article
stringlengths
7.34k
10k
oğu Asya'da konuşlandırılmak üzere bu bölgeden 40.000 asker Birleşik Krallık adına savaşa katılmıştır. 1946 yılında yapılan yeni bir düzenleme ile yasama konseyine Ashanti bölgesi ile kuzey bölgelerin de temsilci göndermesine karar verilmiş ve böylece yerel temsilcilerin temsil alanında güçlenmesine neden olunmuştur. 1947 yılında Kwame Nkrumah önderliğinde kurulan "United Gold Coast Convention Party (UGCC)" hareketi, bir yıl sonra yaşanan kargaşa ve çatışmalar neticesinde ön plana çıkmış ve Nkrumah'da dahil olmak üzere üst düzey yöneticileri yaşananlardan sorumlu tutularak tutuklanmıştır. Yaşanan bu olay Gana tarihinde önemli bir dönem noktası teşkil etmektedir. Bundan sonraki iki yıllık süreçte Nkrumah -ki bu dönemde UGCC'den ayrılarak "Convention People’s Party (CPP)" partisini kurmuştur- ülke genelinde organize ettiği boykotlar ve grevler ile Birleşik Krallık'tan ülkenin kendi kendisini yönetme hakkını talep etmiştir. Nkrumah yaşanan bu olaylar neticesinde 1950 yılında Britanyalılar tarafından tutuklanmıştır. Buna rağmen CPP yapılan ilk seçimlerde büyük bir başarı elde etmiş, bir yıl sonra yapılan ikinci seçimleri de ezici çoğunluk ile kazanmışlardır. Yaşanan bu gelişmeler neticesinde vali Charles Noble Arden-Clarke Nkrumah'ı serbest bırakarak hükumete almak durumunda kalmıştır. 1952 yılının Mart ayında yasama meclisi tarafından yapılan gizli oylama neticesinde Nkrumah "Altın Sahil Kraliyet Kolonisi"nin başbakanı seçilmiştir. 6 Mart 1957 tarihinde Britanya Kraliyet kolonisi Altın Sahili ve Britanya Togoland, Gana ismi ile bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bağımsızlık bildirisinden bir yıl önce 1956 yılında II.Dünya Savaşı neticesinde Birleşik Krallık'ın Almanya'dan aldığı Togoland'dın batı kesiminde gerçekleştirilen referandumda, halkın büyük bir kısmı yeni oluşturulacak bu ülke ile birleşmeyi kabul etmiştir. Bağımsızlığın 6 Mart olarak belirlenmesi bilinçli olarak gerçekleştirilmiştir. Söz konusu tarihte "Fanti Federasyonu" Britanya Krallığı ile anlaşma yaparak Britanya hakimiyeti altına girmiş, bu hakimiyet 1901 yılında Ashanti Krallığı'nın ve kuzey bölgelerinin ilhakı ile tamamen kolonileşme ile son bulmuştur. Afrika kıtasının batı bölgelerinde yer alan ülkeler içerisinde siyahilerin bağımsızlıklarını ilan ettiği ilk ülke olan Gana, bağımsızlık sonrası dönemlerde de Britanya ile bağlarını tamamen koparmamış, aynı şekilde siyahi Afrika'nın İngiliz Milletler Topluluğu'ndaki ilk ülkesi olarak ortak üye olarak ikili ilişkileri korumuştur. Ülke bağımsızlığını kazanmasına rağmen kısa süre içerisinde iktidar mücadelelerine sahip olmuştur. Gana'da 1966, 1972, 1978 ve 1979 yıllarında gerçekleştirilen askeri darbeler ile başa gelen ordu mensupları yaşanan sorunlara çözüm de olamamış hatta daha da çözümsüzlük ve sorunlara neden olmuştur. Özellikle 1970'li yıllarda askeri cuntanın Ignatius Kutu Acheampong yönetiminde başta olduğu yıllarda borçlar çoğalmış, kamu düzeni daha da bozulmuş ve yozlaşmıştır. 1985 yılında kısa bir süre için Burkina Faso ile Batı Afrika Birliği adı ile birleşime gidilmiş ancak bu uzun süreli bir birliktelik olmamış, 1987 yılında Burkina Faso'da yaşanan ve Thomas Sankara'nın öldürülmesi ile sonuçlanan darbe ile bu birliktelik ansızın sona ermiştir. Daha önceki yıllarda darbelerde başrol oynayan ve 1979'da gerçekleştirdiği başarısız darbe girişimi sonrası 1981'deki darbede ülkede iktidarı ele alan Jerry Rawlings demokratikleşme adına adımlar atmış, demokratik bir yeni anayasa çalışması başlatmış, bağımsız seçimlerin önünü açmış ve çok partili sisteme geçişi onaylamıştır. Basın ve fikir özgürlüğü önündeki engelleri kaldıran Rawlings, herkesin yasa önünde eşit olduğunu kabul eden ve BM'nin onayladığı insan hakları maddelerini onaylamıştır. 1981'de elde ettiği makamı 2001 yılına kadar sürdüren Rawlings, 2001 yılında gerçekleştirilen seçimlere yeni anayasa gereği katılamadığı için John Agyekum Kufuor kazanmış ve iktidara gelmiştir. 2004 seçimlerini de kazanan Kufuor, 2008 seçimlerine yasa gereği üçüncü bir başkanlık dönemi için katılamayınca John Atta Mills çoğunluğu elde edene aday çıkmayınca gerçekleştirilen iki turlu seçimde Gana'nın yeni devlet başkanı olmuştur. 2012 yılına kadar bu görevini sürdüren Mills'in Temmuz 2012'de beklenmedik bir şekilde hayatını kaybetmesi neticesinde başkan yardımcılarından John Dramani Mahama bu göreve atanmış, Aralık 2012'de gerçekleştirilen ara seçimler ile de makama resmen seçilmiştir. Gana, her birinin yönetiminde bir "Bölge Valisi"nin bulunduğu on bölgeden oluşmaktadır. Bu bölgeler şu şekildedir: Her bir bölge kendi içerisinde de "districts" olarak adlandırılan ilçe yapısına sahip bölümlere ayrılmaktadır. 1985 yılında 110 olarak ilçe ile gerçekleştirilen yapılanma son olarak 2007 yılında yeni ilçelerin oluşturulması ile günümüzde bu sayı 161 ilçeye kadar çıkarılmıştır. Bu ilçelerin yanı sıra 49 belediye ("muncipals") ve 6 büyükşehir ("metropolitans") ile birlikte toplam 216 idari yapı Gana'nın bölgelerine bağlı bir konumdadır. Ülkenin en büyük şehri aynı zamanda başkent konumunda olan Accra'dır.Gana'nın en büyük nüfusa sahip şehirleri şu şekilde sıralanmaktadır: Gana 6 Mart 1957 yılında Afrika kıtasının ilk ülkesi olarak bağımsızlığının Birleşik Krallık'tan elde etmiştir. Bağımsızlık sonrası demokratik yönetimin yanı sıra askeri darbeler ile de iktidar elde edilmiştir. Ülkede dördüncü cumhuriyet döneminin başladığı 7 Ocak 1993 tarihinden bu yana sağlam bir siyasi zemin mevcuttur. İngiliz Milletler Topluluğu üyesi olan Gana başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Gana 230 sandalyeli bir parlamentoya sahiptir. Hem parlamento hem de devlet başkanı halk tarafından dört yıllık bir süre için seçilmektedir. Devlet başkanı dört yıllık göreve ikinci defa seçilebilme hakkına sahip olup, günümüzde bu görevi 2012 yılında bu yana John Dramani Mahama yürütmektedir. Gana'da 2008 verilerine göre Gayrısafî millî hâsıla verileri 14,679 milyar Euro düzeyinde olup, bu veriler ile Dünya Bankası sıralamasına göre 104. sırada yer almaktadır. Gana'da atılan sanayi adımlarına rağmen hala büyük oranda tarımsal faaliyetlerin ön planda olduğu bir ülke konumundadır. 2009 verilerine göre Gayrısafî millî hâsıla içerisinde tarımın oranı %37,3 düzeyindedir. Ülke nüfusunun %56'lık bir kısmı ile yarıdan fazlası tarım ve balıkçılık ile uğraşmakta, yapılan birçok tarım faaliyetleri de şahsi tüketim için gerçekleştirilmektedir. Ülkenin bağımsızlığını elde etmesinden kısa süre sonra başlayan ve 20. yüzyılın son dönemlerini kapsayan siyasi istikrarsızlık ve askeri darbeler ülke ekonomisinin gelişmesine engel teşkil etmiş, demokratikleşme adımlarının atılması ile 2001 yılında sonra stabil bir konuma gelmiştir. Ülkede başta altın olmak üzere birçok değerli maden yatakları bulunmasına rağmen, Gana dünya üzerindeki en fakir ülkelerden biri konumundadır. 1850'li yıllarda Kaliforniya sahillerinde altının bulunmasına kadar, Gana en önemli altın üretici ülkelerden biri konumundaydı. Bölgede bulunan altın nedeniyle koloni döneminde "Altın Sahil" olarak adlandırılan Gana'da ihracatın %32'sini altın madeni oluşturmaktadır. Altın haricinde petrol, elmas, kireç taşı, mangan ve boksit diğer önemli ve ihracatı yapılan madenleri ve yer altı zenginliklerini oluşturmaktadır. Gana'nın 2009 verilerine göre bütçe gideri 6,124 milyar Dolar olarak saptanmış, buna karşılık ülke gelirleri 4,547 milyar Dolar düzeyinde kalmış, bununla birlikte %10,7 ile GSMYİH'de bir büçte açığı oluşmuştur. Özellikle son yıllarda turizm Gana için büyük önem kazanmış bir durumdadır. Yaşanan olumlu gelişmeler neticesinde Gana hükumeti 1996 yılında "Integrated National Tourism Development Plan" adı ile 15 yıllık turizm kalkınma planı yayınlamıştır. Bu plan doğrultusunda Gana'yı ziyaret eden turist sayısını kademeli olarak 2020 yılına kadar bir milyona çıkartılması hedeflenmektedir. Ülke genelinde sahil şeritleri, doğal yaşam alanları, vahşi hayvanların bulunduğu bölgeler, zamanında Avrupalıların sahil kesiminde oluşturduğu kaleler ve üsler turistik alanları oluşturmaktadır. Gana, Batı Afrika ülkeleri içerisinde en yaygın trafik ağına sahip ülke konumundadır. Ülke genelinde 35.000 km karayolları bulunmakta olup, bunların belli bölümlerinin yenilenme ihtiyacı bulunmakla birlikte 11.000 km'si asfaltlanmış durumdadır. Ülkenin en önemli karayolları sahil şeritinde yer almaktadır. Sahil kesiminde yer alan yollar ülkeyi hem Togo hem de Fildişi Sahili ile de birleştirmektedir. Gana'da ayrıca başkent Accra ile liman kendi Tema'yı birbirine bağlayan ücretli bir otoyol mevcuttur. Ülkenin başkenti Accra'da yer alan "Kotoka International Airport" Gana'nın uluslararası standarta sahip en büyük havaalanı konumundadır. Gana, Turkish Airlines, Lufthansa, KLM, British Airways, Emirates, TAP Portugal, Iberia, Alitalia, Royal Air Maroc ve Afriqiyah Airways gibi büyük havayolu şirketleri tarafından da sıklıkla uçulmaktadır. Özellikle 2003 yılından sonra Ghana Airways ve Ghana International Airlines havayolu şirketlerinin faaliyetlerine başlaması neticesinde iç hatlarda yoğun uçuşlar gerçekleştirmektedir. Ülkenin havaalanı sahip şehirleri şu şekildedir: Koloni döneminden miras olarak kalan demiryolları Ghana Railway Corporation tarafından işletilmektedir. O dönem bölge genelinde çıkarılan madenlerin taşınmasında kullanılmak üzere döşenen raylar sayesinde madenler ve ham maddeler Accra'ya getiriliyor buradan da Avrupa ülkelerine gönderiliyordu. Ülkede ilk raylar 1907 yılında Sekondi ve Tarkwa arasında döşenmiş, daha sonra Dunkwa, Obuasi ve Bekwai üzerinden Kumasi'ye kadar uzatılmıştır. 1922'den itibarende Kumasi'den başlayarak Konongo, Nkawkaw, Koforidua güzergahı üzerinden Accra'ya kadar yeni raylar döşenmiştir. O dönem yoğun bir şekilde kullanılan demiryolu taşımacılığı günümüzde önemini yitirmiş bir durumdadır. 2006 yılına gelindiğinde sadece Kumasi ve Sekondi-Takoradi arasındaki güzergah işletilmekteydi. Günümüzde yeni demiryolları hatları oluşturarak hareketlendirme girişimleri planlanmaktadır. 2010 yılında Dubai menşeli bir firma ülk
e genelinde 800 km'lik yeni hat oluşturma ve var olan hatların 400 km'sinin bakımı ve yenilenmesi ile ilgili ihaleyi aldıklarını bildirmiştir. Buradaki amaç özellikle Ashanti bölgesinde elde edilen ham madde ve madenlerin ülkenin iki liman kenti olan Sekondi-Takoradi ve Tema'ya ulaştırmaktır. Ülkede Sekondi-Takoradi ve Tama kentleri deniz taşımacılığında önemli bir yere sahiptir. Kıyıda bulunan bu iki şehirden ekonomik açıdan daha büyük öneme sahip olan Tema'da ülke ürünlerinin dış dünyaya taşınma işlemi gerçekleştirilmektedir. Son dönemde bu limanlarda yapılan iyileştirme çabaları ile Tama'da yapılan konteyner terminali bu liman şehirlerine verilen önemi göstermektedir. Atlas Okyanusu kıyısındaki bu limanlar haricinde Volta Gölü'nde yapılan yolcu taşımacılığı da önemli bir yere sahiptir. Volta gölüne kıyısı bulunan ve iskeleye sahip olan Kpandu, Kete Krachi, Yeji ve Yapei'den gün içinde çok sayıda yolcu yararlanarak ulaşımını sağlamaktadır. Ülkede var olan çok sayıda etnik grup ve topluluklar kendisini kültürel alanda da göstermektedir. Bu kadar çok sayıda grubun bir ülkede var olması kültür açısından da zenginlik oluşturmaktadır. Ülkede Gana topluluklarının dışında, komşu ülke vatandaşı olan topluluklar ile birlikte 6.000 Avrupalı ve başta Çinli olmak üzere Asyalı yaşamaktadır. Avrupalılar ve Asyalılar özellikle Accra başta olmak üzere kıyı şehirlerinde yaşamakta ve kültürlerini yaşatmaktadırlar. Ülke genelinde oynanan Oware Gana'nın millî oyunlarından biri olarak kabul edilmektedir. Küçük yaşlardan itibaren öğrenilen oyun tahtadan oluşmakta olan bir strateji oyunudur. Gana kültüründe önemli yere sahip olan bu oyun bilenen en eski oyunlardan biri olarak kabul edilmektedir. Gana kültüründe renkli giyim önemli bir yer tutmaktadır. Gana'da kadınlar inançlarından bağımsız olarak modaya ve kıyafetlerine uygun renkli başörtüleri kullanmaktadırlar. Düğün ya da cenaze gibi özel günlerde kişinin yakını tarafından seçilen kumaştan oluşturulan kıyafetler katılımcılar tarafından diktirilerek giyilmektedir. Erkekler ise genellikle geleneksel olarak tek tip sarılmış elbise giyimini tercih etmektedirler. Gana dokuma sanatında kente önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle Ashanti bölgesindeki kabile reisleri geleneksel kültürlerine bağlılığını göstermek adına çok sık şekilde giyilmektedir. Eski dönemlerde kente dokuma kıyafetleri sadece krallar tarafından giyilebilmekteydi. Her ayın ilk cuma günü işyerleri ve okullar dahil her yerde ulusal giysi Batakari giyilmesiyle Batakari Day kutlanır. Grenada Grenada, Karayip Denizi'nde, doğusunda Atlas Okyanusu yer alan ada ülkelerinden biridir. Grenada adası ile Grenadinler ada grubundan oluşur. Trinidad ve Tobago'nun kuzeyindedir. Grenada adasının uzunluğu 20 km'den biraz fazladır. Ülke, İngiliz Milletler Topluluğu üyesidir. Tropikal iklim hakim olup, Atlas Okyanusu'nun bu bölgesinde yaşanan tayfunlardan çokça etkilenmektedir. Baharatlar yönünden zengin bir adadır. Bu yüzden de Baharat Adası olarak da bilinir ("Island of Spice"). Nüfusun büyük bölümü, Afrika kökenlilerden oluşur. Geri kalanı ise, Kızılderili karışımı ve Avrupalıdır. Adanın bilinen en eski yerlileri Aravaklardır. Daha sonra, Güney Amerika'dan gelen savaşçı Karipler adada egemenlik kurdular. Adayı gören ilk Avrupalı ise 1498'de bölgeye gelen Kristof Kolomb oldu. Kolomb, buraya "Concepcion" adını vermiştir. 1609'da İngilizlerce bir yerleşim kurulmaya çalışıldıysa da yerli halkın direnişi yüzünden başarılı olamadılar. 1650'de Fransızlar St. George kentini kurdular. Grenada 1763'teki Paris Antlaşması'yla resmen İngiltere'ye bırakıldı. 18. yy'ın sonlarında İngilizler adaya şeker plantasyonlarında çalıştırmak üzere Afrika'dan çok sayıda köle getirdiler. Fransızların da desteklediği köle ayaklanmaları sonucunda 1833'te kölelik kaldırıldı. 1885'te İngiliz Rüzgarüstü Adaları'nın yönetim merkezi olan Grenada, 1958'de, aynı yıl kurulan Batı Hint Adaları Federasyonu'na katıldı. Ama 1967'de federasyon dağılınca Birleşik Krallık'a bağlı özerk bir devlet oldu. Şubat 1974'te bağımsızlığını ilân etti. 1979'da başbakan Eric M. Gairy yurtdışındayken koalisyon ortaği NJM'nin düzenlediği kansız bir hükümet darbesiyle devrildi. Maurice Bishop, yeni kurulan Devrimci Halk Hükümeti'nin (PRG) başına geçti. Sosyalist eğilimli olduğu için batılı devletlerin karşı çıktığı yeni hükümet, Gairy'nin ardından ekonomiyi büyük ölçüde düzeltti. Ama Bishop Ekim 1983'te marksist askerlerce devrildi ve öldürüldü. Darbeden hemen sonra ABD birliklerinin ülkeyi işgal etmesiyle darbe liderleri iktidardan uzaklaştırıldı. 1985 ortalarına kadar ABD birlikleri adada kaldı. Guyana Guyana veya resmî adıyla Guyana Kooperatif Cumhuriyeti (İngilizce: "Co-operative Republic of Guyana"), Güney Amerika'da yer alan bir ülkedir. Kıtanın kuzeyinde yer alan ülkenin batısında Venezuela, doğusunda Surinam, güneyinde Brezilya yer alırken; kuzey taraflarının Karayip Denizi'ne kıyısı vardır. Ülkenin en büyük şehri ve aynı zamanda da başkenti Georgetown'dur. Guyana idari açıdan on bölgeye ayrılmıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti Güney Afrika Cumhuriyeti ya da daha yaygın kullanımı ile Güney Afrika, Afrika kıtasının güneyinde yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Botsvana, Zimbabve, Mozambik, Svaziland ve Namibya oluştururken ülkenin güneydoğusunda Hint Okyanusu, güney ve güneybatısında Atlas Okyanusu bulunmaktadır. Bu ülkelerin haricinde Lesotho'da da tamamen Güney Afrika Cumhuriyeti toprakları içinde yer alan bir ülke olarak Güney Afrika ile tüm sınırlarını paylaşmaktadır. Güney Afrika'da yürütme başkenti Pretoria, yasama başkenti Cape Town, yargı başkenti Bloemfontein olmak üzere üç başkent bulunmaktadır. Ülke Orta Afrika Cumhuriyeti ile birlikte ülke isminde kıta ismi "Afrika" 'yı kullanan iki ülkeden biridir. Geçmişte Roma İmparatorluğu'na bağlı bir eyalet olan ve günümüzde Tunus'un kurulu olduğu bölgelerde bulunan Afrika eyaleti için kullanılan "Afrika" daha sonraları Araplar tarafından da aslına sadık kalınarak Ifriqiya olarak adlandırılmıştır. O dönemler "Libya" olarak adlandırılan kıta zamanla "Afrika" olarak adlandırılmıştır. Afrika kelimesinin köken olarak nereden geldiği ve nasıl oluşturulduğu tam olarak belli olmasa da yerel kabilelerin kullanımından ortaya çıkan bir kelime olduğu ya da Fenike dilinde "toz" anlamına gelen "afar" kelimesinden türetildiği tahmin edilmektedir. Ülkenin konumu ile birlikte kıta isminin de kullanılması ile birlikte ülke ismi oluşturulmuştur. Güney Afrika Cumhuriyeti sahip olduğu 1.219.912 km yüzölçümü ile dünyanın en büyük 24. ülkesi konumundadır. Ülkenin toplamda sahip olduğu 5.244 km'lik kara sınırından 1.005 km'si Namibya, 1.969 km'si Botsvana, 1.106 km'si Lesotho, 496 km'si Mozambik, 438 km'si Svaziland ve 230 km'si Zimbabve ile oluşurken, ülkenin ayrıca Atlas Okyanusu ve Hint Okyanusu'na 2.798 km'lik sahil şeriti bulunmaktadır. Ülke konum itibarıyla Afrika kıtasının en güney ucunda yer almaktadır. Ülkenin veld olarak da adlandırılan ve 900 m ile 2.000 m deniz seviyesinden yukarıda yer alan orta kesimleri kumtaşı içeren yaylalardan oluşmaktadır. Ülkenin kıyı kesimlerine doğru ilerledikçe düşen rakım sonucu oluşan ve tabakaların basamak oluşturduğu yapıya "Great Escarpment" (Türkçe:"büyük eğimli yüzey") ismi verilmektedir. Ülkenin sahip olduğu alanların büyük bir kısmı hem yüzey bilimi açısından hem de petrografi açısından "Karoo Ana Havzası" olarak adlandırılan yapıdan oluşmaktadır. Ülkenin kuzey bölgelerinde ise magmatik kayaçlar yanı sıra Barberton yakınlarında çok eskiye dayanan başkalaşım kayaçları görülmektedir. Drakensberg sıradağları ülkenin kuzeydoğu bölgesinden başlayarak enklave ülke konumunda olan Lesotho'yu geçerek güneydoğu bölgesine kadar uzanmaktadır. Sıradağların en yüksek noktası Lesotho sınırları içerisinde yer almakta olup, Thabana Ntlenyana Dağı olarak adlandırılan dağın zirvesi 3.482 m yüksekliktedir. Güney Afrika Cumhuriyeti'nin en yüksek dağını ise 3.450 m ile Lesotho sınırına yakın bir konumda bulunan ve zirvesi her iki ülke arasındaki sınırı belirleyen Mafadi Dağı oluşturmaktadır. Bloemfontein'nin kuzeybatısından başlayarak Botsvana ve Namibya'ya kadar uzanan Kalahari Çölü ülkenin kuzeybatı bölgesinde coğrafi koşulları belirlemektedir. Afrika kıtasının en güney uç noktasını belirleyen ve Atlas Okyanusu ile Hint Okyanusu arasındaki coğrafi sınırı belirleyen Agulhas Burnu'da Güney Afrika Cumhuriyeti'nin önemli coğrafi konumlarından birini oluşturmaktadır. Agulhas Burnu'nun batısında ise kıtanın bilinenin aksine en güney uç noktasını değil en güneybatıda yer alan noktasını belirleyen Ümit Burnu yer almaktadır. Ülke genelinde yer alan akarsuların büyük çoğunluğunun kaynağı Drakensberg dağlarında yer almaktadır. Burada kaynağından çıkan akarsular doğu yönünde ilerleyerek Hint Okyanusu'na ulaşmaktadır. Ülkenin en uzun akarsuyu Drakensberg'deki kaynağından çıkarak birçok nehrin aksine batı yönünde akarak Atlas Okyanusu'na dökülen Turuncu nehri'dir. Ülkede "Gariep" olarak da adlandırılan Turuncu nehri ülke içerisinde toplamda 1.850 km'lik bir uzunluğa sahiptir. Turuncu nehrin en önemli noktalarından birini de Augrabies Şelalesi oluşturmaktadır. Güney Afrika Cumhuriyeti'nin bir diğer önemli nehri olan ve 1.600 km'lik bir uzunluğa sahip olan Limpopo Nehri Güney Afrika'nın Botsvana ve Zimbabve ile olan doğal sınırını belirlemekte ve Hint Okyanusu'na dökülmektedir. Güney Afrika Cumhuriyeti'ne ait olan ve üzerinde yaşam olmayan iki küçük adadan oluşan Prens Edward Adaları'da Hint Okyanusu'nun güney kesiminde yer almakta ve anakarada Port Elizabeth'in 1.770 km güneydoğusunda yer almaktadır. Güney Afrika Cumhuriyeti konumu gereği iklimsel ve orografik açıdan büyük farklılıklar arz etmektedir. Ülkenin Namibya sınırına yakın batı bölgelerinde Kalahari çölü bulunup bu doğrultuda çöl iklimi yaşanabilirken, ülkenin Mozambik sınırına yakın güneydoğu bölgelerinde tropikal ormanlar gözlemlenebilmektedir. Ülkenin batı kıyı kesimlerinde kurak iklim ile birlik
te yoğun ılıman okyanusal iklim yaşanmakta olup, güney kıyı kesimlerinde yarı kurak iklim yaşanmaktadır. Her iki iklimin sonucu ortaya çıkan sıcak su akıntısı Agulhas Akıntısı ile soğuk su akıntısı Benguela Akıntısı, Ümit Burnu kısmında birbiriyle buluşmasını sağlamaktadır. Ülkenin iç kesimlerinde kurak ile yarı kurak iklim arasında geçişler görülmekte olup, bu iklime uygun bozkır alanlar gözlemlenebilmektedir. Cape Town ve civarında Akdeniz iklimi gözlemlenmekte olup, yoğun kar yağışları sadece yüksek noktalarda yaşanmaktadır. Ülkenin güney yarıkürede yer alması nedeniyle kuzey yarıkürenin tam aksi mevsimler yaşanmaktadır. Ülkenin kış mevsimini yaşadığı Haziran ve Ağustos ayları arasında Drakensberg'in zirvesinde, yüksek yaylalarda ve Johannesburg ve civarında kar yağışı gözlemlenebilmektedir. Ülke genelinde gündüz sıcaklıkları 23 °C yer alırken, gece sıcaklık değerleri büyük oranda düşmektedir. Yazın gündüz sıcaklık değerleri 30 °C kadar çıkabilmektedir. Batı Kap bölgesi ile Cape Town civarında kışın serin bir iklim hakim olurken, yoğun olmayacak şekilde yağmur çiseleyebilmektedir. Bu bölgelerde yaz aylarının yaşandığı Kasım ile Mart ayları arasında sıcak ve kurak bir iklim gözlemlenmektedir. Kıyı kesiminde yer alan KwaZulu-Natal bölgesi boyunca nemli bir iklim hakim olup, denizden esen serin rüzgarlar gerçekleşebilmektedir. Bu bölgelerde sıcaklık değerleri yıl boyu 25 °C ile 35 °C arasında gözlemlenebilmektedir. Güney Afrika Cumhuriyeti'nin doğu kesimlerinde yer alan platolar genel olarak sıcak havanın etkisinde bulunmaktadır. Yarı çöl konumunda olan Karoo bölgesinde sıcaklıklar aşırı derecede artış göstermekte olup, yıllık ortalama yağış miktarları 200 mm'nin altında gerçekleşmektedir. Kış aylarında gerçekleşen yağışlar ise düzensiz olarak yağmaktadır. Ülkede bu denli farklı iklimlerin oluşmasında farklı nedenler sayılabilmektedir. Sıcak ve soğuk akıntıları, coğrafi yükseklik gibi nedenler bu alanda belirleyici olabilmektedir. Ülkenin doğu kıyılarında Hint Okyanusu'nda oluşan sıcak su akıntısı sıcaklığın etkisi ile yükselen su dolu havanın bölgeye yağmur olarak geri dönüşünün mümkün kılarken, batı kıyılarında nemden arındırılmış soğuk su akıntısının etkili olması ile kurak ve çöl oluşumunu mümkün kılabilmektedir. Bu oluşumlar nedeniyle ülkenin iç kesimlerinde de yıllık yağış ortalamaları düşük seyredebilmektedir. Güney Afrika Cumhuriyeti 20.000'den fazla bitkiye ev sahipliği yapmaktadır. Ülkenin güneybatı bölgesinde bulunan ve dünyadaki ekolojik çeşitlilik açısından önemli bir yer tutan Fynbos'ta söz konusu bitkilerin 9.000 adeti gözlemlenebilmektedir. Ülkede gözlemlenen bitkilerin birçoğu bu bölgeye özgü endemik türler olup, birçok botanik uzmanı "Capensis" adını verdikleri bu bölgeyi dünyadaki bitki çeşitliliği açısından dünyadaki altı noktadan biri olarak kabul etmektedir. Ülkedeki bitkilerin çoğunluğunu her daim yeşil olan sert, ince ve iğne yapraklı bitkiler oluşturmaktadır. Bunların haricinde ülkede 130 farklı çeşidi bulunan iki çenekli, taçsız çiçekli bitkiler familyası olan Proteaceae'lar da sık bir şekilde görülmektedir. Ülke genelinde birçok bitki türü bulunmasına rağmen ormanlık alanlar çok azdır. Güney Afrika Cumhuriyeti yüzölçümünün sadece %1'i ormanlarla kaplı olup, bu ormanlar da ülkenin doğu kıyılarında Mozambik sınıra yakın bölgelerde bulunmaktadır. Bölgeye ilk Avrupalıların geldiği dönemlerde mevcut olan ağaçlar Avrupalı göçmenler tarafından ihtiyaçlar doğrultusunda kesilmiş, bu işlemler sonucunda da bölgeye özgü ağaçların soyu tükenmiştir. Avrupa'dan getirilerek dikilen okaliptüs ve çam ağaçları gibi bu bölgeye özgü olmayan ağaçlar kuraklığa, erozyona ve orman yangınlarına, yerel ağaç ve bitki türlerinin yok olmasına sebep olmuştur. Günümüzde bu tür sorunlara yol açan ağaç türleri kapsamlı çalışmalar doğrultusunda bölgeden uzaklaştırılmaktadır. Ülkenin batı kıyılarına yakın bölgede bulunan Namaqualand bölgesinde hakim olan kurak ve sıcak havanın etkisiyle succulent, sarısabır ve sütleğen gibi bünyesinde sıvı barındıran bitkilerin hakimiyeti gözlemlenmektedir. Ülkede iç kesimlere doğru ilerledikçe hakim olan ve özellikle yüksek veldlerde gözlemlenebilen bitki örtüsü bünyesinde çalılık alanları ile akasya ağaçlarını barındıran yeşil otlaklardır. Ülkenin kuzeybatı bölgesine ilerledikçe yıllık yağış ortalamasının da etkisi ile seyrekleşen bitki örtüsü, Kalahari çölünün doğusunda geniş çayırlık alanlar, kuzeydoğuya doğru ilerledikçe de daha sık bitki örtüsü olarak ortaya çıkmaktadır. Güney Afrika Cumhuriyeti'nin Mozambik sınırı boyunca kurulu olan Kruger Ulusal Parkı'nda da baobab ağaçları gözlemlenmektedir. Ülke genelinde zengin de bir yaban hayat bulunmaktadır. Burada bulunan birçok ulusal parklar ile oluşturulan yaban hayatı koruma bölgeleri sayesinde birçok yaban hayvan gözlemlenebilmektedir. Güney Afrika Cumhuriyeti 300'den fazla memeli hayvan, 500'den fazla kuş türü, 100'den fazla sürüngen hayvan ile birçok böcek ailesine ait hayvana ev sahipliği yapmaktadır. Afrika kıtasının "Beş Büyük" hayvanı olarak adlandırılan Afrika mandası, Afrika leoparı, aslan , Afrika fili ve kara gergedanı ülkede yaşamaktadır. Bunların haricinde impala, büyük kudu, gnu ve nyala gibi birçok antilop çeşidi ile birlikte zürafa, su aygırı, düğmeli domuz, bayağı zebra, çita, sırtlan ve Afrika yaban köpeği yaşamaktadır. Ülke genelinde deve kuşu ve flamingo kuş türleri içerisinde önemli bir yer tutmakta olup, kıyı kesimleri ile küçük adalarda koruma altında bulunan penguenler yaşamaktadır. Güney Afrika Cumhuriyeti, Afrika kıtasında nüfus yoğunluğunun çok olduğu ülkelerden biri konumundadır. 2011 yılında gerçekleştirilen son resmi sayım sonuçlarına göre ülke kıtanın en çok nüfusuna sahip 5. ülkesidir. Ülke nüfusunun çoğunluğu şehirlerde yaşamaktadır. Ülkenin özellikle kıyı kesimleri ile kuzeydoğu kesimlerinde nüfus yoğunluğu yaşanırken, ülkenin batı ve kuzeybatı bölgeleri neredeyse insansız bölge konumundadır. Ülke genelinde 2015 tahmini verilerine göre ortalama yıllık nüfus artışı %1,33 seviyesindedir. Güney Afrika Cumhuriyeti birçok Afrika ülkesinin aksine orta yaşlı bir nüfusa sahip olup, 2017 tahmini verilerine göre %45,88'i 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %5,68'i 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %28.27 (erkek 7,768,960/kadın 7,733,706) 15-24 yaş: %17.61 (erkek 4,776,096/kadın 4,881,962) 25-54 yaş: %41.78 (erkek 11,589,099/kadın 11,323,869) 55-64 yaş: %6.66 (erkek 1,694,904/kadın 1,955,391) 65 yaş ve üzeri: %5.68 (erkek 1,309,597/kadın 1,807,968) Şehirde yaşayanların oranı 2017 verilerine göre %65,8 olan ülkede, nüfusun geri kalanı ülkenin geri kalan büyük bölümünde yaşamaktadır. Ülkede nüfusun yıllık artış oranı 2017 tahmini verilerine göre %0,99 düzeyindedir. Güney Afrika çok kültürlü bir ülke konumundadır. Birçok kültüre sahip topluluklar iç içe yaşıyor olsa dahi geçmişte uygulanan ancak günümüzde geçerli olmayan Apartheid politikaların bir sonucu olarak kendisini belli bir gruba üye hissetmekte ve bu farklı gruplar birbirinden ayrı alanlarda yaşamaktadırlar. 1991 yılına kadar Güney Afrika Cumhuriyeti anayasası toplumu dört büyük sınıfa ayırmaktaydı ve bu gruplar "siyahlar", "beyazlar", "renkliler" ve "Asyalılar" olarak adlandırılmaktaydı. Günümüzde söz konusu yasa maddesi anayasa da artık yer almasa da, birçok Güney Afrikalı kendisini bu gruptan birine üye olarak hissetmekte, devlet tarafından yapılan belli istatistiklerde de bu kategoriler hala kullanılmaktadır. Ülke nüfusunun yaklaşık olarak %80,2'sini oluşturan siyahlar, Güney Afrika'da çoğunluğu oluşturmaktadır. "Renkliler" olarak adlandırılan grup %8,8 ile en kalabalık ikinci nüfusu oluştururken, beyazlar %8,4, Asyalılar ise %2,5 oranı ile diğer grupları oluşturmaktadır. Ülkede çoğunluğu oluşturan siyahlar ise yine kendi içerisinde farklı etnik gruplara ayrılmaktadır. Buna göre ülke genelinde Zulular, Xhosalar, Basotholar, Vendalar, Batsvanalar, Tsongalar, Svaziler ve Ndebeleler başta olmak üzere farklı etnik gruplar yaşamaktadır. Ayrıca ülke genelinde çoğu yasadışı bir şekilde Zimbabve'den gelen mülteciler yaşamaktadır. Güney Afrika'da yaşayan beyazların çoğunluğunu bölgeye özellikle 17. yüzyıldan itibaren göç eden Hollandalı, Alman, Fransız ve İngiliz göçmenlerin neslinden gelen kişiler oluşturmaktadır. Güney Afrika Cumhuriyeti bu özelliği ile Afrika kıtasında en çok Avrupa kökenli kişiyi barındıran ülke konumundadır. Ancak son yıllarda ülkede yaşayan beyazların oranında düşük yaşanmaya başlamış, 1990'lı yıllardan itibaren bir milyona yakın beyaz Avrupalı ülkeyi terk etmiştir. "Renkliler" olarak adlandırılan grubun üyeleri genellikle beyaz Avrupalılar ile yerliler veya kölelerin neslinden gelen melez topluluklardır. Bu tanımlama sömürge dönemi ile Apartheid döneminde ten renginden dolayı kullanılmış bir kelime olarak dile yerleşmiştir. Asya kökenli nüfusun çoğunluğu Hindistan'dan gelen topluluklar oluşturmaktadır. Bu kişiler özellikle 19. yüzyıl ortalarında sözleşmeli işçi olarak şeker kamışı tarlalarında çalıştırılmak üzere ülkeye getirilmiştir. Hintlerin haricinde de Çin kökenli nüfusta ülkede yaşamaktadır. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde Apartheid döneminin sona ermesi ile birlikte resmi olarak on bir ulusal dil belirlenmiştir. Buna göre İngilizce, Afrikaanca, Güney Ndebelece, Güney Sothoca, Kuzey Sothoca, Svatice, Tsongaca, Tswanaca, Vendaca, Xhosaca ve Zuluca. Bu kadar çok resmi dil özelliği ile Güney Afrika Cumhuriyeti dünya üzerinde Bolivya ve Hindistan'dan sonra en çok resmi dile sahip ülkelerden biri konumundadır. Ülke nüfusun %60'ı yakını Afrikaanca dilini anadillerinden biri olarak kullanmaktadır. Özellikle beyazlar ve renkliler olarak sınıflanan gruplar arasında Afrikaanca önemli bir yer tutmaktadır. Bunun haricinde 2011 resmi verilerin göre nüfusun %22,7'si Zuluca, %16'sı Xhosaca dilini konuşurken İngilizce nüfusun sadece %9,6'sı tarafından anadili olarak konuşulmaktadır. Ülke Afrika kıtasında Avrupa dili olmayan dillerin rahat bir şekilde konuşulduğu ve resmi dil olarak da kabul görülen ender ülkelerden biri k
onumundadır. Ülke genelinde nüfusun %79,7'si hristiyan dinine mensuptur. Burada protestan mezhebine göre inancını yaşayanların oranı %36,6 olarak ifade edilirken, katolik mezhebine inananların oranı %7,1 düzeyindedir. Diğer hristiyan mezheplerine göre inancını yaşayanların oranı ise %36 seviyesindedir. 2001 verilerine göre ülkede islamiyet dinine inananlar %1,5 ile düşük seviyede bulunmakta olup, müslümanlar Güney Afrika Cumhuriyeti'nde azınlıkta yer almaktadır. Güney Afrika'da nüfusun %2,3'ü diğer dinlere inandığını beyan ederken, %15'i herhangi bir dine inanmadığını, %1,5'i ise dini ile ilgili bilgi vermek istemediğini ifade etmiştir. Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı genel Afrika ortalamasına göre yüksek düzeyde olup, 2012 tahmini verilerine göre nüfusun neredeyse tamamı, %95,1'i, temiz kaynaklardan su temin edebilmektedir. Tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlanma oranının yüksek olduğu ülkede, nüfusun %74,4'ü bu yönde bir hizmet alabilirken, %25,6'sı ilkel şartlarda sağlık hizmeti alabilmektedir. Ülke içerisinde orta düzeyde ishal, hepatit, tifo hastalıkları görülebilmektedir. AIDS, Afrika kıtasının genelinde görülen yüksek düzeylerde görülmekte olup, bu oran 2013 tahmini verilerine göre %19,05 seviyesindedir. Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde okuma yazma bilenlerin oranı 2015 tahmini verilerine göre %94,3 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %95,5 iken, kadınlarda %93,1 seviyesindedir. Güney Afrika Cumhuriyeti genelinde dokuz yıl kesintisiz okula gitme zorunluluğu bulunmaktadır. Ülkede bulunan okulların çoğunluğu devlet okulu olup, bu okulların yanı sıra özel okullarda da eğitim verilmektedir. Ülkede yedi yaşına gelmiş bir çocuk yedi yıl boyunca "primary school" olarak adlandırılan ve herhangi bir ücrete tabi olmayan ilkokul eğitimi almaktadır. Bu eğitimden sonra başlayan ve iki yıl süren "high school" ücrete tabi bir konumdadır. 1996 yılından bu yana söz konusu iki yıllık high school eğitiminden sonra okula gitme zorunluluğu sona ermektedir. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde Afrika kıtasının en önemli üniversitelerinden bazıları bulunmakta olup, bu alanda 2010/2011 eğitim yılında dünyanın en iyi üniversiteleri içerisinde 107. sıra ile Afrika kıtasının en iyi üniversitesi konumunda olan Cape Town Üniversitesi en ön sırada yer almaktadır. Ülke genelinde suç oranları yüksek düzeyde seyretmektedir. Emniyet verilerine göre Mayıs 2008 ile Mayıs 2009 arasında 2,1 milyon şiddet içerikli suç dosyası oluşturulmuştur. Güney Afrika dünya genelinde suç oranlarının en yüksek olduğu ülkelerin başında gelmektedir. Dünya genelinde sadece Kolombiya'da daha yüksek suç oranları bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler'in verilerine göre 1998 ile 2000 yılları arasında ülke ateşli silahlar ile ölümde, tecavüzde ve yaralanmalarda en üst noktada yer almış, cinayetlerde ikinci ve hırsızlık olaylarında da dünya genelinde dördüncü sırada yer almıştır. 2001 yılında açıklanan verilere göre Nisan 2000 ile Eylül 2001 döneminde her güne 59 cinayet, 149 tecavüz olayı düşecek şekilde şiddet olayları yaşandığı belirtilmiştir. Dönemin Güvenlik Bakanı ise yaptığı açıklamada bundan sonra bu tip verilerin "uygun" olduğu takdirde yılda bir kez açıklanacağını ifade etmiş, bu şekilde toplumun moralini bozacak verilerin gündeme getirilmemesinin hedeflendiğini açıklamıştır. Toplum arasında oluşan sosyal farklılıklar ile zengin ile fakir toplum arasında yaşam tezatlığı ve çelişkisi ile yüksek işsizlik oranları bu durumların yaşanmasında başlıca sebep olarak gösterilmektedir. Günümüzde suç oranlarında aşağı yönde gelişmeler gözlemlense de, hala yüksek düzeyde olduğu kabul edilmektedir. Güney Afrika Cumhuriyeti'nin kurulu olduğu bölgelerde Paleoantropolojik olarak en eski fosillerinden bazıları ortaya çıkarılmıştır. Taung'un Çocuğu olarak adlandırılan ve Taung'da bulunan fosil ile birlikte Krugersdorf'da bulunan Sterkfontein mağaralarında bulunan Australopithecus africanus'a ait kalıntılar 3,5 milyon yıl öncesine dayandırılmaktadır. Bu ön-insanların yaşamasından sonra bölgeye göç sonucu gelen Bantu grupları Limpopo nehrini geçerek günümüzde Güney Afrika'nın kurulu olduğu bölgelere yerleşerek çiftçi ve çoban olarak yerleşmişlerdir. Söz konusu dönemlerde bu bölgelerde yaşayan Buşmanlar ve Koikoinler bölgelerinden uzaklaştırılmıştır. Güney Afrika'da modern tarih Hollandalı Jan van Riebeeck'in Hollanda Doğu Hindistan Şirketi adına Ümit Burnu'nda bu yolu kullanan gemilerin personellerin için mola verebilecekleri bir tedarik istasyonu kurması sonrası başlamıştır. Bu bölgeye konum uygunluğu nedeniyle 6 Nisan 1652 tarihinde kurulan bu istasyon ile Avrupa ile Güneydoğu Asya arasında seferler düzenleyen gemilerin personellerinin dinlenmesi planlanmıştır. 17. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında bölgede giderek artan yerleşim ilk olarak Khoisan topluluklarını boşalttığı batı bölgelerde başlamış, 1770 yılından itibaren de doğuya doğru ilerleme başlatılarak Bantu grupların yaşam sınırlarına dayanmıştır. Burada iki topluluğun karşılaşması neticesinde Avrupalı yerleşimciler ile Xhosa toplulukları arasında Sınır Savaşları adı verilen ve 1779 ile 1879 yılları arasında gerçekleşen toplamda dokuz adet savaş yaşanmıştır. Bölgeye yerleşen Hollandalılar kendi dönemlerinde bölgeye Endonezya, Madagaskar ve Hindistan'dan birçok köle getirmiş, bu süreç sonucunda 1743 yılında yerleşim yerinde Avrupalı göçmenlerden fazla kölenin yaşadığı bir durum ortaya çıkartılmıştır. Bu yıllarda bölgeye getirilen köleler ilerleyen yıllarda beyazlar ile evlenerek daha sonra ülke tarihinde Sanlar ile birlikte "renkliler" olarak sınıflandırılan grubun üyelerini oluşturmuşlardır. Hollanda Doğu Hindistan Şirketi'nin iflasın eşiğine geldiği bir dönemde, 1797 yılında, bölgede Hollanda hakimiyetinin azalması ile birlikte Büyük Britanya Ümit Burnu civarındaki bölgeleri işgal etmeye başlamıştır. Koalisyon Savaşı neticesinde Napolyon Bonapart Hollanda'yı işgal etmiş, bu işgal neticesinde 1795 yılında kurulan Batavya Cumhuriyeti de Britanya ile bugüne kadar var olan işbirliğini sonlandırma kararı almıştır. Burun bölgesinin Britanya tarafından "arka bahçeden" girilerek elde edilmesi bölgenin Fransa'nın kontrolü altına girmesine karşı alınmış bir önlemin bir göstergesi konumundaydı. Britanya bölgeyi her ne kadar 1802 yılında Amiens Antlaşması kapsamında Hollanda'ya geri vermiş olsa da, 1806 yılında bölgenin yeniden hakimi olmuştur. Bu hakimeyi sağlamlaştırmak adına bölge tümden krallığa ait koloni bölgesi olarak ilan edilerek sürekli koloni bölgesi olarak Burun Kolonisi'nin kuruluşu gerçekleştirilmiştir. Bu yıllarda hala devam eden "Sınır Savaşları" kapsamında Britanya, Xhosalar'dan elde edilen bölgelere yerleşerek hakimiyetini Büyük Balık Nehri kıyılarına kadar genişletmiştir. Britanya elde ettiği bölgelerin sınırlarını sağlamlaştırarak içeride kalan kısımlara yeni yerleşim yeri kurulmasına olanak sağlamıştır. 1833 yılında Britanya parlamentosunda köleliğin tüm hakim olunan bölgelerde kaldırıldığını beyan eden yasayı onaylaması neticesinde Britanya bölgelerinde yaşayan birçok Afrikaner için geçim kaynağı ortadan kalkmıştı. Bu karardan etkilenmemek ve köleleri gündelik hayatlarında kullanabilmek için Büyük Göç adını verdikleri göçü başlatacak olan ve Voortrekker (Türkçe:"Önden göç edenler") olarak adlandırılan grup Britanya hakimiyetinin dışında kalan bölgelere göç etmiştir. 1835 ile 1841 yılları arasında gerçekleştirilen Büyük Göç süresince 14.000 Afrikaner (Boer) Turuncu Nehir'in kuzey kıyılarına göç etmiş, burada da birçok Boer cumhuriyetleri kurarak yaşamaya devam etmişlerdir. Bu cumhuriyetler arasında en uzun soluklu olanlar ise Transvaal Cumhuriyeti ile Özgür Orange Devleti olmuştur. 1867'de elmasın, 1886 yılında da altının bölgede bulunması ile ticari açıdan önem kazanan bölgeye Avrupa kıtasından büyük bir göç dalgasının oluşmasına sebep olmuştur. Bu göç dalgası nedeniyle bölgede yaşayan yerliler daha da ayrımcılığı uğramasına ve sömürü altında yaşamasına sebebiyet vermiştir. Bölgede hakimiyetleri sürdürme amacında olan Boerler 1880 ile 1881 yılları arasında gerçekleşen I. Boer Savaşı ile Britanya'nın genişleme politikalarına karşı savaşmış, sayıca daha az olmalarına rağmen, coğrafi şartlara kendilerini ve kıyafetlerini daha uyumlu getirdikleri için Britanyalılar'a karşı üstünlük sağlamışlardır. 1899 yılında itibaren başlayan II. Boer Savaşı'nda bir önceki sıkıntıları yaşamamak adına bölgeye daha fazla destek kuvvet sevk eden Britanya, 1902 yılına kadar süren savaş neticesinde önemli kazanımlar elde etmiş, son Boer cumhuriyetlerini de işgal ederek hakimiyet alanına dahil etmiştir. Bu savaşın önemli sebeplerinden birini de Witwatersrand'da bulunan zengin altın madenleri bölgesinin hakimiyeti oluşturmaktaydı. Bu süreç yaşanmadan önce Boer cumhuriyetlerinin Alman İmparatorluğu ve Alman Güneybatı Afrikası ile ittifak arayışına girmesi, bu bölgelerdeki hakimiyetini tehlike altında göre Britanya'nın bu adımları atmasında önemli bir etken olmuştur. Boerlerin sayısal olarak azınlıkta kalmasının yanında Britanya'nın sürekli destek kuvvet ile bölgedeki varlığını arttırması sonucunda Boerler savaştan yenilgi ile ayrılmışlardır. Vereeniging Antlaşması kapsamında işgal edilen iki Boer cumhuriyeti (Transvaal ve Özgür Orange Devleti) tamamen ilhak edilerek Büyük Britanya İmparatorluğu'nun bir parçasi haline getirilmiştir. Buralarda yaşanan Boerlerin mağduriyet yaşamaması ve hayatlarını kolaylaştırmak adına önemli kazanımlar sunulmuş ve Felemenkçe resmi dil olarak kabul edilmiştir. Bu antlaşmada beyazlar adına kolaylaştırıcı adımlar atılırken bu iki eski Boer cumhuriyetinde yaşayan "beyaz olmayanlar"ın medeni haklarında kısıtlamalar yapılmıştır. Dört yıl süren müzakereler sonucunda II. Boer savaşının bitiş gününün sekizinci yıl dönümünde bölgede bulunan dört Britanya kolonisi olan Burun Kolonisi, Natal Kolonisi, Transvaal Kolonisi ve Oranj Nehri Kolonisi'nin bir araya getirilerek kendi kendine yönetebilen Güney Afrika Birliği dominyonu oluşturulmuştur. 1934 yılında birlik içerisinde yaşayan Brita
nyalı ve Boerleri barıştırarak yeniden bir araya getirmek adına Britanya partisi olan South African Party (Türkçe: "Güney Afrika Partisi") ile Boerlerin partisi olan Nasionale Party (Türkçe: "Ulusal Parti") birleştirilerek United Party (Türkçe: "Birleşik Parti") adı verilen parti oluşturulmuştur. Bu birliktelik 1939 yılında II. Dünya Savaşı'nda Büyük Britanya'nın saflarında savaşma konusunda yaşanan anlaşmazlık nedeniyle dağılmıştır. Adolf Hitler'in Almanya'sına özenen ve bu doğrultuda ırkların ayrımını savunan sağcı bir parti olan Nasionale Party, bu yönde bir adımın atılmasını kabul görmemiş ve birliktelik sonlandırılmıştır. II. Dünya Savaşı'nın sona ermesi sonrasında ülkede azınlıkta olan beyazlar, hakimiyetlerini Nasionale Party önderliğinde genişletmiş, Apartheid politikalarını otoriter bir şekilde uygulamaya koymuşlardır. Bu politikalar doğrultusunda parlamentodan birçok yasa kabul edilerek geçirilmiş, bu nedenle ülkede sistematik olarak iki sınıflı, birçok kişinin haklarını kısıtlayan bir toplum yapısı oluşturulmuştur. Bu uygulamaların en somut adımları yaşam alanlarında atılmış, yerleşim yerlerinde Avrupa kökenli beyazlar ile diğer ırklar arasında yapay sınırlar çizilerek birçok "diğer" grup üyesi beyazlardan ayrılmıştır. Çoğunluğu siyahiler olmak üzere diğer ırk üyeleri bu ayrıştırma adımlar neticesinde ekonomik açıdan zarara uğratılmış ve zararı karşılanmamıştır. Bu süreçte beyaz Avrupalılar dışında kalan siyahiler, renkliler ve Asya kökenliler birçok engele maruz bırakılmıştır. Uygulamaların tek amacı Afrika kökenli siyahilerin "native reserves" olarak adlandırılan (ileride Bantustan olarak adlandırılacak) bölgelere toplanmasını sağlamak ve ileride de bu bölgelerin adım adım bağımsızlığa yönlnedirilerek bağımsızlıklarının tanınmasıydı. Bu süreçte beyazların siyasi hedefleri doğrultusunda adımlar atılmış, bu doğrultuda toprak kaybı söz konusu olsa da beyaz ırkın ülkenin tek ırkı olarak kalabilmesi için bu adımlardan geri dönülmemiştir. Bu uygulama dört bölgede başarılı olmuş ve Ciskei, Venda, Bophuthatswana ve Transkei bantustanları süreç içerisinde kendi kendilerini bağımsız bir şekilde yönetme başarısına ulaşmışlardır. 1960'lı yıllarda ciddi bir ekonomik kalkınma yaşayan ülke, bu süreçte Afrika kıtasının ilk ve tek ülkesi olarak gelişmiş ülke statüsüne kavuşmuştur. Bu süreçte ülke genelinde dış yatırımlar gerçekleştirilmiş, birçok yurt dışı menşeli firma ülkede fabrika kurmuş ya da var olan fabrikalara ortak olmuştur. Ancak bu süreçte gerçekleşen yatırımlardan elde edilen kazanımlar uygulanan politikalar nedeniyle sadece beyazların refahı için kullanılmış, toplum arasında eğitim, mesleki öğrenimler ve maaş dağılımları gibi konularda etkisini uzun yıllar içerisinde de gösterecek şekilde farklılıklar ortaya çıkmıştır. Başta Afrika ve Asya üye ülkelerinin baskıları sonucu Güney Afrika üyesi olduğu İngiliz Milletler Cemiyeti'nden 1961 yılında ihraç edilmiş, tekrar birliğe alınması ise 33 yıl sonra 1994 yılında gerçekleştirilmiştir. 1960 yılında gerçekleştirilen ve ülkenin dominyon olarak kalması ile yeni bir yönetim şekli ile cumhuriyet olarak ilan edilip edilmemesini halka soran referandum sonucunun yanı sıra "Republic of South Africa Constitution Act (Act No. 32 / 1961)" ile birlikte Güney Afrika Birliği adını değiştirerek Güney Afrika Cumhuriyeti adını almıştır. Bu gelişmelerin ışığında baskı altında olan siyah nüfusun umutsuzluğu artış göstermekteydi. 1976 yılında gerçekleşen ve Soveto Ayaklanması olarak da adlandırılan Soveto'daki öğrencilerin ayaklanmasına karşı sert önlemler alan emniyet güçleri gösterilerde 176 siyahi öğrencinin ölmesine neden olmuş, yaşanan bu olaylar sonucunda ülke genelinde ırkçı rejime ve uygulanan Apartheid politikalarına karşı geniş çaplı protesto gösterileri düzenlenmiştir. 1980'li yıllardan itibaren ülke üzerinde artan uluslararası baskılar sonucu ülkeye karşı yaptırımlar uygulanmıştır. 1990'lı yıllarda artan isyanlar, gösteriler, grevler ve zaman zaman Anti-Apartheid hareketleri tarafından gerçekleştirilen terör olayları sonucunda iktidardaki Nasionale Party kendi iktidarını yetkisizleştirilmesi konusunda ilk adımları atarak o güne kadar yasadışı olarak kabul edilen başta Afrika Ulusal Konseyi (ANC) olmak üzere birçok muhalif partilerin yasağını kaldırmış, Nelson Mandela gibi 27 yıldır cezaevinde bulunan direnişçi önderini serbest bırakma kararı almıştır. Apartheid politikalarını belirleyen yasa maddeleri zaman içerisinde yasadan kaldırılmış, tüm toplumun ilk defa özgürce oy kullanabileceği 1994 seçimleri gerçekleştirilmiştir. 27 Nisan 1994 tarihinde yapılan seçimler neticesinde ANC oyların %62 ile büyük çoğunluğunu elde etmiş, 400 sandalyeli mecliste 252 sandalye kazanmıştır. Bu seçimler ile birlikte iktidarı ele alan ANC, bu iktidarını günümüzde de korumaktadır. Nelson Mandela, Güney Afrika Cumhuriyeti'nin ilk siyahi başkanı olarak devlet başkanı makamına seçilmiş, bunun yanı sıra Nasionale Party'nin son devlet başkanı olan Frederik Willem de Klerk ile birlikte Apartheid politikalarının sona erdirilmesi konusunda attıkları adımlar nedeniyle Nobel Barış Ödülü'ne layık görülmüştür. 1999 yılına kadar bu görevde kalan Mandela, 1999 yılında görevi Thabo Mbeki'ye devretmiştir. 2004 yılında gerçekleştirilen üçüncü bağımsız seçimlerde oylarını arttırma başarısı gösteren ANC, geçerli oyların %69,7'sini elde etmiş, aynı zamanda devlet başkanı Mbeki ikinci kez devlet başkanlığı görevine getirilmiştir. 2008 yılının Mayıs ayında ülkenin belli bölgelerinde özellikle Zimbabve'den gelen göçmenlere karşı yabancı düşmanlığı kapsamında gerçekleştirilen saldırılar sonucu karışıklıklar yaşanmasına neden olmuş, bu kapsamda Malavi bu ülkede yaşayan tüm vatandaşlara geri dönmesi konusunda çağrıda bulunmuştur. 2008 yılında devlet başkanı Mbeki kendisi hakkında rakibi Jacob Zuma'nın davasını olumsuz şekilde etkilediği yönünde açıklamaların yapılması sonucunda görevinden istifa etmiş, yerine geçici olarak Kgalema Motlanthe devlet başkanı olarak atanmıştır. 2009 yılında gerçekleştirilen seçimlerde ANC bir önceki seçimlere göre 15 sandalye kaybetse de yine birinci parti olarak seçimleri kazanmış, Jacob Zuma'da yeni devlet başkanı olarak seçilmiştir. Ülke genelinde güncel olarak son seçimler olan 2014 seçimlerinde, ANC bir kez daha birinci parti olarak ayrılmış, oyların %62'sini elde ederek 249 sandalyenin sahibi olmuştur. ANC yine bir önceki seçimlere göre 15 sandalye daha az kazanmasına rağmen en yakın rakibinden 160 fazla sandalye elde etme başarısını göstermiştir. Bu seçimler sonucunda da Zuma ikinci bir dönem için devlet başkanlığı koltuğuna oturmuştur. Güney Afrika Cumhuriyeti anayasa ile yönetilen bir cumhuriyettir. Günümüzde yürürlükte olan anayasa dönemin devlet başkanı Nelson Mandela tarafından 10 Aralık 1996 yılında imzalanmış ve 3 Şubat 1997 tarihinde de yürürlüğe girmiştir. Bu anayasanın kabulünden önce ülke Apartheid döneminin sona erdiği 1994 ile 1996 yılları arasında geçici bir anayasa oluşturulmuş ve bu süreçte de yeni ve kalıcı bir anayasanın oluşturulması yönünde çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Güney Afrika Cumhuriyeti Apartheid yönetiminin uygulandığı 1983 yılında kabul edilen yasa çerçevesinde dünya üzerinden pek görülmeyen ve tercih edilmeyen bir siyasi yapıya geçmiş ve 1984 ile 1994 yılları arasında üç kanattan oluşan bir parlamento ile yönetilmiştir. Buna göre ülkede yasalarla dört ırka ayrılan topluluklardan üçü olan beyazlar "House of Assembly" 'de, renkliler "House of Representatives" 'de ve Asyalılar ise "House of Delegates" ismini verdikleri parlamentoda söz hakkına sahip olmuşlardır. Parlamentolar arası herhangi bir anlaşmazlık ya da uyuşmazlıkta beyazların parlamentosu olan House of Assembly'nin kararlı geçerli kabul edilmiştir. Günümüzde Güney Afrika Cumhuriyeti'nde iki kanatlı bir parlamento yapısı mevcuttur. Cape Town'da bulunan bu parlamentoların ilki 400 sandalyeden oluşan "National Assembly" olarak adlandırılan ulusal meclistir. Ulusal meclis üyeleri beş yılda bir gerçekleştirilen seçim ile belirlenmektedir. Ülkede ikinci parlamento kanadını oluşturan "National Council of Provinces" (Türkçe: "İller Ulusal Konseyi") toplamda 90 sandalyeden oluşmakta olup, üyeleri beş yılda bir seçilmektedir. Ülkenin idari yapısı gereği mevcut olan dokuz il bu meclise nüfus sayısı ve yüzölçümü büyüklüğüne bakılmaksızın dolaylı seçimler ile belirlenen on üye göndermektedir. Bu on üyenin altısı il meclisine seçilen kişilerden oluşurken, dört üye içerisinde ilin başbakanın da bulunduğu özel delegelerden oluşmaktadır. Söz konusu on kişilik gruba ilin başbakanı önderlik etmektedir. Ülkede 1995 yılında bu yana var olan "Parliamentary Monitoring Group" (Türkçe: "Parlamento Gözlem Grubu") parlamentodan bağımsız olarak burada atılan adımların doğruluğunu denetlemekte ve doğrulanabilir bilgilerin kamu ile paylaşılması yönünde faaliyetlerde bulunmaktadır. Güney Afrika Cumhuriyeti çok partili bir siyasi sisteme sahip olup, başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Ülkenin devlet başkanı beş yıllık bir süre için seçilmekte olup, aynı kişi bu göreve ikinci bir beş yıl için yeniden seçilebilmektedir. Devlet başkanı olarak görev yapan kişi aynı zamanda hükumetin de başkanı olarak da görevini gerçekleştirmektedir. Ülkenin 1961 yılında cumhuriyeti kabul etmesi sonucu oluşturulan devlet başkanlığı makamından önce söz konusu makam "Genel Vali" adı ile Büyük Britanya tarafından atanan kişi tarafından yürütülmekteydi. Ülke 1961 yılında cumhuriyeti ilan etmiş olsa da, ilk demokratik seçimler Apartheid döneminin sona ermesinden sonra Nisan 1994 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Bu seçimler ile birlikte Apartheid döneminin sona ermesi adına uzun süreçli faaliyetlerde bulunan ve 1960 ile 1990 yılları arasında faaliyetleri yasadışı olarak kabul edilen Afrika Ulusal Konseyi ülkede seçimlerden başarılı bir şekilde ayrılmaktadır. Güney Afrika Cumhuriyeti Milletler Cemiyeti'nin kurucu üyelerinden biri olmuş, söz konusu yapının son erdirilip oluşturulan Birleşmiş Milletler'in de kurucu üyeleri ar
asında yer almıştır. Birleşmiş Milletler'in kuruluşunda oluşturulan BM'nin yasası olarak kabul edilen Birleşmiş Milletler Bildirgesi'nin oluşumunda dönemin Güney Afrika Birliği başbakanı olan Jan Christiaan Smuts yoğun faaliyetlerde bulunmuştur. Ülkenin içerisine bulunduğu Apartheid dönemi boyunca uluslararası alanda dışlanan ve boykot edilen Güney Afrika Cumhuriyeti, bu süreçte 1977 yılında BM tarafından silah ambargosu ile birlikte birçok yaptırımına maruz kalmıştır. Ülkede bulunan birçok yatırımcı ülkeyi terk etmiş, yatırım yapmayı reddetmiş ya da bu ülke ile işbirliği yapılmasını engellemiştir. Sportif alanda da uluslararası organizasyonlardan men edilen Güney Afrika Cumhuriyeti, turizm de de söz konusu olumsuz etkileri yaşamış ve turist ziyaretlerinde büyük düşüşler yaşamıştır. Dönemin başbakanı olan Pieter Willem Botha yaşananları "total onslaught" (Türkçe: "toplu saldırı") olarak adlandırmış ve bu uluslararası adımlara karşı maaşların dondurulması, deregülasyon ve özelleştirme gibi konuları içeren Bothanomics adını verdiği hükumet programını açıklamıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti birçok uluslararası organizasyonlarda üye olarak bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler, Afrika Birliği, Uluslararası Para Fonu, Güney Afrika Kalkınma Topluluğu, Dünya Ticaret Örgütü ülkenin üyeliğinin bulunduğu organizasyonlardan birkaç tanesidir. Ülke ayrıca Afrika kıtasının tek temsilcisi olarak G20 ile BRICS organizasyonlarında yer almaktadır. Ülkenin önceli olan Güney Afrika Birliği'ni oluşturan dört farklı sömürge bölgesi olan Cape Kolonisi, Natal Kolonisi, Transvaal Kolonisi ve Oranj Nehri Kolonisi'nin adları yeni ülkede Burun, Natal, Transvaal ve Özgür Devlet olarak adlandırılmış, sömürge bölgesinde bulunan parlamentolar feshedilerek il meclisleri oluşturulmuştur. Geçmiş dönemlerde tek başına bağımsız olan ve ilerleyen süreçte Britanya sömürge bölgesi olan yeni ülkenin yeni illeri arasında ülkenin başkentinin belirlenmesi safhasında da rekabet yaşanmıştır. Ülkenin başkentinin belirlenmesi sürecinde illerden birinin mağduriyet yaşamaması için üç farklı başkent belirlenmiş, bu bağlamda Pretoria idari başkent, Cape Town yasama başkenti ve Bloemfontein'de adli başkent ilan edilmiş, Natalia Cumhuriyeti'nden sonra Natal Kolonisi'nin de başkenti konumunda olan Pietermaritzburg'da herhangi bir başkent görevi verilemediği için maddi tazminat elde etmiştir. Ülkenin silahlı gücü olan "South African National Defence Force (SANDF)" ülkenin ordusunu oluşturmaktadır. Apartheid döneminin sona ermesi ile 1994 yılında oluşturulan bu yapının günümüzde 60.000 aktif mensubu bulunmaktadır. SANDF, "South African Army" adı ile kara kuvvetleri, "South African Air Force" ile hava kuvvetleri, "South African Navy" ile deniz kuvvetleri ve "South African Military Health Service" adı ile de sağlık hizmetleri veren birlikleri bulunmaktadır. 1994 yılına kadar zorunlu olan askerlik eğitimi söz konusu yılda kaldırılmış ve gönüllü profesyonel bir ordu oluşturulmuştur. Güney Afrika Cumhuriyeti 1996 anayasasında belirlendiği haliyle üç idari düzeye ayrılmış konumdadır. Ülke yönetiminin en tepe noktasında devlet başkanı yer alırken, ikinci sırada devlet başkanının önderliğinde kurulan ulusal hükumet ile bu hükumete bağlı idari yapılar. Hükumete bağlı idari yapıları oluşturan dokuz adet il, bu ili yöneten başbakan ve başbakana bağlı "Executive Council" (Türkçe: "Yürütme kurulu") bu idari yapının temelini oluşturmaktadır. Söz konusu dokuz il toplamda sekiz adet "metropolitan municipalities" (Türkçe: "Büyükşehir Belediyesi") ve 44 adet "district municipalities" (Türkçe:"İlçe belediyesi") 'den olmak üzere toplam 52 adet ilçeden oluşmaktadır. İllerde bulunan 44 adet ilçe belediyeler de 226 "local municipalities" (Türkçe:"Yerel belediye") den oluşmaktadır. Apartheid döneminin sona erdiği 1994 yılında o güne kadar bağımsız ya da yarı bağımsız konumda olan Bantustan (diğer bir adı ile "Homelands") bölgelerinin Güney Afrika'nın yeni siyasi yapısına entegre edilmesi gerekmekteydi. Bu sebepten dolayı o güne kadar var olan dört adet il ortadan kaldırılmış, tüm Güney Afrika Cumhuriyeti topraklarını kapsayacak şekilde yeni dokuz il oluşturulmuş, bu illerde toplamda 52 adet ilçeye ayrılmıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti'nin illeri şu şekildedir: 2000 yılında kabul edilen yeni belediye reform yasasına göre birçok Güney Afrika Cumhuriyeti şehri civarında yer alan mahalle ve nahiyelerle birleştirilmiştir. Bu birleşim ile ortaya çıkan büyükşehir belediyelerinin ismi değiştirilmiş, bu değişiklikte de yeni Güney Afrika Cumhuriyeti'nin bir yansıması olarak Bantu dilinden türeyen isimlerin konulmasına özen gösterilmiştir. Ülkede yer alan sekiz büyükşehir belediyeyi oluşturan şehirler şu şekildedir: Güney Afrika Cumhuriyeti'nin kurulu olduğu bölgelerde uzun süre geçim ekonomisi uygulanmış ve bu doğrultuda tarımsal faaliyetler gerçekleştirilmiştir. Bu alanda gerçekleştirilen faaliyetlerin büyük bölümü kişisel tüketimi karşılamak için gerçekleştirilmiştir. Bölgeye gelen ilk beyaz göçmenler 1652 yılında Cape Town'da kurdukları tedarik istasyonu ile buraya yanaşan gemilerin personeline gıda dağıtımında bulunmuştur. Bu istasyonda dağıtılmak üzere gıda ürünleri ekilmiş ve yetiştirilmiştir. Bölgede tarıma dayalı ekonomi 1867 yılına kadar hakim olmuş, söz konusu yılda Turuncu nehrin kıyılarında elmasın bulunması ile tarım geri plana düşmüştür. Ülkede Transvaal'ın doğu kesimlerinde altın madenin de bulunması ile bölge birçok altın bulma ümidiyle bölgeye gelen kişilerle dolmuştur. 1886 yılında Witwatersrand'ta ilk altının ortaya çıkarılması ile bölgede altına hücum olarak tanımlanan hareket başlatılmış, bu hücum Johannesburg şehrinin kurulmasına yol açmıştır. II. Boer Savaşı neticesinde bölgenin hakimiyetinin Büyük Britanya'ya geçmesi ile birçok yeraltı madeni gün yüzüne çıkarılmıştır. Apartheid döneminde madenlerden elde edilen gelirlerin büyük bölümü beyazlar arasında dağıtılmış, buna karşılık daha tehlikeli ve zor işlerde çalışan siyahi maden işçileri çok daha kötü maddi şartlarda çalışmak durumunda bırakılmıştır. Bu işlerde çalışanların çoğu da işçi olarak farklı ülkelerden gelen kişilerdi. Buna göre 1977 yılında 128.000 Lesotho vatandaşı madenlerde çalışmak üzere ülkeye gelmiştir. Afrika kıtasının en büyük ekonomilerinden birine sahip olan ülke, Uluslararası Para Fonu'nun Ağustos 2016'da açıkladığı verilere göre Afrika kıtasının en büyük ekonomisi özelliğini Nijerya'dan alarak yeniden elde ettiği ifade edilmiştir. Yeraltı madenleri açısında zengin bir ülke konumunda olan Güney Afrika Cumhuriyeti'nde ihracat gelirlerinin %40'ı ile %50'si arasındaki kazancı madenler oluşturmaktadır. Ülke gerçekleştirdiği krom ihracatı ile dünya genelinde gerçekleştirilen krom ihracatının %44'ünü tek başına sağlamaktadır. Bunun haricinde platin, vanadyum ve mangan ihracatı da ülke ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. Ülkede yeraltı madeni olarak bulunan diğer madenler ise altın, elmas, kömür, demir cevheri, nikel, titanyum, antimon ve paladyum olarak listelenmektedir. Öte yandan bugüne kadar bulunan dünyanın en büyük elması 1905 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti'nde keşfedilmiş olup, 3.106 karatlık Cullinan elması 105 parçaya kesilmiştir. Söz konusu elmasın parçalarının bir bölümü İngiliz Kraliyet ailesine ait mücevherlerde kullanılmıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde Gayri safi yurtiçi hasılanın sadece %2,4'ü tarım faaliyetleri oluşturuyor olsa da, ülke dünyanın en büyük üçüncü tarım ürünleri ihracatçısı konumundadır. Ülke genelinde başta mısır ve buğday olmak üzere hububat ürünleri ile birlikte şeker kamışı, meyve ve sebze ekilip yetiştirilmektedir. Turizm ülke için özellikle 20. yüzyıldan sonra önemli bir yer tutmaktadır. Ülkede Apartheid döneminin sona ermesi sonrası kalkan ambargoların da etkisi ile yurt dışından gelen turistler ülke için önemli bir gelir kaynağı haline gelmiştir. 2002 verilerin göre ülkeye söz konusu yılda altı milyon turistik geldiği açıklanmış, 2005 yılında ise turizmin gayri safi yurtiçi hasılasında oranı %7'ye çıkarak önemli bir artış gerçekleşmiştir. Ülkede çalışan toplumun %3 turizm sektöründe istihdam edilmiş konumdadır. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde önemli turistik şehirlerden ve yerlerden bazıları şu şekildedir: Ülke ekonomisinin en önemli ihracat ürünlerini altın, elmas, platin başta olmak üzere diğer metaller ve mineraller, makina ve ekipmanları oluşturmaktadır. Ülkenin 2013 verilerine göre ihracat yaptığı ilk dört ülke şu şekildedir: Ülke ekonomisinin en önemli ithalat ürünlerini makine ve ekipmanları, petrol ürünleri, kimyasallar, gıda ürünleri ve bilimsel aletler oluşturmaktadır. Ülkenin 2013 verilerine göre ithalat yaptığı ilk beş ülke şu şekildedir: Merkezi Kempton Park'ta bulunan ve 1934 yılında kurulan South African Airways Güney Afrika Cumhuriyeti'nin havayolları şirketi konumundadır. Havayolu şirketi hem uluslararası hem de ulusal anlamda ülkenin en büyük havayolu şirketi olup, bünyesinde 65 uçak filosu barındırmaktadır. Ülke genelinde 2013 verilerine göre bulunan toplam 566 havalimanından en büyük iki tanesi Johannesburg'da bulunan "OR Tambo International Airport" ile Cape Town'da bulunan "Cape Town International Airport" havalimanlarıdır. Bu havaalanlarından yurt içi uçuşların yanı sıra kıta Afrika'sında yer alan Maputo, Nairobi, Lagos, Libreville, Entebbe, Cotonou, Lilongwe, Windhoek, Libreville gibi diğer ülke şehirleri ile diğer kıta şehirleri olan Perth, Peking, Washington, Mumbai, Londra ve Münih gibi şehirlere uçuşlar düzenlenmektedir. Ülke genelinde mevcut olan söz konusu 566 havaalanından 144 tanesi asfalt piste sahip olup, geri kalan 422 havaalanı toprak pistlere sahiptir. Ülke genelinde bulunan demiryolu hatları öncelikle Transnet Freight Rail tarafından işletilmektedir. Ülke genelinde var olan toplam 20.986 km demiryolu hattında genel itibarıyla mal taşımacılığı gerçekleştirilmektedir. Bunun haricinde aynı hatlar üzerinden gerçekleştirilen insan taşımacılığı ise Passenger Rail Agency of South Africa idaresinde gerçekleştirilmektedir.
