısı, simitçisi, bayrakçısı, dincisi, rockçısıyla İstanbul'un o uyumlu karmaşasını gözlemlemiş ve ‘yeni medya' tekniği ile anlatmış Lutherer.Günseli Kato'yla sohbet ettik. Uzakdoğu'nun mistik simgesi maskelerle, muhteşem bir çalışmayla yer alıyor Contemporary İstanbul'da. Mavi saçlı sanatçıda bir eksiklik fark ettim; en az saç rengi kadar çarpıcı bir başka alameti farikası olan kırmızı ruju yoktu. ‘Yaşladığım için vazgeçtim kırmızı rujumdan' diyor. Avusturyalı çağdaş sanatçı Martin G.Herbst, “99 Yüz" serisinden insan hikayelerini taşımış. Alüminyum geometrik cisimler üzerindeki gizemli yüzler o kadar gerçek ki... Açılışın ilk bir iki saati içinde tüm eserleri satın alınmış sanatçının.Bir başka çarpıcı şehir öyküsü Hollandalı Roeki Symons'tan. Tüketilmiş ilaç kutularıyla kaplı gökdelenleriyle modernizm karşılığında ödenen bedeli anımsatıyor sanatçı ‘Penceremden Şehir Manzarası' adlı eserinde.Daha çok provokasyon gerek!Contemporary İstanbul her yıl çıtayı yükseltiyor, giderek daha evrensel bir etkinlik haline geliyor. Geliyor gelmesine de bir eksiği var: Provokasyon. Çağdaş sanatın en ayıredici özelliği, kitleleri provoke etmek yöntemiyle düşünmeye, sorgulamaya zorlamak. Bizim Contemporary bu bakımdan fazla ‘iyi aile çocuğu' kalıyor. Birbirinden yetenekli sanatçılarımızın eserlerini hayranlıkla izliyor ve çıkışta ‘yemeğe nereye gidelim' planları yapıyoruz. Oysa bir çağdaş sanat fuarından sarsılarak, alt üst olarak çıkmak istiyor insan.Her yıl, Türk sanatçıların milyonlarca dolarlık fiyat biçilen eserleri üzerinden yapılan iletişimi de kabak tadı verdi doğrusu. Türk sanatçıların eserlerine biçilen fiyatlara milletçe şaşırmaya zorlanırken, komplekslerimizin ortaya dökülmesi de ayrı bir dram tabii.Bu topraklarda ‘provakatif sanatçı' bitmiyor mu yoksa ?Yok, yok hemen moraliniz bozulmasın! Şükran Moral fuarda!Türkiye'nin tartışmasız en cesur sanatçısı Şükran Moral, Mardin'in Yukarı Aydınlı köyünde 3 erkekle aynı anda geleneksel bir düğünle evlenerek tabuları ters yüz ediyor yine. Moral'in rol aldığı ve kumalık sorununu eleştirdiği “Evli, 3 Erkekli' adlı video çalışması fuarın en çarpıcı eserlerinden biri. Herkesin eğleniyor gibi göründüğü videonun, mesajı çok sert aslında. Bu topraklarda adına töre ya da gelenek denen bazı olgularla yüzleşilmesi ve bir an önce çözülmesi gerektiğini anlatıyor. Bir başka devrimci sanatçı Azade Köker.Köker, ‘Kamuflaj' serisinden üç eseriyle katılıyor: Oyuncak Tank'ta çocuklar için yaratılan hayali düşmanları sorguluyor, Sessizlikte Patlama'da herkesin bildiği bir orman manzarasının ardındaki dehşet saçan gerçeği görmeye çağırıyor ve soruyor; “Manzaranın gerçek olmadığını fark edecek miyiz bir gün?"Bu yıl ilk kez katılan Arap, İranlı ve Koreli çağdaş sanatçılar fuarın adeta baharatı olmuş, müthiş bir lezzet katmışlar...Contemporary İstanbul'u sakın kaçırmayın, keşfedilecek çok sanatçı, dinlenecek çok öykü var. syucebiyik@gmail.comtwitter/suleyucebiyik
Milliyet
1,324,158
Yazarlar
Eee artık sıra Abdullah Öcalan'da, namı diğer "APO"'da...   Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri onu devlet adına İmralı'da sık sık ziyaret ettiklerine göre, o da bu ziyaretlere mukabele etmeli, Çankaya Köşkü'ne çıkıp devletin başına iade-i ziyarette bulunmalı.Olmaz mı?Niye olmazmış?Zamanında Barzani'ye, Talabani'ye gösterilen itibar, Abdullah Öcalan'a niye gösterilmesin, ayaklarına kırmızı halı serilip, niye buyur edilmesin!..* * *Bu köşenin okurları hatırlayacaklardır, biz yıllardır ne diyorduk, "Terörle bir yere varılamaz" diyenleri kızdırma pahasına "Görürsünüz, nereye varılacağını!" diyorduk, gördüler."Bu gidişle Abdullah Öcalan İmralı'dan çıkar. Kuracağı veya kurulu partinin başına geçer, ilk seçimde koalisyon hükümetinin başbakan yardımcısı olur" diyorduk."Oldu mu?" diyeceksiniz, bekleyin, biraz sabırlı olun.* * *Adam İmralı'da güya mahkûm, yazdığı mektup Kandil'deki gerilla başına Türkiye Cumhuriyeti kuryesiyle, Avrupa üzerinden gönderiliyor.Şimdi bazıları "Sen barıştan yana değil misin, karşı mısın?" diyecekler.Biz "Terörle nereye varılır, görürsünüz!" dediğimizde, kızıp böyle demişlerdi.Ne oldu?O zaman da Öcalan'ın geleceğini, dağdan ovaya inip sivil siyasete soyunacağını yazıyorduk, onlar da kızıyorlardı.Hatta, belki ciddiye bile almıyorlardı.Öyle ya, Ankara'da ahkâm kesmek varken, bu lafları kim ciddiye alırdı ki!Hem Kürtler kim ki?"Onlar kar üzerinde ayaklarındaki kızaklarla yürürken kart kurt ettikleri için kendilerine Kürt denilen dağ Türkleridir."* * *Bu ve buna benzer nice safsatayla vakit geçirdiler, trilyonlar harcandı, yüzlerce şehit verildi.Adamın dili var, müziği var, türküsü var, çalgısı var, tarihi var...Bu adamların, bu insanların dilini, türküsünü, Kürtlüğünü yasaklayarak bir sorunu çözeceklerini sandılar.İşte çözdüler, çözüm buysa...* * *İşte bir son Habur fiyaskosu var ki!Adam gelmiş, sınıra dayanmış, "Pişman değilim" diyor, sen seyyar mahkeme göndermişsin, "Hayır, pişmansın" diye adama yalvarıyorsun, pişmanım dese ceza yok, ama adamın cezadan filan korkusu yok, niye olsun ki, ayağına mahkeme gönderildikten sonra...* * *Şimdi bunları tartışmanın gereği yok, diyemezsiniz.Çünkü hâlâ saçmalıklarla uğraşıyorlar.Barış için imza topluyorlar.Kim barışa karşı çıkar ki!Elbette barış, yer varsa bir imza da bizden.Barış ama ne pahasına, bedeli ne?Siz Kürtleri razı etmeyi bırakın da Türkleri razı etmeye bakın.Kürtler barış istiyorsa, Türkler de barış istiyor.Ne pahasına, bedeli ne?Bunu öğrenelim...
Milliyet
1,326,243
Yazarlar
14 Mayıs 2025 PazartesiMilliyet Gazetesi...Şampiyon Kayserispor Lider Kayserispor, Kayseri Atatürk Stadı'nda konuk etiği Malatyaspor'u 3-0 ile geçerek en yakın rakibi Bursaspor ile aradaki dört puanlık farkı korumayı başardı ve sezonun tamamlanmasına bir hafta kala şampiyonluğunu ilan etti.Teknik direktör Shota Arveladze maçın ardından yaptığı düzenlediği basın toplantısında geçen sezon üçüncü sırada tamamladıkları sezonun ardından bu sene işlerini çok daha ciddiye aldıklarını ve sonunda mutlu sona ulaştıkları için mutlu olduklarını söyledi. Sarı kırmızılılarla on altıncı sezonunu geride bırakan tecrübeli teknik adam toplantı sonrasında başta futbolcuları olmak üzere şampiyonlukta emeği geçen herkese teşekkür etti.Hatırlanacağı üzere Süper Lig'de ilk şampiyonluğunu 2010-2011 yılında yaşayan sarı kırmızılılar geride kalan on beş sezonda dört kez daha mutlu sona ulaşmış ve son beş yılda da ligi ilk üç sırada bitirmeyi başarmıştı.Şampiyonlar LigiOtuz üçüncü hafta sonrasında şampiyonun ardından ülkemizi Şampiyonlar Ligi'nde temsil edecek ikinci takım da belli oldu. Gaziantepspor karşısında aldığı galibiyetle ligi ikinci sırada bitirmeyi garantileyen Bursaspor, Kayserspor'un ardından adını devler ligi gruplarına yazdıran ikinci takım olurken 100 milyon dolarlık giriş ücretini almaya da hak kazandı.Üç büyükler! Bundan on sene öncesine kadar şampiyonlukların en güçlü adayları olan Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray'ın son on yılda hiç şampiyonluk elde edememelerinin yanı sıra ilk üçte dahi kendilerine yer bulamamaları bir zamanların “büyük" takımları için kabullenmesi oldukça zor bir durum.Yanlış mali politikalar, hatalı transferler ve sıkça değiştirilen teknik adamlar nedeniyle istikrarı yakalayamamanın yanı sıra her sene bir önceki sezondan daha da kötüye giden ve ekonomik açıdan geri kalan İstanbul takımlarının bundan sonraki dönemlerde, Bursaspor, Trabzonspor, Kayserispor ve Antalyaspor gibi yeni büyüklerin arasından sıyrılarak şampiyon olması çok düşük bir olasılık olarak görülüyor.Yıl 2010Yukarıdaki senaryo ütopik gelebilir fakat geçen sezonun beşinci haftasında on birinci sırada yer alan Bursaspor'un sezonu şampiyonlukla tamamladığını düşününce istatistiklerin veya “o kadar da olmaz" ifadesinin çok da anlamlı olmadığı ortaya çıkıyor.Neticede 2025 yılında Süper Lig nasıl bir görüntü içinde olur bilinmez ama bugünden bakınca her şeyin olasılık dâhilinde olduğunu kabul etmek gerek. Kim bilir belki on beş sene sonra ligimizin en önemli maçı Bursaspor-Kayserispor karşılaşması olur!
Milliyet
1,332,865
Yazarlar
grup toplantısında, sanıkların savunmasının reddedilmesiyle tıkanan 'daki davasını protesto için Kürtçe konuşma yapıldı. BDP Grup Başkan Vekili Bengi Yıldız, Kurmanci lehçesiyle konuştu   Kapatılan 'nin eski Genel Başkanı 'ün, geçtiğimiz döneminde, parti grup toplantısında yaptığı birkaç kelimelik sembolik Kürtçe konuşma hafızalarda. Dün, Kürt siyasi hareketi için özel günlerden biri daha yaşandı. KCK davasının son duruşmasında, Mahkeme Başkanı Menderes Yılmaz, sanıklardan birine "Mahkemenin anlamadığı ve Kürtçe olduğunu sandığımız bir dille savunma yapıldığı görülmüştür. Türkçe yapmadığınız sürece savunmanız dinlenilmeyecek, başka bir sanığa söz verilecektir" demişti. İki konuşma yaptı BDP grup toplantısında, sanıkların Kürtçe konuşma ısrarıyla tıkanan Diyarbakır'daki KCK davasını protesto amacıyla Kürtçe konuşma yapıldı. Konuşan, BDP Grup Başkan Vekili, milletvekili Bengi Yıldız'dı. Grupta Kürtçesi en iyi olan vekillerin başında Yıldız geliyor. Batman milletvekili olan Yıldız, Kurmanci lehçesiyle iki konuşma yaptı. Biri BDP Eşbaşkanı 'tan önce, diğeri de sonra. 5 dakika süren ilk konuşmasında, Diyarbakır'daki yargılamada Kürtçe'den "anlaşılamayan bir dil" diye sözetmesini eleştirdi. "Kürtçe anlaşılıncaya kadar biz de Kürtçe konuşacağız" dedi. Kapanışta ise yine Kürtçe olarak 'de sayıları 75'i bulan Kürt vekilleri, tepki göstermedikleri için eleştirdi, "Bu utanç AKP milletvekiline yeterlidir" diyerek sözlerini bitirdi. Bu sırada, "Başbakan 'a gidiyor, 'grubumda Kürt parlamenterler var' diyor" ifadesini de kullandı. BDP'liler Genel Kurulu'nda da konuşmayı planladılar ancak dün grup toplantısıyla yetindiler. Salonda 12 vekil vardı. Bunların yarısı Kürtçe bilmiyordu. Örneğin; , , , , Gültan Kışanak. Aralarında Kürtçe anlayan ama konuşamayanlar da var. Dolayısıyla, Yıldız'ın, grup toplantısının çıkışında konuşmalarını Türkçe'ye tercüme etmesi sadece basının işine yaramadı.  Hedef taleplerde aşama BDP'nin 8 aylık eylemsizlik sürecindeki işlevi, sorunun çözümünde önemli bir rol oynayacak. Partinin bu süreçte aldığı ilk kararlardan biri dün uygulamaya konulmuş oldu. BDP bundan sonra, başta 'daki faaliyetlerde olmak üzere Kürtçe konuşacak. Bölgede, "devleti temsil eden" her kurumda Kürtçe'yi kullanacak. Başta mahkemeler olmak üzere. Bu durum, milletvekillerinin yargılandığı davalarda da geçerli olacak. Öyle anlaşılıyor ki "kamuda türban" tartışmasını "kamuda Kürtçe" tartışması izleyecek. Devlet yetkilileriyle görüşmeler çerçevesinde, çözümün ibresi 'ya dönerken, BDP'nin yan koldan bazı taleplerde aşama kaydetmeye çalıştığı açık. Böylece, BDP'nin Türkçe tam anlaşamadığı hükümetle Kürtçe nasıl anlaşacağını da göreceğiz. Gruptaki konuşmasının ardından Bengi Yıldız'la sohbet ettik. Masasının üzerinde Zana Farkini'nin hazırladığı, Kürt Enstitüsü yayını olan 40 bin sözcüklük Kürtçe sözlükle, Mustafa Borak'ın Kürtçe deyimler sözlüğü vardı. "Bundan sonra her yerde ve basın toplantılarında da Kürtçe konuşacağım" dedi. AK Parti'ye seslenerek, "Kürtçe; , İhsan Arslan, Abdurrahman Kurt'un analarının dili değil mi" diye sordu. Müzakereye geçiş aşaması Yıldız, geçtiğimiz hafta, Barzani ile görüşmek üzere Kuzey 'a giden BDP heyetinde de yer alan bir isim. İmralı'yla yürütülen görüşmeler çerçevesinde gelinen noktayı sorduk. Belirli bir yol katedildiğini, işin mecrasında gitmesi için herkesin dikkat etmesi gerektiğini söyledi. "Kalıcı isteniyorsa bu işin muhatabı 'dır. BDP'nin silah konusunda temenniden başka söyleyeceği birşey var mı" diyen Yıldız, İmralı'nın görüşmelerin ortasında yer aldığı süreci şöyle tanımladı: "Şu anda buna diyemeyiz. Müzakereye geçiş aşaması denilebilir. Bunun müzakereye dönüşüp dönüşmeyeceği devletin ciddiyetine bağlı. Ancak hükümette 8 aylık süreci oyalama ile geçirme eğilimi var. Bu büyük bir risktir. Silahların susturulması sadece PKK ile görüşülebilir ama bizim dile getirdiğimiz; anadilde eğitim, seçim barajı, BDP kadrolarına dönük operasyonların durdurulması gibi talepler PKK'nın söyledikleriyle aynıdır."         Meclis TV konuşmayı vermedi KCK davasında mahkeme başkanının tutanaklara "bilinmeyen dil" diye geçerek Kürtçe savunmayı reddetmesini protesto için, BDP Grup Başkanı Bengi Yıldız partisinin Meclis grup toplantısında Kürtçe konuşma yaptı. Yıldız'ın Kürtçe konuşması Meclis TV tarafından verilmedi.Yıldız kürsüden, Kürtçe ve Türkçe sözlüğü göstererek, "Kürtçe anlaşılıncaya kadar bundan sonra TBMM'de gerekli olan bütün yerlerde Kürtçe konuşacağız" dedi. Yıldız, mahke-menin tutumunu eleştirmeyen Ak Partili Kürt 75 milletvekilini ise "Bu utanç size yeter" diye eleştirdi.
Milliyet
1,321,006
Yazarlar
Saç sağlığımızı tehdit eden stres, sigara kullanımı,  hormonal değişimler, hava kirliliği, kullanılan kimyasal bakım ürünleri, boyalar, şekil verdiriciler gibi onca faktöre ilaveten bir de mevsimsel olarak vücudun gösterdiği değişimleri hesaba katacak olursak istemediğimiz ölçüde saç kayıpları ile karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz olmaktadır. Her ne kadar kadınlar erkekler kadar saç kaybı yaşamazlar düşüncesi yaygın olsa da saç dökülmesi konusunda kadınların da en az erkekler kadar ciddi tehdit altında olduğu bir gerçektir. Erkek tipi saç dökülmesi dediğimiz ve testesteron hormonunun sorumlu olduğu saç dökülmesi kadınları da erkekler kadar etkileyebilmektedir. Ayrıca yaşanan yoğun stres de hem erkeklerde hem de kadınlarda saç sağlığını tehdit eden önemli bir unsurdur. Saçlarımız ve saç sağlığımız bu kadar tehdit altındayken saç sağlığımızı koruyabilmek ve saç kayıplarını minimuma indirebilmek için elbette yapabileceğimiz bazı şeyler var. Örneğin düzenli beslenme sağlıklı saçlar için olmazsa olmaz ön şarttır. Özellikle tek yönlü ve karbonhidrat ağırlıklı beslenmeden mümkün olduğunca uzak durmak saçlarınızı koruma yolunda ilk adım olabilir. Ayrıca yüksek miktarda A vitamini alımının da saç dökülmesini tetiklediğini biliyoruz. Bu nedenle A vitamini alımında günlük önerilen dozların dışına çıkılmaması önerilir. B grubu vitaminler, E vitamini, C vitamini, çinko ve demir gibi maddeler saç sağlığı için son derece büyük önem taşımaktadır. Stres, sigara ve alkol kullanımı saç sağlığı için diğer önemli tehditlerdir. Saçlı deri ve saç köklerinin hava almasını engelleyen şekillendiricilerden uzak durulması gerekmektedir. Çünkü oksijen saç sağlığı için en önemli unsurlardan biridir. Ayrıca kalitesiz, zararlı maddeler içeren saç ürünleri, saçınızı kurutarak daha kolay kırılmalara ve zamanla saç köklerini tıkayarak saç folikülünün ölmesine dolayısı ile saçların dökülerek kaybedilmesine neden olabilir. Saç dökülmesine son veren ve hatta yeni saç oluşumunu destekleyen ürünler için tıklayın!Özellikle yeşil çay içerikli saç bakım ürünleri, yeşil çayın içinde bulunan EGCG adı verilen hücre yenilenmesini sağlayıcı madde nedeni ile saçlarınız için çok daha sağlıklı sonuçlar verecektir. Saç bakım ürünlerini seçerken şampuan ya da losyon hangi formatta olursa olsun içeriğinden emin olduğunuz, üretim tesislerinin güvenirliği ispatlanmış, yapılan bilimsel çalışmalarla etkinliği kanıtlanmış tüm dünyanın güvendiği markaları tercih edin. Kaynağı belli olmayan, içeriğinden emin olmadığınız ürünleri sadece fiyatı baz alarak tercih etmeniz durumunda ortaya çıkabilecek sorunları gidermek için yapacağınız harcamalar size çok daha pahalıya mal olabilir. Yeşil çay içerikli saç bakım ürünleri ile saçlarınıza sağlık kazandırın!Sağlıklı günler dilerim.
Milliyet
1,338,565
Yazarlar
Askerlik ve 'gay'ler Mehmet TarhanBaşörtüsüne gelince 'temel haklar' ve 'özgürlük' kelimeleri uçuşuyor. Peki Türkiye'de cinsel tercihleri yüzünden aşağılanan insanların hakları n'olacak? Der Spiegel olmasa bir şehir efsanesi daha yıllarca konuşulacaktı. Alman dergisinin, "General için pornolar" başlıklı haberinde Türkiye'deki eşcinsellerin askere fotoğraflı, videolu belge sunması istendiği yazıyordu. Türk basınında bu haber, TSK'nın yalanlamasıyla gündeme geldi. Böylece TSK, tarihinde ilk kez eşcinsellikle ilgili görüş belirtmiş oldu.TSK, dergiyi Alman Basın Konseyi'ne şikayet ederken, Türk basını "Dünyanın en büyük porno arşivi TSK'da" gibi başlıkların dışında içeriğe pek itibar etmedi. Bu arada AB Komisyonu'nun raporunda da "TSK'nın eşcinselliği bir hastalık olarak gördüğü" ifadesine yer verdiği ve sivil toplum örgütlerinin fotoğraflı belgeden bahsettikleri ortaya çıktı.  Merak edip Spiegel'de yayınlanan haberin orijinalini okudum. Haberde, ismini vermeyen iki kişinin yanı sıra bir kişi, başına gelenleri açık seçik anlatıyor. Ayrıca Lambda, avukatlar ve ismini vermek istemeyen bir psikiyatristin görüşleri de yer alıyor. Tek yanlı analiz mi?İlginçtir, buna rağmen haberi verenler "tek yanlı bir analiz" ve "eşcinsellik konusunda Türkiye'yi yargılayıcı" gibi yorumlar eklemişti... Herkes Türkiye düşmanı ya! Habere ve tartışmalara dair dikkat çekenler şöyle:- Spiegel'deki haber, sadece TSK'yı eleştirmiyor. "21. Yüzyıla, AB'ye üye olmaya çalışan bir ülkeye yakışmayan bir hikaye... Erdoğan'ın muhafazakar iktidarını, eşcinseller konusundaki tavrının ne olduğunu bir kez sorgulatan bir öykü..." deniyor. - TSK, 'üst kademe ile porno' kelimelerinin ilişkilendirmesine fena halde içerledi. Ancak haberdeki asıl unsuru, yani eşcinselliğin bir hastalık olarak görüldüğü kısmına dair yorum getirmedi. - Eşcinsellerden belge istendiği, yıllardır konuşulur. Üstelik bu konuda haber de yapıldı. Fakat kol kırılır yen içinde kalır misali, TSK hiçbirine şimdiye dek cevap vermedi. Ta ki Alman basınında gündeme gelene kadar.  - Atlanan bir ayrıntı daha: 'Cinsel bozukluk' teşhisiyle askere alınmayanların, işe alınmama riskleri var. Diğer taraftan da eşcinselliğini gizleyerek askere gidenlerin başına gelenlerle ilgili anlatılan korku hikayeleri... - Haberde ismini açıklayan tek kişi, Mehmet Tarhan. Kürt ve eşcinsel olduğunu saklamayan Tarhan, cinsel kimliğini deşifre etmek yerine vicdani retçi oldu. TSK soruşturma açtı ve dört yıl hapis cezası istendi. Bir yıl hapis yatan Tarhan, vicdani retçilerin sembol isimlerinden. Ancak necip basınımızda Tarhan da itinayla görmezden gelindi.Temel haklar?Farklı tanıkların şahitliklerine rağmen, TSK'nın eşcinsellerden görüntülü belge istemediğini ve tüm bunların uydurulmuş hikayeler olduğunu varsayalım... Yine de devletin eşcinsellikle ilgili ciddi sorunları olduğunu hiçbirimiz inkar edemeyiz. Aile Bakanı'nın eşcinsellik yorumları hâlâ kulaklarımızda çınlıyor.  Beğenin beğenmeyin, Alman gazeteci eleştirilerinde haklı. Türkiye, cinsel tercihleri yüzünden hâlâ aşağılanan, ömür boyu damgalanan, hırpalanan insanlarla dolu. Temel haklar konuşuluyor ya, başörtüsü özgürlüğü filan... Biraz da meseleye buradan bakalım o zaman.  RAPOR SONRASI ÇiLE BiTMiYORA.A, 'D/17 F4' koduyla aldığı raporu KAOS-GL dergisinde şöyle anlatıyor: - Bu raporu seneler önce ben de aldım, almaz olaydım. Hep iyi tarafından bakmayın olaya. Raporu alıncaya kadar çekilen çile ayrı, rapor alındıktan sonra hayat boyu çekilen çile ayrı. - Feminen bir tip değilim. Hiç belli etmeden askerlikte yapabilirdim. Ama oradaki ortam askerlik yapamayacağım kanaatine vardırdı beni. - Aynı süreci bende yaşadım, psikiyatri servisinde 15 gün anal muayene, ilişkide çekilmiş resim, minesota kişilik testi ve çürük raporu elimde. - Asıl olay bundan sonra. Gecenin bir vakti, elinde raporla Suriye sınırında bir karakol kapısında kendini bulan biri. Ve hayatı boyunca karşısına çıkacak bir kağıt parçası. Yeni bir iş mi arıyorsun?, Fabrikaya mı başvuracaksın? Dua et de terhis belgesi istemesinler!HAREKETE GEÇ! HİKAYENİ GÖNDERSelda Alkor, meme kanserinin erken tanı ve teşhisi için gerçekleştirilen Europa Donna Türkiye'nin   'Harekete Geç! Hikayeni Gönder' kampanyasının yüzü oldu. Birinci seçilecek hikayenin yazarı ile bir akşam yemeği yiyecek Alkor, halk toplantıları için kampanyaya gönüllü olarak destek de verecek. Kampanya kapsamında ayrıca dört ilde uzmanlarca meme kontrolü, meme kanseri teşhisi ve tedavisi hakkında halka açık ücretsiz bilgilendirme toplantıları yapılacak.
Milliyet
1,318,969
Yazarlar
Türkiye Cumhuriyeti yeni bir ulus devletin kurulmasıyla birlikte büyük bir kültürel dönüşümü gerçekleştirdi. Osmanlı kültürü ile bağlarını radikal bir biçimde koparan Cumhuriyet, yeni bir ulusal kültür yaratmaya girişti. Laiklik, harf, kıyafet, hukuk, dil devrimleri, kadın hakları yeni bir Cumhuriyet kültürü doğurdu. Evrenselliği, çağdaşlaşmayı amaçlayan bu kültürün demokratikleşmeye yol açması kaçınılmazdı. Bugünün standartlarına göre demokratik olmayan, ancak 1930'ların demokrasi standartlarına aykırı düşmeyen, uluslararası alanda kabul gören ve saygı duyulan Cumhuriyet rejimi, demokrasinin tohumlarını da içinde taşıyordu.Nasıl ki, savaş sonrasında Batı'daki demokratikleşme akımı Türkiye'yi de etkiledi. 1950 seçimleri ile Türkiye'de iktidar demokratik yoldan el değiştirdi. 1950 seçimleri Cumhuriyet'in demokratikleşme yolundaki en önemli kazanımlarından biriydi. Bundan sonra Cumhuriyet'in çağdaş uygarlığı yakalaması demokrasiyi, çoğulculuğu, insan haklarını, hukuk devletini içselleştirmesine bağlıydı. Bu alanlarda önemli mesafeler alınmasına karşın, askeri müdahaleler, geleneksel yapılar demokrasi kültürünün gerçek anlamıyla yerleşmesini önledi.Din Anadolu insanının yaşamında her zaman önemli bir yere sahipti. Cumhuriyet döneminde de bu değişmedi. Yakın zamanlarda değişen, dinin toplum içindeki rolü oldu. 1980 ve 90'larda bir yandan Anadolu'da dinsel değerlere bağlı yeni bir orta sınıf doğarken, öte yandan kırsal alandan kente göçler varoşlarda yeni bir sivil toplum oluşturdu. Bu bölgelerde din gündelik yaşamı biçimlendirmeye, din çevresinde yeni bir yasam tarzı yerleştirmeye başladı. Dinsel değerleri savunan bir siyasal partinin siyasal yaşama girerek, İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerin belediyelerini ele geçirmesi yanında, dinsel dernekler, yardımlaşma ağları, cemaatler, tarikatlar, huzur sohbetleri, ışık evleri gibi örgütlenmeler dinin giderek artan sayıda insanın gündelik yaşamına egemen olmasına yol açtı. Bunun sonucunda, Cumhuriyet kültürünün yerini alarak egemen kültür olmak isteyen yeni bir alternatif kültür doğdu.AKP'nin iktidara gelmesiyle bu süreç yeni bir hız kazandı. AKP'yi savunanların "Bu parti 8 yıldır iktidarda. Türkiye bir din devleti olmadı" savı haklı olabilir. Türkiye bir din devleti olmadı. Ama bu dönemde din devlet kurumlarına girdi. Aynı zamanda toplumun din ekseninde örgütlenmesi yaygınlaştı, yoğunlaştı. Bir İslam burjuvazisi, basını, televizyonu, tatil yöreleri, eğlence yerleri, düğün salonları, kültür merkezleri doğdu. Bu gelişmeler Türkiye'de demokrasiyi değil, otoriterleşme eğilimlerini güçlendirdi. Çok yönlü bir baskı ortamı yarattı. Türkiye'deki otoriterleşmeyi sadece siyasal iktidarın kendi çıkarlarını gözetmesiyle açıklamak yanıltıcı olur. Otoriterliği, baskıcılığı hem toplumsal hem de siyasal düzeyde görüyoruz.Birincisi, insanların ortak bir cemaatsel kimlik çevresinde gruplaşmaları, aralarındaki sınıfsal, bireysel farklılıkların ortaya çıkmasını önlüyor. Güçlü bir biat kültürü, dinsel normlara, cemaatsel doğrulara sorgulamadan itaat etmeyi öğretiyor. Bireyselliğe izin vermiyor.İkincisi, farklı bir yaşam biçimini seçmiş olanlara karşı hoşgörü azalıyor, baskı artıyor. Prof. Binnaz Toprak'ın araştırması bunun örnekleriyle dolu.Üçüncüsü, kadınlara karşı ayrımcılığın artması, kadınların işgücü içindeki yerinin küçülmesi, kadının rolünün giderek artan bir biçimde eve kapanarak çocuk bakmak olarak görülmesi, kadın üzerindeki baskıyı ortaya koyuyor. Dünya Ekonomik Forumu verilerine göre, Türkiye'nin kadın-erkek eşitliği bakımından 134 ülke arasında 126. sırada olması, Türkiye'nin demokratik toplum ölçütlerinden ne denli uzakta olduğunun bir göstergesi.Dördüncüsü, siyasal iktidarın demokrasi anlayışı seçim kazanmakla sınırlı olunca otoriterleşmesi kaçınılmaz oluyor. Bu anlayışın sonucu, denetim mekanizmalarının ortadan kaldırıldığı bir rejim ortaya çıktı. Yargı iktidarın denetimine girdi. Basın sindirildi. Üniversiteler YÖK aracılığıyla hizaya getirildi. Demokrasi bağımsız kurumların çevresinde gelişir. Oysa, Türkiye'de kurumların varlıklarını bağımsız olarak sürdürmeleri olanaksız. Tüm araştırma, bilim, insan hakları, finans, enerji kurumları Hükümet'e bağımlı kılındı. Kurumların var olmak için siyasal iktidara biat etmeleri gerekiyor.Türkiye'nin geleceğine ilişkin projeksiyonlar yaparken, kültür kayması ve Sünni İslam kültürünün Cumhuriyet kültürü yerine egemen kültür olmaya başlaması ile Türkiye'nin her düzeyde otoriterleşmesi arasındaki bağlantıyı kurmak gerekiyor.
Milliyet
1,325,019
Yazarlar
Çevremizde bizlere stres yaratan o kadar çok faktör var ki hepsiyle başa çıkmak bazen zorlayıcı olabiliyor. Kimi ise bu durumdan bir kaçış yolu olarak abur cubura yöneliyor; yağlı, şekerli, tuzlu yiyecekler, hamurişleri, alkol.. tüketip sonrasında belki daha da strese giriyor.Bu yiyecekler kısa süreli mutluluk hormonunu salgılatıp kendimizi daha rahat hissetmemizi sağlıyor ama daha sağlıklı seçenekler de tüketme şansımız var elbette.*Sivri biber; C vitamini içeriği yüksek olması nedeniyle tüketmeye çalışmamız gereken bir besin hatta C vitamini neredeyse portakaldan bile daha fazla.*Yabanmersini; C vitamininin yanı sıra bağışıklık sistemini koruyan antioksidanlardan da zengin bir meyve. C vitamini stresle savaşan birincil besin öğesidir. Her öğününüzde C vitamininden zengin bir yiyecek illaki tüketmeye çalışın.*Avakado; kalbi koruyan esansiyel yağ asitlerinden zengin bir yiyecek, ayrıca muzla eşdeğer seviyede de potasyum içermekte. Potasyum kan basıncını ayarlayan ve dolayısıyla stresi azaltan bir mineral.*Ispanak; magnezyumdan zengin bir sebze, magnezyum ise mutluluk hormonunun salgılanmasını artırmaktadır. Badem, kakao ve kabak çekirdeği de magnezyumdan zengin besinlerdir. Böylelikle stresli anlarda magnezyum içeren bir yiyecek kurtarıcınız olacaktır.*Balık; Omega-3 değeri yüksek bir besin olan balık, özellikle yağlı balıklardan hamsi ve somon sinir sistemini onaran mucizevi besinlerdir. Haftada en az 2 kez tüketilmesi gerekmekte.*Hindi; Seratonin salgısını tetikleyen ve triptofan adlı proteinden zengin olan hindide tüketilmesi gereken besinler arasındadır.*Ihlamur çayı Adrenalin seviyesini azalttığından sıcak veya ılık ara öğünlerde tüketilebilir.Dyt.Özlem Sert Aydın
Milliyet
1,343,641
Yazarlar
Düğme: Bir şeyi başka bir şeyle iliklemeye yarayan kemik, metal, sedef gibi sert maddelerden yapılmış küçük bir tutturmalık.İnsanlar örtünmeye başladıkları dönemlerde, bakmışlar ki, kendilerinden başka herkesin tüylü giysileri var, ama kendilerinin yok. Bir çözüm bulmazlarsa hastalanacaklar. Çünkü daha konfeksiyon icat edilmemiş. Tek çıkar yol, başka hayvanların giysilerini izinsiz alarak giymek. İşte onlar da öyle yapmışlar. Uzun yıllar, başka hayvanlardan zorla aldıkları giysilerle örtünmüşler.Bence, insanoğlunun ilk icatlarından biri düğme. Çünkü hayvanlardan aldıkları postların, insanların üstünde durabilmesi için onların bir şeylerle iliklenmesi gerekmiş. Yani bir yanın öteki yan ile birleştirilmesi. Bu da bir yanı delip, öbür yana da bir kemik parçası tutturarak başlamış.Düğmenin gelişimi...Düğme, çağlar içinde kemik, metal, sedef, tahta, taş, cam, altın, gümüş gibi değişimler göstererek düğmelik görevinin yanı sıra süs eşyası da olmuş. Dillere göre, başka aletlerin üzerinde de adını sürdürmüş. Örneğin; radyo düğmesi, elektrik düğmesi, televizyon düğmesi gibi... Hep iliklemek ve açıp kapamak anlamında kullanılmış. Belki de bu yüzden, öğretmenlerimiz giysilerimizin bir yeri açık olsa bize, "Düğmeni ilikle!" demek yerine, "Düğmeni kapasana!" derler. Düğmenin bugünkü biçimini aldığı ilk örneklerine MÖ 4200-3200'lü yıllarda Mısır'da rastlıyoruz. Ayrıca Çin'de de, eski çağlarda ceketlerin önüne beş tane düğme dikildiğini, bunu da ünlü bilge Konfüçyüs'ün felsefesindeki beş erdemi simgelediğini biliyoruz. Bunlar da hukuka saygılı, uyumlu, önemli, dürüst ve alçak gönüllü bir birey olmayı vurguluyordu.Biliyorsunuz, erkek giysilerinde düğmeler daima sola dikilir. Kadın giysilerinde de sağa. Bu uygulamanın çok eski bir tarihi var. Erkekler kılıç, silah gibi savaş aletlerini hep sağ elleriyle kullanırlar. Ceplerindeki silahları hep sağ elleriyle alırlar. Bu yüzden, sağ elleriyle kavga ederlerken daha rahat dövüşebilmek için sol elleriyle ceketlerinin düğmelerini çözerler. Ceketlerini çıkarırken de, üzerlerinde saklı bir silahı çekerken de sol elleriyle düğmeleri açıp sağ elleriyle dövüştükleri için, düğmeler sola dikilir. Kadınlarda bu tam tersidir. Hem kadınların böyle bir şeye gereksinimleri olmadığı için, hem de kadın ve erkek giysilerini birbirinden ayırmak için.Ceket kolu düğmelerinin öyküsüBilmiyorum, daha önce hiç düşündünüz mü? Gömleklerimizin kolundaki düğmeler manşetlerimizi ilikler. Bir palto arkasındaki yırtmaçtaki düğme, yırtmacın yırtılmamasına yarar. Ama ceket kollarına dikilen, kimi zaman üç, kimi zaman beş olan bu düğmeler hiçbir işe yaramaz. Süs olmanın dışında hiçbir görevi yoktur. "Peki, neden oraya konuluyor?" diye sorarsanız, işte yanıtı: Çok eskiden İngiliz kraliyet ailesinde kımıldamadan kapıda duran, yalnızca nöbet değişirken ellerindeki  silahlarla iki adım yürüyüp yerine gelen nöbetçiler, kural gereği, burunları aktığı zaman ceplerindeki mendili çıkarıp burunlarını silemezlermiş. Bu hem görüntü, hem de disiplin açısından yanlışmış. Grip, nezle gibi, ya da nedensiz burnu akan nöbetçi, çözümü burnunu koluna silmekte bulmuş. Tabii renkli üniformaların kollarındaki lekeleri gören komutanlar, bu işi çözebilmek için bir yöntem bulmuşlar. Askerlerin burunlarını silecekleri yere metal düğmeler diktirmişler. Zavallı nöbetçi, düğmeler yüzünden burnunu silemez olmuş. Bu uygulama zaman içinde değişmiş ama, üniformalara dikilen düğmeler kaldırılınca estetik açıdan çirkin gözükmüş. Bu yüzden de terziler düğmeleri üç-beş santim aşağı kaydırarak bugünkü yerine koymuşlar. Günümüzde burunlarını ceket kollarına silen var mı, yok mu bilemem; ama biz sanki burnumuzu silermişiz gibi giysilerimizde o düğmeler duruyor. Hani derler ya, "Delinin biri kuyuya bir taş atmış, dokuz akıllı çıkaramamış!"
Milliyet
1,341,194
Yazarlar
Trafik kazaları çocuklara şok yaşatıyor!Bayram tatilini fırsat bilen aileler şehir dışına gitmeyi tercih ediliyor. Şehir dışına çıkarken ve geri dönüş yolunda trafik canavarı da mola vermenden çalışmaya devam ediyor. Bayramlarda ana haber bültenleri kaza haberleriyle doluyor. Kazalardan en çok etkilenen ise çocuklar oluyor. Trafik kazasında can kaybı yaşanmasa bile çocukların bu olaya şahit olması veya trafik kazası yaşaması unutamayacak bir travma çeşididir.Trafik kazaları çocukları nasıl etkiliyor?Trafik kazası yaşayan bir çocuk birkaç gün bu şoktan çıkamayabilir. Bu şokla birlikte çocukların dili tutulabilir, kekemelik başlayabilir. Bu semptomlar çok belirgindir ve hemen fark edilir. Diğer taraftan bazı semptomlar bu kadar belirgin olmayabilir ve travma sonrası hemen gözlenmeyebilinir. Çocuktan çocuğa travmanın etkileri ve görülme zamanı değişiklik gösterir. Bazı çocuklarda semptomlar travmanın hemen sonrası da gözlenirken, bazı çocuklarda birkaç ay sonra veya birkaç yıl sonra gözlenebilinir.Trafik kazası sonrası çocukta çok çeşitli semptomlar gözlenebilinir. Bunlar;Altını ıslatma,Ağlama nöbetleri,Gece kabusları,Uyku düzensizlikleri,İştah azalması,Davranış problemleri,Tırnak yeme,Hırcın davranma,içe kapanma ve sessizlik,Konsantrasyon problemleri,Travma sonrası stres bozukluğu, vb.Bu semptomlar trafik kazasının hemen sonrasında gözlenildiği gibi veya birkaç yıl sonra da görülebilinir. Trafik kazasına şahit olan veya trafik kazası yaşayan çocukların mutlaka gözlem atlına alınması ve psikolojik destek görmesi gerekmektedir. Çocuğun hayatında her şey yolunda gibi gözükürken yıllar sonra bu travmanın etkileri ortaya çıkabilir ve tedavi edilmesi daha zorlaşır. Gelecekte bu travma çeşitli psikiyatrik bozukluklara neden olabilir; obsesif kompulsif bozukluk, davranım bozukluğu, yaygın anksiyete bozukluğu, fobiler vb. gibi.Trafik kazası yaşayan çocuklar psikolojik destek almalı!Çocuğunuzda bu semptomlar görülsün görülmesin çocuğunuz trafik kazasına şahit oldu veya trafik kazası yaşadıysa mutlaka bir pedagogdan profesyonel destek alın. Tek başına çocuk böyle ciddi bir travmayı atlatması mümkün değildir ve bu travma çocuğun gelişimini ve psikolojisini olumsuz etkileyecektir. Eğer çocuk okul çağında ise bu travma akademik başarısının düşmesine neden olacaktır. Bu nedenle profesyonel bir destek almak çok önemlidir.Çocuğunuzun trafik kazası yaşaması dileğiyle,Pedagog Sevil Yavuz GümüşKurucu, Çocuk ve Ergen Psikolojisi Uzmanı, Filial ve Oyun TerapistParenting Skills & Counseling Center
Milliyet
1,321,827
Yazarlar
Futbol esasında komplike bir spor oyunu değildir. Bir topu alıp karşı kaleye götürerek iki direk arasından ağlara sokmak zor bir iş sayılmaz. Öyle ama karşınızda topu ayağınızdan alacak rakipleriniz varsa bu işi nasıl yapacaksınız. İşte bütün mesele bunu bilmekte...Napolyon başarmak için 'para, para, para' demiş ya futbolda da başarmanın yolu 'Disiplin, disiplin, disiplin'dir. Bu yoksa, topu karşı kaleye sokmak zor bir iştir. Bir teknik direktör kimseyle, oyun taktiği için futbolcularla, hele hele idareciler ve taraftarlarla tartışamaz. O sahada bir diktatördür. Oyun içinde büyük veya küçük oyuncu yoktur. Topu karşı kaleye getirecek güç disiplinden geçer.Ülkemizde bilhassa büyük kulüplerde disiplinin tabana vurduğu görülmektedir. Takım taraftarı, başkanı ve teknik direktörü ile birlikte değilse orada disiplinden bahsedilemez. Ancak spor kültürü bu birlikteliği başarır, yaratır. Bu böyle biline.
Milliyet
1,338,767
Yazarlar
İyice çocukluğuma iniyorum, düşünüyorum, deşeliyorum... Ihh, bayramlara ilişkin kötü bir anı bulamıyorum... Babası bayram namazından dönerken sıcacık ekmek alıp gelen, neşe içinde kahvaltı eden bir aileydik. Bayramlık giysimiz de oldu hep, hediyelerimizi de aldık... Kurban kesimine de şahit olmadık; keza kurbanlık koyun ile sevgi bağı kuracak kadar bir arada olmamamıza da özen gösterildi... Yok, bayrama rast gelmiş ciddi bir tartışma, ya da aile içi bir huzursuzluk da yok! Neden yazıyorum bunları; zira bayramları sevmiyorum ben artık!.. ****** Tam olarak ne zaman başladı, inanın farkında değilim, minik minik birikimler toplanmış meğer; son yıllarda ortaya çıktı bu durum. Yirmili yaşlarımın başlarındaydım, annemden duymuştum komşu iki kız kardeşin, vallaha yalanım olmasın, fitre miydi, zekat mı, ben sana vereyim, sen de bana diye anlaştıklarını. Nasıl yani, Allah'ı mı kandırıyorlar? Ne biçim mantıktır bu, paran yoksa vermezsin, bu kadar basit! Heybeme attığım ilk birikimdir! ****** İkincisi sanıyorum ki kestikleri kurban etlerini dondurucularına istifleyenlerin ve adet yerini bulsun diye etin en işe yaramaz bölümlerinden yedi eve dağıtanların var olduğunu öğrenmemdi! Kurban kesecek yeterli parası olmamasına rağmen harç borç alınan kurbanlıklar eklendi sonra... “Kurban kestik" diye böbürlenenler... ****** Mesela küsmeyi de hiç anlayamadım ben, ilişkinin düzeyini ayarlarsın olur biter; küsüp de barışmak için bayrama kadar bekleyenleri anlamam ise hepten olanaksız! Madem barışacaksın, bayramı beklemenin anlamı var mıdır, yarına kimin sağ çıkacağı belli değilken? Haa, ama ne diyecek “Bayram diye geldim... Yoksa..." Yani, sanma ki bayılıyorum sana tarzında ve halledilmemiş problemler nüksettiğinde elinde yeni bir malzeme: “Eşeklik bende, bayram dedik geldik ziyaretine!" ****** Samimi gelmiyor bunlar bana, sanıyorum bu yüzden bayramları artık sevmiyorum! Sevgililer gününün bizim toplumumuzda kutlanış tarzını da sevmiyorum, mesela, tümüyle ranta dönüşmüş durumda ve bu rant peşinde koşan kurtlar çoğu kere insanların o gün mutsuzluğuna neden oluyorlar! Bir kart, minik bir çiçek ile sevginin ifade edilmesi varken, tek taş yüzük reklamları yapıldıkça bileniyor kızlar! O günün sonu, maalesef, çoğu kere hüsran! ****** İlle de düğün yapma geleneğini de bu manada anlamsız bulmaktayım, hatta çoğu durumlarda fazlasıyla kızmaktayım! Harç borç düğün yapılıyor, sonra da ya göstermelik takı takılıp, ertesi gün geri alınıyor, ya da borçları kapatmak için talep ediliyor! Yapma! Hiç birini yapma! Ne yalandan takı tak, ne de yeterli ekonomik şartların yoksa düğün yap! Yeni evli çiftin arasına ilk nifak tohumlarını ellerinizle ektiğinizin farkında değil misiniz? ****** Tabii, bir de son yıllarda bayramların siyasete alet edilme durumları da var; mesela iftar çadırlarında oy açılımı yapılması falan! Hele son Ramazan süresince, hatırlarsanız, her iftar çadırında referandum konuşması yapılmıştı!... Dedim ya, garip bir bayram yazısı; kusura bakmayın, heybemdeki tüm bu birikenlere rağmen “Canım bayram, güzel bayram" tarzı yazı yazsaydım, kendi boynuma da “Samimiyetsizdir" yaftasını derhal asardım! Yine de... Kendi samimiyetleri içinde bayramın coşkusunu duyanların bayramı kutlu olsun!
Milliyet
1,332,872
Yazarlar
Bugün 10 Kasım. Atatürk'ün aramızdan ayrılışının 72. yıldönümü. Ağlamak, yakınmak yersiz ve yararsız. Büyük Atatürk'ü anmanın en anlamlı yolu, O'nu anlamak ve anlatmak olmalı. Son yıllarda Atatürk'e yüklenmek moda oldu. 1920'lerin koşulları ve O büyük liderin ileri görüşlülüğü bir yana bırakılarak, rüzgârgülü gibi esintiye göre dönüp durmak geçerli akçe oldu. Bütün fenalıkların başı olarak Atatürk ve Atatürkçülük gösteriliyor. Oysa, sömürgeciliğe, emperyalizme karşı mazlum uluslara örnek olacak bir ulusal kurtuluş mücadelesi sonunda, bağımsız 'ni kuran ve bizlere emanet edenin Atatürk olduğu unutuluyor, unutturulmaya çalışılıyor. Atatürk, zamanının ruhunu ve geleceği doğru okumuş, hiçbir dogmayı esas almamış; bizlere ilim ve aklı rehber alın, öğüdüyle doğru yolu göstermiş 20. yüzyılın en büyük lideridir. Türkiye Cumhuriyeti 21. yüzyıla bir yaşamadan ve yıkılmadan ulaşabildiyse, bu onun ileri görüşlülüğü ve Türkiye Cumhuriyeti'ni sağlam temellere oturtmuş olmasındandır. Cumhuriyet ve demokrasi Atatürk devriminin en büyük eseri, yıkılan imparatorluktan yarattığı Cumhuriyet'tir. İleri görüşlülüğü ise bu Cumhuriyet'i demokrasiyle taçlandırmak istemesidir. Çağdaşlarıyla kıyaslandığında, Atatürk'ün bu paha biçilmez farkı daha iyi görülür. Çağdaş medeniyet Büyük Atatürk'ün gösterdiği çağdaş medeniyete ulaşma ve hatta onu aşma hedefi, bu topraklarda yaşayan herkesin hedefi olmalıdır. Atatürk, bu hedefe ulaşmanın ilmin ve aklın yolundan geçtiğini çok iyi kavramış ve "size bırakacağım miras budur" diyerek, Türkiye'nin yürümesi gereken yolu göstermiştir. Atatürk, yaşadığı dönemde Türkiye'yi hep bu yolda tutmaya özen göstermiştir. Eğitime, yatırıma, serbest ticarete, milli sanayiye, kadın-erkek eşitliğine, sanata, kültüre verdiği önemin ortak hedefi çağdaş medeniyettir. İlim yerine din Atatürk'ün gösterdiği ilim ve akıl yolundan sapmak; yerine dini referansları alarak yürümeye çalışmak, bizi o hedeften uzaklaştıracaktır. İnancı ve ibadeti Allah'la kul arasına bırakmak; dini siyasete alet etmemek, ancak inançlara da saygılı olmak yine Atatürk'ün izlediği yoldur. Din siyasete alet edilmemelidir. Atatürk'ü doğru anlamak bunu gerektirir. haksızlığı Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Anadolu halkına Türk milleti denir, demiştir. Bu tarifte ırkçılık yoktur. Böyle olduğu halde Atatürk'ü ırkçılıkla suçlamak, soy esaslı bir devlet kurmakla eleştirmek gerçeklerle bağdaşmaz. O'nun yapmaya çalıştığı çok etnikli, çok dinli bir imparatorluk kalıntısından, ortak kültür ve ülküyü esas alan bir millet yaratmaktır. Bu yoktan var edilmiş bir millet de değildir. Farklı etnik grupları içinde barından Türk milleti olgusunu bir üst kimlik olarak tanımlamış ve öyle görmüştür. Ayrışma çabaları Türkiye, yıllardır ciddi bir ve ayrışma sorunu yaşıyor. Ortak kültür, ortam yönler ön plana çıkarılacağına aksine farklılıklar ön plana çıkarılarak, ayrışma süreci körükleniyor ve terörle hızlandırılmaya çalışılıyor. Bu yolda mesafe alındığı da bir gerçek. Cumhuriyet ve demokrasi içinde farklı kültürlerin yaşanmasına bir engel yok. Ancak, anadili ve kültürü yaşayıp yaşatmaktan öte, bunu ulusal ve toplumsal ayrışma ve ayrı siyasal yapılaşma aracı olarak kullanmak ve dayatmak çok farklı. Okulları, bakkalları, diğer esnafı, camileri, giderek mahalleleri hatta kentleri etnik farklılıklara göre ayırarak, yaşadığımız sürecini toplum dokusuna, günlük yaşama taşımak; ortak hedef ve ortak çıkarlara uygun bir yol değil. Barış içinde bir arada çağdaş medeniyet hedefine doğru ilerlemek, Atatürk düşmanlığıyla değil, aksine O'nun uyguladığı ve öğütlediği, ilmin ve aklın sunduğu ileriye doğru yenileşmeyle mümkün olabilir.
Milliyet
1,324,172
Yazarlar
Dün, bir umut doğdu CHP'ye. Çıkıp kürsüden restini çekti. Halkımı seviyorum, dedi, statükodan şikâyetçiyim, dedi, özgürlük dedi. Genç, dinamik ve karşı taraf gibi ilerleyen yaşın verdiği rehavetle 'apartman yöneticisi siyaseti' yapmak yerine elini taşın altına sokabilecek yeni kadrosunu tanıttı. Hayırlı olsun. Böylece 5 ay önceki kurultayla CHP Genel Başkanlığı'nı alan Kemal Kılıçdaroğlu, sonunda partinin tepesine çöreklenmiş, Türkiye'nin ufkunu daraltan Önder Sav Politbürosu'nu tasfiye için düğmeye bastı. Bastı, basmak zorunda kaldı, çünkü başka türlü olmayacaktı. CHP'de dün yaşanan kriz, sıradan bir hizip çekişmesi ya da sol partilerde sıkça görülen tüzük kavgası değil. Kaos hiç değil. Türkiye'nin geleceğiyle ilgili iki zıt vizyon arasında kıyasıya bir mücadele bu... Biri dünyaya kapalı, demokrasiye uzak, yıllardır sadece 'laiklik de laiklik!' diyerek ekmek yemiş ve bunu yaparken de her geçen gün küçülmüş Önder Sav vizyonu. Yaşlı ve tarihin çöp sepetini boylamaya mahkûm. Diğeri ise yeni sol dil arayan; dünyayla bütünleşmeye hasret; toplumla, dinle, değişimle barışmak zorunda olduğunun bilincinde, henüz tam yolunu bulamamış ancak içgüdüsel olarak doğru şeylere meyleden Kılıçdaroğlu yürüyüşü. Sizce hangisinin şansı var? Kılıçdaroğlu dün Önder Sav'ın restine karşılık vererek bana göre ilk gerçek liderlik sınavını geçti. Restleşmek değildi niyeti sabah kalktığında; ancak kan akıtmazsa ne kendi ne de muhalefetin hiçbir şansı olmadığını gördü sonunda. Bundan sonraki günlerde başı çok ağrıyacak Kemal Bey'in. Statükocular, önünü kesmek için her gün yeni numaralar bulacak. Bu iş muhtemelen sonunda kurultaya kadar gidecek. Ancak ben umutluyum. Kurultay delegesi de Önder Sav kadar harakiri meraklısı çıkmayacaktır. Özgür iradeyle karar veren insancıklar, kazanmaya, kazanmak için de tarihin doğru cephesinde olmaya meylederler. CHP kurultay delegesinin önünde net bir seçim var: Ya Kılıçdaroğlu ya erime. Ya değişim ya da 'taş gibi bir yüzde 20' ile iktidarı üçüncü kez AK Parti'ye hediye etme. Siz delege olsanız hangisini seçersiniz? İş kurultayda biterse, Kılıçdaroğlu'nun bir şansı daha var. O da Deniz Baykal'ın desteği. Kılıçdaroğlu ve Baykal arasında zaten şimdiden dirsek teması var. Deniz Bey şu an sesini çıkarmıyor; ancak öteden beri kurultay istiyor. Hiçbir şey CHP'nin eski liderine Önder Sav'ı tarihe gömmek kadar haz vermeyecektir. Kemal Bey tek başına delege sayısını tutturamayabilir; ancak Deniz Baykal'la birlikte çok rahat alır kurultayı. Dün Kılıçdaroğlu'nun "Yetki verin, izin verin; partiyi özgür CHP yapalım. Partideki korku imparatorluğunu yıktık, bundan sonra Türkiye'deki korku imparatorluğunu yıkacağız" sözleri önemli. Kılıçdaroğlu ile sohbetlerimden biliyorum: Tayyip Erdoğan'la mücadele etmenin tek yolunun 'daha çok demokrasi' olduğunu biliyor. Ancak CHP'yi daha özgürlükçü bir çizgiye çekerse rekabet şansı olduğunu biliyor. Bunu deneyecektir.Bütün bunlar Türkiye için güzel. Ben kendi adıma artık ekrana çıkar çıkmaz zapladığım Hakkı Suha Okay ve diğer aksi CHP'liler yerine, genç, yeni yüzler göreceğimden memnunum. Bütün memleket daralmıştı bu insanlardan...