Ülke genelinde bulunan demiryolu hatların çoğunluğu kuzey ve kuzeydoğu bölgelerinden geçmekte olup, ülkenin batı ve kuzeybatı bölgelerinde demiryolu hatları neredeyse bulunmamaktadır. Ülke demiryolu hatları üzerinden komşu ülkeler olan Mozambik, Svaziland, Zimbabve, Botsvana, Lesotho ve Namibya'ya da bağlanmış konumda olup, bu ülkelere de mal ve insan taşımacılığı yapılmaktadır. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde trafik soldan akmaktadır. Ülke genelinde 2014 verilerine göre toplamda bulunan 747.014 km karayolundan 158.952 km'si asfaltlanmış konumdadır. Bu alanda özellikle büyük şehirler arasındaki karayolları iyi bir konumda olup, en uzun karayolu Cape Town ile Ermelo arasında bulunan ve "National Route 2" olarak adlandırılan 2.190 km uzunluğundaki karayoludur. Ülkede bulunan otoyollar ücretli olup, söz konusu ücret aracın sınıfına göre alınmaktadır. Ülkede özel araçların dışında toplu taşıma araçları da şehir içi taşımacılığında yer almakta olup, toplu taşımanın yetersiz kaldığı yerlerde de dolmuş ya da motorsuz araçlarla taşıma seçenekleri de bulunmaktadır. Motorsuz araç kullanımında da bisiklet Güney Afrikalılar'ın gündelik hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle kırsal alanda yaşayanlar arasında bisiklet kullanımı yaygın bir konumdadır. Ülkede bisiklet ile karayollarında seyahat edenlerde artış yaşanması nedeniyle gerçekleşen kazalarda da birçok bisiklet sürücüsü hayatını kaybetmektedir. Güney Afrika Cumhuriyeti'nde birçok toplumsal alanda olduğu gibi sportif faaliyetlerde de etnik gruplar arasında ayrım bulunmaktadır. Ülkedeki siyahi topluluklar arasında en sevilen spor dalı futboldur. Futbol beyaz topluluklar tarafından da sevilen ve gerçekleştirilen bir spor türü olup, futbol Apartheid döneminde ragbi kadar etnik ayrımdan fazla etkilenmemiştir. Ülke futbolu 1991 yılında kurulan Güney Afrika Futbol Federasyonu ("South African Football Association") tarafından yönetilmektedir. Futbol Federasyonu ülkenin millî takımları ile birlikte ulusal alanda 3. Lig ile 5.lig arasındaki organizasyonları gerçekleştirmektedir. Güney Afrika futbolunun 1. ve 2. lig organizasyonları "National Soccer League" adı verilen bir organizasyon tarafından gerçektirilmektedir. Ülkenin en üst profesyonel futbol ligini "Premier Division" adı verilen yapı oluşturmakta olup, 1996/1997 yılından itibaren organize edilen ülkenin en üst liginde on altı takım mücadele etmektedir. Ülkenin en başarılı futbol takımı ise elde ettiği altı şampiyonluk ile Mamelodi Sundowns takımıdır. Taraftarlar tarafından "Bafana Bafana" (Türkçe:"bizim çocuklar") olarak adlandırılan Güney Afrika millî futbol takımı Ağustos 2015'te açıklanan FIFA sıralamasında 72. sırada yer almakta olup, en yüksek sıralamasını 1996 yılında 19. olarak elde etmiştir. Ülke millî takımı 1998 FIFA Dünya Kupası ile 2002 FIFA Dünya Kupası'na katılma başarısını göstermiş, Afrika kıtasında ilk ülke olarak da bir dünya kupası organizasyonu yapmak ile görevlendirilmiş ve bunun sonucunda da 2010 FIFA Dünya Kupası'na ev sahipliği yapmıştır. Özellikle beyaz topluluk arasında popüler olan spor dalları ragbi ve kriket olmuş, bu spor dalları futbolun aksine neredeyse tamamen beyaz topluluklar tarafından oynanmıştır. Günümüzde de ragbi daha çok Afrikaanca konuşan topluluklar arasında yaygın bir şekilde oynanırken, kriket geleneksel olarak İngilizce konuşan beyazlar arasında oynanmaktadır. Ülkede "Springboks" (Türkçe:"Antiloplar") takma adıyla anılan Güney Afrika Millî Ragbi Birliği ("South African Rugby Union") 1995 yılında kendi ülkelerinde ve 2007 yılında Fransa'da gerçekleştirilen Ragbi Dünya Kupası'nda şampiyon olmuştur. Güney Afrika Cumhuriyeti tarihsel gelişimi ve etnik çokluk nedeniyle ortak bir kültüre sahip bir topluluğa sahip değildir. Ülkede yaşayan topluluklar yaşanılan bölgeye ve topluma göre farklı gelenek ve kültürler gösterebilmektedir. Burada yaşanan ve dünya üzerinde çok az ülkede gözlemlenebilen bu çok kültürlülük nedeniyle ülke çoğu kez "gökkuşağı ulusu" olarak da adlandırılmaktadır. Günümüzde hala yoksulluk ile yaşamlarını sürdüren siyahi ülke vatandaşları geleneksel müzik ve dans figürlerini devam ettirmektedirler. Şehirleşmenin ve Avrupai yaşamın sonucu olarak kaybolmaya yüz tutan gelenek ve göreneklerini ayakta tutmaya çalışan siyahi topluluklar içerisinde, resmi dil olarak kabul edilmeyen Khoisan dili hala kullanan belli bir grupta bulunmaktadır. Kültürleri olarak gördükleri anadillerinin kaybolmaması ve yok olmaması adına bu dili konuşan topluluklar 21. yüzyılda de mevcudiyetlerini devam ettirmektedirler. Ülkede Avrupa kökenli olan beyazlar göç ettikleri bölgelerin ve ülkelerin kültürlerine göre yaşamlarını sürdürmektedir. Batı Avrupa, Kuzey Amerika ya da Okyanusya'da geçerli olan yaşam koşulları ve şekilleri burada yaşayan beyaz nüfus tarafından aynı şekilde uygulanmaktadır. Apartheid döneminde "renkliler" olarak gruplandırılan topluluklar günümüzde beyaz topluluklar ile aynı şartlarda yaşamaya çabalamaktadır. Burada hakim olan ortak dil "Afrikaanca" 'nın da etkisi ile renkliler siyahi topluluklardan ziyade beyaz topluluklar ile yakınlık kurmaktadırlar. Ülkenin, çoğu Hindistan'dan olmak üzere, Asya kökenli toplulukları ise kendi gelmiş olduğu Asya bölgesindeki kültürlerini yaşamaya çaba göstermektedirler. Bu topluluklar kendi dillerini, dinlerini ve diğer kültürel miraslarını Güney Afrika Cumhuriyeti'nde devam ettirmektedirler. Hindistan Hindistan ya da resmî adıyla Hindistan Cumhuriyeti (Hintçe: भारत गणराज्य "Bhārat Gaṇarājya"; İngilizce: "Republic of India"), Güney Asya'da bulunan bir ülkedir. Dünyanın en büyük yedinci coğrafi alanı ve en büyük ikinci nüfusuna sahip olan ülkedir. Ulusal marşları "Jana Gana Mana" dır. Hindistan Endonezya’dan sonra sayıca en kalabalık Müslüman nüfusa sahiptir.Hindistan nominal fiyatlarla dünyanın en büyük on ikinci ekonomisine ve Satın Alma Gücü Paritesi'ne göre dünyanın en büyük dördüncü ekonomisine sahiptir. Dünyanın en büyük demokrasisidir. Güneyinde Hint Okyanusu, batısında Umman Denizi ve doğusunda Bengal Körfezi'nin bulunmasıyla birlikte Hindistan'ın deniz kıyısı 7.517 kilometre uzunluktadır. Batısında Pakistan, kuzeydoğusunda Çin, Nepal ve Bhutan ve doğusunda Bangladeş ve Myanmar ülkeleri ile sınır paylaşmaktadır. Ayrıca Sri Lanka, Maldivler ve Endonezya'ya çok yakındır. İndus Vadisi Uygarlığı, tarihi ticaret yolları ve büyük imparatorlukların yer aldığı bölge olan Hint Yarımadası, uzun tarihin çoğu boyunca ticari ve kültürel zenginliği için biliniyordu. Hindistan, dünyanın en önemli dinlerinden olan Hinduizm, Budizm, Jainizm ve Sihizmin doğum yeridir. Ayrıca, Zerdüştlük, Yahudilik, Hristiyanlık dinleri M.S. birinci yüzyıldan itibaren ülkeye gelerek bölgenin çeşitli kültürünü şekillendirdi. Hindistan, 28 tane eyalet ve birlik bölgesinden oluşan ve parlamenter demokrasi olan bir cumhuriyettir. Borsa sayılarına göre dünyanın en büyük on ikinci ekonomisine ve dünyanın en büyük dördüncü satın alma gücü paritesine sahiptir. 1991'den beri uygulanan ekonomik inkılapları nedeniyle dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden birisidir. Buna rağmen yoksulluk ve kötü beslenme oranları hâlâ çok yüksek, okuryazarlık ise çok düşüktür. Çin ile birlikte dünya gezegeninde nüfusu 1 milyar sınırının üstündeki iki ülkeden birisi olarak önemli bir yere sahip olan Hindistan, daha yüksek olan nüfus artış hızı sebebiyle yakın bir gelecekte dünyanın en kalabalık ülkesi olacaktır. Hindistan ismi eski Farsçada Indus adından türetilmiştir. Bu isim eskiden İndus Nehri ve çevresi için kullanılan bir isimdi. Eski Yunanlar ise Hindistanlıları Indoi olarak isimlendirmişlerdir. Hindistan adı Hindistan anayasasında ve Hindistan'daki birçok yerel dilde Bharat olarak geçer. Bharat adı Hinduların efsanevî kutsal kralları olan Kral Bharata isminden türetilmiştir. Farsçada bir kelime olan Hindistan adı ilk zamanlarda Kuzey Hindistan için kullanılmış olsa da zamanla bütün Hindistan için kullanılan bir terim olmuştur. Hindistan, yirmi sekiz tane eyalet ve yedi tane birlik bölgesinden oluşan bir Federal Cumhuriyettir. Her eyalet, Puduçeri ve Delhi kendi seçilen hükümetlerine sahiptir. Diğer beş birlik bölgesinin kendi atanmış memurları vardır ve böylece doğrudan Cumhurbaşkanı'nın idaresi altındadır. 1956'da uygulanan "States Reorganisation Act"'ine göre eyaletler, dillere göre oluşmakta ve günümüzde de bu uygulama devam etmektedir. Eyaletler ve birlik bölgeleri 610 tane ilçeye de bölünür. Eyaletler: Birlik bölgeleri: Din Hindistan’da bir hayat tarzıdır. Bütün Hint geleneklerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Birçok Hint için din, günlük işlerden eğitim ve politikaya kadar hayatın her safhasına nüfuz etmiştir. Laik Hindistan, Hindu, İslam, Hristiyanlık, Jainizm, Sihizm ve diğer sayısız dini geleneğe ev sahipliği yapar. Hinduların yanında Müslümanlar önde gelen dini gruptur ve Hint toplumunun ayrılmaz bir parçasıdır. Hindistan Endonezya’dan sonra sayıca en kalabalık Müslüman nüfusa sahiptir. Hindistan’da tüm dinlerce kabul edilen ortak uygulamalar vardır ve her yıl çeşitli müzik ve dans festivalleri tüm topluluklarca kutlanır. Her birinin kendi hac yerleri, kahramanları, efsaneleri ve hatta mutfak alışkanlıkları vardır ki bu toplumun temel özelliği olan özgün farklılık içinde karışır gider. Bir dinî gelenekler dermesi olan Hinduizmin temelini belirleyen inanışları tanımlamak pek kolay değildir. Zira Hindistan nüfusunun büyük çoğunluğunun sahip olduğu bu inancı şekillendiren öğretiler; tek bir felsefeden ibaret değildir. Hinduizm belki de bu şekilde hem teorik alanda hem de uygulamada farklılıklar içerdiğinden dolayı "dinler mozaiği" diye anılabilecek tek dinî gelenektir. Bu dinin bir kurucusu ya da kutsal kitabı yoktur. Rig Veda, Upanişadlar ve Bhagavad Gita; Hinduların kutsal metinleri olarak gösterilebilir. Çoğu dinlerin aksine Hinduizm, tek bir tanrıya tapınmayı öngörmez. Bir Hindu; Şiva, Vişnu, Rama, Krişna veya diğer tanrı ve tanrıçalara tapabilir ya da her ferdin içinde yer alan "Yüce Ruh"a veya "Yıkılmaz Ruh"a inanabilir ve hâlâ Hindu olarak anılabil
ir. Terazinin bir yanında nihaî hakikat yolunda bir arayış; diğer tarafında ise ruhlara, ağaçlara ve hayvanlara tapan mezhepler vardır. Hinduizm’de sadece tanrı ve tanrıçalarla ilgili değil; güneş, ay, gezegenler, nehirler, okyanuslar, ağaçlar ve hayvanlarla da ilgili festivaller (şenlik) ve törenler vardır. En popüler olanları Deepavali, Holi, Dussehra, Ganesh Chaturthi, Pongal, Janamasthmi ve Şiva Ratri festivalleridir. Hinduizmi ilginç kılan ve Hint geleneğini zenginleştirip renklendiren; bu sayısız şenlik etkinlikleridir. Hint Mitolojisi ve Yaşayan Tanrılar Mahabharata ve Ramayana gibi destansı kahramanların ölümsüz olduğuna ve insanlar gibi hayatta olduklarına inanılır. Hinduizm tanrıları; hem insanüstü hem de insan gibidir ve onlara karşı ayrı bir sıcaklık ve aşinalık duygusu vardır. Ramayana kahramanı Rama; onur ve cesaret gibi nitelikleri temsil eder ve bir erkeklik modeli olarak görülür. Karısı Sita tipik bir Hint kadınıdır ve kocasıyla beraber sürgündeyken Lanka Kralı Ravana tarafından kaçırılmıştır. Sita’nın Rama ve kardeşi Lakşmana ve sadık maymunu Hanuman tarafından kurtarılışı, bu son derece ilginç hikâyenin etrafında örülmüştür. Bu destandan çeşitli hikâyeler, nesilden nesile anlatılagelmiştir. Dinî panayırlar, festivaller ve âyinler; bu efsaneleri canlı tutmuştur ve her etkinlik, eski hikâyelerin yeniden anlatılması için bir fırsat olmaktadır. Mahabharata’daki heyecan verici metinler; yakın akraba olan Pandavalar ve Kauravalar arasındaki hanedan kavgasının hikâyesini anlatır. Efendi Krişna, bu büyük destanda çok önemli bir rol oynar. Kendisi; Pandavalardan Arjuna’nın arkadaşı, rehberi ve filozofudur. Arjuna ise savaş alanlarında akrabalarını öldürmekte tereddüt gösterdiğinde ona bu tereddüdü aşmasında yardımcı olur. Krişna’nın hikmetli felsefesi ve öğretileri, Bhagavad Gita’da yazılmıştır. Krişna; çocukken tereyağı çalan, gençken de flüt çalıp yaramazlık yapan bir tanrı olarak bilinse de yetişkin yıllarında daha ciddî tarafının ön plana çıktığı hikmetli bir filozof olarak tasvir edilmiştir. Hindistan’ın tamamında, Hinduların taptığı birçok tanrı ve tanrıça vardır. Bunların arasında Hinduizm için en önemli olanı; sırasıyla yaratıcı, koruyucu ve yok edici olarak bilinen Brahma, Vişnu ve Şiva üçlemesidir. Brahma’nın pusuladaki dört yöne tekabül eden dört başı vardır. Hayatı ve tüm evreni yarattığına inanılır. Vişnu; doğum ve yeniden doğum devr-i dâimini yöneten koruyucudur. Ayrıca dünyayı kötü güçlerden korumak için çok defa dünyaya geldiğine dair bir inanış vardır. Rama ve Krişna’nın, Vişnu’nun tecessüm etmiş (cismaniyet kazanmış, bir bedene girmiş) hâli olduğu düşünülür. Genellikle boynuna sarılı bir kobra yılanı ile görülen Şiva; tüm kötülükleri yok eder ve birçok tecessümü vardır. Görülemeyen tanrılar, tanrısal güçleri simgeleyen birçok imge ve putlarla temsil edilir. Birçok put, tanımsız güzelliğe ve ihtişama sahip süslü tapınaklarda korunur. Hint tanrıları; tapınaklarda, karla kaplı tepelerde, nehirlerde, okyanuslarda ve Hintlerin zihinlerinde ve kalplerinde canlıdır. İslam Hindistan’da 8. yüzyılın başlarında Arap tüccarlar aracılığıyla girdi, fakat gerçek etkinliğini 12. yüzyılda kazandı. Hindistan'ın Müslümanlaşması büyük çoğunlukla Türklerle olmuştur. İlk olarak Gaznelilerle başlayan Türk-İslam Devletleri zinciri Tuğluklular, Lodiler, Delhi Türk Sultanlığı ve son olarak Babür İmparatorluğu'yla 1858 senesinde sona ermiştir. İngilizlerin Babür devletini ortadan kaldırmasıyla Hindistan'daki 9 asırlık Türk-İslam hükümdarlığı da sona ermiştir. Türk sultanları içinde Gazneli Mahmut, Babür Şah, Ekber Şah en meşhur olanlarıdır. 17. asırda Hindistan'da yaşamış olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed el- Farukî El Serhendi İslam'ın yayılmasında ve doğru bir şekilde yaşanmasında fazlasıyla etkili olmuştur. Yine bu dönemden önce de Türkistanlı alimlerin ve talebelerinin İslam'ın yayılmasında büyük katkıları olmuştur. Bunlardan en çok akla gelenleri Hoca Ahmed Yesevi, Muhammed Bahaüddin Nakş-ı Bend ve Abdülkadir Geylani'dir. Hinduizmin dalları olarak ortaya çıkan Budizm, Jainizm ve Sihizm’in aksine İslam’ın anlayışları, gelenekleri ve dini pratiği bu inanca mahsustur ve evrensel kardeşliği ve her şeye gücü yeten Allah’a teslimiyeti öngörür. 12. yüzyılda Müslüman akınları ve 16. ve 17. yüzyıllardaki Babürlü Türk idaresi Hindistan’da İslamiyet’in yayılışında etkili olmuştur. İslam’ın evrensel sevgi ve barışa yönelik mesajı daha sonraları tasavvuf ehlinin yardımlarıyla da yayılmıştır. Kabir ve Nanak gibi tasavvuf ehillerinin yaymış olduğu kardeşlik ruhu Hindistan’daki katı kast sisteminin çözülmesinde yardımcı olmuştur. İki inancın karşılıklı iletişimi hayatın ve kültürün her alanında Hindu ve İslami unsurların bir sentez oluşturmasını sağlamıştır. Günümüzde de 138 milyonla dünyanın 3. büyük Müslüman topluluğu Hindistan'da yaşamaktadır. Sihizm olarak geçen Sıkh Dini; Hindistan 'da takriben 1500 'lü yıllarda doğmuştur. Günümüz Hint Yarımadası 'nda diğer dinlere nazaran daha aktif ve uzlaşmaz tutumu ile gündemde kalmaya çalışan Sıkh Dini, Hint Felsefesi'nden kaynaklanan Maya ve Nirvana tasavvurlarını benimsemiş olmakla tanınmıştır. Sihizm, günümüzde Hindistan'ın dini ve siyasi hayatında önemli yerini korumaktadır. Hristiyanlığın Hindistan’a Güney Hindistan’da bir müddet kalan ve büyük ihtimalle de orada ölen havarilerden Thomas ile geldiğine inanılır. Fakat ülkeye gelen ilk misyonerin Bartholomeo olduğunu düşünenler de vardır. Tarihi bilgilere göre Hindistan’daki misyoner etkinlikler 1544 yılında Francis Xavier’in gelişiyle başladı. Onu başta Portekiz’den, daha sonra da Danimarka, Hollanda, Almanya ve İngiltere gibi ülkelerden gelen misyonerler izledi. 18. ve 19. yüzyıllarda hem Katolik hem de Protestan misyonerler Hristiyan öğretilerini yaydılar. Bugünkü Hindistan toplumu üzerindeki modern etkilerde Hristiyanlığın payı da vardır. Hristiyan misyonerler tüm ülkede okullar ve kolejler açarak inanç ve iyi niyet mesajları yaydılar. Hristiyanlık ve öğretileri Mahatma Gandi de dahil olmak üzere birçok aydını ve düşünürü etkilemiştir. Bugün Hindistan’da 30 milyon kadar değişik mezheplerden Hristiyan vardır. Orta Yol Budizm, Hinduizmin bir kolu olarak ortaya çıkmış fakat zamanla tüm Asya’da yaygın hale gelmiştir. Bu inancın kurucusu Gautama Buddha’nın kişiliği ve öğretileri Japonya, Çin ve Asya’daki milyonlarca insanın hayatını aydınlatmıştır. Budizm ile Hinduizmin temel öğretileri arasında güçlü bir benzerlik vardır. Budizm devamsızlık ilkesi veya kanunu üzerine kurulmuştur. Buna göre, bazı şeyler diğerlerinden daha uzun sürse de, her şey değişime tabidir. Budizmin diğer temel ilkesi hiçbir şeyin tesadüfen meydana gelmediğini ileri süren sebep kanunudur. Tüm olayların meydan gelişlerindeki etken doğa güçlerinin yanında karmadır. Yok edilemez ruh ve yeniden doğum devr-i daimi kavramları bu iki temel felsefeden kaynaklanmaktadır. Buda, aşırı rahat düşkünlüğü ve her şeyden uzak durma iki uç nokta arasında dengeli ve ahenkli bir hayat tarzı olarak Orta Yol’u savunmuştur. Budizm dört Asil Gerçeğe dayanır: 1. Istırap evrenseldir, 2. Istırabın sebebi hırs ve aşırı arzudur, 3. Istırabın üstesinden gelinebilir ve önlenebilir, 4. Arzulardan sıyrılmak ıstırapları yok edebilir. Istırabı önlemek için kişi aşırı arzularına galip gelmelidir ki bu nirvanaya ulaşmayı ve aydınlanmanın tamamlanmasını sağlar. Hindistan 1,2 milyar nüfusu ile dünyadaki en büyük ikinci ülkedir. Son 50 yılda tıbbi gelişmeler, tarımsal verimlilik ve Yeşil Devrim nedeniyle Hindistan'da büyük bir nüfus artışı olmuştur. Hindistan'da kentsel nüfus 1991-2001 arasında %31,2 artarak çok büyük bir artış göstermiştir. 2001 yılında yapılan sayıma göre Hindistan nüfusunun %70'i kırsal kesimde, 285 milyon Hindistanlı ise kentlerde yaşıyor. Bombay, Delhi ve Kalküta Hindistan'ını en büyük üç şehridir. Hindistan'da okuryazarlık oran kadınlarda %53,7, erkeklerde %75,3 toplam nüfusta ise 64,8'dir. Hindistan din zenginliği ile birlikte bir kültür zenginliğine de sahiptir. Değişik dallarda kendi biçemine sahiptir. Bunlardan bazıları: Hindistan Kültürü ve yaşamı Hindistan dışında özellikle Hint Filmleri ile tanınmıştır. Hindistanın değişik bölgelerinde farklı film prodüksiyonları vardır. Bunlardan en önemlisi Mumbai'deki Bollywood film endüstrisidir. Bollywood adı Hollywood ve Bombay (Mumbai) isimlerinden oluşturulmuştur. Genelde bol baharatlı yemekler yapılır. Et olarak yalnızca tavuk ve deniz ürünleri kullanılır, bakliyat, meyve ve baharat ağırlıklı bir mutfaktır. Tatlıdan tavuğa kadar bütün yemekler baharatlıdır. Tatlılar tarçın ağırlıklı, tuzlular köri (zerdeçal) ağırlıklıdır ancak bunların yanı sıra Hint mutfağında yüzlerce çeşit baharat vardır. Hinduizm inancı nedeniyle inek eti asla kullanılmaz. Dindarlık seviyelerine göre bazı Hindular her türlü hayvansal gıdadan uzak durur. Özellikle güneyde hindistan cevizi ve muz ile bunlardan üretilen ürünler yaygın kullanılır. Mercimek ve pirinç de tüm ülkede çok yaygın kullanılır. Tavuk kullanımı kuzeyde daha çoktur. Ülkede uluslararası fast food zincirleri dahi vejetaryen/vegan menüler sunmaktadır. Jamaika Jamaika, Küba'nın güneyinde, Büyük Antiller'de bir ada ülkesi. Orta Amerika ve Karayiplerde bulunur. Yüzölçümü, 10.990 km²dir. Sahil şeridi, 1.022 km dir. İkliminde; tropikal, sıcak, nemli hava etkindir; iç kısımlarda ise ılıman iklim görülür. Arazisi çoğunlukla dağlıktır, kıyıda dar ovalar vardır. En alçak noktası, Karayip Denizi (0 m), en yüksek noktası, Mavidağ'dır (2.256 m). Kristof Kolomb, Jamaika'ya 1494 yılında ulaştı ve adayı "gözlerin gördüğü en güzel ada" olarak tarif etti. Adaya "Santiago" adını verdi ancak adanın yerlilerce kullanılan adı "Xaymaca", "Jamaica" şeklinde kullanılmaya devam etti. Adaya yerleşen İspanyol sömürgeciler yerli Taino halkını neredeyse tamamen yok etti. Adalar 1655 yılında İngiliz işgaline uğradı ve kolonileştirildi. İspanyolların bir kısmı kaçtı, kaçmayanlar İngilizler tarafından uzaklaştırıldı. İngiliz sömürgeciler oldukça az sayıdaydı ancak şeker üretiminde çalıştırmak üzere, çok sa
yıda Afrikalı köle getirdiler. Günümüzde de Jamaika halkının büyük çoğunluğu Afrika kökenlidir. Jamaika 1962'de Birleşik Krallık'tan bağımsızlığını kazandı ancak İngiliz Milletler Cemiyetinin üyesi olarak kaldı. Tropikal, sıcak, nemli hava etkindir.iç kısımlarda ılıman iklim görülür. Çeşitli müzik türlerinden reggae, ska, mento, rocksteady, dub, dancehall ve ragga Jamaika kökenlidir. Jamaika’da reggae ve ska ile, punk rock ülke gelişiminde önemli bir rol oynadı. The Notorious B.I.G. ve Heavy D gibi bazı rapçiler, Jamaika asıllıdır. Diğer birçok dünyaca ünlü sanatçılar Bob Marley, Damian Marley, Lee "Scratch" Perry, Peter Tosh, Bunny Wailer, Big Youth, Jimmy Cliff, Dennis Brown, Desmond Dekker , Beres Hammond, Beenie Man, Shaggy, Grace Jones, Shabba Ranks, Super Cat ,Buju Banton, Sean Paul, ben Wayne, Bounty Killer Jamaika doğumludur. Jamaika Karayip ülkeleri arasında din ceşitliliği en fazla olan yerlerden biridir. Jamaika'da nüfusun yaklaşık %70'i Hristiyan; %10'u Rasta, Müslüman, Hindu, Yahudi, Bahai ve diğerleri; %21 kadarı da dinsizdir. Hristiyanları şu gruplar oluşturmaktadır: Tanrının Klisesi %24, Yedinci Gün Advenisti: %11, Pentekostal %10, Baptist %7, Anglikanlar %4, Katolik %2, Birleşik Klise %2, Metodistler %2, Yehova Şahitleri %2, Moravi %1, Brethren %1, diğer Hristyanlar %3. Nüfusun yaklaşık %10'unu oluşturan diğer dinler ise şunlardır (yaklaşık rakamlar): Rastafariler 24.000, Müslümanlar 5000, Hindular 1500, Yahudiler 350, Bahailer 300. Erken çocukluk - Temel, Bebek ve özel okul öncesi işletilmektedir. Yaş grubu: 2-5 yıl. Birincil - Kamuya ve özel sektöre ait (Özel olarak adlandırılan Hazırlık Okulları). Yaş grubu: 3-12 Ortaöğretim - Kamuya ve özel sektöre ait. Yaş grubu: 10-19 yıl. Jamaika'da yüksek okul, tek cins ve karma eğitim kurumları vardır. Birçok okul, İngiliz Batı Hint Adaları boyunca kullanılan geleneksel İngilizce dilbilgisi okul modeli uygulamaktadır. Öğrencilar daha sonra üniversiteye başlamaktadır. Jamaica hem devlet teşebbüsleri ve özel sektör işletmeleri ile bir karma ekonomidir. Jamaika'da ekonominin başlıca sektörleri tarım, madencilik, imalat, turizm, finans ve sigorta hizmetleridir. Ülkeye döviz girmesindeki en önemli katkı, turizm ve madencilikten sağlanır. Yaklaşık 1.3 milyon yabancı turist her yıl Jamaika'yı ziyaret eder. 1980'lerin başından beri Jamaika’da özel sektör faaliyetlerinin teşvik edilmesi ve kaynak tahsisinde piyasa güçlerinin rolünü artırmaya yönelik yapısal reformların uygulanması için çalışmalar yapılmaktadır. 1991 yılından bu yana hükümet, enflasyonu düşürmek ve yabancı yatırım kısıtlamaların kaldırılmayı amaçlamıştır. Kur dalgalı döviz kontrolleri kaldırarak ekonomik liberalleşme ve istikrar programı izlemiştir. Jamaika, dünya boksit ihracatında Avustralya, Çin, Brezilya ve Gine’nin ardında beşinci büyük konumundadır. 2006 yılının ilk çeyreğinde, Jamaika ekonomisi bir büyüme dönemi geçirmiştir. Jamaika Karayipler'de üçüncü büyük adasıdır. 17° ve 19° kuzey paralelleri ile 76° ve 79° batı meridyenleri arasına yerleşmiştir. Blue Mountains dahil Dağlar, içerilere hakimdir ve dar kıyı ovaları ile çevrilidir. Baş kasaba ve şehirlerde kuzey kıyısında sermaye güney kıyısında Kingston, Portmore, İspanyol Town, Mandeville, Ocho Ríos, Port Antonio, Negril ve Montego Bay şehirleri bulunur. Kingston Limanı, dünyanın yedinci büyük doğal limanıdır. Karasal sucul ve deniz ekosistemlerinin çeşitli arasında kuru ve ıslak kireçtaşı ormanları, yağmur ormanları, nehir kıyısı ormanlık, sulak alanlar, mağaralar, nehirler, seagrass yatak ve mercan resifleri bulunmaktadır. Kamerun Kamerun ya da resmî adı ile Kamerun Cumhuriyeti, Afrika kıtasının ortabatı bölümünde yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Nijerya, Çad, Orta Afrika Cumhuriyeti, Kongo Cumhuriyeti, Gabon, Ekvator Ginesi ve 402 km'lik sahil şeridi ile Atlas Okyanusu oluşturmaktadır. Ülkenin başkenti Yaoundé'dir. Bölgeye gelen ilk Avrupalılar olan Portekizli denizciler, burada içerisinde bol miktarda kabuklu hayvan gördükleri bir nehre kendi dillerinde kabuklu hayvan anlamına gelen "Camarões" adını vermişlerdir. Bu isim daha sonraki dönemlerde önce bölgede yer alan dağlık alanlara daha sonra da günümüzde Douala'yı da kapsayan alana son olarak da tüm bölgeye ismini vererek bugünkü ülke sınırlarının tamamının ismi olarak kullanılmıştır. Kamerun sahip olduğu 475.442 km²'lik alan ile kıta içerisinde orta ölçekli ülkeler konumunda yer almaktadır. Ülkenin toplamda sahip olduğu 4.591 km'lik kara sınırından 797 km'si Orta Afrika Cumhuriyeti, 1.094 km'si Çad, 523 km'si Kongo Cumhuriyeti, 189 km'si Ekvator Ginesi, 298 km'si Gabon, 1.690 km'si Nijerya ile oluşurken, ülkenin ayrıca Atlas Okyanusu'na da 402 km'lik sahil şeriti bulunmaktadır. Ülkenin iç kesimlerinde yaygın olarak gözlemlenen alçak yaylalar ülkenin kuzeyine doğru ilerledikçe Adamaua Platosu ve Mandara Sıradağları'nın etkisiyle yükselmektedir. Bu yükseltiler en uç kuzeyde Kamerun'un da küçük bir kısmına sahip olduğu Çad Gölü'nün yer alması nedeniyle alçalarak düşüş göstermektedir. Ülkenin batı ve kuzeybatı bölümlerinde Kamerun hattı olarak adlandırılan fay hattının da yer aldığı bölge üzerinde volkanik sıradağlar yer almaktadır. Özellikle kıyı kesiminde aktif olan volkanik dağların yanı sıra batı Afrika'nın 4.095 m ile en yüksek dağı konumunda bulunan Kamerun Dağı'da bu bölgede bulunmaktadır. Yükseltinin 3.011 m kadar çıktığı Oku volkanik dağlık alanları içerisinde ise Nyos Gölü ve Manoun Gölü yer almaktadır. Bamenda Platosu'nde bulunan Oku volkanik alanları içerisinde ayrıca Afrika kıtasının batı bölümünde yer alan en yüksek dağlık yağmur ormanları alanları gözlenebilmektedir. Ülkenin diğer önemli yükseltileri arasında Bakossi, Manengouba ve Kupe gibi kutsal olarak da kabul edilen dağlar yer almaktadır. Bakossi ve Manengouba dağları ise endemik bitki ve hayvan türlerinin bulunduğu ancak doğasının tehdit altında olduğu bölgelerdendir. Ülkenin güney bölümünde yer alan yaylalar da ise tropikal yağmur ormanları yer almakta olup, bu alanlar sahil kesimine yaklaştıkça yerini geniş ovalara bırakmaktadır. Ülke genel olarak tropikal iklimin etkisi altında bulunmaktadır. Bu etki ile Kamerun'da şiddetli yağışların da yaşandığı sıcaklığın yüksek olduğu yağmur sezonları yaşanmaktadır. Ülke genelindeki yüksek bölgelere doğru sıcaklıklar ılıman değerlerde ölçülmektedir. Ülkenin Çad gölünün de yer aldığı kuzey kesimlerde kurak bir iklim gözlemlenmektedir. Ülkenin etkisi altında olduğu tropikal iklim nedeniyle Kamerun üç bölgesel iklim alanına ayrılabilmektedir, buna göre ülkenin kuzeyinde mevsimsel nemlilik görülmekte olup, Ekim-Nisan döneminde kurak sezon yaşanmaktadır. Kamerun'un kuzey bölgelerinde yıllık yağış ortalaması ise 700 mm seviyesindedir. Temmuz-Eylül döneminde yağışların en az olduğu dönem yaşanmakta olup, yıllık ortalama sıcaklık değerleri 32,2 °C seviyesindedir. Bu bölgede ölçülen yüksek sıcaklık değerleri ile birlikte yağışların yıl genelinde düşük olması nedeniyle her 2 ila 5 yılda bir kuraklık sorunu yaşanabilmektedir. Ülkenin kuzey kesiminde yer alan savanaların güney kesimlerinde yer alan yağmur ormanlarına geçiş yaptığı bölgelere doğru başlayan ve yükseltisi 1.000 m ila 1.500 m arasında yer alan yaylalarda ise yıllık ortalama sıcaklık değerleri 22 °C seviyesinde ölçülürken, yıllık ortalama yağış 1.500 mm-1.600 mm düzeyindedir. Ülkenin batı kesiminde yer alan dağlık alanlarda ise yıllık ortalama yağış 2.000 mm ile 11.000 mm seviyesindedir. Özellikle Kamerun dağının güney ucunda ölçülen 11.000 mm yağış değerleri bölgeyi dünyanın en çok yağış alan bölgelerden biri yapmaktadır. Hem güney hem de batı kesimlerinde Aralık-Şubat dönemi kurak dönem olarak ifade edilse de, bu dönemde de yer yer yağışlar gözlemlenmektedir. Yağmur ormanlarının da sık bulunduğu Atlas Okyanusu'na kıyı sahil kesimlerinde ise yıllık ortalama sıcaklıklar 25 °C ortalama yağış ise 1.500 mm - 2.000 mm düzeyinde bulunmakta olup, Aralık-Ocak dönemi yağışsız dönem olarak geçmektedir. Kamerun doğal alanları bakımından "küçük Afrika" olarak tanımlanmaktadır. Ülkenin güney ve orta kesiminde her daim nemli olan kahverengi, koyu kırmızı renge sahip ekvatoral kil olan ve Ferralsol olarak adlandırılan toprağa sahiptir. Ülkenin dikenli ve kurak ovalara sahip kuzey kesimlerinde ise kırmızı toprak olarak adlandırılan Terra Rossa toprağı gözlemlenmektedir. 2001 yılında yapılan bir araştırmaya göre ülke genelinde 96 tanesi endemik açıdan sadece bu ülkeden bulunan 542 farklı balık türü belirlenmiştir. Ayrıca yine aynı araştırmaya göre ülke genelinde 15.000 kelebek türü, 280 memeli hayvan türü (küçük ve büyük memeli hayvanların toplamı), Afrika'da bulunan 275 adet sürüngen türünün 165 tanesi, 3 timsah türü ve 190-200 kurbağa türü olduğu belirlenmiştir. Bunlara ilaveten 750 tanesi Kamerun'da yerleşik, 150 tanesi göçmen kuşlar olmak üzere 900 tane de kuş türü tespit edilmiştir. 2008 yılında Nijerya sınıra yakın bir konumda oluşturulan Takamanda Ulusal Park sayesinde soyu tehdit altında olan goril ailesine mensup "Cross-River Gorili" 'nin korunması amaçlanmıştır. Şu anda sayıları 300 civarında bulunan goril türünün soyu kaçak avlanma ve orman alanlarının tahrip edilmesi nedeniyle tükenme noktasına gelmiştir. Banyang-Mbo-Tabiatı'nda ise ülkede var olan az sayıda orman fili nüfusunun korunması amaçlanmıştır. 1987 yılında oluşturulan Dja Ulusal Park, UNESCO Dünya mirasları listesinde yer almaktadır. Kamerun'da bu ulusal park haricinde UNESCO'nun dünya mirasları listesine aday başka ulusal parklarda mevcuttur: Kamerun'da doğal yeraltı zenginlikleri açısından petrolün yanı sıra boksit, demir cevheri, kahve, muz, kauçuk, ağaç, altın ve elmas bulunmaktadır. Kamerun'da son olarak 2005 yılında gerçekleştirilen resmi sayım sonuçlarına göre 17,463,836 nüfus tespit edilmiştir. 2005 yılından sonra bir daha resmi sayım gerçekleştirilmemiş olup, 2016 tahmini sayım sonuçlarına göre 24,360,803 nüfus belirlenmiştir. Ülke içerisindeki nüfus yoğunluğu 35,7 kişi/
km² düzeyindedir. Ülke nüfusunun büyük bir bölümü kuzey ve batı kesimlerindeki yeşil çimenlik alanlara hakim bölgelerde, liman kenti Douala ve sahil kesimi ile birlikte başkent Yaoundé'de yaşamaktadır. Ülkenin orta ve güneydoğu kesimlerinde ise nüfus yoğunluğu düşük seviyelerdedir. Kamerun genç bir nüfusa sahip olup, 2016 tahmini verilerine göre %62,15'i 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %3,18'i 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %42.6 (erkek 5,228,047/kadın 5,149,228) 15-24 yaş: %19.55 (erkek 2,393,598/kadın 2,368,557) 25-54 yaş: %30.71 (erkek 3,762,054/kadın 3,718,266) 55-64 yaş: %3.97 (erkek 471,306/kadın 495,462) 65 yaş ve üzeri: %3.18 (erkek 360,386/kadın 413,899) Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %54,4 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %2,58 düzeyindedir. Kamerun'da etnik grup olarak 286 unsur yer almaktadır. Ülken özellikle güney kesimlerinde nüfusunun %40'lık bir kesimi kendini Bantu etnik grubuna mensup olarak ifade etmektedir. Bu bölgede bantu etnik grubu içerisinde de çoğunluğu ülke nüfusunun içerisinde %19'luk çoğunluğu kapsayan Ekvatoral Bantu grubu oluşturmaktadır. Ekvatoral bantu etnik grubundan sonra ülke nüfusunda ikinci derecede öneme sahip olan ve %8'lik çoğunluğu oluşturan grup Kuzeybatı bantu etnik grubudur. Bu gruplar haricinde bu bölgelerde ayrıca Duala, Fang, Ewondos, Kpe/Bakwiri, Basaa, Ngumba, Eton, Bulu, Makaa, Njem, Ndzimu ve Luanda bantu etnik grupları da yaşamaktadır. Semibantu etnik grubu ülkenin iç kesimleri ile birlikte kuzey kesimlerinde çoğunlukla yaşamakta olup, ülke nüfusunun %31'lik bir bölümünü oluşturmaktadır. Ülkenin yine iç kesimleri ile birlikte batı bölgelerinde yaşayan Bamileke grupları Semibantu grubu içerisinde çoğunluğa sahip bir konumdadır. Ülkenin kuzey kesimlerinde yaşamlarını sürdüren nüfus genel itibarıyla Fulbe, Kanuri, Mandara, Musgum, Kotoko ve Massa gibi Sudan halkları tarafından oluşturulmaktadır. Ülkenin en kuzeyinde yer alan dağlık ve bataklık alanlar da ise Kirdi etnik grupları yaşamlarını sürdürmektedir. Ülkenin güney bölgelerinde yer alan yağmur ormanlarında da sayıları binlerle ifade edilen Pigmeler yaşamaktadır. Kamerun genelinde etnik gruplar haricinde özellikle Nijerya, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Çad gibi komşu ülkelerden gelen çok sayıda göçmen yaşamaktadır. Özellikle Nijerya kökenli göçmenler resmi olmayan rakamlara göre ülke genelinde üç milyon dolayında bir nüfus oluşturmaktadır. Avrupalılar içerisinde Fransa vatandaşları en büyük beyaz topluluk konumundadır. Son yıllarda Çin'in bu ülkede yaptığı ekonomik yatırımlar neticesinde Çin vatandaşlarının sayısı da Kamerun içerisinde artış göstermiştir. Kamerun'da yaşayan etnik grup sayısına paralel olarak çok sayıda yerel dil mevcuttur. Bu sayı günümüzde 230 dilin üzerinde bulunmaktadır. Ülke genelinde Fransızca ve İngilizce olmak üzere iki resmi dil sömürge ve himaye dönemlerinden miras olarak kalmıştır. Bu resmi dillerden Fransızca on bölgeden sekizini kapsayacak şekilde nüfusun %80'i için resmi dil konumundayken, İngilizce sadece Kuzeybatı ve Güneybatı bölgelerinde resmi dil olmak üzere nüfusun %20'sine hitap etmektedir. Ülkede resmi dil ve etnik grupların dilleri dışında bu dillerin karışımı olarak ortaya çıkan kreol diller de ön plana çıkabilmektedir. Ülke bir dönem Almanya sömürgesi olması nedeniyle Almancada okullarda yaygın olarak öğretilmekte ancak Almancayı anadili olarak kullanan neredeyse hiç bulunmamaktadır. Son dönemlerde Ekvatoral Gine sınırına yakın bölgelerde İspanyolcada önem kazanan bir dil konumuna gelmiştir. Ülkede konuşulan yerel diller arasında Fulfulde, Kanuri, Kotoko dilleri ve Shuwa kuzey kesimlerde, Benue-Kongo dil ailesine mensup Duala, Basaa, Kpe-Mboko, Malimba-Yasa, Makaa, Njyem, Ndsimu, Ngumba ve Kunabembe ile birlikte Ewondo, Bulu ve Fang gibi farklı Beti-Fang dilleri güney kesimlerde konuşulan yerel dillerdendir. Ülkenin batı kesimlerinde Ghomálá, Fé’fé, Medumba ve Yemba önemli yerel diller konumundadır. Kamerun'un kuzey ve doğu kesimlerinin bir bölümünde ise Sudanca ve Az-Sande dilleri ön plana çıkmaktadır. Ülkede hakim olan din hristiyan dinidir. Buna göre nüfusun %69,2 hristiyan inancına göre yaşamını sürdürmektedir. Bu oran içerisinde katolik mezhebine mensup hristiyanların oranı %38,4, protestan mezhebine mensup %26,3, ortodoks mezhebi mensuplarının oranı %0,5 ve diğer hristiyan mezheplerine mensupların oranı %4 düzeyindedir. İslamiyet ülke içerisinde en yaygın ikinci din konumunda olup, islami inancına göre yaşamlarını sürdürenlerin oranı %20,9 düzeyindedir. Ülke genelinde ayrıca %5,6 oranında batı ve orta Afrika dinlerine, %1 düzeyinde de başka dinlere inanan bir kesim mevcuttur. Kamerun'da herhangi bir dine inanmadığını belirten nüfusun oranı %3,2 seviyesindedir. İslamiyet ülkenin özellikle kuzey bölgesinde yaşayan nüfus arasında oldukça yaygın bir konumdadır. Kamerun'un kuzeyinde müslümanlar oran olarak diğer dinlere göre daha yaygın olarak gözlemlenmektedir. Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2010 tahmini verilerine göre %71,3 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %78,3 iken, kadınlarda %64,8 seviyesindedir. Kamerun genelinde zorunlu bir eğitim sistemi bulunmasına rağmen okuma yazma bilmeyenlerin oranı %25 düzeyindedir. Ülkede okul çağına gelmiş çocukların okula başlama oranı %79 ile Afrika standartlarına göre yüksek olarak belirlense de, ülkenin kuzey bölgeleri ile güney bölgeleri arasındaki eğitim düzeyi farkı ciddi boyutlardadır. Kamerun'da ilkokul ücretsiz olarak ziyaret edilebilmesine rağmen okul için gerekli tüm araç ve gereçler veliler tarafından karşılanmak zorunda. Bu zorunlu durum ülkenin güney bölgelerinde okula başlama oranlarını düşürürken, kuzey bölgelerde bu duruma ek olarak kültürel sebepler de çocukların okula gitme oranlarını etkileyebilmektedir. "2001 Cameroon Household Survey" 'in yaptığı bir araştırmada incelenen verilere göre her ne kadar kız çocukları ile erkek çocukları arasında okula başlama döneminde herhangi bir ayrım yapılmasa da, okul hayatında yaşanan en küçük düzensizliklerde kız çocuklarının okul hayatına daha çabuk son verildiği belirlenmiştir. Başkent Yaoundé başta olmak üzere Duala, Buea, Dschang ve Ngaunderé'de devlet üniversiteleri bulunmaktadır. 2014 tahmini verilerine göre ülke genelinde ortalama yaşam 57.35 düzeyinde gözlemlenmekte olup, bu oran erkeklerde 56.09, kadınlarda ise 58.65 seviyesindedir. AIDS, Afrika kıtasında genel olarak yüksek değerlerde gözlemlense de Kamerun'da düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2012 tahmini verilerine göre %4,5 düzeyindedir. Yine aynı tahmini verilere göre ülkede 600.000 üzerinde bu virüsü taşıyan kişi bulunmaktadır. Günümüzde Kamerun'un bulunduğu bölgelerde sömürge dönemi öncesinde birçok etnik grup yaşantısını sürdürmekteydi. Ülkenin sık ormanlar ile kaplı güney kesimlerinde herhangi siyasi bir birliktelik sağlanmadan bir arada yaşayan Bantu toplulukları yer alırken, ülkenin güney ve batı kesimlerinde daha merkezi bir birliktelik ile topluluk halinde yaşayan oluşumlar meydana gelmiştir. Bu dönemin en önemli devlet öncesi yapıları arasında en kuzey bölgelerde Bornu, Mandara, Logone-Birni ve Makari-Goulfey gibi sultanlıklar yer alırken, Fombina İmparatorluğu ve ona bağlı Ngaoundéré, Garoua-Lainde, Maroua, Rei-Bouba, Tibati, Banyo ile birlikte batı bölgesinde Bamum Krallığı sömürge öncesi dönemde belli bir siyasi yapı ile Kamerun'da hakimiyet sürmüşlerdir. 1472 yılında Portekizli denizcilerin Fernando do Poo önderliğinde bölgeye gelmesi sonucu Avrupalılar bu bölgeye ilk defa ayak basmışlardır. Gemilerini durdurdukları Wouri nehrinde yengeç başta olmak üzere birçok kabuklu hayvan gören Avrupalılar, bu sebeple bu nehire daha sonra ülkenin tamamına ismini verecek olan "Rio de Camarões" (Yengeç nehri) adını vermişlerdir. Portekizliler'in bu bölgede hakimiyet kurması sonucu 1520 yılında bölgeden ticaret yapılmaya başlanmıştır. Özellikle Duala gibi sahile yakın topluluklar ile yapılan ticaretin önemli bir kısmını köle, fildişi ve palmiye yağı ticareti oluşturmaktaydı. Portekizlilerin gelmesi sonucu çok sayıda şeker kamışı tarlaları oluşturulmuş, köle ticareti çok daha büyük bir öneme sahip olmuştur. 10 Haziran 1840 yılında Douala ile Portekiz hükumeti arasında yapılan anlaşma ile köle ticaretine son verilmiş, söz konusu dönemden itibaren misyonerlik faaliyetlerine hız verilmiştir. Günümüz Kamerun'un iç kesimleri ile ilgili ilk araştırmalar 19. yüzyılda gerçekleştirilmiş, bu bağlamda Alman Afrika bilimcisi Heinrich Barth 1851 yılında "Royal Geographical Society Of London" 'un da talepleri neticesinde bu bölgelerde bulunmuş ve günümüz Kamerun'un kuzey bölgelerinde de araştırmalar gerçekleştirmiştir. Askeri bir hastanede doktor olan ve ayrıca Tunus konsolosluğu görevini de üstlenen Gustav Nachtigal, Çad Gölü bölgesinde araştırma yapan ilk araştırmacı olarak bahsi geçen bölgeden ilk bilgileri Avrupa kıtasına aktarmıştır. 1862 yılında bu yana Gabon'da ticari faaliyetlerde bulunan Almanya, 1868 yılında Douala'da ilk ticari merkezini kurması sonucu bölge ile yakından ilgilenmeye başlamıştır. Almanya şansölyesi Otto von Bismarck'ın o güne kadar Tunus konsolosu olarak görev yapan Afrika bilimcisi Gustav Nachtigal'i imparatorluk adına Afrika'nın batı sahili komiseri ilan etmesi neticesinde Almanya çıkarları doğrultusunda bu bölgeleri sömürge sistemine dahil etme görevini vermiştir. Bu gelişmeler neticesinde 11 ve 12 Temmuz 1884 yılında Duala topluluklarını önderleri ile yapılan himaye anlaşmaları neticesinde bölgede göndere 14 Temmuz 1884 tarihinde Almanya İmparatorluğu bayrağı çekilmiştir ve himaye maddeleri açıklanmıştır. Yaşanan bu gelişmelerden beş gün sonra bölgeye gelen ve bölgeyi İngiltere adına sahiplenmek isteyen konsolos Hewett, resmi protestolar ile karşılaştır. Bu gelişmeler nedeniyle konsolosa "The too late consul" (Çok geç kalan konsolos) lakabı verilmiştir. Sömürge bölgesinin geçici sınırları Berlin'de gerçekleştirilen Berlin Konferansı'nda çizilmiş, nihai sınırlar i
se ilerleyen yıllarda Fransa ve Büyük Britanya ile 1885 yılından 1908 yılına kadar yapılan birden fazla anlaşmalar ile belirlenmiştir. 1884 yılında 495.000 km²'lik bir alana sahip olan Almanya, yıllar içerisinde Yeni Kamerun gibi bölgelerinde topraklarına katılması ile 1911 yılında 790.000 km²'lik bir büyüklüğe ulaşmıştır. I.Dünya Savaşı'nın yaşanması neticesinde bölgedeki hakimiyetini kaybetmeye başlayan Almanya 1916 yılında son birliğinin de bölgeden çekilmesi ile sömürge sistemini tamamen kaybetmiştir. Almanya'nın bıraktığı bölge akabinde Britanya sömürge sistemi askerleri tarafından ele geçirilmiştir. 1919 yılında gerçekleştirilen Versay Barış Antlaşması çerçevesinde Kamerun resmen Milletler Cemiyeti kontrolüne verilmiş, Milletler Cemiyeti ise bu bölge üzerindeki görevini manda yönetim biçiminde gerçekleştirmesi adına Fransa ve Büyük Britanya'ya devretmiştir. Bölgenin her iki ülkeye verilmesi neticesinde Kamerun ikiye ayrılmış, Fransa bölgenin beşte dördüne sahip olarak büyük çoğunluğu kontrolü altına almıştır. II.Dünya Savaşı'ndan sonra bölge Birleşmiş Milletler tarafından cemiyet manda yönetim sistemi yerine mütevelli manda yönetimi sistemine geçirilmiştir. Bu değişiklik ile BM bölgenin kendi kendini yönetilmesini amaçlamıştır. Özellikle Fransa'nın hakim olduğu mütevveli manda yönetimi bölgesinde 1957 yılına kadar sık aralıklarla bağımsızlık yanlıların şiddet olayları yaşanmış, 10 Mayıs 1957 tarihinde de André Marie Mbida bu bölgenin başbakanı olarak atanmıştır. Fransa'nın hakimiyeti altında bulunan Kamerun'da BM'nin himaye döneminin bitmesi ile gerçekleştirilen referandum sonuçları neticesinde bölge Doğu Kamerun adı ile 1 Ocak 1960 tarihinde bağımsızlığını ilan etmiştir. Ülkenin beşte birine sahip olan Britanya'nın hakimiyeti altındaki bölgede de buna benzer bir şekilde referandum gerçekleştirilmiş, referandum sonucuna göre bölgenin kuzey kesimleri Nijerya'ya bağlanma arzusunu dile getirmiş, bölgenin güney bölgeleri ise Doğu Kamerun ile Kamerun devletini kurmak adına bu bölge ile birleşmeyi kabul etmişlerdir. 1 Kasım 1961 yılında Britanya bölgesinin de katılımı ile Kamerun devleti resmen kurulmuştur. Günümüzde ülke içerisinde iki resmi dilin bulunmasının arka planında yaşanan bu gelişmelerin etkisi büyük olmuştur. 1960 yılındaki bağımsızlık sonrası Kamerun'un devlet başkanı olarak göreve başlayan Ahmadou Ahidjo zaman içerisinde ülkede bir diktatörlük sistemi oluşturmuş, dış siyasi desteğini aldığı Fransa'nın da etkisi ile hakimiyetini sağlamlaştırmıştır. 1 Eylül 1966 yılında kurulan "Union Nationale Camerounaise" (UNC) partisi 1990 yılına kadar ülkenin yasal tek partisi özelliğini taşımış, 1985 yılında da yapılan isim değişikliği ile "Rassemblement démocratique du Peuple Camerounais/Cameroon People’s Democratic Movement" (RDPC) adını almıştır. 1972 yılından itibaren ülke genelinde reformlar gerçekleştirilmiş, federal bir yapıya sahip olan ülkenin ismi 20 Mayıs 1972 tarihinde "Federal Kamerun Cumhuriyeti" 'den yeni üniter devlet yapısının bir sonucu olarak "Kamerun Birleşik Cumhuriyeti" 'ne değiştirilmiştir. Yaşanan bu gelişmeler neticesinde Kameruna'a katılmadan önce özerklikleri garanti altına alınan eski İngiliz himayesindeki Kamerun bölgesinde huzursuzluklara neden olmuştur. 6 Kasım 1982 tarihinde yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle görevinden ayrılan Ahidjo'nun yerine başbakan Paul Biya UNC'nin genel başkanlığı yanı sıra devlet başkanı da olmuştur. 1984 yılında gerçekleştirilen seçimleri kazanan Biya, aynı yıl kendisine yapılan darbe girişimini engellemiştir. 1988 seçimleri öncesi ülke içerisinde daha fazla demokrasi ve özgürlük vaatlerinde bulunan Biya, karşı bir adayın olmadığı seçimleri de büyük bir oy oranı ile kazanmıştır. 1990 yılından itibaren yoğunlaşan özgürlük ve demokrasi talepleri neticesinde basın özgürlüğünün önünü açan Biya, 1992 yılında da muhalefet partilerinin kurulmasına olanak tanıyan düzenlemeyi onaylamıştır. Tek partili düzenden çok partili düzene geçtikten sonra gerçekleştirilen ilk seçimlerde de zaferini ilan eden Biya, buna rağmen mecliste partisi çoğunluğu elde edemediği için UNPD ile koalisyon hükumeti kurmak durumunda kalmıştır. Ekim 1997 yılında gerçekleştirilen seçimlerde de zaferin ilan eden Biya, aynı seçim zaferlerini 2004 ve 2011 yılında katıldığı ve seçildiği seçimlerde de göstermiştir. Günümüzde özellikle ülkenin eski Britanya himayesindeki güneybatı bölümünde yer alan Güney Kamerun bölgesinde yaşayan Kamerun nüfusu, bizzat devlet başkanı Biya tarafından kendisin de üye olduğu gruba pozitif ayrımcılık yapıldığı ve Fransızcanın hakim olduğu bölgeler kadar İngilizcenin hakim olduğu bölgeleri önem ve değer gösterilmediği gerekçesiyle zaman zaman bağımsızlık talepleri dile getirilmektedir. Bu girişimler neticesinde 1996 yılında ilki olmak üzere uluslararası alanda herhangi bir etkisi görülmese de güneybatısında yer alan Güney Kamerun bölgesi "Ambazonia Cumhuriyeti" adı altında bağımsızlık ilanları gerçekleştirilmiş ancak sonuca ulaştırılamamıştır. Kamerun bağımsızlığını ilan ettiği 1960 yılından bu yaan başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Kamerun anayasada da belirtildiği üzere üniter bir devlet yapısına sahiptir. Ülkenin devlet başkanı yedi yıllık bir süre için bu göreve seçilmekte olup, 10 Nisan 2008 tarihinde yapılan yasa değişikliği ile bir kişi devlet başkanlığı seçimlerine dilediği kadar katılabilmektedir. Ülkede Çift meclislilik yapısına uygun olarak üst merci olarak senato ve alt merci olarak ulusal meclis bulunmaktadır. 180 sandalyeye sahip ulusal meclis üyeleri her beş yılda bir yapılan seçimler ile seçilmektedir. 1992 yılına kadar tek parti düzeninin hakim olduğu Kamerun'da söz konusu yıl yapılan değişiklikten sonra çok partili düzene geçmiştir. Ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1960 yılında 1982 yılına kadar Ahmadou Ahidjo'nun yürüttüğü devlet başkanlığı görevini, 1982 yılından bu yana Paul Biya yürütmektedir. Biya son olarak 78 yaşında katıldığı 9 Ekim 2011 devlet başkanlığı seçimlerini de kazanarak bu göreve bir yedi yıl daha seçilmiştir. Ülkenin başbakanlık görevini 2009 yılından bu yana Philémon Yang yürütmektedir. 1 Eylül 1966 yılında kurulan "Union Nationale Camerounaise" (UNC) partisi 1990 yılına kadar ülkenin yasal tek partisi özelliğini taşımış, 1985 yılında da yapılan isim değişikliği ile "Rassemblement démocratique du Peuple Camerounais/Cameroon People’s Democratic Movement" (RDPC) adını almıştır. 1992 yılında gerçekleştirilen reformlar çerçevesinde muhalefet partilerinin kurulmasına izin verilmiş, bu olaydan sonra gerçekleştirilen ilk seçimlere de UNC haricinde 32 farklı muhalefet partisi katılmıştır. Günümüzde ana muhalefet partisi görevini "Front social démocrate/Social Democratic Front" (SDF) yürütmektedir. Kamerun 1995 yılından bu yana İngiliz Milletler Topluluğu üyesidir. Bu üyeliği ile birlikte Kamerun birliğin tümüyle Büyük Britanya sömürgesi/himayesi olmadığı halde üyesi olan ilk ülkesi olmuştur. Ülkenin ikinci ve daha büyük bir alana sömürge sistemine sahip olan Fransa ile de iyi ikili ilişkileri bulunmaktadır. Kamerun nüfusunun sadece %20'si müslüman olmasına rağmen ülke İslam İşbirliği Teşkilatı'nın bir üyesi konumundadır. Kamerun genel olarak komşu ülkeler ile iyi ilişkiler içerisinde bulunmaktadır. Geçmişte Bakassi Yarımadası nedeniyle zaman zaman Nijerya ile şiddetli çatışmalar yaşansa da, bu çatışmalar 2008 yılında Kamerun'a göre daha güçlü bir ordu gücüne sahip Nijerya'nın da isteği ile sonlanmış ve Kamerun yarımada konusunda Nijerya ile anlaşarak bu durumu lehine sonuçlandırabilmiştir. Aynı şekilde komşu ülke Çad'dan gelen birçok mülteci Kamerun topraklarında tutulmaktadır. Ülke ayrıca 120 kişilik bir barış gücü askeri ile Orta Afrika Cumhuriyeti'nde yer almaktadır. Son yıllarda ülke içerisinde Çin'in etkisi fazlasıyla hissedilmektedir. Özellikle "Çin-Afrika Zirvesi" sonrasında Kamerun'daki yatırımlarını çoğaltan Çin Halk Cumhuriyeti, bu ülke için önemli bir konuma gelmektedir. Kamerun ithalatın bir kısmını da Çin'den yapmaktadır. Ülke ayrıca 1973 yılından bu yana faaliyet gösteren Uluslararası Kakao Örgütü üyesidir. Kamerun toplamda on adet bölgeye ayrılmış konumdadır. 12 Kasım 2008 yılında yapılan yasa değişikliği ile o güne kadar il statüsünde olan yerler bölge statüsüne kavuşturulmuştur. Bu söz konusu bölgeler kendi içerisinde 58 ilçeye, ilçeler ise 300'ün üzerinde belediyeye ayrılmış durumdadır. Ülke içerisinde kalabalığın en yoğun olduğu şehir başkent Yaoundé'dir. 2005 verilerine göre ülkenin en büyük beş şehri şu şekildedir: Merkezi Douala'da bulunan ve 2006 yılında devlet tarafından kurulan Camair-Co Kamerun'un havayolları şirketi konumundadır. Bundan önceki devlet havayolları olan Cameroon Airlines'in iflas etmesi neticesinde aktif bir konuma gelen Camair-Co 2011 yılında önce ilk iç hat uçuşunu daha sonra da aynı gün dış hat uçuşunu gerçekleştirerek faaliyetlere başlamıştır. Ülke genelinde 2008 verilerine göre 34 adet havaalanı bulunmakta olup, bunlardan sadece 11 tanesinin asfalt pisti bulunmaktadır. Douala International Airport ve Yaoundé Nsimalen International Airport havaalanları ülkenin ana uluslararası standartlara sahip iki havaalanıdır. Kamerun'da demiryolları Camrail tarafından işletilmektedir. 1996 yılında özelleştirme kapsamında özelleştirilen devlet demiryolları 1999 yılında 30 yıl süre için özel sektöre devredilmiş ve faaliyetlerine devam etmiştir. Ülke genelinde ilkel demiryolu ağlarına sahip olan Camrail, ülkenin birçok bölümüne de ray olmaması nedeniyle ulaşım sağlayamamaktadır. Camrail Mayıs 2014 tarihi itibarıyla aşağıda yer alan şehirler arasında sefer düzenlemektedir. Douala - Kumba Douala - Yaoundé Yaoundé - Ngaoundéré Ülke genelinde 2004 yılı verilerine göre 50.000 km karayolu bulunmakta olup, bu yolların sadece 5.000 km'lik bir bölümü asfalt ile kaplıdır. Kamerun Trans-Afrika Karayolu Ağı üzerinden bulunmasından dolayı, bu ağa bağlı üç hat Kamerun'dan da geçmektedir. Bu ağlar şu şekildedir: Ülke genelinde bulunan bölgeler arası karayolları listesi ise şu şekildedir: T
oplamda 2.090 km'lik bir karasularına sahip olan ülkede, özellikle yağmur sezonlarında yolcu ve yük taşımacılığı sınırlı şekilde yapılabilmektedir. Gemilerin taşıma yapabileceği sadece Benue nehri bulunmaktadır. Kamerun ekonomisi diğer birçok Afrika ülkesinin aksine uzun yıllar liberal ekonomi politikasını benimsemiştir. 2004 verilerine göre 12,7 milyar Euro olarak belirlenen Gayri Safi Yurtiçi Hasıla, 2002 verilerine göre 7,5 milyar Euro düzeyindeydi. Başlıca tarım ürünleri, patates ve mısır olan Kamerun'da, tahıl, muz, kauçuk, palmiye yağı, kakao, kahve ve pamuk da üretilir. Boksit ülkenin en önemli yeraltı madeni konumundadır. Ağır sanayinin bulunmadığı ülkede, endüstri kâğıt ve kereste üzerine kuruludur. Ülkenin dışarıdan ithal ettiği ürünlerin başında özellikle alkol üretiminde gerekli hammadde, gıda ürünleri, mineral ve diğer hammaddeler, tütün ve ulaşım araçları gelmektedir. Kamerun'un ithal ettiği ürünlerin değeri 1,205 trilyon CFA Frangı seviyesinde bulunmaktadır. 1,363 trilyon CFA-Frangı tutarındaki ihracatın çoğunluğunu ise ağaç ürünleri, kakao, petrol, kahve ve yurtiçinde üretilen gıda maddeleri oluşturmaktadır. Ülkenin ihracat yaptığı ilk yedi ülke şu şekildedir: Çin %14.8 Hollanda %9.5 İspanya %8.8 Hindistan %8.4 Portekiz %7.9 İtalya %5.9 ABD %5.3 (2012 tahmini) Ülkenin ithalat yaptığı ilk altı ülke şu şekildedir: Çin %18.9 Fransa %15.0 Nijerya %12.1 Belçika %5.2 ABD %4.4 Hindistan %4.2 (2012 tahmini) Ülkenin ulusal bayramı olarak 20 Mayıs tarihinde gerçekleştirilen kutlamalarda devlet memurları ile okul, parti, firma gibi sivil toplum kuruluşu mensupları resmi üniformaları ile geçit törenleri gerçekleştirmektedir. Günün en önemli resmi geçidi ise "Boulevard of 20th May / Boulevard du 20 mai" meydanında organize edilmektedir. Kamerun'un en önemli sanat eserleri arasında ağaçtan farklı şekillerde yapılan maskeler, hayvan figürleri, davullar ve tahtlar yer almaktadır. Ülkenin önemli yazarları arasında Francis Bebey, Mongo Beti, Calixthe Beyala, Bole Butake, Papé Mongo, Ferdinand Oyono ve René Philombe bulunmaktadır. Jean-Marie Teno ve Jean-Pierre Bekolo ülkenin en önemli film yönetmenleri, Emile Abossolo-M’bo ise en önemli aktörü olarak ön plana çıkmaktadır. Ülkenin müzik başkenti olarak Douala ifade edilmektedir. Burada önemli miktarda müzisyenin yanı sıra stüdyolar ile film ve müzik şirketleri yer almaktadır. Kamerun'da özellikle resmi karşılamalarda ya Avrupai giyim tarzı (takım elbise, kravat, etek) ya da Kamerun'un rengarenk yöresel kıyafeti olan "Kaba Ngondo" 'nun giyilme zorunluluğu bulunmaktadır. Bu kıyafetlerden hangisi ile karşılamalara/davetlere katılacağı davetiyelerde belirtilmektedir. Ülkenin kırsal kesimlerinde ise renkli kıyafetler ile birlikte başlarını örtmek için renkli şapkalar nüfus tarafından kullanılmaktadır. Ülke genelinde en çok sevilen spor türü futboldur. İlk defa 1982 FIFA Dünya Kupası 'nda başarılı bir şekilde yer alarak dikkatleri üzerine çeken "The Indomptable Lions/Les Lions Indomptables" "(Türkçe: Yılmaz Aslanlar)" ülkenin tanınmasına da katkıda bulunmuştur. Özellikle 1990 FIFA Dünya Kupası 'nda ilk Afrika ülkesi olarak dünya kupaları tarihinde çeyrek finale çıkmaları büyük bir ilgi odağı haline gelmelerini sağlamıştır. Bu turnuvaya 38 yaşında bir futbolcu olarak katılan Roger Milla ilerleyen yaşına rağmen gösterdiği performans ve turnuva boyunca attığı dört gol ile herkesin ilgi odağı haline gelmiştir. Son olarak Güney Afrika Cumhuriyeti'nde gerçekleştirilen 2010 FIFA Dünya Kupası'na katılan Kamerun, grup mücadelelerinde aldığı üç yenilgi ile turnuvaya ilk turda veda etmiştir. Kenya Kenya ya da resmî adı ile Kenya Cumhuriyeti, Afrika kıtasının doğu kısmında yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Etiyopya, Somali, Tanzanya, bir kısmı Victoria Gölü ile olmak üzere Uganda ve Güney Sudan oluşturmaktadır. Bunun haricinde ülkenin güneydoğusunda Hint Okyanusu yer almaktadır. Ülkenin başkenti Nairobi'dir. Ülke ismi Kenya Dağı'ndan gelmektedir. Bantu dillerinden bir tanesi olan Kikuyu dilinden gelen "Kere-Nyaga" kelimesi yaklaşık olarak "beyaz dağ" anlamına gelmektedir. Önceleri Kenya Dağı'na verilen bu isim daha sonraları ülkenin tamamı için kullanılmıştır. Ülkenin toplamda sahip olduğu 3.457 km sınırın 867 km'si Etiyopya, 684 km'si Somali, 775 km'si Tanzanya, 814 km'si Uganda ve 317 km'si Güney Sudan ile oluşurken, ülkenin ayrıca Hint Okyanusu'nda 536 km'lik sahil şeridi bulunmaktadır. Ülkenin merkezi bölgelerinde "Rift Valley" (Türkçe:"Çatlak Vadisi") olarak adlandırılan ve Büyük Rift Vadisi'nin bir parçası olan derin vadiler yer almaktadır. Ülkenin en yüksek noktasını Kenya Dağı'nın zirvesini oluşturan ve 5.199 m yükseklikte bulunan Batian oluşturmaktadır. Ülkenin en alçak noktasını ise sıfır ile güneydoğu da kıyısı bulunan Hint Okyanusu sahil şeridi oluşturmaktadır. Ülkenin kıyı kesimlerinde koylar ve lagünler yer almaktadır. Sahilin güney kesimlerinde ise mercan resifleri gözlemlenebilmektedir. Ülkenin iç kesimlerinde batıya doğru ilerlendiğinde tepeler ve yaylalar gözlemlenebilmektedir. Ülkenin iklimi genel olarak iki bölüme ayrılmaktadır. Kenya'nın 1.800 m'yi geçen yüksek arazilerinde Nisan-Haziran ayları ile Ekim-Kasım aylarında sağanak yağmur geçişleri gözlemlenebilmektedir. Söz konusu yağışlar genellikle günün öğlen, akşam ve gece döneminde yağmakta olup, geceleri oldukça serin geçebilmektedir. Bu bölgelerde en soğuk dönemler günlük en düşük 10 °C sıcaklıkların hissedildiği Temmuz ve Ağustos aylarıdır. Ocak ve Şubat aylarında en sıcak günler yaşanmakta olup, bu aylarda en yüksek 25 ile 26 °C sıcaklık değerleri ölçülebilmektedir. Ülkenin başkenti Nairobi'de Temmuz ayında sıcaklık değerleri 11 ile 21 °C arasında hissedilmekte olup, Şubat döneminde 13 ile 26 °C arası sıcaklıklar yaşanabilmektedir. Başkentte yıllık yağış ortalaması 958 mm seviyesindedir. Ülkenin bir kısmını elinde bulundurduğu Victoria Gölü kıyılarında sıcaklıklar daha yüksek ölçülebilmekte olup, aynı şekilde daha şiddetli yağışlar yaşanabilmektedir. Ülkenin kıyı şeridinde sıcaklıklar 22 ile 32 °C arasında ölçülebilmekte olup, %75 oranında nem hissedilebilmektedir. Bu bölgelerde yağmur sezonu Nisan ile Haziran aylarında yaşanmakta olup, Ocak ve Şubat ayları kurak dönem olarak geçmektedir. Kıyı kesimlerinde en sıcak dönemler Ocak-Mayıs ile Ekim-Aralık aylarında yaşanmaktadır. Kenya'da bitki örtüsü ve yaban hayat çok çeşitlilik arz etmektedir. Ülke genelinde gerçekleştirilen Safari turlarında birçok bitki ve hayvan gözlemlenebilmektedir. Afrika kıtasının "Beş Büyük" hayvanı olarak adlandırılan Afrika mandası, Afrika leoparı, aslan , Afrika fili ve kara gergedanı ülkede yaşamaktadır. Bunların haricinde ülke sınırları içerisinde yer alan ulusal parklarda çakal, serval, sırtlan, Afrika yaban köpeği, çita, duiker, oribi, yaban domuzu, su aygırı ve timsahın yanı sıra birçok sürüngen ve kuş türü de gözlemlenebilmektedir. Kenya'da son olarak 2009 yılında gerçekleştirilen resmi sayım sonuçlarına göre 38.610.097 nüfus tespit edilmiştir. Bu güncel olarak son resmi sayım konumunda olup, 2016 tahmini sayım sonuçlarına göre ülkede 46,790,758 nüfus yaşadığı tahmin edilmektedir. Kenya genç bir nüfusa sahip olup, 2014 tahmini verilerine göre nüfusun %59,7'si 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,92'si 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %40.87 (erkek 9,592,017/kadın 9,532,032) 15-24 yaş: %18.83 (erkek 4,398,554/kadın 4,411,586) 25-54 yaş: %33.54 (erkek 7,938,111/kadın 7,755,128) 55-64 yaş: %3.84 (erkek 819,665/kadın 976,862) 65 yaş ve üzeri: %2.92 (erkek 590,961/kadın 775,842) Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %25,6 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %1,81 düzeyindedir. Kenya genelinde 40'tan fazla etnik grup yaşamaktadır. Bu etnik gruplar da kendi içerisinde 50'den fazla dil ve lehçe kullanmaktadır. Ülkede yaşayan etnik grupların büyük çoğunluğu Bantu etnik grubuna üyedir. Ülkede en büyük etnik grubu Kikuyular oluşturmaktadır. Kenya'nın bağımsızlık mücadelesinde önemli rol oynayan Kikuyular nüfusun %22'sini oluştururken, en büyük ikinci etnik grup olan Luhyalar nüfusun %14'ünü oluşturmaktadır. Büyük çoğunluğu Kenya'nın batısında Victoria Gölü çevresinde yerleşik olan Luolar %13 ile Kenya'nın üçüncü büyük etnik grubunu oluşturlar. Kenya'da bunun haricinde Kalenjinler, Kambalar, Kisiiler, Merular ile birlikte diğer Afrika kökenli gruplar ve Afrikalı olmayan (Avrupalı, Arap) gruplar yaşamaktadır. Ülke genelinde nüfusun %82,5'i hristiyan dinine mensuptur. Bu oran içerisinde katolik mezhebine mensup hristiyanların oranı %23,3, protestan mezhebine mensup %47,4 ve diğer hristiyan mezhebine mensupların oranı da %11,8 düzeyindedir. İslamiyet ülke içerisinde en yaygın ikinci din konumunda olup, nüfusun %11,1'i islami inancına göre yaşamlarını sürdürmektedir. Bu iki dinin haricinde 2009 verilerine göre yerel dinlere ve diğer dinlere inanların mevcudiyetinin haricinde herhangi bir dine mensup olmadığını beyan eden küçük bir grupta mevcuttur. 1992 yılında kabul edilen anayasa sonucu Swahili dili de ülkenin İngilizce'nin yanı sıra diğer resmi dili olmuştur. Meclise seçilen üyelerin Swahili dil bilgisini kanıtlaması gerekmektedir ancak buna karşılık mecliste tüm kararlar İngilizce olarak yayımlanmaktadır. Kamu kurum ve kuruluşları ile birlikte mahkemelerin alt kanatlarında Swahilice ile iletişime geçebilme imkanı mevcut ancak buna karşılık yine tüm mahkeme kararları ile kamu kurum ve kuruluş dilekçeleri İngilizce olma zorunluluğu bulunmaktadır. Swahili dili ülkede resmi dilin yanı sıra ulusal dil olarak da kabul edilmektedir. Bu iki dilin haricinde etnik gruplar arasında Kikuyuca, Kambaca, Luhyaca, Luoca, Kalenjince ve Turkanaca gibi farklı diller de ülkede konuşulmaktadır. Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı genel Afrika ortalamasına göre yüksek düzeyde olup, 2015 tahmini verilerine göre nüfusun %63,2'si temiz kaynaklardan su temin edebilmektedir. Bunun yanı sıra nü