Milliyet
1,331,062
Yazarlar
tarihli genelgesiyle Araç Muayene İstasyonlarının Çalışma Usul ve Esaslarına İlişkin uygulama başlatıldı. Unutmayın; araç sahibi tarafından vizeye götürülmez ise; o aracı vizeye götürecek kişi bir ay içinde başka bir aracı vizeye götüremez. Ancak götüreceği bir başka araç için sahibinden yine Noter'den vekalet alması gerekiyor. Bu vekaletin veriliş tarihi de bir ay içinde olmalı.Yani bir vekalet defalarca olmayıp bir aracın sadece bir vize işleminde ve bir ay içinde geçerli.    Ülke bazında araç vize işleminde, kötü niyetlilerce kayıt ve yasa dışı elde edilen paraların yıllık miktarı yüz milyon lira civarında olduğu tahmin ediliyor. Bunun yanı sıra yasalara uygun çalışan gerçek trafik takip hizmeti veren kişi ve kurumların bu olumsuzluklar ile hiçbir ilişkisi olmadığını tekrar hatırlatmak isterim.
Milliyet
1,321,816
Yazarlar
BAŞLIĞA bakıp "Bu ne biçim Türkçe?" diye burun kıvırmayın. Artık ben de sokak yazarı oldum. Sokak yazarı olunca da, kelimeyi yanlış mı yazdım, cümle kurallara uygun mu diye yazı boyunca beni takip eden endişenin bastım  arkasına(!) tekmeyi.Artık sokak nasıl konuşuyorsa öyle yazacağım.Gazeteye basacaklarını bilsem "arkası" diye yazmam. Arkası neresiyse adıyla sanıyla yazarım. Ama basmazlar. Ben de tekme basılan organa şimdilik arkası diyorum ve bir beyefendi gibi gülümsüyorum. Sokak yazarlığım bir tutsun, bir tescillensin ondan sonra tutmayın beni. Türkçenin Büyük Argo Sözlüğü'nü yazan Hulki Aktunç "Vay, bunlar ne biçim ağızlar, benim sözlük tırışkadan tayyareymiş abi, n'olur gel şu sözlüğü birlikte üfleyelim" diye  kapının eşiğine paspas olup, "İnleyen Nağmeler"i söylemezse bana da "En Birinci Sokak Yazarı" makamı haram olsun."Ya bu adam haftanın beş günü akıllı uslu yazıyor, pazar geldi mi sapıtıyor" diye düşündünüzse, durum vaziyeti hemen açık edeyim. Siz de meseleyi çakozlayın... Biliyorsunuz Radikal Gazetesi radikal bir değişim geçirdi.  Boyunu yarıya indirirken, kalınlığını "Liseler için Coğrafya Atlası" kalınlığına, 72 sayfaya çıkardı. Fiyatı da 25 kuruş. Önce ucuz satıp alıştıracaklar, zamanı gelince de kazıklayacaklar demesinler diye de yanına "tanışma fiyatı" yazdılar. Anlayacağınız hem okumuş hem de Allahları var, dürüst çocuklar. Radikal'in yeni Genel Yayın Yönetmeni, ömrü uzun olası, namı Dünya'nın dört bir yanını tutası, şanı büyük Eyüp Can Bey daha gazete radikal biçimde arz-ı endam etmeden "Köşe yazarlığı öldü, şimdi para sokak yazarlığında" mealinde bir lâf etti. Etmekle kalmadı, gazeteyi çıkarmak için sokak timleri kurdu. Çakozladınız değil mi?Sokak yazarlığı için yağ falan çekmiyorum. Gerçek şu ki; genç, yakışıklı, hem çağdaş ve batıya açık, hemi de mütedeyyin, sosyoloji, felsefe, ekonomi, iletişim, edebiyat, sanat, fizik, matematik, geometri, yani aklınıza ne gelirse hepsinden malûmat sahibi, kimya ve simya ilimlerine dahi vakıf bir Genel Yayın Yönetmeni; "Bundan sonra mangır da, şöhret de sokak yazarlığında, köşe kadılarının işi bitecek amma sokak yazarları malı götürecekler" diye yol gösterir de, ben üzerine atlamaz mıyım? Benim kadı kızından neyim eksik? Ey can dostu okur!İşte sokak yazarlığına don-paça dalmam bu istikbal kaygısıyladır. Ne yapayım, huyum böyle?Ben "Cehenneme gider misin?" deseler, önce "Maaş durumu nasıl?" diye soranlardanım. Hemi de ben şu İzmir çukurunda bütün sokakları bilirim. Sokakları severim.Daha bu sokak yazarlığı işine adam alınmaya başlanmadan İzmir Güzellemesi diye yazı yazmış ve de İzmir'in sokaklarına duyduğum şiddetli aşkı anlatmıştım.Yani sokak yazarlığına atanmak için yazılı belge var elimde. Belki, maaşı daha iyi bir iş çıkar da, referans olarak gösteririm diye; sokak yazarlığı lâfı piyasaya çıkmadan önce yazdığım yazıyı gazeteden kesip cüzdanıma yerleştirmiştim. Acayip bir sokak aşkı yazısıydı.* * *"Körfez temizlenmeden, önce Bayraklı'dan başlayarak Güzelyalı'ya kadar bütün kıyıyı bayıltan kokuyu bile parfüm gibi düşünüp İzmir Geceleri adını takmıştım ben.Yaz gelince kapılarının önüne çubuklu pijamayla oturup serinlemeye çalışanları, otobüs duraklarında saatlerce bekleyen insanları, sokak pilavcılarını, midyecileri, her fuar açılışında oluk oluk fuara koşturanları, davul-dümbelek göbek çalkalayarak Hıdırellez'i coşkuyla kutlayan İzmir Romanlarını ve 'Valla bütün yaz Çeşme'deydik bilâder' muhabbeti yapan 'Beyaz İzmirlileri' de seviyorum.Bu şehri sevdiğimi, şiddetli bir aşkla sevdiğimi söylemekten de hiç gocunmuyorum."* * *Bu yazılı belge elimdeyken, bu şehre ve sokaklarına bu kadar şiddetle aşk duyan bir adamın sokak yazarlığını, sokak yazarlığı ilmühaberi vermeye yetkili, Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sayın Eyüp Can Bey bile tasdik edecektir.Zira kendisinin bu kadar şiddetli bir "Aşk"ı anlayacağından adım kadar eminim. Çaktınız değil mi?"En Birinci Sokak Yazarı" olmak, benim en tabii hakkım. Bir "Kaz" (İzmirli) fıkrasıÇok soğuk bir kış günü padişah, tebdili kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına başvezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış. "Selamünaleyküm ey pir-i fani..." "Aleykümselam ey serdar-ı cihan..." Padişah sormuş: "Altılarda ne yaptın?" "Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor..." Padişah gene sormuş: "Geceleri kalkmadın mı?" "Kalktık... Lakin, ellere yaradı..." Padişah gülmüş. "Bir kaz göndersem yolar mısın?" "Hem de ciyaklatmadan..." * * *Adamın yanından ayrıldıktan sonra, padişah başvezire dönmüş: "Ne konuştuğumuzu anladın mı?" "Hayır padişahım..." Padişah sinirlenmiş. "Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım." Korkuya kapılan başvezir, telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hâlâ orada calışıyor. "Ne konuştunuz siz padişahla?" diye sormuş.Adam, başveziri şöyle bir süzmüş. "Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim." Başvezir, yüz altın vermiş. "Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu?" "Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi." Vezir kafasını kaşımış. "Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?" Adam, bu soruya cevap için bir yüz altın daha almış. "Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz, dedim." Vezir bir soru daha sormuş... "Geceleri kalkmadın mı ne demek?" Adam bir yüz altın daha almış."Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim." Vezir gene kafasını sallamış. "Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek?" Adam gülmüş. "Onu da sen bul..."
Milliyet
1,344,061
Yazarlar
Tatilini nasıl geçirdin diye soranlara “Yattı kalktı biber, yatsın kalksın patlıcan modunda" diye yanıt vereceğim lakin kaç kişi anlayacak? Çok eskilerde böyle bir oyun vardı, her birimizin bir adı olurdu, mesela kabak, patlıcan, domates. Oyunun repliği de şuydu: Önce kendi adını söyler ve secde eder gibi yere kapanır, doğrulurken de aynı hareketi yapmasını istediği kişinin adını söylerdi: Yattı kalktı biber, yatsın kalksın patlıcan. Şaşalayan yanardı. Gülmeyin ayol, daha isim-hayvan-şehir oynama yaşına gelmemiştik! Televizyon deseniz, adını dahi bilmiyoruz! Annem telefonda soruyor ne yaptığımı, “Yattı kalktı biber, yatsın kalksın patlıcan oynuyorum kendi kendime" diyorum, gülüyor! Başkalarına tercüme ederek “Karpuz misali" diyorum... ****** Bilgisayar ile yatağım arasında dört karış mesafe var, pat bir taraftayım, pat diğer tarafta; tatil dediğin pijama, terlik, bilgisayar ve yatak! Bu sene böyle! Berce ısrar ediyor, küçük yeğen, teyze bir tartılsana! Aaa, git başımdan, tartılmayacağım ayol, işte o kadar! ****** Aslında bu karpuz misali durumda Maia'nın da parmağı var; kendini insan sanıyor, kırma olduğundan da öyle zeki ki, köpek olduğunu bir tek ben yatınca yanıma geldiğinde hatırlıyor! Bebek avutur, büyütür gibi yani... Bir ayağımda sallamıyorum! Hayır, bu kadar yatıp uykumu da yine onun yüzünden alamıyorum ya; bu yıl tırnaklarını veterinere kestirmiyor, biz de hayvanı dağ tepe gezdiremiyoruz, hani taşı, toprağı eşelerken tırnakları doğal olarak törpülensin, sonuçta o keyfinden gerinirken uyku arasında ben çivili yatakta yatıyor gibi oluyorum! Üstelik, iki buçuk kişilik yatağın buçuk bölümüne sıkışıp kalıyoruz! Bir de, apartmana her giren çıkanı muhtar ciddiyetiyle takip edişi var ki; hani her birine her keresinde “Havvv havvvv hauuuvvvvv" diyerek kendini tanıtmasa pek iyi olacak ama! ******Bizim evin delikanlılar grubu var; oğlum ve arkadaşları: Burak, Orçun, Berkay, 2 x Hakan, bir de Burç'umuz var ama o şimdi Amerika'da... Onların bizde kaldığı gecelerde Maia yatak değiştiriyor bir süre, sonrasında onlar mı kışkışlıyorlar, Maia mı ısrar ediyor, tam emin değilim, anayurduna geri dönüyor! Durumu takip edip, tahlil etmeliyim!.. ****** Konu nereden nereye geldi, karpuz gibi yatmaktan Maia'ya vardım, huyum kurusun, konuşurken de ben bunu hep yaparım! İtiraf edelim ama, neden uykuya doyamadığımın bir anlamda analizi olmadı mı? Beni tanımayan, telefon açmayan, kapımı çalmayanlar için anlamsız gelebilir, lakin birilerinin gülümsediği kesindir... Neyse... Madem böyle denk geldi, Maia'nın marifetleriyle devam edeyim: Bizim evin delikanlı grubu var ya, ister biri, ister beşi gelsin, ne kadar sevseler yetmiyor! Havlayıp da komşuları rahatsız etmesin diye özen gösterdiğimizi bildiğinden, mutfak penceresinin altına girip havlıyor meret! Sesi çın çın çınlıyor! Bir anda evin içi “Maia", “Maia gel kızım!", “Maia sus kızım" nidalarıyla doluyor! Eşek, resmen şikayet ediyor! Bir anlamda da istediğine kavuşuyor: Gel kızım, al kızım, ye kızım... Çocuk yetiştirenler bilir, gün içinde her türlü yaramazlığı yaparlar da, uyuduklarında bir melektirler! Bir de uykudan yeni kalktıklarında... Aynen öyle... Hani, küçük bir çocuk tüm ilgiyi üstüne çekmek ister ya, misafirin statüsü hiç önemli değildir, bu köpecikler de öyle... Hem yaramaz hem masum... Hele rüya görürken öyle bir iç geçiriyor ki bazen; annesini rüyasında görüyor sanıyorum! Okşayarak uyandırmamak ne mümkün! ****** Anne! Ve sevgili dostlar... Yattı kalktı patlıcan, yatsın kalksın domates durumlarım en çok bundan! “Ver" demeyin ama bana lütfen, yirmi beş günlükken oğlumun ısrarı üzerine annesinden aldık, koynumda, boynumda uyutarak annesini aratmadım! N'olur anlayın, oğlum için bir canlıyı sahiplenmiş, dört yıl kol kanat germişken; karpuz gibi yatıp büyürüm de, o canavar-masum karışımına kıyamam! ****** Bir başka B.E.H. (Bizim Evin Halleri) nde görüşmek üzere...Not: Fotoğraf Maia'nın ilk dışarı çıktığı gün çekilmiştir. Şimdi dört yaşında bir abla oldu, pek güzel fotoğraf veriyor ama pikselini ayarlayamadım bir türlü...
Milliyet
1,331,059
Yazarlar
Sanki üç gün oynansa gol olmayacak gibi bir durum vardı. Akhisar Belediye Stadı'nın zemininde iyi futbol oynamak epey beceri istiyor. İki takımın futbolcularının da göze batan hevesli çabaları var. Ancak salt iyi niyetli çabalar yetmiyor. Altay Rize maçının başarılı kadrosunu ve dizilişini koruyor. Burak onsekizde yok sakatlığı varmış. Böyle günlerde skor tabelasını etkileyecek bu ismin yokluğu önemli eksiklik. Siyah beyazlılara bir haftalık neşe yetiyor. İki haftalık olanı bozuyor heralde. Maçın bütününe baktığımızda topa sahip olmada ve atak sayısında Altay açık ara önde görünüyor. Ancak pozisyon üretiminde, ataklarda çoğalmada, yaratıcılık sergilemede epey kısır bir dönem yaşıyorlar. Demirbakan'ın 59. dakikada oyun alanına yaptığı iki hamle Mehmet Şen ile Mehmet Sak'ı oyuna almak yerindeydi. Ancak bu futbolcuların oyuna girdikten sonra takıma verdikleri katkı bayağı sınırlıydı. Akhisarlı futbolcular, futbol alanının bütün bölgelerinde müthiş içten ve özverili oynadılar. Özellikle ikinci yarıda geniş bir alanı Altaylı futbolculara bırakarak geçtiler topun arkasına ama siyah beyazlılara geçecek delikte bırakmadılar. Mandanda yediği golde hatalıydı. Ancak 'Hatalıydı' diyerekte geçiştiremiyoruz çünkü maliyeti yüksek. Akhisar Belediye giderek Bank Asya'ya ısınıyor bu sezon izlediğim üçüncü maçları bence en iyi oynadıkları maçtı. İleri uç genç adamlarından attığı golle kulüp tarihine adına yazdıran Mert ve arkadaşları kazanmak için varolan güçlerini sonuna kadar kullandılar. Futbol alanlarında ender yada hiç karşılaşmadığımız maç öncesi ve bitiminde sergilenen tribün güzelliği özellikle övgüye değerdi. Bu davranışları sergileyen bütün sporseverleri gönülden kutluyorum. Keyif veriyorlar, renk katıyorlar. Ne diyeyim hep varolsunlar.
Milliyet
1,345,009
Yazarlar
Enerjisi hep yüksek olan şehir: Barcelona Bu satırları, Barcelona'da 'Bar Lobo' isimli ufak bir tapas barından yazıyorum. Kaldığım otelin hemen yanında. Her gün bir şekilde uğruyorum.  Gastronomik bir özelliği yok ama farklı bir çekiciliği var. Tıpkı Barcelona'nın olduğu gibi. Tüm garsonların ve açık mutfakta çalışan şeflerin kendine has bir tarzı var. İçten ve samimiler. Aynı zamanda, dünya yansa umurlarında olmayacağı hissini veriyorlar.Bayram vesilesiyle kısa tatilden yararlanıp, Barcelona'ya gelmeye karar vermemde sanırım, Ferran Adria'nın geçen ay içinde yayımlanan biyografisinin rolü oldu. Kitapları yazıldıkları yerlerde okumak, beni  ekstra keyiflendiriyor. Sabırsızlıkla kitabı, bu tatile sakladım. Uçağa biner binmez de, sayfaların içerisine daldım. Ferran Adria, meşhur El Bulli lokantasının şefi. Daha önce hiçbir şefe nasip olmayan ödüller ve onurlara sahip oldu. Tabii her yıldız gibi, belki de en fazla eleştiriyi de Ferran Adria aldı. Times dergisinin 'Dünya'daki En Etkin 100 Kişi' listesine girdi. İspanya'dan bu listeye giren tek kişiydi. 'Restaurant' dergisinde peş peşe dört yıl 'Dünyanın En İyi Lokantası' ödülünü aldı. Öncülük ettiği 'moleküler gastronomi' akımıyla yemek yeme şeklimizi değiştirdi. Bazıları onu 'şarlatan' olmakla suçladı.Kitap çıkmadan önce, başlığını bu sayfada eleştirmiştim. Zira, biyografinin başlığı 'Yemeği tekrar icat eden kişi: Ferran Adria' idi. Evet belki bu sıfatı hak ediyor ama buna okuyucuların karar vermesi daha doğru olurdu gibime geliyor. Oldukça uzun bu kitapta, yazar Colman Andrews, Ferran Adria'ya yakın herkesle konuşmuş. Bir dahinin hayatı hakkında enteresan ipuçları var.İspanyollara çok benziyoruzGelelim Barcelona'ya. Yükselen bir yıldız ve cazibe merkezi. Acayip bir enerjisi var. Özgür hissettiriyor. Şehir, Katalanya Bölgesi'nde. Tarih boyunca, Madrid hükümetiyle tam bir birliktelik yakalayamamışlar. Sanırım bu elektrik ve enerji, yaratıcılığı sürekli körüklemiş. Gaudi'den Miro'ya, Picasso'dan Dali'ye delilik ile dahilik arasındaki çizgiyi şehrin tamamında görmek mümkün. İnsanın sınırlarını ortaya çıkaran bir yapısı var.Neler yaptım?Her turist gibi Picasso müzesinin yolunu tuttum. Şansıma Edgar Degas'nın da eserlerini içeren ve Picasso'yla benzerliklerini sorgulayan bir sergiyi de gördüm. Gaudi'nin tüm Barcelona'ya yayılmış eserlerinin izini sürdüm. Şehrin en güzel yerinde, her yeri kuşbakışı gören konumdaki Miro Müzesi'ni dolaştım. Çok güzel bir opera binaları var. Kıskanmamak mümkün değil. Burada 'Lulu' isimli hoş bir opera izledim. Ve tabii ki kalan zamanlarda şehirdeki tapas barlarını arşınladım. Bazıları güzeldi, bazıları ise daha güzel. Hamsileri ve sunumları harika. Pastırmaları ve sosisleri dünyanın en iyilerinden. Paella isimli pirinçten yaptıkları ve genellikle deniz mahsulleriyle sundukları yerel yemekleri, eğer iyisini bulabilirseniz, unutamayacağınız tatlardan olacak. Sırları taze ve yerel malzemeyle yüzyıllardır yaptıkları yemekleri doğal halleriyle sunmak. Hiç makyaj yapmadan ve bundan gocunmadan. Tüm samimiyetiyle.Şehirdeki en sevdiğim yer, otelime bir dakika mesafedeki 'Boqueria' isimli açık pazar oldu. O kadar renkli ve albenili ki, kayıtsız kalmak mümkün değil. Ve çalışanların büyük çoğunluğu kadınlar. Bakımlı, makyajlı, saçları fönlü birçok kadını, balıkçı, kasap, meyve-sebze tezgahlarının arkasında görmek keyifliydi. Ürünlerin tazeliği, çeşitliliği ve kadın eli değmiş pazar tezgahlarnın albenisi hayli yüksekti.Sanki çok benziyoruz İspanyollara. Hayatı algılayış şeklimiz, aynı enlemlerde ve iklimlerde yaşamamız, Akdenizli kanımız, hatta tenimizin rengi bile aynı. Çoğu konuda iyi yol aldılar son 15-20 senedir. Gastronomi de bunlardan biri. Öğreneceğimiz ve izlerinden gideceğimiz şeyler varmış gibi geliyor...
Milliyet
1,321,048
Yazarlar
CHP, 12 Eylül'den sonra yolları ayrılan Bülent Ecevit için ölümünün dördüncü yıldönümü olan 5 Kasım günü büyük bir anma töreni düzenleyecek.CHP, Bülent Ecevit'i "3. Genel Başkan" olarak anacak. CHP Genel Merkezi'nde düzenlenecek panelde Ecevit'ten anılar aktarılacak; liderliği, siyasi kişiliği anlatılacak.Rahşan Ecevit de katılacakCHP'nin anma törenine Rahşan Ecevit de katılacak. Bülent Ecevit'i anmak için etkinlik düzenleyen CHP, panele Rahşan Ecevit'i de davet etti. Rahşan Hanım da daveti kabul etti. 5 Kasım Cuma günü, yıllar sonra Rahşan Ecevit, CHP Genel Merkezi'nde olacak.Rahşan Hanım, CHP Genel Başkanlığı'na Kemal Kılıçdaroğlu'nun seçilmesinden sonra CHP ile barışmış ve Kılıçdaroğlu'nu desteklediğini açıklamıştı.Tüzük tartışmalarıYargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın uyardığı CHP'de, yeni tüzüğün yürürlüğe girmesiyle ilgili tartışmalar, dün yapılan Merkez Yürütme Kurulu (MYK) toplantısının ana konusuydu.Yeni tüzük, CHP'nin yönetim biçimini değiştiriyor. Güçlü genel sekreterlikten vazgeçilmesi öngörülüyor. Yeni yapıda görev alacak 13 genel başkan yardımcısıyla, bir çeşit "gölge kabine" öngörülüyor.Genel Sekreter Önder Sav'ın, bu yönetim biçimine karşı olduğu için tüzüğün yürürlüğe girmesini Kılıçdaroğlu'nun seçildiği kurultayda ertelettiği, ancak Yargıtay Başsavcılığı'nın uyarısı nedeniyle yeni bir formül aradığı yönünde haberler kulislere yansımıştı.Keza yeni tüzükle birlikte Sav'ın örgütten sorumlu genel başkan yardımcısı olacağı, ancak buna sıcak bakmadığı yönünde de kulis haberleri vardı.Sav'ın, bu tür haberleri spekülasyon olarak nitelediği ve bu tür haberlerle ilgilenmediğini söylediği, gelen haberler arasında.Kılıçdaroğlu yeni tüzükten yanaCHP'nin dünkü MYK toplantısında Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu'nun yeni tüzüğün yürürlüğe sokulmasından yana tutum aldığı haberleri geldi. Kılıçdaroğlu'nun, "13+1 formülünü uygulayacağı" belirtiliyor. Buna göre CHP lideri, 14 kişilik yeni bir MYK seçecek. Üyelerden biri genel sekreter, 13'ü ise genel başkan yardımcısı olarak görev yapacak.Okay: "Güçsüzlük yok"Genel Sekreter Önder Sav'ın bu görevde mi kalacağı, yoksa 13 genel başkan yardımcısından biri mi olacağı merak konusu. Sav, genel sekreter olarak örgüte hâkim isim.Sav'ın genel sekreter olarak kalması halinde yetkileri ve etkinliğinin azalacağı yönünde tartışmalar da var.CHP Genel Başkan Yardımcısı Hakkı Suha Okay ise bu yorumlara katılmıyor. Okay, bu yöndeki sorumu yanıtlarken şu bilgileri verdi:"Yeni tüzükte de genel sekreterlik güçsüz hale gelmiyor. Örgüt sözcüğü geçmese de genel sekreter örgütten sorumlu kuşkusuz. Ayrıca bütçenin kullanılması konusunda da genel sekreterin yetkileri devam ediyor. Bu itibarla yeni yönetim biçiminde genel sekreterliğin güçsüzleşeceği yorumları doğru değil."PM karar verecekOkay, en yetkili organ olarak kesin kararları, Parti Meclisi'nin (PM) vereceğini de anımsatarak şöyle devam etti:"Parti Meclisi konuyu görüşecek ve karara bağlayacak. Parti Meclisi her türlü kararı verebilir. Her türlü seçeneği değerlendirir. Tüzük kurultayına da karar verebilir, aynen uygulamaya da karar verebilir, tüzük değişikliğine gidilmesi yönünde de karar verebilir."
Milliyet
1,332,822
Yazarlar
'in son bir kaç yıldır katıldığı seçimleri inceleyen (A&G) çoğumuzun bilmediği bir gerçeği anlattı. CHP ile 'nin son yıllarda aynı kaynaktan beslendiğini söyledi. "Dikkat edin, ne zaman CHP'nin oyları yükselirse, MHP'ninkiler iner. Bu iki parti arasında bir oy alış verişi vardır" dedi. 29 Mart yerel seçimlerinde CHP ve MHP'nin yüksek oranda oy aldığı bölgeler (Ege - - kıyı şeridi vs.) bu tezi doğrulamaktadır. Her şey aklıma gelirdi de, MHP ile CHP'nin aynı kaynaktan su içtikleri aklıma gelmezdi. Gür'e göre, artık MHP de, eski MHP değil. Yüzde 65'i yeni kuşaklar, yüzde 35'i eski ülkücüler. "MHP de, CHP gibi, Cumhuriyetin değerlerine çok dikkatli, milliyetçi ve laik. MHP'nin AKP ile alış verişi var, ancak CHP ile AKP arasında yok." diyor. İşte CHP'nin güçlüğü de buradan kaynaklanıyor. sürekli şekilde, sosyal demokratlıktan uzaklaştırdığı ve partiyi muhafazakar-milliyetçi bir çizgiye kaydırdığı için eleştirildi. Demek ki bir hesabı varmış. Nitekim şimdi de aynı sorun ortada. Türban-Kürt-AB politikaları değişecek CHP'nin önünde son derece önemli bir süreç var. Üç konuda partinin yaklaşımı değiştirilmeye hazırlanılıyor. Biri, türban konusu. Bugünkü yaklaşımla devam edilmesi imkansız. Daha esnek bir yaklaşımla ortaya çıkılacak. Üniversitelerde türbanın serbest bırakılması kabul ediliyor, ancak kamusal alanlar ve diğer eğitim dallarında kısıtlanması isteniyor. Kamuoyunun büyük bölümünü karşısına almak yerine, anlayışlı bir yaklaşım hazırlanıyor. Diğeri, . CHP'nin 'daki oy potansiyelini kullanması için, mutlaka Kürt yaklaşımını değiştirmesi, bu alanda ki tüm inisiyatifi AKP'ye bırakmaması gerekiyor. Parti'nin, sadece oy potansiyelini değerlendirme açısından değil, 'nin önünü açmak ve terörünü yaşanabilir noktalara çekme sürecine de mutlaka katılması gerekiyor. AKP, Türkiye'yi rahatlatmaya çalışan parti imajını verirken, CHP engeller çıkaran bir konumda olmamalı.  Üçüncü konu da; .  AKP'nin kapıp götürdüğü AB projesine CHP'nin de sahip çıkması planlanıyor. AB konusu, bundan böyle sadece bir zenginleşme projesi değil, ülkenin laik sisteminin de bir güvencesi olacak. Eskiden, asker laikliğin sigortasıydı. Artık bu kalmadı. Demesi kolay da, yapması çok zor... Adil Gür gibi, partinin politika oluşturucularını kara kara düşündüren de, zaten bu değişikliklerin nasıl söyleme dönüştürüleceği. Bu üç konuda esnekleşilecek, ancak aynı zamanda da partinin geleneksel oyları kaybedilmeyecek. Milliyetçi oyların MHP'ye kaçması nasıl engellenecek? Laik oylar, türban konusundaki tutum değişiminden nasıl etkilenecek? Avrupa Birliği'ne tepki duyan ulusalcılar nasıl yatıştırılacak? Adil Gür, son derece önemli bir noktaya dikkat çekiyor. CHP'nin bundan böyle ideolojiler üzerinden değil, aş - iş - başta olmak üzere, cebe hitap eden politikalarla siyasi mücadeleyi başka bir sahaya çekmesi gerektiğini söylüyor. Çok doğru bir saptama. CHP'nin asıl oy potansiyeli, insanlara "Bu parti benim durumumu düzeltebilir" hissini verebilmekten geçiyor. Bunu çok iyi yaptı. Ancak, iktidarının 8'inci yılında ve kamuoyu artık yoruldu. Yeter ki, CHP farklı bir söz ve farklı sloganlarla ortaya çıksın.   Chatham House'un ödülüyle övünmeliyiz... Cumhurbaşkanı'nın aldığı ödül çok önemlidir. Chatham House, batı dünyasının en prestijli düşünce kurumlarından biridir. Konferanslarıyla ünlüdür. Bazılarına bende katıldığım için, nasıl bir yapıda gerçekleştirildiğini biliyorum. Uluslar arası konularda son derece etkili çalışmaları vardır. 'e bu ödülün verilme nedenlerinden biri de, sorununa yaklaşımı ve çözüm için gösterdiği çabalardır. Ne yazık ki, sonunu getiremedik. Her ne kadar çözümsüzlüğü 'a yüklemeye çalıştıksa da, gerçekte sorumlu bizleriz. 'ın tepkisine boyun eğdik. Daha doğrusu, Azeri kardeşlerimize yeterince bilgi veremedik veya verdikte, onlar son anda bizi yarı yolda bıraktılar. Sonuçta, bizim beceriksizliğimizden dolayı yarı yolda bekliyor. Ne olursa olsun, Gül tüm yaklaşımı ve duruşuyla bu ödülü hak etmiş bir devlet adamı oldu. Bundan dolayı; bizlerin de, ödülle övünmemiz gerekir
Milliyet
1,325,016
Yazarlar
Şarap konusunda sıfır değilim.. Biraz okumuşluğumuz, içmişliğimiz, test etmişliğimiz vardır..Ama insan gözüyle görünce başka oluyor..Akşam yemeğime eşlik eden bir kadeh şarabın bu kadar emek istediğini.. Bu kadar meşakkatli olduğunu tahmin edemezdim..Yağmur yağsın, güneş açsın, salkımlar üzüm versin, fabrikaya götür suyunu çıkart, çıkan şırayı tanklarda dinlendir, şişele, olsun sana şarap!..Iıhh.. Şarapçılık bu kadar kolay, bu kadar basit değilmiş..Üzüm her aşamada ilgi istiyor, şefkat istiyor, sevgi istiyor..Biri eksik kalırsa şarap olmuyor..Olsa olsa alkollü üzüm suyu oluyor!..*Elazığ'da Kayra'nın meşhur Şükrü Baran bağlarındayım.. 1080 metredeyiz.. Karşımızda Keban baraj gölü, gölün öte yakasında Munzur dağları..Şükrü Baran bağının meşhurluğu şuradan geliyor.. Yıllar sonra doğduğu topraklara dönüp bağcılığa başlamış, yolu Kayra şaraplarından önolog O' Donnell ile kesişince ortaya bambaşka bir Öküzgözü üzümü çıkmış..İşte o Öküzgözü'nün bağbozumu için Mey CEO'su Galip Yorgancıoğlu'yla birlikte sabahın köründe düştük yollara.. (İlk sözü bugün siyasetten kop oldu.) İyi de etmişim..Şarabın langur lungur içilen bir içki olmadığını artık herkese daha iyi anlatacağım..*Vaktiniz varsa size de anlatayım..Öğrendiğim ilk kural şu..Üzerinde çalıştığın bağı anlaman lazım, onunla konuşman lazım.. Sonra yamaçta olanı farklı, ovadaki farklı.. Güneş göreni farklı, rüzgâr alanı farklı.. Hepsine göre ayrı muamele şart..Hepsini aynı kıvamda yetiştirdin diyelim; hadi yallah diye işçiyi salıp önüne geleni toplayamazsın.. Gıda mühendisleri tek tek bakıyor, olur verdikleri toplanıyor.. Fabrikada ayrı bir süreç, ayrı bir emek.. Winemaker'lar hep başında.. Şeker oranı düşüp alkol oranı yükselene kadar soğuk tanklarda masarasyon denilen işlem yapılıyor.. Şeker oranı litrede iki grama kadar indiriliyor..*(Not: Şekeri düşen alkolü yükseltilen üzüm suyu, şarap olup sıcak midelere inince ne oluyor?Yeniden şeker.. Yani kilo!)*İşlem bitince umut vaat edenleri kaliteli şarap adayı olarak fıçılara alıyorlar.. Tanklarda kalan sofra şarabı oluyor.. Tanklara geçen şarap paçayı yırtmıyor.. Winemaker'lar hep başında..  *Çocuk gibi demem   bundan.. Sabah akşam kontrol ediyorlar; çocuğun altını temizler, ateşini ölçer gibi.. Veya şöyle diyeyim..Bebeği yürütmeye çalışır gibi..*Bu işlem şişeye girinceye kadar aylarca sürüyor.. Şarap anneleriGenç genç insanlar.. Fıçıdan şarabı enjektöre benzeyen bir aletle alıyorlar.. Kadehe koyuyorlar, uzun uzun kokluyorlar, bir yudum alıp dakikalarca ağızlarında gezdiriyorlar, sonra kovaya tükürüyorlar..Dikkat ettim.. İçmiyorlar!..Bu işi sabah akşam yapıyorlar..Onlara Winemaker deniliyor..  Şarap yapıcısı.. Satın aldığınız şarabın kalitesinden onlar sorumlu.. Onlar tamamdır demedikçe şarap şişeye girmiyor..*Genç genç insanlar dedim.. 25-30 yaşlarındaydılar.. Gıda mühendisi olmuşlar, şarap işini seçmişler.. Hele içlerinden biri vardı ki; bize hazırladığı şarapların sunumunu yaparken sanki görücüye çıkmış gibiydi..  Ya beğenmezsek.. Burun kıvırırsak..*Onlara şarap yapımcıları değil de şarap doktorları mı desek..Yok yok emek verip büyüttüklerine göre şarap anneleri diyelim..   Şarap tadımına suyla başladıkİki saat içinde 15'e yakın şarap çeşidini test ettim.. Uzmanlar anlattı, ben farkı anlamaya çalıştım..Tercihim hep Öküzgözü olmuştur.. Veya Öküzgözü- Boğazkere.. (Belki de Selahattin Duman'ın dediği gibi ismini aklımızda kolay tutuğumuz içindir; getir oğlum bir Öküzgözü demek daha kolay olduğu içindir..)Neyse..Önce şekerli, sekersiz su içerek işe başladık.. Ardından 2004'le 2009 arasını test ettik.. Nüanslarını kavramaya çalıştım.. Farklı karışımları da tattık.. Vakıf olmaya çalıştım..Bir meyvenin dalından koparıldıktan sonra da yaşadığını.. Evet evet yıllarca yaşadığını hissettim.. *Yok yok final beklenildiği gibi olmadı.. Bu meşakkatli test aşamasından sonra yemeğe geçtiğimizde bana bir duble rakı demedim..Şaraba saygıda kusur etmedim.. Elazığ'ın ünlü yemekleriAdı Burhan Özdemir.. Emekli öğretmenmiş.. Emekli olduktan sonra Elazığ'ın tanıtımını kendine görev edinmiş..En iyi tanıtım da yemekle olur diye kolları sıvamış.. Ailesindeki kadınları memur etmiş..  Yemekler evde yapılacak, misafire yapıldığı gibi, lokanta usulü değil.. İlkesi bu..Öğlen bize muhteşem bir sunum yaptı.. Önce dövme çorba içtik.. Kabuklu buğday dövülerek yapılıyor, içinde her şey vardı.. Reyhan bile.. Üzerine bir miktar biber salçası konulmuş fırında közlenmiş patlıcan harikaydı..Sonra Elazığ'ın meşhur dilim dolmasını yedik.. Patlıcan, kâğıt kalınlığında beş santim uzunluğunda kesiliyor içine dolma eti konuluyor..Zahmete bakın..Peşine, küçük içli köftelerin yanında tavuk öteleme geldi.. Minik minik kesilen yufkaların içine kavukla ceviz öteleniyor, üzerine nar taneleri dökülüyor..Tatlı mı? O resmen bombaydı!..*Ben İstanbul'da hiç Elazığ lokantası görmedim.. Gideni de duymadım.. Bu kadar güzel yemekleri olan bir mutfağın yolu neden İstanbul'dan geçmez..
Milliyet
1,335,310
Yazarlar
, Pazar| Ege / Yazar Yazısı Bülent Buda GörüşYarım porsiyon futbol!14 Kasım 2010 'Pilav üstü az kuru' bile daha doyurucu! İzlediğimize, 'Süper Lig oyunu' demek olanaksız. Bu denli renksiz, kokusuz, coşkusuz futbol, Bank 'da bile oynanmıyor. 'nın zemini inim inim inliyor. Bitkisel yaşama girmiş, hala üzerinde futbol oynatılıyor. İnsaf! Bucasporlu futbolcular, elbette koşuyorlar; şu netameli, kısır dönemi aşmak istiyorlar; bir diyeceğimiz yok. Ancak kazanma isteğini yaşama sokacak yaratıcı futbolun çok uzağındalar. , ahım-şahım oynamıyor. Aşılamayacak bir takım değil. Ama 'da, bunu aşmanın yolunu-yordamını bulmada, biçimlendirmede sorun var. Devamlılığı olmayan, baskı gibi gözlenen yüklenmeler var. Ancak o kadar cılız ve etkisiz ki... Sercan'ın ceza alanında kendini yere bırakma hastalığı her maç nüksediyor. Oysa girmişsin ceza alanına devam etsene! Erkan, rakiple girdiği her kapışmada, yenik düşünce, hakeme dönüyor. Oyununu oynamayı denese daha verimli olmaz mı? Alberto, Ankaragücü savunmasını en çok zorlayan adam... Aybaba tarafından dışarı alınıyor; garip! Ona gelinceye kadar tonla adam var dışarıya alınacak. Buca bu kadro yapısıyla esaslı bir evrim yaşamazsa, bu ligi taşıyamaz, gider. 90 dakika karşınızda yarım pozisyonla oynayan bir takımı da yenemezseniz kimi yeneceksiniz?
Milliyet
1,342,798
Yazarlar
ÖZELLİKLE sanayici dostlarla sohbetlerimizde reel ekonomi sanal ekonomi tartışmaları sık sık gündeme gelir. Sanal, ekonominin finansal piyasalar ayağını işaret eder. Reelden kasıt geleneksel sanayi üretimidir. Genelde de reel ekonomi temsilcileri sanal tarafa şüpheyle bakar. Hatta bazı sanayici dostlar finansal piyasaları sorunun kendisi olarak bile görür. Finansal araçlar olmasa piyasada o kadar talep olmayacağını, dolayısıyla o kadar üretim yapamayacaklarını kabul etse bile sanallığı pek içine sindiremez. Tabii bugünün iş dünyasında reel sanal iç içe girmiş durumda. Ayrım o kadar net değil. En reel şirketler bile bir şekilde finansal piyasalarda faal. Öyle olmak durumundalar. Artık şirketlerin finansman ihtiyacını karşılamaktan, geleceğe dönük risklerini azaltmaya kadar pek çok finansal araç var. Bunların takibi ve yerinde kullanımı önem arz ediyor. Finansal fırsatlar bazen şirketin esas faaliyet karının kat be kat üzerinde getiri sağlayabiliyor. Ya da tam tersi, riskler çok büyük zararlara yol açabiliyor. Yalnız şunu söylemek gerek, son zamanlarda reel ekonomileri tehdit etmeye başlayan sanal bir gölge var. Ama bu sanal gölge finansal piyasa kaynaklı değil, dijital ekonomi kaynaklı. İddia şu: İnternet teknolojileri sayesinde gelişen dijital ekonomi somut ekonomik hareketliliği azaltıyor ve reel ekonomiyi tehdit ediyor. Buna "toplu göç durgunluğu" diyor kimileri. Toplu göç internete. Durgunluksa her şeyin sanallaşmasından kaynaklanıyor, kaynaklanacak. Her şey internet üzerinden işleyince, alışveriş, eğlence, kültürel faaliyet, sosyalleşme vs dijital ortamda hallediliyor. Bu da reel tüketimi azaltıcı etki yapıp ekonomik aktiviteyi azaltıyor. Bu eğilimin ekonomik durgunluğa etkisi, katkısı olabilir deniyor. Bunun da en tipik örneği kitaplar. Bu yıl Amazon'un sattığı e -kitap ve kâğıt kitap sayısı eşitlendi. Tabii kitap elektronik ortamda satın alınınca kâğıt tüketimi olmuyor. Matbaaya gerek kalmıyor. Kitapçılar boşa çıkıyor. Bir yığın dükkân boşalıyor. Eninde sonunda gazetelerin de elektronik ortama kayacağını düşünürsek benzer bir süreç orada da geçerli. Gazete basanlara da, dağıtanlara da ihtiyaç kalmayacak. İnternete göç arttıkça benzer süreçler yaşamın pek çok başka alanında da yaşanabilir. İnsanlar evlerinde bilgisayar karşısında daha çok vakit geçirdikçe, daha az dışarı çıktıkça bu davranış biçiminin sosyal ve ekonomik etkileri olacaktır. Sanal dünya bir anlamda reeli yeniden şekillendirecek. Bizim pek felsefi başörtüsü tartışmaları arasında pek ilgi çekmese de dışarıda "Ne olacak bu dijital dünyanın hali?" diye kafa patlatanlar, yazanlar, çizenler, ileriyi öngörmeye çalışanlar var işte. Bizim için erken falan demesin hiç kimse. Bu ülkede internet abone sayısı 8 milyonu geçti. Kullanıcı sayısı her ay 90 bin kişi artıyor. 9 -16 yaş grubu çocukların yüzde 47'si sosyal paylaşım sitesi kullanıyor. Nüfusu genç Türkiye'nin 2010 sonundaki görüntüsü bu. 2015'te resim çok daha şaşırtıcı olacak. Türkiye dünya sıralamalarına bile girecek. Bugün küresel sosyal ağ devi Facebook'un 500 milyon kullanıcısı var. Ülke olsa dünyanın üçüncü büyük ülkesi olacaktı. Twittter kullanıcı sayısı 100 milyonu aştı. İnternette kayıtlı blog sayısı 150 milyonu buldu. Youtube'un her gün iki milyar ziyaretçisi var. 2001 yılında ilk Ipod çıktığında iki buçuk yılda 3 milyon sattı, Kindle'ın 3 milyon satması 2 yıl aldı. 3 milyon Ipad 80 günde satıldı.3 milyon Iphone ise üç haftada satıldı. Teknoloji yaşadığımız iklimi, alışkanlılarımızı, ekonomik eğilimleri baş döndürücü bir hızla değiştiriyor. Bu yeni ortama eninde sonunda ayak uydurmak durumunda kalacağa benzeriz. Yeni ürünler, yeni fırsatlar, yeni teknikler, yeni isimler... Hazır olan yol alır. Yeni ekonomiden çok yeni bir başarı haberi size: Hem de İzmir'den! PROMER BİLGİSAYAR İMALAT VE YAZILIM HİZMETLERİ SANAYİ VE TİCARET LİMİTED ŞİRKETİ, Deloitte Türkiye'nin 2009 yılı "Türkiye'nin en hızlı büyüyen 50 teknoloji şirketi" sıralamasında birinci  oldu. Son beş yılda yüzde 5000'e yakın büyüdüğü için. Bilginize.
Milliyet
1,318,816
Yazarlar
KAFASI kızan, tepesi atan İzmir'e bir lakap takıyor ya;Gâvur da olduk...Faşist de dediler...Sular altında kalmış çaresiz bir İzmirli, üç kilometrelik yolu iki saatte geçebilen bir yurttaş, arabası göle dönmüş bulvarın ortasında kalan bir insan, caddenin karşısına geçebilmek için takım elbisesinin paçalarını dizlerine kadar sıyırmak zorunda kalıp da yine sırımsıklam sıçana dönmekten kurtulamayan bu kentin insanı olarak benim de kafamın tası attı!...Tepesi atan biri olarak kendim de dahil hepinize "KAZ" lakabını takıyorum.Neden mi?Yeryüzünde kendi kendini idare edemeyen tek canlı mahluk "KAZ"dır.Yaşamını sürdürebilmesi için mutlaka bir "güden" olması gerekir.İster kabul edin, ister etmeyin; bugünden itibaren tüm İzmirlileri "KAZ", bizleri güden kişiyi de Aziz Bey olarak ilan ediyorum.Çünkü bu İzmir'de her yağışta yaşamak, ayakta kalabilmek için, ya KAZ ya da ÖRDEK olmak lazım.İnsanın yaşayabilmesi çok zor...*  *  *"KAZ"ların bir özelliği vardır.Kendilerini "güden" ne isterse, elindeki sopayla neye yönlendirirse, onu yaparlar.KAZ olarak bizi "güden" Aziz Bey istedi diye, 2009'da paytak paytak sandığa gidip, kendisine yüzde 58 oy vererek kendisini bizi tekrar yönetsin diye "Büyük Güdücü" yaptık.Karşılığını istedikçe, sadece su ve yem verdi, o kadar.Kanat çırptıkça, "metro" dedikçe, indirdi kafamıza sopayı...Aliağa-Menderes Projesi diye çırpındıkça, "Bekleyin kardeşim; aceleniz ne? Böyle büyük işlerde gecikme olur" dedi...Her yağmurda; "Ne olacak, Aziz Amca hep böyle yüzecek miyiz bu şehirde?" dedik."Ey KAZ'lar... Ben mi istiyorum böyle yağmuru. Allahın işi bu. Karışılır mı? Kaderiniz böyle, ne yapalım?" diye yine bastı sopayı...KAZ da olsak, sopa yemenin de bir sınırı var.Sustuk..."Madem kaderimizmiş bu Aziz Bey, çekeceğiz" demekten başka çaremiz kalmadı.Hepimiz KAZ'ız ya...Bedenimiz gibi tabii ki kafamız da "KAZ" olacak.Yani "KAZ KAFALILAR"ız...O nedenle;Güt bakalım Aziz Bey bizi güt...2014'e kadar "sopa" senin elinde, biz KAZ KAFALILAR da emrindeyiz...Ya sonrası?...Allah kerim... Allah kerim...
Milliyet
1,336,676
Yazarlar
Yenileşim Yönetimi temasıyla bu yıl 19'uncusu düzenlenen Kalite Kongresi'nin özel konuğu Cisco Systems Küresel Operasyonlar Strateji ve Planlama Başkan Yardımcısı Inder Sidhu'ydu. Son dönemdeki başarılı çıkışıyla dikkat çeken Cisco'nun öyküsünü anlattığı "Doing Both" kitabıyla dikkat çeken Sidhu'nun konuşması, kriz sonrası iş dünyası için önemli ipuçlarıyla doluydu.Sidhu'ya göre şirketlerin yaptığı en büyük hata, tutarlı bir politika izlemek yerine, devamlı farklı çözümlerden medet ummak. Aşırı uçlar arasında savrulan yönetim biçimleriyle, büyümek ve sağlıklı gelişmek mümkün olmuyor. Sidhu'nun yöneticilere verdiği formül gayet basit; Başarılı olmak için "Ya bu, ya şu" demeden, tek bir yaklaşıma mahkum kalmadan çalışmak gerek. Gerçek yaşam zıtlıkların, birlikte olduğu durumlarla dolu. İş dünyası da farklı çözümleri aynı potada eritmeyi başarmalı. "İş yaşamında bizlere her zaman önceliklerinizi belirleyin, bir konuya odaklann, bir çözümü seçin türü tavsiyelerde bulunulur, ancak gerçek hayatta kurallar başkadır" diyen Sidhu'ya göre bir yönetici bir futbolcu gibi hem savunmada bulunmalı hem de atak yapmalı. Ölçülü olmayı da, risk almayı da bilmeli. Bir liderin mutlaka yapması gereken tek şey güvenli bir ortam tam yaratmak. İşler iyi gitmediği zaman bile birbirini suçlamayan, tam aksine destek olan ekipler olmadan farklılılar bir arada barınamıyor.Yatırımcılar için Cisco'dan gelişim modeliİnder Sidhu'ya göre, birbirine benzemeyen özellikleri birlikte yaşatmayı başaran şirketler, daha verimli bir biçimde büyüyorlar. Bu yüzden yöneticiler geniş bir profilde iş yapmayı öğrenmeliler. Bir şirketin yenilikçi olması, kuralları yıkması ve her kafadan bir ses çıkması anlamına gelmiyor. Tam aksine, disiplin olmadan mevcut işin zemini sağlam olmuyor. Öte yandan, risk almak isteyen, şirkete yaratıcı fikirleriyle yeni iş alanları açabilecek çalışanların da önünü kesmeyecek bir yapı gerekli. Bunun çözümü, şirket içinde farklı gruplar kurmaktan geçiyor. Büyümek isteyen bir şirket, çok risk almak istemiyorsa, sürecin bir kısmını dışarıdan çalışacağı kurumlara devredebilir. Hatta, cesur bir biçimde büyümeyi başarmış şirketleri bünyesine katabilir.İDO, kalite büyük ödülünü nasıl kazandı?İşletmeler Dalında Ulusal Kalite Ödülü'nü alan İDO, özelleştirme sürecine girmiş bir işletme. 2004 yılında İDO yönetimini devralan Dr. Ahmet Paksoy, Gemi İnşa ve Makine mühendisi olduğu için, sektörü çok yakından tanıyordu. Dolaysıyla kurumun sorunlarını ve fırsatlarını analiz etmekte zorlanmadı. Toplam kalite yönetimi çalışmaları çerçevesinde İDO'yu tepeden tırnağa yenilemeyi başardı. Bu dönem süresinde, İDO bünyesine katılan Şehir Hatları'nın, dönüşümü için de büyük emek verdi. Son 5 yılda, iskeleler, gemiler yenilendi. Yeni hatlar açıldı. Çalışanlara eğitim ve kariyer planlama programları imkanı sunuldu. Başarıyı gözlemleyen, dünyanın en büyük denizcilik organizasyonu Interferry, 2008-2009 dönemi için Ahmet Paksoy'u başkan seçti. Geçen ay Şehir Hatları bir kamu işletmesi olarak kendi ayakları üzerinde durmaya başladı. İDO da, özelleştirme süreci için düğmeye bastı. İDO'nun öyküsünde emek, takım çalışması ve kaliteye olan inanç vardı, ulusal ödül de bu azmin sonucu olarak geldi.Cemil İpekçi Mardin'e güzellik katıyorİstanbullu bir tasarımcının neden Mardin'e gönül verdiğini anlamak için, Mardin'deki atölyesini görmek gerekiyor. Mardin'in etkileyici taş evleri, daracık sokaklarından geçip, "Cemil İpekçi Atölyesi" yazan binaya girmek ve orada çalışan Mardinli genç kızlarla karşılaşmak insanın içine neşe veriyor. Geleneksel desenlerle süslü aksesuarlar ve giysilerin hazırlandığı atölyede, Güney Doğu Anadolu'nun derin tasarım mirasından ilham alınıyor. Gelenek, modernleşerek devam ediyor.10 yılda reklamlarda neler değişti?Millward Brown araştırma şirketi son 10 yılda test ettiği yaklaşık bin reklamdan yola çıkarak, trendleri saptamaya çalışmış. Ortaya çıkan tabloya göre reklamlarda; -Mizah kullanımı azalıyor -Daha az duygusal mesaj veriliyor - Müzik kullanımı artıyor - Ürün fayda ve özellikleri daha fazla öne çıkıyor - Ünlü kullanımı artıyor
Milliyet
1,339,819
Yazarlar
Bu sabah erken bir saatte kalkmış dostlarla sahilde yürüyüş yapıyor, oradan buradan sohbet ediyorduk. Kumların üzerinde rengarenk taşlar vardı ve dalgalar bu taşların pırıl pırıl parlamasını sağlayan bir cila gibi sahili sürekli dövüyordu.Hemen hepimiz o taşların muazzam değerli görüntüsüne kaç defa aldanıp o taşları küçük bir poşetin içine doldurma telaşı yaşamışızdır.Ancak yine biliriz ki sahildeyken büyük hevesle toplayıp evimize getirdiğimiz o gösterişli taşlar evimizde bize asla o duyguları vermez, ışığını kaybetmiş, sönmüş kelimenin tam anlamıyla bir taşa dönüşmüş olur.Cumartesi akşamı Gaziantep'teki Fenerbahçe'yi, ertesi gün Ankara'daki Beşiktaş'ı izlerken (Galatasaray'ın maçını takip etmedim, ancak asla bunun dışında kalamadığını gördük) hissettiğim duygu da böyleydi.Birçok kişi sezon başında Fenerbahçe'nin, Galatasaray'ın ve sonra Beşiktaş'ın puan kayıplarını çok normal karşıladı. Her şey kontrol altındaydı. Nasıl olsa bir süre sonra suyun tortusu dibe çökecek üç büyük takımımız aslen hakkı bulunan pozisyona yani ilk üçe yerleşecekti.Ancak bu sezon başka bir şey oldu. Üçü de birbirinden destek alarak zirveden koptular. Hepsi başarısız olduğu için de ortada bir sorun yok gözüküyor. Bizim bildiğimiz, tanıdığımız normal bir sezonda bu kadar üst üste başarısızlığın olduğu yerde yönetimler ayakta kalamazdı. Burada ya bizim henüz vakıf olamadığımız bir şeyler oluyor ya da eğer aklımızın gerektiği şekilde kullanacaksak o zaman takkenin düştüğünü fark etmemiz yönünde ciddi bir durumun olduğudur.Galatasaray gibi köklü ve belli ilkeleri olan bir kulübün neredeyse 30 sene geri gittiğine şahidiz şu sıralar. Fenerbahçe futbola yaptığı yatırımın %10'nu geri alamadı. Beşiktaş kelimenin tam anlamıyla bu iki kulübümüzün adımları üzerine basıyor ve sonuç garanti edilmiş test edilmiş bir başarısızlıktır.Rijkaard'ın elini zayıflatıp gönderenlerin bugün koltuğu sallanıyor. Aynı şey Pazar gününe kadar Schuster'e de yapılıyordu. Aykut Kocaman'ın takımın başında kalması ise tamamen pamuk ipliklerine bağlıdır.Bir çiçekle bahar gelmiyor. Bir sezondaki başarı veya başarısızlık da bir sonraki için referans olmuyor.Sahilde gözümüzü alamadığımız taşların evimizdeki solgun hali benzeri takımlarımızı kurtarması için satın alıp takımın içine yıldız diye monte ettiğimiz futbolcuların bize büyük hayal kırıklıkları yaşattığını görüyoruz.Sonra kendi kendimize soruyoruz. Nerede hata yapıyoruz? Hatta bu soruyu direkt olarak ortaya atıyoruz.Kalıcı ve sürdürülebilir başarılar için ciddi bir yönetim anlayışının oturtulması şarttır. Bunun yolu da futbolu bilen, belli bir programı olan kişilerin takımların başına getirilmesidir. Zaten o kişiler görevlerinin başındaysa o zaman onların arkalarında durabilmektir.Bugün üç büyük kulübümüzün içinde bulunduğu sıkıntıların şu anki teknik adamların sorunu olmadığını, gelecekten kendilerine miras kaldığını bilmek, anlamak ve kabullenmek gerekiyor.Futbolcu ve taraftar merkezli planlamaların popülist ve kalıcı olmayan şeylere dönüşüyor olduğu bütün dünyada test edilmiştir. “Taraftar merkezi" ile ilgili detayları bir sonraki yazılarımıza erteleyelim.Hazır bayramı kutladığımız günde daha fazla detaya girmeden olan her ne kadar üzüntü veriyorsa da gelecek adına yeni adımlar atmak için birer fırsat olduğunu söyleyerek kısa keselim.İyi bayramlar...http://twitter.com/uzaygokermanuzaygokerman@gmail.com
Milliyet
1,331,063
Yazarlar
Goncalar Mahallesi sakinleri Karşıyaka Belediye Başkanı Cevat Durak'a, "Başkanım, lütfen sokağımıza gelin ve görün, mağduriyetimizi giderin!" diye sesleniyor. Karşıyaka Goncalar Mahallesi sakinleri dertli mi dertli. Neden mi? Hastane inşaatı nedeniyle binalarının önünde belediyeye terk ettikleri alana yığılan toprak ve molozlar yüzünden... 1825 Sokak No:16 Alibey Apartmanı sakinleri yaşanan sıkıntıları şöyle dile getirdiler: "Bu inşaatı yürüten firma, kendilerinin olmayan ve belediyenin sahibi olduğu (aslında bizim apartmanımız tarafından belediyeye hibe edilen) araziye küçük bir dağ oluşturacak kadar toprak ve moloz yığdı. Aylardır belediyemizin ilgili birimleri ile başkanımıza yapmış olduğumuz şikayet dilekçe, mail ve telefonlara rağmen toprak yığılı tepe kaldırılmadı. Her geçen gün de toprak yığılıyor. Yetkililer bu hastanenin ortaklarından mı çekiniyorlar? Evlerimiz şu anda toz-toprak, arabalarımız ise su-çamur içinde. Belediyemiz yetkililerinin görevlerini yerine getirmesini ve bizleri bu rezillikten kurtarmalarını istiyoruz." Ceza yiyorlar ama yine kuralları çiğniyorlarMenemen dolmuş sürücüleri ile ilgili yazılarımız sonrası İzmir'deki diğer dolmuş hatları ile de o kadar çok şikayet aldık ki, hatırlarsanız bunları sırası geldiğinde dile getireceğimizi belirtmiştik. Okurlarımızdan Celalettin Kaynak ile Selim Dayıbaşı, "Yok mu bunları yola getirecek bir yetkili?" diye feryat ettikten sonra şikayetlerini şöyle dile getirdiler: "İşimiz gereği Bornova'dan Alsancak, Karşıyaka, Buca ve Gaziemir'e sürekli dolmuşlarla seyahat ediyoruz. Bu hatlarda çalışan dolmuş sürücülerinin bazıları kural tanımadıkları gibi, trafiği kullanan diğer sürücüleri de zor durumda bırakıyorlar. Arabalarını insan değil de, yük taşıyormuş gibi kullanıyorlar. Kırmızı ışıkmış, şerit ihlaliymiş, ana artermiş, durulmazmış hiçbir kuralı tanımıyorlar. Ayrıca direksiyon başında sigara içiyor, radyolarını da açarak yolcularını rahatsız ediyorlar."Geri Dönüşüm Projesi çok yetersiz kalıyorAhmet Buğra Tokmakoğlu, İzmir'de yürütülen "Geri Dönüşüm Projesi"nin yetersiz olduğunu belirterek, "İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin belirli ilçelerde uygulamakta olduğu geri dönüştürülebilir atıkların ekonomiye kazandırılması projesi tüm hızıyla sürüyor. Tabii bizler de desteklerimizi esirgemiyoruz. Bir çevreci olarak bu uygulamanın daha geniş kitlelere, daha planlı biçimde ulaştırılması konusunda en çok istek duyanlardan biri de benim. Ancak uygulama ile ilgili gördüğüm bazı sıkıntılı durumlar var. Daha geniş katılımlı bir çevre mücadelesi için belediye öncelikli bir desteğe ihtiyacımız var. Ayrıca hala tanıtım eksikliği nedeniyle çoğu apartmanların kampanyadan haberleri dahi yok"              diyor ve tespit ettikleri ile önerilerini şöyle ifade ediyor:Kutu sayısı artırılsın"Bostanlı'da salı ve cuma sabahları toplanan bu atıklar belediyenin dağıttığı naylon çöp poşetleri içerisinde biriktirilmeye çalışılıyor. Bu da aslında proje ile beraber daha çok atık yaratılmasına ve her daireye büyük çop poşetlerinden dağıtılamaması sebebiyle projeye katılımın sınırlı kalmasına neden oluyor. Kişisel bir fikir olarak belediyenin kamu kurum ve kuruluşlarına dağıttığı geri dönüşüm kutularından her apartmana dağıtması ve bu kutular vesilesi ile geri dönüşüm kampanyasını büyütebileceğini düşünüyorum. Eskişehir'de her apartmanda geri dönüşüm için hazırlanmış plastik kutular var. Ayrıca Çevre Koruma Yasası ile Büyükşehir sınırındaki tüm apartmanlar, kamu kurum ve kuruluşlarının geri dönüşüm yapmak zorunda olduğunu hatırlatmakta da yarar görüyorum."Karasinekle mücadele edilsinKonak Güzelyalı'dan arayan okurlarımız, "Son günlerde karasinekler yüzünden kapı ve pencere açamaz olduk. Güneşin doğmasıyla birlikte güneş alan balkon pencere ve kapılarımız karasinek istilasına uğruyor.   Özellikle semtimizdeki bütün  yiyecek satan yerlerde karasineklerden geçilmiyor.         Hele hele açıkta satılan yiyeceklerin üzerlerinde karasinekler cirit  atıyor. Belediye ve sağlık kuruluş ilgilileri bunları görmüyor mu?"   diyor.Hatay'a yeraltı otoparkı yapılsınMetro çalışmaları devam eden Hatay İnönü Caddesi hazır kazılmışken bu caddelerin işyeri ağırlıklı bölümlerine yeraltı otoparkları yapılamaz mı? Özellikle Nokta ile Askeri Hastane arası ile Poligon civarına yeraltı otoparkı yapılması çok iyi olur diye düşünüyor ve bu isteğimizi kent yöneticilerimizin dikkatine sunuyoruz. Çünkü, bu civarda oturanlar ile arka sokaklardan alışveriş için gelenler otopark konusunda sıkıntı çekiyor.  Ahmet GökmenNiçin, bizden her ay 15 TL alınıyor?Bu şikayet Narlıdere Belediyesi'nin Türk Sanat Müziği (TSM) Korosu'nda görevli bir koristten geldi. Okurumuz bakın ne diyor: "Narlıdere Belediyesi'nin görevli 160 koristten birisiyim. Koristler olarak, hem zamanımızı ayırıp belediye adına hizmet veriyoruz, hem de para ödüyoruz. Çünkü, her ay bizden 15 TL aidat alınıyor. Bunun dışında da her konser öncesi 5 TL'ye davetiye almak durumunda bırakılıyoruz. Ayrıca 5 veya 10 tane davetiye verilerek bunları satmakla görevlendiriliyoruz. Davetiyelerin üzerinde ücret belirtilmiyor ve 5 TL'ye satıyor, bu nedenle zaman zaman güç durumda kalıyoruz. Bunun dışında konser olduğu akşamlarda da kapıdan bilet satışı da yapılıyor. Yani izleyeciler konserlere 5 TL ücret ödeyerek giriyorlar. Her konsere ortalama 400-500 kişi geldiği düşünüldüğünde 2 bin ile 2 bin 500 TL arasında bir girdi sağlanıyor."
Milliyet
1,328,591
Yazarlar
İSTANBUL Taksim'deki hunhar olayın failinin PKK'lı olduğu açıklandı. Bu artık bir alışkanlık halini aldı. Ne zaman sivil vatandaşlara ilişkin bir kanlı sabotaj olsa ilk önce PKK'nın yandaşları yaygaraya başlıyor. "Bunu kesinlikle PKK yapmadı! Bu alçakça bir provokasyondur!" Önceki gün NTV'de oldukça popüler, eski solcu bir köşe yazarı konuşuyor, "Bu patlamayı duyduğum anda aklımdan iki şey geçti. İlk önce eyvah, bunu da PKK'ya yıkacaklar! Ve ikinci olarak, bunu kesinlikle PKK yapmış olamaz!" Hoppala, sanki bu güne kadarki sabotaj ve suikastları PKK yapmamış ama birileri - ki doğal olarak devleti, hatta hükümeti kasdediyor - bu masum(!) örgüte yüklemişler! Aynı güçler son olayı da bu masum örgüte yükleyecekler diye telaş ve üzüntü duyuyor yazarımız! Öyle de bir yaygara koparıyorlar ki nerede ise iki yıldır içerde tutulan "Ergenekon" sanıklarına yükleyecekler suçu!Bu "PKK yapmadı - provokasyondur" yaygarası sürerken, devlet şüphe götürmeyecek şekilde eylemin PKK tarafından yapılmış olduğunu gösteren bulguları açıklayıncaya kadar PKK da suskun kalıyor! Ya da devlet açıklamada gecikirse, "Ellerinde delil yok herhalde" sanısıyla başlıyor kendi internet sitelerinden açıklama yapmaya, "Bu eylemi biz yapmadık!"  Ancak sivillere yönelik kanlı olayın PKK tarafından yapıldığını inkara olanak bırakmayacak  bulgularla açıklanınca bu sefer PKK dönüyor. "Olay bizim talimatımız olmaksızın bağımsız hareket eden yerel birimlerce yapılmıştır!" O kadar! Bir pişmanlık var mı? Yok! Üzüntü...O da yok!Ve de ovadaki PKK yandaşları hep bir ağızdan, "Efendim PKK'nın içinde çok küçük -çok küçük olduğu da özellikle vurgulanıyor- bazı fraksiyon birimler vardır. Bu da normaldir, böyle büyük bir organizasyonda bazı küçük bağımsız hareket eden birimlerin olması. İşte bu küçük birimler bu olayı yapmıştır!" Şimdi sivillere karşı yaptığı olaylarda PKK ve yandaşlarının bu telaşlı inkar ve tevili neden? Çünkü Avrupa, devlete yani askere, polise, devlet kuruluşlarına karşı yapılan olayları özgürlük mücadelesi olarak hoş görüyor! Ama siviller ölmeye başlayınca onlarda da hoş görü bitmek zorunda kalıyor! Halbuki PKK'nın en büyük kara para kaynağı Avrupa ülkelerindeki faaliyetleri.Peki bütün bunlar oyunun kuralları, bizim yeni liberal yazarlarımız da bilerek ya da umarım ki bilmeyerek bu oyuna geliyorlar. Bunları anladım. Ama kimseler sormuyor mu? Bu, "Bizi muhatap alın" diyen PKK, onun hapisteki ve dağdaki elebaşları, ya da elle seçip politikaya soktuğu yandaşları kendi militanlarına söz geçiremez iken, kendi militanlarınca yapılan kanlı sabotajların sorumluluğunu almaz iken, yani kendi terör örgütlerini dahi temsil edemez iken: (1) nasıl oluyor da Kürt kökenlilerimizi temsil ettiğini öne sürebiliyor? (2) Ve de devletimiz, ya da iktidarın kullandığı tabir ile "devletin bazı birimleri", Kürt sorununun çözümü için PKK ile görüşüyor?Hatta PKK'nın elebaşısının iddia ettiği doğru ise, "müzakere" yapabiliyor? "Önce kendi silahlı militanlarınızı kontrol altına alın da ondan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile müzakereye oturmaya heves edin" demiyor muyuz?Ben şaşıyorum!
Milliyet
1,324,139
Yazarlar
VAR ya; biraz olsun ödeme gücü olup da, Ege-Koop'tan beş bin lira peşinle daire almayanları oturup eşek sudan gelinceye kadar dövmek lazım.Vallahi de, billahi de böyle...Evi olmayanlar için bir daha böyle bir fırsat ellerine geçer mi, orasını bilemem ama, Ege-Koop Karşıyaka 25. Yıl Konutları'nın koşulları, "Bundan iyisi Şam'da kayısı" gibi...Peşinat düşük, daireler 130 metrekare; üç oda bir salon, beş ya da 10 yıl konut kredili. Üstelik de çok düşük faizli ve sabit ödemeli.Durun bitmedi...Dilerseniz dairenize yerleşinceye kadar (iki yıl), taksit tutarının yüzde 50'si oranında ödeme seçeneği. Kefil yok, peki daha ne olsun?Ege-Koop Genel Başkanı Hüseyin Aslan, kuruluşlarının 25. yılında İzmir'de herkesi ev sahibi yapmak için yola çıktıklarını, bugüne kadar 100 bin kişiyi ev sahibi yapan kurumun, çeyrek asıra özel bu kampanyasının, son daireyi satıncaya kadar süreceğini açıkladı.* * *Hesap-kitaba fazla kafam ermediğinden, benim gibiler için kampanyayı biraz daha basitleştireyim.Diyelim ki, Ege-Koop 25. Yıl Konutları'ndan ev almaya karar verdiniz.100 bin lira kredi kullandığınızda ayda 1200 lira taksit ödeyeceksiniz.On yıl vadeli kredinin aylık faizi    yüzde 0.78.İnanılır gibi değil, ama gerçek.Yok beş yıl vadeli kredi kullanacağım derseniz, aylık faiz 0.75.Bu arada herhangi bir bankadan konut kredisi kullandığınızda, 100 bin lira için iki bin TL masraf öderken, Ege-Koop'un bu kampanyasında bu tutar sadece 500 lira.Ve gelelim en önemli avantajlı bölüme.Ayda 1200 lira ödeme gücünüz var ama, kirada oturduğunuz için; hem kredi hem kira, sizi aşıyor.O zaman Ege-Koop'a gidip, 100 bin liralık kredinizi, iki yıl süreyle taksit tutarlarının yüzde 50'si oranında ödemek istediğinizi bildiriyorsunuz.Ve başlıyorsunuz ayda 1200 yerine 600 lira taksit ödemeye.Ne zamana kadar; evinize taşınıp oturuncaya, yani 24 aya kadar.Sonra da geriye kalan sekiz yıl boyunca 1200 lira kira öder gibi taksitlerle hem oturuyor hem de dairenizin sahibi oluyorsunuz.Benim gibi "Kaz Kafalılar(!)" bile anladıktan sonra, sanırım sizlere de anladıklarımı anlatabilmişimdir...
Milliyet
1,328,596
Yazarlar
CÜNEYT ÖZDEMİR geçen pazar günü Radikal'deki yazısında Bodrum'da, Yalıkavak ile Gündoğan beldeleri arasındaki Gökçebel köyünde, evlerinde köy kahvaltısı veren Salih ve Havva Güler çiftinden söz ediyordu. Günde sadece 40 kişi ağırlayan çiftin sundukları kahvaltıya nasıl özendiklerini anlatıyor sonra da şöyle sürdürüyordu yazısını: "Aslında buraya kadar olan kısmını  belki daha önce Güler çifti ile ilgili çıkan övgü dolu haberlerde okumuşsunuzdur. Beni şaşırtan kahvaltı sırasında Havva Güler'in Torino macerasından bahsetmesi oldu. Geçtiğimiz hafta Türkiye'den Slow Food'u temsil eden 15 kişiyi Torino'ya götürmüşler. Havva Güler 'Ben altıncı sıradaydım beni de götürdüler hayatımda ilk kez yurtdışına çıktım. Gonuşma neyi yaptık. Çok güzel düzgün bir yer' diye şenşakrak anlatıyor. Şaşrıyorum ama içimi bir sevinç dalgası da kaplıyor. Sıradan bir köy evinin bahçesinde altında odunların yandığı bir sacın üzerinde başlayan bir gastronomi yolculuğu kendini Torino'da dünyanın en büyük yemek fuarında bulabiliyor."H H HBenzer hisleri bir öğle vakti, Urla Beğendik Abi'de, mekanın yaratıcısı Handan Kaygusuzer'i dinlerken yaşadım. Handan Hanım da Torino'daki organizasyona katılmıştı. Gitmeden önce de bu konuda laflamıştık. Bu kez "Nasıl geçti?" diye sorduğumda "Vallahi Torino'yu pek göremedik. Program yemek yoğundu ve çok doluydu" dedi. "Bir akşam benden yemek yapmamı istediler, malzeme çok iyi olmasa da yaptığım biber dolmayı da, musakkayı da sevdiler" diye ilave etti Handan Hanım. Tabii Handan Hanım organizasyon boyunca vurgulanan "annelerinizin, anneannelerinizin tariflerini bulun, canlandırın, yaşatın" anlayışından ayrıca mutlu olmuştu. Zira kendisinin on yıldır Urla'da kararlı bir biçimde yaptığı şey oydu. Geleneksel yerel yemekleri isme ve tarife bağlı kalarak yeniden mönülere kazandırmak ve yaşatmak. Müşteri de bu yerel vurguyu giderek sevmeye başladı. Hatta artık, bu anlayışın kendi müşterisi var. Slow Food (Yavaş Yemek) organizasyonu 153 ülkede 100.000 üyeye ulaşmış durumda. Slow Food sürdürülebilirliği savunuyor, GDO'lara karşı, biyo çeşitliliğe önem veriyor. Üyeleri tarafından desteklenen ve kar amacı gütmeyen bu organizasyonun aktif iki altyapılanması var: Terra Madre (Toprak Ana) ve Salone Del Gusto (Beğeni Salonu). İşte Torino'da düzenlenen bu son festival gibi organizasyonları bu gruplar yönlendiriyor. Torino'daki katılım yüzde 30'u İtalya dışından olmak üzere 200.000'i aşmış. Daha da ilginci Slow Food eğitimlerine 1.000 de çocuk katılmış. Hızlanan dünyada birileri inadına yavaşlamak istiyor. Yavaşın popülaritesi yükseliyor. Her yeri her yere benzeten, her şeyi tek tipleştiren küreselleşmenin dayatmalarına birileri itiraz edip yerel değerleri canlı tutmaya çalışıyor. İnsanlar kendi yerleşik yemek kültürlerini adeta yeniden keşfediyor. Bu konudaki dernekler, kitaplar, programlar büyük ilgi görüyor. Havva Hanım da, Handan Hanım da Torino'ya davet ediliyorlar. Yemek üzerinden ortak bir kültür, yeni bir dil oluşuyor. Bu hareketlerin hedonist bir boyutu da var tabii. Dünyanın gelişmiş tarafı her fırsatta acıdan kaçıp hazza koşma derdinde. Her şeyden haz çıkartmaya çalışıyor. Haz vereni tercih ediyor. Yemek de önemli bir keyif alanı. Ancak dünyanın fakir kısmında açlık hala en büyük sorun. Bizim ülkede az rastlansa da dünyada yetersiz beslenmeden dolayı her dört saniyede bir insan ölüyor. Bu da bu gezegenin acı gerçeği. Bu dünya böyle yaman çelişkiler dünyası işte. Bu çelişki nereye kadar devam edecek, nasıl giderilecek? Şimdi bütün bunları hatırlayıp keyif kaçırmaya da gerek yok tabii! İyi düşünelim, iyi olsun!
Milliyet
1,347,020
Yazarlar
'ye her gün yüzlerce e-posta geliyor. Eskiden e-postaların çoğunu reklam amacıyla gönderilenler oluşturuyordu. Son günlerde ezici bir çoğunlukla dizi fanatikleri önde."Artık 90 dakikalık dizi istemiyoruz" diye e-posta gönderenleri, FOX'un bitirdiği 'Çakıl Taşları'nın hayranları takip ediyor.İki grubu, onlara göre sayıları az da olsa 'Deli Saraylı' mağdurları izliyor. Dizilerin 90 dakika olmasına karşı başlatılan kampanya henüz bir netice elde etmiş değil.Bu e-posta grubuna, "90 dakikalık dizi istemiyoruz da, peki ne istiyoruz?" diyerek sorgulama yapanların da eklenmesi bu eylemden de bir sonuç çıkmayacağının habercisi. Gerçi eylemi başlatanlar, önümüzdeki ay 'Sonbahar' dizisinin setinde yaşamını kaybedenlerin ölüm yıl dönümlerinde mezarı başında yapacakları anmayla çemberi daha da genişletmeye kararlı, ama süreçten hiç de ümitli değilim.'Çakıl Taşları' hayranlarının severek izledikleri dizilerinin bitmesine duydukları tepkiyi anlıyorum.Ancak dizi tutkunlarının sadece köşe yazarlarına e-posta gönderip, onların yazmasıyla oluşacak kamuoyunun o dizinin ekrana dönmesini sağlayacak yeterli bir girişim olduğu kanaatinde değilim.Sonuçta ticari bir iş bu.Reyting yoksa, reklam da yok demektir. Otomobilin ne kadar güzel olursa olsun, deposunda yakıt olmadan gider mi?'Çakıl Taşları'nı izleyenlerin sayısı da o diziyi yaşatmaya yetmedi demek ki! FOX'un yöneticileri deli mi ki, reyting alan ve reklam getiren bir diziyi bitirsin.'Deli Saraylı' dizisinin akıbeti de baştan belliydi. Dönem komedisi riskli bir işti. Süreç Film ve Show TV, bile bile bu riske girdi.Seyirci onlar kadar 'Deli Saraylı'yı benimsemedi. Kanalın, anons ettiği tarihte diziyi ekrana getirmemesi elbette ki eleştirilmeli.Demek ki onlar da, "Zararın neresinden dönersek kardır" deyip, bu yola başvurdu. 'Deli Saraylı'nın yerine, daha fazla reyting alacaklarına inandıkları bir başka yapımı ekrana getirdi. Show TV'nin yaptığından anlaşılan o ki, 'Deli Saraylı' için de 'yolun sonu' göründü. Bunca yıllık tecrübeme dayanarak şunu iddia edebilirim ki, bu reytingle 'Deli Saraylı'nın ilk 13 bölümü tamamlaması zor. 10'uncu bölümde 'final' yapıp, bitirirler onu.EN SON KOCALAR DUYAR!Eşler arasındaki ihaneti ilk kim fark eder? Erkek mi, kadın mı?"Kadınlar ihaneti hemen anlar, en son kocalar duyar" diyenlerdenim. Bunun sebebini daha önce de yazdım, ama yine kısaca anlatayım. Bir insan, erkek arkadaşının eşini bir başka erkekle 'çok samimi' gördüğü zaman bunu gidip de o erkeğe söyleyemez. Çünkü olayın bir anda 'namus meselesi'ne dönüşmesinden çekinir.Ancak bir erkeğin kaçamağını, eşine anlatmanın aynı riski yoktur. Mehmet Ali Erbil, düne kadar eski eşine toz kondurmuyordu.Eski eşinin Önder Fırat'la çekilen fotoğraflarını, "Önder aile dostumuz, Tuğba öyle bir şerefsizlik yapmaz" diyerek yorumluyordu.Ne zaman ki Tuğba Coşkun'la Önder Fırat'ın 'Küba hatırası' ortaya çıktı, Erbil'in de görüşü değişti. Mehmet Ali Erbil'le Tuğba Coşkun evliyken Londra'da çekilen Önder Fırat'lı fotoğrafın, "Men dakka dukka" anlamına geldiğini o günlerde yazdığım için tekrarlamama gerek yok."Ben aldatırım, ama eşim aldatamaz" diye düşünen Erbil'in jetonu yeni düştü demek ki!ŞENOL GÜNEŞ'İN İŞİ GERÇEKTEN ZORKurban bayramında Trabzon'daydım. Dört gün kaldığım Trabzon'da şunu gözlemledim.Şehir, bu yıl her şeyiyle lig şampiyonluğuna hazır.Trabzonspor'a dair piyasaya çıkan her şeyin satıldığı TS Club'larda iğne atsan yere düşmeyecek gibiydi. TS Club'ları hiç bu kadar kalabalık görmemiştim.Şehir şampiyonluğa hazır, ama görünen o ki Trabzonspor değil.Pazar günü Avni Aker'de oynanan Eskişehirspor maçı da bunun tipik göstergesi.Trabzonspor'un teknik patronu Şenol Güneş de bu gerçeği açık yüreklilikle dile getirdi."Şampiyonluğa hazır değiliz" diyen Güneş haklı.Trabzonspor'un Engin Baytar gibi kabına zarar veren keskin sirkelerle şampiyon olması mümkün değil.Futbolla biraz ilgilenen herkes şunu çok iyi biliyor ki, Engin Baytar ile Burak Yılmaz'ın milli olmasının tek sebebi Şenol Güneş'tir.Burak Yılmaz ile Engin Baytar, futbolun kayan yıldızları gibiydi.Şenol Güneş, onlardaki futbol yeteneğine inandı, kariyerini riske atma pahasına onlara şans verdi.İki futbolcu, Şenol Güneş sayesinde Türk Milli Takımı'nın kadrosuna girdi.Şenol Güneş, Eskişehir maçında bekleneni veremeyen Engin Baytar'ı çıkarıp, yerine Barış'ı aldı.Bu değişikliğe kızan Engin Baytar, söylene söylene sahayı terk etti, pet şişeyi tekmeledi.Engin Baytar, yetenekli, ama hırsını da kontrol edemeyen bir futbolcu.Milli oldu, ama hâlâ bu hırçınlığı yüzünden kendine ve takıma zarar verdiğinin farkında değil galiba.Şimdiye kadar Trabzonspor'da çıkan birçok krizi ustalıkla çözen Şenol Güneş, önce Engin'i bir kenara çekip, Büyük Önder Atatürk'ün, "Ben sporcunun, çevik, zeki ve aynı zamanda ahlaklısını severim" sözünü hatırlatmalı.Görünen o ki Trabzonspor'un yıllar sonra yeniden şampiyonluk kupasını kaldırabilmesi için Güneş'in futbolcularını teknik ve taktik olarak hazırlaması yeterli değil. Güneş, yarından tezi yok, futbolcularını psikilojik olarak da şampiyonluğa hazırlamalı.
Milliyet
1,318,810
Yazarlar
BUGÜN, bana göre, her şeyden önce birlikte yaşadığı topraklarda bağımsızlığının tehlikeye girmesi karşısında 'Bir olabilme, millet olabilme ve her zorluğu aşma' gücünün simgesi...  Ülkenin paylaşılma planları ne romandı, ne de film...   Atatürk Cumhuriyet anlayışına daha sonra büyük bir tutkal ekledi.  Bu tutkal "ekonomik ve sanayi kalkınma hamlesi"ydi.Cumhuriyet ilan edilmeden toplanan İzmir İktisat Kongresi'nde Atatürk net tavrını ortaya koydu. Yaşanan bozgunların tümünün  ekonomik durumla bağlantılı olduğunu, yeni bir Türkiye'yi  yüksek düzeye ulaştırmak için ekonomi etrafında mücadele edileceğini söylüyordu.  Osmanlı'da ilk sanayi sayımı 1915'te yapılmış, 75'i gıda olmak üzere toplam 264 işyeri belirlenmişti. Cumhuriyet, sanayi ve üretimi böyle devraldı. **1923'ten 1940'lara kadar olan dönemde birçok kamu kuruluşunun temeli atıldı. Kasada para yoktu ama  zorluklar göze alınıp bugün bile sanayiye yön verebilen ya da daha sonra özelleştirerek gelir elde edilen kuruluşlar doğdu. Kamu gücü yerini 1955'lerden sonra özel sermaye birikimine bırakırken, sonraki yıllarda "Cumhuriyet felsefesinden" uzaklaşmanın sinyalleri hissedilir oldu.Bir denge unsuru olarak devreye giren kamu yatırımlarında, ülkenin doğusu  yavaş yavaş bu ortak hamlenin dışına itildiğini hissetmeye başladı. 80'lerle birlikte ise sanayi üretimi ülkede belli merkezlere kayarken ülke 1994, 2000 ve 2001 krizlerine rağmen sanayi gücünü korumaya çalıştı.  Ta ki 22 Şubat 2001 sabahına kadar... Türkiye, bir devalüasyonun ardından  döviz fiyatlarının  dalgalanmaya bırakıldığının ilan edilmesiyle birlikte sanayi üretimi açısından belirsizlik sürecine girdi. Ucuz döviz politikasına bağlı; bıçak sırtına dayalı, "ithalat" ın önünü tamamen açan, "spekülatif-büyüme, yüksek işsizlik, yüksek borçlanma (kamu borcu özel sektöre döndürüldü) ülkeyi sık sık "Cari İşlemler ve Dış Ticaret Açığı sorunuyla yüz yüze bırakır oldu. Son yıllarda bu açığı kısmen doğrudan yabancı sermaye girişleri, daha çok ise spekülatif ve genelde kısa vadeli sermaye girişleriyle kapatmaya çalışıyoruz. **Bir evin ne kadar zenginleştiğini ancak toplam gelirin ne kadar arttığı ile ölçebilirsiniz. Buzdolabının  dolu, evdeki eşyaların lüks olması gerçeği yansıtmaz çoğu zaman. TÜİK son olarak, Ocak-Eylül döneminde dış ticaret açığının yüzde 70.3 artışla 48.6 milyar dolar olduğunu açıkladı. Yani üretim ve sanayi açığı kar topuna dönüşüyor. Bugün, haklı ya da haksız Cumhuriyet rejiminin eksikliklerini deşmek, eksiklikleri tamamlamak yerine ruhuyla hesaplaşmak adeta alışkanlık oldu. Ancak  "Toplumsal bir olma, birlikte refah, birlikte kalkınma" ya dair üretim ve sanayileşme felsefesiyle kurulan Cumhuriyet aslında her ihmal edilişinde bizleri zayıflatıyor. Cumhuriyet'in 87. yılı tüm bu gerçeklerin ışığında, kutlu olsun.. SunExpress, iyi ki İzmir'i çok sevdi...BİRKAÇ gelişme ve birkaç kuruluş var ki; İzmir'in, çevresiyle birlikte gelişiminde son yıllarda sihirli değnek işlevi görmeye başladı. SunExpress'in adını yaklaşık 7 -8 yıl önce Lufthansa'nın o dönemlerdeki Genel Müdürü, yine bir İzmir sevdalısı olan Sadık Elmas'tan duymuştum. Lufthansa ve THY'nin yüzde 50'şer ortak olduğu SunExpress, yeni dış hatlar terminalinin etkisiyle rotasını Antalya'dan sonra İzmir'e çevirdi. İzmir'e havayolu ile gelen yolcu sayısı geçtiğimiz ay 5 milyonu geçerken, bunun 1 milyon 350 binini SunExpress getirid, İzmir'i Anadolu şehirleriyle de uygun fiyatlarla birbirine bağladı. Şimdi, Anadolu kentlerinin yurtdışı bağlantısında İzmir'i aktarma merkezi olarak kullanacaklarını açıkladılar. Kaderin enterasan bir cilvesi belki de bu... Yıllardır İzmirliler olarak yurtdışı, yurtiçi tüm hatlara  İstanbul merkezli uçtuk, üstelik saatlerce havaaalınında bekledik... SunExpress şimdi, yolcularını bekletmeden İzmir'den aktarımlarını sağlayacak. SunExpress Genel Müdür Yardımcısı Hacı Say, son olarak önemli bir çabalarından söz etti. Antalya destinasyonu olan yabancı tur operatörlerine, her yıl Antalya'ya giden turistleri İzmir'e yönlendirmeleri konusunda çalışma başlattıklarını anlattı Say ve özellikle İzmir ve hinterlandının sağlık turizmi yönünden cazibesini aktaran  tanıtımlar yaptıklarını aktardı.  Tabii bizler Adnan Menderes Havaalanı'na 5 milyon yolcu geldi diye seviniyoruz ama havayoluyla İstanbula 2010'un ilk  dokuz ayında 19 milyon, Antalya'ya 15 milyon yolcu geldi. SunExpress'in "Var olan yolcuyu taşırım" demekle yetinmeyen, kentin tanıtımını asıl odak noktalarına yönlendirmeye varan anlayışı İzmir için yeni bir şans olacaktır.
Milliyet
1,339,808
Yazarlar
Geçmişte de üç büyük takımın başarısız olduğu seneler oluyordu fakat Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray'ın aynı anda böylesine zorlandığı bir sezona ilk kez rastlıyoruz. Bu nedenle, her ne kadar inanmak zor gelse de, her şeyden önce şunu kabul etmek gerekir ki: üç büyüklerin bugünkü durumu ve sıralamadaki konumu göz önüne alındığında şampiyonluk şansları Trabzonspor, Kayserispor hatta Bursaspor'dan dahi daha az. Çünkü hani “o takımlar götüremez" veya “bizim takım bir seri yakalarsa" gibi beylik cümleler bu sezon için anlamını çoktan yitirmiş durumda.Üç büyüklerin böylesine yerlerde olduğu bugünlerde Beşiktaş'ın Gençlerbirliği deplasmanından üç puanla dönmesini bugünün standartlarına göre değerlendirmek gerekir.Eskiden olsa, galip gelse dahi, Beşiktaş'ın rakibi karşısında oyun üstünlüğünü ele geçirememesini, gol pozisyonuna girememesini, maçın son anlarında kendi alanına çekilmesini, performans olarak vasatı aşamamasını ve ilk golü tartışmalı bir penaltı ile bulmasını eleştirmek mümkün olabilirdi. Fakat bugün devir değişti ve yapılacak en doğru şey, rakibin kim olduğundan ve oyunun ne şekilde cereyan ettiğinden bağımsız olarak alınan deplasman galibiyeti için Beşiktaş'ı kutlamak!Guti'deki düşüş sürüyorGuti'nin, geçenlerde dikkat çekmek istediğim Türkiye'ye gelen yabancı oyuncuların form düşüklüğü yaşaması konusuna iyi bir örnek olmak için yoğun çabası sürüyor. İspanyol oyuncunun kariyerindeki başarısını neredeyse bilmeyen yok ama meşin yuvarlağın peşinde yıllarca başarıyla koşan o kadife ayakların son maçlarda nereye kaybolduğunu anlamak çok zor.Türkiye'deki ilk aylarında Beşiktaş'a maçlar kazandıran, sonradan bu resitalleri maç içerisindeki birkaç ara pasına indirgeyen Guti, Gençlerbirliği karşısında, kullandığı penaltı dışında, sahada hiç yoktu.Umarım Guti'nin son haftalardaki kendine yakışmayan görüntüsü basit bir form düşüklüğünden ibarettir zira İspanyol oyuncu siyah beyazlılarda ikamesi olmayan tek isim.Sonuç olarak Spor Toto Süper Lig'e, eskiden olduğu gibi, üç büyük takımın birbirleriyle mücadelesine sahne olan bir arena olarak bakmak imkânsız. Artık sadece derbilerde değil her maçta, bırakın her üç puanı her gol çok önemli ve bu çerçevede deplasmandan iki farklı bir galibiyetle dönen, bunu yaparken de kalesinde gol görmeyen Beşiktaş için, her şeye rağmen, durum gayet olumlu.
Milliyet
1,338,561
Yazarlar
Hakan Kırkoğlu hkirkoglu@ttmail.com Müneccimbaşı ENERJiK VE HEVESLiYiZ  Fiziksel açıdan hareketli, ruhen canlı olabilece-ğimiz bir gündeyiz. Bugün yeni başlangıçlar yapmak ve harekete geçmek için uygun koşullar var. Mücadele arayabiliriz. Kendimizi daha iyi savunup, öne çıkabileceğimiz bir gündeyiz. Yeni bir fikri ya da projeyi ortaya koyabiliriz. Aceleci olmamak gerekiyor. Kolayca öfkelenebileceğimiz, düşüncesizce hareket edebileceğimiz durumlar olabilir. Kararlarımızı kontrol etmeden son noktayı koymamalıyız. Tam olarak sonucu göremediğimiz, bilgi sahibi olmadığımız durumlar yüzünden hata yapabiliriz.
Milliyet
1,341,348
Yazarlar
Daha evliliklerinin ilk yılıydı. Evde kavga hiç eksik olmuyordu. Birbirlerini severek evlenen çift, yolun başında bu işin daha fazla gitmeyeceğini düşünmeye başlamışlardı. Fazla yıpranmadan buna bir çare bulmaları gerekiyordu. Bir akşam oturup ilişkilerini gözden geçirirlerken, adam, eşine, "Aklıma bir fikir geldi" dedi. "Bahçeye bir fidan dikelim ve bu fidan üç ay içinde kurursa boşanalım. Yok eğer kurumazsa bu konuyu sonsuza dek kapatalım."Bu ilginç fikir, karısının da hoşuna gitti. Ertesi gün bahçeye bir meyeve fidanı diktiler. Aradan bir ay geçti. Bir gece bahçede karşılaştılar. Her ikisinin de elinde içi su dolu birer kova vardı. "Şampiyon olduğum zaman eski kotumu üzerime geçirip eski bir şapka takıp, sakal bırakıp, beni kimsenin tanımadığı bir kasabanın sokaklarında yürüyüşe çıkacağım ve beni sadece ben olduğum için sevecek bir insan buluncaya kadar yürüyeceğim. Sonra da onu 1 milyon dolarlık arazime tepeden bakan 250 bin dolarlık evime götürüp, ona Cadillac arabalarımı havanın yağmurlu olduğu günlerde kullandığım kapalı yüzme havuzumu göstereceğim ve, (İşte tatlım, bunların hepsi senin. Çünkü beni ben olduğum için seviyorsun) diyeceğim." (Muhammed Ali)Victor Hugo'dan...Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?Dudaklar gülerken insan ağlayamaz mı?Sevmek için güzele mi bakmalı?Çirkin bir tende güzel bir ruhKalbi bağlayamaz mı?Hasret; özlenenden uzak kalmak mıdır?Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?Solması için gülü dalından mı koparmalı?Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?Öldürmek için silah, hançer mi olmalı?Saçlar bağ, gözler silah, Gülüş, kurşun olmaz mı?Hiç olmaz mı be hocam...Mutlu bayramlar...
Milliyet
1,318,821
Yazarlar
MİLLİYET Spor "3 büyüklerin devri bitiyor mu?" dosyası açınca otomatik olarak 'Anadolu ihtilali' ruh çağırma seanslarına geçildi. 'Ali Sami Alkış ruhu' diye de adlandırabilecek bu iyi niyet temennilerinin ana kavramları da malum, 'değişim', 'dönüşüm'. Ha unutmadan bir de Mehmet Özdilek'in atlamadığı 'vizyon' var! Öyle ya ülke kaç yıldır 'değişim' denen büyülü kavramla yatıp, onunla kalkıyor. Dün artık Anadolu'nun 'zihinsel devrim'in'den söz ediliyordu Vatan gazetesinde. Abdullah Avcı, "Yeni nesil antrenörler devrim yaptı. Aradaki fark kapanıyor. 5-0, 6-0, 7-0 gibi skorlar rafa kalkıyor" diyordu.Şimdi mesele böyle de okunabilir elbette, ama 'genç hoca'lar devriminden söz ederken, yine her zaman yaptığımız gibi 'içeri' bakmaktan öte bir şey yapmıyoruz.Bu haberin olduğu sayfanın karşısındaki sayfada Fenerbahçeli Niang'ın isyanı vardı. Özel olarak Galatasaray derbisinde başına gelenleri, genel olarak Türkiye'deki futbolu eleştirirken, "Saha içinde o kadar şiddetli darbelere ve tekmelere maruz kalıyoruz ki" diyordu. Ve önemli bir şeyin altını çiziyordu; "Özellikle defansların oyun kuralları dışında gerçekleştirdikleri sertlikler var ve buna müsamaha ediliyor. Çok ilginç." Ve Niang röportajı hayli acıklı biçimde bitiriyordu; "Profesyoneliz, elbette buna da uyum sağlayacağız!"Yani diyor ki "tekmeden kaçmayı bir şekilde öğreneceğiz."Bizim ligin geneline müdafaaya kapalı, rakibi sertlikle yıldırmaya gayret eden, "oynatma, oynama" anlayışının hâkim olduğunu söylemek sanırım abartılı kaçmaz.O nedenle ligin dengesi 'yukarıdakilerin' aşağı inmesiyle değişiyor. Yoksa 'aşağıdakiler' yeni ve yaratıcı bir anlayışla yukarı çıkıyor değiller.Öyle olsaydı 'cumhur' Anadolu'da statlara akıyor olurdu. Ama rakamlar 'cumhur'u hep evde, kahvede gösteriyor!Düşünün, ligin şampiyonu, Şampiyonlar Ligi maçlarında rakip kaleye bile gidememiş... UEFA'daki tek temsilcisi ilk ciddi rakibi karşısında ne yapacağını şaşırmış halde oynuyor. Şimdi böylesi bir ülkede futbolda 'devrim'den söz etmek fazlasıyla iyimserlik olmaz mı?Geldiğimiz noktada bir 'Anadolu devrimi'nden söz edeceksek buna sanırım ancak 'karşı-devrim' diyebiliriz.Mahalle baskısının zaferiArtık alışın, lig maçlarında kameralar sık sık Guus Hiddink ve Oğuz Çetin'i gösterecek. Anlayacağınız 'mahalle baskısı' bir kez daha kazandı. "Maç seyretmiyor" diye diye Hiddink'i de bir 'futbol sevdalısı'na çevirmeyi başardı bu ülke. Şimdi sıra, "Onu alma, bunu al" da... Bu da başarıldı mı, geriye sadece arkasından teneke çalarak kovalamak kalıyor ki, o da uzak ihtimal değil..."Hiddink'ten ne öğrenebiliriz"in kaybettiği, "Geldiğin yeri tanı, bize benze, ona göre davran"ın kazandığı bir ülkede futbolda 'Anadolu ihtilali' konuşuyoruz.Kayseri-Beşiktaş maçını tribünden izleyen Hiddink içinden "Ben burada ne yapıyorum?" diye geçirmiştir eminim. Kimi beğenecek ve görmediği neyi görecekti ki o maçta? Ya da biz ne gördük ki, hoca onu gidip yerinde görecekti? Elbette, para kazanmak için burada ve duyar gibi oluyorum "O zaman gitsin" diyenleri... Bütün mesele de burada ya... 'İçe kapanık' toplum dışarıdan bir şey öğrenmemekte ayak direttikçe her alanda demagoji kazanıyor ve yel değirmenleri hep 'üfürük'le un öğütmeye çalışıyor.Hoca, yöneticinin 'oksijen çadırı'dırBeşiktaş'ın temel sorununu Quaresma'nın yokluğu ile 'Beşiktaş'ın çocuğu Nihat Kahveci'nin formsuzluğuna bağlamak sorunu anlamamaktır.Bu ligde sert ve kapalı oynanıyor. Bu kilidi tek anahtarla açmaya çalışırsanız hüsrana uğramanız kaçınılmazdır. Schuster istediği kadar 'iyi futbol'da diretsin. Coğrafya 'iyi futbol'a izin vermiyor ki!Öte yandan onca para saçıp 'havaalanı karşılaması transferleri' yapan takımın hâlâ en çalışkan oyuncusu yeteneği sınırlı, azmi yüksek İbrahim Üzülmez ise orada başka problemler de aramak gerek. Daha önce bir kere daha yazmıştım "Schuster de nereye geldiğini anlayacak" diye... Korkum o ki, zaman onun için hızla daralıyor. Çünkü bu bir Türkiye futbol yöneticiliği klasiğidir; "Hocayı gönder ömrünü uzat". Dünyanın en namlı hocalarının Türkiye'de yöneticilerin 'oksijen çadırı' olduklarını bilmeyen mi kaldı!Alem Iverson görsün!Beşiktaş yönetimi, Pascal Nouma fenomeninin etkisinden kurtulacağa benzemiyor. 1.5 yıldır oynamayan Allen Iverson'ın 'Türkiye'ye kazandırılması' an meselesiymiş.Şimdi bu arkadaşın 'cool' biri olduğunu bilmeyen yok. 'Suça eğilimli' bu arkadaşın hafiften "Anamı kesen ben, babamı kesen ben" motifli, alışkanlıklarına müptelalık derecesinde bağlı biri olduğu da biliniyor. Şahsen kendi adıma beni rahatsız etmez bütün bunlar. Çünkü suç şahsidir. Lakin Iverson, sponsor bulamayınca 'Kızılay', 'Mehmetçik Vakfı' gibi sosyal sorumluluk projelerine meyleden Beşiktaş yönetiminin başını sıklıkla ağrıtacak biri... Beri yönden adamı sahada izlemek büyük eğlence, o da ayrı. Elbette canı ister oynar, hocasının taktiğine 'katlanabilirse'.
Milliyet
1,335,311
Yazarlar
, Pazar| Ege / Yazar Yazısı Hamdi Türkmen Perde ArkasıDizi dizi inci...14 Kasım 2010 TIRIŞKADANYA Krallığı, ile arasında Mercan Denizin'de, dünya haritalarında kurşun kalemle konulmuş nokta kadar küçük olduğu için görülmeyen, ama cennet kadar güzel bir adada kuruludur. Kralın isteklerine ve emirlerine aykırı olmamak kaydıyla Tırışkadanya halkı istediği gibi yaşamakta, kafasına göre takılmaktadır. Ülkede çok sayıda vardır. ibadullah olup, basın kendisine tanınan özgürlüğü nereye koyacağını bilememektedir. Çizgi dışına çıkanlar olursa, Kralcılar o özgürlüğü alıp basının ve halkın münasip yerlerinde depolamaktadır. Böyle durumlarda eğer Kral hırsını alamazsa o akşam aynı anda ülkenin bütün TV kanallarına çıkıp; "Yahu daha ne istiyorsunuz, şimdi tükürecem bilmem nerenize, haydi ittirin gidin ulan" mealinde fırçayı kaymaktadır. *  *  * Ülke halkının en büyük eğlencesi TV dizileridir. Gazeteler de, dizilerde oynayan oyunculardan kimin elinin, kimin arka cebinde olduğunu en birinci haber olarak vermektedirler. Ancak bu ülkenin ileri demokrasi ile yönetilen fakir halkının bir derdi vardır. Kralın çocuğu yoktur. Yani Kraldan sonra kimin tahta geçeceği sorusu halkın yüreğini kemirmektedir. Krala her yıl çok sayıda bakire sunulmuş, bununla yetinilmemiş, sadece ülke veliahtsız kalmasın diye çok sayıda kaşarlanmış hanımefendi de yatak odasında Kralın sırtını sıvazlamıştır. Ama vermeyen Allah, vermemiş ülke veliahtsız kalmıştır. Ülkenin Başbakanı cin gibi bir adamdır. Gençliği Kralla bir arada geçmiş, hatta Kralla 'da birlikte okumuşlardır. Başbakanın aklına Kralın Amerika'da okurken çok ceviz kırdığı, yüzlerce "Bir Tanem"le odasında ceviz oynadığı gelir. (Kral öğrenciyken seviyeli birliktelik yaşadığı kızlara Bir Tanem diye hitap etmiştir.) Hemen 'yı, 'yı arar. Kralın birlikte ceviz oynadığı hanımların Kraldan olma çocuklarının olup olmadığının araştırılmasını ister. Başbakan bununla da yetinmez öğrenciyken tanıştığı ve yardımını gördüğü Babaların Babası Don Corleone'yi de arar ve eğer varsa ülkenin "veliaht"ının bulunmasını, çocuğun Amerika'da piç olarak yaşamaktan kurtarılıp, Kral olması için Tırışkadanya'ya gönderilmesini ister. *  *  * Olaylar bu minval üzre ilerlerken ekranda birden bire 'ndan manzaralar görmeye başlarız. Sonra kamera sokakta gezinmeyi bırakır ve eski ünlü mankenlerden Sevda Hanım'ın Kabakçiçeği adını verdiği butiğine zum yapar. Sevda Hanım miniden biraz daha kısa eteğinin altından görülen Victoria's Secret marka iç çamaşırını örtmeye çalışarak ünlü kadın gazeteci Nazlı Hanım'a röportaj vermektedir. Gazeteci Nazlı; "Şimdi de bugüne kadar açıklamadığınız bir sırrınızı soracağım" der ve bombayı patlatır. - Sevda Hanım siz Amerika'da okudunuz, hiç evlenmediniz ama, maşallah çok güzel bir oğlunuz var. Oğlunuzun babasını öğrenebilir miyiz? - Bu soru bana çok soruldu, ama cevabı benimle birlikte mezara gidecek. - Sevda Hanım, bu soruyu sormakta biraz zorlanıyorum ama halk merak ediyor, oğlunuzun yatak odası zevklerinin biraz değişik olduğu... - Bunların hepsi dedikodu. Samişciğim iki kulağına da küpe takıyor diye bu dedikoduları çıkarıyorlar... - Ama Samiş hep çam yarması gibi adamlarla geziyor, hiç kızlara takılmıyor deniyor. - Benim Samişim asil bir çocuktur. Kaliteli zevkleri vardır. Bu dedikoduları yapanları mahkemeye... Tam bu sırada içeri 'un gençliğini hatırlatan beyaz tenli, iki kulağı küpeli Samiş girer ve daha selam vermeden; - Ay kız anne Victoria's Secret'in de pek bir hoşmuş, vallahi bir gün de ben deneyeceğim, der. Gazeteci, ağzı kulaklarında anneye gülümserken sahne değişir. *  *  * Don Corleone'nin ofisinde siyah takım elbiseli iki adam, Baba'ya Tırışkadanya Kralı'ndan olmuş, ancak kadının Kraldan habersiz doğurduğu çocuğu bulduklarını, çocuğu 'ye getirmek üzere hemen 'ye uçacaklarını söyler.. Sahne donar ve reklâmlar başlar. *  *  * Ne şimdi bu? *  *  * Dizi kardeşim. Hani "Bütün diziler aynı, bıktık artık" muhabbeti yapıyorsunuz ya... Ben de değişiklik olsun diye bir dizi hikâyesi attırıverdim. Hikayenin sonunu merak edenlere hemen söyleyeyim, dizide acayip sürprizler var. Dizinin ilerleyen bölümlerinde piçlikten Tırışkadanya Krallığı'na yükselen aslan parçasını tanıyacaksınız. *  *  * Beklemeye tahammülü olmayanlar dizinin sonunu hemen öğrenmek isterlerse "Dizi dizi inci" yazıp 44 44'e mesaj atabilirler. Kendilerine Kralın oğlunun bir resmi gönderilecek, ayrıca mesaj gönderen ilk yüz kişi Tırışkadanya Krallığı'nda bir hafta tatil yapma hakkı kazanacaklardır. Bence fırsatı kaçırmayın. *  *  * Amannnn... Çok tırışkadan bir yazı oldu, değil mi?
Milliyet
1,322,028
Yazarlar
Türkiye ile Brezilya'nın girişimleriyle "uranyum takası" konusunda Tahran'a kabul ettirilen formülün çökmesinin ardından bu konuda yaşanan durgunluk dönemi sona eriyor. İran Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Said Celili'nin AB'nin dış politikasından sorumlu olan Catherine Ashton'a geçen cuma günü gönderdiği mektup bunu gösteriyor. Celili mektubunda, "P5+1" diye bilinen ve Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesi ile Almanya'dan oluşan grup ile müzakerelere yeniden oturmaya hazır olduklarını duyurdu. Görüşmelerin ise 10 Kasım'dan sonra iki taraf için uygun bir tarih ve yerde yapılmasını önerdi. Türkiye'nin bu görüşmelere ev sahipliği yapmak istediği biliniyor. Ancak Ashton, Celili'ye 14 Ekim'de gönderdiği ve müzakerelerin yeniden başlamasını istediği mektubunda Viyana'dan söz etmişti. Buna rağmen müzakerelerin yapılacağı yerin henüz kesin olmadığı söyleniyor.Görüşmelerin Türkiye'de yapılması İran konusunda Batılı müttefikleri ile zor günler geçiren AKP iktidarı için rahatlatıcı olur tabii. Burada varılacak bir anlaşmanın "Ankara" veya "İstanbul Anlaşması" diye anılması da Türkiye'ye itibar getirir.Buna karşın uranyum takası konusunda Tahran ile yürütülecek müzakerelerde Türkiye'nin masada yer alması zor görünüyor. Başta ABD olmak üzere -Rusya dahil- P5+1'in diğer üyelerinin buna çok sıcak bakmadıkları belirtiliyor. Tahran ise kendisine P5+1'e karşı dayanak sağlamış olan Türkiye'yi masada görmek istiyor. Nitekim İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Ramin Mehmanparast pazar günü yaptığı açıklamada, müzakerelere P5+1 dışında ülkelerin de dahil edilmesi gerektiğini söyledi.Mehmanparast dün yaptığı bir açıklamada da, P5+1 ile yapılacak müzakerelerin Türkiye ile Brezilya'nın girişimleriyle 17 Mayıs'ta uranyum takası konusunda kabul edilen "Tahran Deklarasyonu" çerçevesinde ele alınacağını belirtti. Bu açıklama müzakerelerde sıkıntı yaşanabileceğini gösteriyor. Zira P5+1'in temel koşulları değişmiş değil.  Bu grup açısından müzakerelerde, İran'ın ne kadar zenginleştirilmiş uranyum tutabileceği, ne kadarını takas için teslim edeceği konusu ele alınmayacak. İran ile sadece P5+1'in, merkezi Viyana'da bulunan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) verilerine dayanarak, ortaya çıkardığı koşullara nasıl uyacağı müzakere edilecek. Bu açıdan bakıldığında, Tahran'ın hâlâ bel bağladığı anlaşılan "Tahran Deklarasyonu" müzakerelerde belirleyici bir rol oynamayacak. Batılı diplomatlar da zaten, o deklarasyona konu olan 1200 kilo zenginleştirilmiş uranyumun artık geçersiz olduğunu belirtiyorlar. Yeni müzakerelerin, İran tarafından geçen arada 2000 kilo'ya çıkarıldığı sanılan zenginleştirilmiş uranyum stoku üzerinde başlayacağına işaret ediyorlar. Tahran'ın müzakerelere başka ülkelerin dahil edilmesine ilişkin tercihine gelince, burada elbette ki kendisine destek sağlamış olan Türkiye ve Brezilya kastediliyor. Ancak, dediğimiz gibi, bunun olması şu anda zor görünüyor. İran Dışişleri sözcüsü Mehmanparast'in bu konudaki açıklamasında da zaten bir "ön koşul dayatma" havası sezilmiyor. Türkiye'nin işini zorlaştıran bir diğer husus ise Batılı müttefikleriyle İran'a uygulanan yaptırımlar konusunda hemfikir olmamasıdır. Ankara bu yaptırımların gereksiz olduğuna inanırken Batılı ülkeler aksini söylüyorlar. Ashton'un, Celili'den aldığı mektup üzerine yaptığı açıklamada, "Yaptırımlar tehdidinin bir amacı olduğunu her zaman söyledik" ifadesini kullanması da bu çerçevede dikkat çekiyor. Özetle ABD ve AB,  Tahran'ın müzakerelere dönme kararını "yaptırımların acı vermeye başlamasına" bağlıyorlar. Türkiye'nin İran ile yeniden başlayacak yeni müzakere sürecinin neresinde yer alacağı, hatta yer alıp alamayacağı, yapılan açıklamalara bakılacak olursa şu aşamada belli değil. Fakat işin içinde Ankara olmasa bile, İran ile varılacak bir anlaşmanın Türkiye'yi de rahatlatacağı aşikâr.