fusun sadece %30,1'i tam teçhizatlı sağlık hizmetlerinden yararlanabildiği ülkede, nüfusun %69,9'u ilkel şartlarda sağlık hizmeti alabilmektedir. Ülke içerisinde ishal, hepatit, tifo, sıtma ,humma ve kuduz çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının genelinin aksine düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2014 verilerine göre %5,3 düzeyindedir. Kenya genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2015 verilerine göre %78 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %81,1 iken, kadınlarda %74,9 seviyesindedir. Ülkede öğrenim sisteminde 8+4+4 modeli uygulanmaktadır. Buna göre sekiz yıllık ilköğretim süresinden sonra dört yıl lise, dört yılda yüksek okul eğitimi alınmaktadır. Kenya'da ilköğretim mecburiyeti sekiz yıl olmasına karşılık kız ve erkek çocukların okuma gitme süresi bu sürenin de üzerinde genellikle on bir yıl olarak gerçekleşmektedir. Kenya'da 2003 yılına kadar özellikle ilköğretim okullarında okul giderleri aynı zamanda ülkenin de sloganı olan "Harambee" (Türkçe:"Hep birlikte çalışalım") sloganından yola çıkarak velilerin birlikte katkı sağlamaları ile yürütülmekteydi. Bu tarihte iktidara gelen hükumet seçim vaatlerinden birisi olması dolayısıyla ilkokullarda katkı payını kaldırarak ücretsiz yapmıştır. Bu karar ile birlikte maddi imkanları yetersiz olan aileler de çocuklarını okula gönderme imkanına sahip olmuşlardır. Kenya'da güncel olarak yedi adet devlet üniversitesine sahiptir. Ülkede üniversitelerin yanı sıra birçok kolej de özel olarak eğitim vermektedir. Ülke genelinde başarılı olan öğrencilere devlet üniversiteleri için burs verilirken, bu gruba giremeyen "daha az" başarılı öğrenciler ücretli özel okullara gitmek durumda kalabilmektedir. Afrika kıtasının Sahra Çölü'nün güneyinde kalan bölgeler gibi kıtanın doğu kıyıları da birçok batılı tarih araştırmacısı için herhangi bir anlam ifade etmemekteydi. Batılı tarihçiler arasında Afrika için yaygın olan dikkate almama gerçeğini Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel 18.yy'de Afrika'yı "dünyanın tarihsel bir parçası" olarak görülmediği ve bu anlamda bir "hareket ya da gelişim" göstermediği sözleriyle özetlemiştir. Bu düşüncede 20.yy başlarına kadar tarihçiler arasında herhangi bir değişiklik gözlemlenememiştir. Bu düşüncelerin aksine Kenya'nın kıyı bölgeleri söz konusu dönemlerde özellikle Arap ve İslam dünyasının yazıda, kültürde, dilde kendisini göstermesi ile birlikte kıtanın bu bölgesine has tarihi olayları tüm kıtanın doğu kıyıları için anlatılır hale getirilmiştir. Bu süreçte, özellikle 1900'lü yıllarda birçok Avrupalı tarihçi başlarda sadece Portekiz'in Hint Okyanusu'ndaki seferleri ile Arap sultanlarının gezilerini içeren Kenya kıyılarında yaşanan olaylarını kağıda dökmüşler ve bu şekilde tarihsel olaylar bu bölgeler için ilk defa kağıda dökülmüştür. Tarih öncesi dönemden birçok dinozor ve timsah fosili bulunan ülkede, en eski fosil kalıntıları 200 milyon yıl önceye aittir. En eski insan fosilleri Kenya'da Turkana gölü çevresinde bulunmuştur. Bu bulgular günümüzde Kenya'nın kurulu olduğu bölgelerde çok uzun süredir bir yaşamın olduğunu düşündürmektedir. Australopithecus anamensis ve Kenyanthropus gibi dört ila üç milyon yıl öncesine ait hominini fosillerinin bölgede keşfedilmesi bu düşünceleri kuvvetlendirmiştir. M.Ö. 2000'lerde Kuzey Afrika'dan, tahminen Etiyopya'dan göç eden topluluklar Kenya'ya yerleşmiş ve hayvancılık ile uğraşmışlardır. M.S. 1. yüzyılda Arap tüccarları Kenya sahillerine ticari ziyaretler yapmış, M.S. 8. yüzyılda Kenya sahillerindeki Arap ve Fars yerleşimleri giderek çoğalmıştır. MS 10. yüzyılda bu gün Kenya nüfusunun dörtte üçünü oluşturan Nilotic ve Bantu toplulukları Kenya'ya göç etmiş, bu süreçte içerisinde birçok Arapça kelime barındıran Swahili dili meydana gelerek topluluklar arasında kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönemde birçok Arap ve Romalı tüccarlar Kenya kıyılarına gelerek ticari faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu geliş ve gidişlerde tüccarların Kenya'nın iç kesimlerine ne kadar girdiği ile ilgili kesin bilgiler bulunmamakla birlikte antik ve orta çağ dönemine ait haritalarda yerleri birebir örtüşmese de varlıklarının bilinci içerisinde iç kesimlerde resmedilen karla kaplı dağlar ve göller yer bulmuştur. Bu dönemde İslam dini bölgede yayılmış, kıyı kesimi çok kültürlü ve birçok etnik kökeni içerisinde barındıran bir topluluk olan "Svahili topluluğu"'nun oluşmasına olanak sağlamıştır. 1500'lü yıllardan itibaren özellikle 1598 yılından itibaren Portekiz'in bölgede etkisini artması sonucunda kıyı kesiminde iş yapan tüccarların bağımsız hareket etmesi zorlaşmıştı. 1498 yılında Mombasa'yı ziyaret eden Vasco da Gama bölgeyi ziyaret eden ilk Avrupalılardan biri olmuş, bu ziyaret kendisinin Hindistan'a olan deniz yolunu keşfetmesine olanak sağlamıştır. Bölgede resmi Portekiz varlığı 1505 yılında bugün Tanzanya'ya ait olan Kilwa adasının alınmasıyla başlamış daha sonra Mombasa'yı ve Hint Okyanusun'da Hindistan yolu üzerindeki diğer adaları ve şehirleri istila eden Portekizliler, böylece bu bölgedeki deniz ticaretindeki Arapların ağırlığını ortadan kaldırmışlar, deniz yollarını ve limanları kontrol ederek büyük vergi gelirleri elde etmişlerdir. Bu süreç 1698 yılına kadar devam etmiş, Hindistan, Arabistan gibi Hint Okyanusu'na kıyısı olan bölgelerden ve iç kesimlerden gelen göçmen akını bu süreçte de devam etmiş ve kıyı kesimindeki nüfusu artırmıştır. 1698 yılında Umman bölgeyi hakimiyeti altına almış, 1730 yılından itibaren de Ummanlı Yaruba hanedanlığı bölgenin yönetiminin Arap kökenli yerel Mazrui kabilesi tarafından gerçekleştirileceği açıklamış, bu açıklama sonucu bölge kendini Umman'dan bağımsız geliştirme imkanını yakalamıştır. Umman, ülke içerisinde Said hanedanlığının Yarubi hanedanını yenerek iktidara gelmesi sonucunda Kenya kıyılarında hakimiyetini yeniden aktif olarak ele almıştır. Bu süreçte de kıyı kesimlerinde bulunan Svahili kültüründe büyüyen tüccarlar fildişi ve köle ticareti ile ilgili ticarete ağırlık vermiş, 19.yy'de fildişi ücretlerinde yaşanan yüksek artışlar nedeniyle o güne kadar pek gerçekleştirilmeyen iç kesimlere ilerleme girişimlerinde artış yaşanmıştır. Bu girişimler sonucunda da kolonileşme öncesi döneme ait Kenya'nın iç kesimlerine ait bilgiler elde edilmeye başlanmıştır. Birleşik Krallık 19. yy sonlarına doğru bölgedeki etkisini artırarak, kıyı kesimlerinde önemli bir etken haline gelmiştir. Kenya'nın koloni tarihi 1885 yılında kıyı bölgesinde bulunan Witu Sultanlığı'nın Alman himayesi altına alınması ile başlamıştır. 1888 yılında Britanya Doğu Afrika Şirketi İmparatorluğu Kenya'ya gelerek 1895 yılına kadar Britanya Doğu Afrikası'nı yönetmiştir. 1895 yılından itibaren bölge kontrolü Britanya Kraliyeti tarafından ele alınmıştır. Almanya kıyı bölgelerinde bulunan bölgelerini 1898 yılından itibaren Britanya'ya devretmiştir. Her ne kadar bölgenin hakimiyeti Britanyalılar'da olsa da Avrupalıların bölgeye etkisi kıyı kesiminde kurulan küçük üsler ile kısıtlı kalmaktaydı. 1901 yılında sona eren ve Mombasa ile Victoria gölünü birbirine bağlayan Uganda Demiryolu ile birlikte 1899 yılında bölgede yaşanan kıtlık sebebiyle koloni yönetimi verimli bölge üzerindeki etkisini tam anlamıyla ele alabilmiştir. 1890 ile 1914 yılları arasında yerel halkın başlattığı küçük isyanlar askeri gücün "ceza seferleri" adı verilen seferleri ile tüm bölgede bastırılmış ve sorumlular cezalandırılmıştır. Bu süreçte yerli halkın hayvanlarına el konulmuş, mahsulleri ve köyleri yakılmıştır. Bölgede bulunan verimli toprakların büyük bölümleri "White Highlands" (Türkçe:~"Beyaz Arazi") olarak adlandırılarak Avrupalı beyazlara ya kiralanmış ya da satılmıştır. Bölgenin yerlileri olan Nandiler, Masailer, Kikuyular ve Girimalar gibi birçok toplulukta belli bölgelerde oluşturulan ve "reserves" adı verilen toplama bölgelerinde toplanılarak toplumun genelinden soyutlanmıştır. Bu toplulukların toplama alanlarını izinsiz terk etmelerine izin verilmemiş, bu bölgelerin kontrolünde de yerel Afrikalı şeflerden deste talep edilmiştir. Bölgede demiryolu hattının bitmesi ile birlikte Avrupalı beyaz göçmenler Kenya'ya daha çok göç etmeye başlamış, Avrupa'nın yanı sıra Güney Afrika ve Avustralya'dan da gelen göçmenler bölgeye yerleşmişlerdir. 1905 yılında 600 civarı bir beyaz nüfusa sahip olan bölge 1907 yılında 2000 beyaz nüfusa sahip olmuştu. I. Dünya Savaşı esnasında Kenya'da yaşayan birçok Afrikalı zorunlu askerlik görevine tabi olmuş, Alman Doğu Afrikası'na saldıran 350.000 kişilik Afrika ordu gücünün yaklaşık 150.000'i Britanya Doğu Afrikası'dan (Kenya) toplanmıştı. Özellikle 1917 yılından itibaren "taşıyıcı" olarak adlandırılan bu kişiler çalıştıkları tarlalardan, sokaklardan, evlerinden zorla alınmış, yakınlarına dahi haber verilmeden askeri birliklere götürülerek ordu hizmetine tahsis edilmişlerdir. I. Dünya Savaşı boyunca kayıt altına alınan ve her üç kişiden birinin Kenya'dan olduğu 50.000 ölümden sadece 4.500 kişi resmi olarak silahlı kuvvetlerde asker konumundaydı. Bu savaş katılan Afrikalılar üzerinde önemli etkiler oluşturmuştu. Bu süreçte bir araya geldikleri diğer Doğu Afrika topluluklarının yanı sıra Gambiya, Nijerya ve Sierra Leone gibi diğer Britanya koloni bölgeleri ile Hindistan'dan gelen askerlerin de etkisiyle siyasi bir bilinç elde edilmiş ve Pan-Afrika fikirleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Yaşanan bu savaş ile birlikte Britanya hakimiyetinin değiştirilemez bir gerçek olmadığı anlaşılmıştı. 1920 yılında Kenya resmen Kraliyet kolonisi olmuştu. Yeni yerleşimcilerin koloni yönetimi üzerindeki etkileri gün geçtikçe artmış, beyaz Avrupalılar Güney Afrika Birliği örneğinde de olduğu gibi yönetimde söz sahibi bir konuma gelmişlerdi. Beyaz yerleşimciler daha çok toprağın el konulmasını talep edip, Afrikalı yerlilerin toplandığı "reserves" alanlarının daha da daraltılmasını istemekteydiler. Bu daraltma isteği burada yaşamaya zorlanan Afrikalıların buradan kurtulabilmek adına beyazlara ait büyük çiftliklerde zorla çalıştırabilme arzusu yatmaktaydı. 16 yaşına gelmiş her Afrikalı
kayıt altına alınmak zorundaydı ve kayıt bilgilerini boynuna asılan metal bir levha ile yanında taşıma mecburiyeti bulunmaktaydı. Bunların yanı sıra yüksek vergiler Afrikalılar tarafından ödenmek zorunda bırakılmaktaydı. 1920 yılından itibaren Nairobi'nin yanı sıra birçok misyoner merkezlerinde ilk siyasi oluşumların temeli atılmıştır. Nairobi'de kurulan "East African Association" oluşumun üyeleri arasında müslüman ve hristiyan Kenyalılar'ın yanı sıra Uganda gibi diğer doğu Afrika bölgelerinden de kişiler bulunmaktaydı. Kırsal Kikuyu bölgesinde kurulan ve benzer bir yapı olan "Kikuyu Association"'da EAA ile birlikte kayıt kartlarının kaldırılmasını ve vergilerin düşürülmesi için gösteriler düzenlemişlerdir. Kenya'nın batı kesimlerinde ise Masena misyoner merkezinde eğitim alan genç Afrikalılar, tüm Kenya'yı dolaşarak mutsuzluklarını siyasi gösterilere dönüştürmesini sağlayan Harry Thuku'yu kendilerine örnek alarak "Young Kavirondo Association"'ı kurmuşlar vergi yükünün yanı sıra Afrika topraklarının beyaz Avrupalılar tarafından kullanılmasına ve işletilmesine karşı gösteriler düzenlemişlerdir. Thuku'nun 1922 yılında yakalanarak önce cezaevine konulması ve sonrasında da Kenya'nın kuzeyine sürgüne gönderilmesi ile birlikte siyasi organizasyonlar kısa süreliğine sonlandırılmıştır. Bu olaylardan kısa bir süre sonra Kikuyuların hakim olduğu ve el konulan toprakların iadesini talep eden, vergilerin indiriminin yanı sıra Afrika kökenli vekillerin "Yasama Meclisi"'nde temsiliyet hakkını savunan "Kikuyu Central Association (KCA)" kurulmuştur. Kenya'da Afrikalı toplulukların talepleri koloni yönetiminde kayda değer bir karşılık bulmamışken, Kenya'da yaşanan Hint kökenli toplulukların talepleri huzursuzluk yaratmıştı. Hintler seçim haklarının yanı sıra, bölgeye sınırsız giriş-çıkış hakkı ile ırk ayrımcılığının ortadan kalkmasını isteyen talepleri ile koloni yönetimine karşı ayaklanmış, bu ayaklanma beyaz yerleşimciler tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Yaşanan bu olaylar neticesinde ara bir yol bulunarak on bir Avrupalı üyenin bulunduğu "Yasama Meclisi"'nde beş Hint ile bir Arap üyenin temsil edilmesi kararlaştırılmıştır. Bu süreçte Afrikalı topluma karşı fiili bir Apartheid politikası uygulanmıştır. 20 Ekim 1952 yılında Kenya'nın merkezi kesimlerinde silahlı Mau Mau isyanı başlatılmış, koloni yönetimi de bu gelişmeler sonucunda olağanüstü hal ilan etmiştir. Özellikle 1950'li yıllardan itibaren adaletsiz vergi sistemi düzeni, toprağa el koyma olaylarının yanı sıra, Afrikalı toplulukların yaşam standartlarının kötüleşmesi, toplama alanlarında yaşamaya mecbur bırakılması ile bölgedeki tüm siyasi ve ekonomik oluşumlardan uzak tutulması gibi nedenlerle aşırı gruplar oluşmuş, bu gruplar beyaz yerleşimcilere ve vergi düzenine bağlı Afrika kökenli kişilere karşı şiddet olayları gerçekleştirmiştir. Mau Mau isyancıları özellikle Nairobi'de gerilla taktiği ile koloni yönetimine karşı şiddet olayları gerçekleştirmiş, koloni yönetimi bu saldırılara karşı sert karşılık vermiştir. Afrikalı birçok önder bu süreçte içerisinde Mau Mau ile hiçbir teması olmayan Jomo Kenyatta'da dahil olmak üzere koloni yönetimi tarafından tutuklanmıştır. Mau Mau isyancıları büyük bir taarruz ile takip edilmiş, isyancılar ile sivil halk arasındaki bağı koparabilmek adına bir milyondan fazla Kikuyu mensubu kamplarda toplanmıştır. Koloni yönetimi 1956 yılında isyanı tamamen bastırmış ve sonlandırmıştır. II. Dünya Savaşı ile birlikte muhalif gruplarda artış yaşanmış, bölgede bilinçlenen topluluklar sendikalar kurmuş, siyasi hareketlerle reform taleplerini iletmişlerdir. Bu gelişmeler neticesinde Afrikalı toplulukların karar mekanizmalarının dışında tutulamayacağı anlaşılmış ve bu yönde adımlar atılmıştır. Ülkede uzun süredir devam eden olağanüstü hal 1960 yılında kaldırılmış, tutuklanması sonrası 1959 yılında serbest bırakılan ama ev hapsinde tutulmaya devam edilen Jomo Kenyatta, 1960 sonunda yokluğunda önce Kenya Afrika Ulusal Birliği (Kenya African National Union) partisinin genel başkanlığına seçilmiş, bu süreçte ev hapsi de kaldırılmıştır. Ekim 1961 yılında resmen KANU genel başkanı olarak açıklana Kenyatta, bu unvanı ile Londra'da gerçekleştirilen Lancester Konferansı'na katılan gruba önderlik yapmış, bu toplantıda kabul edilen yeni yasa ile Kenya'dan ilk defa Afrikalılar'a ait bir "ülke" olarak bahsedilmiş, Kenyalılar'ın "Yasama Meclisi"'ne dahil olmaları kabul edilmiştir. Bu son olay neticesinde birçok beyaz Avrupalı sahip oldukları toprakları satarak Kenya'yı terk etmişlerdir. 1962 yılında Yasama Meclisi üyesi olan Kenyatta, Avrupalı, Hint ve Afrikalı yerel topluluklarını oluşturduğu koalisyon hükumetinde "Anayasa ve Ekonomi Bakanı" olarak görev almıştır. Mayıs 1963 yılında gerçekleştirilen seçimlerde KANU büyük bir başarı elde ederek 124 seçim bölgesinden 83'ünde başarılı olarak birinci parti olmuş, bunun sonucunda da Kenyatta Haziran 1963 yılında ülkenin başbakanı olarak atanmıştır. Kenya, Aralık 1963'te Birleşik Krallık'tan bağımsızlığını ilan ederek egemen bir devlet olmuştur. 1964 yılında Kenya'da cumhuriyetin ilan edilmesi sonucu başbakan Jomo Kenyatta 71 yaşında ülkenin ilk devlet başkanı olarak bu makama seçilmiştir. Kenyatta yönetiminde Kenya "ulusallaşma" ve "Afrikalılaşma" politikalarını benimsemiş, Kenyatta'nın resmi kalkınma ideolojisi olan "Harambee" uygulamaya konmuştur. Harambee filozofisine göre devletin kalkınması için hep birlikte çalışılacaktı. Kenyatta idaresinde ülke çok partili bir siyasi yapıdan Kenya Afrika Ulusal Birliği'nin (KANU) hakim olduğu tek siyasi partili bir yapıya doğru bir gelişim göstermiştir. Bu süreçte Kenyatta, başta memleketi Kiambulu olan kişiler olmak üzere mensubu olduğu Kikuyu etnik grubuna mensup kişileri önemli pozisyonlara getirmiştir. Etnik bir siyaset izleyen Kenyatta iktidarı süresince Kikuyuluların yanı sıra Luo ve Kamba etnik gruplarına karşı pozitif ayrımcılık gerçekleştirmiş, bu etnik grubuna mensup kişilerin ülkede etkinliğini arttırabilmek için diğer bölgelere de yerleşimini sağlamıştır. Kenyatta, yönetimi döneminde tüm muhalif grupların oluşumunu engellemiş, muhalif liderler bu süreçte tutuklanmış ya da suikast sonucu öldürülmüştür. Ülke yönetimi tamamen merkezi bir yönetim halini almış, bölgesel talepler göz ardı edilmiştir. Siyasi alanda komşu ülkeler ile işbirliğini arttırma yoluna giden Kenyatta, Uganda ve Tanzanya liderleri ile demiryolu, posta ve havayolunu içeren "birlikte hareket etme" fikrini beyan etmiş ve bu doğrultuda bu üç ülke 1967 yılında Doğu Afrika Topluluğu'nu kurmuş ancak bu birliktelik yaşanan anlaşmazlıklar sonucu fazla uzun ömürlü olamadan 1977 yılında çökmüş, ülkeler ise bu birliktelikten kendi ülke sınırları içerisinde kalan birçok şeye el koyarak sahip olmuş, bu el koyma işleminde envanterin büyük çoğunluğu Kenya bünyesinde kalmıştır. 1966 yılında geçirdiği kalp krizi atlatan Kenyatta 29 Ocak 1970 yılında ikinci bir dönem, 1974 yılında da üçüncü bir dönem daha devlet başkanlığı makamına seçilmiştir. 1977 yılında bir kez daha kalp krizi geçiren Kenyatta, 22 Ağustos 1978 yılında hayatını kaybetmiştir. Kenyatta'nın hayatını kaybetmesi sonrasında o güne kadar devlet başkanı yardımcısı olan Daniel arap Moi ülkenin ikinci devlet başkanı olarak bu makama getirilmiştir. İktidarının ilk yıllarında kullandığı "sevgi, barış, birlik" gibi sözcükler nedeniyle sevilen bir devlet adamı konumuna gelen Moi, rüşvet ve "adam kayırma" uygulamalarını lanetlemiş, GEMA gibi aşiret örgütlenmelerini yasaklamıştır. Bu süreçte bir önceki devlet başkanı Kenyatta tarafından önemli noktalara atanan Kikuyu kökenli kişiler görevden alınmış yerine Moi'nin mensubu olduğu Kalenjin kökenli kişilerin yanı sıra Luhya ve Masai etnik kökenli mensupları getirilmiştir. 1982 yılında Kenya hava kuvvetlerinin kendisine karşı gerçekleştirdiği ancak başarıya ulaşmayan darbe girişimi sonrasında anayasa değişikliğine giden Moi, değişiklik ile ülkede tek parti sistemini devreye almış, bu yeni düzen ile önceli Kenyatta gibi muhaliflere karşı yasal olarak elini güçlendirmiştir. Moi, merkezi bir yönetim yerine bölgelere ve illere yönetim ile ilgili daha fazla haklar vermiştir. Parlamento, kabine, seçim komisyonları, adalet, medya gibi organlar üzerinde yetkisini kendi lehine artıran Moi, toplum üzerinde güven kaybına ve korkuya neden olmuştur. Bu süreçte muhaliflere karşı yaşanan birçok faili meçhul cinayetler de bu konuda duyulan korkunun artmasına neden olmuştur. Moi, 1990 yıllardan itibaren batılı hükumetlerin ve Dünya Bankası gibi uluslararası organizasyonların baskıları sonucunde çok partili siyasi yaşama dönüş için gerekli çalışmaları yapmış, 1991 yılında Kenya meclisinin kararı ile bu karar onaylanmış, bu doğrultuda oluşan birçok muhalefet partisi de başkan Moi'ye karşı reform taleplerini dile getirmiştir. Muhalefet partileri 1992 seçimlerinden önce iç sorunlar yaşamış ve birçok etnik gruba göre yeni muhalif gruplar oluşmuş, muhalefet partilerinde yaşanan bu olumsuz havanın da etkisiyle KANU seçimlerde az bir farkla da olsa çoğunluğu elde ederek tekrar iktidar olmuştur. 1997 yılında gerçekleştirilecek olan bir sonraki seçimlere kadar olan süreçte toparlanma sürecine giren muhalefet, meclisin bir reform paketini kabul etmesini sağlamış, bu paket sayesinde muhalefetin de hükumete, seçim komisyonlarına katılımını ya da medyayı denetimine dahil olmasını olanak sağlamıştır. 1997 seçimlerinden de başarılı bir şekilde çıkan Moi ve partisi KANU 2002 yılına kadar yeniden iktidarda kalmış, Moi'nin 2002 seçimlerine aday olarak katılmayacağını açıklaması sonrasında da 24 yıllık Moi iktidarı 2002 seçimleri ile birlikte sonlanmıştır. 2002 yılında gerçekleştirilen seçimlerde Moi'nin devlet başkanlığı yardımcılığı görevinde bulunan ve Ulusal Gökkuşağı Koalisyonu (National Rainbow Coalition) partisinin başında yer alan Mwai Kibaki kazanarak ülkenin yeni devlet başkanı olmuştur. Kibaki açıkladığı ilk kabinesinde 40'tan fazla etnik kökenli kişiyi NARC içerisinde yer alan partilerden yer vermiş, seçim vaatleri arasında
yer alan "ilkokul eğitimini ücretsiz yapma" işlemini hemen gerçekleştirmiştir. Bu vaadi ile ülkede 1,7 milyondan fazla çocuğun okul ile tanışmasına vesile olmuştur. 2005 yılında referanduma sunduğu yeni anayasa paketi kabinesinde yer alan bazı bakanların da katılımı ile kabul edilmemiş, buna gerekçe olarak devlet başkanlığınıa anayasal olarak çok fazla yetki verilecek olması gösterilmiştir. Bu gelişmeler üzerine 23 Kasım 2005 tarihinde meclisi fesh eden Kibaki, bu adımı ile Kenya tarihinde alışılmışın dışında bir adım atmış, o güne kadar bireysel olarak bakanların yer değiştirilmesi ya da azledilmesi söz konusu iken Kibaki tüm meclisi fesh etmiştir. 2007 seçimlerinde kendisine yönetilen seçim hilesi suçlamalara rağmen Kenya seçim komisyonu tarafından 30 Aralık 2007 tarihinde devlet başkanı olarak açıklanmış ve bu açıklamadan bir saat sonra yemin ettirilerek göreve başlamasına olanak sağlanmıştır. Seçim ile ilgili ilk gelen sonuçlarda açık bir oy farkıyla önde gözüken muhalefet adayı Raila Odinga, uzun süre yeni sonuç güncellemeleri gelmemesinin ardından açıklanan son sayım sonuçları ile ikinci sıraya düşmüş, bunun sonucunda seçimlerde Kibaki lehine hile yapıldığı yönünde açıklamalar yapılmış, Nairobi'de gösteriler yaşanmıştır. AB seçim gözlemcileri de yaptıkları açıklamalarda seçimlerde birçok seçim bölgesinde düzensizlikler yaşandığı bildirmiştir. Kibuki tüm bu yaşananlara rağmen seçim galibiyetini gölgeleyecek herhangi bir olumsuzluk yaşanmadığını bildirerek, 2 Ocak 2008 tarihinde polis güçlerine gösterilere müdahale etmesi yönünde talimat vermiştir, birçok kişi hayatını kaybetmiştir. Kenya'da iç savaşı andıran bu gelişmeler BM eski genel sekreteri Kofi Annan'ın öncülüğünde başlayan görüşmeler neticesinde Şubat 2008'de anlaşma sağlanmış, seçimleri kaybeden Odinga hükumete dahil edilerek 13 Nisan 2008 tarihinden itibaren fiilen 1964 yılından bu yana olmayan başbakanlık koltuğuna getirilmiştir. 2013 yılında gerçekleştirilen seçimlerinde bir kez daha devlet başkanlığına adaylığını açıklayan Odinga, 4 Mart 2013 tarihinde gerçekleşen seçimlerde Uhuru Kenyatta'ya karşı başarı gösterememiştir. Ülkenin ilk devlet başkanı olan Jomo Kenyatta'nın oğlu olan Uhuru Kenyatta oyların %50,51'ini alarak Kenya'nın dördüncü devlet başkanı olarak bu göreve seçilmiştir. 30 Mart 2013 tarihinde seçim sonuçlarını onaylayan Kenya Anayasa Mahkemesi, Kenyatta'nın 9 Nisan 2013 tarihinde yemin ederek görevine başlamasına olanak sağlamıştır. Kenya anayasa ile yönetilen bir cumhuriyettir. Günümüzde yürürlükte olan anayasa 2010 yılında gerçekleştirilen referandum ile kabul edilerek yürürlüğe girmiş ve 1963 yılında bu yana yürürlükte olan eski anayasanın yerini almıştır. Ülke çok partili bir siyasi sisteme sahip olup, başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Kenya devlet başkanı hem devletin en üst noktası olarak hem de hükumet başkanı olarak görev yapmaktadır. Kenya devlet başkanı beş yıllık bir süreç için seçilmekte olup, seçilen devlet başkanı birden fazla bir görev süresi için devlet başkanlığı makamına seçilebilmektedir. Kenya parlamentosu iki kanattan oluşmakta olup, bunlar ulusal meclis ve senato konumundadır. Ulusal mecliste bulunan 349 sandalyenin üyeleri beş yıllık süre için seçilmektedir. Bu sandalyelerin 290 tanesi direkt olarak seçilen adaylara ayrılmış bir konumdayken, her bir ilçeden (county) birer tane olmak üzere 47 sandalye kadın vekillere, 12 tanesi ise alınan oy oranlarına göre partilerin daha sonradan belirledikleri ve genç kesim, engelli ve işçi sınıfı gibi sosyal çevrelerden belirledikleri isimlere ayrılmış konumdadır. Parlamentonun diğer kanadı olan ve 1963 ile 1966 yılları arasında var olduktan sonra kaldırılan ancak 2010 yılında gerçekleştirilen referandum ile yeniden Kenya siyasetinde yerini alan senato ise toplamda 67 sandalyeden oluşmaktadır. Bu sandalyelerin 47 tanesi direkt olarak seçilen adaylara ayrılmış bir konumdayken, 16 sandalye her bir ilçeden birer tane olmak üzere kadın vekillere, 4 tanesi ise iki kadın iki erkek olmak üzere genç (iki sandalye) ve engelli (iki sandalye) kişilere ayrılmıştır. Ülkenin başbakanlık makamı ilk olarak Kenya'nın bağımsızlığını kazandığı 1963 yılında Jomo Kenyatta tarafından doldurulmuş, 1964 yılında cumhuriyetin ilanı ile birlikte bu makam kaldırılmıştır. 2008 yılında gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerde yaşanan hile suçlamaları sonucu o dönem devlet başkanı seçilen Kibaki ile seçimlerden yenilgi ile ayrılan Odinga, BM eski genel sekteri Kofi Annan önderliğinde yapılan görüşmeler sonucunda mutabakat sağlamış, 1964 yılında kaldırılan başbakanlık makamı yeniden oluşturularak Odinga'ya başbakanlık görevi verilmiştir. 2013 yılında yapılan yeni bir düzenleme ile bu makam ikinci kez kaldırılarak tüm yetkiler yeniden devlet başkanlığına dahil edilmiştir. 4 Ağustos 2010 tarihinde gerçekleştirilen referandum ile halk oylamasına sunulan ve kabul edilen yeni anayasaya göre görevdeki devlet başkanının yetkileri meclisin lehine kısıtlanmış ve göreve seçilme süresi en fazla iki adet beş yıllık süre ile sınırlandırılmıştır. Bu anayasa ile tek kanattan oluşan parlamento iki kanatlı bir parlamentoya dönüştürülmüş, toprak reformu ile birlikte hayati tehlike söz konusu olduğunda hamile kadına kürtaj hakkı tanınmıştır. 2007 seçimleri sonrası yeniden oluşturulan başbakanlık makamı bu referandum ile yeniden ortadan kaldırılmıştır. Ayrıca bu referandum ile birlikte ülkenin idari yapılanması da yeniden düzenlenmiş olup, mevcut olan sekiz adet il kaldırılarak, ülke idari olarak 47 ilçeye ayrılmıştır. Kenya birçok uluslararası organizasyonlarda üye olarak bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler, Afrika Birliği, Uluslararası Para Fonu, Doğu Afrika Birliği, Doğu ve Güney Afrika Ortak Pazarı, Birleşmiş Milletler Afrika Ekonomik Kurulu ülkenin üyeliğinin bulunduğu organizasyonlardan birkaç tanesidir. Kenya, 1973-1974 ile 1997-1998 döneminde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde geçici üye olarak bulunmuştur. Ülkenin silahlı gücü olan "Kenya Defence Forces (KDF)" Kenya Cumhuriyeti'nin ordusunu oluşturmaktadır. Ülkenin 1963 yılında bağımsızlığını kazanması sonrasında sömürgeci Büyük Britanya yönetimi tarafından doğu Afrika'da oluşturulan "King’s African Rifles" piyade birliklerinin bir bölümünden oluşturulan silahlı kuvvetler günümüzde 24.000 düzeyinde personele sahiptir. Bu personelin 20.000 gibi büyük bir oranı kara kuvvetlerinde yer almaktadır. Ülkede zorunlu askerlik bulunmamaktadır. Kenya kendi içerisinde 47 ilçeye ("county") ayrılmıştır. 2010 yılında gerçekleştirilen yeni idari yapı neticesinde oluşturulan ve Mart 2013 tarihinde yürürlüğe giren 47 adet ilçe, o güne kadar yürürlükte olan sekiz ili kapsayan idari yapılanmayı ortadan kaldırmıştır. Yeni idari yapılanma neticesinde ortaya çıkan ilçeler şu şekildedir: Kenya 2010 yılındaki yeni idari yapılanma kabul edilene kadar sekiz ilden oluşmaktaydı. Bu yıla kadar geçerli olan idari yapılanma şu şekildeydi: Kenya'nın en büyük şehri aynı zamanda ülkenin de başkenti konumunda olan Nairobi'dir. Başkentte 2009 resmi sayım sonuçlarına göre 3.375.000 kişi yaşamaktadır. Ülkenin diğer şehirleri ile ilgili bilgiler şu şekildedir: Kenya nüfusunun yarısından fazlası tarım faaliyetlerinde bulunmaktadır. Ülke topraklarının sadece %20'si tarıma elverişli olmasına rağmen kısıtlı alanlarda özellikle kahve, çay, sisal ve pire otu ekimleri gerçekleştirilmektedir. Tarımsal alanda gerçekleştirilen faaliyetlerin büyük bir bölümünü kişisel tüketimi karşılamak için gerçekleştirilen faaliyetler oluşturmaktadır. Bu bağlamda kişisel tüketimi karşılamak için ekilen ürünler arasında mısır, buğday, arpa, baklagiller, şeker kamışı, muz, pirinç, ananas ve pamuk çoğunluğu oluşturmaktadır. Tarımsal faaliyetlerin yanı sıra hayvancılıkta toplum arasında yaygın bir konumdadır. Özellikle büyükbaş hayvan yetiştiriciliği önemli bir faaliyet konusudur. Büyükbaş hayvanların sütünden ve etinden faydalanılmaktadır. Bunun yanı sıra koyun ve keçi başta olmak üzere küçükbaş hayvan yetiştiriciliği de aileler tarafından gerçekleştirilmektedir. Ülke de belli bir miktarda deve yetiştiriciliği de gözlemlenebilmektedir. Kenya'da özellikle yumurta elde edebilmek adına kümes hayvanı yetiştirme faaliyetleri de yürütülmektedir. Kenya yeraltı madenleri açısından fakir bir ülkedir. Sodyum karbonat ve tuzun iyi denebilecek oranlarda gün yüzüne çıkartıldığı madenlerin haricinde az da olsa alçıtaşı, kurşun, altın, gümüş, bakır, asbest, kireç taşı, fluorit, diatomit, sabuntaşı madenleri elde edilebilmektedir. Ülke ekonomisinin en önemli ihracat ürünlerini çay, kahve, balık, çimento, petrol ürünleri ve bahçecilik ürünleri gibi ürünler oluşturmaktadır. Ülkenin 2013 verilerine göre ihracat yaptığı ilk sekiz ülke şu şekildedir: Ülke ekonomisinin en önemli ithalat ürünlerini makine ve ulaştırma ekipmanları, demir çelik, petrol ürünleri, motorlu kara taşıtları, reçine ve plastik oluşturmaktadır. Ülkenin 2013 verilerine göre ithalat yaptığı ilk dört ülke şu şekildedir: Kenya konumu gereği Afrika kıtasında gözlemlenebilecek birçok farklı manzarayı bir arada sunabilen nadir ülkelerden biri olarak turizm açısından önemli kazanımlar elde edebilmektedir. Buna göre Kenya'ya turist olarak gelen biri kıyı kesimlerinde sahillerin yanı sıra uzun mercan kayalıklarını, büyük vahşi hayvanlar ile geniş savanlarını, karlarla kaplı dağ zirvelerini, çölleri ve küçük de olsa yağmur ormanlarını gözlemleyebilmektedir. Bunların haricinde ülke genelinde bulunan birçok ulusal park da turizm açısından önem arz etmektedir. Kenya'da tarih öncesine dair bulguların bulunduğu yerler de mevcut olup, bunların bir kısmı turist ziyaretine kapalı konumdadır. Bu yerler arasında Orrorin önemli bir yer tutmaktadır. Ülke genelinde 2013 verilerine göre toplamda bulunan 160.878 km karayolundan sadece 11.189 km'si asfaltlanmış konumdadır. Kenya'da trafik soldan akmaktadır. Ülke genelinde sınıflandırılan beş farklı karayolu bulunmaktadır. Buna göre "A" olarak sınıflandırılan uluslararası yollar, "B" olarak sınıflandırılan ulusal yol
lar, "C" olarak sınıflandırılan temel yollar, "D" olarak sınıflandırılan tali yollar ve "E" olarak sınıflandırılan yan yollardır. Ülke genelinde bulunan demiryolu hatları "Rift Valley Railways Company" tarafından işletilmektedir. 1977 yılından 2006 yılına kadar bu işlem "Kenya Railways Cooperation" tarafından gerçekleştirilmekteydi. Ülke genelinde gerçekleştirilen özelleştirme işlemleri dahilinde demiryolları da özelleştirilmiş ve 2006 yılında da Güney Afrika Cumhuriyeti menşeli bir firma olan Rift Valley Railways Company bu işlemi devralmıştır. Kenya'da bulunan toplam 3.334 km demiryolu hattında genel itibarıyla mal taşımacılığı gerçekleştirilmektedir. Ülke demiryolu ağının çok büyük bir bölümünü "Uganda Demiryolu" olarak adlandırılan ve Mombasa'yı, Nairobi ve Kampala üzerinden Uganda şehri olan Kasese'yi birbirine bağlayan demiryolu hattı oluşturmaktadır. Söz konusu hat günümüzde Kampala'ya kadar hizmet verebilmektedir. Bu hat üzerinde insan taşımacılığı haftada üç kez olmak üzere Kisumu ile Nairobi ve Nairobi ile Mombasa arasında gerçekleştirilmektedir. Kenya'da denizyolu ile ulaşım sadece Victoria Gölü üzerinde sağlanmaktadır. Bu göl üzerinde Kisumu'da kurulu bulunan liman üzerinden yük taşımacılığının yanı sıra Uganda ve Tanzanya'ya feribot seferleri düzenlenmektedir. Ülke genelinde var olan irili ufaklı 197 havaalanından sadece 16 tanesinin pisti asfaltlanmış konumdadır. Başkent Nairobi'de bulunan Jomo Kenyatta Uluslararası Havalimanı en büyüğü olmak üzere Mombasa'da bulunan Moi Uluslararası Havalimanı ülkenin iki büyük uluslararası havalimanları konumundadır. 2012 yılında gerçekleştirilen yenileme çalışmaları ile birlikte Kisumu'da yer alan Kisumu Havalimanı'da uluslararası bir havalimanı konumuna getirilmiştir. Ülke genelinde 1986 yılına kadar devlet tarafından yönetilen Kenya Airways, AirKenya, African Express Airways ve Jubba Airways gibi özel sektör tarafından işletilen farklı havayolu şirketleri bulunmaktadır. Kenya diğer Afrika ülkeleri Etiyopya ve Fas ile birlikte dünyanın en iyi uzun mesafe koşucularını yetiştirmektedir. Uzun mesafe koşuları eğitimleri küçük yaşta başlanmakta, bu eğitimler ile birlikte Kenyalı atletler Olimpiyat Oyunları'nda özellikle 5000 metre, 10.000 metre, Hendekli koşu ve maraton'da başarılar elde etmektedir. Ülkede popüler olan diğer bir spor dalı olan futbol, 1960 yılında "Kenya Futbol Federasyonu" ("Kenya Football Federation (KFF)") olarak kurulan 2011 yılın da ise Futbol Federasyonu Kenya ("Football Kenya Federation") ismi ile yeniden yapılandırılarak kurulan federasyon tarafından yönetilmektedir. Ülkede on altı takımın katıldığı ulusal bir lig düzenlenmektedir. Ülkenin en başarılı futbol takımı bugüne kadar elde ettiği 15 şampiyonluk ile Gor Mahia FC takımıdır. Kenya millî futbol takımı Kasım 2015'te açıklanan FIFA sıralamasında 125. sırada yer almakta olup, en yüksek sıralamasını 2008 yılında 68. olarak elde etmiştir. Yerel dillerde gerçekleştirilen müzik ve dans Kenya kültürünün en önemli parçalarından bir bölümünü oluşturmaktadır. Kenya kültürü birden fazla eğilimlerden oluşmaktadır. Kenya'da belirgin bir tek tip kültür tanımı bulunmamaktadır. Bunun yerine ülkenin birçok farklı topluluklarının gelenek ve göreneklerini içeren çeşitli kültürel zenginlikler gözlemlenebilmektedir. Kenya birçok müzik stiline ev sahipliği yapmaktadır. Burada popülar müziğin yanı sıra Afro müziği, Benga ve halk şarkıları da geniş yelpazede uygulanmaktadır. Kenya müziğinin en vazgeçilmez unsurunu gitar oluşturmaktadır. Susan Awiyo, Merry Johnson, Alex und Merry Ominde, Kim4Love, Necessary Noize ve Juacali ülkenin tanınmış müzik sanatçıları arasında yer almaktadırlar. Ülkenin en önemli yazarlarını Abdilatif Abdalla, Carolyne Abdalla, Kuki Gallmann, Meja Mwangi, Ngũgĩ wa Thiong’o gibi isimler oluşturmaktadır. Kiribati Kiribati ya da resmî adıyla Kiribati Cumhuriyeti, Büyük Okyanus'un orta kesiminde, takımadalardan oluşan bir ada ülkesidir. Başkenti Güney Tarava şehridir. Ülkenin 33 atolü, ekvator civarındaki 3,5 milyon km² kadar geniş bir alana yayılmıştır. Ülke adı, ana takımadalara verilen İngilizce isim olan "Gilberts Adaları"ndan gelmektedir. Ülkenin doğu ucu tarih değiştirme çizgisine sınırdır. Dolayısıyla Kiribati yeni güne ilk giren ülkedir. 1999 yılında ülkenin en doğusundaki Caroline Adası, Kiribati'nin üçüncü milenyuma giren ilk ülke olması şerefine Milenyum Adası olarak adlandırılmıştır. İngilizler adalara 1837'de gelmişlerdir. İngiltere'den bağımsızlığını 1979'da kazanmıştır. Birleşmiş Milletler üyeliğine 1999'da kabul edilmiştir. Kiribati'ye Japonya'dan direkt ulaşım mümkündür. Ayrıca dunyada milenyuma ilk giren bolgedir. Lesotho Lesotho ya da resmî adı ile Lesotho Krallığı, Afrika kıtasının güneyinde yer alan bir ülkedir. Ülke topraklarının tamamı Güney Afrika Cumhuriyeti toprakları ile çevrilidir. 1868 yılından Birleşik Krallık'tan bağımsızlığın kazanıldığı 1966 yılına kadar Basutoland olarak adlandırılan ve parlamenter monarşi ile yönetilen ülkenin başkenti Maseru'dur. Ülke ismi olan Lesotho 'Sotho dilini konuşan insanların ülkesi' anlamına gelmektedir. Bağımsızlığın kazanıldığı 1966 yılına kadar kullanılan isim olan Basutoland ise "Basotoluların yaşadığı ülke" anlamına gelmekteydi. Lesotho, Afrika kıtasında yer alan küçük ülkelerden biri konumundadır. Ülke yüzölçümü açısından 54 Afrika ülkesi içerisinde 42. sırada yer almaktadır. Dünya üzerinde San Marino ve Vatikan dışında ülke topraklarının tamamının bir ülke ile paylaşıldığı üçüncü ülke konumunda olan Lesotho, komşusu Güney Afrika Cumhuriyeti ile 909 km'lik sınırı paylaşmaktadır. Bu özelliği ile denize de çıkışı olmayan ülke, yüksek rakımlı yükseltilerin ülke topraklarının büyük bölümünü kapladığı için "Gökyüzündeki krallık (The Kingdom in the Sky)" olarak da adlandırılmaktadır. Ülkenin batı bölgeleri yüksek veld olarak da adlandırılan ve ülkenin ana yerleşim merkezlerinin yer aldığı kumtaşı içeren yaylalardan oluşmaktadır. Bu bölgelerde rakım 1.400 m ile 1.700 m arasında ölçülmekte olup, nehir yatakları ve küçük dağlar arazinin karakteristik özellikler arasında yer almaktadır. Ülkenin doğu bölümüne kalan ve bazalttan oluşan yüksek yaylalar ve dağlar ise zaman zaman 2.000 m'nin üzerinde yer almaktadır. Bu bölümdeki yüksek yaylalarda yer alan derin nehir yatakları, dağlar ve sıradağlar bölgenin karakteristik özellikleri arasında yer almaktadır. Drakensberg sıradağı ülkenin güneybatı bölümünden kuzey bölümüne kadar uzanmaktadır. Lesotho'da "Maloti dağı" olarak adlandırılan sıradağın 3.482 m ile en yüksek noktası olan Thabana Ntlenyana Dağı, hem Lesotho'nun hem de Afrika kıtasının güney bölümünün en yüksek noktasını oluşturmaktadır. Ülkenin en alçak noktasını 1.400 m ile Oranje ve Makhaleng nehirlerini birleştiği nokta oluşturmaktadır. Bu yükseltileri ile Lesotho, dünya üzerindeki bağımsız devletler arasında ülke topraklarının tamamının ortalama yükseltisinin 1.000 m ve üzerinde olduğu tek ülke konumunda olup, ülke topraklarının %80'i 1.800 m üzerinde yer almaktadır. Afrika kıtasının güney bölümün en önemli su kaynaklarından olan Oranje ve Kaledon nehirlerinin çıkış kaynakları Lesotho'da bulunmaktadır. Ülke içerisindeki birçok nehir gibi bu nehirlerde derin kanyonlar oluşturmaktadır. Bazalt kayalıkların bittiği noktalarda oluşan şelalere çok sık rastlanabilmektedir. Semonkong yerleşim alanına yakın bir konumda bulunan ve Afrika'nın güney bölümündeki en uzun ikinci, kesintisiz akışı nedeniyle de en uzun şelalesi konumunda olan Maletsunyane şelalesi, 192 m'lik bir yükseklikten aşağıya doğru akmaktadır. Yaylalardan yüksek dağlık kesimlere geçişte yumuşak kumtaşından oluşması, artan nüfus yoğunluğunun da etkisi ile sık bir biçimde erozyonlara neden olabilmektedir. Ülke topraklarının sadece %11'i tarımsal faaliyetlere uygunluk gösterebilmektedir. Ülkenin en büyük doğal kaynaklarını su rezervleri oluşturmakta olup, bunun haricinde az da olsa elmas ve diğer mineraller bulunmaktadır. Ülkedeki su rezervlerin bolluğu nedeniyle birçok baraj yapımına başlanmış olup, Katse Barajı bunların içerisinde en büyük baraj unvanına sahiptir. Ülkenin güney yarıküre bölümünde yer alması ile mevsimler kuzey yarıküre ülkelerinin tersi olarak yaşanmaktadır. Ülke genelinde ılıman bir iklim hüküm sürmektedir. Kış aylarının yaşandığı Haziran-Ağustos ayları çoğunlukla çok soğuk olmakta, ülkenin doğu bölümündeki yüksek alanlarda kar yağışları yaşanabilmektedir. Kış aylarında bile güneş gün içerisinde kendini sık bir şekilde göstermekte olup, yıl içerisinde güneş yaklaşık olarak 300 gün boyunca gözlemlenebilmektedir. Yaz mevsiminin yaşandığı Kasım-Mart aylarında sıcaklık yüksek seyretmektedir. Ülkede çoğu yaz aylarında olmak üzere 100 gün sağanak yağışlar yaşanmaktadır. Ülkede yüksek rakım nedeniyle gün içerisinde çok yüksek sıcaklık farkları yaşanabilmektedir. Kışın −15 °C olarak ölçülebilen gece sıcaklığının yanı sıra, yazın 30 °C'den fazla sıcaklık ölçülebilmektedir. Başkent Maseru'da yıl boyu ölçülen sıcaklık ortalaması 15 °C 'dir. Drakensberg dağı gibi çok yüksek noktalarda yıl boyu süren kar yağışları yaşanmaktadır. Ülke topraklarına gerçekleşen yıllık 600 ml ile 800 ml arasındaki yağışların %85'i yaz aylarında yağmakta olup, yağışın az olduğu kış aylarında arazi alanlarında kuraklık gözlemlenebilmektedir. Ülke genelinde hemen hemen hiçbir ağaç bulunmamaktadır. Az sayıda bulunan ağaçlar ise genellikle korunaklı vadilerde ve tarlalarda yetişmektedir. Yetişen ağaçlar ise büyük oranda Okaliptüs, Akasya ve daha çok köylerde gözlemlenen Şeftali ağaçlarıdır. Ülkenin daha yüksek noktalarında, nehir vadilerinde Söğüt ağacı da görülebilmektedir. Sarısabır bitkisinin çeşidi olan spiral sarısabır, üç metreye kadar uzayabilen Cussonia bitkisi, evcilleşmemiş halleri ile kadife çiçeği ve Orta ve Güney Amerika'dan ülkeye getirilen kirli hanım çiçeği, kozmos çiçeği Lesotho'da yaygın olarak bulunmaktadır. Lesotho'da yaban hayatı daha çok küçük hayvanlar belirlemektedir. Ülke genelinde vahşi ortamda yaşayan en büyük memeli hayvan kar
aca antilobudur. Bunun haricinde leylek, aynak, balıkçılgiller, akbaba türünün az rastlanan bir türü olan sakallı akbaba gibi büyük kuş türlerinin yanı sıra dokumacı kuşlar ve nektar kuşu gibi küçük kuş türleri ülkede sıklıkla gözlemlenmektedir. Bunların haricinde çeşitli yılan, amfibi, balık ve böcek çeşitleri de ülke sınırları içerisinde görülmektedir. Ülke genelinde evcil havyan olarak büyükbaş sığırların yanı sıra at, eşek, keçi, koyun, tavuk, köpek ve kedi bulunmaktadır. Lesotho sınırları içerisinde 1830'lu yıllarda su aygırı, zebra, gnu, deve kuşu ve az da olsa aslan gözlemlenebilmekteydi. Lesotho, Afrika'da var olan bağımsız ülkeler içerisinde yaşayan nüfusun kimlik, kültürel ve gelenek açısından birbirine yakın olduğu çok az ülkelerden biri konumundadır. Ülkede yaşayan iki milyona yakın kişi %99 oranında kendisini Bantu etnik grubunun güney grubu üyesi olan Basutho etnik grubuna üye olarak ifade etmektedir. Bunun haricinde çok az da olsa Zulu, Xhosa etnik grupları ile Avrupalılar ve Asyalılar yaşamaktadır. Ülke nüfusunun %70 gibi çok büyük çoğunluğu ülke ortalamasına göre daha düşük rakıma sahip ve daha verimli topraklara sahip batı bölgelerinde yaşarken, %30'luk bir kısım yükseltinin daha çok olduğu doğu bölgelerinde yaşamını sürdürmektedir. Ülkenin en kalabalık bölgesi başkent Maseru ve çevresidir. Dünya üzerindeki en yüksek işsizlik oranlarından birine sahip olan ülkede, 2002 yılındaki verilere göre %45'lik işsizlik oranı ile neredeyse her iki kişinden biri işsiz konumundaydı. Ülkede 2008 tahmini verilerine göre işsizlik oranında düşüş gözlense de %25 düzeyindedir. Lesotho vatandaşı olan erkek işgücünün %35'i Güney Afrika Cumhuriyeti'nde çalışmaktadır. Ülke sınırları içerisinde var olan iş gücünün sadece %14'ü endüstri alanında çalışırken, %86 ile iş gücünün çok büyük bir yüzdesi tarımsal alanlarda faaliyet göstermektedir. Ülke orta genç bir nüfusa sahip olup, 2016 tahmini verilerine göre %51,96'sı 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %5,47'si 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %32.4 (erkek 317,933/kadın 314,849) 15-24 yaş: %19.56 (erkek 181,907/kadın 200,113) 25-54 yaş: %37.58 (erkek 358,643/kadın 375,313) 55-64 yaş: %5 (erkek 52,016/kadın 45,549) 65 yaş ve üzeri: %5.47 (erkek 54,466/kadın 52,281) Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %27,3 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %0,3 düzeyindedir. Ülkenin Sesotho ve İngilizce olmak üzere iki adet resmi dili mevcuttur. Ülke nüfusunun %99 gibi yüksek bir oranı Sesotho dilini anadili olarak konuşulurken, İngilizce Birleşik Krallık sömürge döneminden kalan bir miras olarak resmi dile ilave edilmiştir. Bu iki dilin haricinde çok az da olsa yerel olarak Zuluca, Xhosaca ve Sephuthi dili konuşulmaktadır. Lesotho nüfusunun %90 ile çok büyük bir oranı hristiyan inancına göre yaşamını sürdürmektedir. Hristiyan dinine mensup toplulukların yarısına yakını katolik mezhebine, %40'ı protestan mezhebine göre dini gerekliliklerini yerine getirirken, %10'luk bir kesim ise yerel Afrika hristiyanlığına inanmaktadır. Ülkede geri kalan %10 nüfus ise Afrika doğa dinlerine inanmakta olup, çok az kişi de İslamiyet'e ve de Hinduizm'e inanmaktadır. AIDS, Afrika kıtasının özellikle güneyinde yer alan ülkelerin birçoğunda olduğu gibi Lesotho'da da yüksek oranda görülmektedir. 2009 verilerine göre ülkedeki yetişkin nüfusun %23,6'sı HIV virüsünü taşımaktadır. Bu oran Svaziland ve Botsvana'dan sonra en yüksek üçüncü oran olup, toplamda 290.000 kişi AIDS hastasıdır. AIDS'in yaygın olması nedeniyle ülke nüfusunun yıllık artışında görülen yavaşlama, 2009 sonuçlarına göre %0,33'e kadar düşmüştür. Lesotho'da ortalama yaş ömrü 52,3 olup, bu oran erkeklerde 52,2 kadınlarda ise 52,4 yaş seviyesindedir. Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2010 tahmini verilerine göre %89,6 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %83,3 iken, kadınlarda %95,6 seviyesindedir. Ülke içerisinde bulunan birçok okul kilise tarafından idare edilmektedir. İlkokula gitmenin zorunlu olduğu Lesotho'da, bu eğitim 2000 yılından bu yanan ücretsiz olarak alınabilmektedir. Eğitim zorunlu olmasına karşılık yedi yıllık ilkokul ziyaretini gerçekleştirme oranları erkeklerde %83, kızlarda ise %89 düzeyindedir. İlkokul sonrası dönem olan ve paralı olan ortaokula gitme oranı ise erkeklerde %19, kızlarda ise %27 seviyesi ile çok daha düşük oranlarda ölçülmektedir. Orta öğrenimin paralı olmasının yanı sıra, bu eğitimde gerekli olan kıyafet ve kırtasiye malzemelerinin de devlet tarafından karşılanmaması ve aile bütçelerini zorlaması nedeniyle birçok aile tarafından çocuklarını göndermeme yönünde kararlar alınabilmektedir. 12. sınıf sonunda gerçekleştirilen bitirme sınavlarına çok az sayıda öğrenci ulaşabilmekte ya da başarabilmekte. 1971 yılından bu yanan bu eğitim sisteminin uygulandığı Lesotho'da ayrıca bir adette üniversite bulunmaktadır. Başkent Maseru'ya 35 km mesafedeki Roma'da bulunan ve 1945 yılında katolik kilise tarafından kurulan ancak daha sonra devlet tarafından idaresi ele alınan "National University of Lesotho" "(Lesotho Ulusal Üniversitesi)" 'da 7.000 öğrenci eğitim görmektedir. Ülke genelinde var olan İngiliz özellikli resmi okulların dışında ayrıca özellikle yaz aylarında faaliyet gösteren ve öğrencilerin yerel Afrika kültür ve geleneklerinde bulunan yaşam becerilerinin öğretildiği "Çalıokulu (Bush school)" olarak tabir edilen yerel okullarda faaliyet göstermektedir. Lesotho'nun hakim olduğu topraklarda ilk hayat M.Ö. 25.000 yıl önce Buşmanların bu bölgelere yerleşmesi ile başlamıştır. Bu topluluğun geride bıraktığı mağara ve kaya çizimlerinin 5.000'e yakın bir bölümü Lesotho'da bulunmaktadır. M.S. 4-5 yılları arasında Afrika kıtasının güneyine gelen Bantu etnik grubunun bir kolu olan Nguni topluluğu bu bölgeye gelerek çiftçi ve çoban olarak bu bölgelere yerleşmişlerdir. 11. yüzyıldan itibaren kuzeyden gelen Basotho ve Tswana toplulukları tarafından bölgeden uzaklaştırılmaya başlanan Buşmanlar günümüzde bu bölgelerde hiç yok denecek kadar az bir konumda bulunmaktadırlar. Özellikle günümüzde Güney Afrika Cumhuriyeti'nin Özgür Devlet ili bölgesi ile Lesotho'nun batı bölgelerinde yerleşik hayata geçen Bantular çiftçilik ve hayvancılık ile uğraşmışlardır. 19. yüzyıl başlarında hakimiyet alanını gün geçtikçe genişleten Zulu kralı Shaka, Bantu toplulukları için tehdit oluşturmaktaydı. Genişleyen topraklarına Bantu toplulukların yaşadığı bölgeyi de katmak isteyen Shaka, 1820 yılında "Bantuların önderi" anlamına gelen "morena" unvanını alan Moshoeshoe önderliğinde birleşen Bantular karşısında zafere ulaşamamıştır. Butha-Buthe ve Thaba Bosiu'de yaptırdığı kaleler ile Moshoeshoe, kaçanlar için sığınak oluşturmuş, diğer Bantu toplulukların güvenini daha da kazanarak hakimiyet alanına onları dahil ederek genişletmiştir. "Büyük Moshoeshoe" olarak da adlandırılan lider, Basotho ulusunun kurucusu ve önderi olarak ifade edilmektedir. 1830'lu yıllardan itibaren Boer halklarının Birleşik Krallık'ın Afrika'nın güneyini Cape Kolonisi olarak ilhak etmesi neticesinde yeni bir yurt arayışı içerisine girmesi ile başlayan ve kuzeye ilerleyişlerini içeren Büyük Göç esnasında, Vaal nehrinin geçilmesi ile karşı karşıya geldikleri Bantu toplulukları ile mücadeleye girmişlerdir. Yeni kurulan Boer Cumhuriyetleri'nden biri olan Özgür Orange Devleti'ne bağlı birliklerin Moshoeshoe hakimiyeti altındaki toprakların iç kısımlarına girmesi sonucunda Britanya'dan yardım ve koruma talep etmiş, bu talep neticesinde 1843 yılında Moshoeshoe ile Britanya Cape Kolonisi yönetim arasında koruma anlaşması imzalanmıştır. Ancak bu anlaşma Britanya'nın diğer Boer Cumhuriyetleri ile olan ilişkilerinde sorun oluşturduğu gerekçesiyle 1859 yılında iptal edilmiştir. 1865 yılında gerçekleştirilen yeni bir saldırıda batı bölgelerinde kalan verimli topraklara sahip yüksek yaylara sahip alanlarının Özgür Oranje Devleti himayesi altına girmesini engelleyemeyen Moshoeshoe, tüm egemenliklerini yitirmek üzere oldukları bir durumda, bölgenin hakimiyetini tamamen Boerlere vermek istemeyen Britanya yardımı ile topraklarını korumayı başarmıştır. Bu yardım sonrası 1868 yılında Büyük Britanya bölgeyi Basutoland adı ile Britanya kolonisi olarak ilan etmiştir. Her ne kadar Britanya kolonisi olsa da Moshoeshoe diplomasi zaferi elde ederek bölgesini özerk bir konumda tutmayı başarmıştır. Moshoeshoe'nin ölümünden bir yıl sonra, 1870 yılında Basutoland özerkliğini kaybederek Cape Kolonisi'nin bir bölgesi haline getirilmiştir. Yeni liderleri I.Letsie önderliğinde Cape Kolonisi parlamentosunda temsilci hakkı tanınmayan Basotho halkı Britanyalılara karşı ayaklanmıştır. Yaşanan bu gelişmeler üzerine Basotholularda bulunan ateşli silahlara el konulmuş ve kullanımına yasak getirilmiştir. 1879 yılında topluluk lideri Moorosi'nin başlattığı ayaklanma ile 1880 ile 1881 yılları arasında gerçekleştirilen Basotho Silah Savaşı "(İng: Basuto Gun War)" Britanya Cape Kolonisi için finansal açıdan sıkıntılar yaratmış, yaşanan bu durumlar neticesinde Basotholand 1884 yılı itibarıyla direkt olarak kraliyete bağlanarak kraliyet kolonisi haline getirilmiştir. 1910 yılında Güney Afrika Birliği'nin kurulması ile bu birliğe dahil olmayı tıpkı Bechuanaland (günümüzde Botsvana) ve Svaziland gibi kabul etmeyen Basutoland, ilerleyen yıllarda kentleşme ve daha iyi eğitim hizmetleri nedeniyle kraliyet sarayının etkisinin azalmasına neden olmuştur. II.Dünya Savaşı sırasında birkaç bin Basutoland askerlerinin müttefikler ordusunda yer alması ve bunun sonucunda artan bağımsızlık talepleri "Basotho Congress Party (BCP)" ve "Basotho National Party (BNP)" gibi bağımsızlık hareketlerinin oluşmasına neden olmuştur. 1959 yılında atılan ilk koloni anayasası imzası sonrası 1960 yılında II.Moshoeshoe'nun taç giyme yılında gerçekleştirilen ilk özgür seçimler gerçekleştirilmiştir. 1965 yılında gerçekleştirilen ve BNP'nin zafer ile ayrıldığı bağımsız ve özgür seçimlerden bir yıl sonra BNP ülkeyi Lesotho ile bağımsızlığına kavuşturmuştur. Ülken
in yönetim şekli olarak parlamenter monarşi belirlenmiş ve ülkenin ilk başbakanı Leabua Jonathan olmuştur. 1970 yılında gerçekleştirilen seçimlerde muhalefetin lideri Ntsu Mokhehle'nun galip gelmesi sonucu, seçimleri geçersiz kılan Jonathan, anayasayı devre dışı bırakmış, acil durum ilan etmiş ve kral II.Moshoeshoe'nu sürgüne göndermiştir. Muhalefet partisine mensup aile bireyleri ve taraftarları bu süreçte tutuklanmış, öldürülmüş ve evlerine zarar verilmiştir. 1973'te geçici anayasa ile geçiş sürecinin belli olması ile sürgünde bulunan muhalefet mensuplarının kurduğu hükumet, fazla işlevsel olmamış ve kısa sürede bu girişim sonlandırılmıştır. Lesotho bağımsızlık sonrası dış politikada ise komşu ülkesi Güney Afrika Cumhuriyeti ile yıllar içerisinde sorunlar yaşamıştır. 1982/83 yıllarında Güney Afrika, Lesotho'nun ülkelerinde yasak olan ve Apartheid karşıtı eylemler içerisinde bulunan ANC hareketine destek verdiğini iddia etmiş, bunun sonucunda ekonomisi büyük oranda Güney Afrika'ya bağlı olan ülkeye karşı yaptırımlar uygulamış ve askeri harekat gerçekleştirmiştir. 9 Aralık 1982 yılında düzenlenen saldırıda 40 Lesotho vatandaşı hayatını kaybetmiştir. Bu yaşanan olaylara rağmen ANC'ye verdiği desteği geri çekmeyen Jonathan'a karşı ülke içerisindeki huzursuzluğun da artması ile 20 Ocak 1986 tarihinde Justin Metsing Lekhanya önderliğinde kansız bir darbe gerçekleştirilmiş. Yaşanan bu darbe neticesinde hükumete bağlı ulusal meclis lav edilmiş, partiler yasaklanmış, II.Moshoeshoe geniş ve güçlü yasama ve yürütme hakları ile donatılarak yeniden tahta oturtulmuş ve altı kişilik bir askeri konsey oluşturulmuştur. II.Moshoeshoe ülke yönetimini yeniden sürgüne gönderileceği 1990 yılına kadar askeri konseyin başında bulunan Lekhanya ile birlikte yürütmüştür. III.Letsie'nin tahta çıkmasından bir yıl sonra askeri konseyde de değişim yaşanmış, konsey başkanlığına Lekhanya yerine Elias Phisoana Ramaema getirilmiştir. Ramaema 1993 yılında yeniden demokratikleşme adına adımlar atmış, yapılan bağımsız seçimlerde Ntsu Mokhehle önderliğindeki BCP galip çıkmış, ancak bir yıl sonra III.Letsie parlamentoyu ordu mensuplarının da yardımı ve desteği ile tekrar fesh ederek yönetimi ele almışlardır. Bu darbede sağlanan birliğin çok kısa sürede bozulması ile yönetim yeniden eski hükumete geçmiştir. 1995 yılında sürgünden dönen II.Moshoeshoe oğlunun yerine yeniden tahta çıkmış, bir yıl sonra trafik kazasında hayatını kaybetmesi ile oğlu 31 Ekim 1997 tarihinde ikinci defa ülkenin kralı olmuştur. 1998 yılında gerçekleştirilen seçimleri yeni kurulan ve Bethuel Pakalitha Mosisili'nin liderliğini yaptığı "Lesotho Congress for Democracy (LCD)" partisinin kazanması ve parlamentoda mümkün olan 80 sandalyenin 79'unu alması ile başlayan şiddet olayları engellenememiş, bunun üzerine olası bir darbenin önüne geçmek adına Güney Afrika ve Botsvana'dan asker gücü talep edilmiştir. 2001 yılında olayların tamamen sona ermesi ile çekilen yabancı ülke askerlerinin ardından 2002'de gerçekleştirilen seçimleri de kazanan Mosisili, başbakan unvanını 2007 seçimlerinde de korumayı başarmıştır. Ülkede gerçekleştirilen son 2012 seçimleri sonrasında ilk defa koalisyon hükumeti kurulmuş ve "All Basotho Combition" partisi genel başkanı Tom Thabane başbakan olmuştur. 2 Nisan 1993'te kabul edilen anayasaya göre ülkenin yönetim şekli iki meclisli parlamenter monarşi olarak ifade edilmiştir. Anayasada kuvvetler ayrılığına vurgu yapılmış, bağımsız bir yargı sistemi garanti edilmiştir. Yasada ayrıca insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü, özel hayatın gizliliği gibi konularda garanti altına alınmıştır. 8 Haziran 2012 tarihinden bu yana başbakan koltuğunda bulunan Thabane aynı zamanda yürütmeninde başındadır. 1986 ile 1993 yılları arasında askeri cuntanın yönetimde olması sebebiyle boş kalan başbakanlık makamı yerine bu yetki ve görevler askeri konseyin elinde bulunmaktaydı. Ülkenin kralının sadece temsili yetkileri bulunmakta olup, siyasi müdahalelerde bulunması yasalarla engellenmiş durumundadır. Krallık unvanı babadan oğula geçmekte olup, olası bir mirasçının olmaması ya da yaş itibarıyla küçük olduğu durumlarda aşiret reislerinden oluşan bir konsey durum hakkında son kararı verme yetkisine sahiptir. Bu konseyinkralın tahtan indirme yetkisi de bulunmaktadır. Ülkede yasama gücü parlamentonun elinde bulunmaktadır. Üst meclis olarak senato, alt meclis olarak da ulusal meclisten oluşan iki kademeli sistemde yasama gerçekleştirilmektedir. 33 üyeden oluşan senato da, bu üyelerin 22 tanesini aşiret reisleri oluşturmaktadır. Senato üyelerinin birçoğu I.Moshoeshoe'nin akrabaları konumunda olup, görevlerini ve sandalyelerini miras yolu ile gelecek nesillere bırakabilmektedirler. Senato üyesinin geri kalan 11 üyesi ile kralın önerileri ile parlamento tarafından seçilmektedir. Senatonun görevi ulusal meclisten gelen yasa çalışmalarını kontrol edip düzeltmek ve gerektiğinde yeni yasa maddeleri oluşturarak onaylamaktır. 2007 yılından bu yana 120 sandalyeye sahip ulusal meclis üyeleri ise her beş yılda bir yapılan bağımsız ve gizli seçimler ile seçilmektedir. 26 Mayıs 2012 tarihinde gerçekleştirilen son seçimlerde partilerin kazandığı sandalye sayıları şu şekildedir: Ülkede var olan yargı sistemi siyasi partilerin üzerinde ve bağımsız bir sistemdir. En yüksek yargı organı başkanının kral tarafından atandığı "Yüksek Mahkeme"dir. Ülke coğrafi konumu itibarıyla Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki siyasi ve ekonomik gelişmelere bağımlı bir durumdadır. Buna bağlı olarak ülkenin dış siyaseti belli bir dönem sadece GAC'daki gelişmelere göre şekillendirilmekteydi. Özellikle Apartheid hükumetinin iş başında olduğu yıllarda Apartheid karşıtı söylemler gerçekleştiren ANC üyelerine sığınma hakkı vermesi Lesotho'yu büyük komşusu ile çok sık karşı karşıya getirmekteydi. Apartheid dönemini bitmesi ile birlikte iki ülke arasındaki ilişkiler dostane bir şekilde ilerlemektedir. Ülke Birleşmiş Milletler, Afrika Birliği ve İngiliz Milletler Topluluğu üyesi olup, birçok batılı ülke ile diplomatik ilişkilere sahiptir. Buna rağmen ülke içerisinde çok az ülkenin büyükelçiliği ya da konsolosluğu bulunmaktadır. Ülkedeki siyasi gerginliğin sona ermesi ile günümüzde iç siyasetin en önemli konuları açlıkla mücadele, işsizlik ve AIDS olarak sıralanmaktadır. Lesotho en üst idari yapı olarak kendi içerisinde on ilçeye ayrılmış durumdadır. Ülkenin en büyük şehri aynı zamanda başkentte olan Maseru'dur. Ülke nüfusunun %13'ü Maseru ve çevresinde yaşamaktadır. En son 2006 yılında gerçekleştirilen resmi sayım sonuçlarına göre ülkenin en büyük şehirleri şu şekildedir: Lesotho, Kişi başına düşen millî gelir baz aldığında, 2003 verilerine göre %43'ü günlük bir doların altında kazanç elde eden nüfusu ile dünyanın en fakir ülkelerinden biri konumundadır. Ülke toplam gelirinin üçte ikisinin elde edildiği tarımsal alanında nüfusun %60 faaliyet göstermektedir. Ülke genelinde ekimi yapılan en yaygın ürün mısır olup, birçok kişi tarımı kendi şahsi tüketimi için gerçekleştirmektedir. Nüfus arasında hayvancılığında önemli bir yer tuttuğu ülkede, nüfusun bir kısmı da mevsimlik işçi olarak çalışmaktadır. Özellikle Güney Afrika Cumhuriyeti'nde bulunan madenlerde çalışan mevsimlik işçiler, bu ülkede Apartheid döneminin bitmesi ile bu ülkede de iş bulma imkanları önemli oranda düşüş kaydetmiştir. Ülkenin 1993 yılında yeniden demokrasiyi geçişinden 1998 yılına kadar sürekli artış gözlenen ekonomik verilerde, söz konusu yıl Maseru'da başlayan iç huzursuzluk ve çatışmaların etkisi ile olumlu hava dağıtılmış, bütçe açık vermeye başlamış ve altyapıya büyük zararlar verilmiştir. Özellikle 2011 yılından sonra yüksek rakımlardan elde edilen elmasın üretilmesi ile ekonomide olumlu gelişmeler yaşanmış ve %5,2 büyüme oranı yakalanmıştır. Lesotho, Güney Afrika Cumhuriyeti, Svaziland, Botsvana ve Namibya ile ortak para birimi bölgesini oluşturmaktadır. "Rand Monetary Area" olarak adlandırılan bölgede Güney Afrika Cumhuriyeti'nin para birimi Rand yerel para birimlerinin yanı sıra ortak para birimi olarak kullanılmaktadır. 1980 yılından bu yana Lesotho'da kullanılan Loti (çoğul:Maloti) 1:1 değişim oranı ile Rand ile değiştirilebilmektedir. 2011 verilerine göre %7,2 enflasyon oranına sahip ülke, ortak para birimi bölgesini oluşturduğu ülkeler ile birlikte "Southern African Customs Union (SACU)" yani Güney Afrika Gümrük Birliği'ni oluşturmaktadırlar. Ülkenin yüksek kesimlerinde kaynağından çıkan birçok nehir, ırmak bulunduğu için, su yönünden zengin olan ülke, bu kaynaklarını "Lesotho Highland Water Project" adını verdikleri baraj oluşumları ile elektriğe dönüştürmekte ve böylece ülkenin çok büyük oranda elektrik ihtiyacını karşılamaktadır. Burada elde edilen elektriğin ve suyun yine büyük bir bölümü de komşu ülke Güney Afrika Cumhuriyeti'ne satılmaktadır. Ülke coğrafi konumu gereği dış ticaret faaliyetlerini çok büyük bir oradan SACU ülkeleri ile gerçekleştirmektedir. Lesotho ithalatının %89,5 gibi bir oranını SACU ülkelerden gerçekleştirirken, bu oran içerisinde Güney Afrika Cumhuriyeti'nin oranı %99 seviyesindedir. Geriye kalan ithalatın %7'lik bir bölümü ise Asya ülkelerinden sağlanmaktadır. Ülkenin en önemli ithalat kalemlerini gıda maddeleri, yapı malzemeleri, otomobil, makina ve ilaç oluşturmaktadır. Yüksek meblağlarda gidere neden olan ithalata rağmen, tiftik, tekstil ürünleri, koyun yünü ve canlı hayvan ihracatından elde edilen gelir düşük düzeyde kalmaktadır. Ülke ihracatının %53,9'u SACU ülkelerine, %45,6'sı ise Kuzey Amerika'ya yapılmaktadır. Ülke gelirlerinin, giderlerini karşılamaması nedeniyle Lesotho ABD, Dünya Bankası, AB gibi kurumlardan maddi destek elde etmektedir. Lesotho, 1980'li yıllardan itibaren ülkeyi turizme kazandırmak için çalışmalar yürütmektedir. Bu alanda sunduğu yürüyüş parkurları ve binicilik ile Maloti dağı önemli bir merkezi oluşturmaktadır. Ayrıca ülkenin doğusunda yer alan Lesotho'nun tek kayak merkezi "Afri-Ski" de son yıllarda ziyaret edilmektedir. Ülkenin önemli turizm bölgeleri şu şekildedir: Lesotho