Milliyet
1,338,557
Yazarlar
Son durum SENARiSTLERiN SUÇU NE? Eleştirilen iki senarist Melek Gençoğlu (solda) ve Ece Yörenç.Yerli diziler ne kadar çok izlenir, ne kadar çok konuşulursa o kadar da çok taşlanıyor. Fatmagül'den sonra şimdi de  senaristlerin başı dertte Nedir bu senaristlerin çektikleri? Bir yandan dizilerin uzunluğuyla boğuşuyorlar, hikayeyi nasıl uzatsak diye kafa patlatıyorlar, bir yandan ruh hastası ilan ediliyorlar, hem de herkesin gözü önünde, bir milletvekili tarafından. Üstelik bu milletvekili aynı zamanda çok önemli bir kurumun da başkanı. "Ruh hastaları, şuur altındaki sapıklıkları yazarak kitleleri etkiliyorlar" diyor. Bahsedilen dizi de 'Yaprak Dökümü' ve 'Fatmagül'ün Suçu Ne?' Biri Reşat Nuri Güntekin'in diğeri ise Vedat Türkali'nin romanından uyarlama. Zaten dizilerin büyük bir kısmı önemli romanlardan uyarlama oluyor. Bu da demek oluyor ki hikaye senariste ait değil. Bizim senaristleri en çok eleştireceğimiz konu ancak bu olabilir. Orijinal hikayeler de pekala yazılabilir. Ama tabii televizyon kadar hızlı bir sektörde o kadar zaman yok.Eyvah, dizilerimiz yurt  dışında da her yeri sardı!Milletvekilimiz hızını alamıyor. Yurt dışında da Türk dizilerinin izlendiğini görmekten nasıl şaşırdığını anlatıyor. "Nereye gitsek kaçamıyoruz. Türkiye yetmiyor gibi, Azerbaycan, Ortadoğu her yeri sardılar. Aileleri uyarıyorum" diyor. Sanki her yeri saran düşmanlardan bahseder gibi bir hali var. Ne mutlu ki Türk dizileri artık yurt dışında da yayınlanıyor ve izleniyor. Arkasından da "Tabii kendi çocuklarını  5-6 korumayla gezdiriyorlar. Onlar için sorun değil" diye bir sınıf ayrımı yapıyor, tabii neye dayanarak olduğu belli değil. Şimdiye kadar kaç tane korumayla gezen yapımcı, senarist ya da reklamveren çocuğu gördü, bilmiyoruz.  Bizdeki bu 'başarılı olanı taşlayalım' zihniyeti korkarım hiç bitmeyecek.Havaalanında   ayrıcalık isteyenlereHavaalanındaki izdiham günlerdir bitmiyor. Dış hatlar da iç hatlar da her saat tıklım tıklım. Bu kargaşada biraz da olsa sinirlerinize hakim olmanızı sağlayacak bir kolaylık var. TAV Passport'tan bahsediyorum. TAV'ın işlettiği havalimanlarında geçerli. Havaalanına CIP kapısından giriyorsunuz, business yerlerinden check-in yaptırabiliyorsunuz. Asıl sıra pasaport kontrolde başlıyor. Siz TAV Passport'a ayrılmış diplomatik pasaportların bölümünden hiç beklemeden geçiyorsunuz. Duty free'de size özel ayrılmış kasada ödemenizi yapabiliyorsunuz. Hatta bazen duty free'de TAV Passport'a özel indirimler de oluyor. Ayrıca CIP lounge'larından da yararlanabiliyorsunuz. Tabii bütün bunların bir de yüklü bedeli var. TAV Passport almak için bin TL ödemek gerekiyor. Bazı kredi kartlarına yüzde 20 indirim de uygulanıyor. Ben almış bulundum, çok sık seyahat edenlere tavsiye ederim.   Neden parklarda sosyalleşme yok?Bayramda yazı aratmayan bir havada İstanbul'da kalmanın en iyi yanı bol bol yürüyüş yapmak. Bir gün Belgrad Ormanı, bir gün Ortaköy-Rumeli Hisarı hattı, bir gün Yıldız Parkı derken günler yürüyüşle geçiyor. Sahilde yürürken konuşuyoruz, "Ne kadar güzel parklar var" diye. Yurt dışına gidince parklara koşanlar, Central Park ve Hyde Park'ı gözünde büyütenler bizde parka gitmeye tenezzül bile etmiyor. Çünkü park kültürümüz yok. Piknik kültürümüzde de hep bir mangal ya da tüp durumu var. Avrasya Maratonu'nda bile köprünün üzerinde tüpünü kurup çayını demleyip zeytinyağlı dolmalarla sofra kuranlara rastladık. Ben maratonda gördüklerimi anlatırken iki teenager çocuğu olan bir arkadaşım "Bakın hiç genç var mı etrafta?" diyor. Gerçekten de herkes orta yaş ve üzeri ya da ellerinden         tutulmuş küçük çocuklar. "Gençler hep       alışveriş merkezlerinde dolaşıyor. Kafelerde oturuyor, sonra da sürekli bir şey almak istiyorlar, tüketim çılgınlığına kapılıyorlar" diyor. Arkasından da ekliyor: "Neden böyle parklarda Starbucks ya da onun gibi gençlerin ilgisini çekecek başka yerlere yer vermezler ki?" Sahi neden?İyi bayramlar!
Milliyet
1,326,443
Yazarlar
Bu haftaki mekanımız, bir İzmir masalı olacak... Kemeraltı gibi, Saat Kulesi gibi, İzmir'in sembolü  haline gelmiş bir "tat", bir mutluluk mekanı... Adı gibi, kendinize minik sevinçler yükleyeceğiniz bir yer burası. Minik tatlar, minik anılar... Şekerleme, çikolata, pasta, börek, kurabiye...  Rize'de Balkaymak işletmelerinde başlayan pastacılık geçmişinin ardından, Sevinç adıyla üretime geçilişi 1953 yılına dayanıyor. Mesleğinin en iyisini yapma sevdasında Kenan ve Şaban Pelit  Kardeşlerin hayali, günümüz kuşaklarınca devam ettirilmekte...    Akademik olarak çok başarılı bir aile. Yeni kuşak aile üyeleri Metin Pelit doktor, Ömer Pelit diş hekimi, Hurşit Pelit mimar ve Sevinç Pelit gıda mühendisi. Sevinç Pastanesi'nin geleneksel lezzetlerden, çağdaş ve modern tatlara uzanan yolculuğunda çağı yakalayan bu genç neslin etkisi çok önemli.Sağlıklı gıda öncelikAiledeki doktorların mevcudiyetinden olsa gerek, Sevinç'te insan sağlığına hassasiyetle özen gösteriliyor. Katkı malzemesi ve yapay koruyucular mutfağın yanından bile geçemiyor. Kullanılan tüm ürünler günlük olmak zorunda.  Ticari açıdan bakıldığında, pek de kârlı sayılamayacak bu yaklaşım için Ömer Pelit, elit insanlara seslenen bir firma işlettiğini, müşterinin kendisinden kalite beklentisi olduğunu vurguluyor. Ulaşmış oldukları standardı asla düşürmeyeceklerini söylerken "Benim müşterim, misafirimdir ve iyi şeyleri hakeder" diyor.Heykel gibi pastalarSevinç'in pastaları, öyle herhangi bir yerde rastlayabileceğiniz türden pastalar değil. Öyle canlı, öyle şık durur ki, yemeye kıyamazsınız. Kızımın at başı şeklindeki doğumgünü pastasının fotoğrafını çekip saklamıştık. Hatta pasta öyle nefis ve hoş çıktı ki, kızım pasta uğruna senede   2-3 kez doğumgünü partisi düzenler oldu... Şef Mehmet Ali Eraslan uzun süre, tıpkı bir heykeltraş gibi pasta şekillendirme üzerine çalışmış ve ekipmanlarını zenginleştirip el becerisini geliştirmiş. Siz  zihninizdekileri söyleyin, pasta size geldiğinde beklentilerinizin çok üzerinde bir görüntüyle karşılaşacaksınız.Başarı... Ama nasıl?Müşterinin kendisini evinde hissetmesini sağlamanın önemine değinen Ömer Pelit, amaçlarının, sundukları her hizmette, "Bu kadarını beklemiyorduk" dedirtmek olduğunu ifade ediyor. Başarı için bir araya gelmesi zaruri olan unsurlar olarak da doğru lokasyon, iyi hizmet ve kaliteli ürünü işaret ediyor.Her adrese Sevinç'ten gidilirAlsancak'ta nereye gidecek olursanız olun, adres tariflerinde hep "Sevinç'e gelmeden sağda, Sevinç'i geçince yan sokak ya da Sevinç'ten biraz ilerde..." gibi saptamalar duyarsınız. Çünkü İzmir'de yaşayıp da Sevinç'i bilmeyen yoktur, çünkü Sevinç İzmir'le bütünleşmiş bir isimdir ve her yer bir şekilde ya Sevinç'ten geçer ya da Sevinç'e çıkar... Hayat yolunuz hep Sevinç'e çıksın, yaşamınız "sevinç"lerle dolsun...Tatmadıysanız mutlaka deneyinBir Sevinç klasiği olan Pavlova, badem kurabiyesi, çikolata kaplı yeşil fıstık, miravan ve elbetteki kestane şekeri tadılmazsa olmazlardan.Sadece pasta ve börek değil, gün içinde deneyebileceğiniz salata çeşitleri de çok leziz; enginar göbeği, soya filizli, bonfileli, tavuklu salatalar; tavuklu, mantarlı, ıspanaklı krepler, soğuk sandviç çeşitleri gerçekten de nefis ve tatmanız gereken lezzetler.Bu haftaki kampanyalar* GAP Kids'de 4 gün için % 20 indirim* Mudo'da kısa günün kârı % 30 indirim* Marks&Spencer: % 20'lik hediye çeki* Kervan'da yeni ürünlere özel fırsatlar* Vakko'da inci etiketliler % 50 indirimli* Banana Republic'te erkek ürünlerine % 50 indirim. Son gün 10 KasımHaberiniz olsun* Sırt ve bel ağrılarından yakınanlar; Demi Moore, Madonna, Al Pacino, Robert De Niro, Sylvester Stallone, Salma Hayek, Heidi Klum, Paris Hilton gibi dünya starlarının tercihi MBT ayakkabıları artık Boyner, Beymen ve Divaresse'de.  * 11 Kasım'a kadar Adım Adım Gelişim Merkezi, Eric Alexandre meditasyon ve kişisel gelişim konferansları düzenliyor.* Mango'da yeni sezon kampanyasında Scarlett Johanson başrolde; ürünler görülmeye değerEğlencede bu geceAlsancak Lavanta Restaurant'ta eğlenceli günler başlıyor. Bu akşam, fasıllı  meyhane gecesi düzenleniyor.
Milliyet
1,339,817
Yazarlar
Her gün birileri birilerini öldürüyor; alacak davası var aralarında, öldür gitsin! Kıskançlık söz konusu, al bir demir eline, parçala kafasını! Yan gözle baktı diye bıçakla, farklı düşünceye sahip diye kurşunla... Yakında nüfus planlamasına gerek kalmayacak, korkarım! Ne yazarsam, ne düşünürsem yetersizdir aslında, konu ciddidir ve konunun ehli kişiler tarafından, mesela sosyologlar, psikologlar, incelenerek tanının konulması ve elbette ki acil olarak çözüm önerilerinde bulunulması gerekmektedir. Çözüm önerilerinin de hızlı bir şekilde uygulamaya geçirilmesi gerekmektedir, tabii ki... Zira, bireysellikten çoktan çıkıp toplumsal bir problem olmuştur! ****** Rahatlıkla sıralanabilecek faktörler var: Cahillik, barbarlık, ekonomik yetersizlik, oturamamış kişilik, özgüven eksikliği gibi... Bu arada şizofreni gibi bazı mental hastalıkları konudan ayrı tutacağım izninizle... Tedavi görenler, bazı gerekçeler nedeniyle tedavisine ara verilenler ya da hastalığı üzerine kondurmayanlar, hatta aile tarafından kondurulmayanlar konu ile ilintilidir ancak farklı bir platformda irdelenmelidir diye düşünmekteyim. ****** Öncelikle şunu belirtmeliyim: “Cahillik" dediğim eğitim ile tam olarak doğru orantılı değildir; laf olsun diye söylemiyorum, gerçekten öyle eğitimsiz eli, yüreği öpülesi insanlar... Eğitimli olup da öyle bilgisiz ve sığ düşünen kişiler tanıdım ki!... ****** Şu bir gerçek: Kaybedecek bir şeyi olmayandan korkmak gerek! Günlük yaşamaya kendini adapte etmeye çalışan her birey “kaybedecek bir şeyi olmayan" sınıfına girer! İşi vardır ama her an işten çıkarılma korkusunu yaşamaktadır; işi vardır ama en ağır işleri en ucuz ücret karşılığında yapmaktadır. İşi vardır lakin üstleri tarafından böcek gibi görülmekte, en ufak bir gerekçede tabanlarının altında ezilmektedir!... ****** Eşi vardır ama aile uygun görmüştür, ya da uygun bulunan eş aile tarafından istenmemiştir... Her iki durumda da cendere içindedir! Çocukları vardır lakin sorumlulukları altında ezilmektedir... Zira, bir taraftan kredi kartı borçlarını düşünmektedir! ****** Kaybedecek çok şeyi var gibi görünen birçok insan günlük yaşamak zorunda kaldığında ve bunu yaşam standardı olarak algılamaya başladığında korkulacak biridir: Her an patlayabilir! Bir başka bomba etkisi yaratan problemimiz de ne konuşmayı ne de tartışmayı bilmememiz! Konuşmak sanılan çoğu kez monologdur, tartışmak ise kavga sanılır! Kavgada ille de bir taraf galip gelmek ister; ya demagoji yapılır bu yüzden, ya da yumruklar havada uçuşur! ****** Bir de güvensizlik meselesi var! Karşısındakini dinlememenin altında biraz da bu yatar! Ne derse desin, dinleyen inanmayacaktır nasıl olsa! Önyargıları ataktadır, “ama" dese karşısındaki, kendini savunuyor sanır! Neden savunuyor, çünkü hatalı der çıkar işin içinden!... Biraz da anlamama durumuna karşı peşin bir karşı duruştur; o yüzden konuşturmak istemez! ****** Özellikle son yıllarda her kesime yansıyan bir güvensizlik hasıl oldu; Ortada görünen bir gerçek var ama “Çamur atıyorlar" deniliyor, “Ama burası da var" deniliyor, “Bu da bir yalan!", “İftira!" diye karşılık buluyor! Gerçekler ve yanıltmalar birbirine karışırken halkın kafası hepten karışıyor! Bir yılda, iki yılda olan bir şey değil, dikkat edin beş yıldan sonra başladı bu durumlar; kimse kimseye güvenmez oldu! Osmanlı'nın son dönemi gibi... Bu güvensizlik öyle bir işler ki beyine, karşısındaki kişi ne derse desin, inanamaz bir türlü! Tabii, bu arada doğru bildikleri ile yanlışları çarpışıyorken ve de yer değiştiriyorken yanlış ile doğrular, beyni allak bullak olan böcek vaziyetindeki adam/kadın sağduyusunu yitirmesin de ne yapsın? ****** Adam karısına sormuyor bile “Aldattın mı?", sorsa ne olacak gerçi: Önyargı hazır: “Yalan söylüyorsun kaltak!" Kimsenin kimseye inanması pek fena bir şey, demek ki herkes ya yalan şeyler söylüyor ya da yalan şeyler söylendiğine tanık oluyor! Ciddi anlamda bu toplumsal bir travmadır! Zira kişiliği oturmuş ve özgüveni yerinde olan insanlar ne yalan söylemeye gerek duyarlar ne de söylenenlere inanmamazlık edecek derecede paranoyak olurlar!... Çözümsüzlük gibi kaygıları da olmaz! ****** Son yıllardaki bu toplumsal travmada hükümetin payının çok olduğunu düşünüyorum, naçizane, lakin hangi sosyolog, psikolog destekler; destekleseler de gözlem olarak sunabilirler, işte orası muğlak! Sunulana nasıl yaklaşır yetkililer? Hoş, seçim öncesindeyiz, azarlanmaz muhtemelen çözüm önerenler... Konu seçim sonrasına bırakılır... Yani, günlük yaşamaya devam! ****** Haberleri okur ve dinlerken vahşetler karşısında “Ahhh" ve “Vahh" ların yanında “Neler oluyor bize?" demeyiniz lütfen! Her susuşumuz, her tepkisizliğimiz, korkumuz bir cana mal oluyor; kişi başı bir kurban neredeyse!..
Milliyet
1,326,445
Yazarlar
günü, Mürselpaşa Bulvarı ile Basmane - 9 Eylül Meydanı girişi ve Fevzipaşa Bulvarı üzerinden Gümrükönü-Mustafa Kemal Sahil Bulvarı geçişindeki trafik sıkışıklığından kaynaklanan şikayetler ile vatandaşların önerisini ise 12 Kasım 2010 Cuma günü bu sütunlarda dile getireceğim.ESHOT'TAN ÖĞRENCİ VE ÖĞRETMENLERE UYARI!Kapatılan kartlardaki bakiyeler iade edilecekİzmir Büyükşehir Belediyesi öğrenci ve öğretmen kartlarına ilk defa bu yıl "Vize" uygulaması getirerek aynı kartların indirimli olarak tekrar kullanımını sağladı. Vize uygulaması ile 2010- 2011 Eğitim ve Öğretim Yılı'nda halen öğrenci ve öğretmen olanlar kartlarını kullanmaya başladılar. Ancak öğrencilikleri ile öğretmenlik görevleri bitenlerin  kartı kullanıma kapatıldı.Dilekçeyle başvurulacakKartları kullanıma kapatılan onlarca okurumuz, kartlarındaki kalan bakiyelerin ne zaman alınacağını yetkililere sormamızı istediler. Biz de ESHOT yetkililerine sorduk. İşte ESHOT'un bu konudaki uyarısı: "Öğrencilik veya öğretmenlik haklarından yararlanamayanların kişiselleştirilmiş öğrenci veya öğretmen kartları kullanıma kapatılacaktır. Kart içinde kalan bakiyenin iade edilmesi ile ilgili olarak ESHOT Genel Müdürlüğü'ne müracaat edilmesi gerekmektedir. Müracaattan sonra gerekli incelemeler yapılacak ve bakiyeleriniz 'Konak Kart Değişim Merkezi'nde (Büyükşehir Belediye Binası Altı) müracaat sahiplerinin getireceği başka bir karta yüklenecektir. Karta bakiye yüklemesi yapılabilmesi için kimlikle gelinmesi rica olunur. Ayrıca bunlar web sayfamızın www.eshot.gov.tr duyurular kısmında da yer almaktadır."İŞTE ÖRNEK DİLEKÇEESHOT GENEL MÜDÜRLÜĞÜNE  İZMİR   İdarenizden almış olduğum................... .................... alias numaralı kişiselleştirilmiş öğretmen-öğrenci kartımın kapatılmasında dolayı içindeki bakiyenin başka bir karta aktarılması hususunu arz ederim.                                     .../.../2010T.C. No:                   Adı SoyadıTelefon No:                İmza  Adres:86 hatlı otobüsümüzü istiyoruzBu istek Balçovalı vatandaşlarımızdan geldi. 86 Balçova -Halkapınar hatlı otobüsün kaldırılmamasını isteyen Balçovalılar adına arayan Ali Yumuşaker, "Bu otobüs Balçova'dan Üçkuyular'a, oradan İnönü Caddesi ve Hatay Caddesi üzerinden İkiçeşmelik yoluyla Montrö, Alsancak ve oradan da Halkapınar'a giderek bizlerin işlerimize, çocuklarımızın da bu hat üzerindeki okullarına gitmelerine yarıyordu. Bunun dışında Gaziemir'e giden ve özellikle Yeşilyurt Atatürk Eğitim Hastanesi için kullandığımız direk hattın iptal edildiği belirtiliyor. Halkapınar'a gitmek için sadece Mustafa Kemal Sahil Bulvarı'ndan geçen 169 hatlı otobüs kaldı. Bu da hiçbir işimize yaramıyor. Balçovalılar olarak iptal edilen hatlarımızın iadesini istiyoruz" diyor.Ulaşım sıkıntısı çekiyoruzBu şikayet Kadifekale'den Uzundere'deki TOKİ Evleri'ne taşınan okurlarımızdan geldi. Uzundere TOKİ Evleri sakinleri adına arayan Hasan Avcı, "Limontepe üzerinden Fahrettin Altay'a, oradan da Konak'a gidiyoruz. Ancak, diğer yerlere gidemiyoruz. Burada yaşlı insanlar oturuyor ve bu ulaşım uygulaması da onları zorluyor. Sabah ve akşamları eziyet çekiyoruz" diye dert yandı.Sağlık merkezimizin çevresinde yol yokÖrnekköy'den arayan okurlarımız, "Örnekköy Zübeyde Hanım 9 nolu Aile Sağlık Merkezi'nin  bulunduğu binanın çevresinde yol çalışmaları ne zaman başlayacak? Bu binanın çevresinde yol çalışması ve asfaltlama yapılmadığı için hastalar yağmurlu havalarda çok zor durumda kalıyorlar. Özellikle engelli ve çocuk arabalı aileler sağlık ocağına   gelirken zorluk çekiyorlar" diyor.Varyant'ta çirkinlik görülmüyor mu?Varyant'taki çöp ve molozlar ile yıkık dökük binalırı kimse görmüyor mu? Bu kenti yönetenler Varyant'tan geçmiyorlar mı? Seramik Sanatçısı Ümran Baradan'ın bağışladığı binanın yanındaki Ocak İş Hanı'nın arka tarafı ile Gold Dolmak Gıda'ya ait binanın önü çöp ve molozlarla dolu. Ayrıca yıkık dökük evler ve yol kenarındaki duvarlar Konak girişine hiç yakışmıyor.  Sibel Kurtuluş FUTBOLSEVERLER ŞİKAYETÇİKorsanlara neden göz yumuluyor?Bu şikayet Alsancak Stadyumu'na futbol maçı seyretmeye ve özellikle takımlarına destek olmaya gelen okurlarımızdan geldi. Futbolseverler, stad çevresindeki sokaklarda türeyen "Korsan" otoparkçılardan dert yandılar, bakın ne dediler: "Alsancak Stadyumu'na  geldiğimize bin pişman oluyoruz. Neden mi? Araçlarımızla geldiğimizde arka sokaklara aracımızı park ederken 'Değnekçi' diye tabir edilen korsan otoparkçılar hemen tepemize dikiliyorlar. Para verseniz bir türlü, vermeseniz iki türlü. Polise şikayet ettiğimizde, 'Belediyeye bildirin' diyorlar. Belediye yetkilileri ise topu polise atıyor. Nerede bu devlet?"SORUNUNA SAHİP ÇIKSokağınızdaki, mahallenizdeki, kentinizdeki aksaklıkları ve yaşamınızda karşılaştığınız sorunları sorumlulara duyurmak, şikayetlerinizi onlara iletmek ve çözüm bulmalarını sağlamak istiyorsanız, 0555 253 52 52 numaralı telefonumu 24 saat arayabilir; ayrıca kemal.onderoglu@hotmail.com elektronik posta adresime iletebilirsiniz.
Milliyet
1,326,450
Yazarlar
Bir heyecan, bir telaş, binlerce satır yazı, yorum, tahmin...  Ne o?CHP'de hadise var!Ne zaman olmadı ki? Biz görmekten, işitmekten, yazmaktan bıktık; Egelinin dediği gibi:"Yetti gayri!"Çoğunuzun babasının bile doğmadığı, 1956'dan beri CHP'nin kavgasının kâh içindeyiz, kâh dışarıdan seyredebilenlerdeniz.Ecevit demişti ki: "Asıl mücadele içe dönüktür."Doğrudur, CHP bu mücadeleyi dışa dönük yapsaydı, kim bilir nerelerde olurdu.Bir kere oldu, Ecevit'li CHP yüzde 42 oy aldığı seçim öncesi, iç mücadeleyi bırakmış "Toprak işleyenin, su kullananın" diyerek "Ne ezen, ne ezilen, insanca hakça bir düzen!" diyerek dışta mücadele etmiş, tarihinin en büyük oy patlamasını yapmıştı. * * *Nedir bu CHP'deki kavganın iç yüzü..."Ortanın solu"yla başlayıp Ecevit'le son bulan hareket dışında, hep koltuk kavgasıdır, fikir, sistem, ideoloji kavgası değil. Şöyle bir belleğinizi yoklayın, yeni yetmeler ne kadar heyecanlansalar da, tarih ortadadır. * * *Nihat Erim, Recep Peker, Kasım Gülek, Kemal Satır, Turhan Feyzioğlu, Deniz Baykal, Erdal İnönü...Ve tabii İsmet İnönü.Bu insanlar, bir ideolojik görüş farklılığı yüzünden mi birbirleriyle mücadele ettiler?Hayır!Ecevit hariç!Ona bile bir ideolojinin adamıydı diyebilir misiniz?Diyemezsiniz!İsveç benzeri, sosyal demokrasiden esinlenmiştir, o kadar...* * *Bir gerçeğin daha altını çizmek gerek...CHP, 1950'den bu yana -Ecevit dönemi dışında- hiçbir seçimi kazanamamıştır. Bu da tarihin bir gerçeğidir. Türk halkının yüzde yetmişi sağdadır, yüzde otuzu soldadır. * * *Bir düşünün, 1923'te "Cumhuriyet mi, şeriat mı?" diye iki sandık konulsa, hangisi dolup taşardı?Biz, iyi ki iki sandık konulmadı, diyenlerdeniz. Bugünün demokratları da buna şükretmelidirler. Çünkü onlar da böyle kurulan "Cumhuriyet" sayesinde bülbül gibi şakıyorlar. * * *CHP'deki bugünkü kavga ne olur?Şimdiye kadar ne olmuşsa, o olur. CHP, ne kadar yara alırsa alsın, hasar görürse görsün, surları delenler içeriye sızsınlar, laikliğin kalesidir. Diğer kalelerin hali ortada, üniversite, askeri yargı...Bir CHP kaldı, onu ele geçirmeye çalışıyorlar, üstelik birileri de akıl hocalığına soyunmuşsa..."Şöyle ol, böyle ol, hizaya gel!" diyerek...Son referandumda çıkan yüzde 42 oyun nereden, kimlerden geldiği belli değil mi?Ağırlık CHP oylarında...Sayın Tayyip Erdoğan'a "Nereden geliyor bu hayır oyları?" dedirten CHP'dir.Evet, yıkıktır, döküktür, yaralıdır, hasarlıdır, lakin CHP yine "Yaşamı değiştirecekler!" endişesi taşıyanların son kalesidir.
Milliyet
1,324,174
Yazarlar
Basite indirgeyerek diyebiliriz ki:  Bizim Kürt sorunu neyse, Kuzey İrlanda sorunu da odur; bizde PKK neyse, IRA da odur. Protestan İngilizler, Katolik Kuzey İrlandalıları bir zamanlar eşit vatandaş gibi görmüyorlardı.Katolikleri sürekli baskı altında yaşatıyorlar, onlardan doğru dürüst aş ve işi de esirgiyorlardı.IRA, Kuzey İrlandalılara reva görülen bu adaletsizliğin bir ürünü olarak tarih sahnesine çıktı.Yeraltında silahlı mücadeleye başladı, Londra'daki Britanya hükümetlerine karşı. Şiddet ve terörü kendi siyasetine araç yaptı.Yıllar böyle geçti.IRA'nın otuz yıllık kanlı eylemlerinde yaşamını kaybedenlerin sayısı 1800... Bu kanlı süreçte, IRA'nın siyasal kolu olarak Sinn Fein adını taşıyan bir de parti çıktı siyaset sahnesine.Lideri Gerry Adams'dı. Babası 17 yaşında IRA'ya katılmış, hapse düşmüştü. Gerry Adams da babasının yolundan gitti.IRA'ya girdi, tutuklandı, işkenceye uğradı. İngiliz televizyonlarında sesi ve görüntüsü yasaklandı, bir terörist olduğu gerekçesiyle...Gerry Adams, 1983'de IRA'nın siyasal kolu Sinn Fein'in başına geçti. 1980'li yıllarda silahla alınabilecek yolun artık tıkandığını, halkın çatışmalı yıllardan usandığını görmeye başladı.Ve Sinn Fein'in lideri olarak 1990'ların başında Britanya hükümetiyle gizli görüşmeleri başlattı.Kuzey İrlanda sorununun şiddetle bağını koparacak ve silahları toprağa gömecek olan bu on yıllık sancılı çözüm sürecinde, Britanya Başbakanı Tony Blair'le birlikte barışın mimarı olarak tarihe geçti.   Gerry Adams diyor ki:"Barış ancak risk alabilen siyasal liderlerle gelir!"Gerry Adams bu sözü Radikal'den Ezgi Başaran'a söylüyor.1990'larda Kuzey İrlanda sorununu çözmek ve barışı getirmek için bir tarafta IRA ve Sinn Fein liderleri, diğer yanda Başbakan Blair siyasal risk aldılar.Bu arada Britanya'da muhafazakar muhalefet, süreci baltalamadı, istismar etmedi, sessiz kaldı. Böylece barış süreci bir bakıma partilerüstü bir konu olarak tutuldu.Ezgi Başaran'ın dünkü Radikal'da yayımlanan güzel röportajında Sinn Fein liderinin altı çizilmesi gereken bir tespiti daha var.Demiş ki:"Askeri bir kördüğüm vardı. Yani ne IRA İngiliz ordusunu, ne de İngiliz ordusu IRA'yı yenebiliyordu. Savaşın en büyük tehlikelerinden biri, savaşanların anlık eylemlere takılması, bir adım geri çekilip büyük resmi görememeleridir. Bugün bile İngiliz istihbaratıyla ordusunda barış sürecine karşı güçler mevcut. Başbakan Blair onlardan farklı düşünebildiği ve şiddeti bitirebileceğine inandığı için zor olanı başardı."Gerry Adams'ın askeri kördüğüm diye tarif ettiği bu nokta bana Murat Karayılan'ın yine Radikal'den Ertuğrul Mavioğlu'na geçen ay Kandil'de yaptığı açıklamayı anımsattı:"Devlet bizi yenemeyecek. Ama biz de devleti yenemeyeceğimizi anladık."(Radikal, 28 Ekim 2010)Ezgi Başaran, Gerry Adams'a sormuş:"Teröristlerle masaya oturmayız diyen bir devleti anlayabilir misiniz?""Hayır anlamam. Arka kapılar bulunur, gizli görüşmeler yapılır. Dünyanın her yerinde olmuştur. Bizde de böyle oldu. Devletler öyle söyler ama... Kamuya kapalı gayri resmi kanallarda görüşmeler yapılır. Niye böyle derler peki? Zayıf görünmekten korktukları için...""Otuz yıl süren savaşta en büyük hata neydi?"Gerry Adams'ın yanıtı:"Siyasetçilerin 1970'de sorunu askere emanet etmeye karar vermeleridir, en büyük hata. Siyasal sorunlar siyasal çözümler gerektirir. Bundan kaçmak savaşa ortak olmaktır.""Türkiye örneğinde ne düşünüyorsunuz?""Taraflar arasında diyalog olmazsa savaşın devam edip gideceğini gören cesur bir lider gerekiyor. Ön şartlarla sadece zaman kaybediliyor, kan akmaya devam ediyor.""Siz bir zamanlar IRA'nın şiddet eylemlerini, İngiliz askerlerinin öldürülmesini desteklediniz. Böyle bir öfkeden nasıl kurtulur bir insan?""IRA'nın silah kullanmasını desteklediğim zaman orta yerde başka bir seçenek yoktu. Ama on yıldan fazla zamandan beri, 'Şiddet dışında bir seçenek vardır' diyorum. Bu seçeneğin yaratılması için de canımı dişime taktım. Hatta hapse düştüğümde bana işkence yapan askerlerden biriyle karşılaştım bir gün. Benden özür diledi, ben de onu affettim."Türkiye'de barış isteyenlerin, genç meslektaşım Ezgi Başaran'ın dünkü Radikal'de çıkan Gerry Adams mülakatını dikkatle okumalarını tavsiye ediyorum.
Milliyet
1,346,003
Yazarlar
Tepkiler üzerine 'ye gelmekten vazgeçen Nobel Ödüllü V.S. Naipaul daha 4 ay önce 'da bir panele katıldı. Yazar Naipaul'u 'istemeyenler' o zaman eleştiride bulunmamıştı Nobel Ödüllü yazar V.S. Naipaul İstanbul'da düzenlenen 'İstancool' etkinliğine katılmıştı. 2010 Ajansı'nın temmuz ayında düzenlediği panele katılan Naipaul, kitabından okumalar yapmıştı. Trinidad asıllı İngiliz yazar V. S. Naipaul'ün İstanbul'a davet edilmesi üzerine günlerdir süren tartışmaların sonunda beklenen oldu: Nobelli yazar gelmekten vazgeçti. Günlerdir "Naipaul Türkiye'ye gelmesin, aynı masada oturmayalım, aydınlar uyuyor mu" diyen, 2010 Kültür Başkenti Ajansı'nı Naipaul gibi bir "paraziti" davet etmekle suçlayanların farkında olmadığı şu: Yazar, temmuz ayında İstanbul'a bir başka kültür etkinliği için davet edilmişti. İstancool'da aralarında Hanif Kureshi, Gore Vidal gibi uluslararası şöhrete sahip edebiyatçıların, , Serdar Gülgün gibi Türk yazarların da bulunduğu panelde kitabından okumalar yapmıştı. Üstelik bu etkinliği de 2010 Ajansı üstlenmişti... Sözleri sıkıntı yaratmadı Naipaul "A Writer's People: Ways of Looking and Feeling" adlı kitabından okumalar yaptı, Genel Yayın Yönetmeni Franca Sozzani sorular yöneltti. Söylediği hiçbir söz sıkıntı yaratmadı. Adam geldiği gibi sessiz sedasız gitti. Pek seçkin, dünyayı takip eden yazarlarımızın haberi olmadı! Anlayacağınız, yine Türkiye'ye has bir kara mizahla karşı karşıyayız. "Müslüman hassasiyetiyle" saldıran, "İyi ki Naipaul gelmedi" diyenlerin şu sorulara ne cevap vereceğini merak ediyorum: 1. Naipaul, adı "İstancool" olan bir etkinliğe davet edilince umursanmıyor da Avrupa Yazarlar Birliği toplantısına davet edilmesi mi sorun oluyor? 2. Belli ki Naipaul'ün önceki gelişini atlamış. Peki kıyamet mi kopmuş? Yoksa asıl mesele, birilerinin hedef göstermesi mi?  3. Her iki etkinlik de Avrupa Kültür Başkenti sponsorluğunda yapıldığına göre, beş ayda ne değişti? Yazarların ortamı germesi için yaz tatilinden çıkması mı gerekti? 4. İstancool'da yazarın karısı Nadira Naipaul ile "Doğulu (Müslüman) bir ülkede yazar olmak" konusunda aynı panelde konuşan edebiyatçı ve HT yazarı Elif Şafak, neden şimdiye kadar sesini çıkarmadı? "Durun bir dakika" demesi gerekmez miydi? 5. üyesiyiz... AB'ye girmeye hevesliyiz... kalkanlarına "okey" veriyoruz. ile ittifakı pek önemsiyoruz. Ama mesele, fikirlerine katılmadığımız bir yazarın davet edilmesine gelince "vay emperyalizmin uşağı" diye aslan kesiliyoruz. Bu nasıl bir çifte standarttır? 6. Her şeyden önemlisi... Bir yazarın "Müslümanlara hakaret etti" iddiasıyla suçlanıp, ülkeye gelmekten vazgeçecek noktaya getirilmesi, hangi hoşgörü, demokrasi kültürü veya standardına sığar? "Ne olursan ol gel" mi dediniz? Tabii, tabii...    PARAZİT DEMEMİŞ Hilmi Yavuz dedi diye doğru kabul ettik. Aslında V. S. Naipaul, doğrudan "Müslümanlar parazittir" dememiş. Yani muhafazakâr-milliyetçi basının üzerine atladığı ve pompaladığı "parazit" sıfatının aslı yok. Yazarın "parazit" deyimini açıkça kullandığı yerler şöyle: 1. Naipaul, olmayan Müslüman ülkeleri gezip bu ülkelerdeki İslami köktencilik için "parazit" demiş. Ayrıca Bülent Somay'ın Soruyor'da belirttiği gibi, "Müslümanlığa hakaret" ile "Müslümanlara hakaret" ayrı şeyler. Bir grup Müslüman için parazit ifadesini kullanması daha da ayrı. 2. 'de "council estate" denen, devlet tarafından orta ve alt gelir gruplarına tahsis edilen konutların sisteme bir parazit gibi eklendiğini 'ye 2004 yılında verdiği bir röportajda söylemiş. Yani, Naipaul için İngiliz alt sınıfları parazittir. Bu da bize dert oldu, hadi neyse... 3. The 'ta 2005 yılında ", ve " hakkında verdiği söyleşide, "İnanç için kendini aktif hayattan soyutlayan, dünyanın geri kalanından uzak yaşayanların hangi derecede aslında bu dünyayla parazit bir ilişkisi olduğunu sorguladım" diyor. Sesli versiyonunu kendiniz dinleyin: http://www.nytimes.com/audiopages/2005/08/07/books/20050807_AUDIO_NAIPAUL2.html Naipaul ırkçı, kadın düşmanı, üçüncü dünya ülkelerinden nefret ediyor, milliyetçisi, kibirli, sömürge aydını vs. vs. diye topa tutuluyor... Kişiliğini, fikirlerini tartışmak ayrı mevzu! Ancak Müslümanlık üzerinden yargılamadan önce bari doğru kaynak kullanalım. İsmet Özel'den Hilmi Yavuz'a eleştiri: 'Bir yerden emir alıyor!' NTV'de önceki gece yayınlanan programa Yazar-Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Bülent Somay, Yazar Hilmi Yavuz, Milliyet yazarı Mehveş Evin, Yazar ve Şair İsmet Özel katıldı. Özel ile Yavuz arasındaki polemik özetle şöyle: Özel: Hilmi Yavuz bence emir aldığı bir yerlerden gündemi saptırmak üzere bir problem çıkardı. Yavuz: İsmet Bey bunu daha önce de söylemişti. Ben kendisini ispata davet etmiştim ama bu kara çalmaları yapıyor ama ispata gelince yapamıyor... Ben Naipaul'u bilmeyen bir Türk entelijensiyasına bu adamı olduğunu söyleme çalışıyorum. Bir sömürge aydını olduğunu söylemeye çalışıyorum. Naipaul'un değil benim çarmıha gerilmeme geldi durum. Naipaul gelecekti biz Müslümanlardan ne istiyorsunuz diye soracaktık o da bizi kastetmiyor İranlı geri zekalıları kast ediyormuş diye el sıkışarak ayrılacaklardı. Özel: Şu anda Hilmi Yavuz'un emir aldığı çevreler Müslümanlardan yana insanlar olduğu izlenimini vermek isteyen çevrelerdir.  İslam dünyasına büyük bir saldırı vuku bulmuştur bu Naipaul'la filan idare edilmeye çalışılıyor. Yavuz: Zavallı. Özel: Birileri yavuz hırsız pozisyonundalar ve ev sahibi bastırmış haldeler zaten ismiyle de müsemma. Yavuz:  İsmet Bey benim sanki Müslüman'mış gibi görünen ama Müslümanlara karşı temelde birtakım komplolar ya da entrikalar içinde olan insanların sözcülüğünü yaptığım gibi bir iddiası varsa bu iddiayı ispatla mükelleftir. Özel: Ben öncelikle neyi ispat edeceğim Türkiye'de çok yaygın olan bir söz var rüşvetin belgesi olmaz.
Milliyet
1,345,005
Yazarlar
Yaldızların altındaki imitasyon hayat Her yeni çıkan Dot oyununu ilk haftası içinde görmeyi neredeyse prensip haline getirmiş biri olarak, nedense 'Malafa'ya gitmem biraz gecikti. Sezon sonunda İstanbul Tiyatro Festivali'nde oynadıklarından beri aklımdaydı oysa.Bunu diğer Dot oyunlarından da daha fazla merak etmemin sebebi, zaman zaman İngiltere'den ithal tiyatro yapmakla suçlanan topluluğun bir yerli yazarla buluşmasından duyduğum heyecandı. Çünkü 'Malafa', 'Kinyas ve Kayra', 'Ziyan', 'Piç', 'Zargana' gibi kitaplarıyla fanatik bir okur kitlesine sahip olan Hakan Günday'ın 2005'te yayımlanan romanından kendi uyarladığı bir oyundu. Ve tam tahmin ettiğim gibi Dot ekibine bir eldiven gibi uymuştu. Oyun, Antalya'daki dev bir kuyumcuda geçiyor, Topaz'da. Ağzı fazlasıyla laf yapan, becerikli tezgahtarların gelen turistleri soyup soğana çevirdiği, kapısından girenin tokatlanmadan çıkamadığı bir yer işte. Aslında tamamen kendi anayasası olan, satış için her yolun mübah olduğu başlıbaşına bir dünya. Hatta lisanı bile başka... Satıcılar karşılarındaki müşteriyi kazıklarken kendi aralarında özel terimler kullanıyorlar, 'tezgaha getirilen' kaz uyanmasın diye belki...Kandırılmaya hazır olunMurat Daltaban'ın sahneye koyduğu oyunun, Dot seyircilerinin artık çok yakından bildiği bir genç oyuncu kadrosu var. Aslında çoğu artık dizilerin de tanınan yüzleri haline geldiler. Satıcılarımız, müthiş enerjileriyle izleyenin başını döndüren Tuğrul Tülek, Rıza Kocaoğlu, Cemil Büyükdöğerli ve Berrak Kuş. Yolunmakta olan kaz grubumuz ise İbrahim Selim, Emel Çölgeçen, Elvin Aydoğdu, Mert Can Sevimli, Onur Öztay, Pınar Töre ve Yusuf Akgün'den oluşuyor. Dot'un Mısır Apartmanı'ndaki salonuna girip yerinize oturduğunuz anda, siz de artık o 'kaz'lardan birisiniz, hayırlı olsun. O cilalı, pırıltılı şovu izlemeye, katılmaya, kandırılmaya hazır olun. Gözünüzü boyayanlar çok mahir oyuncular, o nedenle 'acımayacak'tır canınız. Muhtemelen çok gülüp çok eğlendikten sonra, aslında neye güldüğünüzü, Topaz'ın sahiden kendi yaşadığınızdan yıldızlar kadar uzak bir başka gezegen olup olmadığını düşünmeye gelecek sıra. Dot'un hep yaptığı bu zaten. Çoğunlukla müthiş bir tempoyla işleyen, seyir keyfini artıran bir gerilimi ve mizahı olan bir oyun izliyorsunuz, 'eğlendiğiniz' 1-2 saat geçiriyorsunuz, çıkıp da kendinizle başbaşa kaldığınızda sizi rahatsız etmeye başlıyor izlediğiniz şey. 'Malafa'da, göz boyayan 'yaldızları kazıyınca' altından çıkacak imitasyon hayatla yüzleştiriyor seyirciyi, balona bir iğne daha batırıyor. Ama dediğim gibi, en azından acıtmadan yapıyor bunu, eli hafif. Bir de üstelik 'eden buluyor' bu kez.
Milliyet
1,346,026
Yazarlar
Bugün planlarımızı uygulamak-ta daha dikkatli olmalıyız. ... - R.Hakan Kırkoğlu R.Hakan Kırkoğlu Astroloji tüyoları GÖRÜŞ AYRILIKLARINA DiKKAT Bugün planlarımızı uygulamak-ta daha dikkatli olmalıyız. Ortaklaşa konular üzerinde yeni bir denge kurabiliriz. Ayrıca eve ve aileye ait gelişmeler bizi daha fazla meşgul edecek gibi gözüküyor. Aşırı duygusallaşmadan, hemen savunmaya geçmeden hareket etmek lazım. Günün geç saatlerinde kendimizi daha şanslı bulabiliriz.  Büyük adımlardan kaçınmak gerek. Tam olarak elimizde olmayan nedenler yüzünden düşüncelerimiz başarısızlığa uğrayabilir. Özellikle ziyaret, yolculuklar ve içerisinde yabancıların olduğu durumlarda bazı engelleri aşmak gerekiyor. Düşüncelerimizi, inançlarımızı abartmamalı, ayaklarımızı yere daha sağlam basmaya bakmalıyız.
Milliyet
1,324,163
Yazarlar
Geçen Mart ayı sonunda.. CHP Kurultayı'na 1.5 ay kala İstanbul'da bir lokantada Gürsel Tekin ve Kemal Kılıçdaroğlu ile sohbet ediyorduk... Söz arasında Kemal Bey'e neden liderliğe adaylığını koymadığını sorduk. Kılıçdaroğlu mevcut yönetimin kendisine kesinlikle geçit vermeyeceğini anlattı. "Kimden söz ediyorsunuz Önder Sav'dan mı?" sorumuza kısa ve net şekilde "evet" dedi. Peki bu yapı değişecek miydi? Öyle umuyordu... Deniz Baykal'ın Kurultay'da yeni tüzüğü uygulamaya koyarak Önder Sav'ın gücünü kıracağını düşünüyordu.Gün oldu devran döndü... Baykal bir kaset komplosuna kurban gitti. Kılıçdaroğlu'nun liderlik yolunda en büyük engel gördüğü Önder Sav, onu elinden tuttu (mecburen) genel başkanlığa getiriverdi.Kaset komplosunu yapanların CHP'yi çökertmeyi planladığını ama hesabın tutmadığını yazdık ilk günlerde. Kılıçdaroğlu müthiş bir halk desteği yakalamış partiyi iktidar yolunda eskisinden güçlü duruma getirmişti. Bugün ise partinin aniden üçe bölündüğünü, komplonun pekâlâ zafere ulaştığını görüyoruz. Gelinen nokta bir bölünmenin başlangıcı. Kemal Bey'in şimdi yeni bir ekibi var. Bu ekip Kemal Kılıçdaroğlu'nun son aylarda verdiği mesajlarla bulanık bir şekle dönüşen parti çizgisini yeniden netleştirebilecek mi? Yeni bir kurultaya gidilecek mi? Çoğunluğu Önder Sav'a bağlı delegelerin oluşturduğu bir kurultaydan Kemal Kılıçdaroğlu ve kadrosu galip  çıkabilir mi? Pek çok soru işareti var gündemde... Komplonun başarısı sonucu her şey ve herkes yine AKP'ye çalışıyor. Türkiye'yi yine çok zor günler bekliyor. Abdullah Gül, "Umarım eylemsizlik kararı sürekli olur" demiş.Taviz sürekli olursa eylemsizlik neden sürekli olmasın ki?F. FidanTaksim bombacısı Kandil'den gelmiş.Yoksa kendisini törenle karşılamadılar diye mi bozuldu!* * *Karikatürist Salih Memecan, Kılıçdaroğlu'na dansöz kıyafeti giydirip  hakaret etmiş.İnsan arkasını sağlam yere dayayınca ne kadar özgür oluyor görüyorsunuz...Haldun Ertem Gül de sıkıntıda!2011 bütçesi Meclis Plan Bütçe Komisyonu'nda görüşülürken Cumhurbaşkanlığı bütçesi ele alındı. Görüşme tamamlanmak üzereyken son anda AKP'lilerin imzasıyla bir önerge verildi başkanlığa... Önerge Cumhurbaşkanlığı bütçesinde toplam 10 bin 200 liralık ek artış öngörüyordu. Yıllık 10 bin 200 liranın Cumhurbaşkanı'nın aylık net maaşına sağlayacağı ek artış 600 lira kadar birşeydi. CHP Milletvekili Harun Öztürk duruma hüzünlenerek bize dedi ki:- Koskoca Cumhurbaşkanı'nın bunun için önerge verdirmesini inanın çok yadırgadım...Gerçekten yadırgatıcı... Demek Gül ailesi de sıkıntıda... Yoksa 600 liranın hesabını yaparlar mı? Emir ve demir...Cumhuriyet Bayramı resepsiyonu sonrası bazı gazetelerde ve siyasette TSK komuta kademesinin resepsiyona katılmaması tartışılıyor. Bu tavır AKP çevrelerince "itaatsizlik" olarak niteleniyor. Okurumuz Metin Tekmen diyor ki:"TSK İç Hizmet Kanununun 8'nci maddesinde EMİR açıklanmıştır. Emir; Hizmete ait bir talep veya yasağın sözle,yazı ile ve sair suretle ifadesidir. Emir hizmete müteallik olmalıdır. Resepsiyonun hizmetle bir ilişkisi var mı ?"Bu konuda TSK'nin de bir açıklama yapması gerekir. Neden yapılmıyor? Cevap ve Düzeltme Milliyet Gazetesi'nin 10/06/2010 tarihli nüshasında yayınlanan Melih Aşık'a ait köşede "Mucize İhaleler" başlıklı yazıda kuruluşumuzca yapılan ihaleler ve işlemlerde usulsüzlük olduğu belirtilmektedir.Kuruluşumuzca 05/05/2009 günü 4734 sayılı yasaya göre yapılan hybridmail ihalesinde 12 firma ihale dokümanı almıştır.İhaleye Meteksan,Hobim, Provus, Data Teknik ve Sentim AŞ olmak üzere 5 firma teklif vermiştir. İkinci sırada teklif veren Hobim AŞ, belgelerindeki eksiklikler nedeniyle değerlendirme dışı bırakılmıştır. Tüm belgeleri ihale mevzuatına uygun olan 4 firmanın ihale dokümanlarının incelenmesi neticesinde, İdari Şartnameye göre; en avantajlı teklifin en düşük fiyat esasına göre belirleneceği esasından hareketle ihale, en avantajlı teklif sahibi Data Teknik A.Ş. üzerine kalmıştır.Mevzuat çerçevesinde kurulan, ihaleye katılma yeterliliğine sahip ve teklif dosyası şartnameye uygun olan tüm istekli firmalar ihaleye katılabileceği gibi ihaleyi de alabilir.Dinamik bilişim A.Ş. ihaleye teklif vermemiştir. Öte yandan, Data teknik tarafından, ihale konusu işin alt yüklenicilere yaptırılması söz konusu değildir.  Kargoda yapılan atılımlar kargo trafiğini arttırdığından, APİM binasında kargoya ayrılan 1700 m2'lik alanın yetersiz kalması nedeniyle Türksat A. Ş.'den 5000 m2 yer kiralanmıştır.Boşaltılan bu alan, işin niteliği ve şartname PTT işlerinde kurulması gereken baskı merkezleri için firmaya yer temin edilmesi zorunluluğundan hareketle hybidmail servisinin kullanımına bırakılmıştır.M. Süreyya Hallı           Osman TuralI. Hukuk Müşaviri       Yönetim Kurulu Başkanı
Milliyet
1,326,431
Yazarlar
TÜRK- Yunan sınırında şu sırada ilk kez bir AB güvenlik gücü görev yapıyor.  AB'nin sınır güvenliğinden sorumlu "Frontex"e bağlı 24 ülkeye mensup 175 kişilik bir birlik geçen salı gününden itibaren, Yunanistan'ın Meriç Nehri bölgesinde konuşlanmaya başladı. Modern teçhizatla donatılmış olan bu "müdahale gücü"nün görevi Türkiye'den Yunanistan'a girmeye çalışan kaçak yabancı göçmenlere karşı bir nevi "kalkan" kurmaktır. AB kaynaklarına göre, çoğu Afganistan, Pakistan, Irak ve diğer Ortadoğu ülkelerinden Türkiye yolu ile Yunanistan'a kaçak girmeye çalışan göçmenlerin sayısı 40 bini buluyor. Bunların büyük kısmı Türkiye'yi bir transit ülkesi olarak kullanıyor. Yani amaçları Yunanistan'a geçmek, oradan da Avrupa ülkelerinin birine gidip yerleşmektir. Bunun için göçmenler, kaçakçı şebekelerinin organize ettiği yollardan, önce Türkiye'ye gelmekte, sonra karadan veya denizden Yunanistan'a geçmektedir. Derme çatma teknelerle yapılan deniz yolculuğu çok kez dramla sonuçlanmaktadır. Son zamanlarda büyük kaçak göçmen akını, Meriç bölgesinden gerçekleşmektedir. Yetkililer bu yoldan Yunanistan'a günde 200-300 kişinin geçmekte olduğunu söylüyorlar...Caydırıcı güçBu göçmenlerden hangilerinin "siyasi mülteci" statüsüne gireceğini belirlemek, diğerlerinin kendi ülkelerine nasıl iade edileceklerine karar vermek ve bu arada onlara geçici barınma olanaklarını sağlamak, çok karmaşık ve zor bir iş.Bu insani sorun, Türkiye ile Yunanistan arasında da bir uyuşmazlık konusu oluyor. Atina Türkiye'nin kaçak geçişleri önlemesi için daha etkin önlemler almasını istiyor. Ankara bu geçişlerin her zaman engellenemediğini söylüyor. Son zamanlarda yasadışı göç hareketi öyle büyük boyutlar aldı ki, AB de devreye girmek zorunda kaldı. Zira kaçaklar Yunanistan'a girdikten sonra bu ülkeyi de Avrupa'ya göç etmek için bir transit yolu olarak kullanmakta, yani sonuçta Avrupalılar Asyalı, Ortadoğulu ve Afrikalı kaçak göçmenlerin akınına uğramaktadır. Nitekim son zamanlarda Avrupa ülkelerine yasadışı giren yabancı göçmenlerin yüzde 90'ının Türkiye-Yunanistan yolunu kullandığı belirlenmiştir. AB'nin şimdi Yunanistan'ın isteği üzerine, Türk-Yunan sınırına bir müdahale gücü yerleştirmesi bu sorunu ne ölçüde çözer?AB yetkilileri, böyle bir "kalkan"ın kurulmasının Türk-Yunan kara sınırını kullanan yasadışı göçmenler ve bu pis işleri organize eden kaçakçılar için "caydırıcı" bir etki yapacağını söylüyorlar. Yani bu göçmen akınını bir hayli azalacağını ümit ediyorlar. Ama genelde bu yoldan kaçak geçenler olacak tabii. AB müdahale gücünün yakaladığı kaçakları Yunan makamlarına mı teslim edeceği, yoksa onları Türkiye'ye mi veya kendi ülkelerine mi iade edeceği pek açık değil. "Kalkan"ın Türkiye'yi de kaçak göçe karşı ne kadar koruyacağı da soru işareti...Anlaşma çabasıTürkiye kaçak konusunda bir süredir hem Yunanistan'la, hem de AB ile konuşuyor. Başbakan Erdoğan'ın son olarak Atina'da Başbakan Papandreu ile buluşmasında, bu mesele de tartışıldı. Ancak somut olarak hangi sonuca varıldığı (veya varılıp varılmadığı) belli değil. Türkiye AB yetkilileriyle de kaçak göçmenlerin iadesi ile ilgili bir anlaşma için görüşmeleri sürdürüyor. Türkiye konuyu tartışırken, AB'nin de Türk vatandaşlarına vize konusunda bir jest yapmasını bekliyor...Bu konudaki zorluklardan biri de, deniz yolu ile kaçak göçün kontrolüdür. AB'nin Ege'de karasularının sınırı üzerindeki Türk-Yunan uyuşmazlığı, bu denizde AB'nin etkin bir kontrol yapmasını engelliyor. Bu güçlüğün aşılması Ankara ile AB arasında bu konuda yapılan temasların seyrine bağlı...