'da coğrafi konumu ve olumsuz ekonomik veriler nedeniyle düzgün ve kesintisiz bir ulaşım ağı bulunmamaktadır. Ülkenin zor arazi koşulları özellikle doğu bölgelerin belli kesimlerinde ulaşıma ya hiç ya da çok kısıtlı izin vermektedir. Ülkede bulunan az sayıda asfaltlı yol ise "Lesotho Highland Water Project" kapsamında yapılan yollar oluşturmaktadır. Ülke 1970'li yıllardan itibaren "Lesotho Airways" ile gerçekleştirdiği uçuşlar ile başkent Maseru'yu diğer ülke şehirleri olan Johannesburg, Gaborone, Manzini ve Maputo ile birleştirmiş, 1985 yılında yeni açılan I.Moshoeshoe Uluslararası Havaalanı (Moshoeshoe I. International Airport) ile de uluslararası uçuşların yanı sıra küçük uçaklar ile gerçekleştirilen yerel uçuşlarla da Lesotho şehirlerini birbirine bağlamıştır. 1997 yılında Lesotho Airways'in iflas etmesi ve özelleştirme girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması ile günümüzde Lesotho'nun herhangi bir ulusal havayolu firması bulunmamaktadır. O günden bu yana ülkenin tek uluslararası havaalanına Güney Afrika Cumhuriyeti havayolları olan "South African Airways" ve "South African Airlink" tarafından uçuşlar gerçekleştirilmektedir. Lesotho herhangi bir demiryolu hattına sahip olmamakla birlikte, var olan 2,6 km'lik ray hattı, Güney Afrika Cumhuriyeti şehri Johannesburg'dan başlayan ve başketn Maseru'ya mal taşımacılığında kullanmak üzere döşenen ve böylece şehri Güney Afrika Cumhuriyeti demiryollarına bağlayan bir ray hattıdır. Ülkede trafik soldan akmakta olup, toplu taşıma hizmetleri tam anlamıyla karşılanamamaktadır. Genel olarak dolmuş görevi gören taksiler ile ulaşım sağlanmaktadır. Ülkede var olan 6.000 km karayolunun sadece 1.000 km'si asfaltlanmış bir konumdadır. Doğu bölgelerine göre daha alçak bir konumda bulunan ve nüfus yoğunluğunun daha çok olduğu batı bölgesinde ülkenin güneyinden kuzeyine uzanan bir otoyolu mevcuttur. Ülke genelinde bulunan otoyollar şu şekildedir: Ülkenin en sevilen spor dalı olan futbol, 1932 yılında kurulan Lesotho Futbol Federasyonu (Lesotho Football Association) tarafından yönetilmektedir. Ülke genelinde bulunan iyi futbolcular daha iyi şartlar altında oynayabilmek adına Güney Afrika Cumhuriyeti'ne gittiğinden dolayı, Lesotho'da ulusal lig istenilen düzeyde bulunmamaktadır. Lesotho ulusal ligi on altı takımın katılımı ile gerçekleştirilmektedir. Taraftarlar tarafından "Likuena" (Sothoca (Türkçe: "Timsahlar") olarak adlandırılan Lesotho millî futbol takımı Şubat 2016'da açıklanan FIFA sıralamasında 152. sırada yer almakta olup, en yüksek sıralamasını 2003 yılında 120. olarak elde etmiştir. Ülkenin millî takımı bugüne kadar FIFA Dünya Kupası veya Afrika Uluslar Kupası gibi herhangi bir uluslararası kupaya genelde elemelerde ilk turda veda ederek katılma başarısı gösterememiş olup, en büyük başarısını 2000 yılında Afrika kıtasının güneyinde yer alan ülkeler arasında düzenlenene COSAFA Kupası'na katılarak elde etmiştir. Lesotho'da futbolun dışında judo, tekvando, boks, uzun mesafe koşuları ilgi gören diğer spor türleridir. Ülke nüfus yapısının homojen bir yapıda olması sebebiyle kültür, gelenek ve göreneklerde Basotho topluluğun kültür, gelenek ve görenekleri ağır basmaktadır. Afrika kıtasının birçok ülkesinde olmayan bir şekilde dağlık alanlarda hayatlarını sürdüren Basotholular, yaşam biçimlerini bu şartlarada uygun olarak şekillendirmişlerdir. Ülkede var olan ulusal kültür, tıpkı ulusal dil gibi SeSotho olarak adlandırılmaktadır. SeSotho kültürünün merkezini köyler oluşturmaktadır. Her bir köyün reisi konumunda olan, Avrupa kültüründe belediye başkanı olarak tanımlanabilecek, morena olarak adlandırılan ve o bölgenin şefine bağlı olan liderleri bulunmaktadır. Her köyde var olan ve yuvarlak olduklarında "rondavels" olarak adlandırılan ve kullanımına göre mutfak, depo ya da uyku kabini olarak yapılan kulübeler köylerin özelliklerindendir. Bu kulübelerin etrafında Basotholuların kendi şahsi tüketimleri için mısır, buğday ve fasulye ekimini gerçekleştirdikleri tarlaları bulunmaktadır. Tarlaların aileler arasında paylaşımı köy reisi tarafından yapılmaktadır. Geleneksel olarak kullanılan kıyafetlerden en önemlilerini "mokorotlo" adı verilen, koni şeklinde bir yapısı olan, samanın dokuması ile elde edilen ve tepesinde tüm şapkayı bir arada tutan düğümü bulunan şapka ile yün örtü oluşturmaktadır. Mokorotla, Lesotho'nun simgesi olarak kabul edilmekte olup, ülke bayrağında da yer almaktadır. Simgenin şekli Thaba Bosiu yakınlarında bulunan "Qiloane" kayalığından esinlerek oluşturulmuştur. Şapkanın yanı sıra çok sık kullanılan bir diğer geleneksek kıyafet olan yün örtü ise ilk olarak I.Moshoeshoe tarafından kullanılmıştır. O dönem İngiliz tüccarlardan aldığı yün örtüyü kullanmaya başlaması ile Basotholular arasında yaygınlaşan kullanımı, günümüzde soğuk ve yağışlı havalarda koruduğu gibi yazın da sıcaktan koruduğu için her mevsim kullanılmaktadır. Lesotho kültürünün en önemli hayvanını ise Midilli atları oluşturmaktadır. İlk olarak 19. yüzyılda Cape Kolonisi bölgesinden getirilen midilli atları, günümüzde dağlık arazilerde yük taşımacılığında kullanılmaktadır. Geleneksel köy kültürünün aksine şehirlerde nüfus Avrupa kültürüne göre yaşamlarını sürdürmektedir. Özellikle başkent Maseru ve üniversitede geleneksel değerlerden sapmalar gözlemlenebilmektedir. Malavi Malavi ya da resmî adı ile Malavi Cumhuriyeti (İngilizce:"Republic of Malawi", Chewa dili:"Dziko la Malaŵi"), Afrika kıtasının güneydoğu bölümünde yer alan ve denize kıyısı bulunmayan bir kara ülkesidir. Ülke 6 Temmuz 1964 tarihinde Birleşik Krallık'tan bağımsızlığını kazanmıştır. Ülkenin başkenti Lilongwe'dir. Ülkenin ismi yerel bir kelime olan "Maravi"'den (Türkçe: Alev) gelmekte olup, güneşin Malavi Gölü üzerinden batışı esnasında oluşan görüntünün aleve benzetilmesinden esinlenilmiştir. Günümüzde bu kelime tüm ülkenin adı olarak kullanılmakta olup, güneş sembolü ülke bayrağında da kullanılmaktadır. Malavi, Afrika kıtasının güneydoğu bölümünde kuzey-güney yönünde uzanan, uzun ve dar ülke topraklarına sahiptir. Ülke kuzeyde Tanzanya, batıda Zambiya, güney, güneydoğu ve güneybatıda ise Mozambik ile komşu konumundadır. Ülkenin kuzey-güney yönündeki uzunluğu 850 km, batı-doğu yönündeki uzunluğu ise 350 km'dir. Ülkenin tüm sınır uzunluğu toplamda 2.881 km olup, bunun 475 km'si Tanzanya, 1.569 km'si Mozambik ve 837 km'si ise Zambiya ile oluşmaktadır. Ayrıca Malavi gölünün Mozambik egemenliği altında bulunan bölümünde yer alan Likoma ve Chizumulu adaları Malavi devletinin hakimiyeti altındadır. Ülkenin sahip olduğu 118.484 km²'lik toprakların %31'i ormandan, %25'i sulak alandan, %20'si tarım alanından ve %15'i ise meralardan oluşmaktadır. Ülkenin kuzey kesimleri diğer bölgelere göre daha dağlık olup, yükseltiler deniz seviyesinden 3.000 m yüksekliğe kadar çıkabilmektedir. Ülkenin en yüksek dağı 3.002 m ile Sapitwa dağıdır. Ülkenin doğu kısmının neredeyse tamamını kaplayan ve çok büyük bir bölümü Malavi egemenliği altında olan Malavi Gölü, toplamda 29.600 km² yüz ölçümü, 570 km uzunluğu ve 80 km genişliği ile Malavi'nin en büyük gölü ve aynı zamanda Afrika kıtasının en büyük üçüncü iç gölü konumundadır. Ülkenin en uzun akarsuyunu 402 km'lik uzunluğu ile Shire nehri oluşturmaktadır. Malavi genelinde tropikal bir iklim gözlemlenmektedir. Ülkenin sıcaklığın yüksek değerlerde görüldüğü aylar Ağustos ortası itibarı ile Kasım ayları arasındadır. Mayıs ile Ağustos ayın ortasına kadar soğuk bir dönem geçiren ülkede, yağmur mevsimi Kasım ile Nisan ayları arasında olup, bu dönem nem oranı sabahları %100'e kadar çıkabilmektedir. Nisan ve Mayıs ayları ise yağmur sonrası dönemleri oluşturmaktadır. Ülkenin yüksek kesimlerinde iklim genel itibarıyla soğuk ve yağmurlu iken, alçak kesimlerde sıcak ve bunaltıcıdır. Malavi gölü civarında da yüksek olan sıcaklık, esen rüzgarlar ile düşebilmektedir. Ülke genelinde en soğuk Temmuz ayı olurken, yıl genelinde sıcaklıklar Kasım-Nisan döneminde 19 °C ve 32 °C arasında, Mayıs-Ekim döneminde ise 14 °C ve 24 °C arasında değişebilmektedir. Ülkede 2016 tahmini verilerine göre yaşayan 18,570,321 nüfusun büyük bir kısmı değişik Bantu halklarından oluşmaktadır. Buna rağmen Malavi'de, bölgede bulunan diğer ülkelere kıyasla çok daha az halk grubu yaşamaktadır. Ülke genelinde farklı kültür ve dili olan 13 etnik grup yaşamaktadır. En büyük etnik grubu, ismini ülkeye de veren ve nüfusun neredeyse %53,2'sini oluşturan ve Tonga, Nyanja, Chewa ve Tumbuka gruplarının ortak etnik grup ismi olan Maraviler'dir. Maravileri %16,3 ile Lomwe etnik grubu izlerken, Yao etnik grubu %13,4 ile ülkedeki üçüncü büyük etnik grup konumundadır. Bu üç grup dışında %10'un üzerinde bir orana sahip olmazken bu üç gruba en yakın etnik grup %8,7 ile Ngoni etnik grubudur. Diğer geri kalan %8,4 ise diğer Malavi'de yaşayan grupları kapsamaktadır. Malavi genç bir nüfusa sahip olup, 2017 tahmini verilerine göre %66,89'u 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,69'u 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %46.34 (erkek 4,427,403/kadın 4,468,120) 15-24 yaş: %20.55 (erkek 1,956,360/kadın 1,988,123) 25-54 yaş: %27.41 (erkek 2,612,840/kadın 2,648,997) 55-64 yaş: %3.01 (erkek 275,998/kadın 302,286) 65 yaş ve üzeri: %2.69 (erkek 227,582/kadın 288,537) Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %16,6 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %3,31 düzeyindedir. Ülke genelinde Bantuların çoğunlukta olması, kendisini dilde de göstermekte olup, en çok konuşulan diller Bantu dilleridir. Sömürge dönemi sonrası Birleşik Krallık'ın miras olarak bıraktığı İngilizce ile birlikte ülkenin resmi dilli olan Chewa dili, birçok kişi tarafından konuşulmaktadır. Bunun haricinde ayrıca yerel olarak Lomwe, Chiyao, Tumbuka, Chinkhonde, Chisena, Chitonga, Chinyakyusa, Chimambya, Chisenga, Chisukwa, Chingoni, Chimambwe ve Chinamwanga dilleri de konuşulmaktadır. Birçok dilin önünde bulunan "Chi" ön eki, yerel dilde "-nin/nın dili" anlamına gelmektedir. Ülke nüfusunun 2015 tahmini verilerine göre %86,9u Hristiyan dini inançlarına göre
yaşamaktadır. Malavi'de İslam dini inancına göre yaşayanların oranı olan %12,5, Afrika kıtasının bu bölgesi için yüksek sayılabilecek bir orandır. Diğer nüfus ise yerel dinlere inanmaktadır. İslamiyet daha çok ülkenin güney bölgelerinde Yao etnik grubu arasında yaygındır. Bu topraklara ilk olarak 1890'lı yıllarda Arap tüccarlar ile Mozambik üzerinden gelen din, daha sonraları özellikle Yaolar tarafında benimsenmiş ve uygulanmıştır. Ülkede 2015 tahmini verilerine göre Hristiyan nüfusunun %26,9'u protestan, %18,1'i de katolik mezhebine inanmakta olup, %41'i ise Presbyterian ve Avrupalıların misyonerlik faaliyeti sonucu öğrettiği Afrika Hristiyanlığı başta olmak üzere diğer hristiyan inançlarını benimsemektedir. Bölgenin sömürge ve koloni dönemi öncesinde Maravi Krallığı hakimiyeti altında olduğu ifade edilmektedir. 1859 yılında ilk Avrupalı David Livingstone Malavi Gölü'ne ulaşmış, 1891 yılında ise Malavi Birleşik Krallık'ın Britanya Orta Afrika Protektorası adı ile himayesi altına aldığı bir bölge konumuna gelmiştir. Himaye bölgelsi 1907 yılında Nyasaland adı ile sömürge sisteminin bir parçası haline getirilmiştir. 1915 yılında İngiliz hükumeti bölgede bulunan yerlilerin askerlik hizmetini yapmasını mecburi kıldığı için Baptist dini önderi John Chilembwe liderliğinde ayaklanma başlatılmış ve sömürgeci ülke birimlerine karşı özgürlük mücadelesi gerçekleştirilmiştir. Bu olay nedeniyle günümüzde de Chilembwe, Malavi ulusal kahramanı olarak görülmektedir. 1953 yılında bölge komşu bölgeler Kuzey Rodezya ve Güney Rodezya ile birleştirilerek Rodezya ve Nyasaland Federasyonu sömürge sisteminin bir parçası haline getirilmiştir. Federasyon içerisinde yaşayan ve çoğunlukta olan siyahilerin beyaz azınlığa karşı başlattığı mücadele neticesinde Britanya Kuzey Rodezya'nın haricinde Nyasaland'ın da bağımsızlığını kabul etmiştir. 6 Temmuz 1964 tarihinde ülke Hastings Kamuzu Banda yönetiminde Birleşik Krallık'tan Malavi adı ile bağımsızlığını kazanmış, bağımsızlık ilanından iki yıl sonra da cumhuriyet ilan edilerek Banda yeni cumhuriyetin ilk devlet başkanı olarak seçilmiştir. Bu olay sonrası Banda yıllarca ülkeyi mensubu olduğu Malavi Kongre Partisi (Malawi Congress Party - MCP) ile tek partili bir sistem ile diktatör bir rejim ile yönetmiş, bu rejim ancak 1994 tarihinde gerçekleştirilen referandum ile sonlandırılabilmiştir. Referandumun gerçekleşmesine yol açan olay ise 1992 yılında birkaç hristiyan din görevlisinin ülkede siyasi reformların zamanının geldiğini belirten bir mektubu Banda'ya yazarak konuyu aktardıkları olay ile başlamıştır. 1994 yılında gerçekleştirilen ilk özgür ve bağımsız seçimlerde United Democratic Front (UDF) partisinden Bakili Muluzi devlet başkanlığı görevine seçilmiş, aynı görevi 1999 yılında gerçekleştirilen seçimlerde de üstlenmeyi başarmıştır. Muluzi her ne kadar devlet başkanlığı görev süresini uzatan anayasa değişikliğini gerçekleştirmese de, kendisinden sonra görevi devralmasını istediği Bingu Mutharika (UDF) 2004 yılında gerçekleştirilen seçimlerde kazanarak devlet başkanı olmuştur. 2004 yılında gerçekleştirilen bu seçimlerde Mutharika'nın seçilmesinin en önemli nedeni ise muhalefet partilerinin bir aday üzerinde anlaşma sağlamaması ve Mutharika'nın rakibi olarak desteklememesinden kaynaklanmıştır. Mutharika 2009 yılında ikinci bir defa seçilmesinden sonra selefi Muluzi gibi görev süresini uzatmaya yönelik hamleler gerçekleştirmiş ancak Anayasa mahkemesi böyle bir değişim girişimini yasaklamıştır. 5 Nisan 2012 yılında geçirdiği kalp krizi sonrası hayatını kaybeden Mutharika'nın yerine vekaleten atanan Joyce Banda, 7 Nisan 2012 tarihinde yemin ederek görevine başlamıştır. 1966 yılında ele alınan anayasaya göre ülke başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. İngiliz Milletler Topluluğu üyesi olan ülkede bu anayasaya göre izin verilen tek parti "Malawi Congress Party (MCP)" partisiydi. 1993 yılında gerçekleştirilen referandum ile tek partili sistemden, çok partili sisteme geçişin imkanı sağlanmıştır. Malavi parlamentosunda her beş yılda bir seçilen toplam 177 milletvekili bulunmaktadır. Milletvekilleri gibi devlet başkanı da her beş yılda bir seçilmekte, bir başkan en fazla iki dönem üst üste seçilebilmektedir. Ülke idari açıdan üç bölgeye ayrılmış konumdadır. Bu üç bölge kendi içerisinde ayrıca 28 ilçeye bölünmüş durumdadır. Malavi'de en çok nüfusu barındıran şehir başkent Lilongwe'dir. Lilongwe ile birlikte gelişmiş bir ulaşım ağına yerel hizmete sahip şehirler ise Blantyre ve Mzuzu'dur. Ülkenin en büyük beş şehri şu şekilde sıralanmaktadır: Lilongwe (723.576), Blantyre (694.499), Mzuzu (138.325), Zomba (91.860) ve Kasungu (46.569) Malavi, dünyanın en az gelişmiş ülkelerinden bir tanesi olarak kabul edilmektedir. Ülke genelinde kişi başı düşen millî gelir 320 $ düzeyindedir. Ülke ekonomisi Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası gibi kuruluşlar üzerinden gelen paralara bağımlı bir konumdadır. İnsani Gelişim Endeksi'nin 2012 verilerine göre ülke toplamda 187 ülke içerisinde 170. sırayı alabilmektedir. Nüfusun %85'i kırsal bölgelerde yaşayıp ekonomi ağırlıklı olarak tarıma dayılıdır. Gayrısafî yurtiçi hâsılasının üçte biri ve ihracat gelirlerin %90'ı tarımdan kaynaklanır. Ülke genelinde rüşvet çok yaygın bir konumdadır. Malavi'de var olan rüşvet dağıtımı geleneksel hak, imtiyaz ve egemen konumlarına dayalı bir durumdadır. Bu şekilde ülkenin genel bütçesinin yanı sıra sağlam bir ülke yapısı ve devamlılık için gerekli olan ancak tartışılan ikinci bir kaynak daha oluşturulmaktadır. Ülke genelinde 2008 yılında itibaren birçok Çinli iş adamı yatırımlarda bulunmuş ancak bu durum yerli halk tarafından kabul gören bir girişim olmamıştır. Yerli üreticiyi korumak adına devlet başkanı tarafından 2012 yılında kabul edilen yasa ile tüm yabancı girişimcilerin ülkenin dört büyük şehir merkezi dışında kalan küçük yerleşim yerleri ve kırsal kesimlerde iş yapması yasaklanmıştır. En fazla ihraç ettiği ürünler arasında tütün, çay ve şeker kamışı, pamuk, kömür, boksit ve uranyum'dur. Malavi genelinde uluslararası standartlara uygun toplam altı adet havaalanı bulunmaktadır. İniş ve kalkış pistlerinin gerekli uzunlukta, sağlam ve asfaltlı olduğu bu havaalanlarının iki tanesi başkent Lilongwe ve Blantyre'de bulunmaktadır. Bunların haricinde pistlerinin uzunluğu daha kısa olan ve asfaltlı olmayan 37 havaalanı daha mevcuttur. Ülkenin üç uçağı ile hizmet veren ulusal havayolu şirketi Air Malawi'dir. Başkent Lilongwe'ye, ülke içi uçuşlarının yanı sıra Ethiopian Airlines ile Addis Abeba, Kenyan Airways ile Nairobi ve South African Airways ile de Johannesburg şehirlerinden de seferler gerçekleştirilmektedir. Malavi genelinde karayolunda trafik soldan akmaktadır. Ülke içerisinde bulunan toplam 14.597 km karayolunun 2001 verilerine göre 2.773 km'si asfaltlanmış, 11.821 km'si ise iş makinalarının çakıl taşlarının üzerinden geçerek ve yolları düzleştirerek oluşturduğu yollar konumundadır. Ülkenin nüfusu yoğun şehirleri arasındaki bağlantı yolları genelde asfaltlanmış olup, rahat bir ulaşım sağlamaktadır. Ülke genelinde otobüs hatları şehirler arası yolcu taşımacılığında sık kullanılmaktadır. Ülkenin ilk üç büyük şehri olan Lilongwe, Blantyre ve Mzuzu arasında günlük olarak hızlı otobüs seferleri düzenlenmektedir. Bu üç şehir dışıdaki yerleşim bölgelerinde ulaşım minibüs ile sağlanmaktadır. Ülke içi bağlantıların yanı sıra Lilongwe ve Blantyre'den Johannesburg (Güney Afrika Cumhuriyeti), Lusaka (Zambiya) ve Harare'ye (Zimbabve) günlük olarak otobüs seferleri düzenlenmektedir. Deniz taşımacılığı Malavi Gölü nedeniyle ülkede yaygın olarak kullanılan bir ulaşım aracıdır. MS Ilala ile özellikle Mozambik egemenliği altında olan Malavi Gölü üzerinde bulunan ve Malavi'ye ait olan Likoma ve Chizumulu adalarına seferler düzenlenmektedir. Ülkenin en güney ucunda bulunan Nsanje şehrinde bulunan iç liman Shine Nehri ve Zambezi Nehri bağlantılarını kullanarak ülkenin kıyısı olmasa da Hint Okyanusu'na açılabilme imkanı sağlamaktadır. Ancak bu seferler 2012 yılında Mozambik ile Zambezi Nehri'nin kullanımıyla ilgili yaşanan sorun nedeniyle durdurulmuştur. Malezya Malezya, güneydoğu Asya’da yer alan, doğu ve batı olarak iki kara parçasına ayrılmış, 13 eyaletten oluşan, “parlamenter monarşi” ile yönetilen federal bir devlettir. Malezya 18.000'den fazla adanın birleşmesiyle oluşmuştur. 28.000.000 nüfusa sahip Malezya’da halkın % 55’i Malay, % 25’i Çinli, % 10’u Hint ve geriye kalan % 10’luk kesimse diğer etnik kökene sahiptir. Bunların 5.440.000'i Doğu Malezya ve 21.200.000'u Batı Malezya'da yaşamaktadır. Resmî dil Malayca olmasına rağmen halkın hemen hemen hepsi kusursuz İngilizce konuşabilmekte, bunun yanı sıra Arapça da geçerli diller arasında yer almaktadır. Ülkede resmî din İslâm’dır ve Müslüman olan halkın çoğu Malay kökene sahip, az bir kısmı ise Hint'tir. Budizm, Çinli halk tarafından benimsenen din iken Hindu dini de Müslüman olmayan Hintlerin inancıdır. Hristiyanlık da yaygın olan dinler arasındadır. Malezya federal anayasal monarşiye dayalı parlamenter demokrasi sistemiyle yönetilmektedir. 11’i Batı Malezya, 2’si Doğu Malezya’da olmak üzere toplam 13 eyaleti vardır (Johor, Kedah, Kelantan, Labuan, Melaka, Negeri Sembilan, Pahang, Perak, Perlis, Pulau Pinang, Sabah, Sarawak, Selangor, Terengganu, Persekutuan) bu eyaletlerden 9’u Sultanlar, 4’ü valiler tarafından yönetilir ve her beş yılda bir dönüşümlü olarak 9 eyaletin sultanından biri Kral olarak seçilir. Devlet başkanı, Kraldır. Her eyaletin kendi anayasası, kendi meclisi ve senatosu vardır. Meclisi oluşturan üyeler halk tarafından seçim yoluyla belirlenir. Senatoyu ise sultanlar belirler. Bunların dışında ülkede üç federal bölge vardır ve bu bölgelerin anayasası eyalet yasalarının üstündedir. Federal bölgeleri yöneten ise kraldır. Malezya’nın siyasî partileri, her ne kadar devlet başkanı kral olsa da sultanlardan daha çok önem arz ediyor. En önemli siyasî parti, Malezya’nın bağımsızlığından bile önce kurulan, halkın geneline hitap edip desteğini alan, İslâm’ın önemini
vurgulayan fakat yine de Batı etkisinden kurtulamayan Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu'dur. Muhalefette ise 1980 yılında kurulan, İslâm’ın siyasetin dar bir çerçevesine sığdırılamayacağını, bütün hayata homojen bir şekilde yayılması gerektiğini savunan, kamusal ve toplumsal her alanda İslâmîleştirme çalışmaları başlatan ve azımsanamayacak kadar çok destekçisi olan parti, Malezya İslâm Partisi’dir. Bu partinin galip geldiği eyaletler ise şeriat yasalarıyla yönetilir. 13. yüzyılla kadar 500 yıl süreyle Malezya, Srivicala Hindu ve Buddha'cı krallığının bir parçası olarak Sumatra'dan yönetildi. Malezya daha sonra Cavalılar ve Malakka'nın Malezyalı hükümdarlarının egemenliği altına girdi. 15. yüzyılda Malakka'da İslâmiyet yayıldı ve bütün yarımadayı kapladı. Portekizliler[1511'de Malakka'yı ele geçirdiler. Ancak Hollandalılar ile Portekizliler arasında sürekli bir mücadele başladı. 1641'de Portekizliler Malakka'dan çekildi. Hollandalılar 1795 yılına kadar buraya egemen oldular. Penang'da 1786'da ve Singapur'da 1824'te yerleşmeye başlayan İngilizler giderek ticari ve siyasi etkinliklerini artırdılar. Bu arada çeşitli Malezya devletleri üzerinde hak iddia eden Tayland'la mücadeleler yapıldı. Malakka'yı Hollandalılar 1826'da tekrar işgal ettiler. Ancak 1826'da İngilizler Boğazlar Hükümeti'ni kurdu ve 1914'te son Malezya eyaleti olan Johore İngilizlere boyun eğdi. II. Dünya Savaşı sırasında Malezya, Japonya tarafından işgal edildi. 1948'de Malezya Federasyonu hükümetine karşı gerillalar bir ayaklanma başlattılar. 1956'da yapılan İngiltere-Malezya konferansından sonra 1957'de Malezya'nın İngiliz Milletler Topluluğu içinde kalması şartı ile bağımsızlığı kabul edildi. 1961'de Malezya başbakanı Abdurrahman, Güneydoğu Asya'daki İngiliz kolonilerinin bir federasyon halinde birleşmesi fikrini ortaya attı. Bu federasyona Malezya, Singapur, Saravak, Sabah ve Brunei sultanlıkları katılacaktı. Çin, Endonezya ve Filipinler'in federasyon fikrini engellemeye çalışmalarına rağmen, İngiltere, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda ve Amerika Birleşik Devletleri'nin desteği ile 16 Eylül 1963'te yeni federasyon kuruldu. Federal devlete Brunei sultanlığı hariç adı geçen bütün devletler katıldı. Yeni federasyon Malezya ("Büyük Malezya") diye adlandırıldı. Ülke topraklarından büyük çıkarı olan İngiltere, Federasyon'un savunma görevini üstlendi. Fakat Çin ile barış isteyen akımların ülke içinde güçlenmesinin yanı sıra, Endonezya'nın gerillacıları fiilen destekleyen tutumu yüzünden federasyon güçlüklerle karşılaştı. Malaysia Federasyonu kurulurken Malezya federasyonu'nun anayasası bazı değişiklikler ile kabul edilmiştir. Singapur 1965 yılında federasyondan ayrılmıştır. Güneydoğu Asya ülkelerinden biri olan Malezya, kuzeyden Tayland, Güney Çin Denizi ve Brunei, doğudan Selebes Gölü, güneyden Endonezya, Singapur ve Malakka Boğazı, batıdan Hint Okyanusu'yla bitişik olan Andaman Denizi'yle çevrilidir. Akarsu bakımından oldukça zengindir. En önemli akarsuları Rejang, Kelantan, Sai Perak ve Sai Rompın ırmaklarıdır. Malezya toprakları iki büyük kara parçasıyla bunların arasındaki Güney Çin Denizi içinde yer alan adalardan meydana gelir. İki büyük kara parçası Batı Malezya ve Doğu Malezya'dır. Batı Malezya bir yarımada şeklindedir ve ince bir kara bağlantısıyla şimdiki adı Tayland olan Siyam'a bağlıdır. Doğu Malezya, büyük bir kısmı Endonezya hakimiyetinde olan Borneo adasının içindedir. Malezya topraklarının % 30'u tarım alanı, % 61'i ormandır. 2006 sayımlarına göre Malezya'nın nüfusu 26.640.000'dir.Bunların 5.440.000'i Doğu Malezya ve 21.200.000'i Batı Malezya'da yaşamaktadır. Malezya'da yıllık nüfus artış hızı % 2,4'dür.15 yaşın altındaki insan sayısı toplam halkın % 34'üdür. Halkın % 50,4'ü Malay, % 23,7'si Çinli, % 11'i yerli, % 7,1'i Hint ve % 7,8'i diğer etnik gruplardır. Malezya sahip olduğu etnik gruplar ve kültürler kadar din bakımından da bütün bir ülke değildir. Malezya'da en önemli din halkın yarıdan fazlasının inandığı Müslümanlık olmakla birlikte ikinci büyük din Budizm'dir. 2000 yılında yapılan sayıma göre; Malezya'da birinci sınıf vatandaş anlamına gelen Bumiputra'lar vergi ödemez, Üniversite'ye sınava girmeden alınır. Bumiputralar sadece Malaylar arasından çıkar. Malezya'nın iklimi ekvatoral iklimdir. Muson rüzgarlarının etkisiyle de özellikle Ocak ve Mayıs ayları arasındaki sürekli yağışlar, ülkenin nem miktarının % 80 civarına kadar yükselmesine neden olur. Yıllık yağış ortalaması bölgelere göre büyük farklılık gösterir. Genelde 2000–2540 mm olan bu oran, Sabah'da 1500–4500 mm, Saravak'da ise 300–400 mm arasında değişir. Günlük sıcaklık, alçak yerlerde "21 °C" ilâ "32 °C" arasında iken, yüksek bölgelerde daha düşüktür. Başlıca özellikleri sıcaklık, rutubet ve nem olan iklimi sebebiyle, ülkenin % 70'ini kaplayan tropikal ormanları vardır. Ormanlardaki mevcut 15.000 tür bitkinin 6000 türünü çeşitli ağaç cinsleri meydana getirir. Bu ağaçlardan bazıları 45 m yüksekliğe kadar büyüyebilir. Bambu gibi kerestesi makbul ağaçlar ve kauçuk ağaçları ve daha 800'ü aşkın tür orkide yetişir. Malezya Güneydoğu Asya ülkeleri içerisinde yıllık kalkınma oranı en fazla olan ülkelerden biridir. Malezya, ekonomik açıdan kendi kendine yeterlidir. Enflasyonu düşük, güçlü bir sermaye yatırımına sâhip ekonomisi, sürekli gelişme içerisindedir.İşşizlik oranı "% 7" civarındadır. Önceleri kauçuk ve kalay'a bağlı kalan ekonomisi, 1980 yılından sonra daha başka alanlara da sarkmıştır.Serbest dış alım ve hür teşebbüsün tesirindeki ekonomi 1980 yılında "% 8,5" luk artış hızı göstermiştir.Kişi başına düşen millî gelir 8617 dolardır. Yıllık millî hasılanın "% 18" ini imalatçılık , "% 23"’ünü tarım, "% 4"'ünü de madencilik teşkil eder. En önemli ürünleri kauçuk, hindistancevizi, pirinç, muz, patates, ananas, hurma, mısır, çay, tütün'dür. Orman ürünleri bakımından oldukça zengin olup, özellikle kerestesi çok makbuldür. Maden bakımından da zengin bir ülke olan Malezya, kalay üretiminde dünya birincisi olup, dünya kalay üretiminin % 70'ini karşılar. Diğer önemli madenleri demir, boksit, petrol, manganez, altın, tungsten ve titandır. Sanayide Güneydoğu Asya ülkeleri arasında ileri bir seviyededir. Başlıca ihracatı kalay, kauçuk, demir filizi, boksit, kereste, teneke kutu ve palmiye yağıdır.Dışarıdan makina, kimyevi maddeler, teknik araç ve gereçler almaktadır.Balıkçılık ve turizm önemli gelir kaynaklarıdır. Malezya sanayi bakımından gelişmiştir. Petrol arıtma tesislerinin yanı sıra otomobil, dayanıklı tüketim malları, tekstil ürünleri, çeşitli gıda maddeleri, çimento ve diğer inşaat malzemeleri, mobilya ve ağaç ürünleri, kâğıt ve kırtasiye malzemeleri, kimyasal maddeler, gübre, kauçuk, plastik eşya, toprak ve madeni eşya, mekanik araçlar, elektrik gereçleri, ilaç, palmiye yağı vs. üreten çok sayıda fabrika kurulmuştur. İmalat sanayisinin gayri safi yurtiçi hasıladaki payı % 27'dir. Çalışan nüfusun yaklaşık % 18'i sanayi sektöründe iş görmektedir. Malezya'da eğitim federal hükümetin Eğitim Bakanlığı tarafından yönetilir. Çoğu Malezyalı eğitime üç ilâ altı yaşları arasında anaokulunda başlar. Anaokulları genel olarak özel olarak çalıştırılsa da, devlet tarafından yönetilen okullar da mevcuttur. Malezya'da İlkokul yedi yaşında başlar ve altı senedir. Eğitim dili okullara göre değişmektedir. Malayca, Çince, Tamilce ve İngilizce eğitim veren okullar vardır. Genel olarak devlet tarafından yönetilen ve denetlenen olarak iki türlü ilk öğretim okulu mevcuttur. Ulusal okullar ("Sekolah Kebangsaan") Malayca ağırlıklı olarak eğitim verirken, Ulusal-tip okullar ("Sekolah Jenis Kebangsaan") Çince ve Tamilce ağırlıklı eğitim vermektedir. Ortaokula başlamadan önce, 6.sınıfta, öğrenciler "Ujian Pencapaian Sekolah Rendah" (UPSR) veya "İlköğretim Takdir Sınavı" adı verilen sınava girerler. Ayrıca önceleri "Penilaian Tahap Satu (PTS - İlk seviye takdir) sınavı verilen başka bir sınavda yapılmaktaydı. Bu sınavla başarılı öğrenciler anlaşılması ve 4. sınıf atlanarak 3. sınıftan 5. sınıfa atlamaları sağlanmaktaydı. Bu sınav 2001 yılında kaldırıldı. Ortaokul Toplam 5 sene olup, özel okulda okumak isteyen öğrenciler ilkokul sonrası yapılan ("UPSR") sınavı sonuçlarına göre çeşitli özel liselere kayıt yapabilmektedirler. Devlet liselerine kayıt yapmak için sınava girmeye gerek yoktur. Bu okullardaki başlıca diller Malayca, Çince, Tamilce ve İngilizce'dir. Lise 4'ten Lise 5'e geçmek için "PMR" sınavı vardır. Üniversite harç parası ve üniversitedeki bütün masraflar projeden sorumlu hoca tarafından karşılanır. Eğitim süresi lisans için üç ilâ sekiz sene, mastır için iki ilâ üç sene ve Doktora için üç veya daha fazla senedir. Eğitim dili Mühendisliklerde % 80 İngilizce, % 20 Malayca, Sosyal Bilimlerde % 50 İngilizce, % 50 Malayca. Mastır ve doktora eğitiminin tamamı İngilizce yapılmaktadır. Malezya'daki yabancı öğrencilerin çoğunlugunu Arap ülkelerinden gelenler oluşturur. Öğrenciler genellikle yaşlı ve eğitim seviyeleri düşüktür. Arap ögrencilerin çoğunluğunu Sudan ve Libyalılar oluşturur. Sudanlıların büyük bir kısmı Malezya'dan burslu, yani üniversitedeki projelerde çalışır. Türkiye için şu anda danışmanlık adı altında birçok sahte ve yetersiz siteye rastlanmaktadır. Malezya'da öğrenim görmek isteyen öğrencilerin, danışmanlık şirketlerinin yetki belgelerini istemesi ve dikkatli olmaları tavsiye edilir. Malezya krallıkla yönetilen ve çok partili demokratik sisteme dayalı bir konfederasyondur. Konfederasyonu oluşturan federal eyaletler de krallıkla yönetilir. Batı Malezya'da bulunan eyaletlerin krallarından biri dört yıllığına genel kral, yani ""yüce başkan"" seçilir. Ülke 31 Ağustos 1957'de yürürlüğe konan anayasayla yönetilmektedir. İki meclisli bir parlamenter sistem uygulanmaktadır. Birinci meclis 69, ikinci meclis 180 üyeden oluşur. Bu meclislerin üyeleri serbest genel seçimlerle belirlenir. Malezya Birleşmiş Milletler, D-8, İslâm Konferansı Örgütü, Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği, İngiliz Milletler Topluluğu ve Uluslararası Para Fonu gibi birçok uluslararası örgüte üyedir.
Malezya'da ulaşım gelişmiştir.Ülkede 64672 km Karayoluna karşılık 1801 km Demiryolu vardır.Su yolları da ülkede önemli yer tutar.7,296 km su yolu vardır.115 Havaalanına karşılık 1 Helikopter alanı vardır.Başlıca Limanları:Bintulu, Kota Kinabalu, Kuantan, Kuching, Kudat'dır. Malezya'nın hayatında su yolları önemli bir yer alır. Halkın çoğu, su yollarına veya deniz kıyısına yakın yerlerde oturur.Bazı yerler sık ormanlarla kaplıdır. Bu bölgelerde ilerlemek çok zordur.Bu sebeple su yolları, en kullanışlı ve en pratik ulaşım şeklidir. Maldivler Maldivler, resmî adıyla Maldiv Cumhuriyeti, Hint Okyanusu'nda 1.200 adadan oluşan bir devlettir. Hindistan'ın güneyinde ve Sri Lanka'nın yaklaşık 750 kilometre (435 mil) güneybatısında yer alır. Küresel iklim değişiklikleri yüzünden yüzyıl içerisinde sular altında kalacağı öngörülmektedir. 1.200 adanın 281'inde insan yaşamaktadır. 1.000 civarında ada hâlen boştur. Yerleşim bulunan 281 adadan 195'inde Maldivliler, 86 ada ise "otel ada" şeklinde kullanılmaktadır. Maldiv halkının % 97'si Müslüman olup devlet "başkanlık" tipi cumhuriyet ile yönetilmektedir. Adalarda yerleşim binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Daha önce Budist olan ada halkı, Arap tüccar Abul Barakhat Al-Bar Bari'nin tebliğiyle Müslümanlığı seçmiştir. Sırasıyla, Portekiz ve Hollandalıların saldırılarıyla ve kısa süreli hakimiyetleriyle boğuşan Maldivliler, 75 sene İngilizler'in hakimiyetine boyun eğmek zorunda kalmış, 1965 yılında İngiltere'den bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Daha sonra 3 sene Kral Muhammad Fareed saltanatı devam etmiştir. 11 Kasım 1968'de Monarşi kaldırılmış ve İbrahim Nasir başkanlığı idaresinde Cumhuriyete geçilmiştir. Cumhuriyet idaresine geçiş sembolik olmaktan öteye gitmemiş olsa da, 1970'lerin başlarından itibaren turizm adalarda gelişmeye başlamıştır. 1968'den bu yana Devlet Başkanı olan Maumoon Abdul Gayyoom, Ekim 2008'de yapılan seçimlerle iktidarını genç lider Mohamed Nasheed'e bırakmıştır. Batılı Devletlerin "diktatör"lükle suçladığı Maumoon Abdul Gayyoom, seçimlerle iktidarını muhalifine devreden ender "diktatörler" arasına adını yazdırmıştır. Turizm ve balıkçılık, Maldiv ekonomisinin iki temel bileşenidir. Gemicilik, bankacılık ve taşımacılık da hatırı sayılır bir hızla büyümektedir. Dünyanın tüm büyük kara parçalarına uzak bu adalar ülkesinde hemen her şey İthalat yoluyla sağlandığından, yerel halk büyük bir sıkıntı çekmektedir. Maldiv parası birimi Rufiyaa'dır. Maldiv ekonomisi yüzyıllardır bütünüyle balıkçılık ve diğer deniz ürünleri üzerine kuruludur. Balıkçılık ülke halkının ana mesleğidir ve balıkçılık sektörünün gelişmesine yönelik çalışmalar hükümetin özellikle öncelik verdiği bir iştir. 1974 yılında geleneksel balıkçılığı makineleştiren "Dhoni" isimli balıkçı botu, balıkçılığın ve daha genel anlamda ülke ekonomisinin gelişmesinde önemli bir kilometretaşı olmuştur. 1977 yılında Felivaru adasında bir Japon firmasının iş birliği ile balık konserve fabrikası kurulmuştur. Turizm sektörünün gelişmesi, ülkede geleneksel hasır dokuma, ahşap işleri, el işleri, halat yapımı gibi ev endüstri ürünlerinin gelişmesine de hız kazandırmıştır. Matbaacılık, PVC boru yapımı, tuğla yapımı, deniz motoru tamiri, giyim eşyası üretimi ve içme suyu şişeleme gibi sektörler de son zamanlarda gelişmektedir. Mahkeme başkent Male'dedir. Islam ve eski sömürge İngilitere'nin yasalardan oluşan bir anayasa uygulanmaktadır. Maldivlerin kültürü komşu olan yakın Srilanka ve Hindistan kültürleri benzer. Bunun nedeni zamanında adalara göç eden insanlar Srilanka'dan gelmektedir. Dünyanın tüm büyük kara parçalarına uzak bu ülkenin gelişimi çok dinamik değildir. Bu nedenle son 1980'lere kadar fazla değişikler olmamıştır. Genel tropik ülkeler gibi çok eğlenceli bir kültür yoktur. Fakat genel halk daha sakin ve yavaş bir hayat düzeni sever. Turizmin gelişmesi, ülkenin ekonomisinin de büyümesini sağlamıştır. Doğrudan ve dolaylı olarak istihdam ve gelir artışı sağlamıştır. Günümüzde turizm ülkenin en büyük döviz kaynağı haline gelmiştir ve ülke ekonomisinin %20'sini oluşturmaktadır. 84 turistik tesisi ile 2000 yılında 467,154 turisti ağırlamıştır. Maldiv Adaları 2008 yılında 683.012 turisti ağırlamıştır. En fazla turistin geldiği ülkeler: İngiltere, İtalya, Almanya, Rusya ve Fransa'dır. Maldivler'de resortlar adalar üzerine kurulmuştur ve her resort genelde adanın adıyla anılmaktadır. Resortlardan en ünlüleri: One and Only Reethi Rah Resort, Huvafen Fushi Resort, Naladhu Resort, W Retreat Resort, Banyan Tree Resort, The Beach House at Manafaru Resort,Ayada Resort ve Sheraton Resort'tur. Resortlarda iki ayrı oda kategorisi bulunmaktadır: Beach Bungalow (Sahil Villa) ve Water Bungalow(Suüstü Villa). Water Bungalowlar, denizin üstüne çakılan kazıklar üzerine inşa edilmiştir. Birçok resortta "no news-no shoes" uygulaması vardır. (haber okumak yok, ayakkabı yok !) Tesislerin çoğunda "buttler" (bir çeşit uşak, sadece size hizmet eden görevli) bulunur. Ayrıca, birçok resorta 12 yaş altı çocuk kabul edilmemektedir. (The Beach House, W Retreat, Baros Island Resort gibi). Water Bungalowlar 12 yaş altı çocuklar için güvenlik gerekçesiyle yine yasaktır. Malta Malta ya da resmî adıyla Malta Cumhuriyeti (), Güney Avrupa'da, Orta Akdeniz'de yer alan, Sicilya'nın güneyindeki adalar devleti. Malta takımadaları 3 büyük, 2 küçük adadan oluşur. Büyükleri: Malta, Gozo ve Comino. Takımadalar arasında en büyüğü olan Malta 237 km², Gozo 68 km² ve Comino 2 km² yüzölçümüne sahiptir. Malta'da ilk yaşayan insan belirtileri 1. Neolitik Döneme dayanmaktadır. Yeni Taş Devri insanlarının varoluş kanıtlarına Malta'nın güneyinde, Birzebbuga'nın yakınındaki Ghar Dalam mağarasında rastlanmaktadır. Arkeologlar bu bölgede önceki dönemlerden kalma geyik, hipopotam ve bodur fillerin kalıntılarını da keşfetmişlerdir. Bu kalıntılar, Malta'nın günümüz Avrupa ve Afrika kıtalarına bağlı olduğu dönemlere aittir. Takip eden koloniler, büyük ihtimalle Sicilya'dan geldikleri tahmin edilen, tapınak inşa eden ırklar (topluluklar) getirmişlerdir. O dönem yaşamış olan Maltalılar, binlerce yıldan sonra bile bugün hala ayakta kalabilmeyi başarmış, hayat tarzları ve medeniyet düzeyleri hakkında bizleri hayrete düşüren yapılar bırakmışlardır. Araştırmacılar Ggantija'da (Gozo) bulunan tapınakların yeryüzünün en eski, tek başına ayakta durabilen abideleri olarak nitelendirmektedirler. Restorasyon çalışmaları nedeniyle geçici olarak kapalı olan Paola'daki Hypogeum, tarih öncesi dönem mühendisliğinin olağanüstü başarısının bir göstergesi olarak, kayalardan oyulmuş odalar ve labirent geçişleriyle türünün tek yeraltı tapınağıdır. Diğer tapınaklar Mnajdra, Hagar Qim, Tarxien görülmeye değer pek çok yer gibi Malta'nın "Kutsal Ada" oluşu teorisini doğrulamaktadır. MÖ 800 ile MS 870 yılları arasında Malta, adadaki varlıklarına dair belirgin izler bırakan ve art arda gelen medeniyetlerin beşiği olmuştur. MÖ 8. yüzyılda Fenikelilerin adaya gelmesi tarih öncesi çağların sona ermesi ve Malta'nın tarih sayfalarına girmesinin müjdecisi olmuştur. Yeni hükümdarlarının ticari becerileri sayesinde Akdeniz komşularıyla artan ilişkiler ve ticaretin getirdiği yararlarla Malta Adaları'nın yalnızlığı da sona ermiştir. Fenikelilerin bölgedeki hakimiyeti MÖ 5. yüzyılda yavaş yavaş sönmeye başlamış ve yerini onları takip eden Kartacalılara bırakmıştır. Kartacalılar MÖ 480 dolaylarında Malta'yı devralmış ve yaklaşık iki yüzyıl hakimiyetlerini sürdürmüşlerdir. MÖ 218 yılında Malta Adaları, bölgeye baştan başa yayılarak büyük bir imparatorluk olan Romalıların bir parçası olmuştur. Romalılar döneminde meydana gelen en önemli olay ise hiç şüphesiz MS 60'daki St.Paul gemi kazası ve akabinde de yerel nüfusun yeni bir din olan Hristiyanlığa geçmesidir. MS 4. yüzyılın sonlarına doğru Malta Doğu Roma İmparatorluğu'nun hakimiyetine geçmiştir. Arap hakimiyetinin 1090 yılında Normanların istilası ve adayı fethetmesiyle sona ermesine rağmen etkileri 13. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir. "Norman" dönemi nispeten kısa sürmüştür ve bu dönemden sonra Malta art arda gelen hükümdarlar dönemine girmiştir. Neolitik dönemden yüzlerce yıl sonra 1530 yılında adaya gelen St.John'un emrindeki şövalyeler beraberlerinde bambaşka, zengin bir kültür getirdiler. St. John şövalyelerinin tarihi, 11. yüzyılın ortalarında başlar. Şövalyelerin gerçek görevi, savunma yapmak, Hristiyan hacılara kutsal topraklara kadar refakat etmek ve zor durumda olan insanlara yardımda bulunmaktı. Fakat daha sonraları amaçları değişti. Hristiyan olmayanlara saldırmak en büyük görevleri haline geldi. Şövalyeler Hristiyanlık dininin askerleri durumuna geldiler. Kutsal topraklardaki bütün kaleleri, büyük arazileri, her şeyi ele geçirdiler ve bir donanma kurdular. 1291'de Müslümanların gelişiyle, şövalyelerin durumu değişti.Rodos'u geri alarak Türklere karşı iki yüzyıl mücadele ettiler ama 1522'de Kanuni Sultan Süleyman Rodos'u ele geçirerek, şövalyeleri adanın dışına sürdü. Yeni bir vatana ihtiyaç duyan şövalyeler 1530'da imparator V.Charles'in verdiği imtiyazlarla Malta'ya yerleştiler. Gelir gelmez ticareti ve sosyal ilişkileri geliştirmeye başladılar, yeni hastaneler yaptılar, en önemlisi de adada güçlü bir kalkınma hareketi başlattılar. Fakat Kanuni Sultan Süleyman, Avrupa'nın geçiş yolları üzerinde bulunan Malta'yı da imparatorluk sınırlarına katmak istiyordu. 1565'te güçlü bir donanma ile Malta'ya geldi ve kuşatma başlattı. Kuşatma 4 ay kadar sürdü. Sonunda Sicilya'dan gelen yardımla şövalyeler galip geldiler. Şövalyeler bu savunmayla Güney Avrupa'nın ve Hristiyanlık aleminin güvenini kazandılar. Türklere karşı kazanılan bu zaferden sonra, Malta ve Gozo'yu büyük bir şevkle geliştirmeye başladılar. Adalar, bu dönemde mimarlık, sanat ve kültür açısından altın devrini yaşadı. Malta'daki pek çok görkemli yapı bu dönemin eserlerindendir.Valletta şehri, ismini şövalyelerin büyük ustası Jean Parisot De La Vallette'den almıştır. Valletta en erken dönem raylı sistemin kullanıldığı şehirlerden biridir. Malta'
daki Fransız hakimiyeti kısa ve inişli çıkışlı olmuştur.1798'de adaya gelen Napolyon ve kuvvetleri adalılar tarafından başta iyi karşılanmışlardı. Buna rağmen St. John şövalyeleri tarafından,Fransa'dan gelen devrimci fikirler nedeniyle hiç sevilmediler. Yeni hakimlerin getirdiği radikal değişiklikler hala kilise ve soylular tarafından yönetilen ve her iki kuruma da sadık yerlilerin gözüne fazla göründü. İlkokulların kurulması ve bunun gibi olumlu yasalar bunu kiliseye karşı bir hareket olarak nitelendiren halkta dengesizlikler yarattı. Eylül 1800'de Malta'nın özgürlüğüne kavuşmasına yardımcı olmaya gelen Britanya kuvvetlerinin kuşatmasına kadar Fransızlar gelişlerinden 3 ay sonra ayaklanan halk tarafından Valletta ve Three Cities'in gerilerine sürülmüş ve orada kalmışlardır. Böylece Britanya filosu Grand Harbour'a girmiş ve 1,5 yüzyıl oradan ayrılmamıştır. Britanya hakimiyetinin Malta tarihinde önemi büyüktür. Fransızların kovulması için Maltalılara yardım eden İngilizler kendilerini adanın hakimi olarak buldular fakat başta toprakları ellerinde tutup tutmamakta tereddütlüydüler. 1802'de yapılan bir anlaşmayla Malta'nın St. John düzenine geri dönmesine karar verilmiş ancak halk eski hükümdarlarına geri dönme taraftarı olmamış ve İngiliz himayesi altında kalmak istemiştir. 1814'te imzalanan Paris Anlaşması'yla İngiliz İmparatorluğu'na katılan Malta, İngiltere için Doğu'ya bir atlama taşı olarak stratejik önemini korumuştur. 21 Eylül 1964 yılında bağımsızlığını ilan eden Malta'da İngiliz kuvvetleri 31 Mart 1979 tarihine kadar varlıklarını korumuşlardır. Malta, 1964'te bağımsızlığını kazanmasının ardından Milliyetçi Parti yönetimine geçmiş, aynı yıl İngiliz'lerle yapılan bir anlaşmayla,İngiltere'nin askerlerini beş yıl içinde geri çekmesi kararlaştırılmış, 1965'te de Avrupa Konseyi'ne üye olmuştur. 1971 seçimlerinde İşçi Partisi iktidara gelmiş ve hükümeti İngiliz egemenliğine karşı mücadele eden Dominic Mintoff kurmuştur. Yeni hükümet dış politikada köklü değişikliklere gitmiş, Amerikan savaş gemilerinin Malta'ya uğraması yasaklanmış, Libya ile iyi ilişkiler kurulurken, Sovyetler Birliği ve Çin'e yaklaşılmış, bu durum NATO'nun yapmayı vadettiği yardımın üçte ikisini, İngiltere'nin de geri kalanını ödemesini sağlamıştır. İç politikada 18 yaşındaki gençlere oy hakkı verilmiş, eşit işe eşit ücret ilkesi benimsenmiş ve 1974'te İngiltere adına bir vali tarafından yönetilen Malta'da cumhuriyet ilan edilmiş devlet başkanlığına Antony Joseph Mamo seçilmiştir. 1976 seçimlerinde devlet başkanlığına Anton Buttigie getirilmiş, genel seçimlerde İşçi Partisi iktidarını korumuştur. Başbakanlık görevini sürdüren Dominic (Dom) Mintoff, Arap ülkelerine daha yakın bir politika izleyerek, Avrupa ile Arap ülkeleri arasında bir köprü olmaya çalışmış, Arap ülkelerinden Libya ve Cezayir, Batı ülkelerinden İtalya ve Fransa'nın Malta'nın tarafsızlığını garanti etmelerini sağlamak istemiştir. 1979'da, İngiliz askeri üsleri boşaltılmış, NATO'dan alınmış borçların ödenebilmesi için Fransa ve Çin Halk Cumhuriyeti'ne başvurulmuş ve Çin HC'den alınan yardım giderek artmıştır. 1980'de Libyalı danışmanlar ülkeden sınır dışı edilmiş, ardından, İtalya ile Malta'nın tarafsızlığını gerekirse askerle korumayı güvenceye alan bir savunma antlaşması imzalanmıştır. 1981'de de eski NATO sarnıçlarından Sovyetler Birliği'ne yararlanma hakkı verilmiştir. Aynı yıl yapılan seçimlerde İşçi Partisi, Milliyetçi Parti'den daha az oy almasına karşın, seçim sisteminin sonucu iktidarını sürdürmüş, ancak 1987 Mayıs'ında yapılan seçimleri kazanan Milliyetçi Parti 14 yıllık İşçi Partisi iktidarına son vermiştir. 1 Mayıs 2004'te Avrupa Birliği'ne üye, 1 Ocak 2008'den itibaren de Avro Alanı'na dahil olmuştur. Malta'da hiç dağ ya da akarsu bulunmamaktadır ve adanın karakteristik özelliğini teraslanmış alanları ve bir dizi alçak tepeleri teşkil eder. 137 kilometre uzunluğundaki kıyılarında ise güzel kumsallara sahip pek çok koyları ve limanları vardır. Malta Adaları, yumuşak geçen kışları ve sıcak yaz sezonuyla sağlıklı bir iklime sahiptir. Soğuk rüzgarlar, kar, don ve sis Malta'da bilinmeyen terimlerdir. Nisandan sonra seyrek olmakla birlikte yazın neredeyse hiç rastlanmayan yağışlar en çok Eylül ile Nisan ayları arasında görülür. Sıcaklık kış aylarında (Kasım - Nisan) ortalama 14.3 °C, yaz aylarında (Mayıs- Ekim) ise ortalama olarak 32.6 °C civarındadır. Malta adaları, sıcak yaz günleri ve gecelerinde denizden esen serin meltemlerle, Temmuz ayı ortalarından Eylül ayı ortalarına kadar devam eden sıcaklığın yüksek olduğu dönemlerde bile, nadiren aşırı sıcaklara maruz kalır. Tarlaların çoğunluğu küçük ve az eğimlidir. Fakat yağış eksikliği ve ters arazi koşullarına rağmen tarım gelişmiştir. Malta ekonomi olarak sıkıntı çekmeyen bir ülkedir. Ülkede evsiz bulunmamaktadır. Nüfusun yoğun olmaması sebebiyle halkın refah düzeyi normaldir. Ülkenin gelirlerinin yaklaşık %97 sini turizm oluşturmaktadır. Özellikle dil okullarının bunda etkisi vardır. Ülkede 50 den fazla dil okulu bulunmaktadır. Gelirlerin geri kalan kısmı ise ufak çaplı ihracattır. İngiltere, Çin Halk Cumhuriyeti, Libya ve Suudî Arabistan ile ekonomik açıdan iyi ilişkiler içerisindedir. Mozambik Mozambik ya da resmî adıyla Mozambik Cumhuriyeti, Afrika kıtasının güneydoğu bölümünde yer alan bir ülke. Ülkenin doğu sınırının tamamını Mozambik Kanalı'nın da yer aldığı Hint Okyanusu oluşturmaktadır. Mozambik kuzeyde Tanzanya, Malavi, kuzeybatıda Zambiya, batıda Zimbabve, güneybatıda ise Güney Afrika Cumhuriyeti ve Svaziland ile komşu konumundadır. Ülkenin başkenti Maputo'dur. Ülke isminin günümüzde de Mozambik'e bağlı olan Mozambik Adası'na ilk gelen ve daha sonra yöneticisi olan ve buraya adını veren Arap şeyhi Musa Ben Mbiki'den geldiği düşünülmektedir. 1498 yılında bu adaya ayak basan ilk Avrupalılar'dan biri Vasco da Gama olmuş ve Musa Ben Mbiki ile de bir görüşme gerçekleştirmiştir. Buradan yola çıkarak ilerleyen dönemlerde Afrika anakarasında yer alan bölge için Mozambik adı kullanılmaya başlanmış, adanın adı da "Ilha de Moçambique" (Mozambik Adası) olarak değiştirilmiştir. Ülkenin sahip olduğu 4.571 km sınırın 1.569 km'si Malavi, 491 km'si Güney Afrika Cumhuriyeti, 105 km'si Svaziland, 756 km'si Tanzanya, 419 km'si Zambiya ve 1.231 km'si Zimbabve ile oluşmaktadır. Mozambik sahip olduğu 799,380 km² ile dünyada en büyük 36. ülke konumunda olup, bu alanların %2,2'sini sulak alanlar oluşturmaktadır. Mozambik'in 2.800 km'lik kıyı şeridinde düz ovalar yer almaktadır. Bu düz ve alçak ovalar ülkenin güney bölgelerini neredeyse tamamen kaplamaktadır. Kıyılardan uzaklaşıp iç kesimlere doğru ilerledikçe kademeli olarak artan ve 1000 m'yi bulan yükseltiler ve yükseltilerde yer alan ovalar gözlemlenebilmektedir. Ülkenin en yüksek noktasını Zimbabve sınırına yakın bir konumda bulunan 2.436 m ile Binga Dağı oluşturmaktadır. Ülke genelinde yer alan akarsuların birçoğu yüksek noktalardan doğuya doğru ilerleyerek Mozambik Kanalı'na akmaktadır. Ülkenin en büyük nehrini ülke içerisinden geçtiği 2.574 km ile Zambezi nehri oluşturmaktadır. Mozambik'in batısında yer alan ve dünya üzerinde vadi üzerine kurulu en büyük barajlardan biri konumunda olan Cahora-Bassa Barajı ile Zambezi nehrinin suları biriktirilmektedir. Ayrıca Tanzanya ile sınırı oluşturan Rovuma Nehri, Save Nehri ve Limpopo Nehri ülkenin diğer büyük akarsularını oluşturmaktadır. Malavi Gölü'nün dörtte bir alanı da Mozambik egemenliği altında yer almakta olup, bu alan içerisinde Malavi'ye ait olan iki ada (Likoma ve Chizumulu) bulunmaktadır. Mozambik topraklarının %18'i ormanlık ve çalılık alanlardan oluşurken, %4'ü tarımsal alan olarak kullanılmakta, %55'i de çayır ve meralardan meydana gelmektedir. Ülke genel olarak nemli ve kurak mevsimlerin hakim olduğu savan iklimi etkisi altında yer almaktadır. Yıllık yağışların %80'i Kasım-Nisan dönemlerinde gerçekleşen yağmur sezonunda yağmaktadır. Ülke genelinde de yıllık yağış ortalamaları bölgeye göre 700 mm ile 1500 mm arasında değişkenlik göstermektedir. Yağmur dönemlerinde sıcaklıklar tropikal boğucu sıcaklık etkisi altındayken, kurak dönemlerde özellikle geceleri daha soğuk dereceler ölçülmektedir. Yıllık sıcaklık ortalaması gündüz 25 °C - 30 °C arasındayken, ki iç bölgelerde bu değerler 35 °C kadar çıkabilmektedir, gece sıcaklığı ortalaması 15 °C ile 25 °C arasındadır. Son olarak 2007/2008 döneminde gözlemlendiği gibi belli dönemlerde gerçekleşen aşırı yağışlar ölümlere sebep olabilmekte ve tarımsal ürünlere zarar verebilmektedir. Ülkenin kalkınmasına ve gelişmesine engel olarak görülen kuraklık ülkenin her üç ya da dört yılda bir karşılaştığı bir durumdur. Ülke genelinde hakim olan bitki örtüsü kurak çayırlar ve birkaç kurak ormanlık alanlardır. Savana bölgesinde yer alan ağaçlar yer yer yapraklarını kurak dönemde dökerken, yağmur dönemi boyunca yeniden yeşermektedirler. Baobab ağaçları çok sık olarak görülmektedir. Kuraklık döneminde kurumuş ve kahverengi bir görünüme sahip olan çimenler, yağmur dönemlerinde yeşererek iki metre yüksekliğe ulaşabilmektedir. Ülke nüfusunun 2016 tahmini verilere göre 25,930,150 olarak ifade edildiği Mozambik'te, toplam nüfusun büyük bir oranı Bantu etnik grubuna mensuptur. Mozambik genç bir nüfusa sahip olup, 2013 tahmini verilerine göre %66,43'ü 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,9'u 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %44.92 (erkek 5,856,623/kadın 5,791,519) 15-24 yaş: %21.51 (erkek 2,741,474/kadın 2,835,474) 25-54 yaş: %27.24 (erkek 3,301,883/kadın 3,762,626) 55-64 yaş: %3.42 (erkek 425,312/kadın 462,125) 65 yaş ve üzeri: %2.9 (erkek 345,408/kadın 407,706) Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %32,2 olan ülkede nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %2,45 düzeyindedir. Bantu etnik grubun çoğunluğu oluşturduğu ülkede, bu grup içerisindeki en büyük etnik grubu %40 ile Makua etnik grubu almaktadır. Makua halkından sonra en etkin etnik grup Tsongo grubudur. Malavi'de de yaşayan Yao etnik grubu %12'lik bir nüfusa sahip olup, ü
lkenin özellikle kuzeydoğusunda yaşayan Makonde etnik grubu ise nüfusun %11'ini oluşturmaktadırlar. Ülkede yerel etnik grupların dışında çoğunluğunu Portekizlilerin oluşturduğu Avrupalılar ile birlikte Çinliler ve Hintler de yaşamaktadır. Ülkenin resmî dili Portekizce dir. Portekizce'nin yanı sıra ülkede 40 farklı dil/lehçe konuşulmaktadır. Yerel dillerin hepsi Bantu dilleri arasında yer almaktadır. 2007 yılında gerçekleştirilen nüfus sayımında, nüfusun sadece %12'sinin Portekizce'yi anadili olarak kullandığı tespit edilmiştir. Her ne kadar Mozambikliler'in yarısı Portekizce'yi ikinci bir dil olarak konuşsa da, ilk dil olarak kendi yerel dillerin tercih edildiği görülmüştür. Mozambik nüfusunun büyük bir bölümü birçok yerel dili aynı anda konuşabilmektedir. Ülke nüfusunun yarısından fazlası hristiyan inancını benimsemektedir. Bu dine inanan nüfusun %28'inden fazlası da katolik mezhebine göre yaşamını sürdürmektedir. İslamiyet'e inanan ve bu inanca göre yaşayan müslümanların oranı %18 düzeyindedir. UNICEF verilerine göre ülkede 1,5 milyon yetim bulunmaktadır. Bu yetimlerin 470.000'i AIDS nedeniyle yetim kalanları kapsamaktadır. Ülkede fakirlik nedeniyle çocuk işçiliği sık gözlenen bir durumdadır. Ailelerin birçoğu çocuklarından gelecek olan paraya göre yaşamlarını sürdürmektedir. Mozambik'te 5 yaşın altındaki çocukların sadece %6'sının doğum belgesi bulunmaktadır. Doğum belgesi olmadan elde edilemeyen devlet korumasından yoksun olan çocuklar zorla evlilik, taciz, çocuk işçisi ya da silahlı kuvvetlerde kullanım gibi sorunlarla karşılaşmaktadır. Ülkedeki çocuk nüfusunun %32'si tarlada ya da pazarda çalışmakta, ayakkabı boyacılığı ya da dilencilik yapmaktadır. Çocukların yanında yaşlı nüfusun da yaşama şartları sınırda yer almakta olup, devletten alınan emekli maaşı 5 dolar düzeyindedir. Ülke nüfusunun neredeyse yarısına yakın kısmı okuma ve yazma bilmemektedir. 1992 yılında sona eren iç savaşın ardından ilköğretimde eğitim hizmetini daha sağlıklı verebilmek adına adımlar atmıştır. Güncel olarak çocukların %80'i beş yıllık ilkokul eğitimini almak için okullara gitmektedir. Çocukların sadece %30'u 6. ve 7. sınıfları ziyaret edebilmektedir. Sınıflarda öğrenci mevcudiyeti çok yüksek olup, sınıf ortalaması 74 olarak ifade edilmektedir. Her ne kadar eğitim şartlarını düzeltmeye ve geliştirmeye dair adımlar atılmaya çalışılsa da, mevcutta olan az sayıdaki derslik, mobilya, kitap-defter gibi nedenlerle ilerleme istenilen düzeyde sağlanamamaktadır. Ülkede hizmet veren devlet üniversiteleri ise şu şekildedir: AIDS ülkenin en büyük sorunlarından birini teşkil etmektedir. Mozambik'te 2012 verilerine göre resmi olarak yetişkin nüfusun %11,1'i bu virüsü taşımaktadır. Ülke genelinde gıda ve tıbbi ihtiyaç sıkıntısı yaşanmakta olup, temel sağlık hizmetlerine erişim sağlayabilen nüfusun oranı düşüktür. Her iki kişiden birinin temiz suya ulaşamadığı Mozambik'te, doğumların sadece %48 tıbbi olarak desteklenebilmektedir. 2013 tahmini verilerine göre ülke genelinde ortalama yaşam 52.29 düzeyinde gözlemlenmekte olup, bu oran erkeklerde 51.54 , kadınlarda ise 53.06 seviyesindedir. Avrupalıların gerçekleştirdiği keşif yolculuklarından önce Afrika'nın bu kıyı bölgelerinde Arap tüccarlar bulunmaktaydı. Bu tüccarlar Afrika, Arap yarımadası ve Hindistan arasında altın, fildişi ve Afrikalı köle ticaretini yapmaktaydılar. İlk Avrupalı olarak Portekiz kralının emri ile Arabistan ile Doğu Afrika arasındaki güzergahı hakkında bilgi edinilmesi istenen Pedro da Covilhao bu bölgeye ayak basmıştır. Pedro da Covilhao'nun 1497 yılında Sofala'ya ayak basmasından tam bir yıl sonra, 1498 yılında, Vasco da Gama, Hindistan seferi esnasında Mozambik'e uğramıştır. Aynı zamanda şehir de olan ve ülkenin sömürge bölgesi olmasından sonra da 1898 yılına kadar Mozambik'in başkenti olan Mozambik Adası'nda dönemin şeyhi olan ve ülkeye daha sonraları da ismini veren Musa Ben Mbiki ile de görüşme gerçekleştirmiştir. Bu yıldan sonra buraya olan ilgisi artan Portekizliler altın bulma umudu ile de Zambezi nehri boyunca ilerleyerek iç kesimlere girmişler ve buraları hakimiyeti altına almışlardır. 20. yüzyılın ortalarına kadar buradaki hakimiyetini sürdüren Portekiz, Mozambik'in koloni olarak ilanından sonra burada yerleşik halkı zorla çalıştırmış, köle olarak satmış ve kötü muameleye maruz bırakmıştır. 1890 yılına iki sömürgesi olan Angola ve Mozambik'i birleştirme girişimleri Birleşik Krallık'ın baskısı sonucu gerçekleşmeyen Portekiz, bu tarihten sonra "Birleşik Güney Afrika Koloni İmparatorluğu" hayalinden vazgeçmek durumunda kalmıştır. Bu tarihten sonra bu bölgede Britanya'nın hakimiyeti artmaya başlamış, Almanya ve Birleşik Krallık buradaki Portekiz hakimiyetine karşı birleşerek Angola Antlaşması'nı imzalamışlardır. Bu anlaşmaya göre her iki ülke Portekiz'in olası bir maddi kaynak talebinde bu talebi ortaklaşa karşılamayı kararlaştırmış, Portekiz'in de olası talebi ilerleyen dönemlerde geri ödeyememesi durumunda da güvence olarak talep edilecek olan Portekiz bölgelerinin kendi aralarında paylaşımını öngörmüşlerdir. Bu anlaşma her ne kadar 30 Ağustos 1898 yılında imzalanmış olsa da, Britanya'nın 1899 yılında Portekiz ile daha önceden imzaladığı ve her iki ülkenin de karşılıklı olarak sömürge topraklarına saygı göstermesini içeren ve Britanya'ya Portekiz Denizaşırı topraklarını savunmasına karşılık Britanya'ya Portekiz'in Afrika'da bulunan sömürge topraklarında izinsiz dolaşım hakkın veren Windsor Antlaşması'nı uzatması ile gerçeğe dönüşmemiştir. İlerleyen yıllarda Angola antlaşmasının yürürlüğe girmesi adına özellikle Britanya tarafından adımlar atılmaya çalışılmışsa da, I.Dünya Savaşı'nın başlaması ile bu antlaşma bir daha açılmamak üzere kapatılmıştır. Savaşın sürdüğü dönemde Güney Afrika Cumhuriyeti (1914-1915) Mozambik'i fethetme hedefini açıklamış, 1917 yılından itibaren de Alman birlikleri Alman Doğu Afrikası (günümüzde Tanzanya) koloni ülkesinden ilerleyerek Mozambik'in kuzey bölgelerinin büyük çoğunluğunu elde etmiştir. Portekiz Doğu Afrikası (günümüzde Mozambik) yaşanan bu gelişmelerin ardından savaşın sona ermesi ile birlikte imzalanan Versay Barış Antlaşması ile Almanların sömürgeleri için oluşturduğu ileri karakolun yer aldığı Kionga Üçgeni'ni tazminat olarak elde etmiştir. 1962 yılında FRELIMO'nun kurulması ile birlikte özgürlük talepleri de dile getirilmeye başlanmıştır. Portekiz'in sömürge ülkesine daha da sıkı bağlandığında, FRELIMO da aynı oranda karşı savunmaya geçmiştir. 1964 yılında silahlı mücadeleye geçilmesi ile birlikte şiddet olaylarında da artış yaşanmaya başlanmıştır. Bu mücadele özellikle kuzey kesimlerde kısa sürede başarıya ulaşsa da, tüm ülkenin bağımsızlığa kavuşması Portekiz'de gerçekleştirilen ve diktatör rejimin yıkılması ve demokratik bir yönetimin başa geçmesi ile son bulan Kadife Devrimi neticesinde gerçekleştirilmiştir. Yeni Portekiz hükumeti derhal sömürgeci ülkelerden çekilme sürecini başlatmış, Mozambik, 50 yıllık Portekiz sömürgesi sona erdirerek 25 Haziran 1975 yılında bağımsızlığını ilan etmiştir. Bağımsızlık ilanı Mozambik Halk Cumhuriyeti adı altında yapılmış ve devlet başkanı olarak FRELIMO lideri Samora Machel ülkenin yönetimine gelmiştir. 1986 yılında sebebi çözülemeyen bir uçak kazasında devlet başkanının hayatını kaybetmesi neticesinde FRELIMO'nun marksist kanadı yönetimde güçlü bir konuma gelmiş ve devleti kontrol altına almışlardır. Ülkedeki tüm endüstri kamusallaştırılmış, tarımsal üretim kooperatifleri oluşturmuşlardır. Marksist ideolojinin hakim olduğu ülke bu nedenle özellikle Angola Halk Cumhuriyeti, Doğu Almanya, Küba ve Sovyetler Birliği gibi o dönemin doğu blok komünist ülkeleri ile iyi ilişkiler içerisinde olmuştur. Yaşanan bu gelişmeler neticesinde Avrupalı kalifiye personellerin ülkeyi terk etmesi sonucu, ülke ekonomisi ciddi zararlar görmüştür. 1970'li yılların ortasında itibaren Güney Afrika Cumhuriyeti ve Rodezya tarafından desteklenen yeni bir direniş hareketi başlamış, bu hareket neticesinde RENAMO "(Mozambik Ulusal Direnişi)" oluşmuştur. 1976 yılında başlayan iç savaş 16 yıl boyunca sürmüştür. Bu süreç içerisinde askeri kuvvet olarak 1980 yılından itibaren diğer ülkelerden askeri güç takviyesi edinmiştir. Bu doğrultuda Zimbabve ülkeye 10.000 askeri güç sevk etmiştir. 1 Aralık 1990 tarihinde gerçekleştirilen anayasa değişikliği ile günümüzde de adı olan Mozambik Cumhuriyeti adını alan ülke, komünist ve tek partili düzenden çok partili ve demokratik bir anayasal yapıya geçiş gerçekleştirmiştir. 1992 yılında da taraflar arasında Roma'da varılan anlaşma ile de iç savaşa son verilmiştir. 1994 yılında gerçekleştirilen ilk demokratik seçimler neticesinde FRELIMO iktidarını perçinlemiş, RENAMO ise komşu ülkelerin baskısı neticesinde muhalefet partisi olmayı kabul ederek mecliste yerini almıştır. Şubat 2000 yılında yaşanan şiddetli yağmurlar neticesinde oluşan selde birçok Mozambik vatandaşı hayatını kaybetmiştir. Ekim 2013 tarihinde Gorongosa'da bulunan RENAMO merkezinin hükumet kuvvetleri tarafından ele geçirilmesi sonucu, RENAMO yetkilileri 1992 yapılan anlaşmanın hükumet tarafından geçersiz kılınması için adımlar atıldığı ve her iki taraf arasında da çatışmaların yaşandığı bilgileri dile getirilmiştir. Ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1975 yılından bu yana iktidarı elinde bulunduran FRELIMO, bağımsızlık sonrası benimsenen marksist düşünceden 1989 yılında vazgeçerek, 1990 yılında demokratik yapıya geçiş sağlanmıştır. 1990 yılındaki bu geçiş ile birlikte oluşturulan yeni anayasa bağımsız ve özgür seçimleri, çok partili bir sistemi ve serbest piyasa koşullarını garanti altına almaktaydı. Bu yıldan sonra yapılan ve FRELIMO'nun zaferi ile sonuçlanan tüm seçimler bağımsız dış kaynaklar tarafından genel olarak adil olarak adlandırılmış olsa da, iktidardaki bir parti olarak FRELIMO seçimi etkilemek adına tüm imkanları kullandığı ifade edilmiştir. O yıldan sonra FRELIMO ve RENAMO'nun etkili olduğu iki partili bir Mozambik siyaseti gelişmiş, bu iki parti dışında kalan diğer partilerin hiçbir şekilde ağ
ırlığı hissedilememiştir. Son olarak 2009 yılında gerçekleştirilen genel seçimlerde RENAMO'dan ayrılanlar tarafından kurulan Movimento Democrático de Moçambique "(Türkçe: Mozambik Demokratik Hareketi)" (MDM) beklenmedik bir başarı göstererek meclise girmeyi başarmıştır. 2009 yılı gerçekleştirilen ve 2005 ile 2015 yılları arasında devlet başkanı olarak ülkeyi yöneten Armando Guebuza'nun birkez daha seçildiği ve partisi FRELIMO'nun da ezici çoğunluk ile kazandığı 2004 genel ve devlet başkanı seçimlerinde oy dağılımı şu şekilde gerçekleştirilmiştir: Kaynak: 2014 yılında gerçekleştirilen seçimlerde oyların çoğunluğunu elde eden Filipe Nyusi Mozambik'in 29 Mart 2015 yılı itibarıyla yeni devlet başkanı olmuştur. 2014 seçimlerde devlet başkanlığına aday olan adayların aldığı oy oranları şu şekildeydi: Mozambik, idari olarak 10 yönetim bölgesine ("províncias") ve 1 başkent bölgesine ("cidade") ayrılmış olup, bu bölgeler şu şekilde sıralanmaktadır: Mozambik'in en çok nüfusa sahip şehri başkent Maputo'dur. Başkentte 2007 rakamlarına göre 1.096.628 kişi şehir merkezinde olmak üzere tüm Maputo bölgesinde 1.810.641 kişi yaşamaktadır. Bu nüfus sayısı ile başkent çevresinde ülke nüfusunun %10'u yaşamaktadır. Ülkenin en büyük beş şehrin nüfus bilgileri şu şekildedir: Maputo (1.094.628), Matola (671.556), Nampula (471.717), Beira (431.583) ve Chimoio (237.497) Ülke ekonomisi genel olarak tarımsal ürünlere bağlı bir konumdadır. 1980'li yıllarda yaşanan iç savaş ve buna bağlı olarak Avrupalı kalifiye personelin ülkeyi terketmesi ve sık sık yaşanan kuraklık nedeniyle ülke ekonomisi ciddi zararlar görmüştür. O dönem devletin kontrolünde olan tarlalar ve işletmeler, 1990 yılında serbest piyasa ekonomisine geçiş ile devlet kontrolünden çıkarılmıştır. Ülkenin para birimi Metacal olup, 2006 yılında para biriminden üç sıfır atılmıştır. Mozambik'te yetişkin nüfusun %80'ini tarımsal faaliyetlerde bulunuyor olmasına rağmen, bu kesimin Gayrısafî yurtiçi hâsıla olarak üretime katkısı %24 düzeyindedir. Ülke genelinde kaju, şeker kamışı, pamuk ve çay elde edilen en önemli tarımsal ürünler olarak ön plana çıkmaktadır. Bunların haricinde muz, tütün, palmiye yağı gibi ürünlerinde ekimi yapılmaktadır. Mozambik birkaç maden hammadde yataklarına sahiptir. Ülkede elmas, altın ve bakır gibi madenlerin çıkartılma işlemi gerçekleştirilmektedir. Ayrıca belli oranlarda mermer, granit, boksit, korendon, mika ve grafit gibi yeraltı madenleri de elde edilmektedir. Mozambik'in dış ticaret dengesi negatif bir görünümdedir. İhracatı yapılan ürünlerde kaju, kabuklular, pamuk ve şeker en önde yer almaktadır. Ülkenin en önemli ithalat kalemlerini ise makina, elektronik ürünler, petrol, gıda ve tüketim ürünleri oluşturmaktadır. Ülke genelinde var olan 3.123 km'lik demiryolu hattı sadece komşu ülkeler üzerinden birbiri ile bağlantı sağlamakta olup, ülke içerisinde birbirinden bağımsız bir şekilde yer almaktadır. Mozambik genelinde var olan üç ana hat kıyı kesimindeki şehirler olan Maputo, Beira ve Nacala'yı iç kesim ile birbirine bağlayıp buradan komşu ülke sınırlarına kadar gidilebilmektedir. Ağustos 2010'da Botsvana ile Mozambik arasında yapılan anlaşma ile iki ülke arasında Zimbabve'den de geçeçek şekilde bir demiryolu hattının yapılmasına karar verilmiştir. Bu hat ile Botsvana'da bulunan Serule'de çıkartılacak olan kömürün Mozambik'te bulunan limanlara taşınması gerçekleştirilerek açık denizlere indirilmesi planlanmaktadır. Tüm ülke genelinde 1996 tahmini verilerine göre var olan toplam 30.400 km karayolundan sadece 5.685 km'si asfaltlanmış konumdadır. Mozambik'te yaşanan iç savaşın etkileri karayollarında da gözlemlenmekte olup, özellikle iç kesimlerde kalan bölümlerin bir kısmı güvenli bir sürüşe uygunluk arz etmektedir. Mozambik gemilerin geçiş yapabileceği ve insan taşımacılığına uygun 3.750 km'lik karasularına sahiptir. Ülke genelinde var olan irili ufaklı 158 havaalanından sadece 22 tanesinin pisti asfaltlanmış konumdadır. Başkent Maputo'da bulunan ve aynı zamanda ülkenin en büyük havaalanı konumunda olan Maputo International Airport havaalanı ile Beira'da konumlandırılan Beira Airport ülkenin uluslararası standartlara uygun iki havaalanını oluşturmaktadır. Ülke, merkezi başkent Maputo'da bulunan LAM Mozambique Airlines ismi ile bir adet ulusal havayolu şirketine sahiptir. 29 Kasım 2013 tarihinde LAM Mozambique Airlines havayollarına ait bir yolcu uçağı 27 yolcu ve 6 mürettebat ile Maputo - Luanda seferini yapmak için havalandıktan ve son olarak Namibya'ya bağlı Rundu'da radarda görülmesinden kısa bir süre sonra radardan kaybolmuştur. İlk önce aşırı yağış nedeniyle Namibya'da bulunan Bwabwata-Ulusal Parkı'na acil iniş yaptığı söylenen uçağın daha sonra Angola / Botsvana sınırına yakın bir konumda Kavango bölgesinde düştüğü tespit edilmiştir ve uçağın tümüyle yanmış parçalarına ulaşılmıştır. Tüm yolcular ve mürettebat bu kaza sonucunda hayatını kaybetmiştir. Aralık 2013'te yapılan haberlerde uçağın kasıtlı olarak düşürüldüğü haberleri yapılmıştır. Buna göre uçağın birinci kaptanının kokpiti terk etmesi sonrası kapıyı kilitleyen ikinci pilotun otomatik pilot ayarlarını manipule ederek ve daha sonra geri gelen birinci pilotu kokpite almayarak uçağın düşmesine neden olmuştur. Namibya Namibya ya da resmî adıyla Namibya Cumhuriyeti (İngilizce: "Republic of Namibia"; Almanca: "Republik Namibia"; Afrikaans: "Republiek van Namibië"), eski adıyla Güney Batı Afrika, batı sınırı Atlantik Okyanusu olan güney Afrika'da bir ülkedir. Kuzeyinde Zambiya ve Angola, doğusunda Botsvana, güney ve doğusunda Güney Afrika Cumhuriyeti ile sınır paylaşmaktadır. Zimbabve ile sınırı olmamasına rağmen, Zambezi Nehri'nin 200 metreden daha az bir kısmı iki ülkeyi en yakın noktalarında ayırır. Namibya Kurtuluş Savaşı sonrasında, 21 Mart 1990 tarihinde Güney Afrika Cumhuriyeti'nden bağımsızlığını kazandı. Başkenti ve en büyük şehri Windhoek'tir. Namibya Birleşmiş Milletler (BM), Güney Afrika Kalkınma Topluluğu (SADC), Afrika Birliği (AU) ve İngiliz Milletler Topluluğu'na üye bir devlettir. Namibya'nın kuru toprakları, erken çağlardan beri San (Buşman), Damara ve Namaka halkları, yaklaşık 14 yüzyıldan bu yana da Bantu göçmenleri tarafından iskan edildi. Topraklarının çoğu 1884 yılında Alman İmparatorluğu himayesine girdi ve I. Dünya Savaşı sonuna kadar Alman sömürgesi olarak kaldı. Milletler Cemiyeti, 1920 yılında ülkeyi Güney Afrika'nın manda yönetimine bırakı. Güney Afrika, Namibya topraklarında kendi yasalarını ve 1948 yılından sonra apartheid politikasını uyguladı. 1878 yılına kadar Britanya kraliyeti altında Cape Kolonisi tarafından ilhak edilen Walvis Bay limanı ve denizaşırı Penguen Adaları, 1910 yılında kurulan yeni Güney Afrika Birliği'nin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Afrikalı liderlerin isyanları ve talepleri, Birleşmiş Milletler'in Namibya toprakları üzerinde doğrudan sorumluluk üstlenmesine yol açtı. BM, 1973 yılında Güney Batı Afrika Halk Örgütü'nü (SWAPO) Namibya halkının resmî temsilcisi olarak tanıdı. Ancak Namibya, bu dönemde Güney Batı Afrika olarak Güney Afrika yönetimi altında kaldı. Güney Afrika, meydana gelen iç şiddetten dolayı 1985 yılında Namibya'da geçici bir yönetim kurdu. Namibya, 1990 yılında Güney Afrika'dan (1994 yılına kadar Güney Afrika kontrolü altında kalan Walvis Bay ve Penguin Adaları hariç) tam bağımsızlık elde etti. Namibya 2,1 milyon nüfusa sahip, istikrarlı çok partili bir parlamenter demokrasidir. Tarım, hayvancılık, turizm ve mücevher elması, uranyum, altın, gümüş ve baz metaller dahil olmak üzere madencilik, Namibya ekonomisinin temellerini oluşturmaktadır. Kurak Namib Çölü'nün varlığı göz önüne alındığında, dünyada en az yoğunluklu nüfusa sahip ülkelerden biridir. Ülke ismini ülke topraklarının büyük bir bölümünü kaplayan Namib çölünden almaktadır. Ülke bağımsızlığını kazandığı dönem, ülke içerisinde yaşayan birçok etnik grup arasında ayrıma, dışlanmaya neden olmaması adına ülkenin tarafsızlığını yansıtacak bir isim olması yönünde fikirler beyan edilmiş, sonucunda Namib çölünden yola çıkarak bu isimde karar kılınmıştır. Ülke yine aynı gerekçelerle bağımsızlığı kazandığında ülkenin resmi dilini İngilizce olarak belirlemiştir. Ülke konum itibarıyla 17,87° ve 29,9808° güney enleminde, 12° ve 25° doğu boylamında yer almaktadır. Ülke kuzeyde Angola ve Zambiya, doğuda Botsvana, güneyde ise tamamı Oranj nehri ile oluşturulan Güney Afrika Cumhuriyeti devleti ile komşu konumundadır. Ülkenin kuzey bölümünde uzun ince bir şerit halinde uzanan Caprivi ucu ülkenin Angola, Zambiya ve Botsvana olan sınırının bir bölümünü oluştururken, 100 m'lik bir sınır olduğu söylenen Zimbabve sınırı tartışmalı bir durumdadır. Ülkenin batısı tamamen Atlas Okyanusu kıyı şeritinden oluşmakta olup 1.350 km'yi bulmaktadır. Ülkede sınır oluşturan Oranj nehri dışında birçok nehir bulunmaktadır, ancak Caprivi bölgesinde bulunan Kwando ve Kavango nehri dışında yıl boyu tamamen su ile dolan ve akan nehir yoktur. Bu iki nehir dışındaki nehirler kuraklık nedeniyle su bulundurmamaktadır ve nehir yatakları yılın büyük bir bölümü tamamen gözükmektedir. Ülke topraklarının büyük bir bölümünü çöller oluşturmaktadır. Ülkenin batısında bulunan ve ülkeye ismini veren Namib Çölü'nün yanı sıra doğu bölümünde de Kalahari Çölü bulunmaktadır. Ülkenin genel olarak sıcak ve kuru bir iklime sahiptir. Subtropikal iklime sahip olan Namibya'nın çöl bölgelerinde yıl boyu sıcaklıklar hakim olmaktadır. Kış aylarında bile 25 °C ve üzeri sıcaklıklar ölçülebilen çöl bölgelerinde en sıcak aylar olan Aralık ve Ocak aylarında sıcaklıklar çok az yağış almaktadır 30 °C kadar çıkmaktadır. Gün içerisinde sıcaklık değerleri bu seviyede seyrederken, geceleri sıcaklık donma noktasına kadar düşebilmektedir. Ülkenin her iki çöl arasında kalan yaylalarında iklim çöl bölgesine göre sıcaklık oranları daha düşüktür. Bu bölgelere kış aylarında kar yağabilmekte ve don oluşabilmektedir. Ülkenin Caprivi ucu diğer bölgelere nazaran yıl içerisinde bol yağış almaktadır. Yağışların etkisiyle oluşan
ve sürekli su bulunduran nehirler ve tropik ormanlar ülkenin diğer bölgelerine göre daha nemli bir ortam oluşturmaktadır. Ülke genelinde yağan az ama öz sağanak yağmurlar genellikle Kasım ve Nisan aylarında yağmaktadır. Ülkede hakim olan iklim koşulları toprakların tarımsal kullanımını kısıtlamakta, yağışların az olduğu güney bölgelerde daha çok hayvancılık, yağışların daha çok olduğu kuzey bölgelerinde ise çiftçilik ile geçim sağlanmaktadır. Namib çöl bölgesinde oluşan kumullar 200 m yüksekliğe ulaşması ve bu alanda dünyanın en büyük kumulları olma özelliği ile Sossusvlei bölgesine önem katmaktadır. Bu bölgenin çekiciliği kumulların oluşturduğu yüksekliğin yanı sıra var olan yüksek orandaki nem ve güneşin oluşturduğu renkli ortamdır. Ülke toprakları geniş olmasına rağmen seyrek oranda bir yerleşim nüfusuna sahiptir. Namibya nüfusunun büyük bir bölümü az olan şehirlerde ve güneye göre daha verimli topraklara sahip olan kuzey bölgelerde yaşamaktadır. Ülke nüfusunun %44'ü Omusati, Oshana, Ohangwena ve Oshikoto bölgelerinde yaşamını sürdürmektedir. Namibyalıların üçte birlik bölümü ülkenin başkentininde bulunduğu orta kısımlarda yaşamakta olup, ülkenin güney topraklarında nüfusun sadece %7'si ikamet etmektedir. Ülkenin liman şehirleri hariç batısı ve Namib çölü civarlarında yaşayan nüfus neredeyse yok denecek kadar azdır. Namibya nüfusu 2011 Human Development raporuna göre Afrika kıtası içerisinde yaşam kalitesi en yüksek sekinci ülke konumundayken, dünya sıralamasında 120. sırada yer almaktadır. Namibya genç bir nüfusa sahip olup, 2016 tahmini verilerine göre %57,74'ü 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %4,01'i 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %37.39 (erkek 460,016/kadın 451,058) 15-24 yaş: %20.35 (erkek 451,058/kadın 249,570) 25-54 yaş: %34 (erkek 395,417/kadın 432,994) 55-64 yaş: %4.25 (erkek 46,769/kadın 56,798) 65 yaş ve üzeri: %4.01 (erkek 41,518/kadın 56,063) Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %46,7 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %1,98 düzeyindedir. Namibya ekonomisi Güney Afrika ile ortak tarihleri nedeniyle iç içedir. Namibya'da büyük ekonomik sektörler tarım (%5,0), madencilik (%10,4), üretim (%13,5) ve turizmdir. Ayrıca Namibya'da gelişmiş bir bankacılık altyapısı vardır. Ülkede dünyadaki en yüksek gelir eşitsizliği oranı ve düşük GSYİH bulunduğundan dolayı nüfusun büyük bölümü kırsal alanlarda yaşamakta ve kırsalda yaşayan nüfusun büyük bölümü tarımla uğraşmaktadır. Ülkenin sadece yüzde 1'lik bölümü tarıma uygun olmasına rağmen nüfusunun yaklaşık yarısı geçimini sağlamak için tarım yapmakta ve buna rağmen Namibya tarımı kendi kendisine yetememekte, bazı ürünler ithal edilmektedir. Ülkede Almanya sömürge döneminde yıllar içerisinde yürütülen misyonerlik faaliyetleri nedeniyle nüfusun %87'lik bir kısmı Hristiyan inancını benimsemektedir. Bu oran Afrika kıtası içerisinde var olan ortalamanın çok üstündedir. Ülke nüfusunun geri kalan %13'lük kısmının neredeyse tamamı yerel dinlere inanırken, İslam dini Namibya'da yok denecek kadar azdır. İslamiyeti inanç olarak benimseyen, tahmini olarak 3.000-5.000 arası sayılarla ifade edilen nüfusun merkezi başkent Windhoek'ta bulunan Quba camisidir. Ülke genelinde altısı başkentte olmak üzere sadece 12 cami bulunmaktadır. Ülkenin resmi dili İngilizce olarak belirlenmesine rağmen, günümüzde özellikle ülkenin kuzey bölgelerinde İngilizce konuşma oranı oldukça düşüktür. İngilizcenin hakim olmadığı bölgelerde yerel dillerin yanı sıra Almanya'nın eski sömürgesi olmasından dolayı yer yer Almanca'da kullanılmaktadır. İngilizce'den sonra ülkede konuşulan en yaygın dil Afrikaanca dilidir. Afrikaans dili hem beyazlar hem de siyahiler tarafından konuşulmaktadır. Aynı kültürel altyapıya sahip olan Botsvana, Güney Afrika gibi ülkelerin aksine, burada siyahilerin birçoğu Afrikaanca konuşmaktadır. Yerel dillerden en çok yaygın olanı Damara dili olmakla birlikte, Otjiwambo ve Okaharara kuzey bölgelerinde yaygınca kullanılmaktadır. Namibya tarihinde ilk yerleşimciler 17. yüzyılda bölgeye yerleşen Herero, Nama, Orlam ve Ovambo kabileleri olmuştur. Bu yerleşimden önce yerleşime elverişli olmayan coğrafi ve hava şartları nedeniyle bir yerleşim belgelenememiştir. Avrupalıların, özellikle Portekiz, İngiltere ve Almanya'dan gelen göçmenlerin bölgeyi keşfi ve yerleşimi ise 19. yüzyılda başlamıştır. 1884/85 yıllarına kadar ülke, İngiliz hakimiyeti altında bulunan Walvis Körfezi hariç tümüyle Almanya İmparatorluğu himayesi altına girmiş ve Alman Güneybatı Afrikası sömürge sisteminin bir parçası haline girmiştir. 1885 yılının mayıs ayında bölgeye gelen ilk Alman toplulukları bölgede hakimiyet kurmak adına yerel kabilelerden olan Hererolar ile anlaşarak, onlardan kendilerini diğer düşman kabilelere karşı korumak vaadi ile kendilerine genel olarak yardım etmelerini, Alman ticaret gemilerine sorun yaşatmamalarını ve Almanya'nın bilgisi ve onayı olmadan başka kişilere toprak satmamalarını talep etmişlerdir. Bu anlaşma, Almanya'nın kendileri üzerinde bir koruma oluşturmadığı gerekçesiyle kabile lideri tarafından iptal edilerek Almanlar bölgeden gönderilmiştir. Bu gelişme üzerine Almanya bölgeye 20 kişilik bir ordu grubu göndererek, konuyu çözümlemeye çalışmıştır. Sayısal olarak hiçbir etki yaratamayan gruba karşı üstünlük elde eden yerel halka karşı, merkezi Almanya hükümeti gruba sürekli takviye yapma durumunda kalmıştır. Bu şekilde başarıya ulaşamayan Almanya, yerel kabile liderleri ile yeniden anlaşma yolunu seçmiştir. Zaman içerisinde yerel halkın geçiminde ve topraklarının ekilmesinde önemli bir yere sahip olan, başkalarına bağımlı olmadan yaşamlarını sürdürmelerine imkan sağlayan sığırların, hızla yayılan sığır vebası nedeniyle telef olması neticesinde çaresiz kalmış, Avrupa'dan gelen beyazların yanında çalışmaya mecbur bir konumda kalmıştır. Avrupa'dan aşılı olarak gelen beyazların sahip olduğu sığırlar ile belli bedeller karşılığı topraklar ekilirken, yerel halka borç karşılığı Avrupa'dan getirilen mallar satılmış, ödemelerin günü geldiğinde de ödeme gücu olmayan yerlilerden toprakları ellerinden alınmıştır. Bu düzen hatta öyle boyutlara ulaştırılmıştır ki, yerel halkın ilgi göstermediği ürünler arabalardan yerel halkın yaşadığı bölgelere atılmış, daha sonra bu ürünlerin ücretleri kendilerinden talep edilmiştir.. Oluşturulan bu düzen yerel halk ile beyaz Avrupalı halk arasında giderek büyüyen sorunlara neden olmuş ve isyana kadar varmıştır. 1904 ile 1908 yılları arasında yerel halkın ayaklanmasına ve isyanına sebep oluşturan bu olaylar neticesinde binlerce Herero ve Nama kabilesine mensup kişiler öldürülerek hayatlarını kaybetmiştir. Bölge üzerindeki Almanya hakimiyeti I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar sürmüş, bu savaş sonrası bölge İngiliz himayesi altına girmiştir. Bu himaye daha sonra Güney Afrika hakimiyetine dönüşmüştür. Namibya, 1990 yılında bağımsız bir ülke olmuştur. Güney Afrika 1994'te Walvis Koyu'nu Namibya′ya (geri) vermiştir. Ülke bağımsızlığını kazandığı 1990 yılından bu yana yarı başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Yönetim sistemi ile ilgili referandum 1989 yılında gerçekleştirilmiş ve bağımsızlığın ilanı ile de yürürlüğe girmiştir. Ülkenin devlet başkanı beş yıllık dönemler için seçilmekte olup, Namibya hükümetini ve başbakanını belirlemek görevleri arasındadır. Ülkede ulusal meclis ve millet meclisi olmak üzere iki ayrı meclis yapısı mevcuttur. Ulusal meclis 26 sandalyeye sahip ve ülkede var olan 13 bölge, bu meclise her altı yılda bir iki üye göndermektedir. Millet meclisinde bulunan 78 sandalyeden 72'sinin sahibi beş yılda bir yapılan genel seçimlerle belirlenirken geriye kalan 6 üye devlet başkanı tarafından belirlenerek atanmaktadır. Namibya toprakları 14 bölgeye ayrılmıştır. Her bir bölge, bölgesel meclis tarafından yönetilmekte olup, bölgenin büyüklüğüne göre ayrıca altı ila 13 farklı seçim bölgesine daha ayrılmış konumdadır. Namibya genelinde toplamda 107 seçim bölgesi mevcuttur. 2013 yılında gerçekleştirilen reform ile birlikte daha önce Kavango olarak adlandırılan bölge ikiye bölünerek Kavango Batı ve Kavango Doğu isimli iki yeni bölge oluşturulmuş, Caprivi bölgesinin adı Zambezi, Karas bölgesinin de adı ǁKaras olarak değiştirilmiştir. Ülke genelinde en çok sevilen spor türleri ragbi ve futboldur. Namibya ragbi millî takımı Afrika kıtasının en başarılı ragbi takımlarından bir tanesidir. Bağımsızlığın kazanıldığı 1990 yılında kurulan takım Afrika kıtasından sürekli dünya şampiyonalarına gitmekte olup günümüze kadar iki kere Afrika şampiyonluğu ve iki kere de Afrika ikinciliği elde etmiştir. Aynı yıl içerisinde kurulan Namibya millî futbol takımı ise Afrika kıtasının orta seviyediki takımlarından olup, şu ana kadar iki kere Afrika Uluslar Kupası'nda yer almıştır. Namibya ligi olan Namibya Premier League'de ise 12 takım mücadele etmektedir. Namibya'da bulunan demiryolları özellikle Almanya hakimiyeti altında iken askeri gereksinimler nedeniyle yapılan yollardan oluşmaktadır. Günümüzde 2.382 km'ye kadar çıkartılan demiryolu bağlantıları, bazı şehirleri birbirine bağlamaktadır. Ülkenin geneline yayılmayan demiryolu bağlantılar insan taşımacılığında neredeyse hiçbir anlam ifade etmezken, çoğunlukla ürün taşımada kullanılmaktadır. Ülkenin sahip olduğu karayolları, demiryolunun aksine neredeyse tüm bölgeleri kapsamaktadır. 65.000 km kara yoluna sahip ülkede, bu yolların 60.000 asfalt yerine çakıl taşı tabanlıdır. Geriye kalan 5.000 km ise önemli yollar olarak asfalta sahiptir. Namibya'da, tıpkı komşusu Güney Afrika Cumhuriyeti'nde olduğu gibi trafik soldan akmaktadır. Ülke, Air Namibia ile kendisine ait bir havayolu şirketine sahiptir. Uluslararası havacılık sektörüne entegre olmuş iki adet havaalanına sahip olan ülkede, ayrıca küçük uçakların inebileceği irili ufaklı alanlar da vardır. Deniz taşımacılığında ise, 1994 yılında Güney Afrika tarafından Namibya'ya devredilen Walvis Körfezi ile Lüderitz önemli bir konuma sahiptir. Nauru Nauru ( ), resmî adıyla Nauru Cumhuriyeti ve eskiden "Plea
sant Adası" olarak bilinen , Güney Pasifik'te bulunan bir Mikronezya ada ülkesi. En yakın komşusu doğusunda yer alan Kiribati'nin Banaba Adası'dır. Nauru, 21 km²'lik yüzölçümü ile dünyanın en küçük ada ülkesidir. 2011 sayımına göre 10.084 kişilik nüfusu ile Vatikan'dan sonra en az nüfusa sahip olan ülkedir. Nauru ilk olarak en az 3000 yıl önce Mikronezya ve Polinezyalılar tarafından yerleşim yeri olarak kullanılmıştır. Geçmişte Nauru üzerinde 12 kabile vardı ve günümüzde resmî bayraklarındaki 12 köşeli yıldız bu kabileleri temsil etmektedir. Nauru ekonomisi, 1980'li yılların başlarında yükselmiştir. Nauru'da deniz kuşlarının dışkılarından oluşan guano rezervleri mevcuttur ve bu rezervler fosfat ve potasyum açısından zengindir. Nauru ekonomisi bu guano rezervlerine bağlıdır. Önemli ihtiyaçlar ithal edilmektedir. Küçük ölçekli madencilik hala Nauru Fosfat Şirketi olarak bilinen RONPhos tarafından yapılmaktadır. Nauru'nun başkenti Yaren, en büyük şehri Boe'dir. Ziyaretçiler adaya ilk ""Pleasant Adası"" olarak adlandırdılar. "Nauru" adı Nauruca'da "Plaja gitmek" anlamında kullanılan "Anáoero" kelimesinden türemiştir. Alman yerleşimciler adayı "Nawodo" veya "Onawero" olarak adlandırmıştır. Nauru'ya ilk yerleşim Mikronezyalılar veya Polinezyalılar tarafından en az 3000 yıl önce yapılmıştır. Geleneksel olarak Nauru'da 12 kabile bulunur, bu kabileler ülkenin 12 yıldızı bulunan bayrağında temsil edilir. Naurulular soy ağaçlarını anasoyluluk temelinde çıkarır. Nijerya Nijerya ya da resmî adı ile Nijerya Federal Cumhuriyeti, Afrika kıtasının batısında yer alan ülkedir. Ülkenin sınır komşularını (kuzeyden saat yönünde ilerlendiğinde) Nijer, Çad, Kamerun ve Benin oluştururken, ülkenin güneyinde Gine Körfezi içerisinde yer alan Benin Körfezi yer almaktadır. Ülkenin başkenti Abuja'dır. Ülkenin ismi Nijer Nehri'nden gelmektedir. Nijer nehri ifadesinin Tuareg dilinde karşılığı olan "ghir n-igheren" kelimesi "nehirlerin nehri" anlamına gelmekte olup, bu kelime Arapça'da "Nahr al-anhur" olarak Latince'de ise "Niger" (Türkçe: "siyah olan") olarak kullanılmıştır. Nijerya 923.768 km²'lik bir yüz ölçümüne sahip olup, kuzey-güney yönündeki genişliği 1.100 km, batı-güney yönündeki genişliği ise 1.200 km'dir. Ülkenin toplamda sahip olduğu 4.477 km'lik kara sınırından 809 km'si Benin, 1.975 km'si Kamerun, 1.608 km'si Nijer ve 85 km'si Çad ile oluşurken, ülkenin ayrıca Benin Körfezi'ne 853 km'lik sahil şeridi bulunmaktadır. Ülkenin en yüksek noktasını Chappal Waddi oluşturmakta olup, dağın zirvesi 2.419 m yüksekliktedir. Ülkenin deniz seviyesinden yüksekliği ortalama 380 m düzeyindedir. Nijerya, esas olarak dört coğrafi bölgeye ayrılır: Kıyıdaki mangrovlı (Afrika’da bataklıklarda yetişen bir cins ağaç) bataklık bölgesi, tropikal ormanlık bölge, Savana bölgesi ve kuzeydeki yarı çöl bölge Yaklaşık 100 km kadar iç bölgeye giren kıyı bölgesi, hemen hemen 36.000 km² lik geniş bir deltaya ve mangrov ağaçlarıyla dolu bataklıklara sahiptir. Bölgede yüzlerce nehir ve kolları mevcuttur. Nijerya toprakları, kıyılardan itibaren tedricen kesilmiş ve dağlık arazilerle kırılmış, hafif ondüleli bir yayla görünümündedir. Lagos’tan Kamerun sınırına kadar olan şerit, ekvatoral ormanlık araziyle örtülüdür. Nijerya’nın ikinci ormanlık bölgesi, Savana bölgesidir. Ülkeyi baştan başa (yaklaşık 320 kilometreyi aşkın bir mesafede) kateden Nijer Nehrinin batı bölgesi, dağlık bir arazidir. Bu yüksek dağlar arasında Adamawa Dağları yaklaşık 80 km uzunluğundadır. Ülkenin güneydoğusunu ise Kamerun Dağlarının batı yamaçları örter ve bütün güneydoğu sınırı boyunca uzanırlar. Bu dağlar, ortalama 1500 m yüksekliğinde olup, bazı yerleri 2000 metreye ulaşır. Kuzey Nijerya ise nispeten yarıçöl olup Büyük Sahra Çölünün güneye doğru bir devamı şeklindedir. Nijerya, tropikal iklimin tesirinde, yüksek sıcaklıkların olduğu bir ülkedir. Yıllık ortalama yağış miktarı, bölgeden bölgeye farklılıklar gösterir. Kıyıdan itibaren iç bölgelere doğru uzanan yeşillik ve ormanlık bölgeler, yılda ortalama olarak 1000 ila 1500 mm civarında yağış alır. Lagos civarında birkaç kilometre genişliğinde olan ekvatoral ormanlık arazi, doğu sınırına doğru 160 kilometreye kadar genişler. Bu bölge ve Nijer Nehri deltası, en güneyi yüzlerce tatlı ve tuzlu sularla beslenmiş, sert ve yumuşak tahtalı, kıymetli ağaç ceşitleriyle doludur. Kıyı bölgesinin nem miktarı yaklaşık % 75 civarında olup, en fazla yağışı mayıs ve haziran aylarında alır. Ortalama sıcaklık ise 29-30 °C civarındadır. Savana bölgesiyse yılda ortalama olarak, en fazla ağustos ayında olmak üzere, 1000 mm yağış alır. Jos Yaylasında bu rakam, 1500 milimetreyi geçmektedir. Sıcaklık ise 28-33 °C arasında olup, mart-nisan aylarında 37 °C’ye kadar yükselebilmektedir. Kuzey bölgelerde çöl iklimi mevcuttur. Kış aylarında Büyük Sahradan güneye doğru şiddetli esen rüzgarlar, beraberlerinde toz ve kum getirirler. Milliyet: Yorubalar: %20, Hausalar: %15,8, İbolar: %14,8, Pöller: %10,5, diğer Afrika kabileleri: %38. Din: İslam: %43,6, Protestanlık: %40,8 (Pentakostalizm: %18, Anglikanizm: %12,3), Katolikler: %9,3, Animizm: %5,9, . Hristiyan nüfus ise kuzeye nazaran daha verimli ve ormanların yoğun olduğu güneyde yaşar. Nijerya'da Müslüman nüfusun dağılımı şöyledir: Hausalar %80, Yorubalar %4, Fulaniler %9, Kanurların ise tamamı Müslümandır. Nijeryalı Müslümanların geneli Maliki ve Hanefi mezhebine mensuptur. En az Müslüman Lagos'ta bulunur. Hristiyanların ise beşte üçü protestan, geriye kalan beşte ikilik kısım katoliktir. Nijerya'da az sayıdada Yahudi de vardır. Bugünkü Nijerya topraklarında ilk yaşayanların, milattan 700 yıl öncesine rastladığı tahmin edilmekte; fakat bunların kimler olduğu hakkında kesin bir hükme varılamamaktadır. Nijerya’nın tarihini, Arapça yazılmış kayıtlara dayalı olarak, kuzey bölgelerde 9. yüzyıl başlarında kurulmuş, Konem-Boru ve batı bölgelerde de yedi Hausa şehir devletleriyle başlatmak mümkündür. On ikinci yüzyıldan itibaren kurulmaya başlanmış Yoruba veIfe krallıkları, 14. yüzyıldan itibaren İslamiyetin yaygınlaşması ile ortadan kalkmışlardır. İslamiyetin yayılmasıyla, mevcut şehir devletleri ve birçok kabile Müslümanlığa geçmiştir. Buna göre Kuzey Nijerya tamamen İslamlaşmış ve geri kalan bölgeler de İslamiyetin nüfuzu altına girmiştir. Nijerya’ya ilk olarak 15. yüzyılda Avrupa sömürgeciliğini getirenler, Portekiz ve İngiliz esir tüccarı denizciler olmuştur. Avrupalılar Nijeryayı başlıca köle ticaret merkezi olarak kullanmış olup Atlantik esir ticaretini başlamışlardır. 350 yıl kadar süren köle ticareti ile 20 milyona yakın Nijeryalı’nın esir olarak satıldığı tahmin edilmektedir. İngiltere, 19. yüzyıl başlarından itibaren, Nijerya içişlerine karışmaya başlamış ve ilk olarak Lagos, 1861 yılında bir İngiliz kolonisi haline gelmiştir. 1885’te Gine Körfezi civarı, İngiltere’nin himayesine girmiştir. Bundan sonra İngiltere, Nijerya’yı iki himaye bölgesine ayırarak tek vali altında toplamıştır. Birinci Dünya Harbinden sonra başlayan milliyetçilik hareketleri, Nijeryalılar arasında yabancılara karşı isyan etme ve bağımsızlığı elde etme düşüncesini getirdi. 1950 yılında idare gücünü, merkezi otoriteyle üç ayrı bölgenin meclisleri arasında paylaştıran yeni bir federal sistem getirildi. 1954 yılında ilan edilen anayasa, kuzey, batı ve doğu bölgeleri güçlü bir merkezi hükümete bağlı olarak, Nijeryalılara sahip oldukları kanuni hakları verdi. İngiltere, iş başına kendi çıkarlarını koruyacak bir hükümeti getirmeyi planlıyordu. Ülkede üç büyük parti kuruldu ve 1959 yılında seçimler yapıldı. Bu seçimlerde kuzey bölgenin Nijerya Halkları Kongresi (NPC) kazandı ve parti lideri Ebubekir Tafawa Balewa başbakan oldu. Müslümanların çoğunlukta olduğu kuzey bölge iktidara gelince, ilk iş olarak 1960 yılında bağımsızlığı elde etti. Nijerya bundan sonra 1963 yılında Cumhuriyeti ilan etti ve akabinde 1965 yılında yeni seçimler yapıldı. Fakat bundan sonra Nijerya’da iç karışıklıklar başladı. 30 Mayıs 1967’de Doğu Bölgesi Biafra Cumhuriyeti adıyla isyan ettiyse de, Nijerya hükümeti dış güçlerin yardımıyla bu isyanı bastırdı. Fakat bu iç savaş 30 aydan fazla sürdü ve 20. yüzyılın en kanlı ve korkunç çatışmalarından biri oldu. Biafra bölgesi binlerce ölü ve birçok harap olmuş binayla doldu. 1970 yılından sonra olay yatıştı ve bu arada bulunan petrol yatakları Nijerya’nın hayatını değiştirdi. 29 Haziran 1975’te General Muhammed yeni bir askeri darbeyle iş başına geldi. Çok geçmeden 1976’da yapılan üçüncü ihtilal teşebbüsü başarısızlıkla bitti. Fakat, General Muhammed öldürüldü ve yerine, yardımcısı General Olesegun Obasanjo geçti. General İbrahim Babangida devlet başkanı olup, askeri bir rejim kuruldu. Bundan sonra Nijerya Federal Hükümeti, petrol gelirlerinin getirdiği refah düzeyi ile iç olayları önlemeye başladı ve bugün için Nijerya Afrika’nın en gelişmiş ülkelerinden biri haline geldi. 4 Temmuz 1992’de seçimlerle tekrar demokratik düzene geçilmeye ilk adım atıldı. Sivil yönetime geçiş tarihi olarak çeşitli zamanlar belirlendi ise de en son olarak 27 Ağustos 1993’e ertelendi. Nijerya toprakları, kıyıdan itibaren kuzey sınırı Nijer’e kadar, ormanlarla kaplıdır. Kıyı bölgesindeki ekvator ormanları, kuzeydeki ormanlara nazaran daha sık ve geniştir. Kamerun sınırına doğru bu genişlik, 160 kilometreyi bulabilmektedir. Uzun otların ve karışık cins ağaçların bulunduğu savana bölgesindeki ormanlar ise 550 km genişliğine ulaşır. Bu ormanlarda genellikle sert ve yumuşak tahtalı ağaç türleri vardır. Doğu Nijerya’da ise, daha çok palmiye ağaçları yer alır. Dünyanın en uzun nehirlerinden biri olan Nijer Nehri boyları ve en güney uçta yer alan delta bölgesindeki ormanlar daha çok boz renkli palmiyeler, baobob, akasya ve salkım ağaçları ile doludur. Nijer’den doğan Nijer Nehri, 4180 km uzunluğunda olup, ülkenin hayat kaynağıdır. Lakoja bölgesindeki ikinci büyük nehir olan Benue ile birleşir ve güneyde delta bölgesine kadar 280 km yol kateder. Delta bölgesinde ise yüzlerce irili ufaklı nehir mevcuttur. Nijer Nehri üzerinde kurulu Kainiji
Barajı ile elektrik elde edilmektedir. Nijerya topraklarının büyük bir kısmı yüksek demir ve alüminyum konsantrasyonu ihtiva eder. Yağmurlar sebebiyle de toprak kızıl renk almıştır. Dolayısıyla, sert örtü halindeki bu kızıl killi topraklar verimsizdir. Çad Gölü çevresinde ise toprak siyah renkli olup, ekime müsait değildir. Güney ormanları bölgesindeki topraklar kireç bakımından kifayetsizdir. Buna rağmen güneydeki bitki çeşidi ve yoğunluğu kuzeyden daha fazladır. Nijerya ormanlarında çok çeşitli yırtıcı hayvan yetişir. Aslan , leopar bol bulunur. Bundan başka maymun, suaygırı, antilop, kuzeye doğru fil, zürafa ve gergedan da sık rastlanan hayvanlardandır. Dünyanın nüfus bakımından yedinci ülkesi olan Nijerya, yaklaşık 190.000.000 nüfusuyla Afrika’nın en kalabalık ülkesidir. Nüfus artışının en yüksek olduğu ülkelerden biridir. Halkın büyük bir bölümünü yerli kabileler teşkil eder. Ayrıca Avrupalı beyazlar da mevcuttur. Nüfus, birbirinden birçok bakımlardan farklı, yüzlerce çeşit gruplardan teşekkül eder. Bunların en güçlü ve geniş olanı Housa-Fulani kabileleridir. On dördüncü yüzyılda Müslüman olan bu insanlar idaresini ellerinde tutmaktadırlar. Ayrıca güneybatıda Yoruba, güneydoğuda İbo kabileleri de güçlüdür. Bundan başka Tıv, Iraw, İbibio, Efik veIfe kabileleri, sayıca kalabalık diğer kabilelerden birkaçıdır. Kuzeyde bulunan ve ülke yönetiminde başrolü oynayan Hausa-Fulani kabileleri genellikle ticaret ve çiftçilikle uğraşırlar. Ülke idaresinde ve hayat tarzlarında, İslam kaidelerine bağlı kalırlar. Nijerya nüfusunun yarıdan çoğu Müslümandır. Ülkede, genellikle Avrupalı olan bir miktar Hıristiyan vardır. Bazı kabileler ise hala putperesttir. Müslüman Nijeryalıların kültür düzeyleri oldukça yüksektir. Ülke genelinde okuma-yazma oranı % 66.6’dır. Nijerya’da toplam 116 üniversite mevcuttur. Nijerya’da, yüzlerce çeşit kabile gruplarının, yine yüzlerce çeşit dili vardır. Bugün için Afro-Asyatik ve Nijer-Kongo ailelerinden gelme 300’den fazla yerli dil tespit edilmiştir. Ülke, uzun yıllar İngiltere zulmü ve sömürgesi altında kaldığı için, resmi daireler ve okullarda İngilizce kullanılmış ve ülkenin resmi dili haline gelmiştir. Bundan başka Arapça da konuşulmaktadır. Yerli dillerinin en yaygın ve sosyal hayatta tesirli olanları Hausa,Yoruba ve İbo dilleridir. Kabileler arasında adet, örf, dil, din ve yaşantı bakımından birçok farklılık varsa da, ekonomik hayatta nüfusun çoğunluğu tarım ve ticarette birleşir. Birçok köy ve klanların yönetim unsurunun temelini, büyük ölçüde genişlemiş ve poligami türde aileler meydana getirir. Bu aileler politik, sosyal ve ekonomik sistemler itibarıyla, aileye has bir organize ile, gıda üretiminde en güçlü olma amacındadır. Fakat bu aileler hiçbir zaman Avrupa’daki ayrıcalıklı zümreler halinde değildir ve aile reisleri veya klan başkanları bir Avrupa diktatörü şeklinde hareket etmezler. Bugün için Nijerya, Afrika ülkelerine nazaran refah seviyesi yüksek olan bir ülkedir. Mevcut petrol yataklarından elde edilen gelirler, ülkedeki iç karışıklıkları önlediği gibi ülke insanlarına geniş iş imkanları sağlamıştır. Nijerya’nın başşehri Abuja’dır. Önemli bir ticari limanı Lagos'dur. Oldukça modern binalarla doludur. Milletlerarası bir havaalanına sahiptir. Ülkenin en büyük ve gelişmiş şehri Ibadan’dır. Önemli bir endüstri merkezi olup, Afrika’nın açık pazar bölgesidir. Diğer önemli şehirleri ise Sokoto Nehrinin doğusundaki Sokoto şehri, Kaduna Nehri üzerinde Kaduna şehri, Kano, Zaria, Port Harcourt, Jos Benin Nsukka, Oyo Yolo ve Mubi’dir. Nijerya federal bağımsız bir cumhuriyettir.Bir başkent yönetimi, federe devlet statüsündeki 36 eyalet ve bu eyaletlere bağlı 774 yerel birimden meydana gelir.Devlet başkanı seçimle başa gelir. Parlamento iki meclisten meydana gelir. Ayrıca her eyaletin bir hükumeti ve eyalet başkanı olur. Eyalet başkanlarının ülke idaresindeki önemi çok büyüktür. Anayasaya göre devlet başkanı, eyaletlerin üçte ikisinin desteğini almak zorundadır. Millet Meclisi 360 sandalyeden meydana gelir. Senato 108 üyeden oluşur. Nijerya, bağımsızlığından bu yana askeri darbelerin en çok yapıldığı ülkelerden olup günümüzde askeri rejim tarafından idare edilmektedir. 1992’de seçimler yapıldı. Sivil hükümete geçiş olarak 27 Ağustos 1993 tarihi tespit edildi. 2015 yılında gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçimlerinde Muhammadu Buhari, görevdeki başkan Goodluck Jonathan'ı mağlup ederek ülkenin yeni devlet başkanı olmuştur. Ekonomi daha çok tarıma dayanır. Yerfıstığı, pamuk, palmiye ağaçları, sebze ve meyve türleri, kakao, kauçuk tahıl ürünleri, hurma ve yerfıstığı yağı, kereste ve kolacevizi bol miktarda üretilir. Kakao ve kauçuk üretiminde dünyanın altıncı ülkesidir. Ülke topraklarının % 25’i ekime müsaittir. 1960’lı yıllarda bulunan petrol, Nijerya ekonomisini geniş ölçüde ferahlattı. Afrika’da hemen hemen en istikrarlı ekonomiye sahip ülkelerden biri haline geldi. Güneyde delta bölgesi, petrol yatakları bakımından oldukça zengindir. Dünyanın yedinci büyük petrol üreticisi durumunda olan Nijerya’nın ihracatının büyük bir bölümünü, petrol ve yan ürünleri teşkil etmektedir. Ayrıca doğal gaz bakımından da oldukça zengindir. 1980 yılında petrokimya ve doğal gaz tesisleri tamamlanmış ve rafineri sayısı arttırılmıştır. Nijerya ham petrolden başka ayrıca kömür, kalay, kireçtaşı, kolimbit ve demir madenleri de üretmektedir. Mevcut nehir sularından, hidroelektrik santralleri kurmak suretiyle, elektrik enerjisi üretilmektedir. Bunlardan en büyüğü Kainiji Barajıdır. İhracatının % 95’ini ham petrol teşkil eder. Çeşitli gıda maddeleri ve otomobil parça takımları, diğer önemli ihraç ürünleridir. Gıda maddeleri ihracatının büyük bir bölümünü kakao meydana getirir. Ayrıca tütün, palmiye ürünleri, yerfıstığı, pamuk ve soya diğer ihraç ürünlerini teşkil eder. Nijerya, kereste, kauçuk ve hayvan derilerinden de büyük gelirler elde etmektedir. İhracatını daha çok İngiltere, Almanya ve Japonya’ya yapar. ABD, Almanya ve Hollanda’dan ise çeşitli makine, ilaç ve elektronik malzemeler, ithal etmektedir. Kişi başına düşen millî aylık gelir 370 dolardır. İş gücünün % 60’ı tarım, % 20’si ticaretle ilgilidir. Doğal gaz ve petrokimya endüstrisi yanında, ormancılık, balıkçılık, tekstil, çimento ve sigara endüstrileri de önemlidir. OPEC üyesi olan Nijerya, büyük bir demir-çelik endüstrisine ve geniş bir inşaat sektörüne sahiptir. Ulaşımın geliştiği ülkede yollar genelde kuzey-güney istikametini takip eder. Uzunluğu yaklaşık 124.000 kilometreyi bulan karayolunun % 50’si asfalt kaplıdır. Demiryolu ulaşımı gelişmiş olup toplam uzunluğu 3805 kilometredir. Lagos ve Kano havaalanları en işlek uluslararası havalimanlarıdır. Nijerya'nın üst düzey idari yapılanması 36 eyalet ve 1 federal başkent bölgesi (Abuja) şeklindedir. Eyaletler: Pakistan Pakistan veya resmi adıyla Pakistan İslam Cumhuriyeti, Güney Asya'da bir ülkedir. Umman Denizi'ne 1.046 km kıyısı vardır. Batısında Afganistan ve İran, kuzeyinde Çin, doğusunda Hindistan vardır. Nüfus bakımından dünyada 6. olup, 1947'de İngiliz sömürgesindeki Hindistan'dan, yaşanan kanlı bir mücadele sonrası ayrılarak 14 Ağustos 1947'de kurulmuştur. Daha sonrasında yine bir bölünme yaşayıp batısı bugünkü Pakistan, doğusu ise Bangladeş olmuştur. Pakistan'da Pencap, Sind, Kuzeybatı Sınır Eyaleti ve Belucistan olmak üzere 4 eyalet vardır ve federal başkenti İslamabad'dır. "Pakistan" Urdu dilinde ve Fars dilinde "Pak ülke" anlamına gelmektedir. İlk olarak "PAKSTAN" sözcüğü Choudhary Rahmat Ali tarafından 1934 yılında telaffuz edilmiş ve Birleşik Krallık'ın eski Hindistan sömürgesinin 5 eski eyaletinin harflerinden türetilmiştir. Söz konusu eyaletler bugün Pakistan'ı meydana getirmektedir. Pakistan'ın kuzeydoğusunda Çin, kuzeybatı ve batısında Afganistan, doğusunda Hindistan ve güneybatısında İran yer almaktadır. Ülkenin yüzölçümü 796.095 kilometrekaredir. En yüksek noktası, 8.611 metre ile dünyanın ikinci en yüksek zirvesi olan Himalayalar'daki K-2 Godwin Austen Zirvesi'dir. Pakistan, Güney Asya, Orta Asya ve Orta Doğu bölgelerinin kültürel, sosyal ve tarihi etkisi altında, değişik dil, mezhep ve etnik gruplara mensup 160 milyon civarında nüfusa sahiptir. Toplam nüfusun %96,68'i Müslümandır. Müslüman nüfusun %20'sini Şiiler, geriye kalanını Sünniler oluşturmaktadır. Nüfusun %3,32'sini ise Hıristiyan, Hindu, Sih ve Budistler oluşturmaktadır. Gayrimüslim azınlıklar içinde en büyük grubu %1,55 ile Hristiyanlar teşkil etmektedir. Pencap Eyaleti'nde Pencabiler, Sind Eyaleti'nde Sindler, Kuzey Batı Sınır Eyaleti'nde Paştunlar, Belucistan'nde Beluciler ağırlıklı olarak yerel nüfusu oluşturmaktadır. Pakistan İran'dan sonra, dünyanın ikinci büyük Şii nüfusa sahip ülkesidir. Müslümanlığın Güney Asya'da kitlesel yayılışı 11. yüzyılda Gazneliler Devleti'nin kurulması ile başlamıştır. 1000-1026 yıllarında Pencap'a yaptığı akınlarla İslamiyet'i Alt-kıtaya sokan Gazneli Mahmud döneminde, özellikle Sufi düşüncesine bağlı İslam bilginleri bölgede İslamiyet'in yayılmasında etkili olmuşlardır. Alt-kıtadaki Babür İmparatorluğu'nun kurucusu Babür Şah, 1526'da Delhi yakınlarında Penipat'da Delhi Sultanlığı’nın son yöneticisi İbrahim Lodi'yi yenerek Delhi Sultanlığına son vermiştir. Ancak 17. yüzyıldan itibaren İngilizler bölgeye öncelikle Doğu Hindistan Şirketi (East Indian Company) aracılığıyla girmeye başladılar. Şirket, ilk fabrikasını 1612 yılında açmıştır. 1858-1859 yıllarında ilk bağımsızlık savaşı olarak da tanımlanan geniş çaplı ayaklanma, şirketin yönetimindeki toprakların İngiliz Krallığı yönetimine geçmesiyle sonuçlanmıştır. 1858 yılında Birleşik Krallık Parlamentosu Hindistan'ın Birleşik Krallık yönetimine alındığına dair bir kanunu kabul etmiştir. Sir Seyyid Ahmed Han, Ağa Han "Hint Yıldızı" gibi liderlerin öncülüğünde Hint Müslümanları 1906 yılında "Tüm Hindistan Müslüman Ligi" (All Indian Muslim League) Partisini kurmuşlardır.Bu parti ve Sir Seyyid Ahmed Han başta İngilizler tarafından desteklenerek kendisine "Hint Yıldızı" unvanı verilmiştir. Müslüman Ligi'nin Muhamme
d Ali Cinnah'ın başkanlığındaki 23 Mart 1940 tarihli oturumunda Hindistan'ın Müslümanlar ve gayrimüslimler arasında bölünmesi kararı alınmıştır. 23 Mart halen Pakistan'da, "Pakistan Günü" olarak kutlanmaktadır. 14 Ağustos 1947 tarihinde Muhammed Ali Cinnah, Pakistan Genel Valisi olmuş ve Pakistan bağımsızlığını kazanmıştır. Pakistan'ın Hindistan'dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etmesinin ardından milyonlarca Müslüman, Hindu ve Sih'in mübadelesi başlamış, sınırın her iki yanındaki toplam 12 milyon kişi yer değiştirmiştir. 1947'de kurulan Pakistan'ın kurucusu ve ilk devlet başkanı Muhammed Ali Cinnah'ın 11 Eylül 1948'deki ölümüne kadar ülkenin içinde bulunduğu karışık durum nedeniyle bir anayasa hazırlanamadı. Anayasasının hazırlanması 8 yıldan fazla sürdü. 1956 tarihli ilk anayasaya göre bir İslami cumhuriyet olarak tanımlandı. Üzerinde yapılan çeşitli değişikliklerle birlikte ülke halen 1973 tarihli anayasa ile idare olunmaktadır. 1971'e kadar Pakistan bugünkü Pakistan (Batı Pakistan) ve Bangladeş (Doğu Pakistan) topraklarından oluşmaktaydı. Hindistan ve Birleşik Krallık'ın de etkisiyle 1971 yılındaki iç savaştan sonra Doğu Pakistan Bangladeş adında bağımsızlığını ilan etti. Bu savaştan yıllar sonra dahi Pakistan ile Bangladeş'in arası düzelmiş değildir. Ülkede 1999 yılında gerçekleşen askeri darbe ile Pervez Müşerref tüm yetkileri kendisinde toplamıştır. 2008 Ocak'ta genel seçimlere gidilmesi kararı alınmıştır. Sürgünde bulunan eski başbakan Benazir Butto 2007 Ekim'de ülkesine dönmüş ve döndüğünde düzenlenen saldırıdan yara almadan kurtulurken 140 civarında kişi ölmüştür. Bundan sonra karışıklıklar devam ederken olağanüstü hal ilan edilmiş ancak 1 ay sonra kaldırılmıştır. Bu süreçte sürgünde bulunan muhalefet lideri Navaz Şerif de ülkesine dönmüştür. Aralık 2007 Pakistan için çok kötü bir dönem olmuş ve Benazir Butto kendisine yönelik düzenlenen ikinci suikast saldırısında öldürülmüştür. Butto'nun ölümünden sonra yaşanan şiddet olaylarında onlarca kişi ölmüş, milyonlarca dolarlık maddi hasar meydana gelmiştir. Bunun üzerine seçimler Şubat 2008'e ertelenmiştir. Ertelenen seçimler 18 Şubat 2008'de yapılmış ve devlet başkanı Müşerref'in Pakistan Müslüman Ligi-Kueyd (Q:Kueyd:lider) adlı partisi yenilgiye uğrarken Butto'nun Pakistan Halk Partisi birinci, Navaz Şerif'in Pakistan Müslüman Ligi (N) adlı partisi ise ikinci olmuştur. Buna rağmen Müşerref önce devlet başkanlığı görevini sürdüreceğini açıklamakla beraber, sonra ordunun desteğini kaybederek 18 Ağustos 2008'de devlet başkanlığı görevinden istifa etmiştir. Pakistan'ın nüfusu 2010 itibarıyla 170 milyon olarak tahmin edilmektedir. Bu nüfus Pakistan'ı dünyanın en büyük 6. devleti yapmakta ve Pakistan nüfus bakımından Brezilya'nın gerisinde, Rusya'nın önündedir. Pakistan'ın 1951'de 34 milyon nüfusu bulunmaktaydı. Pakistan'ın nüfus artış 2010 yılında %1,6 olarak kaydedilmiştir. Güney Pakistan'da nüfusun çoğu İndus Nehri çevresinde yaşar. Nüfus büyüklüğüne göre Karaçi Pakistan'ın en büyük kentidir. Ülkenin kuzeyinde nüfus daha çok Lahor, Faysalabad, Ravalpindi, İslamabad, Gucranvala, Gujrat, Jhelum, Sargodha ve Sheikhupura kentlerinin oluşturduğu yay şeklindeki bir hat üzerinde yaşar. Pakistan nüfusunun yaklaşık %20'si yoksulluk sınır altında yaşamaktadır. 2006 yılı itibarıyla ortalama yaşam süresi kadınlarda 63, erkeklerde ise 62 yıl olarak tespit edilmiştir. Sağlık giderleri GSYİH'nın %2'sidir (2006). Pakistan 60'tan fazla dilin konuşulduğu bir devlettir. İngilizce resmi dil olup, resmi iş, devlet ve hukuk sözleşmelerinde kullanılır. Urduca ise ulusal dildir. Pencap dili Pencap eyaletinin resmi dilidir ve ayrıca Saraiki dili Pencap eyaletinde büyük oranda konuşulur. Peştuca ise Hayber-Pahtunhva eyaletinin, Sindi dili ise Sind ve Belucistan eyaletlerinin resmi dilidir. Pakistan dünyada müslümanların çoğunlukta olduğu ikinci devlettir ve ayrıca ikinci en büyük Şii nüfusuna sahiptir. Pakistan Anayasası'na göre ücretsiz eğitim sağlamak devletin sorumluluğundadır. Bağımsız olduğunda Pakistan'da sadece bir üniversite vardı. Pencap Üniversitesi 1882'de Lahor'da kurulmuştur. Pakistan'da şu anda 71'i devlet, 59'u özel olmak üzere 130'dan fazla üniversite bulunmaktadır. Pakistan'da 730 teknik ve mesleki kurum bulunmaktadır. Erkek mesleki kurumlarına girmek için minimum nitelik 8. sınıfı tamamlamış olmaktır. 2004 yılı itibarıyla Pakistan'da yetişkin nüfusun %46,6'sı okuryazardır. Okuryazarlık erkeklerde %60,6 iken kadınlarda %31,5'tir. Aşiret bölgelerindeki kadınlarda okuma yazma oran cinsiyet farklılığı nedeniyle %3'tür. Pakistan hükumeti 1996'da cehaletin ortadan kalkması ve bütün çocukların okuryazar olması için ülke çapında bir girişim başlattı. Papua Yeni Gine Papua Yeni Gine, Okyanusya kıtasında bulunan bağımsız bir devlettir. Yeni Gine adasının doğu kısmını ve civar adaların bir kısmını kapsar. Yeni Gine adasının batı kısmı ise Endonezya'ya aittir. Papua Yeni Gine, Güneybatı Pasifik’te, Avustralya kıtasının kuzeyinde ve ekvatorun güneyinde, 0°-10° güney enlemleri ve 130°-150° doğu boylamları arasında, Yeni Gine Adasının doğu yarısı, Bismarck Adaları ve birçok bitişik ada gruplarını içine alan bağımsız bir ülkedir. Batısında Endonezya, güneyinde Avustralya bulunur. Arkeolojik kanıtlar, ilk insanların Papau Yeni Gine’ye yaklasik 47.000 yıl önce ulastıklarını göstermektedir. Papua Yeni Gine’ye göc eden ilk modern insanların kökenleri Afrika dısındandır ve Asya ve Avrupa’dan genetik olarak bağımsızdır. Tarım da yaklaşık 10.000 yıl önce, Doğu Asya ve Amerika’yla aynı zamanlarda benzer ve bağımsız gelismelerle, merkezindeki dağlık bölgelerde başlamıştır. Bölgeye Avrupalıların ilk gelişleri 16. yüzyıla rastlar. 1526 yılında Portekizli Jorge de Meneses Yeni Gine Adasına gelen ilk Avrupalıdır. Meneses Adanın kuzey kıyılarına Malay dilinde “kıvırcık saçlı” anlamına gelen “Ilhas dos Popuas” adını verdi. 1545 yılında bölgenin insanlarının, Afrika Gine’si Kıyısı insanlarına çok benzediğini görerek, adanın ismini Yeni Gine olarak değiştirdi. Bundan sonra bölgeye sırasıyla, İspanyollar, İskoçlar, İngilizler ve Fransızlar geldi. 1884 yılında İngilizler adanın güney yarısını ve Almanlar kuzey kıyılarını işgal etti. Daha sonra bu bölgeler Birinci Dünyâ Harbinin tesiriyle, Avustralya’ya bırakılmak zorunda kaldı. 1920 yılında Milletler Cemiyeti adayı manda altına soktu. İkinci Dünyâ Harbi esnasında kuzey kıyıları Japonya işgali altına girdi. Yeni Gine seferi (1942-1945) İkinci Dünya Savaşı'nın en önemli askeri seferlerinden biriydi. Yaklaşık 216,000 Japon, Avustralya ve ABD askeri, denizcileri ve havacıları, Yeni Gine seferi sırasında öldü. Japonların yenilmesinden sonra bölge, 1949’da Milletler Cemiyeti tarafından Avustralya idâresine verildi. Daha sonra 1973’te kendi kendini yönetme hakkını elde etti. Papua Yeni Gine nihâyet 1975’te bağımsız oldu. Michael T.Somare ülkenin ilk başkanı olarak 1988’e kadar görevde kaldı. 1988 seçimlerini kazanan Rabbie Namalin, 1992’ye kadar başbakanlık vazifesine devam etti. 1992 seçimlerini kazanan Paias Wingti yeni hükûmeti kurdu. Papua Yeni Gine, Yeni Gine Adasının doğu kısmı, Bismarck Takımadaları ve diğer birçok alçak mercan adalarından ibârettir. Yüzölçümü yaklaşık olarak 462.840 km2dir. Ülkenin büyük bir bölümü İrian Jaya’ya kadar uzanan dağ silsilesiyle örtülüdür. Bölgede Vitiaz Boğazı boyunca Bismarck Takımadasına kadar volkanik bir dağ grubu vardır. Bunlardan güneydoğuda kalan Lamington Dağı 1951’de çok şiddetli bir püskürme ve patlama göstermiştir. En yüksek bölge 4509 m’lik Wilhelm Dağıdır. Ülkenin başlıca nehirleri; Fly, Kikori, Purari, Sepik, Ramu ve Murkham’dır. Papua Yeni Gine’yi meydana getiren belli başlı volkanik olmayan adalar ise şöyle: D’Entrecasteaux Grubu, Louisrade Takımadası, Trobriand Adaları ve Woodlark’tır. Bunlardan başka Yeni İrlanda, Yeni İngiltere, Manu ve Bougahville volkanik olan adalardır. Diğer küçük adalar umûmiyetle mercan resiflerinden (kayalık, döküntü) ve mercan adalarından (atol) meydana gelmiştir. Papua Yeni Gine ekvatorun yaklaşık 10° altında yer alır. Bu yüzden birbirine yakın iki dönence bölgesinin içerisinde olup, iki mevsimli genel olarak sıcak ve nemli bir iklimin tesirindedir. Mayıs-aralık aylarında şiddetli güneydoğu rüzgârları bölgeye yağmur ve nispeten serin bir ortam (muhit) getirir. Ocak-nisan aylarında ise kuzeybatı rüzgârları aşırı sıcaklıkları ve şiddetli yağışları beraberinde getirir. Ortalama aylık sıcaklık haziran ayında 25 °C ve aralık-ocak aylarında 28 °C civarındadır. Yağışlar, kıyı ve dağlık bölgelerde, yıllık ortalama 2540 mm civarı ve üzerindedir. Ülkenin % 70’ine yakın bir bölümü ve yüksekliği fazla olan adalar tropikal ormanlarla kaplıdır. Şiddetli yağışlar ormanların çok sık olmasına yol açmış ve buna mukâbil tarıma müsâit toprakların azalmasına sebebiyet vermiştir. Ormanlardaki ağaçlar çok çeşitlidir. Genellikle yüksek bölgelerde daha çok meşe, kayın (ak gürgen), funda ve kozalaklı ağaçlar yetişir. Papua Yeni Gine’nin hayvanları hemen hemen Avustralya’nınki ile aynıdır. Keseli hayvanlar çoğunluğu teşkil eder. Ayrıca birçok cinste sürüngene her tarafta sık rastlanır. Ülkede çeşitli cinste kuş mevcuttur. Her biri birbirinden farklı, rengarenk kuşlar ülke ormanlarının en ilgi çeken hayvanlarıdır. Bunların arasında hiç şüphesiz devekuşu ve papağanın ayrı bir yeri vardır. Ülke yeraltı kaynakları bakımından orta seviyededir. Daha çok altın ve gümüş gibi kıymetli madenler çıkarılır. Ayrıca bakır ve tabiî gaz yatakları da mevcuttur. Yaklaşık olarak ülkenin nüfûsu 5.887.000 kişidir. Nüfus yoğunluğu ise 77 civarındadır. Bunun %13,5’i şehirlerde yaşamaktadır. Yıllık nüfus artışı %2,7’dir. Ülkede yerli nüfusu olarak üç ana grup vardır; güney ve iç bölgelerde Papuanlar, kuzey ve doğuda Malenezyalılar ve batı bölgelerde Pigmeler. Bunların dışında ayrıca Avustralyalılar, Polinezyalılar ve bir miktar da Çinliler mevcuttur. Yerlilerin çoğunluğu siyah derilidir. Bunlardan deri renkleri sarı ile siyah arasında değişebilen, yuvarlak kafa yapılı Pigmeler, çok küçük boylu olmalar
ıyla bilinir. Ülkenin resmî dili İngilizcedir. Ayrıca “Pidgin İngilizce” denen İngilizcenin bozulmuş ve değiştirilmiş bir şekli olan bir dil de kullanılmaktadır. Bundan başka ülkede yerli dillerin ve lehçelerin sayısı 700’ü aşkındır. Bunlardan 200 adedi Malayo-Polinezya kökenli Malenezya dil grubuna aittir. Standart İngilizceden bozma “Pidgin” İngilizcesi ise daha çok ticarî sahada konuşulur. Halkın çoğunluğu kendi yerli inançlarına sahiptir. Bundan başka Katoliklik ve Protestanlık yaygındır. Papua Yeni Gine insanlarının %90’ı esas adada yaşarlar. Çoğunluğu kıyı bölgelerde ve başşehir Port Moresby’da oturur. Diğer önemli şehirleri; Lae, Samarai, Goroka ve Modang’dır. Diğer adalar üzerinde kurulu şehirleri ise Rabaul Yeniİngiltere ve Arawa Bougainville Adası üzerindedir. Ülkede okur-yazar oranı %32’dir. Genç nüfusun %30’u okula gitmektedir. İki üniversite mevcuttur; biri 1965’te Port Moresloy’de açılan Papua Yeni Gine Üniversitesi ve diğeri 1967’de açılan Lae Teknoloji Üniversitesidir. Bağımsız bir millet olan Papua Yeni Gine parlamenter demokrasi sistemini kabul etmiştir. 1975 yılında İngiltere Milletler Topluluğu içerisinde, tam bağımsızlığını kazanan bir devlet olmuştur. Michael T.Somare ilk başbakandır. Devlet Başkanı Kraliçe Elizabeth II’dir. Bunu ülkede genel bir vâli temsil eder. Ülke idârî olarak bir başşehir ve 20 il’e bölünmüştür. Her bir ilin seçilmiş bir meclisi vardır. Papua Yeni Gine BM ve Güney Pasifik Komisyonu üyesi bir ülkedir. Ayrıca Güney Pasifik ülkeleri arasındaki politik ve ekonomik iş birliği ve kalkınmayı gâye edinen Güney Pasifik Formu üyesi olmuştur. Ülke ekonomisi umûmiyetle tarıma dayanır. Ayrıca hayvancılık ve balıkçılık da önemlidir. Daha çok domuz ve kümes hayvanları yetiştirilir. Ülkede yetişen başlıca tarım ürünleri; yulaf, kulkas, muz, kokonat, tatlı patates, kahve ve kakaodur. Ayrıca meyve ve sebze yetiştiriciliği de oldukça gelişmiştir.Başlıca endüstri ve îmâlât sahaları; orman ürünleri, mineraller, balık, gıda, inşaat malzemeleri ve ev eşyâlarıdır. Dışarıya kahve, çay, kakao, orman ürünleri, balık, meyve, sebze satar. Dışarıdan ağır makinalar ve çeşitli araçlar satın alır. Altın ülkenin en önemli mâdenidir. Ayrıca gümüş, bakır, petrol ve tabiî gaz da çıkartılmaktadır. Nüfusun % 53’ü tarım, % 17’si endüstri ve ticarette ve % 10’u resmî hizmetlerde çalışır. Para birimi Kina’dır. İhrâcât ve ithâlâtını çoğunlukla, Japonya, Almanya, Avustralya ve ABD ile yapar. Başlıca iki limanı vardır: Port Moresby ve Lae limanları. Turizm gelirleri orta seviyededir. Ulaşım ve haberleşme yetersizliği başlı başına bir problem teşkil etmektedir. 1973’ten sonra ulaşım ve haberleşme üzerine yapılan çalışmalar sonunda biraz düzelmiştir. Papua Yeni Gine, biyolojik çeşitlilik açısından dünyanın en zengin kabul edilen bölgesinde yer alıyor. ‘Mercan Üçgeni’ adı verilen bu bölge Filipinler, Endonezya ve Malezya arasında bulunuyor. Son 10 yıl içinde, Papua Yeni Gine’yi çevreleyen okyanuslarda aralarında papaz balığının da (Chrysiptera cymatilis) olduğu yeni 33 balık türü keşfedildi. Görünüşüyle görenleri etkileyen mavi papaz balığı, Yeni Gine’nin hiç bozulmamış kayalıklarına sahip Milne Körfezi’nde tespit edildi. Saint Kitts ve Nevis Saint Kitts ve Nevis Federasyonu (; ayrıca Saint Christopher ve Nevis Federasyonu olarak da bilinir), Karayipler'deki Rüzgâraltı Adalarında bulunan iki adadan oluşan federal bir ülke. Yüzölçümü ve nüfus bakımından Amerika'daki küçük bağımsız devletlerdendir. Başkent, ülkenin en büyük adası olan Saint Kitts üzerindeki Basseterre'dır. Ülkenin küçük adası Nevis, Saint Kitts'in yaklaşık 2 mil (3 km) güneydoğusunda yer almaktadır. Ülkenin ekonomisi turizme, tarıma ve hafif imalat sanayiye dayanmaktadır. Ülkede turizm 1978'ten beri gelişmektedir. 2009 yılında 587.479 turist ülkeye gelmiştir. Saint Lucia Saint Lucia, Karayipler'de Küçük Antiller'in bir parçası konumunda olan ve coğrafi açıdan Orta Amerika'ya dahil edilen ada ülkesi. İngiliz Milletler Topluluğuna bağlı bir ülke olan Saint Lucia, Karayip Denizi ile Atlas Okyanusu arasında, Trinidad ve Tobago'nun kuzeyinde yer alır. Ülkenin başkenti Castries'dir. İlk olarak İngilizler 1605'te adaya yerleşme teşebbüsünde bulunmuştur. Ülke Fransa ve İngiltere arasında el değiştirdikten sonra, 1814'te Paris Antlaşması'yla İngiltere'ye bırakıldı. 1967'de muhtariyet elde eden ada, 1979'da bağımsızlığına kavuştu. Samoa Samoa ya da resmî adı ile Bağımsız Samoa Devleti, Güney Büyük Okyanus'unda, Polinezya'da bulunan, adalar topluluğundan oluşan bir ülkedir. 1900-1914 arasında Alman Samoası, 1914-1997 arasında da Batı Samoa adını almıştır. Birleşmiş Milletler tarafından ancak 1976'da Samoa olarak tanınmıştır. 4000 yıl önce, Güneybatı Asya'dan gelen göçmenlerce kurulan ilk yerleşim yerleri, 1700'lerde Avrupalı sömürgeciler tarafından keşfedilmiş, ancak 1830'lardaki İngiliz işgaline kadar geleneksel yapısını korumuştur. Fakat bu yapıların hepsi kaçak olup konar göçerdir. Samoa devletinin bulunduğu Samoa Adaları zaman dilimine göre Amerika'dan sonra yeni yıla girmektedir. 7 Eylül 2009'da trafik sola geçmiştir. Ülke ticarette yaşadıkları zorluklar nedeniyle uluslararası tarih değiştirme çizgisinin öteki yanına geçmeye karar verdi. Bu sebeple dünya üzerinde güneşi en son gören ülkelerden Samoa’daki 186 bin kişi, 29 Aralık 2011 Perşembe gecesi uykuya yatıp 31 Aralık 2011 Cumartesi sabahında uyandı. Samoa Başbakanı Tuilaepa Sailele Malielegaoi, kararın Yeni Zelanda, Avustralya ve Asya ile ticari ilişkilerde saat farkından ötürü yaşanan aksamaların en aza indirilmesi amacıyla verildiğini açıkladı. Malielegaoi, ülkelerinde yaşanmayacak 30 Aralık Cuma günü için çalışanların ücretlerinin yine de ödeneceğini, diğer yandan turistlerden ise bu günün parasının alınmayacağını açıkladı. Ülke, 119 yıl önce Amerikalı tüccarların girişimi ile tarih değiştirme çizgisinde taraf değiştirmişti. O zamandan beri Avustralya’nın 21, Yeni Zelanda’nın 23 saat gerisinde olan Samoa bu değişiklik ile Avustralya’nın 3, Yeni Zelanda’nın 1 saat ilerisinde olacak. Üye olduğu uluslararası örgüt ve kuruluşlar: ACP (Afrika - Karayip - Pasifik Ülkeleri), AsDB (Asya Kalkınma Bankası), C, ESCAP (Asya ve Pasifikler Ekonomik ve Sosyal Komisyonu), FAO (Tarım ve Gıda Örgütü), G-77, IBRD (Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası), ICAO (Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü), ICFTU (Uluslararası Serbest Ticaret Birlikleri Konfederastonu), ICRM (Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Hareketi), IDA (Uluslararası Kalkınma Birliği), IFAD (Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu), IFC (Uluslararası Finansman Kurumu), IFRCS (Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Toplulukları Federasyonu), IMF (Uluslararası Para Fonu), IMO (Uluslararası Denizcilik Örgütü), Intelsat (Uluslararası Telekomünikasyon ve Uydu Örgütü), IOC (Uluslararası Olimpiyat Komitesi), ITU (Uluslararası Telekomünikasyon Birliği), OPCW (Kimyasal Silahları Yasaklama Organizasyonu), Sparteca, SPC (Güney Pasifik Komisyonu), SPF, UN (Birleşmiş Milletler), UNCTAD (Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı), UNESCO (Eğitim-Bilim ve Kültür Örgütü), UPU (Dünya Posta Birliği), WHO (Dünya Sağlık Örgütü), WIPO (Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı), WMO (Dünya Meteoroloji Örgütü), WTrO (Dünya Ticaret Örgütü) Sierra Leone Sierra Leone, ya da resmî adıyla Sierra Leone Cumhuriyeti, Batı Afrika'da bir ülkedir. Portekizliler ülkeye, bölgede bol miktarda aslan bulunmasından dolayı aslanlı dağlar veya aslanlı sıradağlar anlamına gelen bu ismi vermişlerdir. Kuzeydoğusunda Gine; güneydoğusunda Liberya ve güneybatısında Atlas Okyanusu bulunur. Sierra Leone 71.740 km'lik bir alanı kaplar ve nüfusu 6.296.803'dür. Tropikal İklim'e sahiptir. Komşusu Liberya gibi özgür bırakılmış Afrikalı köleler tarafından kuruldu (1791'de Freetown'u kurdular). İngiliz sömürgeciliğinden sonra 1961'de bağımsız hale geldi. Ancak ülke 1990'lardan 2002'ye kadar yıkıcı bir iç savaş yaşamıştır. Elmas madenleri bakımından oldukça zengindir, buna rağmen batılı sömürgecilerin kışkırttığı ve göz yumduğu iç savaş sonucunda bir hayli fakirleşmiştir. Koordinatları; 8' 30" Kuzey enlemi ile 11' 30" Batı boylamıdır. Sınırlarının toplam uzunluğu 958 km, sınır komşuları ise Gine (652 km), Liberya (306 km), sahil şeridi uzunluğu 402 km'dir. Tropikal iklime sahiptir ve deniz seviyesinden yüksekliği, en alçak noktası ise Atlas Okyanusu 0 m'dir, en yüksek noktası Loma Mansa (Bintimani) 1,948 m Doğal kaynakları, elmas, titanyum, boksit, demir, altın, kromdur. Arazi kullanımı: tarıma uygun topraklar %7, daimi ekinler %1, tarıma uygun topraklar %31, ormanlık arazi %28 ve diğerleri %33'tür. Sulanan arazi 290 km Ortalama hayat süresi erkeklerde 42,69 yıl, kadınlarda 48,61 yıl (2001 verileri) olup ortalama çocuk sayısı 6.01 çocuk/1 kadın (2001 tahmini) Milliyet: Mende: %27, Temne: %22,4, Creole: %11,6, Limba: %5,9, Kuranko: %5,5, Pöller: %4,8. Din: İslam: %59,7, Animizm: %25,5, Hristiyan: %13,3 (Protestanlık: %7,8, bağımsız kiliseler: %3,1, Katolikler: %2,3). 27 Nisan 1961'de İngiltere'den ayrılmıştır. Sierra Leone Cumhuriyetinin yönetim biçimi, başkanlık tipi cumhuriyettir. Başkenti Freetown'dur. 3 eyalet ve 1 bölgeden oluşan idari yapıya sahiptir: Doğu, Kuzey, Güney, Batı. Enflasyon oranı (tüketici fiyatlarında): %15 (2000 verileri). İş gücü 1981 verilerine göre 1.369 milyondur. Endüstri, madencilik (elmas, demir, boksit) küçük çaplı sanayi işletmeleri (meşrubat, tekstil, sigara, ayakkabı), kahve, kakao, hindistan cevizi ve petrol arıtma tesislerinden oluşmaktadır. Elektrik üretimi 240 milyon kWh (1999) olup elektrik tüketimi ise 223.2 milyon kWh'dır. Tarım ürünleri, pirinç, kahve, palmiye tohumu, yer fıstığıdır. Ayrıca ekonomik gelir getiren başta balıkçılık olmak üzere kümes hayvancılığı, sığır-koyun-domuz yetiştiriciliği de vardır. Yıllık 65 milyon $ (2000 verileri) ihracat yapmakta ve ihraç ürünleri, elmas, kakao, kahve, balıktır. İthalat ise yıllık 145 milyon $ (2000 verileri). Gıda maddeleri, makine ve ekipman, yakıt ve yağlar, kimyasallar ithal etme
kte ve oranlar şu şekildedir; İngiltere %34, ABD %8, İtalya %7, Nijerya %5 (1999) Dış borç tutarı ise 1.28 milyar $ (1999) Sierra Leone İç Savaşı Svaziland Svaziland ya da eSwatini, resmî adıyla eSwatini Krallığı (Swati: "Umbuso weSwatini"), Afrika kıtasının güneyinde yer alan ve denize kıyısı olmayan bir ülkedir. Kuzeydoğuda Mozambik, kuzey, batı ve güneyde Güney Afrika ile sınırı vardır. Ülke ve halkı, adını 19. yüzyılda hüküm süren Kral II. Mswati'den almaktadır. 6 Eylül 1968'de Birleşik Krallık'tan bağımsızlığını elde eden Svaziland, mutlak monarşi ile yönetilmekte olup başkenti Mbabane'dir. Ülkenin ismi olan Svaziland, "Svazilerin yaşadığı ülke" anlamını taşımaktadır. Ülke bağımsızlığına kavuşmadan önce düşünülen ilk isim olan Ngwane ismi ise Svaziland'ın ilk kralı olarak kabul edilen III. Ngwane'den gelmektedir. 18. yüzyılda yaşayan ve 1780 yılında kadar hükümdarlığını sürdüren III. Ngwane hükümdarlığı altındaki bölgelere kaNgwane adını vermiştir. "Ngwane'nin sahip olduğu/yer aldığı ülke" anlamına gelen bu ifadeden yola çıkarak verilmesi planlanan ülke isim daha sonra gerçekleştirilememiştir. Günümüzde de Svaziland'da birçok kişi kendisini insan olarak tanımlamak adına "Ngwane" ismini kullanmaktadır. 19 Nisan 2018'de Kral III. Mswati, ülkenin adını eSwatini Krallığı olarak değiştirdi. 1750 yıllarında Afrika kıtasının güneyine gelen Bantu etnik grubunun bir kolu olan Nguni topluluğu bu bölgeye gelerek çiftçi ve çoban olarak bu bölgelere yerleşmişlerdir. 19. yüzyılın ilk dönemlerinde özerklikleri Büyük Britanya tarafından garanti altınan alınan Svazi topluluğu, Boerlerin 19. yüzyılda bölgeye gelmesi ile risk altına girmiştir. 1894 yılında Boer Cumhuriyeti ülkelerinde biri olarak kurulan Transvaal Cumhuriyeti Londra'nın da onayı ile Svaziland üzerinde büyük oranda hakimiyet kurmuştur. 1899 ile 1902 yılları arasında gerçekleşen II. Boer Savaşı neticesinde bölge üzerinde hakimiyeti sağlayan Britanya, 6 Temmuz 1902 yılında Svaziland'ın koruyuculuğunu üstlendiğini bildirmiştir. 1906 yılına kadar Büyük Britanya Güney Afrika Yüksek Komiserliği'ne bağlı olarak yönetilen Svaziland, bu tarihten itibaren bölgede yerleşik Britanyalı bir komiser atanmıştır. Ülkede idareyi Britanya adına Dlamini hanedanlığının yaptığı Svaziland'da hem 1921 yılında bu yana tahtta olan II.Sobhuza'nın, hem aşiret reislerinin hem de halkın Britanyalılara karşı olumsuz tutum ve düşünceleri olmaması ve iyi ilişkiler kurması sebebiyle koruyucu ülkeye karşı kayda değer bir olumsuz durum yaşanmamıştır. 1960 yılında ülkenin ilk partisi olan "Swaziland Progressive Party (SPP)" kurulmuştur. Bu oluşumdan üç yıl sonra gerçekleşen bölünme ile daha radikal ve Pan-Afrikanizm ideolojisine sahip olan ve aralarında entelektüellerin, sendikacıların ve bağımsızlık yanlıların olduğu bir grup "Ngwane National Liberatory Congress (NNLC)" kurmuşlardır. Bu dönemde Kral II. Sobhuza'nın onaylamamasına rağmen İngiliz hükumeti, Britanya modeline uygun olarak bir anayasa çalışması başlatmış, yapılan mitinglere ve çağrılara rağmen 1 Ocak 1964 itibarıyla anayasayı yürürlüğe sokmuştur. Bunun üzerine kral kendi partisini, "Imbokodwo National Movement (INM)" partisini kurarak kraliyet yanlılarını bir çatı altında toplamaya çalışmıştır. Bu parti muhafazakar beyaz azınlık tarafından kurulan "United Swaziland Association (USA)" ile SPP ve NNLC partilerine karşı işbirliği yoluna gidilmiştir. Büyük Britanya ülkeye 25 Nisan 1967 tarihinde "Krallık Korumasında" adı ile iç işlerinde özerkliğini vermiş, 25 Haziran 1967 tarihinde gerçekleştirilen ilk seçimlerde INM oyların %80'ini alarak mecliste mümkün olan tüm sandalyelerin sahibi olmuştur. USA'nın INM ile ortak seçimlere girmesi sonucu beyaz göçmenlere ayrılan 8 koltukta USA üyeleri tarafından kazanılmıştır. Yaşanan bu gelişme sonucu Afrikalılar arasında artan öz güven ile dile getirilmeye başlanan bağımsızlık söylemleri sonucu Büyük Britanya 6 Eylül 1968 tarihinde Svaziland'ın bağımsızlığını tanımıştır. Kral II.Sobhuza'nın büyük oğlu Makhosini Dlamini tarafından Ngwane adı ile bağımsızlığa kavuşturulması düşünülen ülke, bu adımın gerçekleşmemesiyle Svaziland adı ile bağımsız olmuştur. Bağımsızlık sonrası ülkenin en yetkili ismi II.Sobhuza olurken, başbakanlık koltuğuna büyük oğlu Prens Makhosini Dlamini getirmiştir. İlk seçimler sonrası USA partisi kendisini feshetmiş, 1972 yılında gerçekleştirilen yeni seçimlerde muhalefette bulunan NNLC'nin mümkün olan 24 sandalyeden 3 sandalyeye alması sonucu kral olağanüstü durum ilan ederek parlamentoyu feshettiğini açıklamış ve 12 Nisan 1973 tarihi itibarıyla da tüm siyasi partilere yasak getirmiştir. Parlamentoyu fesheden, konuşma ve toplantı yapma özgürlüklerini kısıtlayan ve anayasayı askıya alan II.Sobhuza bu konular ile ilgili olumsuz beyanda bulunanları da tutuklatmıştır. II.Sobhuza, Güney Afrika'nın da desteği ile oluşturduğu ordu ve askeri düzendeki polis gücü ile muhalefeti bastırmıştır. 1978 yılında yeni bir anayasanın yürürlüğe girdiği ülkede yeni kurulan iki kademeli meclise "Swaziland National Council" ya da "Libandla" adı verilmiştir. 1982 yılında Sobhuza'nın ölümü sonrası ülkede uzun bir süre muhafazakar ve reformcu kanatlar kendi istek ve arzuları yönünde iktidar mücadelesine girişmiştir. Kraliyet ailesi henüz küçük yaşlarda olan Prens Makhosetive Dlamini'yi yeni "Ngwenyama" (Türkçe:Aslan) olarak atamış, 18 yaşına kadar annesi kraliçe Dzeliwe yönetimi elinde tutmuştur. 1986 yılında III. Mswati olarak tahta geçen Makhosetive Dlamini ile birlikte annesi "Ndlovukati" (Türkçe: Dişi fil) olarak ülke yönetimini ele almışlardır. 1986 yılında bu yana iktidarda bulunan kral yaşam tarzı nedeniyle sık sık eleştirilmektedir. En yoksul ülkelerden biri konumunda olan Svaziland'da bu tür bir lüks yaşam uluslararası alanda kabul görülen bir durum olarak algılanmamaktadır. Özellikle 1996 yılından sonra kraliyete ailesine ve monarşiye karşı çok sık protesto ve mitingler düzenlenmektedir. Svaziland, günümüzde Afrika kıtasında mutlak monarşi ile yönetilen tek ülkesi konumundadır. Svaziland dört idari bölgeye ayrılmıştır. Her bir il 40 ilçeden oluşmakta olup, bu ilçelerin her biri bir kabile reisi tarafından yönetilmektedir. İngiliz Milletler Cemiyeti ülkeler içerisinde mutlak monarşi ile yönetilen bir ülke olan Svaziland'da, "Ngwenyana" (Türkçe:Aslan) unvanına sahip kral siyasette çok önemli bir etkiye sahiptir. "Ndlovukati" (Türkçe:Dişi fil) unvanına sahip kralın annesi, kraliçe olarak kralın yerine vekaleten devlet yönetimi görevini üstlenebilmektedir. "Ndlovukati" olma koşulu kralın annesi olma şartını getirmemekte olup, farklı bir kişi de bu göreve atanabilmektedir. 1986 yılında bu yana III. Mswati'nin annesi olan Ntombi bu görevi yürütmektedir. Kraliyet sarayı ülkenin iki büyük şehri olan Manzini ve Mbabane arasında yer alan Lobamba'da yer almaktadır. Kral ve Ndlovukati'nin ülkede birçok para ve pul üzerinde resimleri bulunmaktadır. Lobamba'da Libandla olarak adlandırılan parlamento binası da yer almaktadır. Senatoda yer alan 30 üyenin 20 tanesi kral tarafından atanmakta olup, geriye kalan 10 üye ise iki kanatlı parlamentonun diğer kanadı olan "House of Assembly" tarafından belirlenmektedir. 66 adet sandalyesi bulunan House of Assembly'de ise 55 üye Tinkhundla olarak adlandırılan seçim bölgelerinden seçilerek gelmektedir. Bu meclise 10 kişi yine kral tarafından atanırken, bir sandalye ise "Attorney General" olarak adlandırılan Başsavcılık üyesine ayrılmıştır. Her beş yılda bir yapılan seçimler ile hem Senato hem de House of Assembly üyeleri seçilmekte/atannmaktadır. En son Ağustos/Eylül 2013 döneminde yapılan seçimler ile parlamento üyeleri seçilmiştir. 1973 yılında itibaren yasak olan siyasi partilerin durumu 2006 yılından bu yana belirsiz bir durumdadır. Ülkede çok partili bir sistemi destekleyen "People’s United Democratic Movement (PUDEMO)" (Türkçe:Birleşik Demokratik Halk Hareketi) gibi muhalif hareketler ile "Ngwane National Liberatory Congress (NNLC)" (Türkçe:Ngwane Ulusal Kurtuluş Kongresi) ve "Communist Party of Swaziland" (Türkçe:Svaziland Komünist Partisi) gibi partilerin 2006 yılında kralın mutlak gücünü onaylayan yeni yasa ile birlikte partilerin seçimlere katılımlarını ön görmemektedir. Ülkedeki mutlak güç kralın elinde bulunmakta olup, yargını, yürütmenin ve yasamanın başında bulunmaktadır. Kral diplomatik dokunulmazlığa sahiptir. Ülkenin en yüksek yargı organı "Supreme Court" olup, alt kademesinde "High Court" ve "Industrial Court" yargı organları bulunmaktadır. Svaziland Krallığı sahip olduğu 17.363 km yüz ölçümü ile Afrika kıtasının en küçük ikinci ülkesi konumundadır. Svaziland denize kıyısı olmayan bir ülke olup, doğusunda Mozambik, diğer yönlerde ise Güney Afrika Cumhuriyeti ile komşu durumundadır. Ülkenin sahip olduğu toplam 535 km sınırın 430 km'si Güney Afrika Cumhuriyeti, 105 km'si ise Mozambik ile paylaşılmaktadır. Ülkede bulunan en uzun nehir "Büyük Usutu Nehri" olarak da adlandırılan Lusutfu nehri olup, en yüksek noktası 1.862 m ile kuzeybatı sınırında bulunan ve Drakensberg sıradağlarının bir parçası olan Emlembe dağıdır. Ülkenin batı bölümünü kaplayan ve veld olarak adlandırılan yüksek yayların altıda biri sık ormanlar ile kaplı bir durumdadır. Başkent Mbabane'nin de yer aldığı Ezulvini vadisinde ortalama yükseklik 1.300 m düzeyindedir. Ülkenin en büyük şehri olan Manzini'nin de yer aldığı orta kesimlerde ortalama yükseklik 700 m seviyesindedir. Buradaki veldler toprak açısından verimli tepeliklere sahiptir. Ülkenin doğu kesimlerine doğru yer alan alçak veldlerde yükseklik seviyeleri düşüş göstermekte olup, bu bölümlerin en düşük noktası Lusutfu nehri olup, burası deniz seviyesinden sadece 21 m yüksektedir. Çalılık alanların yoğun olarak görüldüğü doğu bölgelerdeki alçak veldler genel olarak şeker kamışı ekimi için kullanılmaktadır. Svaziland'ın doğu sınırı boyunca Lebombo dağının güney ucu yer almakta olup, bu bölümde 776 m'ye varan yükselti görülebilmektedir. Ülke genelinde var olan arazi çeşitliliğine uygun olarak iklim görülmekte o