Milliyet
1,324,136
Yazarlar
Konuk takım Bugsaş'ın, ilk yarıda kaleci Akın'dan dönen iki net pozisyonu var. Adamlar takır takır oynuyor. Hareketli oyunda Göztepeli futbolculara geçecek delik bırakmıyorlar. O nedenle de tüm umutlar, duran toplara bağlanıyor. Göztepe'nin orta alanı; rakipten top çalmada, oyunu biçimlendirmede, etkili pas trafiği oluşturmada yetersiz. Serdar Samatyalı'nın ilk yarıda sağ kanattan istekli girişimlerle taşıdığı toplar var. Ancak sonuç yok. Raşit, sol kanatta ilk yarı boyunca hiç etkili olamadı. İlhan'ın, sakatlığı nedeniyle ikinci yarıya başlayamaması talihsizlikti. Yine de Göztepeli futbolcunun bu yarıda silkindiği, rakibi bunaltma girişimlerine, gol arayışlarına yöneldiği zaman dilimleri oldu. Ancak bu çabalar; biraz İzzet'in sağ kanat bindirmeleri, çoğunlukla da rakibin etkili presinden kurtulamayınca karambola, doldur-boşalta yaslanan eylemlerden öteye gidemedi. 88'de, Türker'in ayağından rakip kaleye yönelen Göztepe'nin tek şutunun ağlarla buluşması, kötü günün tek sevindirici anıydı. Bu andan sonra o skor korunmalıydı. Yitirilecek 2 puanın yaşamsal değeri vardı. Oyun alanının akılcı paylaşımı, futbolcuların birbirlerini sürekli uyarılarıyla kurulacak etkileşim, böyle zamanlarda önem kazanır. Yapamadılar. Geriye kalan 120 saniyelik zaman diliminde, rakip futbolcunun, kaleci Akın'ın burnunun dibine kadar sızmasına seyirci kaldılar... Ya da attıkları golün rehavetiyle kendilerinden geçtiler. Son söz: Eğer liderliğe oynuyorsanız önce kendi alanınızda puan dağıtmayacaksınız. Bir kez daha anımsatalım; dün oynanan futbolun niteliğiyle bu yaptığımız uyarı hiç örtüşmüyor.
Milliyet
1,345,018
Yazarlar
SADECE BRONZLAŞMAK iSTEMiŞTiM Hayatım boyunca beyaz peynir kıvamında kalmakla lanetlenmiş bir kızım. İnsanlar yaz bitişi parlak bronz tenleriyle etrafta fink atarken ben yamalı eşek gibi dolanıyordum. Öyle bir yanıyordum ki çevirme piliç yanımda halt eder. Şu ten daha bir kez Latin sıcaklığını göremedi diyeyim. Kaderime razı olmaya   karar vermiştim ki arkadaşımın bilmem nesinin, bilmem nesi güzellik salonu açtı. "Gel, baştan sona kavruk bir Eda Taşpınar olacaksın, üstelik bedava" deyince "Tamam" dedim. Bedavayı duydum ya ben, koştur koştur soluğu aldım solaryum makinesinin önünde. Girdim içeri sıkıntıdan patlayarak bekledim kızarmayı. İnsan o makinenin içerisinde biraz gayret etse hayatın anlamını bulabilir bence. Zor bir şey değil, bir parça kahverengileşmek adına tıkış tepiş, döne dolana ne işim var burada noktasından başlayabilirse, devamı kozmik dengeye kadar gider eminim.Neydim, ne oldum?Hayatın anlamı beni yoracağı için, bronz tenime gidebilecek elbiseleri hayal etmeye başladım. Hatta bu hayale öyle bir kaptırdım ki kendimi bir anda Trendyol'un karabiber mankeni olarak iç çamaşırlarımla poz verdiğimi, Murat Boz sevgilisine hediye için orayı tıklarken o pozları görüp kahrolduğunu, kendini yerden yere vurduğuna kadar vardırmıştım işi. Niyeyse yarım aklım 2 ton koyulaşınca boyumun da uzayacağını düşündü herhalde. Neyse böyle hayaller mayaller derken bitti süre çıktım dışarıya. Allah kahretsin, tüylerim mi yanmış ne olmuş anlamadım ama bir koku var; uff leşş resmen! 40 derece sıcakta 7 kilo çemen yemişim gibi kokuyorum. Normal bu koku dediler bunun için de, kafamdaki düşünce Hollandalı olarak girdiğim yerden, Latin Amerikalı tadında çıkıp gecelere akmaktı. Bu kokuyla bırak geceye akmayı, belediye otobüsüne binsem kovarlar vallahi.Ben ettim, siz etmeyinArdından bir kendime bakayım dedim aynada, o an karşılaştığım şey karşısında nutkum tutuldu. Suratım kıpkırmızı! Ama nasıl kırmızı anlatamam ve boynum bembeyaz. Çizik çizik beyaz parçalarda ayrı bir hava katmış gerdanıma. Hiç anlamadığım bir şekilde göğüslerimde domates gibi kızarmış. Hayır, normali bikini izi beyaz olur, benim oralar hedef tahtası gibi kırmızı. Sanki gören eden var gibi her yanımı soyarak girersem olacağı bu tabii! Bir de bedavaya girince ses de çıkartamıyorsun, carlasam etsem kadın diyecek bana "Ben sana içeride Mevlana gibi dön dedim, sen ne yaptın malak malak bir noktaya kitlendin kaldın." Suç biraz da benim de, bu sıfatla insan arasına karışmam mümkün olmasa gerek, geometrik desenleri olan garip bir şey oldum adeta. Çıktım gittim eve keseleneyim, bir şeyler yapayım şu garip rengi bedenimden atayım dedim. Daha beter ettim, alerji oldum. Suratım benek benek oldu, fazla keselemişim her yanım tahriş oldu, öyle bastırmışım ki zımpara adeta gece uyuyamadım acısından. Güzelleşmek namına yaptığım her şey beni daha da ucubeye çevirdi. Geçen hafta saçlarımı kestirip kırpık olmuştum, bu hafta piliç gibi kızardım, bakalım gelecek hafta üzerimde ne deneyerek insan üstü yaratığa çevireceğim kendimi. Tatil tabii yalan oldu, bu halde değil hayatımın erkeğini, Taksim'den Ortaköy'e taksi bulamam. 9 gün boyunca evde yemek yiyerek televizyon seyrettim. Bu gidişle Saadettin Teksoy'un televizyonlara geri dönüşü benimle olacak. "Kıyamet alameti kadın, görenleri şaşkına çeviriyor!" diye çekecek profilden görüntülerimi.Yazının Norma'sı:  Sevgili İsviçreli bilim adamları 3 sn.'de etki eden; sorumluluk, kıskançlık, tüy dökme ve park yeri bulmayla ilgili ilaç bulur musunuz acil piliss?
Milliyet
1,332,517
Yazarlar
Son durum Gözüm sadece kıyafetlerde Karşımda uçsuz bucaksız gibi görünen bir kuyruk. Millet birbirini parçalamak üzere. Bir yandan da telefonla konuşuluyor. Sırada daha önde olanlara, "Bana o bej trenç-kotun 36'sını al, ben sana sonra veririm parasını" şeklinde siparişler geçiliyor. Baştan kabul etmek lazım. Kadınlar konu alışveriş olunca deliriyor. Gözlerimiz hedefe kilitleniyor, hiç kimseyi görmüyoruz. O sırada asla ve asla bize bulaşmayacaksınız. Yoksa başınıza geleceklerden kesinlikle sorumlu değiliz. Erkeklerin maçlardaki durumundan daha tehlikeli olduğumuz kesin.Sonsuz kuyruğa bakıyorumCool'luk yapmaya gerek yok. İşte ben de bu korkmanız gereken kadınlardan biriyim. H&M,  ilk mağazasını Bayrampaşa Forum İstanbul'da açacağını duyurduğu zaman "Ay, nasıl gideceğiz oraya?" derken şimdi Forum'da ağzım açık bu sonsuz kuyruğa bakıyorum. Beni öldürsen o kuyruğa girmem. Ama H&M'e girmeden şuradan şuraya gitmem. Neyse ki, basın mensubu olmanın avantajını kullanıp kuyruğa girmeden kendimi Türkiye'nin ilk H&M mağazasında buluyorum. Şampanyalar, Carlo Bernardini'nin hazırladığı finger food çok şık. Ama hiç önemli değil. Biz hedefe kilitlenmiş durumdayız. Gözümüz ne şampanya, ne de başka bir şey görecek durumda.   O an ne oluyorsa bilmiyorum, elimde askılar oradan oraya sürükleniyorum. Askılar birilerine takılıyor, umrumda değil. Garsonlar kadehleri düşürüyor, etraf cam kırıklarıyla doluyor. Hiç önemli değil. Yemek ikramı yapılırken "Çekin şunları gözümün önünden" dememek için kendimi zor tutuyorum. Ağzımdan çıkanı kulağım duyacak halde değil.İndirimi kaptımElim kolum dolu, kasaya doğru ilerliyorum. Bende komik bir alışkanlık var. Beğendiğim her şeyi mağazanın içinde saatlerce taşıyabilirim. Ama kasaya yaklaştıkça bir bir elemeye başlarım. Sonra da kasada bir bakarım, elimde tek bir parça kalmış. O zaman da o kadar ağır yük taşıdığıma mı yanayım, "Tek parça için kasa kuyruğunda beklemeye değer mi?" diye mi düşüneyim, şaşırırım. Yine öyle oldu, kolları fırfırlı çizgili bir hırkayla çıktım H&M'den. Fiyatı 49 TL. VIP açılışa özel bir de yüzde 25 indirim vardı. 37 TL'ye geldi. Bir hırka uğruna kendimi savaştan çıkmış gibi hissediyorum. Pestil gibiyim. Ama pişman değilim. Yine olsa yine aynı izdihama katılırım. Eğer siz de benzer duygular içindeyseniz bugün saat 11.00'de H&M mağazası resmen açılıyor. Ben izninizle dinlenmeye çekiliyorum.NUSR-ET'TEN SÜRPRiZ GELiYOR!Geçen gün Mimolett'in şefi Murat Bozok sordu, "Etiler'de müthiş bir steakhouse var, gittiniz mi?" diye. Hemen atladım, "Nusret bir tanedir. Ben onu Günaydın zamanından tanıyorum." Kendi yerini açmak ve bu işi en iyi şekilde yapmak için ne kadar büyük bir mücadele verdiğini çok yakından biliyorum. Hatta Nusr-et'in açılacağının ilk müjdesini de ben vermiştim. İşte şimdi ikinci müjdeyi vermek de bana nasip oldu. Nusret fanlarına gururla duyurulur: Nusr-et  Burger çok yakında Bebek'te   açılıyor. Sadece burger ve Nusret spesiyalitesi olan lokum olacak burada. Nerede mi? Kuruyemişçinin üstünde. Her köşe başında bir steakhouse ya da burgercinin açıldığı şu günlerde yeni bir burgerci açmak iyi bir fikir mi diyenlere, tek cevabım "Nusret bu, o yaparsa olur." Evet, fiyatları yükseldi, evet hâla bir şarap mönüsü yok, ne verirlerse onu içiyorsunuz, evet Nusret bazen mutfakta o kadar işlere dalıyor ki, "Merhaba" bile diyemiyorsunuz ve sohbetini özlüyorsunuz. Ama her şeye rağmen karşınızda Nusret kadar işini seven ve ciddiye alan birini görünce akan sular duruyor. Nusr-et Burger'ı da heyecanla bekliyoruz.
Milliyet
1,336,543
Yazarlar
PUCCA - . AYNISININ LACiVERTi ARTIK ZAYIFLAMAM LAZIM Atmosferde yayılan kelimelerimin arasında en fazla kullandıklarım karşıma çıksa kesinlikle "Artık zayıflamam lazım" birinci olacaktırİncecik bir kız olsam bile yuvarlak hatlarım sayesinde hep lömbür lömbür gözüküyorum. Kendimden geçip açlık grevine girdiğim anlarda bile, her bir yanım erimişti de basenlerim ve yanaklarım kalmıştı, sapı tasarım ödülüne layık lolipop gibi duruyordum. Baktım bu iş olmuyor, sal kızım dedim kendini, önemli olan iç güzellik diye götürdüm kebabı, böreği."Heyyo! Tombik de mutluyum, memelerim var en azından, hayat bana güzel" diyerek balık etlerimle sağda solda fink atarken, kuaförün söylediği bir söz tokat etkisi yarattı bende.Erkek arkadaşım olmadığı için          bütün hıncımı sevgili saçlarımdan çıkar-tıyorum bu sıralar. Garibanları kuş gibi yaptım ama hâlâ usanmadım, oynayacak yer aramak için kuaföre gittim. Afili de bir yer. Sana karakter testi falan yapıyor, ardından uygun saçı söylüyor, kendini ellerine bırakıyorsun adamın. Kuş olsan nereye uçarsın, ıssız ada üç şey gibi abuk subuk sorular sorup özgürlükçü bir         kadın olduğum sonucuna ulaştı. Saçımı da Gülben Ergen stili şeklinde kesmeye karar verdi. Düşün artık o derece                özgürlükçüymüşüm...Hah işte, böyle saçımı keserken klişe kuaför geyiklerinden bahsediyordu ama ben çoğunu anlamıyordum. Zaten ben bu kuaförlerin inatla konuşma olayını anlamıyorum. Be adam, fön makinesini tutmuşsun kulağıma, vın vın vınnn, duymuyorum seni yahu. Hayatın anlamını anlatmıyorsan sus bari de orada zırt          pırt "Hııı? Neee? Anlamadım..." diye girmeyeyim araya.Kuaför anlattıkça anlatıyor, "Saçların yıpranmış, kime kestirdin? Çok kötü makas izleri var... Ay bunlara proteinli, fil spermli, portakal özlü, fiyatı senden fazla bir ürün gerek. Ayyy... Sen haftaya bir daha gel ense tarafını düzeltelim, neden saçlarını boyadın? Sana bebek sarısı çok güzel gider, bla bla bla..."Aç günler beni beklerNe dese "He" deyip geçiyorum, alıştım artık zaten bir tanesi beğense ve o dünya parası olan ürünlerinden önermese havalara uçacağım. Böyle böyle konuşurken bir şey söyledi; "Doğumdan sonra olur böyle" Baktım aynadan aval aval. "Ne doğumu?" "Yeni doğum yapmadınız mı?"Bir sinirlendim, "Ne doğumu yahu?" diye hırsla döndüm. "Aaa ben bu kiloları ondan sanmıştım" deyince şah damarım pıt pıt atmaya başladı. Sen bu cesareti nereden buluyorsun be adam, ben senin  ağzını burnunu kırmaz mıyım, kafanı gözünü patlatmaz mıyım, sarı doreler içinde seni boğmaz mıyım? "Ya sabır" diyerek sesimi çıkartmadım ama nasıl içim içimi yiyor. Bir şey demem lazım bu şuursuz andavala. "Sen kimsin de bana içinde kilo geçen bir cümle sarfedersin. O kadar kişilik testi yaptın da, bunu nasıl gözden kaçırdın?" diyerek burnumdan soludum. Kesimi bitirmesini beklerken aynada kendimle yüzleştim. Allahım, ay parçası gibi olmuş resmen suratım. Bisiklet pompasıyla şişim şişim şişirmişler mübarek. Kollar desen "Hayde bre pehlivan" diye güreş tutuşsak biriyle kimse yadırgamaz. Gurur duyduğum göğüslerim de sağ olsunlar hava yastığı gibi olmuş. Herhangi bir kaza anında göğüs kafesimi çok güzel koruyabilecek kıvamdalar. İnsanın burnu şişmanlar mı? Yahu burnum bile şişmiş sanki, tam anlamıyla bir İran kedisi kıvamında oturuyorum sandalyede. "Pucca eski günlerimize dönüyoruz, aç günler         bizi bekler" diye ağlamaya başladım içten içe. Kuaför saçımın arkasını aynayla            gösterirken "Bırak bırak ben bakarım, zaten çirkin yaptın." Bir de "Sabah ceset mi yedin ne yaptın? Ekşi ekşi kokuyorsun" deyip gittim kasaya. Ne yapayım yahu, bana şişko diyen adamdan bir şekilde intikamımı almak zorundaydım. Yıkansın   dursun, boş boş keselesin kendini, acaba kokuyor muyum diye düşünsün şimdi.Yazının Norma'sı:         Çocukken benim için sadece iki saç modeli vardı. Biri Bendeniz modeli düz-küt.   Diğeri de, Eda Özülkü  modeli olurdu.
Milliyet
1,331,709
Yazarlar
Reyting canavarı YERLi DiZiLERiMiZ FRANCE 24 KANALINDA Yabancı gazeteciler ülkemize 'terör', 'siyasi bunalım', 'ekonomi' başlıkları ile gelirlerdi. Şimdi bu sıralamaya bir yenisi eklendi; 'Türk dizileri'. Listeye Digitürk platformda yer alan Fransız 24 haber kanalı France 24/7 eklendi. İngilizce, Fransızca ve Arapça yayın yapıyor. Aralık 2006 yılında yayın hayatına başladı. Tanıtımında 'Uluslararası gelişmelere Fransa perspektifinden bakan bir misyonu olduğu' yazıyor. Bir ekip İstanbul'a geldi. Türkiye'nin televizyon dünyasını mercek altına alıyor. Tabii özellikle yerli dizilerimizi. Ekip, cuma günü geldi. Bugün dönüyor. Bakalım izlenimleri nasıl yansıtacaklar?KÖTÜ KADIN'Bitmeyen Şarkı'da bir prototip cümle; "Kötü kadınlarla evlenenlerle barışılmaz çocuğum." Toprak'a söyleniyor bu. Yani kötü kadın, annesi Feraye oluyor. Çocuklara hep böyle laflar söyleniyor. Büyükler tüm ilişkileri bilir ve yorumlar. Aslında bu yerli filmlerimizin de vazgeçilmez 'cümlelerinden'dir. Küçük oyuncu karakterlerin kaderidir bu. Ayşecik'ten başlamıştır, günümüze kadar gelmiştir!REHBERiMHADİ BAKALIM SIR NEYMİŞ?Kanal A'da Yüksel Polat imzalı 'Dünden Yarına', yarı belgesel yarı haber formatlı programın bu akşam konusu Atatürk'ün ölümü ile ilgili bilinmeyenler! Böyle iddialı bir başlık. Ve sorular: Atatürk öldürüldü mü? Gazi, doktorlarından neden memnun değildi? Mustafa Kemal, İnönü için ölüm emri verdi mi? Bu konuyla ilgili Ankara Ulus Gazetesi'nde tek nüsha gazete basıldığı doğru mu? 'Sır Perdesi' başlıklı bu bölümünde bakalım perde aralanabilecek mi? (21.30)OKURDAN'KÜÇÜK SIRLAR' BİR SİNEM KOBAL DİZİSİ Mİ?Dizifilm.com sosyal medyanın dizi dünyasını etkilediği bir site. Dizileri izliyorlar, yönlendiriyorlar, bir nevi baskı unsuru olabiliyorlar. Bu kadar çok dizinin izlendiği Türkiye'de böyle sitelerin oluşması ve bir süre sonra da bir güç haline gelmesi kaçınılmazdı. 'Küçük Sırlar (Ayşegül, Çetin ve Ali, Arzu Fanları) imzalı bir eletronik posta geldi. Diziden pek memnun değiller. Uzun bir yazı yazmışlar. Ben özetlemeye çalıştım: "Amacımız, 17 haftadır izlediğimiz ve artık bizleri 'isyan' noktasına getiren 'Küçük Sırlar' dizisinin, daha doğrusu senaryosunun bizim tüm uğraş ve çabalarımıza karşın; bir arpa boyu yol gidemediğini ifade etmek ve böyle giderse çok yakın zamanda bu diziyi izlemeyeceğimizi tüm yapım ekibine bildirmektir. Bu dizi bizlere; altı başrol oyuncusunun rol aldığı bir 'gençlik dizisi' olarak tanıtıldı.  Ama bu dizi sanki 'Aliye', 'Zerda', 'Gümüş' gibi hem isimlerinden hem de içeriklerinden tek bir kadın karakterin üzerine odaklanan ve sadece o kadının dramını anlatan dizilerin formatı gibi bir dizi çıktı. Bu dizinin adı neden 'Su' değil? Ya da 'Su'nun Dünyası', 'Su'nun Hayalleri', 'Su'nun Çalınan Masumiyeti', 'Su'nun Günlüğü' değil! Neden bu dizi bizlere en başından itibaren; 'Sinem Kobal'ın dizisi' diye tanıtılmadı? Artık sadece 'beyaz' veya sadece 'siyah' karakterlerin devri kapandı. Artık 'gri'ler iş yapıyor. Çok merak ediyoruz; Ayşegül-Çetin ve Ali-Arzu çiftlerini; Su karakteri için harcamaya değer miydi? Ayşegül ve Çetin mesela... Türkiye'de şu ana kadar yapılmış gençlik dizileri içinde; efsane olmaya bu kadar yakın bir çift daha görmedik biz ve bu yüzden acaba siz kör müsünüz diye çok merak ediyoruz? Nasıl böyle bir çifti, böyle bir uyumu, böyle bir tutkuyu, böyle bir büyüyü 'su yolunda' harcarsınız? Arzu'yu hangi akla hizmet hamile yaparsınız? O kadar mı konusuz kaldınız? Daha yeni yeni birbirini tanıyan bir çifti (Ali-Arzu çiftini) birden nasıl bu hallere getirirsiniz? Onlar için çekilebilecek tonlarca harika sahne ve diyalog varken; sanki iki yıllık bir dizi olmanın getirdiği konu bulamama sıkıntısını yaşıyormuş gibi nedir bu anlamsız hamilelik ya da Londra mevzuları?BiR KONSER13 YIL SONRA 'ÜNLÜ'Bu grubun hastasıyım. Ya da dinlendiğim günlerde öyleydi. Sonra kayboldular. Çok üzülmüştüm. Bu haberi görünce sizinle paylaşmak istedim. Tam 13 yıl geçmiş. 1996 yılında 'Estarabim' yorumu ile beni etkilemişlerdi. Yani cover vardır, cover vardır. Bana göre gelmiş geçmiş en iyi 'yerli cover'ı gerçekleştirmişlerdi. 'Son Defa' ve 'O ve Z Hikayesi' adlı iki albümle  'Estarabim' ve 'Kafam' adlı iki single yaptılar. 10 Kasım'da Istanbul İf Performance Hall'da çıkıyorlar. (22.00-00.00). Özleyenler hasret giderecek. Yeni dinleyenler inanıyorum 'vay be' diyecekler.
Milliyet
1,321,000
Yazarlar
Mutlu olan insanlar güler,  gözlerinin içinin güldüğü gibi.  Ve gülen insan güzeldir.  Mutluluğun paylaşımı gülüşlerin,  gülümsemelerin paylaşımı ile olur. Güzel bir gülüşe sahip olabilmenin olmazsa olmazı,  temiz ve sağlıklı dişlere sahip olmaktır. Buna sahip olmanın yoluysa,  günde iki kez sabah ve akşam olmak üzere,  ağzımıza uygun bir Diş fırçasının üzerine bir nohut büyüklüğünde uygun bir diş macunu ile birlikte,  dişetlerinden başlayarak dişlerimizi fırçalamak ve diş araları için diş ipi kullanmaktır.  Hele küçük yaşta edinilmiş fırçalama ve diş ipi kullanımı alışkanlığı ömür boyu sağlıklı bir şekilde,  kendi dişlerimizi kullanabilme olasılığını yaratır bize.  Toplumuzda zannedildiği gibi,  ilerlemiş yaşlarda protez kullanımı bir kader değildir aslında.  Bu gün sahip olduğumuz teknik imkanlarla,  implant desteği ile ağızda oynamayan protezler mümkünse de,  sonuçta karşımıza çıkan ekonomik maliyet oldukça yüksektir.  Bu durum da birçoğumuzu oldukça mutsuz eder. Yılda iki kez diş hekimi kontrolünden geçerek,  mevcut durumun tespiti ile olması muhtemel çürük ve problemlerin önlemini alabilir,  hatta engel olabiliriz.  ağız diş temizliğimize gereken önemi verdiğimizde,  dişlerimizin sağlığının devamını sağlamakla kalmaz,  ağzımızda mevcut protez ve dolguları yıllarca sorunsuz bir biçimde kullanabiliriz.Ağız ve diş sağlığınızı korumanıza yardımcı olacak ürünlere göz atın!  Hepimiz genellikle sağlığımızı kaybettikten sonra kıymetini anlar ve çaresini aramaya başlarız.  Oysa doğrusu,  sağlığımızı sağlıklı haliyle korumak amacımız olmalı.  Dişlerimizden birinde bir çürük ya da kırık oluşumu durumunda,  yemek yerken yaşadığımız rahatsızlıkla birden dişlerimizin sağlığının önemini hatırlarız.  İçimizi tedavi sırasında canımız yanarsa diye bir diş hekimi korkusu  kaplar.  Oysa yaptıracağımız ara kontrollerde mevcut problemler erken yakalanmış olacağı için,  tedavisi de çok daha kolay,  ağrısız ve ekonomik olacaktır.Çocuklarımızın dişleri,  sağlığı sağlıklıyken koruma amaç edinildiğinde çok daha önem kazanmaktadır.  Çocuklarımız mutlaka çok küçük yaşlarda dişlerinde hiç bir problem yokken dişhekimiyle tanıştırmalı ve kendisine ağız ve diş temizliğinin önemi anlatılmalıdır.  Bu anlatımın en kolay yolu da,  kendimizin onlara örnek olmasıdır. Çocuklarınızın diş fırçalama alışkanlığı edinmesine yardımcı olacak antibakteriyal özellikli ve çok eğlenceli diş fırçası kapları için tıklayın!Paylaşabileceğimiz güzel gülüşler için,  sevdiklerimiz ve dostlarımızla yediğimiz yemeklerin tadına varabilmek için,  ağzımızdan başlayan sağlığımızı korumak için ağız ve diş sağlığımıza gereken önemi vermeliyiz. Güzel gülüşlü günler dileğimle...
Milliyet
1,321,806
Yazarlar
Nihayet resepsiyon krizi de bitti... Yeni kriz arayışımız başladı!Resepsiyon krizi acı bitti sayılır...CHP lideri ve TSK mensupları bir yana Tayyip Erdoğan'ın ailesinden de kimse Köşk'e çıkmadı.Bu resepsiyona neden gidilmemesi gerektiğini CHP Grup Başkan Vekili Muharrem İnce önceki akşam partisinin Bozüyük'te düzenlediği toplantıda gayet güzel anlattı:"Ben bu resepsiyona neden gitmedim? Sayın Cumhurbaşkanı'nın saygıdeğer eşlerinin başı kapalı olduğu için mi? Asla, asla. Son HSYK atamasına, son rektör atamalarına bakarsanız gerçeği görürsünüz... İki oy alanların rektör yapıldığı bir ülkede, hemşehrilerinden oluşturulmuş bir HSYK'nın olduğu bir ülkede, yeteneğin, liyakatin geri plana atıldığı, sadece bizden mi değil mi diye atamaları yapan, herkesin Cumhurbaşkanı olamayan Gül'ün resepsiyonuna gitmem. Bu kadar. Biz oraya gitmediysek hanımefendinin başörtüsüyle ilgili değil sorunumuz. Uygulamalarla, icraatlarla ilgilidir problemimiz. Ne yazık ki Sayın Cumhurbaşkanı, AK Parti'nin eşbaşkanı gibi davranmaktadır. İşte bu gerekçeyle orası bir resepsiyon değildir. O bir recepsiyon projesidir. Onun için gitmiyoruz."İnce, Cumhuriyet'in; isyan, destan, diriliş, direniş ve tarih yazmak olduğunu hatırlatıyor, şöyle devam ediyor:"Cumhuriyet olmazı olur kılmaktır, imkânsızı başarmaktır, hukukun üstünlüğüdür, aydınlanmadır, fırsat eşitliğidir. Bugün kamyoncunun oğlu Milletvekili Muharrem İnce, kayıkçının oğlu Başbakan Recep Erdoğan, tornacının oğlu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül... İşte bu Cumhuriyet projesinin ürünüdür, fırsat eşitliğinin ürünüdür. Cumhuriyeti yıkmak isteyenlere bile bu Cumhuriyet, milletvekilliği, bakanlık, başbakanlık hatta cumhurbaşkanlığı yolu, şansını vermiştir. Fırsat eşitliğinin bundan daha önemli bir göstergesi yoktur. Şunu sorgulamalıyız aslında; 87 yıl önce sahip olduğumuz ya da sahip olamadığımız, o kıt kaynaklarla başardıklarımıza bir bakın, bir de bugün bu kadar olanaklarımıza rağmen başaramadıklarımıza bir bakın. Hayal kırıklıklarımıza bir bakın, olumsuzluklara bir bakın."Doğru söze ekleyecek ne kalır? İngiltere Başbakanı Cameron bugüne kadar aldığı tüm hediyeleri ve toplantı yaptığı her ismi detaylarıyla açıklamış.İngilizler henüz ileri demokrasiye geçemedikleri için böyle şeyler normal karşılanmalı...Haldun Ertem Cahit Sıtkı TarancıCahit Sıtkı Tarancı'nın 100. doğum yıldönümü kutlanıyor... Hayata 46 yaşında veda eden bu soylu şairi kendi satırlarıyla analım:"Yaşım ilerledikçe daha çok anlıyorum Ne büyük nimet olduğunu ah ey güzel gün Boş yere üzülmekte mana yok, anlıyorum Kadrini bilmek lazım artık her açan gülün Şükretmek türküsüne daldaki her bülbülün Yanmak da olsa artık aşk ile yaşıyorum" Silivri edebiyatıErgenekon kitaplarının sayısı çoğalıyor... Mustafa Balbay'ın "Silivri Toplama Kampı: Zulümhane" adlı kitabı kitapçılara ulaştı. Behiç Gürcihan'ın "Ergenekon'dan Yargılanma Rehberi" yaklaşık üç hafta önce raflara çıktı. (Paraf Yayınları)... İlginç bir kitap da Vedat Yenerer imzasını taşıyan "Ergenekon Tezgahı"... Kitapta akla mantığa sığmayan nice satırlar yer alıyor... Mesela...Danıştay cinayetinden müebbet hapse mahkûm olan Osmanım lakaplı Osman Yıldırım, Cumhuriyet gazetesine atılan bombaları Ataşehir'de Recep Özkan'ın evinde önce Muzaffer Tekin'den sonra (ifade değiştirip) Veli Küçük'ten aldığını söylüyor. Üç yıldır bu konu araştırılıyor. Keşifler yapılıyor. Son keşif iki hafta önce yapıldı malum. Osman evi bulamadı. Recep Özkan'ın evinde gerçekten böyle bir alışveriş yapıldı mı? Bombaları gerçekten Veli Küçük veya Muzaffer Tekin mi verdi? Yargı harıl harıl bu soruların yanıtını ararken Vedat Yenerer şu küçük bilgiyi ekliyor:"Bugüne kadar ne polis, ne savcılar ne de hâkimler evin sahibi olan Recep Özkan adlı kişiyi ne aradılar, ne sordular!"* * *Savaş muhabiri Vedat Yenerer'in hobilerinden biri gittiği ülkelerden antika silah toplamaktır. Bunlardan biri 1873 yapımı tüfektir. Gözaltına alınırken işyerinde yapılan aramada bu tüfeğe de el konulur. Savcılıktaki sorgusu sırasında polisin o tüfekle ilgili raporunu görür. Aynen şöyle denmektedir:"Yivli setli, mekanik sistemdeki parçalar çalışır durumda. 1873 yapımı, Avusturya - Macaristan İmparatorluğu döneminden kalma Werndl marka tüfek. Fişeği olmadığından atıp atmadığı bilinmiyor. Bu nedenle VAHİM tüfektir."Avukatı, devlette mermisi yok, denenemiyor, müvekkilim fişeği nasıl bulsun, diye itiraz eder ama... Savcı, oralı bile olmaz, raporu dosyaya ekler.
Milliyet
1,340,074
Yazarlar
Başbakan Erdoğan, Lizbon'daki NATO zirvesinde karara bağlanacak Füze Kalkanı sistemiyle ilgili olarak Türkiye'nin tutumunu, "Komuta kontrol mekanizmasında biz de rol almak için düğmeye basan taraf olmak istiyoruz" diye açıkladı.19-20 Kasım tarihli zirveye Cumhurbaşkanı Gül, Dışişleri ve Savunma Bakanları ile katılacak.NATO'nun yeni Stratejik Savunma Konsepti'ne göre Türkiye'de deniz ve karada füze sistemleri konuşlandırılacak.Ankara'nın tereddütleri son günlerde medyaya yansıyor; şimdilerde bu tür tartışmalar neyse ki kamuoyu önünde gerçekleşiyor, 1962 "Küba krizi"nde dünyayı nükleer savaşın eşiğinden döndüren "füze krizi"nde dönen gizli pazarlıklar ancak yıllar sonra açıklanan Amerikan belgelerinde ortaya çıkmıştı.13 gün süren Amerikan ablukasına karşı Sovyet liderliği, Türkiye'deki Jübiter füzelerinin sökülmesini şart koşmuş, Kennedy ile Kruşçev arasındaki pazarlıklardan hükümetin de halkın da haberi olmamıştı.ABD, 1962 Ekim'inde U2 casus uçaklarıyla belgelediği Küba'ya yerleştirilen Sovyet füze rampalarının sökülmemesi halinde bu ülkeyi vuracağını ve istila edeceğini ilan ederken Sovyetler Birliği de Türkiye'deki jübiterleri hedef alıyordu.Dehşet dengesinin anahtarı Türkiye'ydi; Başkan Kennedy NATO savunması çerçevesinde yerleştirilen Jübiterlerin İnönü hükümetine rağmen sökülmesi halinde Kruşçev'in tehditlerinin bertaraf edileceğini düşünüyordu. Oysa Türkiye'yi Sovyet tehdidine karşı koruma amaçlı Jübiterler, Menderes hükümeti döneminde 25 Ekim 1959'da Paris'te bir anlaşmayla doğu sınırına yerleştirilmişlerdi.Sistem NATO şemsiyesi altında kurulmuş, ancak "ateşleme" mekanizması ABD'nin elindeydi!Rahmetli gazeteci Turan Yavuz, "Küba Krizi"ni anlattığı "Satılık Müttefik" kitabında Kruşçev'in, Küba'daki füzeler karşılığında, "Türkiye'deki jübiterlerin sökülmesi şart" diye yaptığı meydan okumadan sonra Kennedy'nin de "geri adım" atmadan önce "ateşleme mekanizması"nın üslerdeki Türklerin eline geçmesinden kaygı duyduğuna ilişkin belgeleri açıklar.1960'ların başında Türkiye'de konuşlandırılan orta menzilli füzeler 1500 mil uzaklığa erişebilmekte ve nükleer başlık taşıyabilmekteydi.Küba krizi patlayınca Kruşçev, Berlin'in istilasıyla birlikte Türkiye'deki jübiterlerin sökülmesi kozunu da masaya koymuştur.ABD Küba'yı vurursa, Sovyetler de Türkiye'yi hedef alacaktır.13 gün süren kriz boyunca bu tehditler havada uçuşmuş ancak Türkiye halkının bundan haberi olmamıştır!Oysa pazarlık ABD Başkanı'nın kardeşi Adalet Bakanı Robert Kennedy'nin Washington'daki Sovyet Büyükelçisi'ne "söz verdiği" gibi Türkiye'deki jübiterlerin de üç ay sonra sökülmesiyle son bulmuştur.Yarım asır önceki "Küba dersleri" günümüze ışık tutuyor.ABD Türkiye'ye Füze Kalkanı yerleştirmek istiyorsa bu her şeyden önce kendi güvenliği içindir.
Milliyet
1,332,515
Yazarlar
-- iZDiHAMDAN KAPILARINI ZOR AÇTILAR! Perşembe akşamı alışveriş tutkunlarının uzun zamandır heyecanla beklediği H&M  Türkiye'deki ilk mağazasının açılışını yaptı. Forum İstanbul'un girişinden H&M'in kapısına kadar uzanan kuyruğu görmeliydiniz, tam anlamıyla 'iğne atsan yere düşmez'  bir kalabalık vardı. İki katlı dev bir mağazanın indirimli alışveriş yapmak için birbiriyle yarışan yüzlerce insanla dolu olduğunu bir düşünün! Kıyafetler kapanın elinde kaldı. Benim de canım can, elim armut toplamıyor tabii, birkaç parça bir şeycik alayım dedim ama ne mümkün, daha ilk yarım saatte çoğu giysinin 36-38 bedenleri tükenmişti. Ne formda milletmişiz vesselam! Sanatçılar, mankenler, sosyetikler kimi ararsanız açılıştaydı. H&M'in resmi açılışı bugün saat 11.00'de yapılıyor. Hem moda, hem kaliteli ürünlerle dolu H&M'in en güzel yanı da fiyatların çok uygun olması... Bizzat test ettim, cep yakmıyor!  Güzel ülkemde yeni trend H&M'den giyinmek  olacak, hadi koşuuuunn!HERKESİN GÜNDEMİ: DENİZ AKKAYAKadınlar Akkaya'nın tarafından bakıp değerlendiriyor olayı ve genel olarak "Hepimiz Deniz'iz, hepimiz Akkaya'yız" düşüncesi çıkıyor ortaya.  Tabii ki aralarında neler geçtiğini, ilişkilerinin nasıl bir boyutta olduğunu bilemeyiz ama neticede kısa zaman öncesine kadar el ele fotoğraflarını görüyorduk. Eh haliyle, yıldırım hızıyla alınan bu evlilik kararı biz 'olaya dışarıdan bakan dedikoducular'ı bile şoke ettiyse, Akkaya içten içe kimbilir nasıl isyan etmiş ve etkilenmiştir. İşin kötüsü bu kadar göz önünde bir kadın olduğu için güçlü; anne olduğu için de sessiz ve sakin durmak zorunda. Oysa eminim ki aklından Önbilgin'e "Mutluluk dilemekten" çok daha başka cümleler geçiriyordur. (Bu durumda benim cümlelerim bol bip'li olurdu mesela!)Erkek cephesinde durum... Erkekler ise "O zaten düzgün giden bir ilişki olmadığı halde çocuk doğurdu, Efe'nin yanlışı yok" görüşündeler. E tabii erkek kafası ne de olsa!  Onlar yaptıkları hareketlerin karşılarındaki kadını nasıl etkileyeceğini, üzeceğini veya yıpratacağını düşünemezler, kaldı ki bu durumda işin içinde çocuk da var... Olup bitenlere bakınca "Erkeklerde vicdan duygusunun noksan  olduğuna" dair inancım giderek pekişiyor! Bir erkek ilişkiyi kafasında bitirdiği anda kendi yoluna bakar, daha önce 'sevgiyi ve hayatı paylaştığı, değer verdiği' kadının duyguları, kırılganlıkları  artık onun umurunda bile olmaz! Erkekleri sevmediğimden değil ama özellikle bizim topraklarda mayaları böyle  kardeşim... Aşk, meşk sanki oyun gibi, o dalgaları kadınlar kendi kafalarında yaşarken erkek bidiğiniz  'dalgasını geçiyor',  mesele bundan ibaret! Ben diyorum ki; her şeyin ilacı             zaman ... Bir de 'ilahi adalet'!BABA OLACAK ADAM YOK!  Efendim; Jennifer Aniston  arkadaşlarına Hollywood'un birçok gözde ve yakışıklı adamıyla birlikte olmasına rağmen baba olabilecek birini  bulamadığından yakınmış. Ve bombayı patlatmış: "Brad'den çocuk istiyorum." "Arkadaşım sen o treni kaçırdın, adam 'Çocuk istiyorum' dediğinde 'vücudum bozulmasın' ayaklarına yattın. Kapan kaptı, şimdi de adam kreş açtı, çocuk bakmaktan yaşlandı zaten, yenisini yapacak hali mi kaldı?"  diye düşünürken... Ben de dalınca kendime   gelmem uzun sürer yani, aklımdaki kişilerle     birebir sohbete filan girerim. Neyse tam o sırada Angelina Jolie      cephesinden Brad'in hâlâ formunda olduğu     haberi geldi, olaya bakın; Jennifer'ın bu konuşmalarını duyan Angelina çok sinirlenmiş          ve en kısa sürede yeniden hamile kalmış  (Karşındaki Brad olunca bu süre de olsa olsa   birkaç saattir herhalde). Şu anda üç aylık hamile olduğu söyleniyor. Jolie hamilelikle ilgili sorulara sadece gülümsemekle yetiniyormuş, film           setinde çalışanlar da yediğine içtiğine aşırı özen gösterdiğini anlatıyor. Eğer Angelina Jolie hamileyse 'yuh artık'  diye haykırmak istiyorum. Brad'i elinden kaçırmamak için her seferinde hamile kalırsa yakında kendi ülkesini kuracak kadar  kalabalık bir nüfusa sahip olacak. Düşünüyorum da Brad ve Angelina  bizim memlekette yaşasalar,          "En az 3 çocuk"  diye tutturan Başbakan'ın en sevdiği vatandaşları onlar olurdu herhalde!
Milliyet
1,328,590
Yazarlar
CHP'de ortaya çıkan parti içi kutuplaşma, eğer kendisine ideolojik bir zemin bulmasaydı, toplumun farklı kesimleri tarafından bu kadar ilgiyle takip edilmezdi.İnsan hakları ve özgürlüklerin gelişmesinden, ekonomi ve demokrasi alanına kadar acil çözüm bekleyen sorunları, iktidar partisinin tek başına çözmesini kimse beklemiyor. Temel sorunlar geniş bir toplusal mutabakatla aşılabilir.Dün sohbet ettiğim BJK eski yöneticilerinden ve işadamı Fikret Orman'ın bir saptamasını burada yinelemek istiyorum:"Toplumun CHP'ye, Baykal'dan, Kılıçdaroğlu'ndan daha çok ihtiyacı var."Fikret Orman'ın yorumuOrman, halkın siyasetçilerin ideallerini desteklediklerini belirterek, CHP'deki zorunlu dönüşüme dikkat çekiyor:"Atatürk'ün ideali "Bağımsız Cumhuriyet" oldu. Menderes, "Söz Milletin" sloganı ile demokrasi idealini benimsetti. Demirel "Büyük Türkiye" vizyonu ortaya koydu. Özal, Türkiye'yi Avrupa'ya açtı. Bugün Türkiye'de ideali olan iki parti var; birisi AK Parti, diğeri de BDP. CHP'nin önünde bir ideal belirdi: Demokratik ve laik bir cumhuriyet. Toplumu bu ideali başaracağına ikna etmesi gerekir."Orman, "AK Parti, 400-500 bin kişiyi konut sahibi yaptı, emekliler Ziraat Bankası kuyruğunda ölmüyor, herkes eczaneden ilacını alıyor, enflasyon düştü... CHP'nin yeni bir kadro ile halkı ikna etmesi gerekiyor" saptamasını yapıyor. Örneği de hiç kimsenin şaşırmayacağı bir isim üzerinden veriyor: CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin."Gürsel Tekin yeni bir isimdi ve destek buldu."Kılıçdaroğlu ile ilgili de aynı saptamayı yapmak mümkün. Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığı, Kurultay sonrasında CHP'ye verilen desteğin yüzde 30'ların üzerine çıkmasına yol açmıştı.Derviş'i neden gönderdi?CHP'de bugün ortaya çıkan "kutuplaşmanın" bana göre ilk olarak, dönemin CHP milletvekili Kemal Derviş'e gösterilen tepki ile patlamıştı.CHP'ye el üstünde davet edilen Derviş, neredeyse kaydırakla partiden uzaklaştırılmıştı. Derviş, uluslararası kamuoyunda saygınlığı olan bir kuruma, BM Kalkınma Fonu Başkanlığı'na seçilince, bu gidiş çok da göze batmadı.Derviş'in CHP hüsranı, dönemin CHP Genel Başkanı Baykal'ın kutlama mesajları arasında kaybolup gitti. Ancak hatırlatmak isterim ki Derviş, CHP'den BM'ye transfer olmamış adeta Türkiye'den kaçmıştı!Zira Derviş'in 15 Temmuz 2004 günü bu köşede çıkan "Türbanı başörtüsüne tercih ederim" sözleri, CHP'de bomba etkisi yaratmıştı. CHP'nin iki genel başkan yardımcısı ve bazı MYK üyeleri Derviş'in türbana geçit veren sözleri üzerine kazan kaldırıp, istifasını sağlamak üzere imza kampanyaları bile düzenlemişlerdi.Partili iktidar isterGelelim bugüne...2009 yerel seçimleri öncesinde, CHP'de en çok tartışılan manzara şuydu:CHP lideri Baykal, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Kılıçdaroğlu ve İl Başkanı Tekin'in hazır bulunduğu Sultangazi'deki parti toplantısında, çarşafa parti rozeti taktı.Baykal nereden geldiğini bile anlamadan ortaya çıkan bir kaset skandalı ile yerinden oldu. Kurultaya gidildi. Kurultaydan Sav birinci adam, Kılıçdaroğlu genel başkan olarak çıktı. Tekin beklediği genel başkan yardımcılığı görevini zar-zor elde edebildi.BM'den ayrılıp Türkiye'ye dönen Derviş ile Kılıçdaroğlu yakınlaştı. Kılıçdaroğlu, Çankaya'da verilen Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna kapıyı açtı.Nihayet Kurultay'dan bugüne kadar Sav'saklanan liderlik sorunu, CHP'yi dizayn etti. Oysa CHP, laik türban tasarımı için modacı aramaya başlamıştı, işe bakın! Tekin, Olağanüstü Kurultay'da Sav'a karşı açtığı "muhalefet bayrağını" Kılıçdaroğlu'na teslim etti.Dün CHP Genel Merkezi, yeni yönetimi tebrik etmek için illerden gelenlerin akınına uğradı. Odası en kalabalık parti yöneticisinin, Kurultay'dan en düşük oyu (814 oy) alan 10 Parti Meclis Üyesi arasında yer alan Tekin'in olması ilginç...Neticede partililer iktidar istiyor; Kılıçdaroğlu ya da Tekin bahane.
Milliyet
1,343,651
Yazarlar
Ne güzel bir deyimdir "sapla samanı karıştırmak."  Tartışmalarımız hep bu kurala uygundur, sapla samanı mutlaka karıştırarak...Şu "kurban" sorununa bakalım:Kurban kesimlerinde vahşeti gördünüz, kurbanlık hayvan kaçıyor, peşinde bir alay insan, kiminin elinde sopa, kiminin elinde bıçak, ateşli silah... Maksat sığırı, boğayı yakalayıp kesmek.İp atanlar mı, taş atanlar mı, kuyruğundan yapışanlar mı, üzerine üzerine kamyonet sürenler mi?* * *Hayvanın ayağına ateş ediliyor, hayvan tökezleyip diz üstü çökünce yetişip bıçağı gırtlağına dayayıp kesiyorlar ya da hayvanı tüfekle vurup, can çekişirken bıçağı yetiştiriyorlar.Tamam, eskisi gibi değil, belediyeler kurban kesim yerleri kurdular, orada kesenler de var, belki de onlar çoğunlukta...Ya vince bağlanıp kesilen sığır.Açık arazide, boş arsada kurban kesip, derisini yüzüp, parça parça edenler.* * *Onlar, Sayın Çevre Bakanı Veysel Eroğlu'nun yüzde birlerinden olacak.Sayın Bakan'a göre vatandaş, kurban keserken yüzde 99 kurala uymuştur, kalan yüzde bir de bu rezillikleri yapmıştır.Ya bazı babaların tutumu?Okullarda, gazetelerde, televizyonlarda çocukların kurban kesimini seyretmemeleri söylendi, hatta Diyanet İşleri bile hatırlattı, çocukları kesim yerinden uzak tutun!Yerde kesilmiş koç kafası, çocuk başında, gazeteci babasına soruyor:"Çocuğu niye getirdiniz?""Görsün, öğrensin!"Doğru, o da büyüyecek, "çocuğuna seyrettirecek!"* * *Şimdi bunları yazmak, kurban kesmeyin demek midir? Ya da böyle kesmeyin, dini ve insani kurallara uygun kesin mi demektir?Ama gel de bazılarına anlat:"İşte bunlar kurban kesmeye karşı!"Olabilir, kurban kesmeye karşı olanlar da vardır ve olacaktır.Ama "kurban böyle kesilmez!" diyenlerin, kurbana karşı olduklarını söylemek, okuduğunu anlamayacak kadar ahmaklıktır ya da kötü niyet!* * *Evet, Kurban Bayramı'nda elbette kurban konuşulur, lakin CHP'siz bayram olur mu?Önce bir yanlışımızı düzeltelim.Geçen hafta bir yazımızda, aklımızca kara mizah yapmıştık.Bir hata, bir yanlışlık kafaları karıştırdı.Biz "laiklik tehlikede" demiş ve eklemiştik:"Ortada laiklik kalmadı ki tehlikede olsun!"  "Laiklik tehlikede" cümlesine, "değil" kelimesini eklerseniz anlamı değişmez mi?Maalesef öyle oldu.* * *Laikliğin tehlikede olup olmaması bir yana, CHP'nin dertleri hiç bitmez.Bayramda da dertler sürdü, Genel Sekreter Süheyl Batum'un BDP'lilerle bayramlaşırken söyledikleri hemen yorumlandı."Seçimde işbirliği yapacaklar!"Bu ittifaklarla 1990'lı yıllarda rahmetli Erdal İnönü'nün başına neler geldiğini unutmayanlar var ki, Kılıçdaroğlu'na yetiştirdiler, o da iki gün sonra açıkladı:"CHP kimseyle işbirliği yapmayacaktır, tek başına iktidar olacağız!"Buyurun, alın başınıza bir dert daha...CHP'de dert bitmez...