lup, genel olarak subtropikal iklim hakimdir. Ülkenin yüksek kesimlerindeki yaylalarda yıllık yağış ortalaması 1.000 ml ve üzerinde seyretmektedir. En çok yağmurun yaz dönemi olan Ekim-Mart arası yağdığı Svaziland'da, yağışlar genel olarak kısa süreli sağanak halinde yağmakta olup, uzun süreli yağışlar nadiren görülmektedir. Ülke genelinde hava sıcaklıkları ılık ya da sıcak olarak ölçülmekte olup, nem oranları yüksek düzeylerde seyretmektedir. Başkent Mbabene'de ortalama sıcaklık değeri yazın 26 °C, kışın ise 13 °C seviyelerindedir. Ülkenin alçak kesimlerinde yağışlar çok daha düşük seviyelerde gerçekleşmekte olup, sıcaklıklar ülke genelinin üzerinde yaşanmaktadır. Lebombo dağının yer aldığı doğu bölgelerinde kurak ve subtropikal iklim yaşanmakta olup, sıcaklık değerleri biraz daha serin bir ortam oluşturmaktadır. Svaziland, dünyanın en yoksul ülkelerinden biri konumundadır. Ülkenin çok büyük bir bölümü günlük bir Euro'nun altında kazanç ile yaşamaktadır. 2005 verilerine göre ülke nüfusunun neredeyse beşte birine denk gelen 200.000 kişi uluslararası organizasyonların gerçekleştirdiği gıda yardımına muhtaç bir konumdadır. Ülke nüfusunun %60'ı şahsi tüketim ve kullanım için tarımsal ürünler ekmektedir. Bu ekilen ürünler çoğunluğunu şeker kamışı, mısır, darı, pirinç, narenciye, pamuk ve fıstık oluşturmaktadır. Nüfus arasında hayvancılıkta yapılmakta olup inek, koyun ve keçi gibi hayvanlar yetiştirilmektedir. Svaziland, Güney Afrika Cumhuriyeti, Lesotho, Botsvana ve Namibya ile ortak para birimi bölgesini oluşturmaktadır. Rand Monetary Area olarak adlandırılan bölgede Güney Afrika Cumhuriyeti'nin para birimi Rand yerel para birimlerinin yanı sıra ortak para birimi olarak kullanılmaktadır. 1980 yılından bu yana Svaziland'da kullanılan Lilangeni 1:1 değişim oranı ile Rand ile değiştirilebilmektedir. 2011 verilerine göre %7,2 enflasyon oranına sahip ülke, ortak para birimi bölgesini oluşturduğu ülkeler ile birlikte Southern African Customs Union (SACU) yani Güney Afrika Gümrük Birliği'ni oluşturmaktadırlar. Ülke genelinde iyi konumda bulunan karayolları mevcut olup, yüksek yerlerde bu yollar yavaş ve dikkatli geçiş gerektirmektedir. Ülkede "Swazi Rail" olarak var olan demiryolu işletmeciliği ise sadece ürün sevkiyatında kullanılmaktadır. Svaziland'ın tek uluslararası havaalanı olan "Matsapha Uluslararası Havaalanı" Manzini yakınlarında yer almaktadır. Ülke nüfusunun %90'ı kendisini Bantu etnik grubunun güney grubu üyesi olan Svazi etnik grubuna üye olarak ifade etmektedir. Nguni topluluğun bir alt kolu olan Svaziler dışında ülkede çok az da olsa Sotho, Zulu, Tsonga etnik grubuna dahil üyeler ile beyazlar ve melezler yaşamaktadır. Svaziland genç bir nüfusa sahip olup, 2016 tahmini verilerine göre %57,69'u 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin %3,9'u 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %35.5 (erkek 260,507/kadın 254,811) 15-24 yaş: %22.19 (erkek 162,880/kadın 159,229) 25-54 yaş: %34.12 (erkek 256,696/kadın 238,471) 55-64 yaş: %4.28 (erkek 24,758/kadın 37,399) 65 yaş ve üzeri: %3.9 (erkek 21,842/kadın 34,835) Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %21,3 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %1,1 düzeyindedir. Ülkede nüfusun çok büyük bir oranı ana dil olarak Nguni dilini bir kolu olan Swati dilini konuşmaktadır. Bu dilin haricinde az da olsa Tsongaca ve Zuluca dillerini anadili olarak kullanan topluluklar mevcuttur. İngilizce ülkenin eğitim dili olmasının yanı sıra ikinci resmi dil işlevini de görmektedir. Ülke genelinde hakim olan din Hristiyan dini olup, nüfusun %40'ı protestan ile hristiyanlık ile Afrika yerel dinlerin karışımı ile meydana gelen Afrika Siyonizm inançlarına göre yaşamlarını sürdürmektedir. Hristiyanlığın bir diğer mezhebi olan katolik mezhebine göre yaşam sürdüren nüfusun oranı %20 düzeyindedir. İslami değerlere göre yaşayanların oranı %10 seviyesinde olup, bu toplulukların çoğunluğunu güney Asya'dan gelen göçmenler oluşturmaktadır. Nüfusun geri kalan %30'u ise Hinduizm, Bahailik, Yahudilik ve Afrika yerel dinlerine inanmaktadır. AIDS, Afrika kıtasının özellikle güneyinde yer alan ülkelerin birçoğunda olduğu gibi Svaziland'da da yüksek oranda görülmektedir. 2009 verilerine göre ülkedeki yetişkin nüfusun %25,9'u HIV virüsünü taşımaktadır. Bu oran nüfusa göre dünya üzerinde görülen en yüksek oran olup, toplamda 180.000 kişi AIDS hastasıdır. AIDS'in yaygın olması nedeniyle ülke nüfusunun yıllık artışında görülen yavaşlama, 2008-2009 arasında %0,46'ya varan küçülme getirmiştir. Svaziland'da ortalama yaş ömrü 32 olup, bu oran erkeklerde 31,7 kadınlarda ise 32,3 yaş seviyesindedir. Bu yaş ortalamaları ile Svaziland en düşük beklenen yaşam süresi verilerine sahiptir. Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2011 tahmini verilerine göre %87,8 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %88,4 iken, kadınlarda %87,3 seviyesindedir. İlkokula gitmenin zorunlu olmadığı ancak ücrete tabi olduğu Svaziland'da, ilkokul çağına gelmiş çocukların büyük bir kısmı öğrenimini 7.sınıfa kadar almaktadır. İlkokul sonrası eğitim hayatına devam eden öğrencilerin sayısı çok daha düşük seviyelerdedir. Ülkede 1973 yılında bu yana faaliyet gösteren Svaziland Üniversitesi "(University of Swaziland)" merkezini Kwaluseni şehrinde bulundururken, Luyengo und Mbabane'de de fakülteleri yer almaktadır. Ülke genelinde yaşları 5-14 arasında olan çocuk işçilerin oranı %9 seviyesinde bulunmaktadır. Tanzanya Tanzanya Birleşik Cumhuriyeti (Svahili: "Jamhuri ya Muungano wa Tanzania"), (önceki adı Tanganika Cumhuriyeti). Afrika'nın orta-doğu bölgesinde yer alan bağımsız ülke. Ülkenin kuzeyinde Kenya ve Uganda, batısında Ruanda, Burundi ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti, güneyinde Zambiya, Malavi ve Mozambik yer alır. Tanzanya'nın doğusunda ayrıca Hint Okyanusu kıyıları yer almaktadır. Tanzanya bir üniter cumhuriyet olup, yirmi altı adet "mikoa" adı verilen bölgeden oluşur. Ülkenin başkanı Kasım 2015 tarihinden beri John Magufuli'dir. 1996'dan beri ülkenin başkenti Dodoma olduğu gibi, meclis başta olmak üzere resmî yapıları barındırır. Ancak bağımsızlık tarihinden 1996 yılına kadar, doğudaki kıyı metropolü olan Darüsselam, ülkenin başkentiydi. Günümüzde Darüsselam, birçok yönetim binasına ve resmî kuruluşa ev sahipliği yapsa da, sadece bir ticaret kenti olma görevini sürdürmektedir. Kent, ayrıca ülkenin en büyük limanına sahip olup, ülkenin denizyolu ulaşımının merkezidir. Tanzanya ismi, 26 Nisan 1964'da birleşerek Tanzanya'yı oluşturan Tanganika Cumhuriyeti ve Zengibar ülkelerinin ilk hecelerinden esinlenerek verilmiştir. Yıllar boyunca süren başarısız bir Afrika sosyalizmi dönemi geçiren Tanzanya halkı, bu dönem içinde toplu tarlalarda çalışmaları için başka yerlere yerleşmeye zorlandı. Bu dönemin ardından Tanzanya, dünyanın en az gelişmiş ve dış yardıma en çok gereksinim duyan ülkelerden biri haline geldi. 1980'lerin ortalarından beri Tanzanya, aşamalı olarak yeniliklerle tanışmaktadır. Tanzanya topraklarında yapılan kazılar sonucunda, bilinen en eski insan yerleşmeleri açığa çıkarıldı. Özellikle "İnsanlığın Beşiği" olarak bilinen Olduvai Boğazı'nda yapılan araştırmalarda ilk insan fosillerine erişildi. Buluntular arasında iki milyon yıldan fazla geçmişe sahip olan "Zinyantropus" fosilleri ve 3,6 milyon yıl ile bilinen en eski insan ayak izleri olan Laetoli ayak izleri yer almaktadır.. 10.000 yıl öncesinde Tanzanya'da en geniş avcı-toplayıcı insan topluluklarının bulunduğu bilinmektedir. Bunların genel olarak Khoisanlar olduğuna ve konuştukları dilin de yine Khoisan dili olduğu düşünülmektedir. MÖ 1000 ile 4000 yılları arasında kuzeyden gelen ve Kuşitik diller konuşan halklarla karışan bu kavimler, zamanla Kuşitik halkların asimile olmasıyla son hâlini aldı. Ancak Kuşitik halkların en önemli katkısı, bu yerli halklara çeşitli basit tarım, besin üretimi ve sonraları çiftlik tarımı yöntemlerini öğretmesidir. Milat döneminde, Bantu dili konuşan halklar, Batı Afrika'dan bugünkü Tanzanya ve çevresine göç etmeye başladı. Bu halklar metal madenleri işleyebildikleri gibi yeni birtakım toplumsal ve siyasî sistemlere de sahipti. Bantular, son kalan Kuşitik ve Khoisan halkarı da özümsedi ve yöre halklarına son ırksal şeklini vermeye başladı. Daha sonraları ise az ama düzenli olarak Nilotik halklar yöreye göç etmeye başladı. Bu göçler 18. yüzyıla kadar sürdü. Zaman ilerledikçe Basra Körfezi ve Batı Hindistan'dan gelen gezginler ve tüccarlar Tanzanya da dahil olmak üzere Doğu Afrika kıyılarını ziyaret etmeye başladı. Özellikle ilk milenyumun sonlarına doğru Kenya ve Tanzanya kıyıları uğrak bir nokta olmaya başladı. Ancak geleneksel yorumlara zıt olarak uzmanlar, buradaki kentlerin kurulmasında Arapların veya Perslerin önemli bir rolü olmadığını düşünmektedir. Özellikle kalıntılara bakıldığında, kentlerin kuruluşunda yerli izlerin olması bu görüşleri desteklemektedir. Yine bulgular arasında, Arap etkisinden çok önce kurulan ilk yerleşimlerdeki halkların, günümüzde Tanzanya'nın resmî dili olan Svahili dili konuştuğu tespit edilmiş durumdadır. İkinci milenyumun başlarında Svahili yerleşimleri, Afrika medeniyetlerini ve çevredeki kıyı kentlerini birbirine bağlayarak ticaretin gelişmesinde önemli rol üstlendi. 1200 ile 1500 yılları arasında, Tanzanya'nın güney bölgesinde yer alan Kilwa kenti, bu Svahili kentlerinden en havalı ve ileri olanlarından biriydi. Bu dönem özellikle Svahili medeniyetinin altın çağı olarak nitelendirilmektedir. 1300'lerin başında Kuzey Afrikalı gezgin İbn Battuta, Kilwa'yı ziyaret ettikten sonra burayı dünyadaki en iyi kentlerden biri olarak nitelendirmesiyle bilinmektedir. Bugün çevrede yaygın olan İslam dini ise, Svahili kıyılarında 8. ve 9. yüzyıllarda yayılmaya başladı. 1498 yılında Vasco da Gama, Doğu Afrika kıyılarına erişen ilk Avrupalı oldu. 1525 yılına gelindiğinde bölgede Portekiz, yaygın bir sömürge kurdu. Burada süren Portekiz egemenliği, Ummanlı Arapların buraya ayak bastığı 18. yüzyıla kadar sürdü. Ummanlı Arapların da yardımıyla Portekizlile
r, Ruvuma Nehri'nin kuzeyinden atıldılar. Kıyıdaki adımlarını sağlamlaştıran Umman Sultanı Seyyid Said, Tanganika Gölü'ne kadar sınırlarını genişletti. Öyle ki 1840 yılında, başkentini Zengibar'a taşıdı. Bu ada üzerine odaklanan sultan, Orta Afrika'dan Umman'a kadarki sınırlarda bir süre egemen oldu. Bu süreçte Zengibar, Arap köle ticaretinin merkezi oldu. Bu dönemdeki Arap ve Pers egemenliği nedeniyle, Avrupalılar Tanzanya'yı köle ticaret merkezi olarak kullanamadığı gibi, bölgenin doğası ve kültürü hakkında çok sınırlı bilgiler edinebildiler. Arap egemenliği bittikten sonra, Tanzanya bir Alman sömürgesi durumuna geldi. 1880'lerden 1919 yılına kadar Almanya'nın boyunduruğu altında kalan Tanzanya, Milletler Cemiyeti'nin kurulmasıyla beraber İngiliz boyunduruğuna geçti. Ancak kuzeybatı bölgesindeki, bugün Ruanda ve Burundi olarak bilinen bazı küçük ülke toprakları Belçika'ya verildi. İngiliz sömürge dönemi 1961 yılına kadar sürdü. 1961 yılında ise, Kenya'da olduğundan farklı olarak bölge daha barışçıl bir şekilde bağımsızlığını elde etti. 1954 yılında Julius Nyerere, Tanganika Afrika Ulusal Birliği'ni (TANU) kurdu. TANU'nun asıl amacı, Tanganika'nın bağımsızlığı için savaşmaktı. Yeni üye alımlarından sonra TANU, bölgedeki en güçlü kurumlardan biri oldu. 1961 yılında elde edilen bağımsızlığın ardından, Nyerere'nin ilk devlet başkanlığı görevi başladı. Ancak Nyerere'nin ilk başkanlık süreci Afrika sosyalizmi dönemine geçişle ve Arusha Bildirgesi ile sona erdi. Komşu Zengibar da 1963 yılında, üzerindeki Arap boyunduruğunu atarak Zengibar Devrimi'ne imza attı. 26 Nisan 1964 yılında ise Zengibar ile Tanganika birleştirilerek, bugünkü Tanzanya adını aldı. Nyerere'nin Tanzanya'da ikinci defa başa gelmesiyle beraber tek partili bir diktatörlük kuruldu. Bu yeni sosyalist rejim, Doğu Bloğu güçleri olan Çin, Doğu Almanya ve SSCB tarafından desteklendi. Ancak bu süreç içinde rüşvet ve siyasi bozukluklar hızla artmaya başladı. Sosyalist rejim süresince kimi köyler yakılarak, sakinleri zorla toplu tarlalarda çalışmaya yollandı. Bu durum tarımsal yeterliliği ve üretimi bozguna uğrattı. Öyle ki, başta geçimlik çiftçilerle dolu olan ülke, bu yanlış siyaset yüzünden kıtlığa sürüklendi. 1970'lerin sonunda bu durum daha da kötüye gitti. Bu süreçten sonra Tanzanya, komünist Çin'den yardım almaya başladı. Bu dönemin ardından Tanzanya, dünyanın en az gelişmiş ve dış yardıma en çok gereksinim duyan ülkelerden biri haline geldi. 1980'lerin ortasından itibaren, ülke Uluslararası Para Fonu'ndan yardım alarak bazı yeniliklere imza atmaya başladı. Yine ülkedeki gayri safi yurtiçi hasıla artmaya ve yoksulluk oranı düşmeye başladı. Yüzölçümü 945.087 km² kadar olan Tanzanya, dünyanın en geniş topraklara sahip otuz birinci ülkesidir. Sıralamada Mısır'dan sonra gelen ülkenin yüzölçümü yaklaşık olarak Nijerya kadardır. Ülkenin kuzeydoğusu genellikle dağlık olup Afrika'nın en yüksek noktası olan Kilimanjaro Dağı'nı içinde barındırır. Kuzeyde ve batıda genellikle Büyük Göller'in birer parçası olan göller zinciri yer alır. Bunlar arasında Afrika'daki en büyük göl olan Victoria Gölü ve yine kıtadaki en derin göl olan Tanganika Gölü yer almaktadır. Özellikle Tanganika Gölü, barındırdığı çeşitli benzersiz balık türleriyle ünlenmiştir. Ülkenin orta kuşağı, tarıma uygun alanlar ve platolardan ibarettir. Doğu kısımlar ise okyanus kıyısında bulunduğundan genelde sıcak ve nemlidir. Doğudaki bu Hint Okyanusu kıyılarının biraz açıklarında Zengibar adası yer alır. Tanzanya birçok büyük ve ekolojik değere sahip doğa parklarına ev sahipliği yapar. Bunların arasında kuzeydeki Ngorongoro Krateri ve Serengeti Ulusal Parkı ile güneydeki Selous ve Mikumi Ulusal Parkı gibi merkezler ünlüdür. Bunun yanında batıdaki Gombe Ulusal Parkı da Dr. Jane Goodall'ın şempanze davranışlarını gözlemlediği merkez oluşuyla da bilinmektedir. Ülkede bunların dışında da önemli turistik merkezler yer alır. Ülkenin güneybatısındaki Rukwa'da yer alan Kalambo çağlayanları, devlet tarafından tanıtılmaktadır. Tanganika Gölü'nün güneyinde yer alan bu çağlayanlar, Afrika'daki en uzun ikinci çağlayanlardır. Tanzanya'da tropik iklim görülür. Yüksek rakımlı bölgelerde sıcaklıklar yıl boyunca 10 ve 20 ˚C arasında değişir. Ülkenin geri kalan kısımlarında sıcaklık nadiren 20 ˚C altına düşer. Ülkede hüküm süren en sıcak aylar Kasım ve Şubat (25 - 31 ˚C) arasında olup, en soğuk aylar da Mayıs ve Ağustos (15 - 20 ˚C) arasındaki dönemdir. Tanzanya üzerinde iki farklı yağış rejimi bulunmaktadır. Bunlardan ilki tektepeli olan Aralık-Nisan dönemindeki yağış, diğeri ise iki tepeli olan Ekim-Aralık ve Mart-Mayıs dönemindeki yağışlardır. Bunlardan ilki sadece ülkenin güney, güneybatı, merkez ve batı kısımlarında gözlemlenirken, ikincisi de sadece kuzey bölgelerde gözlemlenir. İki tepeli yağış rejiminde yer alan Mart-Mayıs dönemi "uzun yağmurlar" veya "Masika" adıyla anılırken, Ekim-Aralık dönemi de "kısa yağmurlar" veya "Vuli" olarak adlandırılır. Tanzanya'nın başkanı ve milletvekilleri her beş yılda bir düzenlenen genel seçimlerin sonuçlarına göre belirlenir. Devlet başkanı, göreve geldiğinde kendi seçimine göre meclisteki yönetimi idare etmek üzere bir başbakan atar. Yine devlet başkanı, bakanlar kurulu üyelerini meclisteki üyelerden seçer. Anayasa, mecliste daha önce hiç seçilmemiş on üyenin bakan olarak seçilmesine yetki verir. Ülkede son yapılan genel seçimler Aralık 2005'te yapıldı. Bu ve 1962'den sonraki tüm seçimlerin sonucuna göre, Chama Cha Mapinduzi adlı parti ülkede baskın durumdadır. Öyle ki, rakip partilerin güç kazanmasına oldukça zor gözüyle bakılmaktadır. Yine de ülkede herhangi bir siyasi çekişme yaşanmamaktadır. Tek meclisi olan parlamento, 2000 yılında belirlendi ve günümüzde 295 üye barındırmaktadır. Bu üyeler arasında savcı ve beş Zengibar milletvekili yer almaktadır. Meclisteki üyelerin beşte biri kadın olup; 181 üye anakaradan, 50 üye Zengibar'dandır. Ülke meclisindeki milletvekillerinin yüzde 93'ü Chama Cha Mapinduzi partisindendir. Zengibar'ın temsilci meclisinin birlik hakkında olmayan konular dışındaki tüm alanlarda yetkisi bulunmaktadır. Zengibar'daki bu mecliste günümüzde yetmiş sekiz üye yer almaktadır. Bunlardan ellisi halk tarafından, onu Zengibar başkanı tarafından seçilmiş durumda olup; geriye kalan beşi resmî üye ve biri de cumhurbaşkanı tarafından seçilen bir avukattan oluşmaktadır. Mayıs 2009'da bu yönetimdeki kadın sayısını arttırma girişimleri sonucunda on olan kadın üye sayısı on beşe yükseltildi. Bu nedenle bu meclisteki üye sayısının yakın gelecekte seksen bir olması düşünülmektedir. Görünürde Zengibar'ın temsilci meclisi, birliğe ilişkin bir konu olmadıkça, ülkenin genel meclisinin izni olmaksızın yasalar koyabilir. Yine Zengibar'da yer alan bu meclisteki başkan ve milletvekillerinin görev süreleri beş yıl kadardır. Yarı özerk Zengibar ile ortağı Tanzanya arasındaki birlik, dünyada eşine az rastlanan yönetim sistemlerinden biridir. Tanzanya'da beş aşamalı bir yargı sistemi yer alır. Bu sistemin içinde kabile, İslam ve Birleşik Krallık yasaları ortak olarak yer almaktadır. Tanzanya'da ekonomi, baskın olarak tarıma dayalıdır. Öyle ki ülkedeki gayri safi yurtiçi hasılanın yarısından fazlası, taşımacılığın yüzde seksen beşi, işgücünün yüzde sekseni tarım temeli üzerine kuruludur. Ancak topoğrafya ve iklim koşulları yüzünden, ülke topraklarının sadece yüzde dördü tarıma elverişlidir. Bunların dışında ülkedeki doğal kaynakların arasında altın ve yeni çıkarılmaya başlanan doğal gaz da yer alır. Çıkartılan doğal gazın önemli bir kısmı başkent Darüsselam'a taşınır ve bir miktarı da buradan denizaşırı olarak ihraç edilir. Ülkede genel olarak gelişmişliğin düşük oluşu, tüm bu madencilik çalışmalarına engel olmaktadır. Her ne kadar bu alanda önemli oranda çalışmalar ve maddi destekler yapılsa da, önemli bir gelişme kaydedilememektedir. Sanayi, dar alanlarda etkili olup genellikle tarımsal ürünlerin ve temel hafif eşyaların işlenip üretilmesine yetecek kadardır. Ülkede altın, elmas, kömür, demir, uranyum, nikel, krom, kalay, platin, koltan ve niyobyum gibi değerli yeraltı kaynakları yer almaktadır. Her ne kadar madencilikte gelişmemiş olsa da Tanzanya, Güney Afrika ve Gana'nın ardından Afrika'nın altın madenciliğinde en gelişmiş üçüncü ülkesidir. Ülke ayrıca Tanzanit adlı değerli taşlarıyla da ünlüdür. Bunların dışında ülke sınırları içinde Serengeti ve Ngorongoro gibi dünya çapında ün yapmış birçok ulusal park yer almaktadır. Öyle ki sadece bu parklar, ülke için önemli bir turizm geliri sağlamaktadır. 1991 yılından 1999 yılına kadarki büyümede altın ve çeşitli sanayi dalları da öne çıktığı görülmektedir. Ayrıca Hint Okyanusu açıklarındaki Songo Songo adasından doğal gaz çıkarımı da 2004 yılında başladı. Başkentteki birçok merkezde kullanılan doğal gazın çıktığı bir başka yer de Mnazi Körfezi'dir. Yine de son zamanlarda gerçekleştirilen bankacılık yatırımları ve yenilikleri sayesinde özel sektörün geliştirilmesi ve bu sayede büyümenin ve yatırımların arttırılması amaçlanmaktadır. Bunun için ayrıca gereksiz harcamalarda da kısma yoluna gidilmektedir. Bunların dışında, 21. yüzyıl başlarından itibaren uzun süredir devam eden kuraklık sorunu da, ülkedeki enerji üretim hacmini azalttı. Tanzanya'nın enerji üretimindeki paylara bakıldığında en önemli orana hacmin yüzde altmışı ile hidroelektrik enerjisi sahiptir. Tanzanya içinde üç büyük havayolu şirketi yer almaktadır. Bunlar; uluslararası ulaşımda Air Tanzania, ülke içi ulaşımda Precision Air ve yöresel uçuşlar sağlayan bir başka şirkettir. Bunların dışında da ülkede havayolu şirketleri yer alır. Tanzanya'da ayrıca iki adet de demiryolu şirketi yer almaktadır. Bunlar ise TAZARA ve Tanzania Railways Corporation'dır. Denizyolu ulaşımının fazla ileri olmadığı ülkede buna karşılık Darüsselam ve Zengibar adası arasında gerçekleşen kızaklı bot seferleri yer almaktadır. Tüm bunların dışında Tanzanya, Doğu Afrika Topluluğu'nun üyesi olup, gerçekleşmesi planlanan bir Doğu Afrika Federasyonu'nun potansiyel bir üyesidir.
2006 yılı verilerine göre, ülkedeki beş yaş altı ölüm oranı bin kişide 118, canlı doğumlardaki yaşam süresi ortalama elli yıldır. 15 ile 60 yaş arasında gerçekleşen ölüm oranı da erkeklerde binde 518, kadınlarda binde 493 kadardır. Ülkede, yeni doğum sürecini atlatmış bebeklerde görülen en birincil ölüm nedeni sıtmadır. Yetişkinler için de en ölümcül hastalık HIV/AIDS'tir. Öyle ki, 2006 yılı verilerine göre, ülkede HIV teşhisi konulan ve tedavi gören insanların tüm nüfusa oranı yüzde on dörttür. Yine ülkedeki insanların yüzde elli beşi temiz suya, yüzde otuz üçü sağlık hizmetlerine erişebilmektedir. Tanzanya, "mkoa" adı verilen yirmi altı bölgeye ayrılmış durumdadır. Bunlardan yirmi biri anakarada, beşi de Zengibar'dadır. Zengibar'da olan bölgelerin üçü Unguja'da, ikisi Pemba'dadır. Ülkede "wilaya" adı verilen doksan sekiz il bulunur. Bu illerin her birinde en az bir il meclisi bulunur. Bu illerin amacı bölgesel otoriteyi güçlendirmektir. İllerde günümüzde toplam 114 il meclisi yer almaktadır. Bu il meclisleri arasında yirmi iki adet kentsel meclis de yer alır. Ülkedeki bölgeler aşağıdaki gibidir: Arusha Darüsselam Dodoma Iringa Kagera Kigoma Kilimanjaro Lindi Manyara Mara Mbeya Morogoro Mtwara Mwanza Kuzey Pemba Güney Pemba Pwani Rukwa Ruvuma Shinyanga Singida Tabora Tanga Merkez/Güney Zengibar Kuzey Zengibar Kentsel/Batı Zengibar Tanzanya, vahşi yaşam alanlarının bolluğuyla bilinen bir ülkedir. Ülkede, içinde ak sakallı Afrika antilobunun ("Connochaetes taurinus mearnsi") da bulunduğu Serengeti adlı ovanın büyük bir kısmı yer almaktadır. Yine ülkede her yıl belli dönemlerde devasa boynuzlu hayvan göçleri görülmektedir. Öyle ki kurak mevsimlerde 250.000'e kadar antilop, yaşamlarını sürdürebilmek için beraber ormanlık bölgelere göçmektedir. Tanzanya'ya özgü 130 amfibyum ve 275'in üzerinde sürüngen türü bulunmaktadır. Bu türlerin büyük kısmı IUCN Kırmızı Listesi'nde yer almaktadır. Tanzanya hükümeti, türlerin korunumunu adreslemek için "Biyolojik Çeşitlilik Hareket Planı" adında bir çalışma başlattı. "Gri yüzlü sengi" adı verilen bir fil faresi türü, 2005 yılında keşfedildi. Bu canlının sadece Udzungwa Dağları'ndaki iki ormanlık alanda gözlemlenebildiği belirtildi. Ülkede bu ve bunun gibi birçok daha keşfedilmeyi bekleyen türlerin olduğu düşünülmektedir. 2006 yılı itibarıyla ülkede yılda yüzde iki hızla büyüyen 38.329.000'lik bir nüfus barınmaktadır. Tanzanya'daki nüfus dağılımı çok belirsizdir. Öyle ki, kuru bölgelerde kilometre kare başına 1, sulak alanlarda kilometre kare başına 51, Zengibar'da kilometre kare başına 134 insan düşmektedir. Halkın yüzde sekseninden fazlası köylerde yaşar. Darüsselam, ülkenin en büyük kenti olup ticari olarak oldukça ileri seviyede bir kenttir. Ülkenin merkez bölgesinde yer alan Dodoma kenti, yeni başkent olup meclise ev sahipliği yapmaktadır. Ülkedeki etnik grupların sayısı 120'den fazladır. Bu etnik gruplar arasında Sukuma, Nyamwezi, Hehe, Bena, Gogo, Haya, Makonde, Chagga ve Nyakyusa'nın bir milyondan fazla üyesi bulunur. Diğer başlıca etnik gruplar arasında Pare, Sambaa veya Shambala ve Ngoni yer alır. Tanzanya halkının çoğunluğu ise Bantu kökenli Sukuma ve Nyamwezi gruplarındandır. Nil yöresine ait olan halklar arasında göçmen Maasai ve Luo gibi Kenya sınırı yakınlarındaki halklar yer almaktadır. Sandaweler ve Hadzalar ise, Afrika'nın güney kısımlarında yaşayan Kalahari halklarına özgü olan Khoisan dillerine mensup dillerle konuşurlar. Ülkede ayrıca Arap, Hint, Pakistanlı, Avrupalı, Çinli topluluklar da yer almaktadır. 1994 yılı itibarıyla, anakarada 50.000, Zengibar'da 4.000 kadar Asya kökenli insan yaşamaktadır. Bunun yanında ülkede yaklaşık 70.000 Arap ve 10.000 Avrupalının yaşadığı bilinmektedir. 12 Ocak 1964 tarihinde gerçekleşen Zengibar Devrimi sonrasında bölgedeki Arap hanedanlığı sona erdi. Ancak binlerce Arap ve Hint, Zengibar'da gerçekleşen ayaklanmalar sırasında katledildi. Tanzanya genç bir nüfusa sahip olup, 2016 tahmini verilerine göre %63,77'si 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,99'u 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %44.06 (erkek 11,678,349/kadın 11,444,708) 15-24 yaş: %19.71 (erkek 5,173,239/kadın 5,169,214) 25-54 yaş: %29.74 (erkek 7,840,941/kadın 7,767,797) 55-64 yaş: %3.5 (erkek 802,760/kadın 1,034,151) 65 yaş ve üzeri: %2.99 (erkek 668,102/kadın 903,465) Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %31,6 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %2,77 düzeyindedir. Tanzanya'daki nüfusun üçte biri Müslüman, üçte ikisi Hristiyan'dır. Geriye kalan nüfus ise yerel dinleri benimsemiş durumdadır. Ancak yine de 1967 yılındaki sayımlardan sonraki hiçbir sayımda insanlara dinin hassas bir konu olduğu düşüncesiyle dinleri sorulmamıştır. Bu nedenle günümüzdeki dini durum hakkında kesin bir tahmin yapılamamaktadır. Ancak geleneksel dinlere inananların azaldığı bilinmektedir. Hıristiyan nüfus, çoğunlukla Katolik, Protestan, Pentekostalist, Yedinci-gün Adventisti, Mormon ve Yehova'nın Şahitleri üyesidir. Protestanlar arasında yer alan Luteranlar ve Moravyalılar, ülkedeki Alman sömürge dönemi sırasında kültüre geçen mezheplerdir. Yine ülkedeki Anglikanlar, İngiliz sömürge döneminde ülkeye geldi. Zengibar adasının yüzde doksan dokuzundan fazlası Müslüman'dır. Anakarada ise Müslüman topluluklar kıyı kesimde ağırlıkta yer alır. Ancak iç kısımlardaki kimi yerlerde de yoğun Müslüman topluluklar yer alır. Müslüman halkın yüzde sekseni ile doksanı arasındaki kesimi Sunni'dir. Geriye kalanlar ise Asya kökenli Şiilerdir. Bunların dışında Tanzanya'da farklı dinlere mensup kimi topluluklar da yer almaktadır. Özellikle anakarada Budistler, Hindular ve Bahailer ile karşılaşmak mümkündür. Tanzanya, 126 farklı etnik grubu bünyesinde barındırır. Her bir topluluğun kendine özgü dili bulunmaktadır. Dolayısıyla ülkenin resmî bir dili Svahili dilidir. Ülke bağımsızlığını ilan ettikten sonra, sömürge döneminin resmî dili olan İngilizce, bir süreliğine resmî işlerde kullanılmaya devam edildi. Son yıllarda, İngilizce hemen hemen hiçbir devlet kurumunda kullanılmamaktadır. Bu nedenden dolayı Tanzanya, Afrika'daki sömürge ülkeleri arasında eski sömürge dilini hemen hemen hiç kullanmayan sayılı devletlerden biridir. Ülkenin 1984 yılında açıklanan resmî dil siyasetine göre Svahili dilinin, toplumsal ve siyasî olarak kullanılmasının yanında ilk ve yüksek eğitim dili olarak işlenmesi; öte yandan İngilizcenin de orta eğitim, üniversiteler ve yüksek mercilerde kullanılması kararlaştırıldı. Her ne kadar Britanya hükümeti, ülkede finansal olarak İngilizce kullanımını desteklese de, dilin günlük yaşamda kullanımı tükenmeye yüz tuttu. Öyle ki 1970'lerde ülkedeki üniversitelerde ders dışında İngilizce konuşan öğrencilerin ağrılıkta olduğu bilinmektedir. Günümüzde Tanzanyalı üniversite öğrencileri, okul dışında tamamen Svahili dilinde konuşmaktadır. Yine de İngilizce ile Svahili'yi karıştırarak konuşmak da sık görülen bir durumdur. Diğer konuşma dilleri arasında Gujarati gibi Hint dilleri ve Mozambikli siyahîler ile Goanlar tarafından konuşulan Portekizce yer almaktadır. Daha dar çapta ise Burundi, Ruanda ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti sınırlarında konuşulan Fransızca, ülkede günlük olarak konuşulan yabancı diller arasındadır. Tarihte Almanca da Alman sömürge döneminde sıkça konuşulmaktaydı. Ancak uzun yıllar sonra dilin etkisi ortadan kalkmış durumdadır. Tanzanya müziği, geleneksel Afrika müziği, yaylı temelli "taarab" ve ülkeye özgü hip hop türü olan bongo flava arasında değişen bir tınıya sahiptir. Ünlü taarab sanatçıları arasında Abbasi Mzee, Culture Musical Club ve Shakila yer alır. Uluslararası düzeyde bilinen geleneksel müzik sanatçıları arasında Bi Kidude, Hukwe Zawose ve Tatu Nane bulunur. Tanzanya ayrıca kendine özgü bir Afrika rumba müziğine sahip olup bu türde Tabora Jazz, Western Jazz Band, Morogoro Jazz, Volcano Jazz, Simba Wanyika, Remmy Ongala, Ndala Kasheba, Nuta Jazz, Atomic Jazz, DDC Mlimani Park, Afro 70 & Patrick Balisidya, Sunburst, Tatu Nane ve Orchestra Makassygibi isimleri ün yapmıştır. Ülkenin ayrıca birçok yazarı bulunmaktadır. Özellikle Godfrey Mwakikagile, Mohamed Said, Abdulrazak Gurnah, Julius Nyang'oro, Clement Ndulute, Frank Chiteji, Joseph Mbele, Juma Volter Mwapachu, Issa Shivji, Jenerali Twaha Ulimwengu, Penina Mlama, Mwalimu Julius Kambarage Nyerere, Adam Shafi, Dr. Malima M.P Bundala ve Shaaban Robert gibi isimler, Svahili dilinde önemli edebi eserler vermiştir. Ülkenin ayrıca resim alanında dünyaya kazandırdığı önemli sayıda ortak mirası bulunmaktadır. Bu sanat dalında ise iki tarz dünya çapında üne kavuşmuş durumdadır. Bunlar: Tingatinga ve Makonde şeklindedir. Tingatinga, parlatıcı boyalarla kanvas yüzeye yapılan resimlerdir. Bu tarz resimlerde genellikle hayvanlar veya çiçekler, renkli ve süregelen tasarımda işlenir. Bu tarz resimlerin başlatıcısı, Güney Tanzanya'da doğan Mr. Edward Saidi Tingatinga'dır. Tingatinga, bir süre sonra Darüsselam'a taşındı ve 1972'deki ölümünün ardından tüm ülkeye ve dünyaya sanatı yayıldı. Makonde ise hem Tanzanya'daki, hem Mozambik'teki bir kabilenin adı olup, hem de çağdaş bir heykel sanatıdır. Özellikle sahip olduğu sert ve koyu abanozdan yapılan yüksek "Ujamaas" (Yaşam Ağaçları) sayesinde tanınmaktadır. Tanzanya, ayrıca dünyada en çok tanınan Afrikalı ressamlardan biri olan George Lilanga'nın da doğum yeridir. Filbert Bayi ve Suleiman Nyambui, 1980 Olimpiyat Oyunları'nda madalya kazanan atletlerdir. Tanzanya ayrıca İngiliz Milletler Topluluğu Oyunları'nda ve Afrika Atletizm Şampiyonası'nda yarışmaktadır. Ülkede futbol, yaygın ve sevilen bir spordur. Ülkede yer alan iki büyük takım olan "Genç Afrikalılar Spor Kulübü" (Yanga) ve "Simba Spor Kulübü" (Simba) ülkede geniş bir hayran kitlesine sahiptir. Basketbol da Tanzanya'da sevilen bir spor olup, çoğunlukla askerler ve okul öğrencileri arasında oynanmaktadır. Tanzanya ayrıca NBA'deki Memphis Grizzlies takımında oynayan Hasheeem Thabeet adlı bir basketbol oyuncusuna da sahiptir. Thabeet, NBA'de oynama hakkına sahip
olan ilk Tanzanyalı olma unvanını taşımaktadır. Ülkede ragbi de gelişmekte olan bir spor türüdür. "Daily News", ülkedeki en eski gazete olup, halen yayınına devam etmektedir. Yine genel olarak televizyon kanalları arasında TVT veya şimdiki adıyla "Tanzania Broadcasting Corporation" (TBC1) yer aldığı gibi, radyo kanalları arasında "Radio Tanzania Dar es Salaam" RTD veya şimdiki adıyla TBC Radio yer almaktadır. 2007 yılından beri, tüm bu kanallar, devlet tarafından yönetilmektedir. Ülkede ayrıca günlük yayın yapan yirmiden fazla gazete, yirmiden fazla televizyon kanalı ve otuzdan fazla FM radyo kanalı bulunmaktadır. Radyolar arasında Radio One, Radio Sibuka-Shinyanga, Radio Faraja-Shinyanga, Radio Times, Radio Saut-Mwanza, Radio Sauti ya Injili-Moshi, Living water FM-Mwanza, Radio Tumaini, Radio Sauti ya Quran, Magic FM, Praise Power Radio, Radio Mwangaza-Dodoma, Kifimbo Fm-Dodoma, Radio Maria, Radio Upendo, Wapo Radio, Mlimani Radio, Clouds FM, Passion FM ve Radio Free Africa gibi kanallar yer almaktadır. Bazı radyo kanalları ve gazeteler, çeşitli siyasi partiler tarafından satın alınmış durumdadır. Uhuru gazetesi ve Uhuru FM radyosu da buna dahildir. Uluslararası olarak BBC Radio, Voice of America ve Deutsche Welle gibi radyo kanalları da ülkede dinlenebilmektedir. Tonga Tonga Krallığı, "(Tongaca: Puleʻanga Fakatuʻi ʻo Tonga, İngilizce: Kingdom of Tonga)" Pasifik Okyanusu'nun güneyinde bulunan bir ada devletidir. Ada Krallığı'na 169 ada ve mercan adası bağlıdır. Bu adalardan sadece 36 tanesinde nüfus vardır. Tonga Krallığı, okyanusyada bulunan tüm ada ülkelerin aksine hiçbir zaman Avrupalılar tarafından kolonileştirilmemiştir. Ada 1970 yılına kadar dışişleri ve askeri anlamda Birleşik Krallık'a, içişlerinde bağımsız bir ülke iken, bu tarihte tam bağımsızlığını kazanmıştır. Tonga, aynı zamanda İngiliz Milletler Topluluğunun bir üyesidir. Trinidad ve Tobago Trinidad ve Tobago, Karayipler'de yer alan, Trinidad ve Tobago adlı iki farklı adadan oluşan ülke. Ülkenin para birimi Trinidad ve Tobago dolarıdır. Ülke; Karayipler, Karayip Denizi ve Kuzey Atlas Okyanusu arasında adalar, Venezuela'nın kuzeydoğusunda yer alır. Koordinat olarak 11 00 Kuzey enlemi, 61 00 Batı boylamı'nda yer alan ülke haritada Orta Amerika ve Karayipler içinde olarak görünür. Ülkenin her iki adasının toplam yüölçümü 5.128 kmdir. Ülke, hiçbir başka ülkeye kara komşusu olmadığından, kara sınırıları 0 km olarak kabul edilmektedir. Ancak sahil şeridi 362 km'dir. Bölgede tropikal iklim görülür. Arazi yapısı ova ve dağlardan ibarettir. Ülkedeki en yüksek nokta 940 m ile "El Cerro del Aripo"dur. Trinidad ve Tobago'nun başlıca kaynakları petrol, doğal gaz ve asfalttır. Arazinin %15'i tarıma uygundur ve %2'sinde otlaklar yer almaktadır. Ülkenin %46'sı ormanlıktır. Ülkenin 220 km'si sulanabilmektedir. Ülkenin nüfusu, 2001 verilerine göre 1.229.953 kadardır. Nüfus artış oranı ise %-0,51'dir. Ülkede doğan her 1.000 çocuktan 24,98'i ölmektedir. Yaşam süresi ise ortalama 68,27 yıl kadardır. Bu oran erkeklerde 65,74 yıl, kadınlarda 70,92 yıl kadardır. Ülkede ortalama 1 kadına 1,81 çocuk düşmektedir. Ülkede AIDS hastası yaklaşık 7.800 kişi bulunmaktadır. Ülkede nüfusun etnik dağılımı aşağıdaki gibidir; Ülkedeki din değişkendir. Nüfusun %29,4'ü Roma Katoliği, %23,8'i Hindu, %10,9'u Anglikan, %5,8'i Müslüman, %3,4'ü Presbyterian, %26,7'sı diğer dinlere mensuptur. Resmi dil İngilizcedir. Ayrıca Hintçe, Fransızca, İspanyolca ve Çince de konuşulmaktadır. Ülkenin okur yazar oranı %97,9'dur. Bu oran erkeklerde %98,8, kadınlarda %97'dir. Ülkenin satınalma gücü paritesi 11,2 milyar $, reel büyüme %5 civarındadır. Ülkedeki sektörel bileşimin %2'si tarım'a, %44'ü endüstri'ye, %54'ü hizmet'e dağılmıştır. Ülkedeki enflasyon oranı %3,2'dir. İş gücünün 558.700 olduğu ülkede, aynı bağlamda işsizlik oranı % 12,8'dir. Endüstri, petrol, kimyasallar, turizm, gıda maddeleri, çimento, meşrubat, tekstil gibi alt dallara ayrılmaktadır. Sanayinin büyüme oranı %3,8 kadardır. 1999 verilerine göre ülkede elektrik üretimi 4,9 milyar kWh; buna karşılık elektrik tüketimi 4,557 milyar kWh kadardır. Tarım ve hayvancılıkta en çok tercih edilen ürünler kakao, şekerkamışı, pirinç, narenciye, kahve, sebze ve kümes hayvanları'dır. Ülkede 3,2 milyar $'lık bir ihracat payı bulunmaktadır. İhraç edilen ürünlerin başında petrol ve petrol ürünleri, kimyasallar, çelik ürünleri, gübreler, şeker, kakao, kahve, narenciye, çiçek gelmektedir. En çok ihracat yapılan ülkeler aşağıdaki gibidir: Ülkenin ithalat payı ise 3 milyar $'dır. En çok alınan ürünler, makine, taşıt araçları, sanayi malları, gıda ve canlı hayvanlardır. Ülkenin mal aldığı ülkeler aşağıdaki gibidir; Ülkede 243.000 civarında telefon hattı bulunmaktadır. Ülkenin telefon kodu ise 1868'dir. Ülkede AM 2, FM 12 ve kısa dalga 0 yayınlarıyla radyo sistemi bulunmaktadır. Ülkede 1997 itibarıyla 4 adet yayın yapan televizyon mevcuttur. Ülkedeki internet alan kodu .tt'dir. Ayrıca 2015 itbariyle 10 adet internet sağlayıcısına sahiptir. 2000 itibariye 30.000 internet kullanıcısı mevcuttur. Ülkede 8.320 km karayolu ağı bulunmaktadır. Ülkede herhangi bir su yolu yoktur. Ülkede ham petrol taşıyan 1.032 km; petrol ürünleri taşıyan 19 km ve doğal gaz taşıyan 904 km boru hattı mevcuttur. Ülkede "Pointe-a-Pierre", "Point Fortin", "Point Lisas", "Port-of-Spain", "Scarborough" ve "Tembladora" limanları mevcuttur. Ülkede 6 havalimanı bulunmaktadır. Ülkenin resmi adı "Trinidad ve Tobago Cumhuriyeti"dir. Ama kullanılan ismi "Trinidad ve Tobago"dur. Yönetimi parlamenter demokrasidir. Port-of-Spain'in başkent olduğu ülkede 8 bölge, 3 belediye ve 1 semt bulunur. Bunlar: Ülke, Birleşik Krallık'tan 31 Ağustos 1962'de bağımsızlığını ilan etmiştir. Anayasa ise bu doğrultuda 1 Ağustos 1976'da kabul edilmiştir. Tuvalu Tuvalu, Büyük Okyanus'ta, dokuz adet mercan adasından oluşan Polinezya ülkesidir. Avustralya ve Hawaii'nin arasında bulunmaktadır. Komşu ülkeleri Kiribati, Samoa ve Fiji adaları olan Tuvalu, 26 kilometre karelik bir yüzölçümüne sahiptir. Tuvalu, dünyada Vatikan, Monako ve Nauru'dan sonra en küçük ülkedir. Vatikan'dan sonra ise en az nüfusa sahip ikinci bağımsız ülkedir. Ayrıca, Birleşmiş Milletler'e üye olan en az nüfuslu ülkedir. Küresel ısınma nedeniyle deniz seviyesinin yükselmesi, başkenti deniz seviyesinden sadece 5 metre yüksekte olan Tuvalu için hayatÎ bir tehdit oluşturmaktadır. Eğer küresel ısınma nedeniyele sıcaklık 1 derece daha artarsa, Tuvalu sulara gömülecektir. Tuvalu halkı şimdiden Avustralya ve Yeni Zelanda'ya göç etmektedir. Uganda Uganda ya da resmî adıyla Uganda Cumhuriyeti, Afrika kıtasının doğu kesiminde yer alan ve denize kıyısı olmayan bir kara ülkesidir. Ülkenin sınır komşularını kuzeyde Güney Sudan, doğuda Kenya, güneyde çoğu sınırı Victoria Gölü ile oluşan Tanzanya, güneybatıda Ruanda ve batıda ise Demokratik Kongo Cumhuriyeti oluşturmaktadır. Ülkenin başkenti Kampala'dır. Ülke içerisinde özerk bir krallık olan Buganda Krallığı da yer almaktadır. Ülke ismini Uganda'nın güneydoğu bölgesinde yer alan ve özerk bir krallık olan Buganda Krallığı'ndan almaktadır. Bantu gruplarının yaşadığın Buganda'da, konuşulan Bantu dilinde temel kelimeye (burada Ganda) gelen ön ek, kelimenin anlamını değiştirebilmekteydi. Buna göre "Buganda", "Bagandalılar" 'ın yaşadığı ve "Luganda" dilini konuştukları yer olarak ifade edilmekteydi. Avrupalıların bölgeyle ve Uganda halkıyla ilk teması Tanzanya kıyıları üzerinden olduğu için bu bölgede konuşulan Swahili dilinde "-lerin yaşadığı yer" anlamına gelen "Bu-" ön eki yerine "U" ön eki kullanıldığı için bu bölgeler Avrupalılar tarafından Uganda olarak adlandırılmış ve günümüzde de kullanımı da bu şekilde devam etmektedir. Uganda coğrafyasının karakteristik özellikleri arasında göller, Nil Nehri (Beyaz Nil Nehri), derin ormanlar ve savana yer almaktadır. Ülkenin güney bölgesinden Ekvator çizgisi geçmektedir. Uganda'nın en derin noktasını Beyaz Nil nehir yatağı oluşturmakta olup, bu nokta deniz seviyesinden 610 m yüksekte bulunmaktadır. Ülkenin en yüksek noktasını ise Ruwenzori Sıradağı içerisinde yer alan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti sınırında bulunan 5.109 m yüksekliğe sahip olan Stanley Dağı'nın uç noktası olan Margherita Peak oluşturmaktadır. Ülke topraklarının büyük bir bölümü deniz seviyesinden ortalama 1.000 m yükseklikte bulunan platolardan oluşmaktadır. Ülke sahip olduğu 241,038 km²'lik yüz ölçümü ile Afrika kıtasının 31., dünyanın ise 80. büyük ülkesidir. Uganda'nın toplamda sahip olduğu 2.698 km'lik sınırdan 765 km'si Demokratik Kongo Cumhuriyeti, 933 km'si Kenya, 169 km'si Ruanda, 435 km'si Güney Sudan ve 396 km'si Tanzanya ile oluşmaktadır. Ülke karasal bir ülke olması sebebiyle açık denizlere kıyısı bulunmamaktadır. Ülke genelinde tropikal iklim hakimdir. Ancak ülke topraklarının genelinin 1.000 m ortalamasına sahip olmasından dolayı tropikal iklimin yarattığı sıcaklık hissedilememekte ve serin bir hava hakim olmaktadır. Bu sebepten dolayı ne aşırı bir sıcaklıktan ne de aşırı bir soğuktan bahsedilebilmektedir. Uganda genelinde hava sıcaklıkları gündüz 25 °C ile 30 °C arası, gece ise 17 °C civarı ölçülmektedir. Ülkede ölçülen en uç sıcaklıklar ise 10 °C ve 35 °C düzeyindedir. Özellikle ülkenin kuzeydoğu kesimininde ise yarı kurak iklim yaşanmaktadır. Bu iklim çeşitinde buharlaşma oranı, yıllık yağış ortalaması oranından daha fazla bir konumdadır. Yıllık yağış ortalamaları önceki yıllarda 1.000 mm ile 1.500 mm arasında değişkenlik göstermekteydi ve sadece Aralık-Şubat ile Haziran-Ağustos dönemlerini kapsayan iki kurak dönem yaşanmaktaydı. Ancak günümüzde özellikle kuzey bölgelerde yıllar boyunca yağmur yağmayan kesimler bulunmakta olup, yağmur sezonunun yaşandığı sadece bir dönem görülebilmektedir. Uganda çok çeşitli bir bitki örtüsüne sahiptir. Doğu Afrika savanalarından Afrika'nın orta kesiminde yer alan yağmur ormanlarına kadar geniş bir yelpaze ülke topraklarında yer almakta olup, bu geniş yelpaze olumlu anlamda da bitki ve hayvan çeşitliliğin
e yansımaktadır. Ülke genelinde çoğu sınır çevresinde olmak üzere dokuz ulusal park ve altı yaban yaşam rezervleri bulunmaktadır. Ülkede yaşam bulan yaban hayat yaşanan iç savaşında etkileri ile olumsuz bir tablo çizse de oluşturulan ulusal parklarda hayvanları görmek mümkündür. Ülkede yer alan iki önemli doğal koruma alanı olan Murchison-Falls Ulusalpark ve Queen-Elizabeth Ulusalpark bu hayvan çeşitliliğini barındırmaktadır. Uganda'ya özgü olan Uganda Antilopu ülkede sık rastlanan hayvanlardan biridir. Ayrıca ülkenin aynı zamanda sembolü konumunda da olan Taçlı Turna Victoria Gölü kıyılarında çok sık bulunmaktadır. 1950'li yıllarda 5 milyona yakın olarak tespit edilen Uganda nüfusu 2002 yılında 24,3 milyon olarak ifade edilmiştir. Günümüzde ise ülke nüfusunun 2013 tahmini verilerine göre 35 milyon kişi olduğu belirtilmektedir. Ülke içerisinde uzun yıllar süren iç savaş demografik sorunların doğmasına sebebiyet vermiştir. Uganda oldukça genç bir nüfusa sahip olup, 2013 tahmini verilerine göre %69,39'u 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,01'i 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %48,26 (erkek 9,223,926/kadın 9,268,714) 15-24 yaş: %21,13 (erkek 4,010,464/kadın 4,087,350) 25-54 yaş: %26,1 (erkek 5,005,264/kadın 4,997,907) 55-64 yaş: %2,5 (erkek 460,000/kadın 496,399) 65 yaş ve üzeri: %2,01 (erkek 337,787/kadın 431,430) Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %16,1 ile düşük bir seviyede olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %3,22 düzeyindedir. Uganda genelinde 40'tan fazla etnik grup bir arada yaşamaktadır. Bu etnik gruplarının her birinin ayrı dilleri, kültürleri ve gelenekleri olup, bazı etnik gruplarda farklı din de görülebilmektedir. Ülke genelinde yaşayan nüfusun yarısından fazlasını, yaklaşık olarak %60'ı Bantu etnik grubu üyeleri oluşturmaktadır. Bu topluluklar genel olarak Kyoga Gölü'nün güneyinde ve batısında yerleşiktirler. Bantu etnik grubu içerisinde çoğunluğu ise ülkeye de isimlerini veren Baganda etnik grubudur. Ülkeye ve ülke vatandaşlarına adını veren bu grup nüfusun %16,9'unu teşkil etmektedir. Ankole ve Basoga etnik grupları ise %8,4'er oran ile en kalabalık ikinci etnik grupları oluşturmaktadırlar. Ülkede İngilizce ile birlikte 2005 yılında kabul edilen yeni yasaya göre Swahilice de resmi dil statüsündedir. Swahili dili polis ve askeri birliklerde komut dili olarak kullanılmakta olup, sivil hayatta neredeyse hiç kullanılmamaktadır. Bu dillerin haricinde Uganda içerisinde özerk bir yapıya sahip olan ve geçmişi sömürge dönemi öncesine dayanan Buganda Krallığı'nda ise resmi dil olarak Bantu dil grubu üyesi Luganda dili kullanılmaktadır. Ülke genelinde yaşayan nüfusun %85'i hristiyan dinine inanmaktadır. Hristiyan dini içerisinde ise katolik mezhebine göre yaşamını sürdürenler %42 ile çoğunluğu oluşturmakta olup, %36'sı ise Anglikanizm inancına göre yaşamaktadırlar. Uganda'da çoğunluğu sünni mezhebinin oluşturduğu %12 civarında bir müslüman topluluk yaşamaktadır. Afrika yerel dinlere inanların oranı ise %1 düzeyindedir. 2002 yılında gerçekleştirilen nüfus sayım sonuçlarında nüfus içerisindeki din oranları şu şekilde belirlenmiştir: Uganda'nın günümüzde de nüfusun küçük bir kısmını oluşturan, bölgede yaşayan en eski etnik grup konumunda olan ve Pigme ailesine ait topluluk olan Tva etnik grubudur. Günümüzden yaklaşık 2000 yıl önce tarım ile uğraşan Bantu grupları tarafından bölgeden uzaklaştırılmışlardır. 15. yüzyıldan itibaren bölgenin özellikle de güney kesimlerinde birçok krallık kurulmuştur. Bu yeni kurulan krallıklar içerisinde Buganda Krallığı önemli bir yere sahipti. Ayrıca Ankole Krallığı, Bunyoro Krallığı ve Toro Krallığı'da bu yüzyıl içerisinde bu bölgede kurulan krallıklar olmuşlardır. 19. yüzyılda bölgeye Arap tüccarların fildişi ve köle ticareti yapmak adına göl kıyısı kesimlerine gelmesi ile bölge nüfusu İslamiyet ile tanışmış ve islam dini önem kazanmaya başlamıştır. 1860 yılında bölgeye ilk gelen Avrupalılar olan Britanyalı John Hanning Speke ve John Hanning Speke, Nil nehrinin kaynağını da aynı zamanda ilk keşfeden Avrupalılar olmuştur. Bu dönemde Afrika kıtasının doğusunda Avrupalılar sömürgeleştirme süreci de başlamış, bu süreçte buraya gelen grup içerisinde yer alan hem katolik hem de protestan misyonerler kısa sürede misyonerlik faaliyetlerinde başarı göstererek birçok halk gruplarını kendi dinlerinin mensubu yapmışlardır. Uganda 1894 yılında Britanya himayesi altına girmiş, bu süreçte sömürge ekonomisi pamuk ve kahve ekimine öncelik verdirmiştir. Aynı dönemde yapılan demiryolu hattı ile Mombasa, Nairobi üzerinden Kampala ile birleştirilmiştir. 1950'li yıllarda sömürge sisteminden kurtulmak adına adımlar atılmış, partiler kurulmuş ve bir meclis oluşturulmuştur. Yerel temsilciliklerde siyahi yerliler beyaz Avrupalılar kadar temsil hakkı elde ederek bölgede söz sahibi olmuşlardır. 1958 yılında gerçekleştirilen ilk meclis seçimlerinde sonucu Uganda nüfusu milletvekillerini seçmiştir. Uganda 9 Ekim 1962 yılında Büyük Britanya'dan bağımsızlığını ilan etmiş, o gün kadar "Kral Mutesa II." unvanı ile Buganda Krallığı'nı yöneten Edward Mutesa yeni ülkenin ilk devlet başkanı seçilmiştir. Ülkenin bağımsızlığını kazanması ile birlikte ülkenin ikinci başbakanı olan Milton Obote, 1966 yılında devlet başkanı Mutesa'yı görevinden uzaklaştırarak kendisini devlet başkanı olarak ilan etmiştir ve başbakanlık görevi 1966 ile 1980 arası kaldırıldı. Obote'nin iktidarı döneminde yaşanan gelişmeler ülke içerisinde sorunlara neden olmuş, birçok işletme kamulaştırılmış, gizli polis teşkilatı vasıtası ile karşıt görüşlülere işkenceler uygulanmıştır. Obote'nin İngiliz Milletler Topluluğu toplantısı için Singapur'da olduğu bir dönemde bu boşluğu değerlendiren ordu komutanı İdi Amin 25 Ocak 1971 tarihinde gerçekleştirdiği askeri darbe ile Obote'yi görevden uzaklaştırarak devlet yönetimini ele geçirmiş ve kendisini devlet başkanı ilan etmiştir. İdi Amin diktatör olarak ülkeyi yönettiği 1971 ile 1979 yılları arasında muhalifler başta olmak üzere birçok kişi takip edilmiş, işkence görmüş ve öldürülmüş toplamda da bu süreçte 300.000 kişi cinayetlere kurban gitmiştir. Amin özellikle kendisinin de üyesi olduğu Nilote etnik grubu dışında kalan diğer etnik gruplara karşı da aşırı şiddet uygulamış, Hindistan kökenlilerin başta olduğu ve özellikle günlük ticari hayata yön veren Asya kökenli göçmenleri de şiddet ile ülkeden kovmuştur. Uganda birliklerinin 1978 yılında Kagera bölgesini ilhak etmek amacı ile beklenmedik bir anda Tanzanya'ya saldırması sonucu karşı taarruzda aralarında bugünkü devlet başkanı Yoweri Museveni bulunduğu Uganda isyancı örgütlerin de desteği ile Tanzanya birlikleri 11 Nisan 1979 yılında başkent Kampala'yı ele geçirmişlerdir. Bu gelişmenin ardından ülkeden kaçan Amin önce Libya'ya sonra Irak'a son olarak da Suudi Arabistan'a kaçarak sürgün hayatı yaşamıştır. Eylül 1980'de gerçekleştirilen seçimlerde yeniden devlet başkanı seçilen Milton Obote, seçim hilesi suçlaması ile karşı karşıya kalmış, bunun üzerine Museveni kendisine bağlı isyancı birlikler ile Milton'a karşı mücadeleye girmiştir. Obote'nin ikinci devlet başkanlığı döneminde de ülke sık sık ölümler, baskılar yaşanmış, belli etnik gruplar hedef alınmıştır. Yoweri Kaguta Museveni az sayıda "National Resistance Army" birliği ile birlikte başarılı bir gerilla savaşı yürüterek Ocak 1986'da başkent Kampala'yı ele geçirmiştir. Museveni bu olaydan sonra herhangi bir seçim gerçekleştirilmeden kendisini devlet başkanı olarak ilan etmiştir. Uganda'da Şubat 1989'da geçici parlamentoyu oluşturmak adına ilk seçimler gerçekleştirilmiş, Mayıs 1996 yılında da yapılan ilk devlet başkanlığı seçimlerinde de Museveni oyların %75'ini alarak resmen ülkenin devlet başkanı seçilmiştir. 2001 yılı Mart ayında gerçekleştirilen ve yine sadece iktidardaki partinin tek parti olarak katıldığı seçimlerde de oyların %69'unu elde eden Museveni yeniden bu göreve seçilmiştir. 2005 yılında yapılan değişiklik ile o güne kadar yasak olan parti kurma faaliyetleri serbest bırakılmış ve 2006 yılında gerçekleştirilen seçimlerde de ilk defa birden fazla partinin katılımına izin verilmiştir. Bu söz konusu 2006 yılı seçimlerinde yasal olarak iki dönem devlet başkanlığı görevini gerçekleştirdiği için adaylığı mümkün olmayan Museveni, bu durumu çıkartılan yeni bir yasa ile ortadan kaldırarak seçimlere girmiş ve seçimlerde de %59 oy olarak üçüncü dönem için devlet başkanlığı makamına getirilmiştir. Museveni 18 Şubat 2011 tarihinde gerçekleştirilen yeni seçimlerde 25 yıllık iktidarının ardından bir beş yıl daha bu göreve seçilmiştir. Bu seçimlerde Museveni %68,38 oy oranına ulaşırken, rakibi muhalefet partisi lideri olan Kizza Besigye oyların sadece %26,01 alabilmiştir. Ülkede seçimler sakin bir ortamda gerçekleşmiş olsa da, Nisan 2011'de ülkede özellikle muhalefet partisi lideri Besigye'nin gözaltına alınması sonucu çatışmalar yaşanmıştır. Bu beş yıllık sürenin sona ermesi neticesinde 18 Şubat 2016 tarihinde gerçekleştirilen yeni devlet başkanlığı seçimlerinde yeniden aday olan Museveni, bu seçimlerden de başarılı bir şekilde ayrılarak otuz yıllık iktidarına beş yıllık bir yönetim süresini daha ekleme imkanı elde etmiştir. Söz konusu seçimlerde oyların %60,6'sını elde eden Museveni, 2011'de rakibi olan Besigye'nin %35,6'da kalması ile seçimlerin galibi olmuştur. Uganda dört bölgeye ve bölgelere bağlı toplamda 112 ilçeye ayrılmış durumdadır. Bu bölgeler ülke içerisinde herhangi bir idari yapı oluşturmamakta olup, sadece ek bir idari yapıyı ifade etmektedir. 1990'lı yılların ortalarına kadar on ilden ve bu illere bağlı toplam 38 ilçeden oluşan Uganda'da bu yıllardan itibaren daha küçük idari birimler oluşturulmaya başlanmıştır. Uganda'da bu yıllarda il konumunda olan Nile, Northern, Karamoja, Western, Eastern, North Buganda, Busoga, Central, Southern ve South Buganda söz konusu 90'lı yılların sonundan itibaren küçültülerek ilçe sayısı arttırılmıştır. Buna göre 2000 yılında sekiz, 2001 yılında bir, 2002 yılı sonuna kadar 5
6, 2005/2006 dönemine kadar 24 yeni ilçe oluşturularak 2006 yılı sonunda 80 ilçeye ulaşılmıştır. Haziran 2010 tarihinden bu yana ülke başkent Kampala'nın da içerisinde bulunduğu 112 ilçeden oluşmaktadır. Ülkenin dört bölgesine ait veriler şu şekildedir: Uganda, başkent Kampala dışında küçük ölçekli şehirlere sahip olup, başkent hariç sadece Gulu ve Lira 100.000 nüfus sınırını aşmaktadır. Vanuatu Vanuatu ya da resmî adıyla Vanuatu Cumhuriyeti, Güney Büyük Okyanus'ta yer alan bir ada ülkesidir. Volkanik kökene sahip olan takımada, Avustralya'nın 1750 km doğusunda, Yeni Kaledonya'nın 500 km güneydoğusunda, Fiji'nin batısında, Solomon Adaları'nın güneydoğusunda, Yeni Gine adası yakınlarında bulunur. Vanuatu'nun ilk sakinleri Melanezyalılar idi, Avrupalılar adaları 1606'da Fernandes de Queirós liderliğindeki İspanyol kaşiflerin Espiritu Santo'ya varmasıyla keşfetti. 1880'lerde Fransa ve Birleşik Krallık adalarda hak iddia etti ve 1906'da takımadayı bir Britanya-Fransız Kondominyumu ile, Yeni Hebridler adı altında yönetmek üzere bir antlaşma imzaladılar. 1970'lerde bir bağımsızlık hareketi oldu ve 1980 yılında Vanuatu Cumhuriyeti bağımsızlığına kavuştu. Vanuatu'nun tarihöncesi dönemi belirsizdir, arkeolojik kanıtlar adaya 4000 yıl kadar önce Avustronezya dillerini konuşan insanların geldiğini gösterir. MÖ 1300-1100 yıllarına tarihlenen çömlek kırıkları bulunmuştur. Vanuatu takımadası Avrupalılar tarafından 1606 yılında Portekizli kaşif Pedro Fernandes de Queirós'un İspanyol İmparatorluğu adına gelip "Espiritu Santo" adasını keşfetmesi ile bulunmuştur. Terra Australis veya Avustralya'ya vardıklarını düşünen kaşifler, ulaştıkları yeri "La Austrialia del Espiritu Santo" (Kutsal Ruhun Güney Toprakları) olarak adlandırdı. 1768'de Louis Antoine de Bougainville adaları yeniden keşfedene kadar Avrupalılar geri dönmediler. 1774'te, Kaptan James Cook, adaları Yeni Hebridler olarak adlandırdı, bu ad bağımsızlığa kadar kullanılmaya devam etti. 1825 yılında tüccar Peter Dillon, Erromango adasında sandal ağacı varlığını keşfetti. Bu, adalara 1830 yılında göçmenler ile Polinezyalı işçiler arasında gerçekleşen bir çatışma ile biten bir göçmen akınını başlattı. 1860'larda, Avustralya, Fiji, Yeni İspanya ve Samana Adları'ndaki sömürgeciler, işçi talebi yüzünden "blackbirding" adını verdikleri bir işçi ticaretini başlattı. Bu ticaretin zirve noktasında, pek çok adanın erkek nüfusunun yarısından fazlası adalar dışında çalışmaktaydı. Parçalar halinde olan kanıtlar, adaların günümüzdeki nüfusun keşif öncesi nüfuslarından büyük oranda daha az olduğunu göstermektedir. 19. yüzyılda Katolik ve Protestan misyonerler adalara geldi. Pamuk üretimi yapmak için arazi arayan yerleşimciler de geldi. Uluslararası pamuk fiyatları çökünce, çiftçiler kahve, kakao, muz ve en başarılısı olan Hindistan cevizine yöneldiler. İlk başlarda, Avustralya'dan gelen Britanyalılar adalarda çoğunluğu oluşturmaktaydı, 1882 yılında Yeni Hebridler Kaledonya Şirketi'nin kurulmasından sonra ise, Fransızlar adaya gelmeye başladı ve yüzyıl sona erdiğinde adalarda Britanyalıların iki katı Fransız nüfus oluştu. Adadaki Fransız ve Britanya çıkarlarının birbirine karışması, adaların iki ülkeden birinin topraklarına katılması isteğini doğurdu; fakat 1906'da Fransa ve Birleşik Krallık adaları birlikte yönetmek üzere anlaştılar. Fransız-Britanya Kondominyumu olarak adlandırılan bu eşsiz yönetim, sadece mahkemelerle birbirine bağlanan iki farklı yönetimden oluşuyordu. Melanezyalıların iki güçten herhangi birinin vatandaşlığına girmesi ise yasaklanmıştı. Avustralya'nın 1750 km doğusunda Yeni Kaledonya'nın 500 km kuzeydoğusunda Fiji'nin batısında ve Solomon Adalarının güneyinde Pasifik Okyanusu'nda (Büyük Okyanus) yer alan adalar grubudur. Yüzölçümü 12,200 km olup, toplam sahil şeridi 2,528 km dir. Tropikal iklime sahiptir. Adaların genelinde dağlar ve volkanik özellikli ovalar yer alır. Ülkenin en yüksek noktası Tabwemasana 1,877 m dir. Ülke yeraltı kaynakları bakımından fakirdir. Manganez çıkartılır ve işlenerek ihraç edilir. Vanuatu'nun nüfusu 208,869 (Temmuz 2006 verileri) kişidir. Ülkenin en büyük şehri başkent Port Vila'dır. Nüfusun büyük çoğunluğunu Ni-Vanuatu (%98.5) halkı oluşturmaktadır. Kalan %1,5 oranını ise Yeni Zellandalı ve Avustralyalılar oluşturur. Ülkenin %36,7si Presbyterian, %15i Anglikan, %15i Roma Katolikleri, %7,6sı yerel dinlere, %19,5i ise diğer dinlere inanıyorlar. Ülkede, İngilizce ve Fransızca resmi dil olup halkın çoğunluğu yerel dilleri konuşur. Ülkedeki okur-yazar oranı (15 yaş ve üzeri için) nüfusun %74'dür. Ülkenin resmi adı Vanuatu Cumhuriyeti eski adı Yeni Hebridler. Cumhuriyet ile yönetilmektedir. 30 Temmuz 1980 yılında ülke ortak yönetim olan Fransa ve Birleşik Krallık'tan koparak bağımsızlığını ilan etmiş ve aynı tarihte meclis anayasasını kabul etmiştir. Başkan ve 40 üyeli meclis, 5 yılda bir halk tarafından seçilir. Başkent Port Vila'dır. Toplam 6 bölgede idari edilir. Malampa, Penama, Sanma, Shefa, Tafea, Torba'dır. Yeni Zelanda Yeni Zelanda, veya resmî adıyla Yeni Zelanda Milletler Topluluğu, Güney Büyük Okyanus'da bir ada ülkesidir. Güney Yarımkürede, Okyanusya'daki Güney Pasifik adaları arasında, Avustralya'nın yaklaşık 1.500 km güney doğusunda yer almaktadır. Başlıca iki büyük (North Island ve South Island) ve birçok küçük adadan oluşur. Yeni Zelanda adı Felemenkçe "Zeeland" adından geliyor. Zeeland, Hollanda'da bir ildir. Maorice Yeni Zelanda'ya "Aotearoa" deniyor. "Uzun Beyaz Bulutların Ülkesi" anlamına geliyor. "Ao" bulut, şafak, gündüz ya da dünya anlamına, "tea" beyaz, açık ya da parlak anlamına ve "roa" uzun anlamına gelmektedir. Yeni Zelanda meşruti monarşi ve parlamenter demokrasi ile yönetilmektedir. Devlet başkanı Kraliçe II. Elizabeth. Başbakanı ise Bill English'dir. 2006 sayımına göre Yeni Zelanda'da 4.027.947 kişi yaşıyor. Ülke nüfunusunun çoğunluğunu Avrupa kökenliler oluşturmaktadır. Yeni Zelanda'nın yerli halkı Maoriler ise nüfusun %14,9'unu oluşturmaktadır. Yeni Zelanda halkı kendilerine Yeni Zelanda'da yaşayan uçamayan bir ulusal kuş olan Kivi diyorlar. Kuzey Adası Güney Adası'ndan küçük ancak burada daha çok kişi yaşıyor. Hristiyanlık ülkede baskın dindir, ancak halkın büyük çoğunluğu seküler yaşam tercih etmektedir. 2006 nüfus sayımına göre halkın %55,6'sı kendisini Hristiyan olarak tanımlamaktadır. Diğer %34,7'si kendilerini herhangi bir dine mensup görmemektedir. Yine nüfus sayımının verilerine göre diğer azınlık dinleri ise Hinduizm, Budizm ve İslam'dır. Yeni Zelanda’ya ilk kez 1000 yıl önce Polinezyalı Maoriler yerleşmiştir. Maoriler iyi örgütlenmiş, kan bağı ile gelen şefler ve güçlü rahipler tarafından yönetilen bir kabiledir. Adaya ilk ayak basan beyaz adam, 1642 yılında Hollandalı Abel Tasman olmuştur. Ancak Kaptan James Cook’un 1769 ve 1779’daki gezilerine kadar adalar herhangi bir yönetime bağlı kalmamış ve keşfedilmemiştir. İngiliz göçmenler, 1840 yılında İngiliz hakimiyeti kurulunca adaya yerleşmeye başlamışlardır. Wellington bu tarihten sonra kurulmuştur. Yeni Zelanda’ya 1852 yılında kendi hükümeti tahsis edilmiştir ve sonraki yüzyılda ülke yatırım, iletişim ve tarımsal üretimde hızlı bir gelişme kaydetmiştir. Yeni Zelanda adı Hollandalı kartograflar tarafından, Hollanda'da bulunan Zealand adasına ithafen konulmuştur ve ülkenin yerlileri olan Maorilerin kendi dillerinde Aotearoa yani Uzun Beyaz Bulut Ülkesi olarak isimlendirilir. 1769-1779 yılları arasında ülkeyi 4 kez ziyaret eden İngiliz kâşif James Cook tarafından şimdiki ismi New Zealand olarak adlandırılmıştır. Tüm kolonileri arasında en çok Maorilerden çeken İngiliz Kraliyeti, 1840’da Maori şefleri ile Waitangi anlaşmasını yaparak Yeni Zelanda’yı İmparatorluğu’nun kolonisi olarak ilan etmiştir. 2016 Kasım ayında 7,8 şiddetinde bir depremle karşılaşmış ve hala tsunami tehlikesi altında bulunmaktadır. Başkenti Wellington olan Yeni Zelanda kar kaplı dağ manzaraları ile bilinen bir ülkedir. En büyük ve en kozmopolit şehri Auckland'dır. Sinema da Yüzüklerin Efendisi film üçlemesi ile 200.000.000$ ek gelir kazanmış ve bunu Peter Jackson'ın yönettiği bu üçlemenin sahibi olan Warner Bros.'un ve New Line Cinema'nın şirketleri ile bağlantılı olup Winut Films Productions katkısı bulunan bu film üçlemesi birden çok ödül sahibidir. Almanya, ABD ve Yeni Zelanda'da çekilmiştir. Yeni Zelanda'nın Güney Yarımküre'de veya ekvatorun güneyinde olması, mevsimlerin kuzey yarım küredekilerin tam tersi olması anlamına gelir. Yazın en sıcak ayları Ocak ve Şubat olup en soğuk aylar Haziran ve Temmuzdur. Genellikle ılıman bir iklime sahip olup, ülkenin kuzey kesimleri subtropikal iklimin etkisi altındadır. Kışın, Güney Ada'nın (South Island) iç kesimleri -10 dereceye kadar inerken, Okyanus kıyıları daha yumuşak ve yağışlı bir iklime sahiptir. Yazları 20-33 dereceler arasında olup oldukça da güneşlidir. Transparency International 2013 Yolsuzluk Algılama Endeksi'nde, Danimarka ile birlikte 100 üzerinden 91 puanla birinci sırada yer aldı (0 puan = yüksek yolsuzluk, 100 puan = temiz). The Legatum Institute 2016 Dünya refah duzeyi araştırması sonucuna göre Yeni Zelanda Dünyada refah düzeyi en yüksek ülke olarak 1. sırada yer almıştır. Zambiya Zambiya ya da resmi adıyla Zambiya Cumhuriyeti, Afrika kıtasının güney bölümünde denize kıyısı olmayan bir ülkedir. Ülke Zambiya ismi ile bağımsızlığını kazanmadan önce Kuzey Rodezya adı ile 1924 yılına kadar Birleşik Krallık sömürgesi olmuş ve bu tarihten sonra da Birleşik Krallık'ın himayesi altına girmiştir. Ülkenin Angola, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Tanzanya, Malavi, Mozambik, Zimbabve, Namibya ve Botsvana'ya sınırı bulunmaktadır. Ülkenin ismi Zambezi nehrinden oluşturulmuştur. Zambiya, 24 Ekim 1964 tarihinde Birleşik Krallık'tan bağımsızlığını kazanmıştır. Ülkenin başkenti Lusaka'dır. Ülkenin ismi Afrika kıtasının dördüncü büyük nehri olan ve çıkış noktası Zambiya olan ve ülkenin doğu kısımlarında geçen ve Zimbabve ile sınır bölgesini oluşturan Zambezi nehrinden esinlenerek konulmuştur.
Ülkenin toplamda var olan 5.664 km sınırının 1.110 km'si Angola, 1.930 km'si Demokratik Kongo Cumhuriyeti, 837 km'si Malavi, 419 km'si Mozambik, 233 km'si Namibya, 338 km'si Tanzanya, 797 km'si Zimbabve devleti ile oluşmaktadır. Ayrıca dünya üzerinde tek dörtgen sınır bölgesinde ülkenin Botsvana ile bağlantısını sağlayan ve metrelerle ifade edilen sınır çizgisi tartışmalıdır. Söz konusu sınıra bağlantısı olan Botsvana, Zambiya, Zimbabve ve Namibya ülkelerinin sınır anlaşmaları ile sınırlarına karşılıklı olarak resmiyet kazandırmadıkları için kabul görmeyen bir sınır noktası konumunda olan bu bölge belirsizliğini korumaktadır. Zambiya sahip olduğu 752,614 km² alan ile dünyanın en büyük 39. ülkesi konumunda bulunmaktadır. Bu alanlardan birçoğu 1.000 ila 1.400 m yükseklikte bulunan doğal yaylalardan oluşmaktadır. Ülkenin en yüksek noktasını Malavi sınırında bulunan Mafinga Hills'de bulunan Mafinga noktası oluşturmakta olup, bu nokta deniz seviyesinden 2.300 m yükseklikte bulunmaktadır. Zambezi nehrinin kollarının da bulunduğu ülkenin batı kesiminde alçak düzeyde Kalahari Çölü'nün kumulları bulunmakta olup, bu kumullar güneye doğru giderek azalmaktadır. Ülke genelinde hafif tropikal iklim hakim olup, yüksekliğe bağlı olarak sıcaklık değerleri ölçülmektedir. Ülkede üç mevsim yaşanmakta olup bu mevsimler şu şekildedir: Ülke genelinde hakim olan bitki örtüsü savan olarak adlandırılan geniş çayırlık alanlardır. Ülkenin kuzey bölgesinden doğan Zambezi Nehri, ülkenin güney kesiminde komşuları olan Namibya, Botsvana ve Zimbabve ile sınır çizgisini oluşturmaktadır. Ülke 1.000 m yükseklikteki bir plato üzerinde bulunduğu için ülke genelinde çok sayıda büyüklü küçüklü şelale mevcuttur. Şelaler içerisinde en meşhur olanı ise Zambezi nehrinden oluşan Victoria Şelalesi'dir. Zambiya'da nüfusun neredeyse tamamını, %98'ini, siyahi Afrikalı halk oluşturmaktadır. Bu grubun %99'unu da Bantu etnik grubuna mensup gruplar oluşturmaktadır. Bu grup içerisinde ve böylelikle ülkenin genelinde var olan en önemli grup ise toplumun %34'ünü oluşturan Bemba etnik grubudur. Ülke genelinde %14'lük bir paya sahip olan Rotse etnik grubu ise özellikle güney bölgelerde yaşamaktadır. Zambiya'da görev yapan birçok siyaset ve ticaret ile uğraşan kişiler bu etnik grubunun üyesidir. Ülkenin güneyinde konuşlanan bir başka grup ise ülke genelinin %16'sını oluşturan Tonga etnik grubudur. Avrupalı göçmenlerin ülke nüfusu içerisindeki oranları ise sadece %1,2 dolayındadır. Zambiya genç bir nüfusa sahip olup, 2017 tahmini verilerine göre %66,03'ü 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,35'i 65 yaş ve üzerindedir. 0-14 yaş: %46.03 (erkek 3,693,255/kadın 3,657,890) 15-24 yaş: %20 (erkek 1,595,628/kadın 1,598,065) 25-54 yaş: %28.72 (erkek 2,310,961/kadın 2,276,018) 55-64 yaş: %2.93 (erkek 217,954/kadın 250,134) 65 yaş ve üzeri: %2.33 (erkek 162,605/kadın 209,490) Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %41,8 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2017 tahmini verilerine göre %2,93 düzeyindedir. Ülke nüfusunun büyük çoğunluğu oluşturan Bantu etnik grupları nedeniyle ülkede en çok konuşulan diller Bantu dilleridir. Ülkenin resmi dili İngilizce olmasına rağmen, ülke içerisinde 40'tan fazla dil konuşulmaktadır. Chewa dili ve Bemba dili ülkede yaygın bir şekilde konuşulan dillerdir. Ülke genelinde 3.300.000 kişi, yani nüfusun %36'sı Bemba dilini konuşurken, 800.000'den fazla kişi de Chewa dilini konuşmaktadır. Chewa dili aynı şekilde ülkenin başkentinde de konuşulan diller arasındadır. Bu iki dilin haricinde ChiTonga dili de bir milyona yakın kişi tarafından konuşulabilmektedir. Özellikle misyonerlik faaliyetleri sonucunda hızlı bir artış gösteren Hristiyanlık ülke genelinde en yaygın olan dindir. Ülke nüfusunun %50'si bu dine inanmaktadır. Hristiyan inancına göre yaşamını sürdüren nüfusun büyük bir oranı da protestan mezhebine göre inacını yaşamaktadır. Hristiyanlık dininden sonra en yaygın olan inanış ise %24 ila %49 oran ile doğal dinlere inananlardır. İslamiyet'in ülke genelinde hemen hemen hiçbir etkisi görülmezken, islami inancına göre yaşamını sürdüren nüfusun oranı %1,1 civarındadır. Zambiya, dünya genelinde en çok HIV vakasının yaşandığı ülkelerin başında gelmektedir. Bu sebepten dolayı ülke genelinde yaş ortalaması 60 yaşından (1990 verileri), kadınlarda 37, erkeklerde ise 38 yaşına kadar düşmüş konumdadır. 2011 verilerine göre ülkede bir milyona yakın AIDS hastası bulunmaktadır. Bu hastalık nedeniyle 2006 verilerine göre 750.000 dolayında AIDS nedeniyle ailesini kaybeden yetim çocuk bulunmakta olup, bu sayının yakın bir gelecekte ülkedeki çocuk nüfusunun %20'sine denk gelen bir milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülke genelinde okula gitme zorunluluğu bulunmamaktadır. Nüfus genelinde okuma yazma bilmeme oranı özellikle kadınlar arasında yaygın bir durumdur. Ülkenin, Kuzey Rodezya olarak Birleşik Krallık himayesinde bir bölge iken başkanlık makamına seçilen Kenneth Kaunda, bağımsızlığın kazanılması ile bağımsız ülkenin de ilk devlet başkanı olmuştur. Yönetimde olduğu süre içerisinde rüşvet başta olmak üzere birçok olumsuzlukta artış görülmüş, bunların engellenmesi yolunda önemli adımlar atılmamıştır. 1973 yılında yasa değişikliği ile ilgili yaşanan gelişmeler neticesinde ülke içerisinde oluşan olumsuzluklar, Kaunda tarafından tek partili sisteme geçişin açıklanması ile noktalanmış, böylece ülkede kendisine karşı oluşabilecek muhalif bir oluşumu engellemiştir. Uluslararası baskılar neticesinde 1990 yılında çok partili ilk demokratik seçimlere izin veren Kaunda, 1991 yılında yapılan seçimlerler devlet başkanlığı görevini Frederick Chiluba'ya bırakmak durumunda kalmıştır. 2002 ve 2006 yılında gerçekleştirilen ancak bağımsız gözlemciler tarafından olumsuzluklar ifade edilen seçimlerde Levy Mwanawasa devlet başkanlığı görevini üstlenmiştir. Mwanawasa'nın Ağustos 2008 yılında hayatını kaybetmesi neticesinde geçici devlet başkanı olarak görevi üstlenen Rupiah Banda, Ekim 2008 tarihinde yapılan erken seçimlerde oyların çoğunu kazanarak bu göreve resmi olarak seçilmiştir. Son olarak 2011 yılında gerçekleştirilen seçimlerde, bir önceki seçimde Banda'ya karşı kaybeden muhalefet lideri Michael Sata, Banda'ya karşı bu seçimleri kazanarak ülkenin yeni devlet başkanı olmuştur. Zambiya kendi içerisinde on ilden oluşmaktadır. 2011 yılına kadar dokuz olan il sayısı, o tarihte oluşturulan Muchinga ili ile ona çıkarılmıştır. Bu on il kendi içerisinde ayrıca 105 ilçeye ayrılmış bir konumdadır. Zambiya'da kentsel yığışımın en fazla olduğu yer başkent Lusaka'dır. Başkentte 2010 resmi verilerine göre 1.742.979 kişi şehir merkezinde olmak üzere tüm Lusaka bölgesinde 2.198.996 kişi yaşamaktadır. Bu nüfus sayısı ile başkent çevresinde ülke nüfusunun %20'si yaşamaktadır. Ülkenin en büyük beş şehri nüfus bilgileri ile şu şekildedir: Lusaka (1.742.979), Kitwe (504.194), Ndola (455.194), Kabwe (202.914) ve Chingola (179.658) Zambiya dünya genelinde önde gelen bakır ihracatı gerçekleştiren ülkelerden bir tanesi konumundadır. 2000 yılında yapılan yatırımlar ile bakır ihracı 550.000 tona kadar çıkmış bir konumdadır. Bu oran ile ihracat %80 artış bir konumda bulunmaktadır. 2004 yılından günümüze kadar Zambiya ekonomisi ortalama %5,2 büyüme göstermiştir. Tüm bu ekonomik verilere rağmen Zambiya dünya üzerinden en az gelişmiş ve en fakir ülkelerden biri olarak sayılmaktadır. 2003 verilerine göre nüfusun %64'ü günlük 1 Dolar'dan daha az bir kazanç ile yaşamını idame ettirmektedir. Ülke nüfusunun %80'i tarım ile uğraşmaktadır. Başta bakır ve kobalt sektöründe olmak üzere nüfusun %14'ü ise madencilik ile uğraşmaktadır. Bakır endüstrisi ülkenin en önemli gelir kaynaklarını oluşturmakta olup, özellikle bakır ve kobalt ihracatın %75'ine denk gelmektedir. 1969 yılında 750.000 ton düzeyinde olan bakır çıkarımı, sektörde oluşan problemler nedeniyle 1999 yılında 260.000 tona kadar gerilemiş, bakır piyasasında da ücretlerin düşmesi ile daha da problemli bir sektör haline gelmiştir. Bu oranlar ile bakır üretiminde %2,1 ile dünya genelinde bakır üreten ülkeler arasında 12. sıraya kadar gerileyen Zambiya, 2005 yılında bakır piyasasında bakırın değerinin artması ile yeniden ivme kazandırdığı bakır üretimi ile 550.000 ton üretime kadar çıkmıştır. Günümüzde Zambiya genelinde 37.000 kişi madencilik sektöründe çalışmaktadır. Ülke ekonomisinin en önemli ihracat ürünlerini bakır, kobalt, elektrik, tütün, çiçek ve pamuk oluşturmaktadır. Ülkenin 2016 verilerine göre ihracat yaptığı ilk altı ülke şu şekildedir: Ülke ekonomisinin en önemli ithalat ürünlerini makine ve ekipmanları, petrol ürünleri, gübre, gıda ürünleri ve ulaşım araçları oluşturmaktadır. Ülkenin 2016 verilerine göre ithalat yaptığı ilk yedi ülke şu şekildedir: Ülke genelinde var olan önemli bölge ve ana yolları şu şekildedir: MIPS mimarisi MIPS, Microprocessor without Interlocked Pipeline Stages, MIPS teknolojileri adlı firma tarafından 1985 yılında geliştirilmiş indirgenmiş komut kümesi türü bir mikroişlemci mimarisidir. İndirgenmiş komut kümeli bilgisayar terimini ilk kullanan bilgisayar MIPS'dir. Her komut aynı boyuttadır ve komut bilgisayar donanımı tarafından kolayca çözülebilir. Intel x86 ise karmaşık komut kümeli bilgisayar sayılır. Komutların boyutları farklıdır ve komutları çözebilmek için bilgisayar donanımına gömülmüş programlar (microcode) gereklidir. RISC yapısından ötürü tasarımı çok temiz ve basittir. Sistem karmaşık işlemleri destekleyen yapılar yaratmaktansa sık yapılan basit işlemleri iyileştirme üzerine kuruludur. Bu tasarım avantajından dolayı üniversitelerdeki bilgisayar mimarisi derslerinde genellikle MIPS mimarisi okutulur. Yine basit ve sağlam tasarımından ötürü çoğu modern mikroişlemci mimarisi (IBM/Motorola PowerPC, DEC, ARM) MIPS mimarisinden esinlenerek geliştirilmiştir. 1990 itibarıyla üretilen her üç RISC işlemciden birinin MIPS mimarisinde olduğu tahmin edilmektedir. İlk MIPS tasarımları 32 bit, daha yeni tasarımlar ise 64 bittir. MIPS mimarisi SGI bilgisayarlarından gömü
lü sistemlere kadar geniş bir yelpazede kullanılmaktadır. Günümüz itibarıyla Nintendo 64, Sony PlayStation, Sony PlayStation 2 ve Sony PSP MIPS mimarisi ile çalışan işlemcilere sahiptirler. MIPS 32 işlemcisinin parçaları: MIPS assembly diğer Assembly'lere göre çok daha kullanışlı ve basittir. Intel 80x86 assembly dilinin karmaşık yapısına kıyasla tasarımı takip eden, mantıklı bir yapıdadır. Assembly kodunda yorumlar # karakterinden sonra başlar ve sıra sonuna kadar devam eder. Etiketler kodun bir sırasını işaretler ve sonra bu sıraya yeniden dönülmesini sağlar. Her komut bir sıra alır. İşlem kodu komut türünü tanımlar. Merkezi İşlem Biriminde bulunan, belli sayıdaki hızlı saklama aygıtları MIPS R2000 mimarisinin ücretsiz dağıtılan simulatörü SPIM, Unix, MS Windows ve Macintosh OS X altında kolayca kullanılabilen bir yazılımdır. Mutfak Mutfak, yemek hazırlamak için kullanılan alandır. Modern mutfak tipik olarak bir ocak ya da mikrodalga fırına sahiptir ve bulaşık yıkamak gibi işleri yapabilmek için bir lavabosu vardır. Modern mutfaklarda genellikle bulaşık makinesi de bulunur. Yemek depolamak için kullanılan kiler, dolap ya da buzdolabı gibi tesisatlar da mevcuttur. Mutfağın temel işlevi yemek pişirmek olsa da, özellikle evlerde büyüklüğüne, içindeki donanıma bağlı olarak değişik faaliyetler de yürütülebilir. Eğer bir çamaşır yıkama makinesi varsa, mutfakta yıkama ve kurutma yapılabilir. Mutfak eğer yeterince büyükse ailenin yemek yediği yer olabilir. Bazen ailenin ve misafirlerin bir araya gelmek için tercih ettiği en rahat oda olabilir. Mutfağın gelişimi temelde ocağın ateş yeri ve ocağın gelişimiyle bağlantılıdır. 18. yüzyıla kadar, açık ateş yemek pişirmenin yegâne yöntemiydi ve mutfağın mimarisi hep bunu yansıtır. Teknik ilerlemeler yemek pişirmeye 18. ve 19. yüzyıllarda yeni yöntemler getirince, yeni kazanılan bu esneklik mimarlara mutfaklarda temel değişiklikler yapma fırsatını verdi. Musluk suyu sanayileşme dönemi boyunca kademe kademe mümkün hale geldi; önceleri su en yakın kuyudan çekiliyor ve mutfakta ısıtılıyordu. Antik Yunan’daki evler genellikle avlu biçimliydi; odalar merkezî bir avlunun etrafına yerleştirilmişti. Böyle birçok evde, bu avlu mutfak görevini görürdü. Üst sınıftan insanların evlerinde, genellikle banyonun yanında ayrı bir oda mutfak olarak kullanılırdı ( böylece iki oda da mutfak ateşinin yardımıyla ısıtılabilirdi), iki odaya da avludan kolaylıkla ulaşılabilirdi. Böyle evlerde, mutfağın arkasında yiyecek ve kap kacağın bulunduğu ayrı bir oda vardı. Roma İmparatorluğu’nda alt sınıfların evlerinde mutfak yoktu; yemeklerini ortak halk mutfaklarında pişirirlerdi. Bazılarının taşınabilir, üzerinde ateş yakılabilen bronz ocakları vardı. Üst sınıftan olan Romalıların görece daha iyi donanımlı mutfakları vardı. Bir Romalı evinde mutfak ana binaya eklenmiş ayrı bir odaydı. Pratik ve sosyolojik nedenlerden dolayı ayrıydı bu oda: Mutfağın yarattığı duman ve köleler tarafından kullanılıyor olması, onun ayrı tutulmasını gerektiriyordu. Ocak genelde zemindeydi, duvara yerleştirilmişti –bazen azıcık yükseltilmişti–; öyle ki pişirenin diz çökmesi gerekiyordu. Baca yoktu. Erken Orta Çağ Avrupa’nın tek odalı evlerinde binanın en yüksek yerinde açıkta bir ateş olurdu. Mutfak bölgesi girişle bu ateşin bulunduğu yer arasındaydı. Şöminenin yerine, çatıda dumanın dışarı çıkmasına yardımcı olan bir delik bulunurdu. Pişirmenin ötesinde, bu ateş ısı ve ışık kaynağı olurdu. Avrupa’daki soylu sınıfın geniş çiftlik evlerinde, mutfak ana binanın en altında ayrı bir katta bulunurdu. Bilinen ilk ocaklar Japonya’da ortaya çıktı. En erken bulgular Kofun Dönemine (3.-6. yüzyıllar) aittir. Kamado adı verilen bu ocaklar, kilden ve harçtan yapılıyordu; odun ve mangal kömürüyle ateşleniyor, tepesinde kabın asılabileceği bir delik barındırıyordu. Bu ocak ancak ufak değişikliklerle yüzyıllar boyunca kullanıldı. Avrupa’daki gibi, üst sınıfların evleri yemek pişirme işi için ayrı bir odaya sahiptiler. Mangal kömürüyle ateşlenen, irori adlı bir çeşit açık ateş çukuru, ikinci bir ocak olarak birçok evde Edo dönemine (17.-19. yüzyıllar) kadar kullanıldı. Kamado ana yemekleri (örneğin pirinç) pişirmek için kullanılırken, irori yan yemekleri pişirmek için ve ısı kaynağı olarak kullanılıyordu. Mutfak ortaçağ boyunca mimari gelişimden etkilenmedi ve açık ateş yegane yemek pişirme yöntemi olarak kaldı. Ortaçağdaki Avrupa mutfakları karanlık, dumanlı, isli mutfaklardı ve bundan dolayı “dumanlı mutfak” olarak anılıyorlardı. 10. yüzyıldan 12. yüzyıla, Ortaçağ Avrupa’sının şehirlerinde, mutfaklar hala odanın ortasında açıkta ateş kullanıyorlardı. Üst sınıftan insanların evlerinde, zemin kat ahır olarak kullanılırken mutfak, yatak odası ve hol gibi bir üst katta yer almaktaydı. Bu dönemlerde Japonların evlerinde, mutfak ayrı bir oda haline gelmeye başlamıştı. Kalelerde ve manastırlarda, yaşama ve çalışma alanları ayrılmıştı; mutfak ayrı bir binaya taşında ve böylece oturma odalarına ısı sağlayan bir yer olmaktan çıktı. Şöminenin gelişiyle, ocak odanın merkezinden, duvara taşındı ve ilk tuğla-harç ocaklar yapıldı. Ateş yapının üzerinde yakılıyor, alt kısım odun koymak için kullanılıyordu. Demirden, bronzdan ya da bakırdan yapılmış kaplar, önceden kullanılan kil kapların yerini almaya başladı. Isının azaltılıp arttırılması, kabı yukarı ya da aşağı asarak ya da bir nihalenin üzerinde doğrudan ateşe yerleştirerek sağlanıyordu. Leonardo da Vinci ateşin üzerine yerleştirilen şişler için, onların kendiliğinden dönmesini sağlayan otomatik bir sistem icat etti. Bu sistem üst sınıfların evlerinde yaygın olarak kullanıldı. Isıtmak ve pişirmek için açıktaki ateşin kullanılması riskliydi; tüm şehri yok eden yangınlar çok sık oluyordu. Geç ortaçağın başlarında, Avrupa’daki mutfakları evi ısıtma işlevini yitirdiler ve yaşama alanının dışına çıkarak ayrı bir odaya taşındılar. Oturma odası artık mutfaktan ayarlanan kiremit ocaklarla ısıtılıyordu; böylece içerisinin duman olmaması sağlanıyordu. Dumandan ve kirden muaf olarak, oturma odası böylece sosyal işlevlere hizmet eden bir yer haline geldi ve kişinin zenginliğini gösteren bir vitrin olarak bazen şık bir şekilde döşenmeye başlandı. Üst sınıflarda, yemek yapma işi ve mutfak hizmetçilerin alanıydı ve mutfak oturma odalarının dışına, hatta yemek odasının bile uzağına konuldu. Daha fakir olan alt sınıfların evleri henüz ayrı bir mutfağa sahip değillerdi; genellikle bütün işlerin görüldüğü tek bir odaya ya da genellikle girişte bir mutfak bölümüne sahiplerdi. Ortaçağın dumanlı mutfağı genellikle aynı kaldı. Özellikle kırsal çiftlik evlerinde ya da fakir evlerde çok sonraya kadar böyle sürdü. Avrupa’daki birkaç çiftlik evinde, dumanlı mutfak 20. yüzyılın ortasına kadar kullanımdaydı. Bu evlerde genellikle hiç şömine yoktu ama ateş yakılan yerin hemen üzerinde odundan yapılan ve kille kaplanan bir duman başlığı vardı; eti tütsülemek için kullanılıyordu. Duman daha sonra yükseliyor, üstteki odaları ısıtıyor ve zemini haşaratlardan koruyordu. Kolonyal Amerikan mutfaklarında, Orta Çağ Avrupası mutfaklarının özellikleri görülür. Kuzey bölgesindeki erken göçmenlerin genellikle ayrı bir mutfağı yoktu; kulübenin köşesindeki bir ocak, mutfak boşluğu işlevini görürdü. Sonraları mutfak ayrı bir oda haline geldi ama, kulübenin içinde olmaya devam etti. Güney eyaletlerindeki gelişim tamamen farklıydı ama iklim ve sosyolojik şartlar da buna paralel olarak farklıydı. Güney eyaletlerinde, Ortaçağ Avrupasındakine benzer nedenlerden dolayı, mutfak malikânenin dışına sürülmüştü; mutfak köleler tarafından işletiliyordu ve onların çalışma yeri zamanın sosyal standartları nedeniyle efendilerinkinden ayrı olmalıydı. Buna ek olarak, bölgenin sıcak iklimi bir mutfağı işletmeyi, özellikle de yazın, sıkıntılı bir iş haline getiriyordu. Ana binadan tamamen ayrılmış “yaz mutfakları”, tarlada çalışan işçilere yemek hazırlama ve konserve yapma işleri yüzünden evin ısınmasını önlemek amacıyla uzak kuzey bölgelerindeki geniş çiftliklerde gelişti. Sanayileşme dönemindeki teknolojik ilerlemeler mutfaklara büyük değişiklikler getirdi. Ateşi tamamen kuşatan daha etkili demir ocaklar belirdi. Franklin ocağını da içeren erken modeller 1740’larda belirdi. Bunlar pişirme için değil ısıtma için tasarlanmıştı. İngiltere’de Benjamin Thompson 1800’lerde Rumford ocağını tasarladı. Bu ocak önceki ocaklara nazaran daha etkiliydi; ocağın üzerindeki deliklere asılı ve böylece yalnızca alttan değil tüm yönlerden birçok kabı ısıtmak için tek bir ateş kullanıyordu. Bununla birlikte bu ocak geniş mutfaklar için tasarlanmıştı. Evde kullanmak için çok büyüktü. Bu teknikle üretilmiş daha küçük bir ocak olarak Oberlin ocağının 1834 yılında A.B.D.’de patenti alındı ve sonraki 30 yıl boyunca 90000 adet satarak ticari bir başarı haline geldi. Bu ocaklar hala odunla ya da kömürle yakılıyordu. 1820’lerin başında Paris’e Londra’ya ve Berlin’e gazlı sokak lambaları yerleştirilmiş ve 1825’te A.B.D.’de ilk gazlı ocağın patenti alınmış olmakla birlikte, kentsel alanlarda aydınlatma ve yemek pişirme için gaz kullanılmasının sıradan bir şey haline gelmesi 19. yüzyılın sonunu buldu. 19. yüzyılın ikinci yarısındaki kentleşme ve diğer kayda değer gelişmeler eninde sonunda mutfağa yansıyacaktı. Koşulların dayatmasıyla, şehir planlamasına, evlere su dağıtım şebekesinin kurulmasına ve atık suyun üstesinden gelmek için kanalizasyon yapılmasına başlandı. Gaz boruları döşendi; gaz başlangıçta aydınlatma için kullanılıyordu ama şebeke yeterli derecede büyüyünce, gazı ısıtmak ve ocakta yemek pişirmek için kullanmak mümkün hale geldi. 20. yüzyıla geçerken, elektrik gazın karşısında önemli bir alternatif olarak belirmişti ve yavaş yavaş onun yerini almaya başladı. Fakat gazlı ocak gibi elektrikli ocağın da başlangıcı yavaş oldu. İlk elektrikli ocak 1893 yılında Chicago dünya fuarında sunuldu ama teknolojinin onu kaldıracak kadar gelişmesi 1930’ları buldu. Sanayileşme sosyal değişimlere de yol açtı. Burjuvazinin yükselişi sürerken, şehirlerdeki fabrika
emekçileri uygun olmayan koşullarda barınıyorlardı. Bütün aileler altı kat ve üstü harap apartmanlarda, kötü havalandırılmış ve yetersiz ışıklandırılmış tek ya da iki odalı dairelerde kalıyorlardı. Bazen dairlerini evsizler (night sleepers) denilen, yalnızca gece için yatak kiralayan bekar adamlarla paylaşıyorlardı. Böyle bir dairede mutfak, sıklıkla yatak odası, oturma odası ve hatta banyo olarak kullanılıyordu. Su kuyulardan çekilmek zorundaydı ve ocakta ısıtılırdı. Su boruları ancak 19. yüzyılın sonuna doğru döşendi ve bundan sonra bina ya da kat başına bir musluk düşmeye başladı. Kaplar ve mutfak eşyaları genelde açık raflarda saklanıyordu ve odalar basit perdeler kullanılarak birbirinden ayrılıyordu. Tüm bunların tersine, sömüren sınıfın tarafında dramatik değişiklikler gerçekleşmedi. Bodrum katında ya da zemin kattaki mutfak, hizmetçiler tarafından işletmeye devam edildi. Bazı evlere su pompaları yerleştirildi ve bazılarında lavabo ve su çekicileri vardı (kalelerdeki bazı feodallerin mutfakları dışında henüz su musluğu yoktu). Demir plakalardan yapılan ve odun, mangalkömürü, kömürle ateşlenen ve bacaya bağlı boruları olan ocakların yapılmasıyla, mutfaklar daha temiz yerler haline geldi. Hizmetçiler için mutfak yatak odası görevini de görüyordu; yerde ya da alçaltılmış tavanın arasında buldukları boşluklarda yatıyorlardı, çünkü yeni ocakların bacayla bağlantısı mutfağın yüksek bir tavana sahip olmasını gerektirmiyordu. Mutfağın zemini döşeliydi; eşyalar tozdan ve buhardan korunmaları için kapalı dolaplarda temiz olarak saklanmaya başlandı. Büyük bir masa tezgâh olarak kullanılıyordu; bu masa aynı zamanda hizmetçiler için yemek masası olarak da kullanıldığından, etrafında bir sürü sandalye de olurdu. Orta sınıf, elinden geldiğince üst sınıfların lüks yemek biçimlerini taklit etmeye çalıştı. Küçük dairelerde yaşayan orta sınıf için mutfak ailenin yaşadığı ana odaydı. Çalışma ya da oturma odası, ara sıra yapılan yemek davetleri gibi özel durumlar için saklanıyordu. Bu nedenle, bu orta sınıf mutfakları, yalnızca hizmetçilerin kullandığı üst sınıf mutfaklarından daha gösterişsizdi. Burası mutfak eşyalarını saklamak için kullanılan dolaplardan başka, ailenin beraber yemek yiyebileceği bir masayı ve sandalyeleri; bazen –eğer yeterince yer varsa– koltuk ya da sediri barındırırdı. Gaz boruları ancak 19. yüzyılın sonlarında döşendi ve gazlı ocaklar eski kömür ocaklarının yerini aldı. Gaz kömürden daha pahalı olduğu için, bu yeni teknoloji önce burjuvaların evlerinde kullanıldı. Gazlı ocakların kullanıldığı işçi apartmanlarında gaz dağıtımı jetonla çalışan bir makine sayesinde gerçekleşiyordu. Tarımsal bölgelerde, odun ya da kömür ocakları hatta açık ateşli ocaklar kullanılmaya devam etti. Gaz ve su boruları önce büyük şehirlere döşendi; küçük köyler çok daha sonra bundan yararlanabilir hale getirildi. Elektriğin ve gazın kullanılması eğilimi 20. yüzyıla geçildiğinde de devam etti. Sanayide, üretim sürecinin en etkili hale getirilmeye çalışıldığı modernizm dönemine gelinmişti. Taylorizm doğdu ve süreci optimize etmek için hareket-zaman etüdü kullanılmaya başlandı. Bu fikirler, 19. yüzyılın ortasında Catharine Beecher tarafından ortaya atılan ve Christine Frederick’in 1910’larda yaptığı yayınlarla ayrıntılandırılan ev işinin profesyonelleştirilmesi olarak anılan yükselen eğilime bağlı olarak ev mimarisine de sıçradı. Emekçi kadınlar, erkeklerin maaşı yetmediğinden, aileyi ayakta tutabilmek için sıklıkla fabrikalarda çalışıyorlardı. Sosyal konut projeleri yeni bir dönüm noktası oldular: Frankfurt mutfağı. 1926’da geliştirilen bu mutfak, 1.9 metreye 3.4 metre standart uzunluktaydı. İki amaç için üretilmişti: pişirme zamanını azaltmak için mutfak işini optimize etmek (böylece kadınlar fabrikaya daha çok zaman ayırabilecekti) ve yeterince donanımlı mutfakların üretilmesinin fiyatını azaltmak. Margarete Schütte-Lihotzky tarafından tasarlanan mutfak, ayrıntılı hareket zaman etütlerinin ve dönemin yemekli vagonların verdiği esinin sonucuydu. Mimar Ernst May tarafından tasarlanıp Frankfurt’ta yapılan sosyal konut projesinde 10000 daireye bu mutfaklardan yapıldı. Bu mutfaklara getirilen ilk tepki ağır bir şekilde eleştireldi: insanlar Schütte-Lihotzky tarafından yapılan tasarımla gelen değişime alışkın değillerdi; mutfak o kadar küçüktü ki, içinde yalnızca bir kişi iş görebiliyordu; bazı saklama yerleri un gibi bazı çiğ yemek malzemelerinin çocuklar tarafından ulaşılabilmesine imkân veriyordu. Ancak Frankfurt mutfağı, kiralık dairerde 20. yüzyıl boyunca belli bir standardı temsil eder hale geldi: iş mutfağı (work kitchen). İçinde yaşamak ya da yemek için çok dardı ve sonraları “kadını mutfağa sürgün etmekle” eleştirildi ama II. Dünya Savaşı sonrasının muhafazakarlığı ekonomik nedenlerle de birleşince galip geldi. Mutfak tekrar yaşam alanından kesin olarak ayrılması gereken bir yer olarak görüldü. Bu gelişimde pratik nedenler de rol oynadı: geçmişin burjuva evlerinde olduğu üzere, mutfağı ayırmanın bir nedeni de, oturma odasından dumanı ve kokuyu uzak tutmaktı. Frankfurt mutfağı için geliştirilen standart ölçüler ve yerleşim fikrinin etkisi altında kalındı. Bu donanım ilerleyen yıllar boyunca standart olarak kaldı: soğuk ve sıcak su musluğu, lavabo, elektrikli ya da gazlı ocak ve fırın. Kısa süre sonra buzdolabı da standart olarak eklendi. Mutfak dolaplarının ön kısmında tahta olan modüler mobilya kullanılmasıyla, bu yeni mutfak “İsveç mutfak” olarak rötuşlandı. Bu konsept, öncelikle steril laboratuvarların ve hastanelerin temizliğini çağrıştıran beyaz sentetik kapı ve çekmece kaplamalarıyla, daha sonra da canlı ve renklerle değiştirildi. ABD'de 1940’larda mutfağı blender, tost makinesi ve mikrodalga fırın gibi küçük ve büyük elektrikli araçlarla donatma eğilimi başladı. II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da ortaya çıkan düşük fiyat-ileri teknoloji talebiyle, Batı Avrupa mutfakları buzdolabı ve elektrikli/gazlı ocakları da barındırabilecek şekilde tasarlanmaya başlandı. Kiralık evlerdeki bu gelişme, ev sahibi olanların mutfaklarındaki gelişmeyle paralel olarak ilerledi. Buralarda mutfaklar biraz daha geniş ve yemek odası olarak günlük kullanıma uygundu ama diğer taraftan devam eden teknik gelişme aynıydı ve modüler mobilya kullanımı bu pazarda standart haline geldi. Teknoloji merkezli bu eğilim, bazı tasarımcıların iş mutfağını daha uzağa taşıyarak, Luigi Colani’nin “uydu mutfak” gibi fütürist tasarımlarla son noktaya erişmesinin yolunu açtı. Oda ortasında bir sandalye olan bir küreye indirgenmişti, öyle ki bütün uygulamalar kol mesafesindeydi, yemeği ısıtmak için en iyi ayarlamalar yapılmıştı ama aslında yemek pişirmek için uygun değildi. Buna rağmen böyle çıkışlar genel eğilimin dışındadır. Eski doğu bloğu ülkelerinde, resmi öğreti yemek yapmayı önemsiz bir gereklilik olarak görmekteydi ve kadınlar “toplum için” fabrikalarda çalışmalıydı, evde değil. Aynı zamanda, barınma prefabrike levhalar kullanarak standardize edilen daireler yapılarak düşük fiyatla ve kısa sürede çözülmeliydi. Mutfak asgari ölçülerine indirgendi ve iş mutfağı düşüncesi uçlara taşındı: örneğin Doğu Almanya’da P2 model standart 55 metrekarelik dairelerde 4 metrekarelik mutfaklar vardı (pencere yoktu) ve bunlar bir diğerinden pencereyle ya da geçişle ayrılan yemek ve oturma odasına bağlanıyordu. Bununla birlikte tüm nüfusuna ev sağlamak ve gelir adaletsizliğini yok etmek üzere yola çıkan bir düşüncenin, karşılaması gereken ihtiyaç düşünüldüğünde bu durum o kadar vahim gözükmez. Kapitalist toplumlardaki gecekonduları, evsizleri ve gettoları hatırlayınız. Süleyman Demirel Süleyman Demirel ya da tam adı ile Sami Süleyman Gündoğdu Demirel (1 Kasım 1924, İslamköy, Atabey – 17 Haziran 2015, Ankara), Türk siyasetçi ve devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin 9. Cumhurbaşkanı. Bundan önce, 1965–1993 tarihleri ​​arasında yedi farklı hükûmette toplam 10 yıl 5 aylık bir süreyle başbakanlık görevinde bulundu. Ayrıca, 1964'ten 1980 yılına kadar Adalet Partisi, 1987–1993 yılları arasında ise Doğru Yol Partisi genel başkanı olarak görev aldı. Demirel, siyasi kariyeri boyunca birçok ilki gerçekleştirdi. Türkiye'nin çok partili sisteme geçtiği 1946'dan sonraki dönemde, kurduğu 7 hükûmetle en çok hükûmet kuran siyasetçi, Türk siyasi tarihinde İsmet İnönü ve Recep Tayyip Erdoğan'dan sonra en uzun süre görev yapan başbakan, 41 yaşında başbakanlık koltuğuna oturan en genç başbakan, 40 yaşında parti genel başkanı olan en genç politikacı ve 30 yaşında bir kamu kurumuna atanan en genç genel müdür rekorlarını kırdı. 17 Haziran 2015'te, tedavi gördüğü hastanede solunum yolu enfeksiyonu ve kalp yetmezliği nedeniyle 90 yaşında hayatını kaybetti. Ölümü üzerine Türkiye'de 17–19 Haziran tarihleri arasında ulusal yas ilan edildi. Isparta'nın Atabey ilçesine bağlı İslamköy'de Hacı Yahya Demirel (1893-1972) ile Hacı Ümmühan Demirel'in (1902-1979) oğlu olarak dünyaya geldi. İlköğrenimini doğduğu köyde, ortaokul ve liseyi Isparta ve Afyonkarahisar'da bitirdi. 1949'da İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesinden yüksek inşaat mühendisi olarak mezun oldu. 1948'de babası Hacı Yahya Demirel'in yeğeninin kızı Nazmiye (Şener) Demirel'le evlendi. 1950'de Elektrik İşleri Etüd İdaresinde çalışmaya başladı. Sulama ve elektrik konularında araştırma yapmak için Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD) gönderildi. Türkiye'ye dönüşünde, 1953 yılında Seyhan Barajı inşaatı başladığında proje mühendisi iken Başvekil Adnan Menderes'in dikkatini çekerek 1954 yılında Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğünde Barajlar Dairesi Başkanlığına atandı. 1955 yılında da DSİ Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Bu arada Eisenhower Vakfının onu bursiyer olarak seçmesiyle yeniden ABD'ye gitti. Askerliğini yapmak üzere 1960 yılında genel müdürlük görevinden ayrıldı. 1962-1964 yılları arasında serbest müşavir-mühendis olarak çalıştı. Aynı yıllarda Orta Doğu Teknik Üniversitesinde inşaat mühendisliği alanında dersler verdi. Boğaziçi Köprüsü'nün ilk projesini (1954) hazırlayan, ABD'nin uluslararası mühendisli
k ve müteahhitlik firması Morrison Knudsen Inc.in Türkiye temsilciliğini üstlendi. 1962'de siyasi yaşama atılarak Adalet Partisi'ne (AP) girdi. Aynı yıl yapılan I. Kongre'de genel idare kuruluna seçildi. AP'lilerin af kampanyası sonucunda eski cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın 22 Mart 1963'te şartlı olarak serbest bırakılmasının ardından Ankara'da meydana gelen olaylar sırasında AP genel merkezinin saldırıya uğraması üzerine aktif siyasetten çekildi. Demirel'in bu tavrı yıllar sonra parti içindeki muhalifleri tarafından, "şapkasını alıp kaçtı" ya da "şapkasını bırakıp kaçtı" diye aleyhinde propagandaya dönüştürüldü. Haziran 1964'te AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala'nın beklenmeyen ölümü üzerine baş gösteren parti içi bunalım sırasında yeniden siyasete döndü. 28 Kasım 1964 tarihinde yapılan Adalet Partisi genel kongresinde Sadettin Bilgiç, Tekin Arıburun ve Ali Fuat Başgil'in de yarıştığı seçimde 1679 oydan 1072'sini alarak genel başkan seçildi. İsmet İnönü hükûmetinin düşürülmesinden sonra Şubat 1965'te Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında AP, Yeni Türkiye Partisi (YTP), Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ve Millet Partisi (MP) katılımıyla kurulmasını sağladığı 29. Türkiye Cumhuriyeti koalisyon hükûmeti'nde TBMM dışından başbakan yardımcısı ve devlet bakanı olarak görev aldı. Aynı yıl babası Yahya Demirel memleketi Isparta'nın İslamköy beldesinde belediye başkanı seçildi. 1965 genel seçimlerinde, Yeni Türkiye Partisi'nin silinmesiyle Demokrat Parti (DP) çizgisinin tek mirasçısı durumuna gelen Adalet Partisi aldığı %52,8 oy ile tek başına iktidar oldu. Demirel de bu seçimlerde Isparta milletvekili olarak ilk kez TBMM'ye seçildi. 27 Ekim 1965'te, 27 Mayıs sonrasının ilk koalisyonsuz hükûmeti olan 30. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti'ni kurdu ve Türkiye'nin 12. başbakanı oldu. Süleyman Demirel; İsmet İnönü, Celal Bayar ve Ragıp Gümüşpala gibi Kurtuluş Savaşı kahramanlarının yavaş yavaş siyaset arenasından çekildiği bu dönemde "Cumhuriyet Kuşağı" olarak bilinen 1920'lerde dünyaya gelmiş siyasetçilerin ilk örneklerindendi. AP hükûmetinin işbaşı yapmasından kısa süre sonra, Süleyman Demirel'in karşılaştığı ilk kriz, 27 Mayıs 1960'ta devlet başkanlığını, 1961 Anayasası'nın kabul edilmesinden sonra da cumhurbaşkanlığını üstlenen Cemal Gürsel'in, sağlık durumunun görevini sürdürmesine engel olduğu yolundaki rapor üzerine cumhurbaşkanlığının sona ermesiydi. Ordu komuta kademesini altüst ederek yapılan ve üzerinden henüz altı yıl geçmiş olan 27 Mayıs Darbesi'nin Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içindeki etkilerinin sürdüğü bir ortamda TSK içindeki güç dengelerini çok iyi bilen ve bu nedenle çok önemli bir konumda olan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay, Demirel tarafından ordunun AP'ye karşı olan tavrının yumuşatılması için cumhurbaşkanlığına aday gösterildi. 15 Mart 1966 tarihinde kendi isteği ile emekli olan ve kısa süre sonra kontenjan senatörü yapılan Sunay, 28 Mart 1966'da Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin beşinci Cumhurbaşkanı seçildi. Süleyman Demirel'in 1965 ile 1971 arasında başbakan olduğu dönemde Boğaziçi Köprüsü, Ereğli Demir Çelik İşletmeleri ve Keban Barajı gibi büyük yatırımlara imza atıldı. Bu dönemde Türkiye’de enflasyon %5, kalkınma hızı %7 idi. Bu kalkınma hızı Japonya’dan sonra petrol ülkeleri dışında, dünyanın ikinci yüksek kalkınma hızıydı. Bu gelişmelere karşın Adalet Partisi iktidarı toplumun aydın kesimleri ve özellikle öğrenci örgütlerince DP iktidarının 27 Mayıs sonrasındaki devamı olarak görüldü. 1961 Anayasası'nın sağladığı bazı temel haklar ve bunların kullanılması iktidarın giderek artan tepkileriyle karşılaşınca, 27 Mayıs 1960 öncesindeki gençlik protestolarının benzerlerini AP iktidarı da yaşamaya başladı. Öte yandan 1968'de Avrupa ve ABD'de yaygınlaşan gençlik hareketleri sosyalist düşünceyle yeni yeni ilişki kuran Türkiye'deki üniversite gençliğini de etkilemişti. Türkiye'deki ilk önemli öğrenci eylemi Haziran 1968'de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesindeki boykotla başladı. Bunu, öteki üniversite ve fakültelerde hızla yaygınlaşan boykot ve işgaller izledi. Akademik amaçlarla başlatılan bu eylemler daha sonra giderek siyasi içerik kazandı ve AP iktidarı için tedirginlik kaynağı oldu. Bunun ardından sağ ve sol görüşlü öğrenci grupları arasındaki çatışmalarda kan dökülmeye başladı. Huzursuzluğun, AP'yi DP'nin ardılı olarak gören Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinde de yankılanmasının ardından "askerî müdahale" söylentileri yaygınlık kazandı. Kuvvet komutanlarının hükûmet başkanı Demirel'e ülkenin içinde bulunduğu duruma ilişkin mektup göndermeleri, sıradan gelişmeler hâline geldi. 1969'da, 27 Mayıs Darbesi'nden sonra, 1961 Anayasası'nın 68. maddesiyle Demokrat Partililere (DP) konan siyaset yasağının kaldırılması için, mayıs ve haziran aylarında İsmet İnönü ile Celal Bayar karşılıklı olarak tarihî sayılabilecek ziyaretler gerçekleştirdiler. Bu ziyaretlerden sonra anayasa değişikliği için Cumhuriyet Halk Partisi'nin de (CHP) desteğini alan AP'nin önerisi TBMM'de onaylandı. Ancak bu gelişmeler, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından 27 Mayıs'ın restorasyonu olarak algılanmasına ve anayasa değişikliğine tepki göstermesine, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın da anayasa değişikliğine karşı tavır almasına neden oldu. Tüm bu tepkiler AP'nin tavrını, anayasa değişikliği meselesinin 12 Ekim 1969'da yapılacak seçimler öncesi lüzumsuz bir gerginliğe neden olmaması ve Cumhuriyet Senatosunda görüşülmesinin seçim sonrasına bırakılması yönünde değiştirdi. AP'nin af konusundaki tutum değişikliği ile parlamentonun itibarının zedelendiğini ileri süren, Celal Bayar'ın kızı Nilüfer Gürsoy ve eski DP’li bakanlardan Samet Ağaoğlu'nun eşi AP Manisa Milletvekili Neriman Ağaoğlu, 31 Temmuz 1969 günü partilerinden ve milletvekilliklerinden istifa ettiler. Bu gelişme eski DP'lilerin AP’lilerle ihtilaflarının su yüzüne çıkması şeklinde yorumlandı. 12 Ekim 1969 tarihindeki genel seçimlerde de AP yüzde 47 oy alarak yine tek başına iktidar oldu ve Demirel ikinci hükûmetini kurdu (3 Kasım 1969). Ancak, halktan gelen bu destek AP'nin bölünmesini önleyemedi; partisi dışından gelen eleştiriler karşısında hoşgörülü, liberal bir siyaset izleyen Demirel, Adalet Partisi içinde başlayan muhalefete karşı aynı hoşgörüyü göstermedi. Kendisine bağlı "Yeminliler" hizibindeki kişilerin kayırılması, ülkede günden güne artan toplumsal, iktisadi, siyasi karışıklıklara son verilmesi ve eski Demokrat Parti mensuplarının siyasi haklarının iadesi sorununun çözülmesi gibi istekleri dile getiren milletvekilleri partiden çıkarıldı. Bunun üzerine 72 AP'li senatör ve milletvekili, aynı istekleri içeren bir muhtırayı Demirel'e verdi (12 Ocak 1970). Demirel'in, "Biz muhtırayla iş görmeyiz." diyerek belirtilen istekleri göz ardı etmesi karşısında, 11 Şubat 1970'te, Saadettin Bilgiç ve Faruk Sükan'ın başını çektiği 41 AP'li milletvekili bütçe görüşmeleri sırasında, CHP ve öteki muhalefet partileriyle beraber ret oyu vererek Demirel'i istifaya zorladı. 41 milletvekilinin karşı oy vermesi üzerine bütçe 214 kabul oyuna karşılık 224 ret oyuyla güvenoyu alamadı ve Demirel ertesi gün başbakanlıktan istifa etti. Bu olaylardan sonra Celâl Bayar çevresindeki AP milletvekilleri istifa ederek eski Demokrat Parti'nin gerçek mirasçısı olma savındaki Demokratik Parti'yi kurdular. Aynı dönemde AP'nin İslamcı kanadının önemli bir bölümü partiden ayrılıp Necmettin Erbakan'ın kurduğu Millî Nizam Partisi'ne katıldı. Adalet Partisi'nde meydana gelen bu kopmalar, hükûmetin zayıflığından yakınanlar için önemli bir dayanak oluşturdu. Demirel, Mart 1970'te yeni bir hükûmet kurdu ve aynı yıl yapılan 5. Kongre'de yeniden genel başkan seçildi. Parti içi muhalefet gibi Demirel iktidarının cendere altına alındığı bir diğer sorun haşhaştı. 1970 yılında, Richard Nixon yönetimindeki ABD Hükûmeti Demirel hükûmetinden haşhaş ekiminin yasaklanmasını istedi. 1960'lı yılların ikinci yarısında Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki yakınlaşmadan rahatsızlık duyan ABD yönetiminin bu talebinin, siyasi tabanı kırsal nüfusa dayanan Demirel tarafından reddedilmesiyle zaten yolunda gitmeyen ABD-Türkiye ilişkileri iyice gerildi. Haşhaş meselesi 12 Mart'ın temel sebeplerinden biri oldu. İktisadi durumun bozulması, Türkiye tarihindeki en büyük işçi eylemlerinden biri olan 15-16 Haziran 1970 Olayları, Türk Lirası'nın değerinin yüzde 66 oranında düşürülmesi (10 Ağustos 1970), 68 öğrenci olayları ve grevler karşısında Demirel, 1961 Anayasası'nı suçlayarak bu anayasayla ülkenin yönetilemeyeceğini savundu. Bu konuyu da kullanan Millî Demokratik Devrimciler 1971 yılında 9 Mart darbe teşebbüsüne kalkışınca 12 Mart muhtırası ile hükûmet istifaya zorlandı. Aynı gün Demirel istifa etmesiyle Nihat Erim hükûmeti kuruldu. Anayasa'da Demirel'in istediği yönde değişiklikler 12 Mart döneminde gerçekleştirildi, o da parti başkanı olarak "partilerüstü" denilen hükûmetleri bakan vererek destekledi. Bir yandan da parlamentodaki gücüne dayanarak askerî kesim karşısında üstünlük elde etmeye çalıştı. 1973 ilkbaharında CHP ile anlaşarak Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler'in cumhurbaşkanı seçilmesini önledi. Bu göreve, iki partinin de üzerinde anlaştığı Fahri Korutürk getirildi. 14 Ekim 1973 genel seçimlerinde, siyasi rakibi olan Bülent Ecevit'in liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Demirel'in AP'sinden daha çok oy aldı, böylece AP 11 yıl aradan sonra CHP'nin karşısında ikinci parti durumuna düştü. Adalet Partisinin bu başarısızlığının ardında 1972'de CHP liderliğine seçilen Ecevit'in halk nezdindeki popülaritesi kadar, Adalet Partisi içindeki bölünmeler de büyük rol oynamıştı. 1965 seçimlerinde oyların yarısını alan AP sağ siyasetin her rengini, küçük burjuvasından büyük burjuvasına kadar ülkedeki sermaye sahiplerinin tüm kesimlerinin çıkarlarını temsil eden bir koalisyondu. Ancak gelişen kapitalist ekonominin yol açtığı toplumsal sonuçlar 1960'ların sonlarında Türk sağında parçalanmalara neden olmuştu. 1960'lı yıllarda iyice belirgin hâle gelen İstanbul merkezli büyük serm
ayenin gelişip, yabancı sermayenin uzantısı (montaj sanayi) hâline gelmesiyle, Anadolulu küçük tüccar, esnaf ve toprak sahipleri piyasanın rekabet koşullarıyla baş edemez hâle geldi. Kuruluşundan sonra uzun süre farklı çıkarların temsilini bünyesinde taşıyan AP, 1960’ların sonlarına doğru git gide salt büyük sermayenin çıkarlarının savunucusu oldu. Bunun sonucu olarak Necmettin Erbakan'ın MSP'si ile birlikte aynı toplumsal tabana (Anadolulu küçük tüccar, esnaf ve zanaatkârlar) hitap eden, AP’den kopanların kurduğu Demokratik Parti 1973 seçimleri'nde toplam yüzde 24 oy oranına erişirken, Demirel liderliğindeki AP'nin oyları yüzde 17 oranında geriledi. Seçimlerden sonra kurulan CHP-MSP koalisyonu Kıbrıs Barış Harekâtı'nı gerçekleştirmesine rağmen, Kıbrıs başta olmak üzere birçok konuda kendi içinde anlaşmazlığa düşmüştü. Başbakan Ecevit erken seçime gidebilmek için 18 Eylül 1974'te istifa etmesine rağmen bu istifa erken seçimin yapılmasını sağlayamadığı gibi Eylül 1974'ten Mart 1975'e kadar 200 günü aşkın süren bir hükûmet krizine neden oldu. Sonunda güvenoyu alamayan Sadi Irmak hükûmetinin ardından 31 Mart 1975'te AP Genel Başkanı Süleyman Demirel'in başkanlığında Adalet Partisi (AP), Millî Selamet Partisi (MSP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Cumhuriyetçi Güven Partisi'nden (CGP) oluşan koalisyon hükûmeti kuruldu. Sola karşı hemen hemen bütün sağ partilerin birliğini oluşturan Demirel hükûmeti, "I. Milliyetçi Cephe Hükûmeti" olarak anıldı. Dört yıl aradan sonra başbakanlık koltuğuna oturan Demirel, koalisyonu yürütebilmek için MSP ve MHP'nin yandaşlarının devlet örgütü içinde kadrolaşmalarına göz yumdu. Bu hükûmet döneminde ülkede yeniden yoğun terör olayları ve toplumsal hareketler başladı; ülke dış ödemeler açığı ve hızlı enflasyondan kaynaklanan bir ekonomik bunalıma girdi. 1975 yılında kardeşi Hacı Ali Demirel'in oğlu Yahya Kemal Demirel'in adı hayali mobilya ihracatı yaptığı iddiasıyla gündeme geldi. Yurt dışına mobilya yerine sunta gönderdiği, devletten haksız vergi iadesi aldığı iddia edildi. Bu iddia gazeteci Uğur Mumcu tarafından haberleştirildi ve Altan Öymen'le birlikte hazırladıkları "Mobilya Dosyası" adlı kitapta belgeleriyle yayınlandı. Yahya Demirel kısa bir süre de cezaevinde yattı. AP, 1977 seçimlerinde bir derece güçlenmesine karşın, aldığı 36,9 oy oranıyla, oylarını 8 puan artırarak yüzde 41,4 oy alan CHP'nin ardından ikinci parti olabildi. Seçim sonrasında kurulan Ecevit hükûmeti güvenoyu alamayınca, Ağustos 1977'de MSP ve MHP'nin de katılımıyla oluşan II. Milliyetçi Cephe Hükûmeti'nin başbakanı oldu. Bu hükûmet, Güneş Motel Olayı diye anılan operasyonla CHP'nin Adalet Partisi'nden seçilmiş 13 milletvekilini bakanlık vaadiyle transfer etmesinin üstüne 31 Aralık 1977'de CHP'nin gensoru önergesiyle düşürüldü. 1978 başında Ecevit tek başına iktidar oldu. AP'den transfer edilen milletvekillerinin çoğuna bakanlık verildi. İktidarı yitiren Demirel, CHP ağırlıklı hükûmetle diyalog kurmayı reddedip, Ecevit'e karşı hırçın bir muhalefet yürüttü. 21 Şubat 1979 Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e, sıkıyönetimin uzatılmasına karşı olduklarını açıkladı. ABD ambargosunun getirdiği sıkıntılar, enflasyon ve bir kısmı Türk Gladio'su tarafından organize edilen anarşik olaylar (özellikle Kontrgerilla tarafından tertiplendiği iddia edilen Maraş Katliamı), Ecevit iktidarının halkın nezdinde güven kaybetmesine neden oldu. 14 Ekim 1979 ara seçimlerinde devrimci grupların da boykot etmesiyle oyları gerileyen CHP iktidardan çekildi. Büyük bir farkla seçimleri kazanan AP'nin lideri Demirel, önceki Milliyetçi Cephe hükûmetlerinin yarattığı olumsuz hava nedeniyle hükûmetini dışarıdan desteklenen bir azınlık hükûmeti olarak kurdu. Kasım 1979'da MHP ve MSP'nin dışarıdan desteğiyle kurulan 6. Demirel hükûmetiyle tekrar başbakan olan Demirel 12 Eylül 1980 Darbesi'ne kadar görevini sürdürdü. Ülkenin büyük boyutlara varan iktisadi sorunları karşısında, kredi veren uluslararası kurumların önerdiği önlemleri (24 Ocak Kararları) uygulamak durumunda kaldı. Bu sırada Başbakanlık Müsteşarlığına Turgut Özal'ı getirdi. 24 Ocak 1980 Türkiye'nin liberal ekonomiye geçişinde tam bir dönüm noktası oldu. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve kuvvet komutanlarının 1979 yılının son günlerinde cumhurbaşkanına verdikleri "uyarı mektubu"ndan sonra askerî darbenin beklenir duruma gelmesine karşın, ana muhalefet partisi başkanı Ecevit ile tırmanan teröre (eski başbakan Nihat Erim, eski Tekel Bakanı MHP'li Gün Sazak ve Maden-İş Genel Başkanı Kemal Türkler gibi önemli kişiliklerin suikastlarla öldürülmesi) karşı ortak bir çözüm üzerinde anlaşmaktan kaçındı. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün süresini doldurarak görevinden ayrılmasından (Nisan 1980) sonra ortaya çıkan cumhurbaşkanı seçim sorununun çözülmesini geciktirdi. 12 Eylül 1980'deki askerî müdahaleyle başbakanlığı sona erdi ve Hamzakoy'da (Gelibolu) yaklaşık bir ay gözetim altında tutuldu (13 Eylül-11 Ekim 1980). Partisi 16 Ekim 1981'de kapatılıncaya kadar başkanlıktan ayrılmadı. 7 Kasım 1982 halkoylamasında kabul edilen 1982 Anayasası'nın geçici 4. maddesi ile 10 yıl siyaset yasaklıları kapsamına alındı. Ancak partisinin eski yöneticileriyle bağlantılarını sürdürdü. Mayıs 1983'te siyasi partilerin kurulmasına izin verilmesinden sonra, Demirel "Tapulu arazime gecekondu yaptırmam." diyerek ne askerî yönetimin Bülend Ulusu'ya kurdurmaya çalıştığı partiye ne Turgut Sunalp liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi'ne ne de Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi'ne (ANAP) destek verdi. 20 Mayıs 1983'te AP'nin devamı olarak Büyük Türkiye Partisi (BTP) kuruldu. Ancak, 31 Mayıs 1983'te AP'nin devamı olduğu gerekçesiyle Millî Güvenlik Konseyi tarafından kapatıldı. Demirel de siyaset yasağını çiğnediği gerekçesiyle bazı CHP ve AP'lilerle birlikte bir süre Çanakkale, Zincirbozan'da dört ay zorunlu ikamete tabi tutuldu. Doğru Yol Partisi (DYP) kurulunca onu destekledi. 6 Eylül 1987'deki halk oylaması sonucunda siyaset yasağı kalkan Demirel, DYP'nin o tarihteki genel başkanı Hüsamettin Cindoruk'un istifası ile 24 Eylül 1987'de DYP'nin genel başkanlığa seçildi. 29 Kasım 1987 seçimlerinde Isparta'dan milletvekili seçilerek TBMM'ye girdi. 1988 ve 1990 yıllarında yapılan büyük kongrelerde DYP genel başkanlığına yeniden seçildi. Bu dönemde, 24 Ocak Kararları'nı beraber hazırladığı Turgut Özal'a karşı sert bir muhalefet yürüttü. 20 Ekim 1991 genel seçimlerinde DYP oyların yüzde 27'sini alarak çıkardığı 178 milletvekiliyle TBMM'de birinci parti durumuna gelince Demirel, hükûmeti kurmakla görevlendirildi. 20 Kasım 1991'de Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) ile bir koalisyon hükûmeti kurdu. Bu dönemde Cumhurbaşkanı Turgut Özal'la Süleyman Demirel hükûmeti arasındaki yetki çatışması uzun süre siyaset gündemini belirledi ve parlamenter sistemde cumhurbaşkanının konumuyla ilgili bir sistem tartışmasına yol açtı. DYP-SHP hükûmetinin demokratikleşme yolunda attığı en önemli adımlar "Kürt realitesinin tanındığının" açıklanması, Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunu'nun yeniden düzenlenmesi, 27 Mayıs 1960'tan sonra kapatılan DP ile 12 Eylül'den sonra kapatılan partilerin açılması ve sendikal özgürlüklerle ilgili bazı uluslararası sözleşmelerin onaylanması oldu. Süleyman Demirel'in başbakanlığı döneminde DYP-SHP hükûmeti, enflasyon konusunda söz verdiği başarıyı gösterememekle birlikte, ekonomik büyümeyi canlandırmakta ve ücretlilerin reel gelirlerini artırmakta bir ölçüde başarılı oldu. 1992 yılında herhangi bir sosyal güvencesi olmayan vatandaşların sağlık giderlerini karşılamak için "Yeşil Kart" uygulaması başlatıldı. 1987 yılında başlatılan, emeklilikte belirli bir süre prim ödeme ve belirli bir süre sigortalı olma şartının yanında üçüncü bir şart olarak da belirli bir yaşı tamamlama şartı uygulaması Demirel döneminde değiştirildi; 1992 yılında çıkarılan 3774 sayılı Kanun'la emeklilikte “yaş” şartı tamamen kaldırıldı, böylece kadınlar 38 ve erkekler 43 yaşında emeklilik hakkı elde etti. Büyük kentlerdeki aşırı sol terör eylemlerinin denetim altına alınmasında da ilerleme sağlandı. Buna karşılık, laiklik yanlısı yazar Uğur Mumcu'nun Ocak 1993'te bombalı bir suikast sonucunda öldürülmesi, hükûmetin radikal İslamcı terör karşısındaki duyarlılığının sınanmasına yol açtı. Koalisyonun iki ortağı da geçmişte Güneydoğu Anadolu'da olağanüstü hâlin ve koruculuk sisteminin kaldırılmasını, Çekiç Güç'ün görevine son verilmesini savundukları hâlde, DYP-SHP hükûmeti bu uygulamaları sürdürdü. 17 Nisan 1993 tarihinde 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal kalp ve koroner yetmezliğine bağlı tansiyon düşmesi sonucunda yaşamını yitirdi. Süleyman Demirel 4 Mayıs tarihinde, Turgut Özal'ın beklenmeyen ölümüyle boşalan Cumhurbaşkanlığına adaylığını ilan etti. 8 Mayıs günü TBMM'de yapılan seçimin ilk turunda Demirel 234 oyda kalarak yeterli çoğunluğu sağlayamadı. İkinci turda Demirel 225, öteki partilerin adayları Kamran İnan (ANAP) 95, Lütfi Doğan (RP) 49, İsmail Cem (CHP) 25 oy aldı. 16 Mayıs'taki üçüncü turda Doğru Yol Partisi dışında koalisyon ortağı Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) ile Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) desteğiyle 244 oy olan Demirel Türkiye'nin 9. Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Mart 1995'te Azerbaycan'da Haydar Aliyev'e karşı gerçekleştirilen darbe girişimini önceden haber alıp Aliyev'i bilgilendirdi. 18 Mayıs 1996 tarihinde İzmit'te katıldığı bir alışveriş merkezinin temel atma töreni sırasında İbrahim Gümrükçüoğlu adlı bir eylemcinin ateşli silahla düzenlediği suikast girişiminden yara almadan kurtuldu. Saldırıda, silahını ateşlemek üzere çıkaran İbrahim Gümrükçüoğlu'nun üzerine atlayan koruma müdürü Şükrü Çukurlu kolundan, bir gazeteci ise ayağından yaralandı. 28 Şubat Süreci olarak bilinen dönemde bazı çevrelerce Refahyol Hükümeti'ne karşı oluşan cephenin başaktörü olmakla itham edilirken, bazı çevrelerce de gerginliği yumuşatarak bir darbeyi engellediği öne sürüldü. Görev süresinin bitimine doğru cumhurbaşkanlığı süresinin beş yıl daha uzatılmasını öngören T.C. Anayasası'nın 101. maddesi ilgili değişiklik tekli
fi, 5 Nisan 2000 tarihinde TBMM Genel Kurulu'nda reddedildi. TBMM'de 351 sandalyesi bulunan koalisyon ortakları Demokratik Sol Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve Anavatan Partisi'nin liderlerinin mutabakat açıklamalarına karşın, bir kişinin beşer yıllığına iki kez cumhurbaşkanı olabilmesini öngören anayasa değişiklik teklifine verilen oyların 303'te kalmasıyla Demirel köşke veda etmek zorunda kaldı. 16 Mayıs 2000 tarihinde, görevini Ahmet Necdet Sezer'e devretmiştir. Eşi Nazmiye Demirel, Alzheimer hastalığı tedavisi gördüğü hastanede 27 Mayıs 2013'te yaşamını yitirdi. Demirel'in memurluktan cumhurbaşkanlığının sona erdiği döneme kadar geçen sürede kullandığı eşyaların sergilendiği Süleyman Demirel Demokrasi ve Kalkınma Müzesi Isparta'da 26 Ekim 2014 tarihinde açıldı. 13 Mayıs 2015 tarihinde böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği ve akut solunum yolları enfeksiyonu sebebiyle Güven Hastanesi'ne yatırılan Demirel, 17 Haziran 2015 günü, saat 02.05'te solunum yolu enfeksiyonu ve kalp yetmezliği nedeniyle aynı hastanede hayatını kaybetti. 19 Haziran 2015'te Türkiye Büyük Millet Meclisi'deki devlet cenaze töreni ile Kocatepe Camii'ndeki dini törenden sonra Demirel'in naaşı memleketi Isparta'ya götürüldü. Naaşı ertesi gün memleketi Isparta, İslamköy'deki anıt mezar olarak tahsis edilen yerde toprağa verildi. Fikret Kızılok, "Yadigâr" (1995) albümündeki "Demirbaş" şarkısıyla, Süleyman Demirel'in siyaset sahnesinden uzaklaşamamasını esprili bir dille anlatmıştır. Barış Manço'nun 1992 tarihli "Mega Manço" albümünün hit şarkılarından biri olan "Süleyman" yine bir Süleyman Demirel taşlamasıydı. 2007 yapımı "Zincirbozan" filminde Haldun Boysan tarafından canlandırılmıştır. Ayrıca Cumhurbaşkanı Öteki Türkiye'de filminde de konuk oyuncu olarak yer almıştır. Süleyman Demirel'in adı memleketi Isparta'da yapılan bir havalimanına, bir üniversiteye ve çok sayıda okula verildi. Bunların bir kısmı Nüfus yoğunluğu Nüfus yoğunluğu, herhangi bir elle tutulur nesne için kullanılabilir, ancak genelde yaşayan organizmalar için kullanılmaktadır. Nüfus yoğunluğu birim alanda yaşayan organizma sayısı olarak ifade edilir. İnsanoğlu için nüfus yoğunluğu birim alanda yaşayan kişi sayısı olarak ifade edilir, hesaplama yapılırken alandaki su bazen hesaba katılır. Bazen bu hesaplama tüm alan için yapılırken, bazen de yalnızca yerleşim yerleri için, yerleşilebilir alanlar için, tarım yapılan ya da tarım yapılabilecek alanlar için hesaplanır. Genellikle kilometre karede, mil karede ya da hektarda kişi sayısı olarak hesaplanır. Bu rakam basitçe alanda yaşayan birey sayısı alanın yüzölçümüne bölünerek yapılır. Bu sayı bir ülke için, bir kent için ya da tüm dünya için hesaplanabilir. Herhangi bir alandaki insan yoğunluğunu ifade etmek için değişik yöntemler kullanılır. Nüfus yoğunluğu: Aritmatik, Tarımsal ve Fizyolojik olmak üzere üç türlü hesaplanır. Dünyanın en yoğun büyücek ülkesi 134 milyon kişinin Ganj Irmağının aşağı bölümünün çevresindeki yoğun tarım yapılan alandır. Burada nüfus yoğunluğu 900 kişi/km²'dir. Tüm dünyanın nüfus yoğunluğu ise yaklaşık 2 kişi/km²'dir. Frank Zappa Frank Vincent Zappa Jr. (d. 21 Aralık 1940, Baltimore, Maryland - ö. 4 Aralık 1993) Amerikalı gitarist, şarkıcı, besteci. Sicilyalı bir baba ve Fransız-İtalyan bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi. Önceden kendi halinde babasının davulundan sesler çıkartmaya çalışan Zappa, tam okulun grubunda davul çalmaya başlamıştı ki, 1955 yılında yerleştikleri Lancester, Kaliforniya'da ilk gitarını edinir ve davulu bırakarak, biraz geç sayılabilecek bir yaşta, 17 yaşında gitar çalmaya başlar. Bu yıllarda yazdığı ve o yıllardaki mutsuzluğu ile yalnızlığından dem vurduğu "I Was a Teenage Maltshop" isimli yapıtı, daha sonraları "Dünyanın İlk Rock Operası" olarak müzik literatürüne geçmiştir. Asosyal bir yapıya sahip olması ve çok fazla arkadaşı olmaması sebebiyle neredeyse tüm zamanını evinde gitarıyla başbaşa geçirir ve kısa sürede büyük ilerleme gösterir ve ilk grubu Blackouts'u, henüz Lise 1. sınıf öğrencisiyken, 1956 yılında kurar. Bu grupta, daha sonra profesyonel yaşantısında da uzun yıllar birlikte çalışacağı Captain Beefheart ismiyle bilinen Don van Vliet de yer alıyordu. 1958 yılında liseyi bitiren Zappa, müzik eğitimi görmek için konservatuvara kaydolur fakat daha okula başladığı dönem, okulun kendisine göre olmadığına kanaat getirerek, ayrılır ve Hollywood'a yerleşir. Ünlü bir isim olma hayaliyle gidilen bu kentte Zappa boş hayallerle işe başlamaz ve iki sene boyunca grafikerlik, sanat yönetmenliği gibi işlerle haşır neşir olarak hayatını idame ettirir. Bu süre içinde müziğe de ara vermez ve her fırsatta şansını denemekten vazgeçmez. Bunun bir sonucu olarak ilk profesyonel işini alır ve yakın arkadaşı, ünlü yönetmen Tim Carey'nin The World's Greatest Sinner adlı filminin müziğini yapar. 1962-1963 yıllarında arka arkaya 45'likler çıkarır. Daha sonraları üne kavuşacak olan "A Concerto for Two", "America Drinks and Goes Home", "Tijuana Surf", "The Big Surfer" gibi başarılı çalışmaları, bu dönemlerde yaptığı müziklerindendir. Bu 45'liklerden kazandığı parayla Z adını verdiği bir müzik stüdyosu kurar. Eski dostu Captain Beefheart ile birlikte bu yıllarda kurdukları "Muthers" grubuyla çalışmalarına ise ara vermeden devam eder. Muthers ile birlikte çaldıkları barlarda şehrin diğer gruplarıyla tanışırlar. Bunların arasından Ray Collins'in grubu The Soul Giants ile özel olarak ilgilenir ve sonunda 1965 yılında bu grup ile birleşerek, grubun ismini "The Mothers" yaparlar. Frank Zappa (gitar), Ray Collins (vokal), Elliot Ingber (gitar), Roy Estrada (bas) ve Carl Black'ten (davul) oluşan grup kısa sürede Hollywood gece piyasasının ünlü gruplarından birisi haline gelir ve ilk plak anlaşmalarını yaparlar. Yaptıkları müziğin değişikliği ve yeniliğini, ticari bir mantıkla ele alan Verve plak şirketinin isteği ile grubun ismi The Mothers of Invention olarak değiştirirler ve ilk albümleri "Freak Out" (1966) bu isimle çıkar. "Freak Out", getirdiği müzikal değişim ve yeniliği bir kenara bıraksak bile, rock müzik tarihinin ilk konsept albümü, hem de ilk ikili (double) albümüyle büyük ilgi çekmeyi başarır. Birbiri ardına gelen albümlerle; hem deneysel hem geleneksel, hem tonal hem atonal müzikleriyle, provokatif, argo ve küfür dolu şarkı sözleriyle ve azgın sahne şovlarıyla topluluk kısa sürede dünya çapında üne kavuşur. Bu yıllarda Zappa, Melody Maker dergisine kapak olan, saçları iki yandan bağlı, etekli ve el çantalı haliyle klozette otururken verdiği poz ile o yıllarda bütün gençlerin duvarlarını süsleyen bir sembol halini almıştı. Konsere gittiği hemen her yerde ise, çocuklarını zehirlediğini düşündükleri bu adamlara kızgın anneler Zappa'nın o şehire gelmemesi için gösteriler düzenlemeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Oldukça hızlı ve gürültülü geçen bir 3 yılın ardından 1969 yılında Frank Zappa, solo çalışma kararı alır ve The Mothers of Invention, Zappa'nın ayrılmasıyla dağılır. "Uncle Meat", bu bağlamda, Zappa'nın ilk solo albümü olarak kabul edilebilir. Dönem dönem tekrar bir araya gelseler ve birlikte albümler ve turneler yapsalar da, bu tarihten itibaren bir daha sürekli olarak bir araya gelmezler. Dünya müzik tarihinin en üretken müzisyenlerinden birisi olan Zappa'nın müziği ise tabir edilemeyen bir kategoridedir. Rock, jazz, fusion, rap, reggae, elektronik, klasik; her ne yaparsa yapsın onun için her zaman "uçuş serbest" olmuştur. "Apostrophe", "Joes Garage", "Sheik Yerbouti", "Them or Us", "Zoot Allures", "Broadway the Hardway" gibi albümleri, üretken yaşamının en popüler albümlerinden bazıları olmuştur. Tek başına, sadece synclavier kullanarak yaptığı "Jazz from Hell" albümüyle, ve ölümünden sonra "Sofa" adlı şarkısı Grammy ödülüne layık görülen sanatçı, 4 Aralık 1993 tarihinde prostat kanserine yenik düşerek hayatını kaybeder. Athena (müzik grubu) Athena, İstanbul, Türkiye kökenli ska ve punk rock grubu. Gökhan Özoğuz ve Hakan Özoğuz kardeşler grubun kurucu üyeleridir. Türkiye'de ska ve punk tarzında müzik yapan ilk gruplardan birisi konumundadır. Holigan albümünün aynı isimli şarkısı futbol maçlarının değişmez sloganı oldu; aynı zamanda A Millî Basketbol takımımız için yaptığı 12 Dev Adam şarkısı ise basketbol takımının sembol şarkısıdır. Birçok rock müzik dinleyicisine göre Türkiye'nin en iyi rock gruplarındandır. 195 puanla Türkiye'nin Eurovision'daki en yüksek puanını almıştır. Hakan ve Gökhan Özoğuz kardeşlerin müzik yapma sevdasına kapıldıkları 1987 yılı Athena macerasının başlangıç noktası olarak kabul edilir. O dönemde henüz 11 yaşında olan ve okul hayatından pek haz etmeyen Hakan ve Gökhan, Pentagram'ın eski gitaristi Ümit Yılbar’dan gitar dersleri almak suretiyle çalışmaya başladılar ve ardından da Akmar Pasajı’na ilanlar asarak grubu tamamlayacak basgitarist ve davulcu arayışına giriştiler. Çalışmalarını ilk etapta iki kişi devam ettiren Gökhan ve Hakan kardeşler ilk yıllarda aralarına katılan birtakım arkadaşlarıyla stüdyo ve aletler kiralayarak çalışmaya başladılar. Akmar Pasajı’nda tesadüfen karşılarına çıkan bir ilanla hem bir isim hem de grubu tamamlayacak basgitarist ve davulcu bulmuş oldular. O dönemde D.R.I, S.O.D, Nuclear Assult, Slayer, Megadeth ve Metallica gibi gruplardan heyecan duyan grup, 4 şarkıdan oluşan ve hardcore thrash sound’lu ilk demolarını da kaydetmeyi başardılar. Fakat basgitarist ve davulcu problemi halen devam etmekteydi. Grubun ilk ciddi kadrosu süregelen pek çok değişikliğin ardından nihayet 1990’da şekillenebildi, Gökhan ve Hakan, davulda Turgay Gülaydın ve basgitarda Asrın Tuncer katılımıyla çalışmalara hız verdiler. 1991 yılında "Horror Dimensions" isimli beş şarkılık bir demoyu kasede kaydettiler. Bu demodan sonra gruba vokal olarak Ferit Tuncer dahil oldu ancak kısa süre sonra Asrın ve Ferit gruptan ayrılıp AF adlı bir grup kurdular. Athena'da basgitara Ozan Karaçuha dahil oldu. Grup, 1993 yılında ise thrash sound’lu ilk albüm "One Last Breath"'i piyasaya sürdü. Albüm, aynı yıl hayatını kaybede