Milliyet
1,318,968
Yazarlar
İsrail'in önemli gazetelerinden Haaretz'e göre, AKP iktidarı "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi"nde Suriye ve İran'ı Türkiye'yi tehdit eden ülkeler listesinden çıkarırken, İsrail'i belgeye "ana tehdit unsuru" olarak sokturmuş.Haberin kaynağı olarak da Türk medyasına atıfta bulunan İsrail'deki "Channel 10" adlı TV kanalı gösteriliyor. Fakat gizli olan bu belge hakkında Türk basınına sızanlara baktığımızda bu bilginin neye dayandığını anlamak yine de zor. İlgili MGK toplantısından sonra yapılan açıklamadaysa, İsrail hakkında,  "İnsani yardım konvoyuna saldırısı konusundaki gelişmeler BM İnsan Hakları Konseyi'nin bağımsız uzmanlarca hazırlanan 29 Eylül 2010 tarihli raporu ışığında değerlendirilmiştir" denilmekle yetiniliyor.  Haaretz'deki habere baktığımızda Batı kamuoyunu etkilemeye dönük bir girişim varmış gibi geliyor bize açıkçası. Ancak,  AKP'de İsrail'i "ana tehdit" olarak  görenlerin sayısının yüksek olduğunu tahmin etmek de zor değil.  Bu savın resmen belgelenmesinin,  eşyanın doğası gereğince,  bu kişileri memnun edeceği aşikar. Aslında biz de mevcut haliyle İsrail'in Ortadoğu için ciddi bir istikrarsızlık kaynağı olduğuna inananlardanız . Fakat İran hakkında da aynısını düşünüyoruz. İran bir tehdit oluşturmazken, İsrail'in Türkiye'ye dönük bir "ana tehdit unsuru" olduğu savını da tartışmalı buluyoruz. Öyle düşünenler,  İsrail'in yarattığı genel istikrasızlığın Türkiye'ye olumsuz yansımalarına işaret etmeye çalışılıyor olabilirler. Fakat o zaman, Suudi Arabistan ve Mısır tarafından da tehdit olarak algılanan İran'ın aynı çerçevede görülmesi gerekiyor. Ancak AKP iktidarının İran politikası da ortada. Buna göre İran Türkiye'ye dönük bir tehdit oluşturmuyor. Başka bir deyişle Türkiye, iddia edildiği gibi,  İsrail'i "ana tehdit unsuru" olarak kayda geçirip İran'ı "tehdit unsuru" olmaktan çıkardıysa,  buna "stratejik" bir karardan çok, "ideolojik" bir karar olarak bakmak gerekiyor.Kadri Gürsel'in de son yazılarında irdelediği gibi,  İran ile  Batı sistemi arasında bugün yeni bir "soğuk savaş" yaşanıyor. Gürsel'in, hükümetin "komşularla sıfır sorun" politikasına değinerek ifade ettiği aşağıdaki görüşleri de bu yalın gerçeği yansıtıyor."Sıfır sorun'un 'çok boyutluluğu' içerdiği söyleniyor. Kastedilen boyutlardan biri de Batı ittifakı ise, bu, Suriye-İran ekseniyle çatışma halindedir ve Türkiye'nin bunlardan (İran ya da Suriye) biriyle 'sıfır sorun'u olması, ötekiyle sorunlar yaşaması anlamına gelir."Bu ikilem Türkiye'yi Batılı müttefikleri gözünde daha şimdiden, Lizbon'da bu ay yapılacak NATO zirvesinde kabul edilmeye çalışılacak "Yeni Stratejik Konsept" adlı belge açısından "potansiyel oyun bozan" konumuna düşürmüş bulunuyor.Ankara'daki batılı diplomatların bu günlerde en çok yanıtını aradıkları sorunun "Türkiye Lizbon'da ne yapacak?" olması bu açıdan şaşırtıcı değil. Batı basınında, Türkiye ile NATO müttefiklerinin  Lizbon'da bir  hesaplaşma (showdown) yaşayacaklarına dair haberlerin artıyor olması da manidar. Bize söylenenlerden ve yazılanlardan çıkardığımız kadarıyla,  Türkiye ile Batılı müttefikleri arasında İran konusunda ciddi bir güven bunalımı yaşanıyor. Bu nedenle de Lizbon zirvesi, Ankara'nın NATO'ya sadakatini ve ittifakın geleceği açısından  önemini ölçmek için bir sınav olacağa benziyor.Türkiye gibi kolektif bir savunma yapısı içinde olsa bile, her ülkenin kendi çıkarlarını ön planda tutması son derece doğaldır. AKP iktidarı da zaten İran politikasını bu çerçevede açıklıyor. Ancak bu politikayla,  Türkiye'nin uzun vadeli çıkarları mı kollanıyor, yoksa öznel ideolojik tercihler mi yansıtılıyor, işte bu husus henüz netlik kazanmış değil. Bu belirsizlik sürerken, Türkiye'nin yeni "Soğuk Savaşta" tarafını seçtiğine ve bunun Batı olmadığına dair algı hem Batı'da, hem de Doğu'da yayılıyor. Bu da Türkiye'nin Batı sisteminde kalıp kalamayacağı sorusunu gündeme getiriyor ki, bunu ülkemiz açısından çok da hayırlı bir durum olarak göremiyoruz.
Milliyet
1,341,342
Yazarlar
İçeride kurbanlıkları kestik. Kurban merasimi bitti. Şimdi geldi sıra dışarıdaki kurban merasimine. 19-20 Kasım'da Lizbon'da toplanacak olan Nato Zirvesi'nde ABD'nin ünlü "Füze Kalkanı Projesi"ne Türkiye "kurban edilecek."Kurbanlık koyunlar seslerini çıkaramasalar da biraz direndiler. Halkımız ise Füze Kalkanı Projesi'nde kurbanlık seçildiğinden bu yana ne sesini çıkarıyor ne de direniyor. Bıçağın (füzelerin) altına koyun koyun yatıyor.Hatırlayınız iki yıl önce Füze İzleme Sistemi'nin Çekoslovakya'da, Füze Avlama Sistemi'nin (Füze Kalkanı'nın) Polonya'da kurulması gündeme geldiğinde bu iki ülkede gençler ve halk sokaklara dökülmüştü.Füze Kalkanı Projesi, Ronald Reagen döneminde hazırlanan ABD'nin "Milli Füze Savunma Programı" ile gündeme gelen bir konudur. Bu programın bir parçası olan "Stratejik Savunma Girişimi (SDI) Projesi'nin (Halk adıyla "Yıldız Savaşları Projesi"nin) içinde yer almaktadır. ABD yönetimleri 1990'ların başından bu yana, "milli bir proje olarak" "Savunma Füze Kalkanı" (MDS) kurma çabası içindedir.Hedef İranÖzgün Duruş'ta yazan Nevzat Çiçek'in anlatımından özetleyeyim: "Füze Kalkanı projesinin gerçek amacı, dünyanın herhangi bir bölgesinden Yıldız Savaşları Projesi'nden ABD'ye, İngiltere'ye, İsrail'e veya bu üç ülkenin çıkarlarına yönelik füze saldırılarının hedefine ulaşmadan tespiti ve havada imha edilmesidir."Yıldız Savaşları Projesi'nde (SDI) füzelerin uzaydaki kontrol merkezlerinden izlenmesi ve yok edilmesi öngörülüyordu. Füze Kalkanı Projesi'nde (MDS) izlemenin ve imha işleminin karada konuşlanacak merkezden yapılması söz konusudur.İşte bu nedenle ABD yönetimleri uzun süredir, Avrupa'da bu sistemin kurulacağı merkez için yer aramaktadır. 2008 yılında Füze Kalkanı ve Radar Üssü kurulması için ABD ile Polonya ve Çekoslovakya arasında imzalar atıldı. Fakat Rusya Füze Kalkanı ile radar üstlerinin bu ülkelere yerleştirilmesine karşı geldiğinden ABD geri adım atmak zorunda kaldı. 2009 yılında Başkan Obama Rusya ziyaretinde Füze Kalkanı ile radar üssünün Polonya ve Çekoslovakya'da kurulmasından vazgeçtiklerini açıkladı. Bu arada ABD yönetimi taktik değiştirdi. Füze Kalkanı "Rusya'ya karşı değil... Atom bombası yapacak olan İran'a karşı" diyerek Rusya'yı da yanına aldı.ABD'nindi NATO projesi olduVe de bir gecede ABD'nin Füze Kalkanı Projesi ABD'nin projesi olmaktan çıktı. "NATO Projesi" oldu.Derken, ABD güdümündeki NATO karargâhı, NATO ülkelerinin ortak yararı için Füze Kalkanı Sistemi ile Radar İzleme tesislerinin Türkiye'de kurulmasının uygun olduğu konusunda "fetva" verdi.Neden Türkiye? Çünkü hedef İran ve İran'a yakın ülke Türkiye. Rusya, "Mademki hedef İran, Azerbaycan sınırındaki askeri üsleri kullanın" dedi. Ama ABD bu öneriyi benimsemedi.Hedef neden İran? ABD için petrol üreticisi ülkelerin ve İsrail'in güvenliği çok önemli. Bölgede bu ülkeleri rahatsız edebilecek tek ülke İran. İran'ı önce korkutmak, korkmayıp da yaramazlık yapmaya kalkarsa cezalandırmak gerekiyor.Füze Kalkanı'nın Türkiye'de konuşlandırılması Türkiye'ye ne getirir, ne götürür? Herhalde bir şey getirmez de çok şey götürür ama, bunlar kamuoyunda (maalesef) tartışılmıyor.Biz şerbetliyizBelki de biz kamuoyunun bilgisi dışında olup bittilere şerbetlendik. Hatırlayınız: ABD'in 1961 yılında Türkiye'ye Jüpiter füzeleri yerleştirdiğini, Küba Krizi çıktığında Khrushev'in Kennedy'e gönderdiği mektup nedeniyle haberimiz oldu. Mektubunda Khruchev, ABD'nin Türkiye'deki füzeleri sökmesi halinde SSCB'nin de Küba'dakileri sökeceğini, Türkiye'nin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına saygı göstereceğini, içişlerine karışmayacağını ve işgal etmeyeceğini yazıyor, Küba'daki füzelerin sökülmesinin karşılığı olarak ABD'nin de aynı güvenceleri Küba için vermesini istiyordu. Daha sonra İncirlik Üssü devreye girdi. İncirlik'in hangi amaçla kullanıldığını, hangi silahların bulunduğunu, Türkiye'de nerelerde kaç adet atom başlıklı füze olduğunu bilmiyoruz."Biz sevdiklerimizin isteklerini kırmayız... Kurbanın olam... Emret..." deriz... Şimdi NATO'cuları mı kıracağız?.. Buyursunlar... "Kurbanları olalım... Füze Kalkanı'nı istedikleri yere kursunlar."
Milliyet
1,345,997
Yazarlar
Türkler asker millettir. Öyle bilinir.  Eğitimde erler "Her-Türk-asker-doğar" diye yürütülür. "Asker doğan" çocuklar, omuzda tüfek askercilik oynayarak büyür. Askere gitmeyen delikanlı adam olmuş sayılmaz. Askerliğini yapmayana kız verilmez. * * * Şimdi çevirelim madalyonun ters yüzünü: 'de çağında 14 milyon yükümlü var. Bunun 1 milyonu tecilli, yoklama kaçağı ya da bakaya... Yani askerlikten tüymeye çalışanlar... Az bir rakam değil... çıksın diye bekliyorlar. bedelliye karşı, ama hükümet, bedelli lobilerinin umudunu söndürmemek için onlara "Bu iş olabilir" havası pompalamaya devam ediyor. Yani artık "Daha çok askerlik" dolduruşu değil, "Daha az askerlik" vaadi prim yapıyor. Polisler, "Bizim askerlik yapmamamız lazım" diyorlar. onları askerlikten kurtaracak bir düzenleme hazırlıyor. Hemen ertesi gün öğretmenler ve doktorlar ayağa kalkıyor: "Biz de kamu görevi yapıyoruz; bizim de askerlik yapmamamız lazım." Millet mi değişti, askerlik mi, bilmiyorum ama bu manzaraya bakarak "Asker millet terhis oluyor" diyebiliriz. * * * Son dönemde Silahlı Kuvvetler'i giderek köşeye sıkıştıran demeçler, soruşturmalar, operasyonlar, yargılamalarla askerin ülke yönetiminde giderek mevzi kaybetmesi, darbe iddialarının yargılanır hale gelmesi, nihayet dün, 3 komutanın bakanlık emriyle açığa alınması da "En büyük asker bizim asker" sloganlarının gözden düşmesine paralel yürüyen bir gelişme... Hangisi sebep, hangisi sonuç tartışılır, ama siyasi gerçeklik bu... "Doğuştan hepimizin mesleği"ymiş gibi lanse edilen askerlik profesyonelleşiyor. Askerin ülke yönetimindeki rolü azalıyor. Askeri vesayet görüntüsü siliniyor. Buna hazırlıksız yakalananlar, eski günlerin hararetiyle darbe senaryoları yazanlar yargılanıyor. Bugüne dek hep ülkeyi son tahlilde ve sadece askerlerin kurtaracağına inananlar ani bir boşluk duygusu yaşasa da, onlar da başlarının çaresine bakmayı, sivil mücadeleyi öğreniyor. * * * Bunlar, geç bile kalınmış normalleşme adımlarıdır. Fakat "anormal" olan başka bir şey var: Askerin siyasetten tasfiyesi, siyasal alanın topyekün demokratikleştirilmesi gibi bir seferberlik çerçevesinde yürütülmüyor. Öyle olmadığı için de, Silahlı Kuvvetler'e yönelik her adım, geniş kesimlerde bir sivilleşme alameti olarak değil, tasfiye çabası olarak görülüyor. Daha net anlatayım: Bakanlık, "Balyoz soruşturması"nda adı geçen komutanları yargılaması için açığa almakta cesur davranıyor; ancak aynı Bakanlık mesela davasında ihmali ayan beyan ortada olan polis şefleri için soruşturma izni vermeye asla yanaşmıyor. O zaman da şu tercih sırıtıyor: "Asker yargılansın; polis yargılanmasın." Buna sivilleşme değil, vesayetin el değiştirmesi denir. Bizi de daha demokratik bir ülkeye değil, olsa olsa "Her Türk polis doğar" diye büyüyecek nesillere götürebilir.
Milliyet
1,321,044
Yazarlar
Reyhan Yalçındağ Baydemir, KCK dosyasında insanların özel hayatlarını deşifre edecek konuşmalar olduğuna dikkat çekiyor ve ekliyor:?"Zaten bu dosyanın bir ayağı şimdiden Avrupa'ya uzanmış durumda.?Çünkü tahrifat da var ve bunların hepsi bilirkişi raporlarıyla ortaya çıkacak..."KCK davasının avukatlarından Reyhan Yalçındağ Baydemir'le (Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir'in eşi) KCK'nın ne olduğu, ama daha önemlisi bu davanın ne olup ne olmadığı konusundaki söyleşimiz dün tam bu soruda yarım kalmıştı. Şimdi aynı sorudan devam ediyoruz:Eminim tüylerinizi diken diken edecek bir şey soracağım şimdi, ama sanki bir Ergenekon davası avukatını dinliyorum şu an? Çok farklı iki kulvar tabii... Onlar çok ciddi hak ihlallerinin faili olarak bir yargılanmanın konusu, ben ise bütün o hak ihlallerinin mağduru olan taraftayım. Tamam, ama soruşturmanın topluma farklı bir şekilde empoze edildiği, korku imparatorluğu yaratıldığı, iddianamedeki yanlışlar, telefon dinlemeleri... Benzer itiraz noktaları değil mi?  Tamam, ben size şunu sorayım o zaman: Ben avukatım. Dosyaya ulaşamıyorum. Müvekkilim tutuklandığı gün dahi savcılık veya sorgu hâkimliği tek soru dahi sormuyor ki işin rengi açığa çıkmasın. Ama aynı saatlerde basın nasıl veriyordu peki; "KCK'nın şehir yapılanması ele geçti", "Bu operasyonlar daha önce yapılsaydı şu saldırılar olmayacaktı", "Bunlar böyle insanlar, şunları yaptılar." Sonra ardından bir sürü ses bandı. Özel yaşamın ifşası. Yaptığımız suç duyurularından tek bir sonuç alamadık. Bulunamadı. Ve daha yukarıda sorgu tamamlanmamış, biz kararı bekliyoruz, ama aşağıda bir sürü kanal "Şu kadar kişi tutuklandı" diye yayın yapıyor. Nasıl oldu bunlar?Peki mesela o telefon dinlemeleri yasadışı mı?Kesinlikle yasadışı olduğunu söyleyeyim ben size. Ceza Muhakemeleri Yasası'nda çok net bir ifade var, diyor ki: "Bir suç işlenir, biter. O suçun delillerini toplamak için teknik takibe başvurulur." Tamam? Burada ise her şey soyut, her şey iddia... Kendi yasalarını bile ihlâl ediyor bu sorgulamanın içindeki yetkililer, çünkü suç bulunmaya çalışılıyor.Bütün dinlemeler mi böyle?Kesinlikle... Oysa bir de CMK 135 der ki, "Yasaya uygun bir dinleme dahi olsa üçüncü kişiye kadar yakınlarıyla görüşmeler yayınlanmaz." Dosyada ise bir sürü müvekkilimizin eşiyle, ailesiyle, kardeşi, annesiyle, babasıyla konuşmalar var. Bütün arkadaşlarıyla yaptığı günlük sohbetler, insanların özel hayatlarını deşifre edecek konuşmalar var. Biz bununla ilgili de hukuki girişimlerimizi başlattık. Zaten bu dosyanın bir ayağı şimdiden Avrupa'ya uzanmış durumda. Çünkü tahrifat da var ve bunların hepsi bilirkişi raporlarıyla ortaya çıkacak. Mesela bir müvekkilim parti meclisi anlamında "PM" dedim diyor, ama PM'nin yerine hep tapelerde "TM" konmuş. Yani KCK-Türkiye Meclisi...Abdullah, Fethullah olmuşDinleyen mi TM diye anlıyor acaba?Hayır, ama zaten böyle yapmak istiyor. Bu tahribatlar bilinçli. Bakın bir paragraf aynen şuna benzer şekilde yazılmış: "Masa kahverengidir. ....... Saçların çok güzel..... Akşam sinemaya gidelim mi?....... Heronlar...  şöyle atış yapıyorlar....... fethullah....... yemek çok güzel olmuş..." Şöyle verdi basın bunu: "Bunların aslında Fethullah Gülen'e suikast hazırlığı içinde olduğu..." O Gülen nereden çıktı? Arkadaşımız hayatımda böyle bir şey hatırlamıyorum, diyor. Abdullah demiş, o Fethullah olmuş, sonra o olmuş Fethullah Gülen... Biz de diyoruz ki; zaten başından beri bunun AKP operasyonu olduğuna inanıyoruz. Çünkü kendisine muhalif hiçbir şeyi tanımadığı belli. Son derece intikamcı bir çizgiye sahip. Son derece antidemokratik, her türlü yönteme başvuruyor, kendisine muhalif hiçbir şeye tahammülü yok. Ama acaba dedik, ne kadar korkunç, yoksa bir de burada Fethullah Gülen cemaatiyle Kürt halkı karşı karşıya mı getirilmek isteniyordu? Belki de biz çok daha büyük badireler atlatabilirdik de acaba ucuz mu kurtulduk? Gerçekten sorduk bunu? Çünkü ne alâka? Gülen'in konumuzla alâkası ne? Ve en önemlisi siz bu insanların herhangi bir yerinde, bahçesinde, evinde, işyerinde bir çakı dahi buldunuz mu? Bomba buldunuz mu? Silah buldunuz mu? Ergenekon'dakiler neredeyse TIR'lar dolusuydu. Bunlardan çıkanlar ise flash bellekler, ajandalar, kitaplar, düğün kasetleri, çocuklarının çizgi filmi DVD'leri... O yüzden zaten şehir yapılanması deniyor?Peki şehir yapılanmasıyla suç arıyoruz biz de, bunlardan hangisi suç?"Velev ki KCK olsa bile" diyorsunuz?Yani velev ki bunun adı KCK değil de alfabenin herhangi başka bir üç harfi olsun. İşte biz bunu da savunmalarımızda işleyeceğiz. Siz içine bakın. Şimdi bir savcıyla aramızda olanı söyleyeyim. Belediye başkanı olan kadın müvekkilim ile sorgusundayız. Aralık operasyonunda. Dedim ki, "Şu kadar yüzdelikle seçildi. Geçmişinde de başarılı bir belediye başkanı. Leyla Güven. Bir sürü teşekkür belgesi almış." Sordukları şeylerden biri şuydu: "Sizi Demokratik Kadın Hareketi niçin aday gösteriyor?" Dedim ki, "Olmaz böyle bir şey. Ben bu kadar yıldır bu şehirde avukatlık yapıyorum. Adliyenin tam karşısında bir sürü bilboard var. Yüzlerce kez oraya Demokratik Kadın Hareketi imzalı afiş asıldı. 8 Mart için, kadına yönelik şiddet için, namus cinayetleri için. Yıllardır. Peki siz Savcı olarak niçin soruşturma başlatmadınız, eğer bu yasadışı ise... İddianız nedir?" Dedi ki "Avukat Hanım, direkt onların yasadışı olduklarını söylemiyoruz. Ama bunların örgüt adına hareket ettiğini düşündüklerimiz var içlerinde." Yani somuta bağlayamıyor. Ve bütün iddialar böyle. O yüzden biz bunu savunmalarımızda çok işleyeceğiz. Suç ne? Neye göre suç? Aynı şekilde belediye başkanlarımızdan bir erkek müvekkilimizle ilgili savcı dedi ki, "Doğru diyorsunuz avukat hanım. Valla adam öyle biriymiş ki elektriği bile fazla yaktıklarında bağırıyormuş. Her şeyi kuruşu kuruşuna hesap ediyormuş. Bu adam çok iyi belediyecilik yapmış. Ama örgüt adına yapmış. O yüzden suçlu." Pes artık! Barış organizasyonlarıAma 366 tane de ek delil dosyası hazırlanmış, o dosyalarda neler var peki?Keşke birini inceleme fırsatı bulsanız. Örnek veriyorum: Dirayet Taşdemir. Büyükşehir belediyesinin kadın işlerinden sorumlu danışmanı. Üniversite mezunu, gencecik, kadının özlük mücadelesine kendisini vermiş bir feminist. Bu kızın tutuklanmasına yol açan belgeleri sayayım mı size: Mor Çatı Derneği'nin sığınaklarla ilgili seminerine katıldığı, Öcalan'ın da talimatlarındaki gibi yüzde 40 cinsiyet kotasıyla ilgili şu şu konferanslara gittiği, ev aramalarındaki bilgisayarlarda yazan konferans, atölye gibi çalışmalar karşısında isminin olması, dolayısıyla KCK'nın kadın yapılanması alanında faaliyet gösterdiği... Şaka yapmıyorum ama... Ya da Viran Belediye Başkanı. Her Sayıştay denetçisinden teşekkür belgesi almış. Rakamları inanılmaz düzgün. Niye tutuklanıyor? Küçükdikili beldesinde bazılarının dağda yaşamını yitiren çocukları var. Başkan olduğu dönemde onlardan bazılarına taziyeye gitmiş, üç kere de mevlitlerine gitmiş. Pardon? "Ölen kişinin kimliği" diye bir suç yasada var mı? Kaldı ki Hıfzısıhha Yasası'na göre zaten o onun işi. Yine çok ilginçti, Savcı Bey iddianameyi özetlerken neredeyse söz alıp "Lütfen, pes yani" diyecektim. Çünkü şöyle dedi, "Türkiye'deki feminist kadınlarla işbirliği yapma..." Neymiş, bazı barış organizasyonlarına katılmışlar. Bu da mı suç?Yani diyor ki, sen insan da olma, başkan da olma, demokrat da olma, kadın da olma, hele yüzde 40 kadın kotasından bahsediyorsan sen kesin Öcalan'ın talimatıyla hareket ediyorsundur.KCK'nın önerileriyle BDP'ninkiler buluşabilirPeki ben yine söyleşimizin başındaki ta ilk soruma gelmiş olayım, çünkü oradan vardık buraya: Siz "KCK PKK'nın şehir yapılanması değil" mi diyorsunuz, yoksa "KCK eşittir PKK, ama bu davadakilerin KCK'yla alâkası yok" mu diyorsunuz?Bakın, KCK legal bir oluşum değil. İllegal bir oluşum. Dolayısıyla "şehir yapılanması" tanımı yanlış, çünkü zaten KCK faaliyetlerini yasadışı yapar. "Şehir yapılanması" demek, ne demek; Türk yasalarına göre kurulmuş değil ki... Bu işe ilk başladıklarında "Bağımsız Kürdistan" diyorlardı, şimdi "özerk model" öneriyorlar, falan filan... Ama tabii ki buna dair de pek çok görüşleri, ideolojileri, ideologları var. Bunların ellerinde sadece silahları yok, bir de alternatif modeller, sistemler sunuyorlar. Ve tabii ki kadınla da ilgili, belediyecilikle de ilgili görüşleri var. Ama ben çok netim ki bu yaşadıklarımız KCK değil. Bir tutuklananlar KCK'lı değil. Tutuklananlar tamamıyla bu siyasi zeminin tasfiye edilmesi için hedef seçildiler. Pek tabii ki etkilenmeler olabilir. Şimdi birbirimizi kandırmayalım. Hiçbirimiz çocuk değiliz. Bu son 30 yıldır bu coğrafyada yaşayan bizler, hukukçular, kadınlar, insan hakları savunucuları, siyasetçiler, mutlaka verilen özgürlük mücadelesinden, dil talebinden vesairelerden etkileniyor. Ama bu mesele koca bir yalan ve iftiradır, bu yaşadığımız o değil. 'AÇIK KONUŞMALI'Bence de artık "Bana önce PKK terör örgütüdür de, sonra görüşelim"deki gibi nahifliklerde bulunmanın âlemi yok, açık açık konuşmak lazım: Siz "KCK'nın önerileriyle BDP'nin ya da bizim önerilerimiz buluşabilir" mi diyorsunuz? Elbette buluşabilir. Tabii ki... Bunun kadar normal bir şey olabilir mi? Yüzde 40 örneğini o yüzden sürekli veriyorum. 27 kadın müvekkilim kadın kotası istiyor diye tutuklu. Niye? Öcalan da demiş. Ama Öcalan'ın da kadına dair bir görüşü var yani...İyi de Batı'daki Türk kadınları da aynı kotayı istiyor?Ama yok efendim zaten Türkiye'deki feminist kadınlarla ortak çalışma yürütmek de bu kapsamda suç ya... Mesela artık Hakikatlar Komisyonu kurulsun bile demeyeceksiniz, çünkü o da KCK iddianamesi içinde geçiyor, onu da isteyenler kolaylıkla KCK üyesi olabilir.Bakın benim asıl korkum ne biliyor musunuz? Bunları gördükçe, yani bu bölgenin insanlarını legalde dahi adım atamayacak bir hale dönüştürdükçe, artık burada herkes şunu sormaya başladı: "Acaba bize başka bir şey mi işaret ediliyor?" Niye biliyor musunuz? Çünkü bu insanların büyük bir kısmı zaten geçmişlerinde 10 sene 20 sene içeride yatmış kadınlar ve erkekler. Yani ne işaret edildiği düşünülüyor?"Tamam, senin cezan bitti mi? Çıktın mı? BDP'ye mi girdin? Kültür sanat çalışmalarında mısın? Basında mısın? Kadın Meclisi'nde misin? Ama bak sen hâlâ muhalifsin. Sana bu demokratik kanallar içerisinde bu biçimiyle yaşam hakkı tanımazsam o zaman hepiniz tekrar dağa gidin" demektir. İşte o zaman da siz savaşın bitmesini istemeyen güçler tarafından destekleniyorsunuz ya da bizatihi o gücün kendisi demeksinizdir. Çünkü bakın burada bir hukuk katliamı yaşanıyor. Sizce niçin birinci gün 350 tane avukat buradaydı ve aralarında pek çok Türk meslektaşımız vardı? Sadece dayanışmak için mi? Hayır! Çünkü bu davanın bu ülkede yaşayan herkese bir geri dönüşü olacağını bildikleri için. Çünkü bu verilen en belirgin mesaj bu: Sizin politik muhalif kimliğiniz var ve siz legal alanda bir mücadele yürütüyorsunuz. Ve siz basın açıklamalarında dövülüyorsunuz, pek çok engelle karşılaşıyorsunuz -çünkü biliyorsunuz, 2004'ten sonra düşünce özgürlüğü yine korkunç bir hâl aldı- ama buna rağmen direniyorsunuz, "Ben bu legal sınırların içinde mücadelemi sürdüreceğim" diye. Fakat bir gün adım atamayacak hale geliyorsunuz. Total olarak tutuklanıyorsunuz. Hiçbir yaşam alanı tanınmıyor size. Şimdi size soruyorum: Geride kalan gençler bunu nasıl okusunlar? Mesela ben şimdi bir genç olsam ne derim? Mücadelemden geri durmayacağım. Bunda kesin kararlıyım. Peki legal alanda kalıp tutuklanmak mı daha iyi yoksa? Kişiliksizleşip evde oturmayı reddettiğim için zaten bir sürü bedel ödemişim. Peki ne o zaman?'DAĞA ÇIKIŞ TRAJEDİ'Yani dağa mı?Bu nedenle zaten gençler hâlâ dağa çıkmaya devam ediyor, ki korkunç bir trajedi bu. Bizim bütün çabamız, özellikle kendi kuşağının bir kısmını yitirmiş biri olarak, bu savaşın bitmesi. Ben 91'de Ankara Hukuk'a başladığımda benim yaşıtım pek çok genç dağa gitti ve şimdi onlar yoklar. Biz böyle bir kuşağız ve onun içindir ki sevgili Fırat Anlı "Bakın biz son kuşağız, bizden sonrakilerle belki bunları da oturup konuşamayacaksınız" dedi. Çünkü biz her şeye rağmen, çektiğimiz tüm acılara rağmen içimizden birlikte yaşama arzusunu çıkarmamış bir kuşağız. Oysa bir kere ben dahil bizim çoğumuz işkenceden geçmiş bir kuşağız.Siz de mi?Tabii, 12 gün boyunca aklınıza gelen, sistematik, bütün işkenceleri görmüş biriyim. 12 güne her şeyi sığdırdılar mı?İsterlerse bir saate de sığdırıyorlar... Ki bizzat ben gözaltında Ferhat Tepe'yi öldürdüğünü itiraf eden ekip tarafından sorgulandım.Ne zamandı?1994. 20 yaşımdaydım. Ankara'da hukuk öğrencisiydim. Eve otobüsle dönerken Elazığ'da ihbar üzerine durdular, bir grup öğrenciyle birlikte beni de aldılar ve JİTEM'de işkenceyle sorguladılar.'ACILARI KAŞIMIYORUZ'"Olmayan" JİTEM'de?(Gülüyor) JİTEM'di ama işte orası... Yani bunu anlatmaya çalışıyorum işte. Biz bu acılarımızı bir kaşıma konusu, bir yarıştırma konusu yapmayıp, hâlâ direniyoruz... Çünkü çok çok çok acısını çektik... Ben 12 günde çektiğimi, arkadaşlarımızla yan yana getirilerek nasıl işkenceler yapıldığını 12 yıl anlatsam bitmez, ama bir de düşünün ki şu an hayatta olmayanlar var. Hatta bırakın bir mezarı olmayanlar var. Ama bizim kuşağımız, biz bunların kiniyle hareket etmiyoruz. Bakın ben hâlâ bu ülkedeyim. İki çocuğum var. Burada okusunlar, burada yaşasınlar, kök salsınlar istiyoruz. Ama biz şu anda duyuyoruz, halen üniversiteli gençler gidiyor ve onlar çok farklı. Çünkü onlarda dağa gitmenin yanı sıra bir de Türklerden nefret başladı değil mi?Doğru, işte savaşın en büyük zararı budur, bunu söylüyorum zaten. Aynı şekilde Türk gençleri de Kürtlerden nefret ediyorlar. Ve ben onlar için de çok üzülüyorum. Bir halktan total olarak nefret etmek nasıl bir şeydir? İnsanın içi acıyor. Bu değil. Bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı değil mi? Peki bu muydu? Böyle miydi? 1923 bu muydu gerçekten? Ama niye sonra bütün sözler unutularak, bütün bir halk yok sayılarak, reddedilerek, kimliği, her şeyi inkâr edilerek ve hâlâ demokratik kanallar içinde yaşamak istiyoruz demelerine rağmen bu insanlara bunu yapmak... Olamaz böyle bir şey. Çok fazla bedel ödendi. Ama hâlâ daha ödetilmesine inanın bu halkın ne ekonomik ne psikolojik ne fiziksel ne zihinsel artık dayanacak gücü kalmadı.e-mailiniz kontrol altında"Eskiden cezaevlerinde, nezarethanelerde 'Burada Allah yok, peygamber de izne çıktı' yazardı. Hiçbir kural yoktu. Tamamen kuralsız insanlar üzerimize gelirlerdi. Mesela işkencedeyken göz bağımız indiğinde çok nadir gümüş yüzüklülere rastlardık. Onlar hep geride dururlardı. Dindarlar teşkilatın içinde yoktu çünkü... Bugün operasyonlarda dikkat ettim tamamı namaz kılıyor, tamamı oruç tutuyor, tamamı gümüş yüzüklü. Farklı düşünen, farklı davrananı hiç yoktu. Tabii ki ibadetini yapacak, tabii ki onlar da teşkilatta olacak, buna sonuna kadar sahip çıkıyorum, ama bu dönemde de işin içine artık teknik takip ve ortam dinlemeleri girdi. 'Devletin aklı' olan bunlar artık bu biçimiyle geliyorlar. Sizin e-mail'iniz kontrol altında. İsterseniz takip ettiğiniz davayla ilgili size bir e-mail gelmiş olsun, fark etmez, o e-mail size geldi mi, siz yandınız artık."Tek talihsizliği başka birine benzemek"Biz bas bas bağırıyoruz ki, bu dosyada bir genç var, Rahmi Özmen. Bu çocuk sara hastası. Çok sık sara nöbeti yaşıyor. 18 aydır cezaevinde. Arkadaşları sırayla başında duruyor, çünkü nöbet geldiğinde birinin duyup hemen dilini gırtlağından geri çıkarması lazım, yoksa ölebilir. Defalarca kere gittik, bu çocuğu şu şahıs diye tutuyorsunuz, değil ama. Değil gerçekten de... Bakın görün korkunç bir karar çıkacak ve maalesef yine hiç istemediğimiz halde AİHM'den çıkacak. Çünkü hayatta çocuğun tek talihsizliği aranan başka birine benzemek. Şaka gibi değil mi? Ama şaka değil."2007'den itibaren nasıl seyrettin?"Soruşturma dosyaları ta 2007'ye dayanıyor. 'Bunların bir kısmı çok kere yurtdışına gitmiş' deniyor. İnsaf! Belediye başkanları zaten yurtdışına gider. Ama sen dışarı adım atmışsan bunu zaten örgüt adına yapmışsındır, deniyor. Peki böyle bir şey vardıysa 2007'den itibaren sen nasıl seyrettin? Bunların 14 Nisan 2009'a kadar suç işlemesine nasıl izin verdin? Yüz kere yurtdışına gittiler, belki de geri gelmezlerdi."
Milliyet
1,324,138
Yazarlar
4 Kasım 1995... Saat 00.10... Şimşekler çakmaya başladı, arkasından gök gürültüleri. Sonunda yağmur boşandı.  15-20 dakika sürdü. Ön taraftaki oluğun süzgecinin üzerini bir yaprak kapadığı için, balkon kapısından içeri biraz su girdi.  Eşim Nesrin ile birlikte yerleri silmeye başladık... Hava iyiydi. Balkon kapısını  açtık, biran önce halı kurusun diye...  Kızım Yağmur, uyuyordu odasında. Saat 04.50... Su sesleri geldi dışarıdan. Nesrin, "Ne bu ses?" dedi. Balkon kapısından baktım, iki taksi geçiyordu,  üç parmaklık suyu yara yara. "Taksi geçiyormuş" dedim. Ama sesler kesilmiyordu. Üç parmak derken, bir karış oldu sular. Sonra çamur gelmeye başladı. 50 santim... 60 santim...  Ve bir metre... Her yer karanlıktı. Elektrikler kesilmişti. Nesrin hemen sigortayı kapattı, olur ya, aslan elektrikçiler elektriği verirler de biz de b.k yoluna gitmeyelim diye. Çamur "Lok, lok" diyerek geliyordu üzerimize doğru. Ne yapacağımızı bilemiyorduk. Kızım uyanmıştı. Yatağının üzerine bir şeyler koyduk o karanlıkta. Ben de kitaplarımın, dergilerimin, gazetelerimin ve 45 yıllık arşivimin bulunduğu odama gittim. Çamur her  yerden geliyordu. Ve ben, odamda kapalı kaldım. Bahçeye açılan kapının önünde  de, eve açılan kapının önünde de  gazeteler, dergiler, kağıtlar yığılmıştı. Kızım Yağmur bağırdı içerden, "Çamur göğsüme geldi, uyuşuyorum" diye. Var gücümle kırdım kapıyı, kızımı çamurda sürükleyerek dairenin kapısına götürdüm, sonra merdivene çıkardım. Nesrin'le birlikte, tam bir saat çamurun içinde bir şeyler kurtarmaya çalıştık. Karanlıktı, soğuktu, çamurluydu... Saat 07.00'de ikinci kattaki komşulara girdik. 15.30'a kadar da orada kaldık. Büyük Türkiye Cumhuriyeti'nin "En gelişmiş kenti İzmir" çamura yenilmişti.* * *Bülent Habora böyle anlatmıştı o günü.Aksoy'da, Bostanlı'da, Şemikler'de, Nergis'de yaşayan hemen herkesin o meşum güne dair anlatacağı çok şey  var elbet.Benim de var.Sanırdım ki, ancak filmlerde olur bunun gibi doğaüstü sahneler.Yanılmıştım.Yaşanan, doğaüstü bir olay falan da değildi zaten.Doğanın ta kendisiydi.Doğa, kendine ihanet edenlere "neler yapabileceğini" göstermişti.Ve şimdi...Sormak gerekiyor:15 yıl önce bugün 65 kişi ölmüştü İzmir'de. Yarın öbür gün benzer bir  felâketin tekrarlanma ihtimali yok değil mi?Ne olur..."Yok" deyin.Korkutmayın beni!Devir değiştiHukuk Fakültesi öğrencisi Özgür Senger, 30 Eylül 2009 günü DEÜ'nün akademik yılı açılışı dolayısıyla yapılan toplantı sırasında konuşmak için kürsüye gelen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a hitaben "Cumhuriyet yıkıcıları kürsülere çıkıyor" dediği için, hakkında  "hakaret davası" açılmıştı.Yargılama sürecinde avukatı, müvekkilinin söylediği sözlerin daha ağırını, parti liderlerinin birbirini eleştirirken kullandığını; o sözlerin iktidar partisi lideri sıfatıyla Erdoğan'a söylendiğini; "yıkıcı" sözcüğünün çeşitli anlamlar içerdiğini; Anayasa Mahkemesi kararıyla AKP'nin eylemleri sonucu cumhuriyetin zarar gördüğünün belirlendiğini anlattıysa da...Mahkeme bu savunmaya itibar etmemiş olacak ki, "resmi görevliye karşı görevinden dolayı alenen 'hakaret' suçu işlendiğine" hükmederek, Hukuk Fakültesi öğrencisi Özgür Senger'e 7 bin 80 lira para cezası verdi.Politikacılar eskiden daha bir hoşgörüyle yaklaşırdı  bu gibi tepkilere. Sahip oldukları gücü, acımasızca kullanmazlardı.Bir köşe yazındaki bir cümle ne kadar ağır ve yanlış olursa olsun, en azından bunu "savaş sebebi" saymazlardı.Onun için dikkat.Yazarken de, konuşurken de...Aman dikkat.Tek karelik pilot!
Milliyet
1,326,447
Yazarlar
BAŞKALARI taç yapar, biz sokağa atarız. Başkaları onsuz yapamaz, biz "Bu ne rezalet?" diye hakaretler yağdırırız. İnsanların hayran hayran zevk aldığı estetik şöleninin ya içine tükürürüz, ya tiksiniriz ya da sapıkça olduğunu düşünürüz. Mustafa Kemal Atatürk'ün, "Sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir" sözünü basmakalıp buluruz... Söyler geçeriz. Şöyle bir durup da sanatla yaşayan ülkelere, toplumlara bakmayız bu sözü anlamak için. * * *Bu toplumu geçtim; bir zamanlar tiyatro, opera, sinema salonları dünyaya nam salmış bu kentte bile hep sorundur sanat. Bir dönem onlarca olan tiyatro, opera, sinema binaları toplasanız iki elin parmaklarını geçmez ya zaten. Kendimi bildim bileli sanat kurumları hep yer sıkıntısı yaşar İzmir'de... 1975'te kurulan İzmir Devlet Senfoni Orkestrası (İZDSO), ilk konserini verdiği konservatuvar salonundan bu güne kadar salon konusunda tek kelimeyle sürünür oldu... Üniversitenin, ödenen kirayı yetersiz bulup dışarı attığı orkestra, Belediye Başkanı Ahmet Piriştina'nın sayesinde önce Büyükşehir Belediyesi'nin Kültürpark içindeki İsmet İnönü Sanat Merkezi'ni kullandı. Şimdi ise Ahmed Adnan Saygun Kültür Sanat Merkezi'nde prova yapıp konser veriyor. * * *Bugünlerde ise İzmir Devlet Opera ve Balesi (İZDOB) sahnede. Birkaç ay önce İspanya'da İspanyolları kendine hayran bırakan kurumun yakarışları İzmir'i çınlatıyor. Ama kimseden de bir ses çıkmıyor. Kurum "geçici olarak kullandığı eski Tekel binasının tahliye sorunu" yüzünden İzmir İl Özel İdaresi ile karşı karşıya geldi. İl Özel İdaresi sanatçıların geçici olarak kullandığı eski Tekel binasını hizmet binası olarak düzenlemek istiyor. Meclis Başkanı Serdar Değirmenci, protokol gereği yasal sürenin dolduğunu ve binayı polis marifetiyle boşaltmak zorunda kalacaklarını söylüyor kısaca ve kibarca "Boşaltın" diyor. Aslında özüne baktığımızda pek de kibarca ve vicdanlı bir durum değil bu.* * *İZDOB kendine yeni bina buldu oysa. Benim de üniversite anılarımın olduğu ve bugün bulunduğu durumdan içimin sızladığı; Dokuz Eylül Üniversitesi eski Mimarlık ve Güzel Sanatlar Fakültesi binasına taşınacaklar. Üniversite ile Kültür ve Turizm Bakanlığı arasında 10 yıllığına anlaşma yapıldı. Bina İZDOB'a tahsis edilecek. Ancak uzun zamandır kullanılmadığı için harap durumda. Güçlendirilmesi, elden geçirilmesi gerekiyor. Biraz zamana ihtiyaç var anlayacağınız. İZDOB Müdürü Aytül Büyüksaraç, şu an için alternatifleri olmadığını söyleyerek, "Çıkmamız demek, bale bölümünün sokakta kalması, bale temsillerinin yapılamaması demek. Sezonu açtık ve önceden kamuoyuna açıklanmış bir programımız var. Buna uymamız lazım. Karşılıklı iyi niyet ve anlayışıyla bir orta yol bulacağımıza inanıyorum" diye konuşuyor.  * * *Bana sorarsanız da bu durumun içinden çıkmak için gerçekten iyi niyet ve anlayış gerekiyor. İzmir gibi bir kentte bir opera bale kurumu polis zoruyla sokağa atılmasın! O duruma da düşmeyelim artık. Hatta benim bir önerim var. İl Özel İdaresi Meclis Başkanı Serdar Değirmenci genelde çözümcü tavırlarıyla bildiğimiz bir yönetici. Hatta sanatsever de olabilir. Aytül Hanım ve sanatçılar kendisini en yakın temsile davet etsin. Serdar Bey ve ekibi temsili izlesin. Eminim ayakta alkışlayıp gurur duyacaklar. Hizmet binalarının yapımına başlanmasının birkaç ay ötelenmesine değeceğini düşünecekler!
Milliyet
1,326,473
Yazarlar
Erdal İnönü, SHP Genel Başkanı olduğu dönemde arkadaşları ile Ankara'da bir restorana gider... Servis görevlisi yaklaşarak kibar şekilde sorar:- Ne yersiniz efendim?Erdal İnönü cevap verir:- Biz sosyal demokratız, birbirimizi yiyeceğiz...Dön dolaş gelinen nokta yine aynı...Köprüler atıldı... Parti üç parça halinde...Kılıçdaroğlu ile Önder Sav, Baykal'a bağlı milletvekillerini tamamen dışlamışlardı.Bu defa da Kılıçdaroğlu, Önder Sav ekibini şutladı.İyi de... Kılıçdaroğlu'nun o iki grup olmadan partiyi yönetecek kadrosu var mı? 17 MYK üyesini zor denkleştirdiğini önceki gün gördük...Baykalcı bir milletvekiline dün soruyoruz:- Muhtemelen bir kurultaya gidilecek.. Acaba Kemal Bey sizlerden kimi isimleri Parti Meclisi ve MYK'ya alır mı? Bir ortaklık kurulabilir mi?- Şu ana kadar böyle bir işaret almadık, dedi Baykalcı milletvekili...* * *Sav'la kavgasında ibre hızla Kılıçdaroğlu'na kayıyor...Çünkü onun halk desteği ve liderlik şansı fazla...Kemal Bey daha sempatik, daha az yıpranmış bir isim...İyi ama Kemal Bey partiye nasıl bir gelecek vaat ediyor?Seçildikten sonra türbandan başlayarak sürekli olarak AKP'nin önünü açan mesajlar vermedi mi?Partiye tek başına hakim olduğunda nasıl bir çizgi izleyecek?Yeni bir Kemal Derviş mi olacak?Genel seçime 7 ay kala bu sorular zihinleri fena halde kurcalayacaktır.Kılıçaroğlu'nun tabana güven vermesi ve iktidar şansını arttırması için Baykal ve Baykalcılarla ittifakı zorunludur. Yoksa ufalanır gider... Tüzük geçirme...CHP'nin 2008 yılında yenilenen tüzüğü bu yıl mayıs ayındaki kurultayda yürürlükten kaldırıldı. Çünkü Önder Sav, genel sekreterin yetkilerini kısıtlayan bu tüzükten mutlu değildi. Nasıl mı kaldırıldı? Kurultaydaki manevrayı Şükrü Küçükşahin'in "Kemal'in Gelişi" adlı kitabından aktaralım:Bu yönde divan başkanlığına bir önerge verildi. Önergeyi işleme koyan Kurultay Divan Başkanı Kemal Anadol öyle hızlı davrandı ki. Ali Topuz gibi tecrübeli bir isim dahi şaşkınlık geçirdi. Kurultay'da kürsü konuşmaları devam ederken, Anadol:"Divan başkanlığına verilen bir önerge var, okuyup işleme koyuyorum"  dedi. Önerge, Parti Meclisi'ne verilen yetkiyi kaldırıyordu. Bunun anlamı tüzük değişikliği buzdolabında tutulacaktı. Topuz, Anadol'un, "Söz isteyen var mı; yok", "Kabul, ret; kabul" dediğini duydu. Öyle hızlı bir oylama yapılmıştı ki, "Bir şeyler dönüyor" dedi. Neyin kabul edildiğini öğrendiğinde, bundan Önder Sav'ın haberli olup olmadığını merak etti. Bir kâğıda, "Önder Bey, tüzük değişti haberin var mı" diye yazıp yolladı. Sav, pusulayı aldığında şaşırdı, hiç duymamıştı. Topuz'la bakıştı, haberi olduğu işaretini verdi; ama "Ne zaman oldu" diye işaret etti. Topuz "yarım saat" işaretiyle karşılık verdi. Sav gülmekle yetindi.Sonra ilk fırsatı bulduğunda Kemal Anadol'a şu espriyi yaptı: "Helal olsun yaa, bana bile hissettirmeden tüzük değişikliği yaptın ya, bu kadar olur." AskerAskerlik süresi ile ilgili tartışmalar sürerken... Danimarka muhabirimiz İrfan Kurtulmuş bir öneri iletiyor... Öneri, yurtdışından gelip bedelli askerlik yapanlarla ilgili...Bu arkadaşlar 5 bin euro ödeyerek kısa dönem yani 1 ay askerlik yapıyorlar.Yaptıkları askerlik onlara bir şey kazandırmıyor.Buna karşılık yurtdışındaki işlerinden bir ay uzaklaşmaları gerekiyor. Bu da onları zor durumda bırakıyor.Öneri şu:- Bu durumdaki gençler 5 bin yerine örneğin 7 bin euro ödesinler. Karşılığında askerlikten tamamen muaf tutulsunlar. Bir ay işten uzaklaşma ve gelip gitme zahmetine girmesinler...Öneriyi Genelkurmay'ın dikkatine sunuyoruz... HAS Parti programında "Bizim hırsızımız olmayacak" denilmiş. Valla o zaman milletvekili adayı bulmakta çok zorlanırlar... Haldun Ertem KravatTürkiye'de orta öğretimde okuyan öğrenciler kravat takıyor... Ama ne biçim takma? Yaka bağır açıkta, kravatlar göğse kadar sarkmakta, gömlekler fora edilmiş, rüzgârda uçuşmakta... Her biri dövüşten çıkmış görünümde.Peki çocuklar çok mu haksızlar? Hiç de değil. Kravatın sıkıcılığına dayanmak için hem alışmak lazım hem gerekliliğine inanmak... O zaman ne yapmalı? Kamu Yönetimi Uzmanı Nihat Aytürk yol gösteriyor:"Kravat takmanın sadece lise son sınıf öğrencilerine uygulanması, onların toplumsal ve kurumsal hayata uyumlu ve uygun bir şekilde hazırlanmaları açısından yararlı olacaktır. İnanıyorum ki, o zaman bu öğrenciler isteyerek ve kendilerini önemli ve üstün hissederek kravatlarını düzgün takacaklardır. Diğerleri de onlara imrenecek, bir an önce son sınıfa gelip kravat takmayı özleyeceklerdir."Öneri bizce yerindedir... Sarkozy, muhalif gazetecileri dinletiyormuş.Hep biz dünyayı örnek alacak değiliz ya, biraz da dünya bizi örnek alsın...Fahrettin Fidan Chatham İngiliz Kraliyet Uluslararası İşler Enstitüsü Chatham House, 9 Kasım'da Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'e  'Yılın Devlet Adamı' ödülünü veriyor. Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi dün bir açıklama yaparak Gül'e "Bu ödülü almayın"çağrısında bulundu. Neden?Çünkü Chatham House'un destekçileri arasında bir İngiliz-Amerikan Tütün firması da bulunuyor.
Milliyet
1,326,246
Yazarlar
Milliyet Ekonomi'de dün "Merkez Bankası kredileri dizginlemek için yeni enstrümanlar arıyor" başlığını taşıyan bir haber yayımlandı. Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Erdem Başcı "Türk ekonomisinin toparlanma süreciyle birlikte yaşanan kredi artışında firene basılması gerektiğini" söylemiş. Merkez Bankası'nın gene dün yayımladığı rakamlara göre, - Toplam banka kredileri yıl sonunda 332 milyar TL iken, 8 ayda 81 milyar TL artış ile 413 milyar TL'ye ulaşmış. Banka kredileri 8 ayda yüzde 24 oranında büyümüş. - Mevduat bankalarının özel sektöre verdikleri krediler 8 ayda 285 milyar TL'den 74 milyar TL artış ile 359 milyar TL'ye yükselmiş. - Şirketlere verilen krediler yüzde 36 oranında, hane halkına verilen krediler yüzde 19 oranında artmış. - Hane halkına verilen kredilerde en büyük artış, ihtiyaç kredileri ve kredi kartı borçlarında ortaya çıkmış. Son 8 ayda bu iki kredinin toplamı, yüzde 20 oranında, 16 milyar TL artmış. n Hane halkına verilen kredilerden konut kredilerinde 8 aydaki artış ise yüzde 19 oranında, 8 milyar TL. Başkaları artmıyor diye üzülüyor Başka ülkeler, kriz sonrası bankaların ekonomiye kredi akıtmadıklarından yakınırken, bizim Merkez Bankamız acaba neden kredi genişlemesinden korkuyor? (1) Ekonominin balon yapmasından korkuyor. (2) Bankaların artan kaynaklarını bir an önce krediye dönüştürme arayışında riskli (geri ödenmesi şüpheli) krediler dağıtmasından korkuyor. (3) Kredilerin enflasyonu şişirmesinden korkuyor. Bu korkular bir yana, bankaların ekonomiye kredi akıtmaları sağlık işaretidir. Krediler yatırıma ve üretime yönelebilirse, büyümeyi hızlandırır. İyi de acaba yatırımlar ve üretim beklenen ölçüde artmadığı halde bu kredi artışının arkasında ne var? - Bütün dünyada bir parasal büyüme var. Türkiye sıcak para girişi sayesinde bu sıcak paradan nasibini alıyor. Kaynak bolluğu bankaları kredi vermeye, faizin ucuzluğu kredi kullanacakları daha fazla kredi kullanmaya itiyor. - Türkiye'de özelleştirme ihalelerini kazanan firmalar bankalardan büyük ölçüde kredi kullanıyor. Frene basmak kolay değil - Yurtdışından daha önce döviz kredisi kullanan firmalar, dış kredileri kapatarak içerde bankalardan kredi kullanmaya başladı. Yılın ilk 6 ayında firmaların dışarıdan kullandıkları kredilerin toplamı 8 milyar dolar azalırken, bankalardan aldıkları döviz kredilerinin toplamı 14 milyar dolar arttı. - Ucuz dövize dayalı ithalat patlaması iç pazarda talebi canlı tutuyor. İthal mallarının iç piyasadaki dolanımı önemli ölçüde banka kredisi talebi yaratıyor. Yılın ilk 8 ayında toplam banka kredilerinden büyük ölçüde pay alan sektörlerde toplam nakdi kredi artışı, toptan ticarette, tekstil ve tekstil ürünlerinde yüzde 19, gıda sanayinde yüzde 17, motorlu araçlar sektöründe yüzde 26, makine ve teçhizat sanayinde yüzde 17, elektrik ve gaz sektöründe yüzde 36 oranında. Banka kredilerindeki büyüme dikkati çekecek ölçüde hızlı ama... Aması var. Banka kredileri bütünü ile frenlenir ise, ekonomide şu veya bu ölçüde bir daralma ortaya çıkar. Bankalar kaynaklarını kullanamayacakları için sarsıntıya uğrar. Bunlar da ekonomide ciddi sorunların ortaya çıkmasına yol açar. İşte bu nedenledir ki, "firene basmanın zamanı geldi diyerek pat diye firene basmak" o kadar da kolay değildir.
Milliyet
1,335,314
Yazarlar
8. Cumhurbaşkanı 'ın ölümündeki kuşkular 'de Can Dündar'ın programında bir kez daha tartışıldı. 1980'li yıllarda Özal'ı çok yakından izlemiş bir gazeteci olarak 'nde bir cumartesi sabahı gerçekleşen ani ölümdeki " iddiasına katılmadığım için, 'yeni tanıklar' ne söyleyecek diye merakla ekran başında kaldım. Prof. Sevil Atasoy'un Semra Özal'a yönelttiği sorularla 'limonata'dan zehirlendiği tezi hayli zayıfladı. Semra Hanım, Türki cumhuriyetlere yaptığı geziden döndükten sonra sonucu gerçekleşen ölümüyle ilgili olarak bir Azerbaycanlıdan gelen ihbardan söz etti ve 'her şeyi savcıya anlattığını' söyledi. Zamana yayılan bir zehirlenme olabilirdi. Can konuklarını iyi seçmişti. Özal'ın danışmanları, özel doktoru, son gezisine katılan 'lılar kendi yorumlarını paylaştılar. Anlatılanlar,'komplo'dan çok Özal'ı ölüme götüren ihmalleri sergiliyordu. Cumhurbaşkanı'nın kalp krizi geçirdiği anda Köşk'te doktor ve ambulans bulunmuyordu. Özal'ın Koruma Müdürü Musa Öztürk, Özal'ı Çankaya'dan indirme çabasındaki muhalefetin 1991'de iktidara geldikten sonra Çankaya'ya bir 'ot biçme (çim) makinesi' alınmasına bile Meclis'teki bütçe görüşmelerinde karşı çıktıklarını, Demirel'in 'Ne yapacakmış, Çankaya'ya çiftlik mi kuracakmış?!' dediğini anlattı. Bu tür tepkiler çok ağırına gittiği için Turgut Bey'in, ambulans alımına, 'Köşk'e şimdi de hastane kurmak istiyor, derler' düşüncesiyle karşı çıktığını, Özal'ın sağlığı konusunda 'den bilgi toplayanların ölmesini beklediklerini anlattı Musa Öztürk. Semra Hanım kabullenmiyor olsa da, Özal'ın ölümünün Köşk'te gerçekleştiği kanısında hekimler. İlk müdahaleyi yapan hekimler, Hacettepe'deki kalp masajına ve damar açma gibi acil yöntemlere Özal'ın bedeninin karşılık vermediğini anlattılar. NTV'deki yayına o gün eşiyle Hacettepe Acil'de olan bir tanık katıldı ve çarpıcı şeyler anlattı. Özal'ın sedyeye konulduğunda hayatta olduğunu ve acı içinde inlediğini söyledi. Müdahalede gecikildiğini öne sürdü. Ancak daha sonra yayına çıkan eski rektör Prof. Yüksel Bozer, bu iddiayı reddetti. Hacettepe gibi kalp konusunda donanımlı bir hastanede ülkenin Cumhurbaşkanı'nın o kadar süre acilde bekletilmesinin mümkün olmadığını savundu. Bozer'e göre Özal'ın bedeninde, 'zehirlendiğini' gösterir hiçbir belirti yoktu. 17 yıl sonra 'mezarının açılması' dahil eski Cumhurbaşkanı'yla ilgili bu polemikleri de üzücü buluyordu Bozer. Tabii son söz ailenindi. Ancak Semra Özal'ı da o konuda tereddütlü gördük. Semra Hanım, Prof. Sevil Atasoy'a, 'Mezarı açıldığında her zehri bulacak mısınız?' diye sordu ve savcılık soruşturmasını bekleyeceğini söyledi. Özal'ın son dönemi, bir liderin hayatının uzun ve yorucu iç, dış seyahatlerle nasıl riske atıldığına, kötü yönetildiğine tipik bir örnektir. Boşuna 'komplo' aranıyor!
Milliyet
1,318,807
Yazarlar
Öyle bir radyo düşünün siz onunla tanıştığınızda ve ilk dinlemeye başladığınızda ilkokuldaydınız... Şimdilerde üniversiteden mezun oldunuz, belki de çoluk çocuğa karıştınız ya da hayatınızda birçok şey değişti. Ama o radyo hâlâ ses vermeye devam ediyor, hayatınızın önemli anlarına fon oluyor... O radyonun adı Süper FM... Önümüzdeki günlerde 20. yılını kutlayacak olan 90.8 Süper FM gücüne güç katıyor ve bünyesine kattığı yeni isimlerle markasını parlatmayı hedefliyor. Müzik dünyasından birçok önemli ismin iletişim danışmanlığını yürüten ve eğlence sektörünün tanınan isimlerinden biri olan Özgür Aras, Süper FM'in 'marka elçisi' olarak göreve başladı. Yeni yayın döneminde programcılarına yeni isimleri ekleyen radyonun Genel Yayın Yönetmeni Tolga Gündüz ve Özgür Aras'la Süper FM'in yeniliklerini konuştuk. Radyo dünyasına yabancı olmayan Özgür Aras, yeni bir kavram olan marka elçiliğini ve 20 yıllık bir marka olan Süper FM'le çalışmanın heyecanlarını anlattı. Birçok sosyal projeye devam ettiklerini ve önümüzdeki günlerde sürprizlerin olacağını da vurgulayan Aras, "Süper FM'le çalışmak benim için çok güzel ve keyifli. 20 yıllık bir markayı bana emanet ettiler, bu  çok önemli" dedi. Yazdığı kitaplarla da  dikkat çeken Özgür Aras ayrıca  Süper FM'deki etkinlikleri ve konser organizasyonlarını da düzenliyor...20. YILINI KUTLAYACAK OLAN SÜPER FM'İN GENEL YAYIN YÖNETMENİ TOLGA GÜNDÜZ VE EKİBE YENİ KATILAN ÜNLÜ İSİMLERİN DANIŞMANLIĞINI YAPAN ÖZGÜR ARAS İDDİALI..."Süper  FM okul gibi, ekip çok güzel, sadece DJ'ler değil resepsiyondan şoför arkadaşlara radyodaki herkese fikri soruluyor,  burası öyle bir mozaik..."Süper FM'in 'Marka elçisi' oldunuz, bu yeni bir kavram içini nasıl dolduruyorsunuz?Özgür Aras: Marka elçisi kavramı daha önce radyolarda yoktu. Süper FM markasının daha da dış dünyaya yansıtılmasına yardımcı oluyorum. Konser ve etkinlikleri, bunların basına yansımasını sağlıyorum.  Süper FM'de sanatçılarla birlikte yapılan organizasyonlarla ilgileniyorum. Tolga Gündüz: Radyolar büyük yayın kuruluşlarına ait değillerse halka ulaşmaları daha zor oluyor. Özgür Aras  yaptığımız bütün işleri tüm parlaklığıyla basına taşıyor. Doğru bir tercih.   Bir organizasyonda basamakları  nasıl çıkacağını çok iyi biliyor.   Herkesten 1-0 öndeyiz.  Yakın zamanda bir projeniz var mı?Ö.A.: Birçok konser ve etkinlik düzenledik. Önümüzdeki günlerde compilation projelerimiz olacak.T.G.: Yakında çok değişik bir   projemiz var, ama şimdilik sürpriz...20 yıllık bir markanın elçiliğini   yapmak size neler hissettiriyor?Ö.A.: Çok keyifli bir şey. Ne güzel ki  markayı bana emanet ettiler. Benim için yeni birçocuk gibi, ona sahip çıkıyorum. Süper FM okul gibi, ekip çok güzel... Her şeyi birlikte yapıyorlar. Sadece DJ'ler değil, resepsiyondan şoför arkadaşlara kadar herkese  fikirleri  soruluyor. Öyle bir mozaik burası... Daha önce radyoyla ilgili   bir çalışma yapmış mıydınız?Ö.A.:Yıllar önce radyo programı  yapmıştım, ödüllerim de var. Ama bu anlamda ilk defa bir radyoyla çalışıyorum. Radyonun atmosferine kayıtsız kalabilecek misiniz, program yapmayı düşünüyor musunuz?Ö.A.: Pek vaktim yok.Buradaki programcılar özel seçilmiş ve çok yetenekliler, onların yanında bir şey yapmak da istemem doğrusu...Sanatçılara yakınlığınız Süper FM'in etkinlikleri için bir artı oldu mu peki?Ö.A.: Sanatçı dostarımla her zaman paslaşıyoruz, radyonun adı, DJ'lerin isimleri, Süper FM markası zaten yetiyor.  Bir anlamda biz onları destekliyoruz, onlar da bizi destekliyor.T.G.: Akraba gibiyiz. Bazı radyoların başındakiler sanatçılarla bireysel çatışmalara giriyor, biz de öyle bir şey olmuyor. Çünkü, Süper FM'in 20 yıldır dinleyicisine karşı bir misyonu var.Yeni isimleri de kadronuza kattınız... T.G.: Geçmişi ve müzik bilgisi önemli bir yayıncı Ahmet Kamil Taşkın katıldı.  Müziklerinizde değişiklik var mı? T.G.:  Süper FM'in müzik yelpazesi geniştir. Halkın hoşuna giden her şeyi ve en iyi müziği çalıyoruz.  Dinleyicinin nabzını tutuyoruz  "Seçin şarkılarınızı, not verin ona göre biz de çalalım" diyoruz.  İnter-netten ve yüz yüze anket yapıyoruz.Sosyal sorumluluk projeleriyle de tanınan bir isimsiniz, Süper FM'le  birlikte neler yapacaksınız?Ö.A. Toçev'le ve  Türk Eğitim Vakfı'yla devam eden çalışmalarımız var.  Radyomuzun destekleyeceği  her   türlü projeye kapımız açık. Sizin gelmenizle neler değişti?Ö.A.: Yaptığım işlerde görünürlük artar, yapılan aktiviteler daha çok duyulur ve her yerde konuşulur, amacım bu.T.G.:  Süper FM her zaman biliniyor, Özgür birkez daha hatırlamalarına neden oluyor. Sorumluluklarımızla dinleyicinin istediğini onlara  vermek istiyoruz. Yıllardır doğru bir yolda ilerliyoruz ve "Biz daha ne yapabiliriz" düşüncesiyle ilerliyoruz, bu bizim  gücümüze güç katmak gibi oluyor.Diğer radyolar da izinizden gidip marka elçiliğini hayata geçirirler mi sizce?Ö.A.: Dünyada olması gereken bir şey. Radyoyu ve yaptıklarınızı başka mecralarda da beslemek zorundasınız. Herkesin beğenisine hitap edecek  kişileri projelerimize katıyoruz,  doğru yerlere atış yapıyoruz. T.G.: Sanatçılar bizden ne isterse açığız... Biz asla profesyonelleşmeyecek profesyonelleriz. Amatör ruhla müzik aşkıyla hâlâ devam ediyoruz, ekibimiz de öyle sıcak ve samimi... İnternetten en çok dinlenen radyolardan birisiniz...T.G.: MSN'den, Blackberry'lerden dinleniyoruz. Çok geniş bir ağımız var ve büyük yatırımlar yapıyoruz.
Milliyet
1,339,824
Yazarlar
Alice SERRA KARAÇAM 4 AYLIK HAMiLE Geçen temmuz ayında Başbakanlık Baş Müfettişi ve İstanbul?Üniversitesi Rektör Danışmanı Üyüp?Özgüç'le evlenen   TRT Haber'in 'Medya Müfettişi' programının sunucusu Serra Karaçam anne oluyorTRT'nin Etiler Ulus'taki stüdyolarından havalanan 'posta güvercinim', TRT Haber'in ekran yüzlerinden Serra Karaçam'la ilgili bir bilgiyi bırakıp gitti. 'Posta güvercinimin' getirdiği bu bilginin doğru olup olmadığını öğrenmek için başvurulacak bir yer vardı; o da Serra Karaçam'ın ta kendisi.Şöyle bir mesaj attım Serra  Karaçam'ın cep telefonuna:"Hamile olduğun konusunda   bir bilgi getirdi posta güvercini, ama kaç aylık olduğunu söyle-meden gitti."Serra Karaçam'dan gelen yanıt, sadece 'ham bilgi'yi doğrulamakla sınırlı değildi. Sitem de içeriyordu:"Hayırlı olsun deseydin."Bu yanıta ne cevap vereceğimi uzun süre düşündüm ve ardından şu mesajı gönderdim:"Diyeceğim de önce bu bilginin doğru olup olmadığını öğrenmem gerekiyordu. Tebrikler."Serra Karaçam'la mesaj trafiğimiz sürdü.Hamilelikte üç ayı geride bıraktığını ve dördüncü aya girdiğini öğrendim.Ancak Karaçam, gönderdiği son mesaja şöyle bir not düştü:"Yazmazsan sevinirim."Benim de Karaçam'a gönderdiğim son mesaj şuydu:"Yazarsam sana, yazmazsam kendime ayıp ederim. Zincirin sondan ikinci halkası bu... Evleniyor... Evlendi... Hamile... Anne oldu... İnşallah hep böyle iyi haberlerini yazarım."Bu mesajdan sonra 24 Temmuz'da Başbakanlık Baş  Müfettişi ve İstanbul Üniversitesi Rektör Danışmanı Eyüp Özgüç'le evlenen TRT Haber'in 'Medya Müfettişi' programının sunucusu Serra Karaçam'dan kerhen de        olsa izin çıktı.DİZİ SENARİSTLERİ 'RUH HASTASI'YMIŞ!"Dizi senaristleri ruh hastası.   Ruh sağlıklarından ciddi   şüphelerim var...""Fatmagül'ün Suçu Ne? ve Yaprak Dökümü gibi diziler, insanlardaki sapık yanları ortaya çıkarıyor...""Dizi yapımcıları kendi çocuklarını 5-6 korumayla gezdiriyor. Onlar için sorun değil..."Bu sözleri söyleyenin kim olduğunu mu merak ettiniz?Halide İncekara bu sözlerin sahibi. Halide İncekara kim mi?AK Parti İstanbul Milletvekili ve TBMM Kayıp Çocukları Araştırma Komisyonu            Başkanı.Böylesine iddialı saptamalarda bulunan İncekara'nın sizin gibi ben de ihtisasını merak ettim ve kişisel internet sitesindeki öz geçmişine baktım.Orada yazılanlar şunlardı:"18 Eylül 1959'da Antalya'da doğdu. Evli ve üç çocuk annesidir. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'ni bitirdi. Yüksek lisansını aynı fakültede Uluslararası İşletmecilik alanında tamamladı. Özel sektörde mali koordinatör ve genel müdür   olarak çalıştı. Gazete ve dergi köşe yazarlığı, TV'de program danışmanlığı yaptı. Sivil toplum stratejik danışmanı olarak çalışmalarda bulundu. Kadın-aile gençlik ile ilgili dernek, vakıf kuruculuğu ve yöneticiliği görevlerini  üstlendi. 22'nci Dönem İstanbul Milletvekili seçilen İncekara 22'nci Dönem'de Avrupa Konseyi ve BAB Üyesi, İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanvekili, TBMM Çocuklarda ve Gençlerde Artan Şiddet Eğilimi ile Okullarda Meydana Gelen Olayları Araştırma Komisyonu Başkanı, TBMM Yolsuzlukları Araştırma Ve İnceleme Komisyonu Üyesi ve TBMM Çocuk Haklarını İzleme Komitesi Üyesi olarak görev yaptı. 23 Yasama döneminde ise AB Uyum Komisyonu ve Karma Parlamento Komisyonu'na seçildi. TBMM çatısı altındaki çalışmalarını çocuk, gençlik ve kadın konularında yoğunlaştıran Halide İncekara iyi derecede İngilizce bilmektedir."Kavgada bile söylenmezBu sözler kavgada bile söylenmez. İncekara, ilk kez böylesine sivri açıklamalar yapan biri değil.Daha önce de evlilik, çocuk ve aile üstüne benzeri çıkışlar yaptı.  Ancak İncekera'nın önceki açıklamalarında böylesine 'nokta atışı' yoktu. Bu kez hedef gösterdikleri belli; yüksek reytingli dizilerin yapımcıları ve senaristleri.Dizi yapımcılarının çoğunu tanıyorum, içlerinde, yaptıkları dizilerde gaza getirdiği sapıklardan korumak için çocuklarını 5-6 korumayla dolaştıranların olduğunu bilmiyorum.İncekara öyle dediğine göre, demek ki var bir bildiği.Açıklasa da öğrensek iyi olur değil mi?İncekara'nın, yapımcılar için söyledikleri 'yenilir yutulur' cinsten, ama senaristler için dedikleri öyle değil ki!Kavgada bile söylenmeyecek bir sözdür; 'ruh hastası'..."Dizilerin süreleri azaltılsın" kampanyalarını duymazdan gelip, paso 90 dakikalık dizi yazmaya devam eden senaristlerin bu suçlama karşısında duyarsız kalacağını sanmıyorum, ama İncekara'ya hangi tondan yanıt vereceklerini de çok merak ediyorum.Bakalım yanıtları 'ince' mi olacak, yoksa İncekara'nın ki gibi 'ağır' mı olacak?Kurban Bayramı'nızı kutluyor, sağlık ve mutluluklar diliyorum...
Milliyet
1,332,904
Yazarlar
100, 39 yaşında... Emeklilikleri gelmiş geçmiş, hala üstlerinde tepiniyoruz! İkisi de standartların uzağında, dökülüyorlar... Yerine adam gibilerini koyacak ne irade var, ne de vizyon... Altay 7, 9 yıldır Bank 'nın 'çakılı' takımları... Tek yüzakımız ise geldiği yere dönecek gibi görünüyor. , holding desteğiyle amatörden geldi, 2. Lig'de oyalanıyor. 3. Lig'de, ise 'amatör'leri oynuyor. Hepsi de uygun antrenman sahası (Buca dışında) arayışında... Mevcut alanlar ya dökülüyor ya da sürünüyor. Selçuk Bey (Yaşar), onca yıldır Karşıyaka'ya su içinde 60-70 milyon akıttı, ortada göze görünür bir yapıt yok, borçtan gayri! 50 yıldır kimimiz yönetti, kimimiz oynadı. Canım sıkılıyor. Ne yaptık biz bu kentin futbolu için? Yıllardır ulusal çapta, evrensel ölçütte bir futbol adamı çıkmıyor içimizden. , futbolunun sonbaharında 'a gitmese, bugün, bizler gibi -Altay maçını izliyor olacaktı! Peki ya ? İzmir ne yaptı, formasını, futbolu bırakana dek değiştirmeyenler için? Niye onları göçmen kuşlar misali üç-otuz paraya muhtaç bıraktı? Neden, Anadolu'nun taşlı-topraklı yollarına savrulmalarına göz yumdu, onları umursamadı, onlar için kaygılanmadı? Gürsel Aksel gibi muhteşem bir insanı, 'ye ölümüne gönderdiklerinde hiç mi yürekleri sızlamadı? Hiç düşündüler mi acaba biz ne halt ettik diye? İçimizden çıkanın, yüzüne bakmadık, ondan alacağımızı kopardıktan sonra... Şimdilerde iyi niyetle de olsa çağırıp, toplayıp, plaket dağıtmak, 30 günde bir ayın takımını, teknik adamını, futbolcusunu seçmek, 'un elitlerini konuşmacı olarak ağırlayıp, onların ağızlarından dökülen incileri dinlemek neyi değiştiriyor? Kanayan yaraya ne denli çare oluyor? Et kokarsa tuzlarsınız... Ya tuz kokarsa? İzmir futbolunun tuzu kokuyor! Bu ağır kokuyu da öyle anlık, günlük, magazinsel gösterilerle gideremezsiniz. "Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez" der Sokrates... Rakı-balık muhabbetlerindeki mizah değildir yaşamı sorgulamak. Yaşam, ciddi bir uğraştır. Emek ve akıl ister.
Milliyet
1,345,991
Yazarlar
Dün gece hiç tanımadığım bir kadından sırf ‘kendisini daha önce tanımadığım' için özür diledim.Çevremiz hınca hınç kalabalık, gürültülü ve telaşlıydı. Tanıştırıldık ve toplam 5 dakika sohbet ettik. Hani bazen yıllardır tanıştığınız, çalıştığınız insanlarla kuramadığınız yakınlığı bir çırpıda kurarsınız ya ‘bir yabancıyla'. Sihirli bir değnek değer ve kalpten kalbe bir yol açılıverir ya, işte öyle bir sohbetti bizimkisi. Bir iki cümleyle hissedilen derinlik, sıcak ve sahici bir gülümseme, hiç tanışmamış olsan da aslında birbirini tanımanın ve anlamanın getirdiği huzur.Bundan sonra bir daha karşılaşır mıyız bilmem? Bildiğim, artık sıkı bir takipçisi olacağım.Bahsettiğim kadın Alev Gözonar. Contemporary İstanbul'un açılış kokteylinde tanıştık. İlkin, göz göz seramiklerin içine yaptığı portreler ilgimi çekti. Sonra bir heykeline vuruldum. Modern insanın içinde bulunduğu ‘yalnızlık ve sıkışmışlıklık hissini' allayıp pullamadan, soyutlayıp zorlamadan o kadar yalın ve doğrudan ifade etmiş ki...Eserde kullandığı fotoğraflar, üyesi olduğu spor kulübündeki arkadaşlarına ait. O derece hayatın içinden yani.İlgimi fark edince yanıma geldi. Önce, heykel üzerine düşüncelerimizi paylaştık sonra bir başka eserini gösterdi. Geçirdiği rahatsızlık öncesinde yapmış bu eseri, başına gelecekleri biliyormuş gibi. İki göğsü birden ameliyatla alındığında dönüp bir kez daha bakmış ve onlarca ‘meme ucundan' oluşan eseri karşısında hayrete düşmüş. Hikayesini sahici bir mutluluk ve özgüvenle anlatıverdi bir çırpıda...Geçen yılki Contemporary Art'ta, bronzla aşk masalları yazan heykeltıraş Nadia Arditti'yi keşfetmiştim. Bu yıl da Alev Gözonar'ı tanımanın mutluluğunu yaşıyorum.Çağdaş sanatçılar, müthiş öyküler anlatıyor insana...İşte Alman sanatçı Andreas Lutherer'den bir İstanbul öyküsü: Walking İstanbul. İşçisi, patronu, öğrencisi, çöpçüsü, mini eteklisi, türbanlısı, simitçisi, bayrakçısı, dincisi, rockçısıyla İstanbul'un o uyumlu karmaşasını gözlemlemiş ve ‘yeni medya' tekniği ile anlatmış Lutherer.Günseli Kato'yla sohbet ettik. Uzakdoğu'nun mistik simgesi maskelerle, muhteşem bir çalışmayla yer alıyor Contemporary İstanbul'da. Mavi saçlı sanatçıda bir eksiklik fark ettim; en az saç rengi kadar çarpıcı bir başka alameti farikası olan kırmızı ruju yoktu. ‘Yaşladığım için vazgeçtim kırmızı rujumdan' diyor. Avusturyalı çağdaş sanatçı Martin G.Herbst, "99 Yüz" serisinden insan hikayelerini taşımış. Alüminyum geometrik cisimler üzerindeki gizemli yüzler o kadar gerçek ki... Açılışın ilk bir iki saati içinde tüm eserleri satın alınmış sanatçının.Bir başka çarpıcı şehir öyküsü Hollandalı Roeki Symons'tan. Tüketilmiş ilaç kutularıyla kaplı gökdelenleriyle modernizm karşılığında ödenen bedeli anımsatıyor sanatçı ‘Penceremden Şehir Manzarası' adlı eserinde.Daha çok provokasyon gerek!Contemporary İstanbul her yıl çıtayı yükseltiyor, giderek daha evrensel bir etkinlik haline geliyor. Geliyor gelmesine de bir eksiği var: Provokasyon. Çağdaş sanatın en ayıredici özelliği, kitleleri provoke etmek yöntemiyle düşünmeye, sorgulamaya zorlamak. Bizim Contemporary bu bakımdan fazla ‘iyi aile çocuğu' kalıyor. Birbirinden yetenekli sanatçılarımızın eserlerini hayranlıkla izliyor ve çıkışta ‘yemeğe nereye gidelim' planları yapıyoruz. Oysa bir çağdaş sanat fuarından sarsılarak, alt üst olarak çıkmak istiyor insan.Her yıl, Türk sanatçıların milyonlarca dolarlık fiyat biçilen eserleri üzerinden yapılan iletişimi de kabak tadı verdi doğrusu. Türk sanatçıların eserlerine biçilen fiyatlara milletçe şaşırmaya zorlanırken, komplekslerimizin ortaya dökülmesi de ayrı bir dram tabii.Bu topraklarda ‘provakatif sanatçı' bitmiyor mu yoksa ?Yok, yok hemen moraliniz bozulmasın! Şükran Moral fuarda!Türkiye'nin tartışmasız en cesur sanatçısı Şükran Moral, Mardin'in Yukarı Aydınlı köyünde 3 erkekle aynı anda geleneksel bir düğünle evlenerek tabuları ters yüz ediyor yine. Moral'in rol aldığı ve kumalık sorununu eleştirdiği "Evli, 3 Erkekli' adlı video çalışması fuarın en çarpıcı eserlerinden biri. Herkesin eğleniyor gibi göründüğü videonun, mesajı çok sert aslında. Bu topraklarda adına töre ya da gelenek denen bazı olgularla yüzleşilmesi ve bir an önce çözülmesi gerektiğini anlatıyor. Bir başka devrimci sanatçı Azade Köker.Köker, ‘Kamuflaj' serisinden üç eseriyle katılıyor: Oyuncak Tank'ta çocuklar için yaratılan hayali düşmanları sorguluyor, Sessizlikte Patlama'da herkesin bildiği bir orman manzarasının ardındaki dehşet saçan gerçeği görmeye çağırıyor ve soruyor; "Manzaranın gerçek olmadığını fark edecek miyiz bir gün?"Bu yıl ilk kez katılan Arap, İranlı ve Koreli çağdaş sanatçılar fuarın adeta baharatı olmuş, müthiş bir lezzet katmışlar...Contemporary İstanbul'u sakın kaçırmayın, keşfedilecek çok sanatçı, dinlenecek çok öykü var. twitter/suleyucebiyik
Milliyet
1,344,062
Yazarlar
Lig Tv'nin maç sırasında tartışmalı ofsayt kararlarına açıklık getirmek için çizdiği sarı çizgi var ya işte Beşiktaş şampiyonluk yarışında tam da o çizginin üzerindeki futbolcuya benziyor. Futboluyla göz dolduran, her an bir gol atacakmış gibi oynayan Beşiktaş sanki hep bir adım ileride ofsaytta kalıyor.Konyaspor karşısında varını yoğunu ortaya koyan ve galibiyete yakın taraf olarak gözüken, bir büyük takıma yakışmayacak golleri yediği yetmiyormuş gibi bir de kaçmayacak golleri atamayan Beşiktaş'ın bu yarışa devam edip edemeyeceği hala büyük bir sis bulutunun içinde saklı duruyor.Beşiktaş taraftarı 1-0 yenik götürdüğü dakikalarda dahi sahadaki futbola bakarak bu maçın çevrilebileceğine çok emindi; takımını gol atmaya davet ediyordu. Zaten Konyaspor'un istatistiksel olarak kolay gol yeme potansiyeli vardı. Ancak kaygı uyandıran Beşiktaş'ın da gol atmada büyük sıkıntı yaşadığı gerçeğiydi.Beşiktaş son beş sezondur şampiyonluk yarışında en az gol atan takımı konumunu ısrarla koruyor. İkinci yarı Holosko ve Tabata'nın kaçırdığı goller bir anlamda siyah beyazlıların kader anlarıydı; şampiyonluk yolundaki ofsayt çizgisiydi.Konyaspor, Fenerbahçe karşısında oynadığı futboldan farklı bir taktikle sahaya çıkmamıştı. O gün Fenerbahçe gol olup Konyaspor'un kalesine yağarken elbette etkili ayakları vardı. Beşiktaş'ta olmayan cinsten.Avrupa'daki hangi üst düzey takımından bir yıldızını alıp dışarı koysanız, o takım elbette aksar. Bu sezon Beşiktaş kadrosunu ve oyun anlayışını Quaresma transferi etrafında gerçekleştirdi. Oyun karakterinde de hep hücum var. Ancak Quaresma Beşiktaş'ın aynı zamanda yumuşak karnı oldu. Artık hangi maçta ne kadar oynayacağı tam bir bilinmeze dönüştü. Onun yokluğunda Guti de sahada olmayınca Beşiktaş'ın hücum hattı sanki yaratıcılık melekelerini yitiriyor.Zaten defans hattı başlı başına tehlike kaynağı olan, gol atmada büyük zorluk çeken Beşiktaş'ın Konyaspor gibi gol fakiri bir takımdan bile iki gol yemesini kolaylaştırıyor.Galatasaray'ın ligden koptuğu, Fenerbahçe'nin ne olacağının bilinmediği bir ortamda aslında nitelikli futbol oynamaya çalışan Beşiktaş'a biraz zaman tanınması, devre arasında da mutlaka bir golcü transferi yapılması gerektiğini düşünüyorum.Beşiktaş doğru bir iskelet kuruyor ve bu takımın yerli yerine oturması için zamana ihtiyaç duyuyor.Geçen sene Galatasaray'ın takım içinde yaşadığı sakatlıklardan nasıl etkilenmiş olduğu önemli bir tecrübedir. Sakatlıklar bu sezon Beşiktaş'ın önemli bir sorunu olarak başarısının önüne set çekiyor.Konyaspor bizim alıştığımız Ziya Doğan sertliğiyle oynadı. Belki şiddeti ve periyodu daha azdı ancak öyle ya da böyle o sertliği hep beraber izledik. Hakemlerin aşırı anlayışlı yaklaşmaları bu fiil içindeki futbolcuların en büyük destekçisi oluyor. Ancak bu karşılaşmayı kazanabilecek gol pozisyonları üretmede gerçekten çok başarılı oldular ve sert oyunları bu dakikalar için geçerli değildi.http://twitter.com/uzaygokerman
Milliyet
1,326,250
Yazarlar
Cem Dizdar'ın, cuma günü bu sayfalarda yazdığı yazı önemli. Kaçıranların internetten bulup okumalarını tavsiye ederim. Cem, kamuoyunda 'Anadolu devrimi' olarak nitelendirilen değişime farklı bir yönden bakıyor ve "O dediğiniz karşı devrim olmasın" diye soruyordu yazısında. Sertlik sınırlarını zorlayan, kural dışılığa normalleştiren 'oynatmama' öncelikli oyun (!) tarzıyla sağlanan başarının 'Anadolu Devrimi' olarak sunulmasının yanlış olduğunu ve bunun ancak bir karşı devrim olabileceğini söylüyordu.  Ertesi gün ise sayfaları Alanzinho'nun bir demeci kapladı. Niang'ın tekmelerden doğan sakatlığı sonrası yaptığı şikayetine Brezilyalı Ali'nin söyledikleri ilginç: 'Ben alıştım, Niang da alışır'.Burada ilginç olan Niang'ın şikayet ettiği oyuncunun bir Avustralyalı, Lucas Neill olması. Geçen yıl aynı sahada oynanan maçta, Baros'un sakatlandığı pozisyonda tepki çeken de Roberto Carlos'tu. Daha sonra Roberto Carlos'a yumruk savuran da Keita...Yani bu yerli ve yabancı, Anadolu ve İstanbul ayrımlarını aşan bir durum, bir 'iklim'... Müsamaha iklimi...Gelen her yabancı hücum oyuncusundan bu şikayetleri duymak mümkün, ama hiçbir savunmacının şikayetçi olduğunu duymadık. Hatta yabancı savunmacılara takılan 'kasapvari' lakaplar sanki daha fazla. Artık misal kızmasınlar-Abdülkerim ya da Bülent yok. Artık Bilica ve Neill var. İşte bu müsamaha ikliminden kaynaklanıyor. Yasak olmayınca koyveriyorlar.Ulusal karakterArshavin, Arsenal'le çıktığı ilk maçından sonra 'Ciğerlerim patlayacaktı, 90 dakika böyle yüksek bir tempoyla oynandığına inanmak zor' mealinde bir demeç vermişti. Ligin ulusal karakteriyle ilgili ilk izlenimi buydu. Bizde ilk lig maçına çıkan 'Sürekli tutup çekiyorlar ve topsuz alanda tekme atıyorlar' diyor. Bizim karakterimiz de bu.İşte buna iklim farkı derler.Çünkü Türk hakemi müsamaha gösteriyor. Zaten zeminler de kötü. Ne olabilir ki!Eşitleme yanlışlığıBeşiktaş'ın efsane oyuncusu Gökhan Keskin bizzat kendisi söylemişti. "Büyük takımda oynarken rakip üstümüze gelemezdi, orta sahayı 40 yılda bir geçerlerdi. Diğerlerine transfer olduktan sonra, bunun nasıl olduğunu anladım". O anlatırken yanında Aykut Kocaman vardı. O da onaylıyordu, aynı yoldan geçmiş bir hücum oyuncusu olarak. Büyüklerde oynarken her şeye çalıyorlar, diğerlerinde ayağının kırılması lazım.İşte bu noktada meydana gelen değişim yanlış noktada oldu. Eskiden diğerleri faul yapmasa da faul çalınırdı. Büyükler ayak kırana kadar faul çalınmazdı. Şimdi bu durum değişti, eşitlendi.Şimdi, eskiden büyüklere gösterilen büyük müsamaha artık herkese gösteriliyor. Yanlış burada işte.Ve bunu düzeltmek şart. Bu görev hakemlerin ve kamuoyunundur. Oyun dışı sertliğe müsamaha göstermekten vazgeçmek şarttır.Cem'in işaret ettiği nokta önemlidir. Ama onun da içini rahatlatacak bir gerçeğin de altını çizmek lazım: Bursa, Kayseri ve Trabzonspor... Ligin tepesini tutan ve 'devrim' tartışmalarını alevleyenler onlar. Ve onlar tekme atanlar değil, top oynayanlar.  Onlardan şikayet eden yok!Spor seviyesiBasketbol Erkek Milli Takımımız son Dünya Şampiyonası Finali başarısından sonra FIBA klasmanında 6.'lığa çıktı. Sıralamadaki en büyük sıçrayışı yapıp 12 basamak yükselerek. Benzer bir sıçrama evimizdeki Avrupa Finali sonrasında da olmuştu. Halbuki normal yerimizi 20.'lik civarı. Kadınlarda ise 28. sıradayız.Voleybol'da erkekler 48, kadınlar 22. sırada.Futbolda da 29.'yuz.Topla oynanan takım sporlarında durum bu. Ya bireysel sporlar? Teniste ilk kez 100'e girdik. Semih Saygıner gibi birkaç üretim hatası dışında hiçbir sporda öyle büyük bir yıldız yetiştirmişliğimiz de yok. Yani bir Iniesta, Xavi yok... Çünkü bir Nadal, Alonso, Gasol da yok... Eldeki spor seviyesi budur. Bunu değiştirmek için çalışanlar neyse ki var. Onlara ve bu duruma rağmen üretim hatası olarak parlayabilenlere teşekkürler.  Mesut efektiİlkay gelir mi? Mehmet Ekici bizi tercih etmiş yaşasın. İyi oyuncular, ben de merakla bekliyorum. Hele de Oğuzhan'ı. Ama bu sevinci yaşayanlar ne biliyorlar bu oyuncular hakkında. Kaç kez seyrettik. Bu oyuncuları kaçırmamak, havuza katmak güzel. Ama bir de tehlike var: Mesut efekti. Hepsi Mesut kadar iyi olacak, hepsi Real'de oynayacak, hepsi Arjantin'e 4 atacak.  Alman'ın elinin değdiği herkes '10' numara oyuncu olacak dersek, bu da başka bir şarhoşluk olur. Türkiye Türklerini en dibe atmak da tehlikedir. Böyle bir 'kast' sistemine ihtiyaç yok.
Milliyet
1,340,086
Yazarlar
Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP Genel Başkanı olarak Sosyalist Enternasyonal Konseyi'nin Paris'teki toplantısında yaptığı konuşma "mükemmel". Teşhis doğru. (1) İstihdamsız büyümenin kötülüğünü anlatıyor. (2) "Dışa kanama" diye adlandırdığı, sıcak paraya ödenen faiz ve yabancı sermayeye ödenen kâr transferlerinin zararından söz ediyor. İşsizlik sorununun önemini anlatıyor. Bütün bunları kısa bir konuşmanın içinde toplayarak dile getirmek iyi de... Bu konuşmayı yapan Kemal Kılıçdaroğlu, çaresiz sade bir vatandaş değil ki... CHP'nin Genel Başkanı. Sosyal Enternasyonal Konseyi'ne katılan, sosyal görüşlü (olduğu varsayılan!) bir partinin başkanı. Arkasında koskoca (koskoca olduğuna inanmak istediğimiz) bir parti teşkilatı var. Partisinden, CHP'den beklenen sadece ve sadece ülke sorunlarına doğru teşhis koyarak, bu sorunları çözemeyenleri eleştirmek değildir. Bu sorunların çözümünün reçetesini ortaya koymaktır. CHP Genel Başkanı olarak Kemal Kılıçdaroğlu'nun Sosyalist Enternasyonal Konseyi'ndeki konuşmasında "mükemmel" teşhisler yanında, bu tür bir toplantıda "yer almaması gereken" söylemler var. Ki, bunların doğruluğu tartışılabilir. Daha iyiyi arıyoruz Kemal Kılıçdaroğlu, durup dururken Sosyalist Enternasyonal Konseyi'ne katılan partilerin temsilcilerine AKP'yi şikâyet ediyor. (1) "Türkiye krizden en çok etkilenen ülkelerin ilk sıralarında yer almıştır" diyor. Onu dinleyenler biliyor ki, Türkiye krizden erken etkilendi ama erken çıkıyor. Türkiye'den çok daha kötü etkilenenler, krizden çıkamayanlar var. (2) "Türkiye'de sosyal harcamalar yetersiz ve keyfidir" diyor. Onu dinleyenler belki bilmiyor ama AKP iktidarının gücünün, oy çoğunluğunun arkasında sosyal harcamalardaki becerisi var. Ülke genelinde ücretsiz sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik ağının genişletilmesi, Yeşil Kart uygulaması, Sosyal Dayanışma ve Yardım Vakıfları kanalı ile her yerleşim biriminde ihtiyaç sahiplerine götürülen hizmetler (Alay edilen kömür, buzdolabı, çamaşır makinesi dağıtımı dahil), öğrencilere ve çocuklarını okula gönderen kadınlara yapılan parasal yardımlar AKP'nin reyini artırıyor. Kemal Kılıçdaroğlu'nun Sosyalist Enternasyonal Konseyi'ne katılan parti temsilcilerine, Türkiye'de emekçilerin, çiftçilerin, emekliklerin, esnafın, geniş halk kitlelerinin zorluklarını, çaresizliklerini dile getirmesi, sendikal hakların sınırlı olmasından yakınması, çalışanların ücret, düşük sosyal haklara razı olmak zorunda kaldıklarını vurgulaması da yanlıştır. Bu tür konuşmayı yapana "kimi kime şikâyet ediyorsun? Bunlar Türkiye'nin sorunları. Madem ülkende bu sorunlar var, senin partin ne yapıyor? Armut mu topluyor" derler. Şikâyetle günler geçmesinAnladık... Sıcak para kötü... İşsizlik kötü... Türkiye yeterince büyüyemiyor, gelişemiyor... İyi de... CHP'nin sıcak para konusundaki çözüm önerileri nedir? Daha hızlı büyüne ve gelişme için CHP nasıl bir programa sahiptir? İşsizlik nasıl önlenebilir? Sendika sisteminde yeni düzenlemeler nasıl yapılmalıdır? Bugün AKP'nin uyguladığı sağlık ve sosyal yardım politikasının yerine nasıl bir sistem getirilse daha iyi olur? Sorunları alt alta dizerek liste yapmak kolay. Bunlar evlerde, kahvelerde her gün konuşuluyor. Gazetelerde yazılıyor. TV'lerde anlatılıyor... Marifet sorunları tekrarlamakta değil, marifet , "gerçekçi" reçeteler yazmakta. AKP de bu ülkenin partisi. AKP de bunları görüyor. İktidar partisi olduğu için başka partiler kadar açıklıkla sorunlardan söz edemiyor ama, bu sorunları çözmeye çalışıyor. Tabii ki AKP'nin sorunlara verdiği öncelik farklı. Ama doğru yanlış bir şeyler yapıyor. Yazının sonunda tekrarda yarar var... CHP'nin teşhis konusunda sorunu yok. Teşhis mükemmel... Şimdi görelim reçeteyi... CHP bu ülkenin temel iç ve dış sorunlarını nasıl çözecek? Bunları duyalım.
Milliyet
1,328,566
Yazarlar
1970'li yıllarda rahmetli Çetin Emeç'le Paris'teydik, toplu bir geziye katılmıştık. Çetin'in, Türk konsolosluğuna gitmesi gerekiyordu, sınıf arkadaşı mı, Galatasaray'dan tanıdığı mı birini görecekti. Bazı solcuların bir huyu vardır, hep polis endişesiyle yaşarlar, peşlerinde kimi görseler polis sanırlar ya da bir kahvede tesadüfen bakan birini...* * *Konsolosluğu, bu arkadaşlardan birine tarif ettirdik, çok güzel anlattı, uyardı da:"Dikkat edin, konsoloslukta aksi, lanet bir herif var, herkesi azarlar, herkese suçlu muamelesi yapar, galiba polis!"Pek aldırmadık, bizimkilerin huyu dedik, geçtik. Konsolosluğa gittik, adam karşımızda herkesi sorguya çekiyor, azarlıyor; sıra bize geldi, baktı ki eti yenilecek kuşlardan değiliz biraz yumuşadı, yoksa yedi sülalemizin geçmişini sorgulayacak:"Niye geldiniz, niçin geldiniz, görüşüp ne yapacaksınız, kimsiniz, kimlerdensiniz" gibi abuk sabuk sorular. * * *Çetin Emeç'e baktık kibar, nazik çocuk ama o bile patladı patlayacak, işaret ettik "Sus cevap verme!" dedik, cüzdanımızdan basın kartını çıkardık:"Sorduklarınızın cevabını burada bulabilirsiniz, bu kartları bize Başbakanlık verdi, inanmazsanız Başbakan'ı arayın."Adamın süngüsü düştü, hemen içeri kabul olunduk, Çetin Emeç, arkadaşına dert yandı:"Yahu, bu ne biçim adam? Hiç sorma baş belası, arkasını bir yerlere dayamış, kıpırdamıyor."Adamı unuttuk gitti, eğer her saçma sapan adamı hatırlayacak olsak, yandık!* * *Aradan yıllar geçti, adamı unuttuk sanıyorduk, birden Hıfzı Topuz'un anılarında karşımıza çıkmasın mı, "Hıfzı ağabey" adamı bir anlatıyor ki, sanki karşımızda:"Ben ilk kez 1952'de Paris'e gittiğim zaman bazen başkonsolosluğa uğramak zorunda kalırdım. O zaman da karşımda asık suratlı bir ufak memuru bulurdum. Yüzü hiç gülmez, herkese sanık gibi davranır, işçiler ve öğrenciler bu adamın aksi davranışları altında ezilirlerdi. Ben gazeteci olduğum için bana karşı öyle kaba davranışları olamazdı. Akşam gazetesi istihbarat şefi olarak Paris'e gittiğim için benden biraz çekindiğini sanırdım, ama ötekilere karşı Birinci Şube müdürü gibiydi. Herkesi sorguya çeker ve bir bit yeniği arardı. O yıllarda Paris'te olan Abidin, Avni Arbaş, Fikret Mualla gibi dostlarım bu adamın yüzünü görmek istemezlerdi."* * *Tarihçi, araştırmacı ve eşsiz bir arşivi olan Sayın Taha Toros, Hıfzı Topuz'a telefon etmiş, Etiler'deki evine çağırmış "Ben çıkamıyorum sen uğra!" demiş...Olay şu...Geçenlerde bir adam, ölen birinin kitaplarını satmak için sahaflara gelmiş, kitaplar arasında eski yazıyla yazılmış bir defter de varmış, "sahaflar" adres göstermişler:"Bu defter bizim işimize yaramaz, sen bunu Taha Toros beye götür, o ilgilenir!" demişler. Defterde Paris'ten Ankara'ya gönderilen jurnallerin suretleri var, gönderen de Paris Konsolosluğu'ndaki bir memur, hani o aksi, lanet adam var ya!* * *Taha Toros:"Defterdeki bazı isimleri not ettim, belki sen tanırsın onları, raporlarda senin adın geçiyor" demiş ve birkaç isim söylemiş, "Hıfzı ağabey" hemen hepsini tanımış, meğer tanıdıklarının arasında konsolosluktaki o memura jurnal verenler de varmış...* * *Hıfzı Topuz hemen defterin üzerine atlamış:"Aman üstat, bu defter hazine, kimlerin adı yok ki, hemen şu defteri satın alalım."Taha Toros, ne yazık ki adamı kaçırmış:"20 milyon lira istedi, ben beş milyon verdim, vermedi, defter gitti gider."İyi ki gider!Ya defter Taha Toros'ta kalsaydı, nice aslanların tüyü dökülür, nasıl cascavlak kalırlardı. Her kıssadan bir hisse...Demek solcular her gördüklerini polis sanmakta haklıymışlar.--------------------------(*) Gülümseyen Anılar...Yeni içerikle, Eski dostlar, Remzi Kitabevi
Milliyet
1,342,770
Yazarlar
Bir süredir tartışılıyordu. Michael Jackson'ın ölümünden sonra yayımlanacak "Michael" albümünün ilk single'ı olarak piyasaya verilen "Breaking News" isimli şarkı Michael Jackson'ın olmayabilir mi acaba? Bu sorunun nedeni gerçekten de Michael Jackson'ın sesinin bu şarkıda çok fazla duyulmamasından ziyade şarkıda Jackson'ın (hani "South Park"ta da çok dalga geçilen) kendine has efektlerinin hepsinin kullanılmasıydı. Bu durum biraz şüpheliydi. "Uuuhuuu"lar, "ahhaa"lar, "iihhiii"ler benim gibi Michael Jackson hayranları için çok bildik şeyler. "Don't Stop Till You Get Enough"ta da vardır bunlar, "Billie Jean"de de... Ve bunları taklit etmek zordur. Ama ses numaraları bal gibi sample olabilir, daha önceki şarkı ve kayıtlardan yeni bir şarkıya eklenebilir.Ayrıca pek çok hayran (ve sanatçının iki kardeşi) şarkıyı sıradan bulmuş, "Michael bunu yapmış olamaz" demeye başlamıştı.Ama Michael bunu gerçekten yapmış. "Müziğin CSI'ları" diyebileceğimiz adli tıp uzmanları bu sesin Michael Jackson'ın olduğunu kanıtladılar. İnsanların sesleri de parmak izleri gibi kendine has ve tel frekanslara sahip. Bu şekilde kesin olarak bu şarkıdaki sesin Michael Jackson'a ait olduğu kanıtlandı.Benim endişem Jackson'ın daha önce kaydettiği bölük pörçük vokal partisyonlarını kesip biçerek onun söylemediği bir şarkı üretildiği ve sırf para için piyasaya sürüldüğüydü. Bu konuya bir açıklık getirilmemiş. Şarkının 2007'de kaydedildiği açıklandı. Bana sorarsanız bu bir pilot kayıt. Bitmemiş bir şarkıyı bir şekilde allayıp pullayıp bitirmişler sizin anlayacağınız. "Michael" isimli albümde 10 yeni şarkı var. 50 Cent, Akon, Lenny Kravitz gibi isimler eşlik edecek. Yani burada önemli olan bu albümü allayıp pullamak ve satmak. Çok fazla bir şey beklememek lazım. Öldükten sonra albüm yayımlamak sık görülen bir iştir. Bob Marley'nin 2001'de yayımlanan bir derlemede "I Know A Place" diye yeni bir şarkısı yayımlanmıştı. Nirvana'nın 2004'te yayımlanan best of albümü "Nirvana"ya "You Know You're Right" isimli daha önce yayımlanmamış şarkısı konmuştu. Sanatçıların öldükten sonra konser kayıtlarının yayımlanmasına da sık rastlanır (bkz son örnek Ahmet Kaya). Bu sıklık tamamen sanatçının haklarını elinde bulunduran kişi ya da kuruluşların ne kadar ve ne zaman paraya ihtiyacı olduğuyla ilgilidir. Bu işi en iyi yöneten de şüphesiz Yoko Ono'dur. John Lennon'ın yeni bir kaydının, görüntüsünün, fotoğrafının, eşyasının, el yazısının tesadüfen ortaya çıkmadığı ay yok neredeyse. Bakalım yeni Michael Jackson albümü önümüze konulduğunda ne düşüneceğiz? Bu "Breaking News" gibi sıradan bir Britney Spears şarkısı üzerine vokaller eklenmiş bir şey mi çıkacak karşımıza, yoksa gerçekten iyi bir şey mi? Dinleyince haber veririm.En fazla dinlediğim albüm...Cee-Lo Green'in "The Lady Killer" isimli albümü. Gece gündüz dinliyorum. Dinlemeye doyamıyorum. Bir kere bu adamın harika bir sesi var. Funk, soul, disko, her zevke hitap ediyor, zenci müziğinin ve vokalinin klasik unsurlarını çağdaş bir hit şarkı yaratmak için mükemmel bir şekilde kullanabiliyor. Onun sırrı, duyduğunuzda tanıdık bir şeyler dinliyor hissi yaratması. Her büyük "hitmaker" gibi.Cee-Lo Green aynı zamanda kendi alanında bir deha kabul edilen prodüktör ve müzisyen Danger Mouse ile birlikte Gnarls Barkley isimli projelerine de devam ediyor. Gnarls Barkley'nin birkaç yıl önce ortalığı kırıp geçiren "Crazy" isimli hit'ini hatırlarsınız. Bu adamın adını o zaman yazmıştık bir kenara. Gorillaz'ın müziğini inşa eden adam olarak bilinen diğer üye Danger Mouse ise, bu yıl The Shins'in solisti James Mercer ile birlikte Broken Bells isimli bir grup kurdu ve aynı isimle bir albüm çıkardı. Şimdilerde de 2011'de yayımlanacak yeni U2 albümünün prodüktörü olarak çalışıyor. Yani adam yeni müzik dehası ve yoğun. İyi ki de öyle, bu sayede Cee-Lo bu solo albümü yayımlayabildi. Albümün ilk single'ı artık her yerde çalan ve hit olan "Fuck You". Tek tek saymayacağım, çok iyi şarkılar var. Hele bir de çok sevdiğim Band of Horses'ın "No One's Gonna Love You"sunu söylemiş ki Green... (Band of Horses da Green'in "Georgia" isimli şarkısını cover'lamıştı.)Göreceksiniz kasımda çıktığı için daha ziyade bir 2011 albümü muamelesi görecek olan bu albüm adından çok söz ettirecek.İTİRAF EDİYORUM* Timuçin Esen'in halen kayıtları devam eden ve aralık ortası çıkacak yeni albümünü dinlemek için sabırsızlanıyorum.* Mor ve Ötesi'nin İngilizce şarkısı "My Loveliest Mistake" son zamanlarda dinlediğim en iyi "dans-rock" parçası olabilir. Ama yurtdışında başarı sağlar mı bilmem.* Bu bayramda televizyon dışında hiçbir yerde kan görmedim. * Bir DJ'in en zor anı ertesi sabah kalktığı anmış. Şu his hasıl oluyor: "O son şarkıyı çalmayacaktık abi..."* Mahsun Kırmızıgül'ün "New York'ta Beş Minare" filminin fragmanlarını gördükçe aklıma yedi yıl önce Chevy Chase'in oynadığı "New York'ta Bir Morning" adındaki Cola Turka reklamı geliyor.Angus bayramı!Aslında pamuk gibidir ama insanların önünde sert ve yola gelmez mizacıyla tanınır. Hareketli, enerjik ve şovmen bir yanı vardır. Yıllardır insanlara kendini sevdirmesinin en önemli nedenlerinden biri de budur. Adını duymak bile heyecan dalgası yaratmaya yetmiştir. O ortalıkta göründüğünde bayram havası eser. Bir şekilde birazdan acayip bir şeyler olacağını bilirsiniz. İskoçya'da doğmuş, ünü tüm dünyaya yayılmıştır. Avustralya'dan Kuzey Amerika'ya kadar çok geniş bir çevrede beğenilir. Türkiye'de de hayranları çoktur. Angus Young'dan bahsediyorum ben, yanlış olmasın... AC/DC'nin sembolü, gitaristi baba Angus'tan. Hele AC/DC bir Türkiye'ye gelsin siz bayramı o zaman görün. Söz, kan dökülmeyecek. Herkes çok eğlenecek. Olası Angus bayramınız şimdiden kutlu olsun...
Milliyet
1,338,592
Yazarlar
Fenerbahçeli oyuncular kendilerince mücadele ediyor olduklarını düşünebilirler; belki gerçekten bu onların güçlerinin son noktasıdır ancak yetmiyor.İkinci yarının ortalarına doğru ekranlara bir istatistik geldi. Her iki takımın yaptığı pas sayısı yazıyordu. Uzun yıllardır Türkiye'de bir takıma karşı Fenerbahçe'nin yaklaşık 100 pas daha az yapmış olduğuna şahit olduk. Bu zaten bize sahada neler olup bittiğini gösteriyordu. Sayılar bazen gerçekleri gizler, başka şeyler ortaya koyar. Ancak oyun anlamında da Gaziantepspor'un Fenerbahçe'ye karşı çok net olarak üstünlük kurmuş olduğunu söylemek gerekiyor.Olcan Adın adına çok sevindim. Geçen seneki karşılaşmada da sahanın en iyisi olmasına rağmen golleri atan Brezilyalıları payeyi almıştı. Ancak bu sefer futbolun iyilik perisi Olcan'ı pas geçmedi. İlk yarıda uzaktan kaleye çektiği ve Volkan'ın güçlükle dokunup direğe çarpan şutunun gol olmasınaysa izin vermedi. Olcan Fenerbahçe'de kalsaydı asla bu noktalara gelemezdi. Tam da futbolculuğunun yıldızını parlatan yerde oynuyor. Aslında büyük takımlara gitme hayali kuran bazı futbolculara da iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum.Hani tazı yarışları olur. Tazıları koşturmak için kenardan yalancı bir tavşan koşturulur. Tazı tavşanı yakalamak için koşar da koşar. Bir de atletizmde uzun mesafeli koşularda temponun düşmesini engelleyen tavşan atletler olur. Katalizör görevi yaparlar. Sonuçta kazanma şansları yoktur.Fenerbahçe takımı da son birkaç senedir böylesi bir görüntü içinde. Oyuna golle başlıyor. Ancak hedef rakip takımın oynamasını teşvik etmek sanki. Eninde sonunda da zaten Fenerbahçe oyundan düşüyor ve rakip atması gereken golleri teker teker saydırarak 3 puanı alıyor.Hafta ortasında kupa maçı sonrasında mercek altına aldığımız oyuncular yine aynı tondaydı.Baroni biraz daha kendisini kasıyor gibiydi. Dostlar alışverişte görsün... Semih hep bir itiraz halinde, Kazım oynuyor mu belli değil. Aykut Kocaman'ın Dia'yı oyuna alırken Kazım'ı sahada bırakmasını hangi futbol gerçeği ile tartmamız gerektiğini bir türlü bilemedik. Kazım'a karşı psikolojik bir destek olduğu kesin.Mehmet Topuz bir şeyler yapma gayretinde; ancak hep bir adım eksik kalıyor.Bekir'in gelişim noktası buraya kadarmış. Biraz daha fazlası yok. İkinci gol öncesinde top Olcan'a doğru gelirken Bekir neredeydi? O bölge Bekir'in sorumluğunda değil miydi?Caner ve Stoch ikilisinin de solda pek uyumlu olduğu söylenemez. Bu iki oyuncunun aynı takımda olduklarını birilerinin anlatması gerekiyor veya belki henüz tanışmamışlardır, Allah rızası için bir yardımsever şu iki yabancıyı birbirlerine tanıtsın. Birinci golde Serdar Kurtuluş karşısındaki görüntüleri neydi?Gaziantepspor Fenerbahçe'ye geçen senenin dejavusunu yaşattı. Bu da tarihten ders almayanların başına gelebilecek türden bir şeydi. Fenerbahçe'de teknik adamlar değişse de sonuç aynı kalıyor. Demek meselenin boyutu farklı yerlerde.Dün akşamüzeri Bursa'daki karşılaşmanın sonunda Trabzonspor liderliğini pekiştirdi. Galibiyetiyle İstanbul takımlarına karşı (Beşiktaş ve Galatasaray oynamasa da) toplamda 27 puanlık bir fark attı. Müthiş bir performans, göz kamaştıran bir başarı sergiledi. Detaylarını daha sonra konuşmak istiyorum.Bu iki karşılaşmanın hakemleri için söylenmesi gereken birkaç şey var.Bülent Yıldırım ve Tolga Özkalfa'nın maçları yönetmedikleri, idare ettikleri ortadadır. Verdikleri kararlar kendilerini oyuncular ve teknik direktörler karşısında gerçekten çok zor duruma düşürüyor. Belli bir standartları zaten yok. Çok sert müdahaleleri izlerken kitabın yazdığı en kolay sarı katları kolaylıkla çıkarıyorlar. Bir de sarı kart gösterirken elleriyle yaptıkları “2. Faulün" açıklaması. Sanki hukukta bir ihlal ancak ikincisinde cezalandırılırmış gibi.Bursaspor'dan Volkan, Fenerbahçe'den Stoch bu karşılaşmada hakemlerden haksız yere sarı kart aldılar. Hakemler futbolcuları bir anlamda tahrik etti.Futbolcu ve teknik direktörlerin sürekli hakemle oynamaları da futbolumuzun enerjisini, hızını alıyor götürüyor. Burada kimin haklı kimin haksız olduğu gerçekten tavukla yumurta ilişkisine benziyor.
Milliyet
1,332,516
Yazarlar
Dilara Koçak bilgi@mezurasaglik.com.tr İyi Yaşam OLUMLU iNSANLAR DAHA UZUN YAŞIYOR Çoğu insan olumlu düşünmenin, sadece amaçlarımıza ulaşmamıza yardımcı olan ya da zor durumların üstesinden gelmek için kullanılan bir yöntem olduğunu düşünür. Ancak, yeni çalışmalar gösteriyor ki, olaylara ve durumlara olan tutumumuz, sağlığımızı oldukça etkiliyor. Böylece olumlu olmanın, yaşamımıza seneler kattığını görebiliyoruz. Carnegie Mellon Üniversitesi'nde yapılan bir çalışmada, 18 ile 55 yaş arasındaki 193 sağlıklı gönüllünün her birine nezle ya da grip virüsü içeren burun damlası verildi. Katılımcılar ayrıca duygu durumları bakımından da değerlendirildi. Daha mutlu, canlı, sakin gibi olumlu duygu halindeler mi, yoksa kaygı, muhalefet, depresyon gibi olumsuz duygu eğilimindeler mi, kaydedildi. Olumlu düşünen denekler genel belirtileri daha az gösterdi ve hepsi hastalanmadı. Ayrıca olumsuz duygu durumuna sahip olanlara nazaran daha az hastalığa yakalandıkları görüldü.Mayo Klinik'te, 30 yıl süren ve 447 birey üzerinde yapılan bir çalışmada ise iyimserlerin, kötümser insanlara nazaran ölüm riskinin yüzde 50 daha az olduğu ortaya çıktı. Bu bulgu, daha sonra Yale'deki bir çalışmada, 50 yaş üstü 600 bireye, yaşlandıkça daha verimsiz oldukları konusunda hemfikir olup olmadıkları soruldu. Buna katılmayanlar dolayısıyla yaşlanmayla ilgili olumlu düşünceye sahip olanlar, yaşlandıkça faydalı olmadıklarına inananlara oranla ortalama           7.5 yıl daha uzun yaşadı.Hollanda'da, bireylerin tutumlarını ve uzun ömürlülüğü inceleyen, 65 yaş üstü 999 bireyde yapılmış bir başka çalışmanın sonuçlarına göre de; olumlu düşünceye sahip olanlar daha uzun yaşıyor. Ayrıca, kötümserlere oranla yüzde 77 daha az kalp krizi geçirme riskleri bulunuyor.Düşüncelerimizi             nasıl daha olumlu hale               getirebiliriz?İyi dileklerde bulunmak en basit yoldur. Son 24 saatte yaşanmasından çok memnun olduğunuz 5-10 konudan oluşan bir liste hazırlayın. Bunu bir ay içindeki her gün yapmaya gayret gösterin. Bu şekilde neleri yapabildiğinizi, nelerin gerçekleştiğini somut olarak göreceksiniz ve bu olumlu gelişmeleri                 gözden kaçırmamış olacaksınız.Ya da üç hafta boyunca kendinizi şikayet etmekten, sızlanmaktan ya da eleştirmekten vazgeçirmeye çalışın. Ya da 'küçük şeylerden dağlar yaratan' bir eğiliminiz varsa, sadece bir haftalığına tam tersini deneyin. Bu sorun             yığınlarından küçük olanları ayırın ve                        onları çözmeye çalışın.Bu basit teknikler çok kolay gibi duruyor. Ancak ne zaman fark etmeden hayatınızın bir rutini haline gelirler, işte o zaman benimsediğiniz ve uzun yaşama adım atmamızı sağlayan en iyi alışkanlıklarımız olacaklardır.Olumlu düşünen bireyler neden daha uzun yaşıyor?Bunun nedeni gündelik yaşamlarında daha az stresli olmalarından kaynaklanabilir. Olumlu düşünen birey, başka bir şeye odaklanarak ya da bir çözüm yolu arayarak bununla baş edebiliyor. Olumsuz düşünen birey ise şikayet ediyor, öfkeleniyor ya da hüsrana uğramış hissediyor. İki örnek arasındaki tek           fark ise bedenlerindeki stres. Bu aslında hepimizin bildiği bir durum. Sürekli stres altında olmak veya düzensiz yaşam şekli, vücutta ciddi anlamda rahatsızlıklara da yol açmakta. Özellikle kalp hastalıklarında stres faktörü önemli yer tutuyor. Bunun yanı sıra fiziksel yaşlanmayı da epeyce hızlandırıyor. Bu da olumlu düşünenlerin neden daha uzun yaşadıklarını gösteriyor.    Olumlu düşünen bireyler gündelik yaşamlarında strese girmiyor ya da ellerinden geldiğince stres yaratan faktörlerden uzak durmaya çalışıyor. İşler planlandığı gibi gitmediğinde, bunun üstesinden gelebiliyor ve gündelik yaşama kolaylıkla devam edebiliyor. Daha az stres, hem biyolojik, hem psikolojik anlamda daha az hastalık demek oluyor. Bunun sonucu olarak da daha uzun bir yaşam bizleri bekliyor. Aslında oldukça basit bir formül.
Milliyet
1,318,808
Yazarlar
BİLİYORUM... Şakanın hiç sırası değil. Yaşadıklarımız da hiç komik değil! Ama bu İzmir'in, İzmirlinin yağmur yağdığında başına gelenler şaka gibi değil de nedir? Metro'nun suya gömüldüğünü görünce, türlü gülünç şey geldi aklıma. Oysa hiç sırası değildi. Ama elimde de değildi. Geceyarısı başlayan yağmurda, Metro bile su altında kalıyorsa; "Güleriz ağlanacak halimize" demekten başka çare var mı?Aslında sorunun cevabı; yani ağlanacak halimizin çaresi var. Onu da bari ben söyleyeyim... Çare; elbette plastik çizme ve şişme bot dağıtmakta değil. Çare; rehavetten kurtulmakta ve yağmuru ciddiye almakta! *  *  *10 yılda, 20 yılda bir afet yaşanır; anlarız...Günlerce yağmur dinmez, anlarız...Görülmemiş bir durumdur, 100 yılın yağmuru olur; anlarız...Ama her yağmurda, Türkiye'nin üçüncü büyük kentini boğazına kadar su basıyorsa; bunu anlayamayız!Anlayamıyorum... İzmir gibi bir kent sular altında kalıyorsa, yağmura her seferinde teslim oluyorsa, bunun sorumluları nasıl çözüm üretmeye çalışmaz?Her yağmur öncesi, Valilik'ten uyarı gelir oldu bu kentte.Her yağmur öncesi, insanlar gerilir oldu bu kentte.Ve...Her yağmur yağdığında, afet yaşanır oldu bu kentte. Her yağmur yağdığında aynı görüntü ortaya çıkar oldu bu kentte:Göle dönen sokaklar, sular altında kalan işyerleri, telef olan evler, denizle birleşen caddeler, nehirde yüzen araçlar...*  *  *Yeni açtığı işyeri suyla dolan kadın gözyaşları içinde. Bir başka yerde, mahalleli çamur dolan evlerinin eşyalarını bir yandan ağlayıp bir yandan da toparlayıp atmak için uğraşıyor. Üç saatte işe gelemeyenler, derenin içinden geçer gibi yolda ilerleyip aracı arızalananlar, karşıdan karşıya geçemeyen yayalar isyanda. Ya ekipler? Büyükşehir'in ekipleri nerede? Önceden uyarısı gelen yağmura karşı geceden hazır mıydılar? Sokakta mıydılar? Gece kaç kişi çalıştı? Gece çalışamıyorlarsa bunun nedeni fazla mesai ücretleri mi? Peki bu fazla mesai ücretleri vatandaşın zararından daha mı fazla?Akılda bin tane soru... Altyapı iflas ettiyse, çözüm üretecek misiniz?Üretemeyecekseniz "Bu doğadan, Allah'tan" diyecekseniz eğer; İzmirliye ne önerirsiniz?Ne yapalım?"Denizin dibinde, konumu böyle, eskiden yapılan hatalar var" falan gibi yanıtlar olacaksa; o zaman yine ne yapalım?İzmir'i topluca terk mi edelim?Başka yere mi kuralım?*  *  *Peki ya Büyükşehir Belediyesi nerede?Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu nerede?Sakın "Yemekte" demeyin!Zira bu İzmir'in başına ne geldiyse hep bu yemeklerden geldi!
Milliyet
1,340,097
Yazarlar
Öncelikle skor tabelasına önem vermediğimizi belirtelim... Hollanda - Türkiye maçı, FIFA'nın tüm dünya için belirlediği programa uygun olarak oynanan bir hazırlık müsabakası.Bizim açımızdan 2012 Avrupa Şampiyonası eleme grubu maçlarından daha uzak, ama 2014 Dünya Kupası elemelerinden daha yakın vadeli bir değişim planının, alternatif arayışının ilk örneklerini izledik...Milli Takım'ın yerleşik ya da aşina oyuncularının sayısı 6 idi başlangıçta. Beş yeni oyuncuyla maça başladık...Maç oynanırken, "Emre'nin, Aurelio'nun, Semih ya da Halil'in, Arda'nın, Tuncay'ın alternatiflerini bulabilir miyiz?" sorularını tekrarladım zihnimde. Adı geçenlerden hiçbirinin bire bir yerlerinin dolduğunu söylemek kolay değil...Ama yenilerden her biri alternetif olacaklarını hepimize hatırlattılar. Hiddink'in kadro seçiminde daha geniş bir kadrajla daha fazla aday oyuncuya sahip olduğunu gösterdiler. Hepsi de iyi niyetle, heves ve samimiyetle oynadı...İlk kez bir arada oynayan bu çocuklara sert ve keskin eleştiri yapamayız... Gayretlerini takdir ettik. Sakatlık ya da ceza hallerinde umutlarımızın ve çarelerimizin tükenmeyeceğini, yolumuzun kapanmayacağını anladık...Ayrıntılara bakarsak...Kaleci Volkan iyi bir maç çıkardı, yediği golün dışında en az üç tane de kurtardı. Kayserili Serdar savunmada başarılıydı. İsmail Köybaşı'nın yaptığı bireysel hata golle sonuçlandı.Milli Takım'ın Sabri, Gökhan, Hamit'le sağda oluşturduğu uyumlu ve etkin oyunu sol kanatta göremedik. Orada İsmail, Nuri ve Burak birbirlerinden kopuktular...Orta alanın göbeğinde Selçuk İnan her an hazır olduğunu bir kez daha gösterdi.Nuri Şahin'in Dortmund'daki lider oyunculuğunu bu maça taşıyamaması dikkatimizi çekti. Belki de ortada ve içeride değil, kenarda kaldığı için verimli olamadı. Attığı bir kaç derin pas gözümüzü okşadı, o kadar...Umut'un fırsat kollayan baskılı oyun anlayışı olumluydu. Çok az şut attı, iki kez pozisyona girdi ama değerini ortaya koydu.Özetle kendi adıma dünkü kadronun Hiddink'in vizyonuna katkıda bulunacağına inandım...Oyunun son dakikalarında Milli Takım'ın üst üste yakaladığı gol pozisyonları ve rakip üzerinde yoğunlaşan baskısı heyecan yarattı. Engin, Mehmet ve Kazım'ın katkıları da olumluydu.Şaka değil, Dünya Kupası 2010'un finalisti bir takımla oynadık... Üstelik onlar bizim kadar değişmiş değillerdi...
Milliyet
1,341,353
Yazarlar
ASLINDA ilk kez değil, Avrupa'ya çoğu kez gittiğimde, hiç de yapımda olmayan bir duygu sarar beni. Haydi kıskanmak demeyelim, bu kelime yakışmıyor. Evet imrendik, hem de bu kez ummadığım bir kente Budapeşte'ye imrendik. Hem de onları göbekten delip geçen ekonomik krize, zorluklarına rağmen.  Anlatmıştım, Yaşar Üniverisitesi Oda Orkestrası'nın konserleri nedeniyle Budapeşte'ye gittik. Konserin etkileyiciliğini, Büyükelçi'nin misafirperverliğini de aktarmıştım. İşte bizim kulaklarımızda müziğin tınıları varken, geziye katılan İzmirli gazetecilerin, temsilcilerin aklını hep aynı soru kurcalıyordu. 10 dakikada bir aynı sohbete takıldık kaldık. Kentin dört yanı turistleri gezdirebileceğiniz alanlarla dolu. Caddeler, bulvarlar açık hava müzesi gibi. Tuna'nın iki yanı saraylarla, bazalikalarla, kültür-sanat yapılarıyla sıralı. Biz de çay içiyoruz aynı konu, Tuna'yı kesen, gece nefis görüntüler veren köprüleri izliyoruz yine aynı sohbet.  Bir nehirleri var, turistlere nasıl satacaklarını bilemiyorlar, nehir tekneleri art arda sıralanıyor, özel efektler yapılıyor. "Hey gidi, İzmir Körfezi" diyorsunuz tabii içinizden ve o soru yine canlanıyor, "İzmir, nasıl değişecek, kentin ruhunu yansıtacak özel alanlar nasıl oluşturulacak. Haydi soruyu net soralım; İzmir  nasıl toparlanacak?"* * *Geçen gün acıdım. Turistler Alsancak Garı'nın oradan Anglikan Klisesi'ne tek sıra halinde trafiğin yanından dar kaldırımdan yürüyerek gitmeye çalışıyorlar. Hele bir başka görüntü vardı ki facia. Faytona binmişler, Montrö'de trafik sıkışmış, otobüslerin tam ortasında kalmışlar, atlar  çalan kornolardan ürküyor.   Bir seferinde de deveyi hendekten atlattık ve nihayet üstü açık bir tur otobüsü aldık ama bu kez tur otobüsü Basmane'ye dalmış. Artık orada turistler hangi etkileyici, görkemli binayı görüyorlarsa... Hepimiz sıkıntıları biliyoruz, bu kentte yaşıyoruz, ama kentin içerisi yeniden ve nasıl düzenlenecek bilen yok. Tek öngörümüz var Bayraklı-Turan bölgesi gökdelenler bölgesi olacak. Diyelim ki başardık ama kentin ruhunu nasıl yansıtacak?  Kültür, sanat ve medeniyet dediğin yalnızca gökdelenlerden oluşmuyor ki..Tamam elde bir ihtimal daha var Agora...  Agora ve çevresinde kamulaştırmalar sürüyor. Daha doğrusu zor sürüyor. Kamulaştırma maliyetleri Büyükşehir Belediyesi'nin belini büktükçe işler ağır gidiyor. O bölgede oluşturulmasına kesin gözüyle bakılan, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın da açıkladığı Ege Medeniyetleri Müzesi'nin  temelinin atılması için daha birçok kamulaştırmanın yapılması gerekiyor.  Bakanlığın  yeri belirlemesi güzel de, kamulaştırmalarda topu belediye atmak, tek başına bırakmak kolay yol. Ayrıca bu bölgede sadece tarihi değerlerin ortaya çıkarılması yetmez, bölgede Smyrna'yı canlandıracak, kentin geçmişini havasını taşıyacak bir planlama lazım. İzmir evleri, İzmir mezeleri, el ürünlerini turistlerin gözü önünde üreten atölyeler, İzmir yemekleri sunulan restoranlardan   süzülen yöresel ezgiler... Hiç değilse Atina'daki Plaka gibi bir yer yapılamaz mı ? Ya da başka bir fikir ama mutlaka bir fikir gerekiyor bu kente...* * *İzmir'in etrafı muhteşem peki kentin kendisi?"Akdeniz'in incisi" diyerek daha ne kadar zaman geçireceğiz? Kültür merkezlerini göstermek için bir Adnan Saygun'a oradan da Karşıyaka'nın sonuna mı taşıyacağız turistleri?"Eski bina mı kaldı restore edelim?" demek de yetmez. Budapeşte'de İkinci Dünya Savaşı'nda bombalardan ortada kent kalmamış. Birçok binayı aslına uygun restore etmişler, kimilerinin yerlerini değiştirip daha büyük alanlarda   yeniden oluşturmuşlar. "Adamlar 4. metroyu yapıyorlar tabii ki ara bu kadar açık olur" dedi bir gazeteci arkadaşımız. Gülümsedik. * * *Gittiğinizde görüyorsunuz ki projelerin kimin olduğunun bir önemi yok. Bu kent bizim ve daha çok da gelecek neslin... Şimdiki yöneticiler haksız sayılmazlar, ellerinde kördüğüm bir kent bulmuşlar çözmeye çalışıyorlar ama bazen de kapsamlı ve korkusuzca stratejiler gerekiyor. Belki de kalkınma ajansı bünyesinde böylesine bir projeler detaylandırılarak  ortaya koyulmalı ve tüm yetkililer buna odaklanmalı, maddi kaynaklar bunun için seferber edilmeli. Yetkililerin ayrı ayrı ufak tefek projeler hazırlayarak birbirleriyle yarış acakları bir lüks içinde değiliz... Evet İzmir, nereden başlayacak, bu kentin merkezine turist nasıl çekelecek?Bir değil, birkaç proje bekliyor bu kent aziz yöneticilerden...Üç gün boyunca aynı sohbet, yazdırıyor tabii böyle. Neyse ki arada bir az gelişmiş ülkelere de gidiyor, gelir gelmez "Çok özlemişim seni benim İzmir'im" diyorum...
Milliyet
1,323,905
Yazarlar
Memleketteki yan toplarda 'adam adama mı, alan savunması mı yapılacak?' karmaşasının örnekli dosyası gibi bir maç oldu. 3 golde de savunmalar kalabalık bir şekilde altı pasa yığılmış, ama çok kolay vurduruyorlar. Kaleciler çizgide 'edilgen' bir rolde. Kalabalık savunmalar ilk topun ardından oyundan kopuyor.Dün iki takımın maç boyunca sadık kaldıkları taktik disiplinle birebir zıt bir durum bu. Akan oyunda hemen kimse yerini kaybetmiyor rakibe alan bırakmadan oynamayı başarıyorlar. Ancak duran ya da yan toplarda durum 180 derece farklı. Neresinden baksanız ilginç.Kasımpaşa'nın bunun dışında ligin en tehditkar takımlarından birine karşı bu seviyede dirençli kalması bir gelişme. Bunda Kayseri'nin genç, süratli kadrosu ve Zalayeta'nın yüksek oyun zekasına rağmen tempoyu artırmayı denememesinin de rolü var kuşkusuz. Ancak Kasımpaşa da hücum yönünde Yekta'ya yardımcı bulamıyorlar. Onun işlerliğini artıracak bir hücum organizasyonu çeşitlliği yok. Ne Ersen ne Bebbe, her şeyi o yapıyor neredeyse. Ve ister istemez iş doldur boşalta kalıyor. İşin futbol açısından acıklı yönü ise Kayseri'nin son dakikalarda rakibin organizasyon eksikliğine rağmen geri çekilerek bu doldur boşaltı manalı kılmasıydı. Şota ve gençleri daha iyi olmalı. Olduklarını gördük.Bir de not: Dünkü, Yekta dışında milli takım için adı geçen çokça oyuncunun forma giydiği bir maç olmakla birlikte, 24 yaşındaki bu 'genç' dışında parıltılı bir performans yoktu maalesef. Bu gelecek vaat eden oyuncuları bir üst tempoda test etmeden Hiddink'in hemen takıma almasını beklemek ne kadar doğru bilmiyorum.
Milliyet
1,342,761
Yazarlar
Bu hafta size Hollywood yıldızlarının, oyunculuk üzerine sarf ettikleri "ölümsüz özlü sözler"den bir demet sunacağım...Humphry Bogart: İkisi de tam olarak aynı rolü oynamadıkça, iki aktör arasında yarış ya da karşılaştırma anlamsızdır. Adayları değerlendirmek için en iyi test, hepsine siyah taytlar giydirip Hamlet'i oynatmaktır.Frank Capra: Dramlarda bazı hatalar yaptığımı itiraf ediyorum. Ben, aktör ağladığında dram olduğunu düşünüyordum. Oysa izleyici ağladığında dram oluyor.Jane Fonda: Film yıldızı olmak bir 'amaç' değildir.Robert Redford: Oyunculuğun çoğu dikkatli olmaktır.Jeanne Moreau: Bir oyuncu bazen içgüdüsüyle hareket eder. İyi şeyler yapar, daha az iyi şeyler yapar. Riske atılır, kumar oynar. Başka türlüsü olmaz.Marlyn Monroe: Tam hedefi vuracağımı hissettiğimde, oyunculuk bana çok zevk veriyor. Kendimi insan olarak kanıtlamanın tek yolu, aktrist olarak kanıtlamak sanıyorum.James Cagney: Bir şeyi unutma: Sana ihtiyaçları vardır. Sensiz sadece boş bir perde vardır ellerinde. Fırsatı yakaladığında ortaya çık, doğru bildiğini yap ve ona yapış. Etrafındaki tüm palyaçolara kulak verirsen işin biter.Robert Altman: Film yapmak, birçok kereler yaşamak için bir şanstır.Marlon Brando: Oyunculukta ortaya çıkaracağınız işin değeri ne olduğunuza veya bazı durumlarda kim olduğunuza çok bağlıdır. Yaptığınız her şey tecrübelerinizin bir parçasıdır.Spencer Tracy: İyi bir oyun, aktörün o role ne getirdiğine bağlıdır.Merly Streep: Eğer kendi ütünü kendin yapıyorsan, şımarmaya vaktin olmaz.Kirk Douglas: Çocuklarımın beni geçmesinden ancak memnun olurum. Çünkü bu, bir ölümsüzlüğe ulaşma biçimidir.Richard Burton: Sabah gidecek bir işim olması için bazen en saçma işleri bile kabul ettim.John Travolta: Yalnızca para için hiç rol kabul etmedim ve etmem. Projeye inanmam gerekir öncelikle.Clint Eastwood: Eğer başardıysam, bunu gelişmiş bir içgüdüye ve biraz da şansa borçluyum.Susan Sarandon: Başarılı olmak zor değil, insan kalmak daha zor.Catherine Deneuve: Bazen bir rol, çok kişisel bir şeye dokunabilir. O zaman durum korkunçtur. Olayların tam ortasına dalayım derken, insan kendi yüreğine dalar. Ve kendisini tümüyle silahsız ve zayıf hisseder. En küçük bir darbeyle de çöker gider.Paul Newman: Oyunculuk, başka insanların kişilikleriyle kendi deneyimlerinizin özümsenmesidir.Robert De Niro: Benim çalışma tarzım, bir tür anarşi ve disiplin bileşkesidir. Hollywood yıldızlarının oyunculuğa dair bu "özlü sözleri"ni ben derlemedim...Oyuncu Yeşim Ceren Bozoğlu, "Dersimiz Oyunculuk" adlı bir kitap yazdı. Bu "özlü sözler", Bozoğlu'nun kitabında vardı, ben de oradan aldım...Bozoğlu'nun kitabında hiçbir Türk oyuncunun "özlü sözü"ne yer vermemesi dikkatimi çekti.Sanki şimdiye kadar bizim hiçbir oyuncumuz, birilerinin kulağına küpe olacak bir laf etmedi?Bozoğlu, hiç değilse şu söze kitabında yer vermeliydi:"Sette aramızda bir elektriklenme oldu, artık seviyeli bir birlikteliğimiz var, ama evliliği düşünmüyoruz." Dizisiz bir hayat nasıl olur acaba?Yılda ortalama 60 civarında dizi geliyor ekranlara... Dizilerin eski bölümlerinin yayınları yok bu rakamda...Türkiye'deki televizyon kanalı sayısıyla, dizilerin sayısını mukayese ettiğiniz zaman, "Ekranlarda diziden geçilmiyor" denebilecek bir durum yok ortada...Ancak bu dizileri yayınlayanlar, en çok izlenen televizyon kanalları olunca, "Diziden başka bir şey yok televizyonlarda" denecek bir tablo çıkıyor karşımıza...Son günlerde içerikleri nedeniyle bir hayli tartışılan diziler çıksa hayatımızdan ne olur acaba?Her hafta, "Acaba bu bölümde neler olacak?" merakıyla ekran karşısına geçen milyonlarca insan, diziler yayınlanmasa ne yapar?Dizilerin yaratacağı boşluğu neyle doldurur?Dizilerin yerini müzik,  eğlence programları, yarışmalar, filmler, tartışma programları ve belgeseller alsa, aynı ölçüde izlenmez mi acaba?İlk günlerde bir kırgınlık, bir kızgınlık, bir küslük olur televizyonlara, ama insanoğlu "dizisiz hayata" da alışırlar zamanla...Asırlarca televizyon ya da dizi mi vardı insanların hayatında?En sevdikleri diziler ekrana veda edince yemeden içmeden mi kesiliyor insanlar?Hayır...O dizinin yerine başlayan başka bir dizinin hayranı oluyorlar anında...Demek ki sorun dizilerde değil, sorun dizi başlayınca işini gücünü bırakıp, ekranların karşısına geçenlerde...İnsanlardaki bu dizi tutkusunun şifresini çözmedikçe ya da o dizilerin yerini alacak başka cazip alternatifler getirmediğiniz sürece, sürüp gidecek bu böyle...Çünkü düne kadar insanların büyük bir merakla takip ettikleri o dizilerdeki sanal hayatlar, hayatın içindeydi...Evimizde ya da yanı başımızdaki dairede...Dizilerde anlatılanlar, senaristlerin hayal mahsulü gibi görünse de, demek ki bir yanıyla dalıyor gerçek hayatın içine ve değiyor izleyicinin "bam teli"ne...Düne kadar "müzik ruhun gıdası"ydı, günümüzde aynı gıda dizilerde...Yarın televizyonlar ortak bir karar alıp, dizileri toptan bitirse emin olun ki bir şey olmaz seyirciye...Olan, geçimini dizi sektöründen kazananlara olur...Bu işten sadece onlar zararlı çıkar, o kadar...Spor spikeri anne olduShow TV'nin spor spikeri Değer Alp anne oldu. Avukat Yusuf Reha Alp'le evli olan spor spikeri, Kadıköy Acıbadem'de 3.5 kilo ve 51 cm. olarak dünyaya gelen erkek çocuklarına Emir Yaman adını verdi. Doğum iznine çıktığı için spikerliğe ara veren Değer Alp, izni biter bitmez kamera karşısına geçeceğini söyledi. Alp çiftini tebrik ediyorum. BBC bunu yaparsa!Uydudan yayın yapan televizyonlar arasında tur atarken bir de baktım BBC Entertainment kanalında Türkiye var...İngiliz aktör, yazar, gezgin ve televizyoncu Michael Palin, İstanbul'da."Michael Palin's New Europe" programı için Türkiye'ye gelen Palin, bir bakıyorsun gemide, bir bakıyorsun Tanyeli'nin oryantal stüdyosunda...Oryantal Tanyeli, BBC'nin kameraları karşısında sadece vücudunu konuşturmuyor, şakır şakır İngilizce de konuşuyor.Palin sonra bir meyhaneye geçiyor.İnce saz heyeti eşliğinde güzel bir kadın kendisine eşlik ediyor ve "Bağdat Yoluna"yı söylüyor...Michael Palin'e meyhanede şarkı söyleyen, ona Türkler için "meyhane"nin ne anlama geldiğini anlatan güzel, bir meyhane solisti falan değil, Türkiye'nin ünlü yıldızlarından biri:Şevval Sam'ın ta kendisi...Peki o anda BBC Entertainment kanalını izleyenler nereden bilecek bunu?Palin, kendisine bu bilgileri veren ve "Bağdat Yoluna" türküsünü söyleyenin Türk şarkıcı ve oyuncu Şevval Sam olduğunu söylemesi ya da BBC'nin ekranına yazdırması gerekmez mi?Yayıncılığın evrensel kurallarından biri de bu...Palin, laf arasında "Şevval" diyor o kadar.Michael Palin gibi tecrübeli birinin, "Türkiye'nin tanıtımı" ya da "eş  dost hatırı" için meyhane mizanseninin parçası olmayı kabul eden Şevval Sam'ı figüran yerine koyması ayıp değil mi?Nerede kaldı sanatçıya, insana, emeğe saygı?Palin, 2007 yılı yapımı programda Tanyeli hariç, söyleşi yaptığı insanların hiçbirinin kim olduklarını ne söyledi, ne de ekrana yazdırttı.Türkiye'de televizyonculara, "Gidin de BBC'den televizyonculuk öğrenin" diyenlere "Michael Palin's New Europe"un o bölümünü izlemelerini tavsiye ederim...Hem de şiddetle...
Milliyet
1,321,825
Yazarlar
Geçtiğimiz Nisan'da Inter'in Barcelona karşısındaki defansif futbolunu eleştirmek için gazeteler "Mourinho, kalenin önüne otobüs çekti" yazdığında Portekizli Hoca bu iddiayı yalanlamamıştı: "Evet, kalenin önüne otobüs, hatta uçak çektik. Ama ilk maçı 3-1 kazanmıştık, rövanşta 10 kişiydik ve bu özel bir durumdu. Şampiyonlar Ligi kupasını o futbolla kazanmadık"... Hagi'nin Fenerbahçe maçında tercih ettiği formasyon ve oynattığı oyunun da Barcelona-Inter gibi o güne özel olduğunu düşünmüştük. Galiba yanılmışız...Galatasaray, kendi evinde Antalya karşısına da Fenerbahçe'yle oynayacakmış gibi çıktı. Eğer bir duran top organizasyonuyla Servet'in sayısı gelmeseydi, maç üç gün üç gece golsüz gitmeye müsaitti. Sarı-kırmızılılar aynen Kadıköy'deki gibi önce savunmayı düşünüyorlardı, rakip duran toplarda kendi ceza alanı dışında Antalya 4, Galatasaray'sa sadece 1 kişi bırakıyordu. Dün oynayan 14 Galatasaraylı içinde sahaya kafasında gol atma düşüncesiyle çıkan adam sayısı iki buçuğu geçmez (Pino, Misimoviç + yarım Emre)... Ama iki buçuk gol düşünceli adamla da maç galip bitirildi, bu da Hagi'nin kazanç hanesinde muhakkak...Hagi'nin kazanç hanesine yazılabilecek bir diğer artı da rakibin izlendiğine, çalışıldığına delalet eden karelerdi: Tita'nın hızına karşılık süratli Serkan-Sabri ikilisi tercihi önemli bir detay. Duran topların dönüşünde sayısız gol üreten Tita'yı Serkan'ın, Necati'yi Barış'ın beklemesi de öyle... 60'daki Cana/Emre değişikliği ve Misimoviç'in 10 numara pozisyonuna geçişiyse Hagi'nin ofansla ilgili tek hamlesi. Yine de 2-1 galipken Rumen Hoca'nın sahadaki yetenekli adam sayısını bir artırmasının hakkını vermek gerek.*   *   *Futbol kısırı gecenin konuşulmaya değer diğer iki adamından biri Bünyamin Gezer'di... Hakemlikte en tepeye gelişini otoritesine borçlu olan Gezer, genç bir futbolcu "bu otoriteyi gördüğünde (diplomasi diliyle tanıdığında)" Hulusi Kentmen misali yumuşuyor. FIFA kural kitabına göre ihtarlık bir faul yapan oyuncu boynunu büküp özür dilediğinde kartı affedilemez, böyle bir şey ancak 70'lerin Yeşilçam filmlerinde olur!Maçın üzgün kahramanıysa Antalya'nın genç stoperi Musa Nizam'dı... Altyapıda santrfor pozisyonunda oynayan genç Musa attığı golde bu özelliğini gösterdi, ama Nizam'ın yaptığı sert fauller konusunda biraz daha özenli olması gerektiği kesin...
Milliyet
1,331,064
Yazarlar
CHP'deki her değişim hamlesinin toplumda ne kadar heyecan yarattığının farkında mısınız? Demek ki, bu yönde birikmiş bir beklenti var. İyi de yönetse kötü de yönetse bir iktidarın alternatifsizliğinin yarattığı bunaltı ve karamsarlık için küçük de olsa bir umut ışığına ihtiyaç var. Bu eski CHP ile, daha doğrusu eski anlayışla yönetilen CHP ile sağlanamıyordu. Yeni CHP fikri, yeni bir anlayış şeklinde tanımlanınca korkuya ve endişeye değil, umuda dayanan bir siyaset yapma ufku açılabilir. Onun için hem CHP hem de demokrasimiz açısından bu yenileşme çok olumlu sonuçlara gebe.Kamuoyu desteği ve CHP genel başkanının verdiği mesajlar yenilenme ve değişim için oldukça elverişli bir ortam görüntüsü veriyor. Onun için şimdi tam zamanı.Devlet referanslı partiden halka dayanan partiye dönüşmek için tam zamanı.Geçmişe referanslı siyaset yerine geleceğe dönük çözüm önerileri üreten siyaset yapmanın tam zamanı.Rejim kaygısı ile beslenen statükocu anlayıştan kurtulup, reformcu ve değişime açık bir çizgi izlemenin tam zamanı.Koltuğa yakın ama halka mesafeli kadrolardan büyük ölçüde kurtulmanın tam zamanı.Parti içinde küçümsenmeyecek düzeyde etkili olan yarı mafyamsı örgütlenmelerin dağıtılıp, samimi duygu ve arzularla siyaset yapan kadroları etkili kılmanın tam zamanı.Nutuk ve hamasete dayalı milliyetçi söylemler yerine Türkiye'yi bir çoğulculuk anlayışı içinde kucaklamak için sosyal demokrat politikalara kafa yormanın tam zamanı.Genel merkezle ağa -yanaşma ilişkisine dayanan siyasi ilerleme yöntemine son verip, parti içinde demokrasi ve liyakati öne çıkarmanın tam zamanı.Hemşericilik ve cemaatçilik gibi muasır medeniyet ilkelerine uymayan siyasal kadrolaşma yerine modern ve bireysel başarıya dayanan siyaset kültürünü yerleştirmek için net mesajlar vermenin tam zamanı.Aşırı derecede profesyonelleşmiş ama siyasi niteliği oldukça düşük kadrolaşma yerine çıtayı yükseltmenin tam zamanı.Bir süredir adeta unutulmuş olan sol değerleri, çağa uygun şekilde tekrar gündeme getirmenin tam zamanı.Kıyı şehirlerinin ve orta sınıfların değil, aynı zamanda yoksulların, köylülerin, Kürtlerin de partisi olmak yani Türkiye partisi olmak için gece gündüz çalışmanın tam zamanı.
Milliyet
1,347,021
Yazarlar
Galatasaray'ın lig lideri ile arasındaki puan farkı 13; sonuncu Kasımpaşa ile 10... Yani Galatasaray bu haliyle ligin dibine daha yakın duruyor.Bu görüntü Galatasaray'ın çöküşünün resmidir, sonucudur.Şimdi moda Galatasaray'ın nasıl kurtulacağının cevabını aramaktır. O zaman bu kurtuluş reçetesini daha geniş ölçekte tartışmaya açalım. Brezilya milli takımında defansın solunda görev alan ve fena da oynamayan Santos nasıl oluyor da Fenerbahçe formasını sırtına geçirdiğinde bir anda bütün yeteneklerini yitirebiliyor? Vatandaşı Baroni nasıl bu kadar vurdumduymaz, önündeki topa ayağını uzatmaz bir tavır içine girebiliyor? Birkaç ay öncesine kadar Galatasaray'ın bütün dertlerini çözeceğine inanılan, Bosna milli takımının yıldız oyuncusu, Bundesliga'nın hatırı sayılır futbolcularından Misimoviç hangi süreçlerden sonra kadro dışı kalabiliyor? Dünya kupasında Brezilya milli takımı forması giymiş Elano Galatasaray'da nasıl ikinci, üçüncü sınıf futbolcu konumuna iniyor? İspanya gol kralı Güiza nerelerde? Üç büyük kulübün transferinin başında bulunanlar nasıl oluyor da uzun süreli ve müzmin sakatlıklara sahip oyuncuları bulup Türkiye'ye getiriyorlar? Beşiktaş, Tabata, Holosko, Nobre gibi oyunculara neden ve nasıl bu kadar paralar akıtmıştır? Kulüpler transfer yaparken ve teknik adam seçerken hangi kriterleri göz önünde bulundururlar? Örneğin bu sene Beşiktaş yaptığı transferlerle kurduğu takımının oynamaya çalıştığı futbolla bir denkliği ya da dengesi var mıdır? Galatasaray geçen sezon Nonda'yı gönderip santraforsuz oynamayı hangi futbol düşüncesi ile hayata geçirmiştir? Mehmet Topal, Keita neden gönderilmiştir? Skibbe, Bülent Korkmaz, Rijkaard, Hagi çizgisinde ne fark vardır? Bu teknik adamlarla neden anlaşılmış ve hangi gerekçelerle gönderilmiştir? Hagi'nin alternatifi için araştırmalara başlanmış mıdır? Galatasaray'ın sol ayaklı kaç futbolcusu vardır? Sol kanat sorununun farkına varılmış mıdır? Caner'in gidişine neden seyirci kalınmıştır? Futbolda en kalıcı mevkiler stoperde oynayan oyuncular olmasına rağmen, Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe'de gelecek sene şu oyuncular direkt olarak stoperde oynayacaklar diye kaç futbolcu sayabiliriz? Üç büyük kulübün futbol şubelerinin tam bir organizasyon şemaları var mıdır? Herkes ne görevi ifa ediyor olduğunun bilincinde ve farkında mıdır? Örneğin geçen sene Fenerbahçe'de uygulamaya koyulan sportif direktörlük kurumunda görev almış Aykut Kocaman görev tanımlarını biliyor muydu? Bu sene bu kurumun işlerliği nedir? Her hangi bir işletmede böylesi bir belirsizlik kabul edilebilir mi? Futbolu hepimiz çok seviyoruz çok doğru ancak onu doğru düşünebiliyor ve yerli yerine koyabiliyor muyuz? Taraftarımız futboldan ne anlıyor? Kendi takımı 5-2 öndeyken futbolcusunu ıslıklayan veya yuhalayan bir taraftarın futboldan ne bekliyor ya da anladığını düşünmeliyiz?Aslında her hafta bu sorulara aklımıza geldiğinde eklemelerde bulunmalıyız. Soru sormak demek çözüm için bir arayışta bulunmak anlamına geliyor.Bu soruları kim cevaplayacak? http://twitter.com/uzaygokerman
Milliyet
1,342,786
Yazarlar
Hayatımıza girdiklerinde henüz küçük birer çocuktular. Yıllar geçtikçe gözlerimizin önünde, adeta ellerimizde büyüdüler. Şimdi sondan bir önceki maceralarıyla yine hayatlarımızın tam ortasına dalıverdiler. Harry Potter ve arkadaşları Ron ile Hermione'den bahsediyoruz. Potter'ın azılı düşmanı Lord Voldemort ile olan savaşı serinin sondan bir önceki filmi "Ölüm Yadigarlar"nda da sürüyor. Heyecan iyice doruktayken, seriye ve artık her biri ün sahibi başarılı oyuncular olan "küçük" kahramanlarımıza, Harry Potter'ın dünyasına göz attık...Ölüm sahneleri* "Harry Potter ve Melez Prens"in en can alıcı sahnelerinden biri kuşkusuz Sirius Black'in ölümüydü. Tam Harry Potter bir aileye kavuştu derken Black, Helena Bonham Carter'ın canlandırdığı Bellatrix Lestrange tarafından öldürüldü.* "Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı"nda Potter'ın en yakını Profesör Dumbledore'un ölümü kuşkusuz pek çok hayranı için acı vericiydi. * "Harry Potter ve Ateş Kadehi"nde "Alacakaranlık" serisi ile tanınan Robert Pattinson da vardı. Pattinson'un canlandırdığı Cedric Diggory karakteri de filmin sonunda öldü.Daniel Radcliffe'in bugünkü serveti yaklaşık 60 milyon dolar* Harry Potter'ı canlandıran Daniel Radcliffe ile başlangıçta 181 bin dolara anlaşılmıştı. Daha sonra bu rakam 2 milyon dolara çıkarıldı. Aktörün bugünkü toplam serveti yaklaşık 60 milyon dolar.* Radcliffe rolü aldığını öğrendiği zaman küvette banyo yapıyordu.* Harry Potter'ın doğum günü (31 Temmuz) yazar J.K. Rowling ile aynı. Tesadüfe bakın ki Potter'ı canlandıran Daniel Radcliffe de temmuz ayında doğmuş. * Filmleri sırayla Chris Columbus, Alfonso Cuaron, Mike Newell çekti. Beşinci filmden itibaren yönetmen koltuğunu devralan David Yates seriye son noktayı da koyacak. * Daniel Radcliffe ve Emma Watson sette profesyonel bir illüzyonistten büyü dersi aldılar. * Gary Oldman'ın canlandırdığı Sirius Black'in vücudunda bir sürü dövme var. Bu dövmeler Rus hapishanelerinde mahkumların güçlü ve saygın olduklarını belirtmek için yaptırdıkları dövmelerden esinlenilerek tasarlandı. * Emma Thompson 4 yaşındaki kızını, Richard Harris ise 11 yaşındaki torununu mutlu etmek için seride yer aldılar.  * Warner Bros. Harry Potter'ı önce seri yerine tek bir animasyon filmi şeklinde beyazperdeye uyarlamayı düşündü. Bunun nedeni de çocuk oyuncuların hızla büyümesiydi. Ama yazar J.K. Rowling'in ısrarlı talepleri üzerine şirket oyuncularla sekiz bölümlük anlaşma imzalamaya mecbur oldu. * Çekimler sırasında Daniel Radcliffe Robbie Coltrane'e şaka olsun diye cep telefonunun dilini Türkçe yaptı. Coltrane telefonunu eski haline getirmek için kuaförünün Türk babasını aramak zorunda kaldı.* Harry Potter hayranı Drew Barrymore, Rosie O'Donnell ve Robin Williams da seride rol almak istediler ancak yapımcıyla anlaşamadılar. * Harry Potter'ın baykuşu Hedwig'i Gizmo, Ook ve Sprout adında üç baykuş canlandırdı. Filmdeki tekir kedi ise iki gün ortadan kayboldu ve çekime devam etmek için geri gelmesi beklendi.  * Filmin İngiltere Gloucester'taki katedralde çekileceğinin duyulmasından sonra yapımcılar bunun dinin suistimal edilmesi olduğunu söyleyen yüzlerce mektup aldılar. Ancak çekimler başladığında sete sadece bir protestocu geldi.* Film için 500 değnek üretildi. Pek çoğu çekimler sonunda kullanılamaz hale geldi. * Filmde "Büyücü dünyasınır yönetiminden sorumlu kurum" olan Sihir Bakanlığı'nın çekimleri için özel set kurulması düşünüldü. Ancak pahalı olacaktı. Bu yüzden stüdyo kurulmadı ve  sahneler dijital olarak çekildi.* Serinin son filmi iki bölümden oluşuyor. Bu iki bölüm 19 Şubat 2009-12 Haziran 2010 arasında çekildi. Yaklaşık bütçe ise 250 milyon dolar.Rowling: Dünyanın en zengin kadınlarından Harry Potter'ın yaratıcısı J.K. Rowling, bugün dünyanın en zengin kadınları listesinde yer alıyor. İngiltere kraliçesinden bile zengin olan yazar, 2007'de Time Dergisi "Yılın İnsanı" seçildi. 2004 yılında da Forbes listesindeki ilk milyarder yazar oldu.  Harry Potter, Türkçede ilk kez Dost Kitabevi tarafından 1999'da basıldı. Fakat nedense çılgınlık, Yapı Kredi Yayınları'nın 2001'de "Harry Potter ve Felsefe Taşı"nı yayımlamasıyla başladı. Bu ilk kitabın çevirisi Ülkü Tamer'e aitti. Sonraki çevirileri ise Sevin Okyay ve oğlu Kutlukhan Kutlu yaptı.Fırtınadan önceki sessizlikMelankolik ve karanlık "Ölüm Yadigarları: Bölüm 1", serinin en iyi filmiŞu anda yedinci ve sondan bir önceki filmi vizyona giren Harry Potter serisiyle ilgili baştan beri bildiğimiz bir şey var: Filmlerin tonunun gitgide kararacak olduğu. Ne de olsa, seri Harry Potter ahalisinin temsil ettiği iyiler ve ilk filmden beri güçlenen Voldemort önderliğindeki kötüler arasındaki büyük bir savaşla sonlanacak. "Harry Potter ve Ölüm Yadigarları: Bölüm 1"in başlangıcında Voldemort, Hogwarts'dan sonra Sihir Bakanlığı'nı da ele geçiriyor. Harry Potter, Hermione ve Ron, yani üç yakın arkadaş, filmin büyük bölümünde bir yandan Voldemort'un ölüm yiyicilerine yakalanmamaya gayret ediyor. Diğer yandan ise büyük iyi-kötü savaşında ellerini güçlendirecek bir şeyin peşindeler: Voldemort'un ruhunun parçalarını sakladığı nesneler olan Hortkuluklar'ı bulup yok etmek... Aslına bakarsanız bu, tam anlamıyla fırtınadan önceki sessizlik filmi. Açılış sahnesinden itibaren melankolik, buhranlı atmosferini hissediliyor ve bu ruh hali filmin üzerinde kara bir bulut gibi asılı kalıyor. Serinin bundan önceki filmlerine sıcaklık ve neşe getiren Hogwarts'ın şamatalı okul atmosferi, renkli karakterler, hocalar bu filmde yok. Eğer bu filmi, "Yüzüklerin Efendisi" filmlerinin bir yeriyle karşılaştırmak gerekse bu, Frodo ve Sam'in Mordor'a iyice yaklaştıkları son etap olurdu.Bütün karanlığına ve görece olaysızlığına rağmen "Ölüm Yadigarları: Bölüm 1", serinin sinema açısından hem en iyi filmi hem de serideki önemli bir boşluğunu tamamlıyor. Serinin en iyi filmi çünkü kitaptaki renkli olaylara sırtını yaslamıyor. Bununla üçüncü Potter filmine imza atan yönetmen David Yates, izleyicisine kötülüğün yaklaştığını, geçen filmdeki Dumbledore'un ölümü gibi yıkıcı sahne ve olayla değil, tamamen atmosferi kullanarak, karanlığı üzerinize yavaş yavaş çökerterek veriyor. Bunun da şok anlarından çok daha etkili olduğunu, filmin yarattığı hissin çok daha uzun sürmesinden anlayabiliriz. Voldemort ve Potter arasındaki meydan savaşını, 2011 yazında izleyeceğiz. Bunun öncesindeki bu melankolik sükunet filmini ıskalamamak gerekiyor."Harry Potter ve Ölüm Yadigarları: Bölüm 1"Yön.: David Yates Oyn.: Daniel Radcliffe (Harry Potter), Emma Watson (Hermione Granger), Rupert Grint (Ron Weasley), Ralph Fiennes (Lord Voldemort), Helena Bonham Carter ( Bellatrix Lestrange) Sen.: Steve Kloves Gör.: Eduardo Serra Müz.: Alexandre Desplat  Çağan Irmak bir masal anlatıyor"Prensesin Uykusu" yönetmenin "kendini iyi hisset" filmiÇağan Irmak'ın yeni filmi "Prensesin Uykusu"nun ana karakteri Aziz. Sürekli gülümseyen ve hayata iyimser bir bakışı olan Aziz, bir kütüphanede çalışıyor. Evini, yetimhaneden arkadaşı Neşet'le paylaşıyor. Bir sabah uyandığında, apartmanına Gizem ile annesi Seçil'in taşındığını görüyor. Gizem'in başına gelen talihsiz bir olay, onu "bir uykuya" daldırıyor. Aziz, küçük kıza yardımcı olmaya çalışıyor. Genco Erkal müthişÇağan Irmak'ın "Prensesin Uykusu"nun senaryosunu oluştururken, çeşitli masallardan yola çıkıyor. Ama karşımızdaki karanlığa meyleden bir masal değil. İyiliğin, kötülüğe galip geldiği, aydınlık bir hikaye. "Prensesin Uykusu", rahatlıkla Çağan Irmak imzalı bir "kendini iyi hisset" filmi olarak tanımlanabilir. "Prensesin Uykusu", masalları şehrin ortasına ve ritmine taşıyan senaryosuyla öne çıkarken, içerisinde oldukça iyi çizilmiş karakterler barındırıyor. Aziz'in ev arkadaşı Neşet ve emektar Yeşilçam yönetmeni İskender, filmin yan karakterleri belki ama ikilinin sahneleri filme büyük güç katıyor. Genco Erkal'ın İskender'de ortaya koyduğu performans tek kelimeyle muhteşem. Yücesoy'un doğal oyunculuğunu da övgüyü hak ediyor.Irmak'ın filmimin diğer bir iyi yönü de, naif hikayesinin farkında olması ve bunun üzerinden de espri üretebilmesi. Klişeye kaçan bir diyalogu, onun klişe olduğunun farkında olduğunu belirten başka bir diyalog takip ediyor. Çağan Irmak'ın hikayenin naifliğini ciddiye almadığını göstermesi, filmin sıcaklığını artırıyor.Çağan Irmak'ın bir sürprizi de filme eklediği animasyon bölümü... Belirtelim, Irmak animasyonun da hakkını veriyor.
Milliyet
1,321,018
Yazarlar
YA'DAKİ resepsiyon hakkında çok şey yazıldı.Türbanlılar mı çoktu davette, türbansızlar mı?Kim kimin elini sıktı, kimin sıkmadı?CHP'den kaç kişi vardı?Askerler gelmemekle yanlış mı yaptı?Vesaire, vesaire.Ama en ilginç yazıları, bence Erdal Şafak ile Fatih Altaylı yazdı.Önce Erdal Şafak:"Çankaya Köşkü'nün 5 numaralı kapısına giden yolda uzun mu uzun   ve kaplumbağa hızıyla ilerleyen bir  otomobil kuyruğu vardı.Konvoyun ortasında sıkışıp kalmıştık. Aracın penceresini açtım. Çankaya Köşkü'nün yemyeşil bahçesinden yükselen bir yağmur sonrasının doğal parfümünü  doyasıya içime çektim. 'Ankara'da en çok burayı seviyorum' diye mırıldandım.   Hayır, Köşk'ü değil, doyumsuz güzellikteki bahçesini.Sonunda kapıya ulaştık ve salondaki kalabalığa karıştım.Birkaç bin kişi vardı. Bu kez karınca hızıyla davet salonuna açılan kapıya   doğru ilerlemeye başladık.Kapıda görevli karşılıyor, davetiyeyi alıp, bir başka görevliye uzatıyor, o da mikrofondan konuğu anons ediyordu.Bekleyiş bir saatten fazla sürdü ama değdi. Çevremdekilerin sohbetlerini dinledim."* * *Ve Fatih Altaylı:"Cumhurbaşkanlığı resepsiyon salonuna girerken yeni 'dekorasyon' dikkatimi çekti. Eski, neredeyse köhne giriş yenilenmiş, aslına pek de zarar verilmeden, çok hoş bej mermerlerle kaplanmış  ve çok şık bir merdiven yapılmıştı. Tavanlar yenilenmiş, tavana sade ama rahatsız edici olmayan freskler yapılmış. Ana salon da tamamen yenilenmiş, biraz büyütülmüş, şık   avizelerle donatılmıştı. Gayet hoşuma gitti. El sıkma faslı öncesi büyük bir uyanıklıkla kabul salonuna açılacak olan kapının önüne gittim. Böylelikle kapı açılır açılmaz içeriye ilk giren olacak, uzun ve sıkıcı  bir kuyruğa takılmayacaktım. Kapının önünde beklerken Başbakan ve bakanlarla sohbet etme imkânım da oldu."* * *Erdal Şafak ile Fatih Altaylı sağ olsun. Sayelerinde Çankaya'ya gitmiş kadar olduk.Ve tabii bu iki yazı, aynı zamanda  iki gazete yöneticisinin tarzlarını da   açığa çıkardı.Erdal Şafak yönlendirme işaretlerine uyduğu için bir saat kapıda sıra beklemiş ve çevresindeki kalabalığın "havadan sudan muhabbetini" dinlemekle yetinmişti.Fatih Altaylı ise "uyanık" olduğu için hem uzun kuyruğa takılmamış hem de  "üst düzey bir sohbete" katılmıştı.Derseniz ki:Seç birini. . .Erdal Şafak kusura bakmasın!İzmir'e beklerizBUNA "gemicik" falan denmez. Hatta "gemi" demek bile yetmez. "The Allure of the Seas" tıpkı ikizi "Oasis of the Seas" gibi, başka bir şey.Boyu 360 metre. Parantez içinde, dört futbol sahası büyüklüğünde.Denizden yüksekliği 72 metre.8 bin 300 yolcu taşıyor.Eiffel Kulesi'nden 13 misli ağır.1 milyar 800 milyon dolara mal olmuş.Falan. Filan.Bu müthiş alamet, inşa edildiği Finlandiya'dan ABD'nin Florida eyaletine giderken Danimarka'daki Store Belt Köprüsü'nün altından geçmek zorundaydı.Sorun şuydu ki, köprü ile gemi arasında sadece  50 santim fark vardı.Acaba... Tam geçerken... Rüzgar, dalga etkisiyle  bir sorun yaşanır mıydı?İnsanlar "o anı" görmek için çevrede toplandı.Sonuçta gemi geçti ama 4 santim farkla.İyisi mi, "The Allure of the Seas" İzmir'e gelsin.Nasıl olsa burada köprü möprü yok.Rahatça girip çıkarken Körfez'e, biz de keyifle seyreyleriz bu muhteşem eseri.Tek karelik gemi