n Ümit Yılbar'a adanmıştı. Grup, ilk albümünden sonra thrash metal olan tarzlarını ska ve punk rock'a çevirdi ve yeni albüm çalışmalarına 1997'de başladı. Bu dönemde çoğu plak şirketi Athena'nın yaptığı müziğin Türkiye’deki dinleyici kitlesi için çok yeni bir tür olması nedeniyle albümü yayınlamaya yanaşmadılar. NR1 ise alternatif projelere şans veren bir plak şirketi olarak Athena’ya şans verdi ve müzik şirketinin ilk müzik projesi "Holigan" oldu. Kargo elemanlarının da destekte bulunduğu bu albüm 1998 baharında piyasaya sürüldü ve galası Athena'nın yıllar boyunca sahne aldığı Captain Hook’ta yapıldı. Albümden yayınlanan video’lardan biri olan "Tarlaya Ektim Soğan"ın çekimleri de yine Captain Hook’ta Athena’nın sahne aldığı Cumartesi gecelerinden birinde çekildi ve mekanın atmosferi video'da birebir yansıtıldı. 1999’da sonlanan Athena konserlerinden kısa süre sonra Captain Hook da kapılarını kapattı. Captain Hook macerasını sonlandıran Athena için yeni bir sayfa açılmış, "Holigan" albümü ülke çapında büyük yankı uyandırmayı başarmıştı. Plak şirketlerinin beklentilerinin aksine ska sound’u Athena’nın şarkılarıyla Türkiye'de büyük ilgi gördü ve albümle aynı adı taşıyan "Holigan" adlı şarkının sporla özdeşleşerek bir marş misali yediden yetmişe ulaşmayı başardı. Bu başarının ardından tekrar stüdyoya giren Athena, 2000 yılında "Tam Zamanı Şimdi" albümü ile tekrar büyük bir başarı yakaladı. "Palavra" ile albümü tanıtan grup, "Yaşamak Var Ya" ve "Macera" şarkıları ile büyük bir başarı yakaladı. Athena, kariyerinin önemli anlarından biri de Türkiye'nin marşı haline gelen ve büyük yankı uyandıran "12 Dev Adam" projesi oldu. Millî Takım için bir marş yazılmasını talep eden Basketbol Federasyonu, Holigan ekolü dolayısıyla bu işin altından kalkabilecek en uygun ismin Athena olduğuna karar verdi. Alınan kararın ne kadar isabetli olduğu 12 Dev Adam'ın ülke genelinde yarattığı büyük yankının ardından iyice anlaşılmış oldu. Şarkı Türkiye'de olduğu kadar Avrupa'da da büyük yankı uyandırdı, Basketbol Millî Takımı'nın 2. geldiği 2001 Avrupa Basketbol Şampiyonası’na katılan diğer Avrupa ülkelerinin basın organları "12 Dev Adam" şarkısının takıma verdiği güçten bahsetti. "Tam Zamanı Şimdi" albümü bu yıl "12 Dev Adam" şarkısı ile tekrar piyasaya sürüldü. 2001 yılı sonlanırken Athena kadrosunda birtakım değişiklikler meydana geldi, gruptan ayrılan Ozan Karaçuha ve Turgay Gülaydın’ın yerine 2002 yılı başında basgitara Canay Cengen ve davula Doğaç Titiz katıldı ve yeni albüm çalışmalarına başlandı. Ancak başlangıçta ortada yeni albüme ait hiçbir materyal yoktu. Şubat ve Mart ayları ise gece gündüz stüdyoda geçti. Athena şimdiye kadar hiçbir albüm hazırlık döneminin bu kadar sancılı geçmediğini açıkladı. Grup, Nisan ayında yeni albüm "Her Şey Yolunda"'yı piyasaya sürdü. Albüm "Öpücük" videosu ile tanıtıldı. Grup daha sonra bu kez 2002 Dünya Basketbol Şampiyonası sebebiyle Millî Takım ile birlikte Amerika'ya uçtu. Bu dönemde gruba basgitarist olarak Ozan Musluoğlu katıldı. TRT, 2003 yılında Sertab Erener'in Eurovision başarısının ardından Türkiye'de yapılacak olan 49. Eurovision Şarkı Yarışması için iddialı bir isim arayışına girdi. Athena ile yapılan görüşmeler olumlu sonuç verince Türkiye'yi Athena'nın temsil edeceği açıklandı. Türkiye elemelerinde grup, "I Love Mud On My Face", "Easy Man" ve "For Real" şarkılarını halk jürisine sundu ve oların %79'unu alan For Real, Athena'nın yarışma şarkısı oldu. Athena, yarışmada 195 puanla 4. oldu. Bu puan o döneme kadar Türkiye'nin aldığı en yüksek puan olurken, dördüncülük de Türkiye tarihinin o dönemki en iyi üçüncü derecesiydi. Grup, bu maceranın ardından hemen beşinci albümlerinin kayıtlarına başladı. 2004 yılında çıkan "Us" albümünde 7 yeni şarkının yanında, 3 Eurovision şarkısı ve "For Real"in Türkçe versiyonu da yer almaktaydı. Albümün ilk klibi "d.i.h.o" şarkısına çekildi. Ancak albüm büyük bir başarı elde edemedi. Athena ile zaman zaman birlikte çalışan baterist Burak Gürpınar, Kurban'ın dağılmasının ardından Athena'nın daimi elemanı haline geldi. Burak'ın katılımından sonra grubun soundunda büyük bir değişim oldu ve müzik tarzı punk rock'a kaydı.Bu tarzla ilk olarak 2005'te Pasaj etiketiyle "Athena" albümünü çıkardılar. Bu albümün önemi Türkiye'de çıkan ilk ana akım punk albümü olmasıdır. Athena, televizyonlarda ilk olarak "Çatal Yürek"'le görünmeye başladı. Bu şarkının beğenilmesinden sonra ikinci teklisi olan "Kime Ne" piyasaya çıktı. Athena, aynı kadroyla 2006'da İt adlı EP'sini çıkardı. 5 parçadan oluşan albümün çıkış parçası Nirvana şarkısı "Breed"'in cover hali olan "Köpek" oldu. En başta yalnızca Dream Tv'nin 2006 yılbaşı çekimi için "Breed" coverı yapmak isteyen grup bu şarkının heyecanıyla US'ta yer alan "Yalan"'ın akustik versiyonunu ve elinde olan 3 yeni şarkıyı da katarak bu EP'yi ortaya çıkardı. Albüm, Kurt Cobain'in ruhuna ithaf edildi. 2007 yılında Gökhan ve Hakan Özoğuz'un babaları Ahmet Hamdullah Özoğuz hayatını kaybetti. Bu dönemde sarsılan abi - kardeş bir süre müziğe ara verdi. Hakan Özoğuz askere giderken, Gökhan Özoğuz ise Londra'ya taşındı. Hakan da daha sonra Gökhan'a Londra'da katıldı ve bu şehirde geçirdikleri 4 yılda şarkılar yazıp bestelediler ve 2010'da yeni albümün müjdesini verdiler. 2010 yılının Mayıs ayında "Pis" adlı stüdyo albümü, grubun 8. albümü olarak yayınlandı. Albümün prodüktörlüğünü Mike Nielsen üstlendi, basgitar ve klavyede Alp Ersönmez, davul ve perküsyonda ise Volkan Öktem albümde çaldı. Grup, "Serseri Mayın" ve "Arsız Gönül" şarkılarıyla tekrar büyük bir başarı yakaladılar. Athena, 2011 yılında Coca Cola'nın 125. yılı şerefine Frank Sinatra’nın seslendirdiği, müzik dünyasının en kült baladlarından "My Way"’i, kendi yüksek enerjilerini katarak yeniden yorumladı. Şarkının Türkçe versiyonu “Ben Böyleyim”in sözlerini Gökhan Özoğuz yazmıştı. Şarkı,Tarkan Gözübüyük prodüktörlüğünde, Gökhan Özoğuz, Hakan Özoğuz, Volkan Öktem ve Alp Ersönmez’in ortak çalışmasıyla yeniden aranje edildi. 2011 yılında Rock’n Coke’ta da çalan Athena bu şarkıyı da canlı repertuarlarına dahil ettiler ve bu çakışma da büyük bir ilgi gördü. 2012 yılında ise Orhan Gencebay'ın müzikteki 60. sanat yılına özel hazırlanan tribute albümde bulunan 32 müzisyenden olan Athena bu albümde Gencebay'ın "Bir Araya Gelemeyiz" isimli şarkısını kendi tarzında yorumladı. Albüm, Orhan Gencebay ile Bir Ömür ismiyle 17 Eylül 2012 tarihinde Poll Production etiketiyle yayınlandı. 2014 yılında "Altüst" albümü ile müzik dünyasına geri dönen gruba basgitarda Umut Arabacı, davulda da Sinan Tınar eşlik etti. Ayrıca beş kişiye yükselen grup klavyede Emre Ataker ile çalışmaya başladı. Pink Floyd Pink Floyd, İngiliz progresif/psikedelik rock müzik grubu. Felsefî şarkı sözleri, yenilikçi albüm kapakları, etkileyici-girift sahne şovları ile Pink Floyd, dünya çapında başarıya ulaşmıştır. Pink Floyd 1965'te gitar ve vokalde Syd Barrett, davulda Nick Mason, basta ve vokalde Roger Waters ve klavye ve vokalde Richard Wright adlı üniversite öğrencilere tarafından kuruldu. 1960'ların sonunda Londra'nın yeraltı müzik dünyasında verdikleri konserlerle popülerlik kazandılar ve Barrett'in liderliği altında iki tane listelere giren single ve başarılı bir ilk albüm olan "The Piper at the Gates of Dawn"'ı (1967) yayınladılar. Gitarist ve vokalist David Gilmour Aralık 1967'de gruba katıldı. Zihinsel rahatsızlık geçiren Barrett, durumunun kötüleşmesi ile Nisan 1968'de gruptan ayrıldı. Waters grubun birinci söz yazarı ve yaratıcı lideri oldu ve "The Dark Side of the Moon" (1973), "Wish You Were Here" (1975), "Animals" (1977), "The Wall" (1979) ve "The Final Cut" (1983) gibi konsept albümlere imza attı. "The Dark Side of the Moon" ve "The Wall" tüm zamanların en çok satan albümlerinden oldu. Grubun simgesi haline gelmiş olan "The Dark Side of the Moon", tüm zamanların en uzun süre zirvede kalan albümü olarak "Billboard 200" listesinde 741 hafta kalmıştır. Müzikal anlamda yaşanan tartışmaların ardından Wright, Pink Floyd'u 1979'da terketti. Bunu 1985'te Waters'ın gruptan ayrılması takip etti. Gilmour ve Mason, Pink Floyd olarak müzik hayatlarına devam ettiler, Wright ise önce stüdyo müzisyeni olarak sonra da grup elemanı olarak onlara tekrar katıldı. Üçlü iki albüm daha yayınladı —"A Momentary Lapse of Reason" (1987) ve "The Division Bell" (1994)— ve 1994 yılı boyunca konserlere çıktı. Neredeyse 20 yıllık bir küslüğün ardından, Gilmour, Wright, ve Mason, bir hayır konseri olan Live 8 için 2005'te Londra'da Waters ile tekrar bir araya geldi ve Pink Floyd olarak konser verdi. Gilmour ve Waters daha sonra grubu tekrar diriltme planlarının olmadığını açıkladı. Barrett 2006 yılında, Wright ise 2008 yılında hayatını kaybetti. Son Pink Floyd albümü "The Endless River" (2014) Waters olmadan kaydedildi ve büyük ölçüde yayınlanmamış eski şarkılardan oluştu. Pink Floyd, 1996'da ABD'de Rock and Roll Hall of Fame'e, 2005'te UK Music Hall of Fame'e dahil edildi. Grup, 2013 itibarıyla 75 milyonu ABD'de olmak üzere dünya çapında 250 milyon albüm satmıştır. Grup 1965 yılında Roger Waters ve Nick Mason tarafından "Sigma 6" adıyla Londra'da kuruldu. Bir yıl sonra Rick Wright da gruba katıldı. Grup ismini sırasıyla T-Set, Meggadeaths ve Abdabs olarak değiştirdi. Abdabs ismiyle bir süre devam eden grup, yaptıkları müziği "rhythm and blues" olarak tanımlıyordu. Grup Regent Street Politeknik'te çoğunlukla mimari okuyan öğrencilerden oluşuyordu. Grubun ilk kadrosu şöyleydi: Roger Waters - Lead gitar, Richard Wright - Ritim gitar, Nick Mason - Davul, Clive Metcalf - Bas, Keith Nable ve Juliette Gale - Solist. Bir süre sonra grup dağıldı ve Roger Waters, Nick Mason, Rick Wright etrafında tekrar kuruldu. Roger Waters eski okul arkadaşı Syd Barrett'i de gruba dahil etti. Gruba caz gitaristi Bob Close da katıldı. Close, grubun blues tarzından uzaklaşmasından sonra gruptan ayrıldı. Gruba isim aranırken Syd Barrett'in aklına iki caz gitaristi olan Pink Anderson ve Floyd Council'in ilk isimlerinden oluşan Pink Floyd ismi geldi
ve grubun ismi Pink Floyd olarak belirlendi. Bu sebeple grubun kurucusu olarak görülen kişi de Syd Barrett oldu. 1965 sonlarında grup ilk olarak Londra'da Palace Gate'de Countdown Club'da yaptı. İlk gösterilerinden itibaren ışık gösterileri ve slayt görüntülerini konserlerinde kullandılar. Kalabalık bir seyirci önüne ilk defa 1966 yılında "International Times" isimli yeraltı dergisinin açılış partisinde çıktı. Parti Pink Floyd'un basında yer alması için önemli bir fırsattı. Grubun ilk oluşumundan sonraki kayıtları ve çalışmaları "psikedelik rock" tarzından oldukça uzaktı. Ve grup o zamanlar ciddi anlamda dinlenen ve de beğeni toplayan caz müziğini, alt yapıları olarak benimsedi ve müziklerindeki bateri ve gitar alt yapılarını caz akorları üzerine kurarak başarı sağladı. Daha sonra kendilerini geliştirerek kendi müziklerini oluşturdular. Bunun ismi ne caz ne de psikedelik rock'tı. Bu, diğer müzik türlerinden farklılık gösteren bir müzikti. Bu "Pink Floyd gerçeğiydi". O zamanlar tüm dünya Pink Floyd'u konuşuyordu. Müzik otoriteleri bile ne yorum yazabileceklerini bilmiyorlardı. Grup "psikedelik rock" tarzları ve görselleri çok iyi kullandıkları konserler ile Londra yer altının en önemli gruplarından biri haline gelmişti. 1966'da daha bir firmayla anlaşmamışken gazeteci Peter Whitehead'ın çektiği Tonite Let's All Make Love in London belgeselinde şarkılarıyla yer aldılar. 1966'da ilk kez bir müzik şirketiyle anlaştılar. 1967'de Arnold Layne single'ı ile müzik dünyasına girdiler. 20. olan bu single'ı See Emily Play takip etti. Şarkı 6. olmuş ve grubu ünlü program "Top of the Pops"'a çıkartmıştır. İlk albümleri The Piper at the Gates of Dawn bir şarkı dışında tamamen Barrett imzalıydı. Albüm İngiltere'de büyük bir başarı kazandı. Amerika'da albüm çok iyi satmasa da grup Jimi Hendrix ile beraber turneye çıkıp kendini tanıttı. Gelişmiş bir sound'a sahip bu albümden sonra Syd Barrett ruh sağlığını gittikçe kaybediyordu. Stüdyolara katılmayan, konserlerde iyi performans göstermeyen Barrett'in yanına grup elemanlarının arkadaşı David Gilmour da Aralık 1967'de gitara alındı. Syd Barrett'in arkadaşı olan Gilmour, 1960'ların başında onunla Cambridge Tech'te beraber okumuştu. Okul yıllarında öğle aralarında beraber gitar ve armonika çalan ikili, daha sonra otostop turuna çıkıp Fransa'nın güneyinde dolaşmışlardı. 1965'te Joker's Wild'ın elemanı olan Gilmour, o zaman the Tea Set olarak çalan grubu da izlemişti. Steve O'Rourke, Gilmour ile buluştu ve gitariste haftada 30 poundluk bir ücret ödemeye taahhüt etti. Ocak 1968'de Gilmour grubun ikinci gitaristi ve beşinci üyesi olarak tanıtıldı. Grup, Barrett ile sadece şarkı yazımında çalışmayı planlıyordu. Gilmour'un gelmesi ile hayal kırıklığına uğrayan Barrett, gruba şarkı yazımında yardım etmemeye başladı. Ocak 1968'de yapılan fotoğraf çekimlerinde de Barrett'in grubun diğer dört elemanından daha uzakta durduğu dikkat çekiyordu. Barrett ile beraber çalışmak gitgide zorlaşırken, Ocak ayında Southampton'a bir konser vermek için girerken grup elemanlarından biri Barrett'i alıp almayacaklarını diğerlerine sordu. Sonunda onu rahatsız etmemeye karar verip, konsere dört kişi gittiler. Bu da gruptaki ayrılığın en büyük sinyali oldu. 1968 Mart'ında Pink Floyd, ortakları Jenner ve King ile grubun geleceğini konuştu ve bu toplantıda Barrett, gruptan ayrılmayı kabul etti. Jenner ve King, Barrett'in grubun arkasındaki beyin olduğunu inandılar ve Pink Floyd ile bağlarını kopararak yola Barrett ile devam etme kararı aldılar. Morrisson haklarını NEMS Enterprises'a sattı ve grubun yeni menejeri O'Rourke oldu. Barrett'in ayrılığı 6 Nisan 1968'de açıklandı. Barrett'in ayrılığı sonrası şarkı yazımı ve yaratım süreci genellikle Waters tarafından yönetildi. Gilmour, Avrupa TV'lerinde çıktıkları programlarda Barrett'in sesine playback yaptı ancak çıktıkları konserlerde Barrett şarkıları yerine Waters ve Wright tarafından yazılan "It Would Be So Nice" ve "Careful with That Axe, Eugene" gibi şarkılara ağırlık verdiler. 1968'de Pink Floyd Abbey Road stüdyolarına döndü ve ikinci albümleri "A Saucerful of Secrets"'ı kaydetmeye başladı. Albüm Barrett'ın Floyd için yazdığı son şarkı olan "Jugband Blues"u içeriyordu. Barrett, "Remember a Day"da da gitar çalmıştı. Waters, şarkı yazarlığını geliştirmeye başladı ve "Set the Controls for the Heart of the Sun", "Let There Be More Light" ve "Corporal Clegg" şarkılarını besteledi. Wright da "See-Saw" ve "Remember a Day" şarkılarını albüme verdi. Smith, grubu kendi prodüktörlüklerini kendileri yapması konusunda destek verdi ve yeni şarkıların demolarını kendi evlerinde kaydettiler. Yine Smith'in desteği ile kayıt stüdyolarını nasıl kullanabileceklerini öğrendiler. Ancak Smith grubun müzikal çalışmalarından halen endişe duymaktaydı ve Mason "Remember a Day" şarkısında zorluk çekerken Smith onun yerine davul çaldı. Haziran 1968'de yayınlanan albüm Hipgnosis'ten Storm Thorgerson ve Aubrey Powell'in tasarladığı bir saykedelik kapak ile piyasaya sürüldü. Bu Hipgnosis tarafından tasarlanan birçok Pink Floyd albümünün ilkiydi. EMI şirketi de tarihinde ikinci kez bir grubun albüm kapaklarında kendi tasarımcılarıyla çalışmasına izin vermiş oldu. Albüm, listelerde dokuz numaraya kadar yükseldi ve 11 hafta İngiltere listelerinde kaldı. Albümün yayınlanmasından bir gün sonra grup Hyde Park'taki ilk konserini verdi. Temmuz 1968'de ikinci kez ABD'ye gittiler. The Soft Machine ve the Who'ya eşlik eden grubun bu turnesi ilk ciddi turneleriydi. Aynı yılın Aralık ayında "Point Me at the Sky" single'ını yayınladılar ancak bu single da "See Emily Play" sonrası single'lar gibi başarısız oldu ve single konusundaki başarısızlıkları 1973 tarihli "Money"ye kadar devam etti. Yeni Pink Floyd, grubun beyni Barrett'ten sonra kendilerini bulmak için stüdyoda uzun zaman geçiriyordu. Grup zaman zaman Careful With That Axe, Eugene gibi uzun ve deneysel şarkılar üzerinde çalışıyorlardı. Vokalleri ise Waters, Gilmour ve Wright üçlüsü değişerek yapıyorlardı. Grup 1969'da More filminin soundtrack'ini yaptı. Albümde daha önceden yaptıkları bestelerin yanında film için özel besteler yaptılar. Pink Floyd 1969'da ilk iki LP'lik albümleri Ummagumma'yı çıkarmışlardı. İlk LP'si 4 tane canlı performanstan ikinci LP ise grubun solo çalışmalarından oluşmuştu. İkinci disk'te bulunan solo şarkılardaki psikedelik özellikler hem dinleyiciler hem de eleştirmenler tarafından çok başarılı bulunmuştu. 1970'de Atom Heart Mother yayınlandı. Grup albümün ilk şarkısını 23 dakikalık bir beste olan "Atom Heart Mother"ı bir orkestrayla kaydederek oluşturmuştu. Grubun üç elemanının da solo eserleri ve bir tane daha deneysel parçadan oluşan albüm Floyd'un o dönem en çok satan albümü olmuştu. Grup üyeleri daha sonra bu albümü beğenmemiş olsalar bile deneyselliği, ses efektleriyle Pink Floyd ile bütünleşecek elementlerin bulunduğu ilk albüm olmuştu. Floyd albümün başarısıyla ilk Amerika turnelerine çıkmıştı. Albümün ismiyle ilgili soru soran gazetecilere grup üyelerinden Nick Mason şöyle cevap veriyordu: "Her şey atomik bir kalp makinesiyle hayata bağlanmış hamile bir kadının gazete manşetine çıkmasıyla başladı. Dünyanın annesini ya da dünyanın kalbini düşünmek istiyorsan ineklerle başlık arasındaki bağlantıyı da görürsün." Grup 1971'de ilk dönemlerindeki teklilerinin toplandığı Relics albümünü çıkardı ve Zabriskie Point albümüne şarkılar verdi. Aynı yıl içinde bulunan "Echoes" parçasıyla dikkat çeken Meddle yayınlandı. Ses efektlerin daha da dikkat çektiği albüm, grup tarafından da grupça çalıştıkları ilk albüm olarak görülmüştü. Albüm İngiltere listelerinde 3 numaraya kadar çıktı. 1972'de çıkan Obscured By Clouds, "La Vallee" adlı filmin film müziğiydi. Albüm bir önceki Meddle'a göre daha sade olmasıyla dikkat çekiyordu. Albüm eleştirmenler tarafından çok beğenilmese de ilk kez Amerika listelerine ilk 50'den giriyordu. Free Four şarkısı ise Amerika'da bir hit haline geldi. Şarkı daha sonra çok konu olacak Roger Waters'ın babasıyla ilgiliydi. Albüm Waters gruptan ayrılana dek David Gilmour'un son yazdığı sözleri içeriyordu. Grubun sonraki albümü Dark Side of the Moon (bu isim astronomik bir anlamdan ziyade, kişinin cinnet geçirmesiyle ilgilidir) Mayıs 1972 ile Ocak 1973 arasında kaydedildi. Albüm Mart 1973'de piyasaya çıktı. Albümün mühendisliğini Alan Parsons yaptı. Parsons'a Chris Thomas da destek verdi. Thomas özellikle albümdeki "Us and Them" parçasındaki yankılar gibi dikkate değer değişiklikler yaptı. Albüm Britanya ve Amerika müzik listelerine birinci sıradan girdi. Özellikle grup üyelerinden David Gilmour ve Nick Mason'a göre bu albüm müzikal açıdan Meddle veya Atom Heart Mother'dan daha iyi değildi; fakat ilk defa albüm tanıtımı için belirli bir para ayrılmıştı ve basın gruba destek vermişti. David Gilmour albümün müzikal başarısını parçaların daha önce canlı olarak çalınması ve parçaların bilinmesine, dolayısıyla kayıtların iyi olmasına bağlıyordu. Albümde saksafon kullanımı ve Wright'ın piyano stili bazı parçalara bir caz havası katıyordu, kadın vokalistler yer alıyordu. Albümde bütün parçaların sözleri Roger Waters tarafından yazılmış ve tematik şekilde birbirlerine bağlanmıştı. Grup artık dünya ve insan sorunlarına odaklanan ve tek bir konu ve ton etrafında yoğunlaşan bir müzik yapmaya karar kıldı. Dark Side of the Moon dünya çapında 50 milyondan fazla satarak dünyanın en çok satan ikinci rock albümü olmuştur. Bu albümle beraber grubun basçısı Waters'ın grupta egemenliği daha ön plana çıkmıştır. 1969'dan beri İngiltere'de single yayınlamayan Pink Floyd bu albümden Money şarkısını yayınlamış ve bir numaraya oturmuştur. Albümün başarısı A Nice Pair (İlk iki albümün birlikte olduğu bir toplama), Syd Barrett (Barrett'in iki albümünün beraber olduğu bir toplama) ve gibi materyallerin yayınlanmasına neden oldu. Bu toplamalar Pink Floyd'un ilk dönemlerini de yeni dinleyicilere daha yakından tanıttı. Pink Floyd stüdyoya Ocak 1975'de geri döndü. Alan Parsons grubun kendisiyle çalışmaya devam etmesi önerisin
i kendi çalışmalarına öncelik vermek için reddetti, grup da More albümünde çalıştıkları Brian Humphries ile anlaştı. Grup Dark Side of the Moon albümünün başarısından sonra yeni fiziksel ve duygusal olarak bitkin durumdaydı. Waters, yeni bir konsept için araştırmaya girişti. Grup 1974'de çıktığı Avrupa turnesinde üç yeni besteyle hayranlarının karşısına çıktı. Bu besteler sonraki albüm için bir başlangıç noktası oldu. Bu bestelerden birinde Gilmour tarafından çalınan bir gitar solosu Waters'a grubun eski üyesi ve kurucusu Syd Barrett'i hatırlattı. Albüm Eylül 1975'de piyasaya çıktı. Albümde yer alan Shine On You Crazy Diamond ve Wish You Were Here parçaları da Barrett'ın anısına idi. "Shine On You Crazy Diamond" içindeki slide guitar ve psikedelik havayla Barrett günlerine bir gönderme yapıyordu. Şarkının sonunda Rick Wright See Emily Play'den bir bölüm çalıyordu. Diğer şarkılar ise müzik endüstrisine karşı bir eleştiriydi. Albüm kayıtları sırasında Syd Barrett stüdyoyu ziyaret etmişti ancak grup elemanları fiziksel olarak değişmiş Syd Barrett'i tanımamışlar, tanıyınca da gözyaşlarına boğulmuşlardı. Ona besteledikleri şarkıları dinletmişlerdi ve daha sonra Barrett stüdyodan ayrılmıştı. Bu grubun Barrett'i son kez gördüğü andı. Waters o günleri şöyle anlatıyor: "Çok garipti, sözler yazılmıştı ve aslında Syd ile ilgiliydi, geri kalan her şey başka bir şey anlatabilirdi ama neden sözleri Syd hakkında yazmaya başladım, bunu bilmiyorum. Sanırım Dave'in solosu ve onun hüzünlü sound'u beni oraya götürdü. Aslında Syd'in durumunun grubun genel durumunun bir sembolü olması 'Wish You Were Here' kayıtlarının başlamasından çok önceydi. (...) Elbette o çok önemliydi, grup Syd olmadan asla başlayamazdı. Çünkü her şeyi yazan oydu. Onsuz hiçbir şey olmazdı ama diğer yandan onunla da yürüyemezdi. Rock'n Roll tarihinde Syd önemli olabilir ya da olmayabilir ama Pink Floyd için insanların düşündüklerinden çok daha önemli. Kendimi yıllarca onun tehdidi altında hissettim. Ama o 'Wish You Were Here' kayıtlarında geldiğinde karşımda iri, şişman, kel, delirmiş bir insan buldum ve gözyaşlarımı tutamadım." Wright ise olaydan şöyle bahsediyor: "Bütün albüm Dave'in baştaki gitar solosundan yola çıktı, çok güzel bir soloydu. Sonuçta bence albüm bizim en iyi albümümüz oldu, çünkü en renklisi ve en duygusalıydı. 'Shine On' un sözleri Syd için yazılmıştı. Stüdyoya yürüyerek gelmiştim. Roger masasında miksaj yapıyordu, sonra onun yanında oturan şişman, kel bir adam gördüm. Bunu garipsemedim çünkü insanların bizi merak edip gelmesi normaldi. Sonra roger 'Bu adam kim bilmiyorsun değil mi?' dedi. 'Bu Syd'. Büyük bir şoktu, çünkü onu 6 yıldır hiç görmemiştim. Ayağa kalktı, dişlerini fırçaları, yeniden oturdu ve 'Pekala gitarı ne zaman çalacağım?' dedi. Tabii yanında gitarını getirmemişti. Biz ise 'Üzgünüz Syd, gitarların işi bitti', dedik." Bu albümden sonra Pink Floyd 1977'de yine bir Harvest yapımı olan Animals'ı piyasaya çıkardı. George Orwell'in ünlü eseri Hayvan Çiftliği'ne nazireten, çeşitli kişilik yapılarının birer hayvan (domuzlar, köpekler ve koyunlar) olarak sembolize edildiği albüm oldukça ilgi çekti. Albümde Gilmour ve Waters'ın birlikte yaptığı bir şarkı dışında her şarkı Roger Waters'a aitti. Aynı yıl haziran ayında bir ABD turu yaptılar. Turnede albüm kapağında da kullandıkları büyük domuz da konserlerde kullanıldı. Pink Floyd, 1977'den beri üzerinde çalıştığı The Wall albümünü Kasım 1979'da EMI'den çıkarttı. Bu albümde "Pink" adındaki bir karakterin doğumundan itibaren olan süreç incelenmiş; savaş, babaya duyulan hasret, eğitim sistemi, aldatma gibi konular işlenmiştir. Turnede bir hayranıyla kavga eden Roger Waters kafasında seyirciyle kendisinin arasına bir duvar örme düşüncesini yaratmıştı. Daha sonra konsepti geliştirerek bir insanın tüm insanlara karşı olması olarak büyütmüştü. Albümün kayıtları sırasında Waters egemenliği eline aldı. Özellikle albümde Rick Wright'ın katkısı çok azdır. Bu durum Gilmour'un hoşuna gitmiyor, Waters'la olan rekabetini artırıyordu. Waters albümde olması gerektiğini düşündüğü şeyler yüzünden grup elemanlarıyla kavga ediyordu. Tüm bu kavgalara rağmen Another Brick In The Wall (Part 2) ve Comfortably Numb gibi şarkılar büyük başarı kazanmıştı. Albüm kayıtları sonrası Wright gruptan ayrılmış ancak konserlerde bir turne müzisyeni olarak çalmıştır. 1982 yılında Alan Parker tarafından albümle aynı isimde bir film çekildi. Soyut bir anlatım tekniğine sahip, simgesel bir anlatım tarzını benimseyen film, Mayıs 1982'de Cannes Film Festivali'nde gösterildi. Film Türkiye'de ilk defa Emek Sineması'nda 1986 kasımında gösterilmiştir. Mart 1983'te, The Wall albümünden çıkarılan parçalar ile yapılan "The Final Cut", aynı zamanda grubun bir kriz içerisinde olduğunun açık göstergesi oldu. Roger Waters'ın, Rick Wright'ın albümde çalmasına izin vermemesi ve Nick Mason'ın albümdeki bazı parçalarda çalmasını istemeyişi sonucu kavgalar yaşanmış, David Gilmour da sadece tek parça seslendirmiştir. Gilmour, Waters'a albüm için besteler yapabilmesi için albümü geç yayınlamasını teklif etmiş ancak Waters bunu kabul etmemiştir. Albüm savaş karşıtı bir albümdü ve birçok yönden The Wall albümünü hatırlatıyordu. Albümün turnesi de yapılmadı ve grup elemanları solo çalışmalar için Pink Floyd'dan bir süre uzak kaldılar. Bütün bunlara rağmen albüm Britanya'da müzik listelerinde 1 numaraya kadar çıkmayı başardı. Bir süre sonra Roger Waters ile David Gilmour arasındaki anlaşmazlık sonucu Roger Waters grubu dağıttığını açıkladı. Ancak David Gilmour Pink Floyd adını devam ettirmek istedi ve davayı kazandı. Gilmour ikinci solo albümü "About Face"'i 1984'te kaydetti ve bu albümde John Lennon'ın öldürülmesinden Waters ile ilişkisine kadar farklı kişisel konular işledi. Daha sonra bu albümü Pink Floyd'dan uzaklaşmak için kullandığını açıkladı. Kısa bir süre sonra Waters ilk solo albümü "The Pros and Cons of Hitch Hiking" ardından turneye çıktı. Wright, Dave Harris ile Zee adlı bir grup kurup "Identity" adlı bir albüm çıkardı ama pek büyük bir başarı yakalayamadı. Ağustos 1985'te Mason ikinci solo albümü "Profiles"'ı çıkardı. "The Pros and Cons of Hitch Hiking" yayınlandıktan sonra Waters, Pink Floyd'un bir daha bir araya gelmeyecğeini açıkladı. O'Rourke ile gelecekteki telif hakları konusunu konuşmak için konuştu. O'Rourke bu durumdan Mason ve Gilmour'u bilgilendirince Waters bu duruma sinirlendi ve O'Rourke'ı menejerlikten kovmak istedi. O'Rourke ile kendi anlaşmasını sonlandıran Waters onun yerine Peter Rudge'ı işe aldı. EMI ve Columbia'yı arayan Waters, gruptan ayrıldığını ve sözleşmelerini iptal etmek istediğini resmen açıkladı. Gilmour, Waters'ın Pink Floyd'u sona erdirmek için ayrıldığına inandı. Waters daha sonra mahmekeye giderek grubu resmi olarak sona erdirmek için başvuru yapıp, geri kalan üyelerin Pink Flyod ismini kullanmalarını engellemeye çalıştı. Avukatları bu ortaklığın hiçbir zaman resmi bir belgeyle oluşmadığını öğrendiğinde ise Waters mahkemeye tekrar giderek grup isminin kullanılması hakkında bir veto hakkına sahip olma başvurusunda bulundu. Gilmour ise Pink Floyd'un devam edeceğini medyaya açıkladı. 2013 yılında Waters bu davalardan pişman duyduğunu açıkladı ve bu konuda hatalı olduğunu kabul etti. 1983'ten sonra 1994'e kadar grup elemanlarının solo albümleri yayınlamakla beraber, 1986'da Gilmour, Waters'sız ilk albüm olan "A Momentary Lapse of Reason" için müzisyenleri bir araya getirmeye başladı. Wright'ın gruba tekrar katılmasını engelleyecek yasal problemler olmasına karşın Hampstead'te yapılan bir toplantı sonrası Pink Floyd, Wright'ı kayıtlara katılması için davet etti. Gilmour daha sonra Wright'ın bu kayıtlara katılmasının grubu müzik anlamında ve yasal olarak güçlendireceğini belirtti. Pink Floyd, haftalık 11,000 dolarlık bir ücret karşılığında Wright'ı dışarıdan bir müzisyen olarak kayıtlara dahil etti. Albüm kayıtları Gilmour'un Thames nehrine demirlemiş olan botu Astoria'da başladı. Gilmour, Eric Stewart ve Roger McGough gibi söz yazarlarıyla konuşsa da en sonunda Anthony Moore'u sözlere imza atması için seçti. Gilmour, daha sonra Waters'sız bir Pink Floyd'un yaratım aşamasında sıkıntılar çektiğini itiraf etti. Mason da müziğe ara vermesinden dolayı kayıtlarda zorlandı ve bazı davul kayıtları stüdyo müzisyenleri tarafından yapıldı. Mason ise daha çok albümün ses efektleri üstünde çalıştı. Albüm, Eylül 1987'de yayınlandı. "The Wall" ve "The Final Cut"'ta grupla çalışamayan Storm Thorgerson albümün kapağını yaptı. Waters'ın grupta artık olmadığını vurgulamak için "Meddle" albümünden sonra ilk kez bir albüm içine grup fotoğrafı koydular. Albüm, İngilitere ve ABD'de listelere üçüncü sıradan girdi. Waters, albümü beğenmediğini açıklayarak şarkıların genel olarak kötü olduğunu ve Gilmour'un söz yazarlığının başarısız olduğunu söyledi. Gilmour, albüm hakkında iyi düşüncelere sahip olduğunu söylese de Wright daha sonra Waters'ın eleştirilerinin doğru olduğunu kabul etti ve bu albümün bir grup albümü olmadığını düşündüğünü söyledi. Q dergisi de albümü bir David Gilmour albümü olarak tanımladı. Waters, ABD'deki organizatörleri arayarak ve Pink Floyd adının kullanılması durumunda dava açacağını söyleyerek albümün turnesini engellemeye çalıştı. Gilmour ve Mason, Mason'ın  Ferrari 250 GTO'sunu teminat olarak göstererek turne için gerekli parayı bankalardan topladı. Mason ve Wright'ın formda olmamaları nedeniyle turne hazırlıkları zorlu geçti. Gilmour, zorlandığını fark ettiği için Bob Erzin'den bu dönem yardım aldı. Pink Floyd, Kuzey Amerika'yı turlarken, Waters da yakın şehirlerde fakat daha küçük salonlarlda "Radio K.A.O.S." albümünün turnesini yapmaktaydı. Waters, bu konserlerde kendi fikri olan "uçan domuz" balonunu kullanan Pink Floyd'a telif hakkı davası açtı. Pink Floyd da buna karşılık balona büyük bir erkek cinsel organı takarak balonu Waters'ın dizaynından daha farklı bir hale getirdi. 23 Aralık'ta iki tarafta anlaşmaya vardı. Mason ve Gilmour Pink Floyd adının hakkını alırken, Waters da "The Wa
ll" ile ilgili şarkıların ve dizaynların hakkını kazandı. Bu albüm sonrası Pink Floyd, La Carrera Panamericana'da yarışıp bu olayın soundtrack'ini yapmak gibi, kişisel çalışmalarla uğraştı. Ocak 1993'te Britannia Row Stüdyoları'na dönen üçlü yeni bir albüm için çalışmalara başladı. İki hafta sonra grup, şarkılara dönüştürebilecekleri fikirleri topladılar. Erzin, albüm prodüktörlerinden biri olmak için tekrar grupla çalışmaya başladı. Prodüksiyon Şubat - Mayıs 1993 arasında Astoria'ya taşındı ve grup 25 müzikal fikre odaklanmaya başladı. Sözleşme gereğince Wright grubun bir elemanı değildi ve az kalsın albümde yer alamayacaktı. Ancak, sonuç olarak albümdeki beş şarkıya imza attı ve 1975 tarihli "Wish You Were Here"'den sonra ilk kez şarkı yazarı olarak adı geçti. Albümün şarkı yazarlarından bir diğeri de daha sonra Gilmour'un eşi olacak Polly Samson oldu. "High Hopes"un aralarında bulunduğu birkaç şarkıya söz yazdı. Bu şarkının kayıtları önceleri zorlu geçse de şarkı Ezrin'e göre albümünü bir arada tutan şarkı oldu. Albümün orkestral kayıtları için yine Michael Kamen ile çalıştılar. Dick Parry ve Chris Thomas da müzisyen olarak gruba geri döndü. Yazar Douglas Adams albümün adını önerirken , Thorgerson da kapağı düzenledi. Thorgerson, kapakta Easter Adası'ndaki Moai anıtlarından etkilendi. Birbirine bakmakta olan iki yüzün oluşturduğu üçüncü yüzün Pink Floyd'un geçmişini, Syd ve Roger'ı temsil ettiğini açıkladı. Albümü Nisan 1994'te çıkaran grup hemen ardından bir turneye başladı. Albüm hem İngiltere'de hem de ABD'de listelere bir numaradan girdi ve İngiltere'de 51 hafta listelerde kaldı. Pink Floyd, San Bernardino'daki Norton Air Force Base'deki bir hangarda iki haftadan uzun bir süre provalar yaptıktan sonra "Momentary Lapse of Reason" turnesinde de beraber çalıştıkları ekiple 29 Mart 1994'te Miami'de albümün bir konserini verdi. Pink Floyd'un en iyi şarkılarına da yer veren grup daha sonra "The Dark Side of the Moon" albümünün tamamını repertuarına aldı. Pink Floyd'un son turnesi 29 Ekim 1994'te tamamlandı. Bu konserler sonrası Pink Floyd Mayıs 1995'te iki CD'den oluşan P•U•L•S•E adlı konser albümünü çıkardı. Kapak yine Storm Thorgerson tarafından yapıldı. Gerek The Division Bell, gerek P•U•L•S•E basından sert eleştiriler aldı. P•U•L•S•E grubun 2003 yılında menajerleri Steve O'Rourke için düzenlenen cenaze törenine ve 2005 yılında tek seferlik olarak Live 8 konserleri için bir araya gelişine kadarki son kez görünüşü oldu. Grup 1996'da "Rock 'N Roll Hall of Fame"e girmeye hak kazandı Törende Roger Waters bulunmadı. 2000'de Is There Anybody Out There? The Wall Live 1980-81 konser albümü ve 2001'de best of yayınlandı. 2003'te Dark Side of the Moon yeniden yayınlandı. 2004'te ise Nick Mason "Inside Out" isimli Pink Floyd kitabını yazdı. Gilmour, Mason ve Wright 2003'te ölen menajerleri Steve O'Rourke için birleşip "Fat Old Sun" ve "The Great Gig In The Sky"'ı cenazede çaldılar. 1981 yılındaki Earls Court (Londra) konserinin ardından bir daha sahnede birlikte görülmeyen grubun orijinal kadrosu 2 Temmuz 2005 tarihinde Londra Hyde Park'ta düzenlenen Live 8 yardım konserlerinde 24 yıl sonra bir araya geldi ve "Breathe", "Money", "Wish You Were Here" ve "Comfortably Numb" parçalarını canlı olarak çaldı. 2 Temmuz 2005'te Londra Hyde Park'ta düzenlenen Live 8 konserinde Waters, Gilmour, Mason ve Wright, Pink Floyd olarak 24 yıldan sonra ilk kez sahneye çıktı. Organizatör Bob Geldof yılın başında yeniden buluşmanın olasılığını tartışmak için sene başında Mason'ı aradıktan sonra bu birleşmeyi sağladı. Geldof ilk olarak teklifi rededen Gilmour ile konuştu, daha sonra Mason'a arabulucukluk teklif etti ancak Mason bu teklifi redetti, ve en sonunda bu buluşmaya sıcak bakan Waters ile konuştu. Waters daha sonra Geldof ile bir ay içinde gerçekleşmesi planlanan bu olay hakkında bilgi aldı. İki hafta sonra Waters, iki yıllık bir aradan sonra Gilmour'u aradı ve bir sonraki gün ikili beraber çalışmaya karar verdi. Gilmour, bunun ardından teklifi anında kabul eden Wright'ı aradı. Grup, basına yaptığı açıklamada Live 8'in odaklandığı konuların yanında gruptaki problemlerin ne kadar önemsiz kaldığına vurgu yaptı. Londra'daki Connaught Otel'de çalacakları şarkılara karar veren grup, Black Island Studios'ta üç gün prova yaptı. Bu provalarda şarkıların düzenlemeleri ve çalacakları şarkıların hızları hakkında tartışmalar yaşandı. Çalınacak şarkılara konserden sadece bir gün önce karar verilebildi. Performanslarının başında Waters seyirciye şu sözleri söyledi: "Bu oldukça duygusal, bunca yıl sonra bu üç adamla burada olmak, sizinle burada olmak. Bunu burada olmayanlar için yapıyor ve özellikle tabii ki Syd için". Performansın sonunda Gilmour, seyirciye teşekkür edip sahneden ayrıldı. Waters bunun ardından onu geri çağırdı ve grup olarak seyirciyi selamladılar. Grubun bu selamı Live 8 sonrası gazetelerin başlıklarında yer aldı. Pink Floyd bu konser sonrası 136 milyon pound'luk bir konser teklifini reddetse de Waters yeniden bir bukuşmaya açık kapı bıraktı ve bir yardım kuruluşu adına bunu yapabileceklerini söyledi. Ancak Gilmour Associated Press'e böyle bir durumun gerçekleşmeyeceğini söyledi ve provalarda bu işi devam ettirmenin bir anlamı olamayacağını anladığını açıkladı. Daha sonra verdiği röportajlarda da bu fikrini tekrarladı. Grup kurucularından Syd Barrett, 7 Temmuz 2006'da Cambridge'teki evinde pankreas kanserinden dolayı hayatını kaybetti. 10 Mayıs 2007'de Londra'daki Barbican Centre'da düzenlenen Barrett'ı anma konserinde Roger Waters sahne aldı ve "Flickering Flame" şarkısını çaldı. Konserin sonunda ise sürpriz olarak Gilmour, Mason, Wright, Arnold Layne'i çaldılar. Gecenin son performansında tüm konuklar beraber "Bike"ı söylediler ancak Roger Waters diğer Floyd üyeleriyle sahneye çıkmadı. Grubun piyanisti Richard Wright da 15 Eylül 2008 tarihinde açıklanmayan bir kanser çeşidinden dolayı yaşamını yitirdi. Wright'ın ölümünden bir hafta sonra Gilmour "A Saucerful of Secrets" albümünde yer alan bir Wright bestesi olan "Remember a Day"i Wright'ın anısına yorumladı. 10 Temmuz 2010'da Waters ve Gilmour, Hoping Vakfı için düzenlenen bir gecede beraber çaldılar. Filistinli çocuklar için düzenlenen bu gece 200 kişilik bir seyirci kitlesinin önünde Oxfordshire'daki Kiddington Hall'da düzenlendi. Waters'ın bu konsere katılmasına bir karşılık olarak Gilmour, 12 Mayıs 2011'de Waters'ın O2 Arena'da verdiği The Wall konserinde "Comfortably Numb"da sanatçıya eşlik etti. Mason da aynı konserin sonunda çalınan "Outside the Wall" şarkısında ikiliye katıldı ve tamburin çaldı. 26 Eylül 2011'de Pink Floyd ve EMI, Why Pink Floyd...? adı altında grubun eski albümlerinin yeniden düzenlenmiş versiyonlarının yayınladığı büyük çaplı bir projeye başladı. Albümler, The Wall'un prodüktörlerinden James Guthrie tarafından elden geçirilmişlerdi. Haziran 2015'te Pink Floyd, "The Piper at the Gates of Dawn"'dan önce kaydettikleri 6 şarkıdan oluşan ve kısıtlı sayıda basılan "" adlı bir EP yayınladı. 2012'de Gilmour ve Mason, yeni bir Pink Floyd albümü hazırlamak üzere "Division Bell" sırasında Wright ile yapılan kayıtlara geri dönme kararı aldı. Bu kayıtların üstüne yeni kayıtlar yapmak için stüdyo müzisyenleri ile anlaştılar. Waters bu projeye dahil olmadı. Samson, Temmuz 2014'te Twitter üzerinden bu yeni albümün adının "The Endless River" olduğunu açıkladı. 7 Temmuz'da Pink Floyd'un websitesinde yapılan açıklama ile yeni albümün genellikle enstrümantal ve ambient bir havada olacağı söylendi. Albüm 7 Kasım 2014'te Parlophone tarafından yayınlandı. Albüm karma tepkiler almasına rağmen Amazon UK'de tarih boyunca en çok ön sipariş verilen albüm oldu ve birçok ülkede listelere ilk sıradan birdi. Albümün plak versiyonu 2014 yılında İngiltere'de en hızlı satılan plak olurken, 1997 tarihinden beri en hızlı satılan plak unvanını da aldı. Gilmour, "The Endless River"'in Pink Floyd'un son albümü olduğunu açıkladı. Albüm bir turne ile desteklenmezken Gilmour, bu albümün konserlerinin Wright olmadan verilebilmesinin imkansızlığına değindi. Ağustos 2015'te Gilmour bir kez daha Pink Floyd'un sona erdiğini ve Wright'sız bir yeniden toparlanmanın doğru olmayacağının altını çizdi. Temmuz 2016'da grup albüme girmeyen şarkılar, konser performansları, yeni düzenlemeler ve bazı videoların yer aldığı 27 CD'lik CD, DVD ve Blu-ray'den oluşan "The Early Years 1965–1972" box-setini yayınladı. Çok sayıda sanatçı Pink Floyd'un müziğinden etkilenmiştir. David Bowie Syd Barrett'ı büyük bir ilham kaynağı olarak tanımlamaktadır. The Edge, ilk gecikme pedalını "Animals" albümündeki açılışı duyduktan sonra almıştır. Pet Shop Boys Marillion'un gitaristi Steve Rothery de "Wish You Were Here" albümünü büyük bir ilham kaynağı olarak göstermektedir. Bunun dışında pek çok grup Pink Floyd'dan etkilenmiş ve şarkılarını cover'lamışlardır. Bunlardan bazıları: Moğollar, Kurtalan Ekspres, Foo Fighters, Dream Theater, My Chemical Romance, Porcupine Tree, The Mars Volta, The La's, Queen, Oasis, Iron Maiden, Stone Temple Pilots, Coheed and Cambria, Tool, Queensryche, 30 Seconds to Mars, Scissor Sisters, Rush, Radiohead, Gorillaz, Mudvayne, Nine Inch Nails, Korn, Primus, System of a Down, Smashing Pumpkins'dir. Pink Floyd pek çok ödüle aday gösterildi ve pek çok ödül kazandı. Grup 1980 yılındaki Grammy ödül töreninde "Best Engineered Non-Classical Album" dalında, yine aynı yıl düzenlenen BAFTA ödül töreninde "En Orijinal Şarkı" (Waters'a) ve "En İyi Sound" (James Guthrie, Eddy Joseph, Clive Winter, Graham Hartstone ve Nicholas Le Messurier'a) dallarında ödüle lâyık görülmüştür. Floyd 1995 yılındaki Grammy ödül töreninde "Marooned" ile "En İyi Entrümantal Rock Şarkısı" dalında ödül kazanmıştır. Pink Floyd, 2008 yılıda çağdaş müziğe katkılarından dolayı Polar Müzik Ödülü'ne lâyık görülmüş, ödülü Waters ve Mason İsveç kralı XVI. Carl Gustaf'ın elinden almışlardır. Grup 17 Ocak 1996'da Rock and Roll Şöhretler Kulübü'ne, 16 Kasım 2005'te Birleşik Krallık Şöhretler Kulübü'ne kabul edilmiştir. Gilmou
r ve Mason orada bulundu. Wright ameliyat olduğu için katılamazken, Roger Waters Roma'da olduğu için videosuyla törene katıldı. Bryan Adams Bryan Guy Adams (d. 5 Kasım 1959; Kingston, Ontario), Kanadalı rock şarkıcısı, multi-enstrumantalist, şarkı sözü yazarı ve fotoğrafçı. Adams, Billboard tarafından müzik tarihindeki en başarılı 38'inci sanatçı seçildi. Bugüne kadar aralarında 20 Juno Ödülü (56 adaylık), Grammy, MTV, ASCAP, Amerikan Müzik, Ivor Novello gibi sayısız ödüller kazanmış, Kanada Ordeni, OBC, Hollywood ve Kanada'nın yıldızlar geçidinde bir yıldız kazanarak da çoğu kez onurlandırılmıştır. Sert, güçlü ve derin bir sese sahip olması, yazdığı karışık ve aynı şekilde edebi, şiirsel olan romantik bazense politik olan şarkı sözleri, heavy metal, Country ve Blues'dan etkilenilmiş melodik soft, bazense hard rock veya melodik rock balladları Adams'ın en bilinen özellikleridir. Adams'ın filmler için yazdığı şarkılar ona 3 Oskar ve 5 Altın Küre adaylığı getirdiği gibi bir fotoğrafçı olarak da ödüllendirilmiştir. Adams, aynı şekilde sosyal aktiviteleri ve yardım çalışmalarından dolayı da Allan Waters Ödülü dahil birçok ödül kazanmış, Live Aid, Farm Aid, Live8, A Conspiracy of Hope gibi birçok yardım konserinde yer almıştır. Sanatçı, müziğe "Cuts Like a Knife", "Reckless" ve "Waking Up the Neighbours" gibi önemli albümler, başta "Summer of '69", "Everything I Do", "Run to You", "Heaven", "Please Forgive Me", "Have You Ever Really Loved a Woman?", "All for Love", "I Finally Found Someone" ve "When You're Gone" gibi birçok önemli şarkı vermiştir. Bunlardan "(Everything I Do) I Do It For You" halen İngiltere müzik listelerinde en çok bir numarada kalmış şarkıdır (16 hafta). Adams'ın videoları da orijinallikleriyle dikkat çekmektedir. Run to You klibi ona MTV Video Ödüllerinde rekor sayıda adaylık getirmişdi. "Do I Have To Say The Words?" adlı parçasının klibini Türkiye'de çekmiştir. Sanatçının İstanbul'da bir taksiye binmesiyle başlayan klip, İnönü Stadı konserinin görüntüleri eşliğinde devam etmekteydi. İstanbul'un tarihi dokusunu yansıtan klipte Türk seyircisinin coşkusu da ekrana yansımaktaydı. Türkiye tarihinde bu konser ilk stadyum konseri ve dönemin en büyük konseriydi. Pakistan ve Vietnam tarihinde konser veren ilk Batılı sanatçı olduğu gibi, tarihteki ilk kaset-single formatında çıkan şarkı ("Heat of the Night"), bazı ülkelerin radyosunda en çok çalınan şarkı ("Summer of 69"), 90'ların en ünlü şarkısı ("Everything I Do"), en başarılı Kanadalı erkek sanatçı, 1 milyondan çok satmış ilk Kanada albümü, içerisinden 5 üzerinde Top 15 hiti çıkan ilk rock albümü, bir senede en fazla Grammy'e aday gösterilmiş Kanadalı gibi birçok önemli unvan taşımaktadır. Adamsın turneleri de rekorlar kırmıştır. Eleştirmen Sylvie Simmons onun canlı performansları için "seyirciyi avuçlarının içine almakta ona yaklaşan kimse yok" demiştir. Müziğe verdiği katkılardan dolayı, prestijli GGPA ödülü dışında, en son Florida'da müzik ödüllerinde "Yaşayan Efsane" ödülü kazandı. Bryan Adams kariyeri boyunca 100 milyonun üzerinde bir satış başarısı elde etmiştir. Kendi çalışmaları dışında Bonnie Raitt, Kiss, Joe Cocker, Celine Dion ve Mel C. gibi ünlü sanatçılar için de birçok şarkı yazmıştır, Ronan Keating ve Matchbox Twenty gibi sanatçıların idolleri arasındadlr. Adams, İngiliz ebeveynlerin "(Jane ve Conrad Adams)" çocuğu olarak Kanada'da doğmuş olsa da büyükannesi ve büyükannesinin annesi Maltalı idiler. "(Adams, Malta'da 28 Haziran 2007 tarihinde bir konser vererek geçmişteki akrabalarını da anmış oldu.)" 1960'larda diplomat olan babası "Conrad Adams" 'ın işi nedeniyle İngiltere, İsrail, Fransa, Portekiz ve Avusturya'da yaşadı. "Bruce" adında bir kardeşi olan Adams'ın ailece takma adı "Kid" idi. Adams, 15 yaşından itibaren "Shock" ve "Sweeney Todd" gruplarında çalışmaya başladı. "Sweeney Todd" 'un ""If Wishes Were Horses"" albümünde vokalist oldu. Bu arada bulaşıkçı ve marketlerde paketleyici olarak çalışmaya da devam ediyordu. "Sweeney Todd" 'dan ayrılmasından sonra Jim Vallance ile tanıştı. Adams, 1978 yılında 18 yaşında iken, birkaç demosunu Toronto'daki A&M Records'un beğenisine sundu. 1979 yılında da şirketle kontrat imzaladı. Bryan Adams adlı ilk solo albümü için Keith Scott ve Jim Vallance ile birlikte çalışmalara başladı. Adams ilk albümünün ardından You Want It You Got It adlı albümü 1981 yılında yayınladı. "Foreigner" grubu ile 1982 yılında turneye çıktı. Adams'ın parçaları yavaş yavaş listelerde tutunmaya başladı. 1983 yılında Cuts Like a Knife adlı albümünü çıkaran Adams, ABD müzik listelerinde hızla yükseldi ve "Straight From The Heart, This Time" ve "Cuts Like a Knife" adlı parçaları hit oldu. Gruba günümüze kadar Adams'ın yanında yer alan Mickey Curry bu albümde eklendi. 1984 yılında 13 milyonluk satış rakamına ulaşan Reckless albümü yayınlandı. Bu albümle birlikte dünya çapında tanınan bir sanatçı olarak çıkış yakalayan Adams, "Heaven" adlı parçasıyla listelerde 1 numara olurken, "Run to you", "Summer of 69", "It's Only Love" ve "Somebody" parçaları da listelerde üst sıralara hızla tırmandı. 1985 yılından itibaren yardım konserlerinde yer alan Adams, Jim Vallance'la birlikte yazdıkları "Tears are not Enough" adlı şarkıyla "Live Aid" konserlerinin aranılan sanatçısı oldu. Adams, 1987 yılında Into the Fire adlı albümünü çıkardı. Adams'ın Jim Vallance ile son çalışması olan albümden "Into the Fire" ve "Heat of the Night" parçaları çok sevildi. Adams yoluna Bob Clearmountain ile devam etti. Live! Live! Live! adlı canlı performansını içeren albümü 1988 yılında yayınlandı. Adams, 1988-1991 yılları arasında yardım konserlerinde bulunurken, turnelerine devam etti ve yeni albümünün çalışmalarına başladı. Adams'ın A&M Records'tan 1991 yılında çıkardığı Waking Up the Neighbours adlı albümü, sanatçıya unutulmayacak bir başarı getirdi. Albümdeki ""(Everything I Do) I Do It for You"" adlı parça İngiltere listelerinde 16 hafta 1 numara olarak bir rekora ulaştı. ""(Everything I Do) I Do It for You"" adlı filmin müziği idi ve Adams, Robert John "Mutt" Lange ve Michael Kamen tarafından yazılmıştı. Adams, bu şarkısıyla dünyanın önemli tüm müzik listelerinde 1 numara oldu. Waking Up the Neighbours albümüyle unutulmaz bir başarı yakalayan Adams, 1993 yılında So Far So Good adlı albümünü yayınladı. Hit şarkıları toplayan albümden çıkan "“Please Forgive Me”" adlı parça çok sevildi ve listelerde 1 numara oldu. Adams, Sting ve Rod Stewart'la düeti olan The Three Musketeers filminin müziği "All For Love" adlı parçayı yayınladı.Ayrıca 14 ocak 1994 tarihinde Vietnamda konser veren ilk batılı sanatçı oldu. 1996 yılında çıkan 18 til I Die adlı albümü rock ve blues tarzlarının öne çıktığı bir albümdü. Bu albümünde öne çıkan ""The Only Thing That Looks Good On Me Is You"" ve ""18 til I Die"" adlı parçalar Adams'ın daha sert müziğini özleyenlere hitap etti. Daha sonra Adams ""Don Juan de Marco"" filminin müziği ""Have you ever really loved a woman?"" adlı parçasıyla tekrar zirveye yerleşti ve Oscar'a aday oldu. 1996 yılında Barbra Streisand ile Streisand'ın oynadığı "The Mirror Has Two Faces" filmi için "I Finally Found Someone" isimli bir şarkı yaptılar ve bu Adams'a üçüncü Oscar adaylığını getirdi. 1997 yılında MTV Unplugged albümünü yayınladı. Bu albümde ""Back to You"" gibi yeni şarkılarının yanı sıra eski şarkılarını da akustik ve değişik formatta yorumlayarak olumlu eleştiriler aldı. 1998 yılında On a Day Like Today adlı albümünü yayınladı. 1999 yılında The Best of Me adlı albümünü yayınladı. 2000 yılında Chicane grubuyla ""Don't Give Up"" adlı parçasıyla listelerde kendine yer bulan Adams, 2001 yılında ""Live at the Budokan"" ve ""Live at Slane Castle"" adlarında canlı performans videolarını yayınladı. 2002 yılında adlı aynı adı taşıyan filmin müziklerini içeren albümünü yayınladı. Albüm için Hans Zimmer ile birlikte çalıştı. 2004 yılında Room Service, 2005 yılında Anthology adlı albümünü yayınladı. Aynı yıl ""Live in Lisbon"" adlı canlı performans videosunu yayınladı. 2006 yılında Kevin Costner'in rol aldığı "The Guardian" filminin müziği ""Never Let Go"" adlı parçayı yayınladı. Aynı yıl Anthony Hopkins'in rol aldığı "Bobby" adlı filmin müziği ""Never Gonna Break My Faith"" adlı parça ile 2007 yılında beşinci kez Altın Küre ödülüne aday gösterildi. 17 Mart 2008 tarihinde 11. albümü olan 11'i yayınladı. Adams, 2 Temmuz 2009'da Kanada postalarının posta pulu olarak resmini bastığı dört müzisyenden biri oldu. Aralık 2009'da "Old Dogs". filmi için "You've Been a Friend to Me" adlı şarkısını hazırladı. Şubat 2010'da "One World, One Flame" adlı teklisi çıktı ve Alman ARD televizyonunun 2010 Kış Olimpiyatları yayınlarında tema müziği oldu. 12 Şubat 2010 tarihinde Nelly Furtado ile düet yapan sanatçı, 2010 Kış Olimpiyatlarının kapanış törenlerinde "Bang the Drum" adlı şarkısını BC Place Stadyumunda 60 bin kişiye seslendirdi. Adams Kanada Başbakanı Stephen Harper'ı resmi konutunda birlikte doğaçlama müzik yapmak üzere ziyaret eden birkaç tanınmış müzisyenden biri oldu. Adams, Nepal'in Katmandu şehrinde, Dhasrath Stadyumu'nda Şubat 2011'de konser verdi. 2014 yılında Tracks of My Years adlı albümü, 2015 yılında da Get Up! adlı albümünün yayınlanacağı duyuruldu. Scott ve Curry 1980'lerin başından beri Adams ile birlikte müzik kariyerlerine devam ettiler, Fisher ve Breit gruba 2000'lerin başlarında dahil oldular. Onlardan önce Tommy Mandel klavyede, Dave Taylor basgitarda (1980-1997) ve Pat Steward bateride çalmaktaydı. Adams'ın 1980'ler ve 1990'ların başında gelen başarılarında bu ekibinin büyük katkısı oldu. Adams, 2000 yılında yakın arkadaşı "Donna" 'nın göğüs kanserinden ölmesi üzerine, kanser araştırmalarına gelir sağlamak amacıyla ünlü sanatçılarla çektiği fotoğraflarını ""Made in Canada"", ""American Women"" ve ""Haven"" adlı kitapları yayınladı. Fotoğrafları "Vogue", "Vanity Fair", "Harper's Bazaar", "Jane", "Interview", "i-D" ve diğer dergilerde yayınlandı. Sergileri: Stüdyo albümleri Canlı - Konser albümleri Toplama albümleri
Film müziği - Soundtrack albümleri Manu Chao Manu Chao (21 Temmuz 1961 doğumlu, tam adı José-Manuel Thomas Arthur Chao) İspanyol asıllı Fransız şarkıcı. Fransızca, İspanyolca, İngilizce, Galiçyaca, İtalyanca, Arapça, Portekizce ve başka pek çok dilde şarkılar seslendiriyor. Chao’nun müzik kariyeri Paris’te sokak müziği yaparak, çeşitli dilleri ve müzik türlerini bir arada yaşatan Hot Pants ve Los Carayos gibi gruplarla çalarak başladı. 1987 senesi, kardeşi Antoine Chao’yla ve arkadaşlarıyla Mano Negra grubunu kurdular. Grup, özellikle Avrupa’da önemli bir başarı yakaladı. Chao 1995’te gruptan ayrılarak solo söylemeye başladı ve o zamandan beridir de Radio Bemba grubuyla belli aralıklarda çıktığı turnelerde canlı performans sergiliyorlar. Manu Chao İspanyol kökenli bir ailenin çocuğu. Annesi Felisa Ortega, Bask ülkesi, Bilbao’lı. Babası, gazeteci-yazar Ramon Chao’ysa Galiçya, Vilalba’lı. Aile, İspanya’yı içsavaşa sürükleyen Francisco Franco’nun diktatörlüğünden kaçarak Paris’e göç etti – o dönemde Manu’nun dedesi idam cezasına çarptırılmıştı. Manu’nun doğumundan kısa bir süre sonra aile Paris’in dışındaki banliyö bölgesine taşındı. Manu çocukluğunun büyük bir kısmını Boulogne-Billancourt ve Sevr komünlerinde geçirdi. İlerleyen yaşlarında Manu’nun yakın çevresini, pek çoğu babasının ahbabı olan sanatçılar ve entelektüeller oluşturuyordu. Chao çocukluğundan ve çocukken yaşadığı tecrübelerden, şarkılarının hemen hepsinin ilham kaynağı olarak söz eder. The Clash, The Jam ve Dr. Feelgood gibi isimler başta olmak üzere, yoğunlukla İngiliz rock sahnesinden etkilenen Chao 1980’lerin ortalarında, İspanyol/İngiliz rockabilly grubu Hot Pants’i kurdu. Grup 1984 senesinde “Mala Vida” isimli bir demo kaydetti. Yayınladıkları demo kendi camiaları içerisinde övgüyle karşılansa da gereken ilgiyi görmedi. Grup 1986’da ilk albümünü yayınladığında, Parizyen alternatif müzik sahnesi düşüşe geçmişti. Manu, kardeşi Antoine Chao ve arkadaşları, Hot Pants’in rockabilly ve punk soundunun içerisinde bu Parizyen soundu da barındıran Los Carayos grubunu kurdu. Los Carayos 6 yıl boyunca ikinci bir proje olarak ayakta kaldı ve kuruluşunun ilk iki yılında üç albüm, 94 senesinde ise son albümünü çıkardı. 1987’de Chao biraderler ve kuzenleri Santiago Casariego, çokırklı bir grup olan Mano Negra’yı kurdu. Yeni kayıtlarını daha küçük bir plakşirketiyle yayınlayan grup, Hot Pants ile çıkardıkları singılları “"Mala Vida"”yı yeniden kavırladı ve parça kısa sürede Fransa’da hit oldu. Akabinde grup Virgin Records plakşirketiyle çalışmaya başladı ve ertesi sene ilk albümleri "Patchanka"’yı piyasaya sürdü. Grup, Anglofon pazarında ünü yakalayamasa da Hollanda, İtalya, Almanya gibi ülkelerde ilk 5’e yerleşmeyi başardı ve poplüleritesi hızla diğer dünya ülkelerine yayılmaya başladı. Grup 1992 yılında çıktığı Cargo Tour turnesiyle beraber Kuzey Amerika’da da duyuldu. Turne gemisinin ambarına kurdukları sahnede, Amerika’nın liman şehirlerini gezerek çeşitli performanslar sergilediler. Mano Negra, “Ice Express” isimli kullanımdışı bir trenle Kolombiya’yı neredeyse bir ucundan diğer ucuna gezdiği bir turne daha düzenledi. Ancak liman turnesinde ve sonraki yıl yapılan tren turnesinde, grup elemanları arasında anlaşmazlıklar doğmaya başladı. 94 yılının sonlarına doğru Manu’nun biraderi Antoine’de dahil grup elemanlarının çoğu gruptan ayrıldı. Aynı yıl içerisinde son albümleri "Casa Babylon" yayınlandıktan sonra Manu Chao grubu Madrid’e taşıdı. Yine de eski grup elemanlarıyla yaşadığı yasal sorunlar sebebiyle Chao 1995 yılında grubu dağıtmak durumunda kaldı. Mano Negra’nın soundu genellikle hareketli, canlı ve oynak ritimleri olan bir müzik olarak nitelendiriliyor. İlk albümleri "Patchanka" da, “parti” anlamına gelen "paçanga" kelimesinden türemiş ve Manu Negra’nın enerjik soundunu simgeler nitelikte; müziklerindeki rahatlık ve kayıtsızlık dinleyenlerin kendini müziğin içinde hissetmesini sağlıyor. Albümlerinde birden fazla müzik türünü bir arada yaşatan Manu Chao, Gogol Bordello ile de yakın arkadaş. 2006 senesinde Bordello, Mano Negra’nın “Mala Vida”sını Chao ile yeniden seslendirerek şarkıya albümünde yer verdi. Chao and Mano Negra’nın diğer grup elemanları Madrid’e geldikten sonra (Küba Devrimi’ni başlatan Fidel Castro ve Guevara’nın Sierra Maestra dağlarına kurduğu haberleşme sistemine ithafen) Radio Bemba Sound System adında yeni bir grup kurdular. Mexican Tijuana No!, Brazilian Skank, ve Argentinian Todos Tus Muertos gibi çeşitli grupların müziklerini yapan RBSS’nin ideali gösterilerinde farklı kültürlerin sokak müziğini ve bar ortamlarını yaşatmaktı. Bu düşünceyle Chao ve grubu birkaç yıl Güney ve Orta Amerika’yı dolaşarak gittikleri yerlerde yeni kayıtlar yaptı. Ortaya çıkan yeni sound, Mano Negra’dan pek çok yönüyle farklıydı; şarkıların ve liriklerin büyük çoğunluğu Fransızca’dan İspanyolca’ya kaymış, punk ve alternatif sounddan oluşan müzik tarzı da, Manu’nun hedeflediği gibi sokak ruhunu yansıtan bir altyapıya kurulmuştu. 1998 yılında şarkıları Manu Chao’nun kendi adıyla, toplu olarak "Clandestino" albümünde yayınlandı. Yıldızı kısa sürede parlamasa da albüm, “Bongo Bong” ve “Clandestino” gibi hit parçalarıyla Fransa’da sağlam bir dinleyici kitlesi yakaladı. Clandestino albümü 1999 Victoires de la Musique müzik ödüllerinde En İyi Dünya Müziği Albümü ödülünü aldı ve 5 milyon kopyanın üzerinde satışa ulaştı. Chao 2001 yılında, Radio Bemba Sound System ile ikinci albümü ""’yı çıkardı. “Gelecek İstasyon: Umut” anlamına gelen albüm adını Madrid metrosundaki durakların birinden alıyor. Albümün soundu "Clandestino" ile benzeşse de Próxima Estación: Esperanza’da Karayip etkileri ilk albümdekinden daha yoğun duyuluyor. Albüm hızla hit olmayı başardı ve 2002’de, albüm turnesinde kaydedilen canlı performanslarından oluşan Radio Bemba Sound System albümü piyasaya sürüldü. Chao iki yıl sonra Fransız köklerine yeniden dokundu ve yalnızca Fransızca liriklerden oluşan "Sibérie m'était contée"’yi çıkardı. Bir sonraki albüm (“mini radyo” ya da “cep radyosu” anlamına gelen) "La Radiolina", 17 Eylül 2007’de piyasaya sürüldü. Albüm 2001’de çıkan "Próxima Estación: Esperanza"’dan sonraki ilk uluslararası albüm oldu. İlk single "Rainin in Paradize", albüm yayınlanmadan önce Manu Chao’nun web sitesinden indirilebiliyordu. "La Radiolina"’da yer alan şarkılar daha Nisan 2007’de, Coachella festivalinde canlı seslendirilmişti. Reggae, ska, hip hop ve rock tarzı müzik yapmaktadır ve şarkılarını Fransızca, İspanyolca, Arapça, Portekizce, İngilizce ve Volof dilinde söylerken bazen bir şarkıda bu dillerin hepsini birden kullanmaktadır. Şarkıları aşk sözlerinin yanı sıra, sık sık göçmenler üzerine, ayrımcılığa karşı ve uluslararası dayanışmayı destekleyen eleştirel sözler barındırır. Sol ve küreselleşme karşıtı çevrelerce yoğun ilgi görmektedir. Manu Chao, Fransa'nın Bayonne kentindeki konserinde "Sulukule Susmayacak" yazılı tişört giyerek kentsel yenileme projesiyle evleri yıkılan Romanlara da destek olmuştur. Ayrıca Konserlerinde Galatasaray forması giymesiyle biliniyor. Stüdyo Albümleri: Konser Albümleri: Single: DVD: Massive Attack Massive Attack, İngiliz trip hop grubu. Daha elektronik müzik filizlenmemişken, Massive Attack; trip hop'ı gümüş tepsiyle sundu. Müzik severler müzik adına yapılabilecek her şeyin yapıldığını düşünürken Massive Attack'in "Blue Lines" albümü çıka geldi. Electronic tınılar içermesine rağmen bunun adını koyamadık, ve anladık ki bu Massive Attack tarzıydı."Çok farklı Hep farklı". Massive Attack, 1980’lerin ortasında iyi bir şöhrete sahip olan “The Wild Bunch”in sona erdirilmesiyle “The Wild Bunch” üyeleri tarafından kurulmuş bir gruptur. Politik ve gündemi takip eden duruşlarını müzikleriyle harmanlayan Massive Attack; sürekli konuk sanatçılarla çalışmalarını sürdürerek kolektif anlayışlarının altını çizmiştir. Yaptıkları hiçbir albüm itibarlarını zedelemedi. Hatta, onları hep bir adım daha öteye taşıdı. Müzikal zıtlıkları olan tınıları ve etkilendikleri her şeyi mükemmel bir ölçüyle sunabilme özellikleri onları yepyeni bir türün yaratıcısı yaptı. (trip hop)! Dub groove’ları, funky parçaları, hip hop esansları ve ilginç sample’larıyla Massive Attack’in müziği, kişiyi farklı bir yoldan seyehate çıkaran, karanlık ve sinematik bir nitelik taşır. Bu özelliği yüzünden olsa gerek; kendisinden sonra gelen Portishead, Sneaker Pimps, ve hatta Tricky gibi trip hop denince akla gelen isimlere kaynak olmuştur. “Mezzanine” albümün tanıtım turnesi sırasında Mushroom’un gruptan ayrılma kararı almasıyla iki kişiye düşen Massive Attack, daha sonra Daddy G’nin de part time’a geçmesiyle tek kişi kaldı. 3D (Robert del Naja) 11 haftasını, senaryosunu Luc Besson’ın yazdığı ve Louis Leterrier'nin de yönettiği bir film olan Danny the Dog’a müzik yapmakla geçirdi. Başrolünde Jet Li'nin yer aldığı filmde diğer oyuncular arasında Morgan Freeman ve Bob Hoskins yer alıyor. Filmde Jet Li, hayatı boyunca hiçbir eğitim almamış bir köleyi canlandırıyor, hem de boynunda tasması olan gayet klişe bir köleyi. Hoskins tarafından bir dövüşçü olarak kullanılan Jet Li günün birinde kör bir piyanist olan Morgan Freeman’la tanılıyor ve Freeman ona müzik yoluyla insan olmak konusuyla ilgili kimsenin bilmediği sırlar veriyor. İşte Freeman’ın Li’yi eğitirken kullandığı müzikler 3D?nin elinden çıkma. Massive Attack film için tam 21 parça yapmış ve bu müzikler film boyunca kronolojik olarak duyuluyor. Büyük bir Massive Attack hayranı olan Luc Besson, en başından beri filmin müziği için 3D’yi düşünüyormuş ve bizzat onunla temasa geçerek ikna etmiş. Film Amerika’da 11 Ekim’de vizyona girmişti Robert "3D" Del Naja ("D") Grant "Daddy G" Marshall ("G") Andrew "Mushroom" Vowles ("Mush")(Gruptan Ayrıldı) Tek başına, ilk kez "Danny The Dog" (soundtrack) albümünü kendi başına hazırlamıştır. Grubun has kurucusu; müzik hayatına DJ'likle başlamıştır. Özellikle Massive Attack adı altında birçok şarkıya vokal olmuş, iyi bir gitaristtir. Aynı zamanda kompozitör olan 3D, gerçe
k bir grafiti sanatçısıdır. Grafiti yüzünden tuttuklanmış bu nedenle de grafitiyi bırakmıştır. 3D, 2003'te internet üzerinden çocuk pornosuna bulaştığı iddiası ile tutuklanmış, kredi kartları ve bilgisayarının incelenmesi sonuncuda Naja'nın kartlarının başka bir bilgisayar üzerinden kullanıldı anlaşılıp, Naja'nın bundan haberdar olmadığı ortaya çıktımıştır. Olaydan 6 saat sonra serbest bırakılmıştır. Jamaika’lı DJ, vokalist, kompozitör, danscı. Baba olduktan sonra gruptan ayrıldığı söylenmekte. Ancak "Splitting The Atom" onun da yardımıyla meydana gelmiştir ve 2009 içerisinde 3D ile turneye çıktıklarını bilmekteyiz. DJ, Tonmaister. 1999 Eylül ayında gruptan ayrıldığı açıklandı. Her ne kadar Massive Attack'ten ayrılmış olsa da grubun asil kurucularındandır ve halen gurupla ortak çalışmalar yapmaktadır. Massive Attack'in en bilindik şarkılarından biri olan "Angel"ın vokali. 19 Şubat 1951 yılında Kingston'da doğan aslen Jamaika'lı söz yazarı ve reggae sanatçısıdır. Massive Attack Detayları MFÖ Mazhar Fuat Özkan, kısaca MFÖ, Türk pop ve rock müzik grubu. Mazhar Alanson, Fuat Güner ve Özkan Uğur’dan oluşmaktadır. 1984 yılında çıkardıkları "Ele Güne Karşı Yapayalnız" ile müzik hayatlarına başlayan grup, bu albümdeki "Ele Güne Karşı", "Güllerin İçinden", "Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da", "Yalnızlık Ömür Boyu" gibi şarkılarla dikkat çekti. 1985 ve 1988 yıllarında sırasıyla "Diday Diday Day""" ve "Sufi""" şarkılarıyla Türkiye'yi Eurovision şarkı yarışmasında temsil etmişlerdir. 1965 yılında Fuat Güner'in elindeki The Beatles plağını gören Mazhar Alanson plağı beraber dinleme teklifi etti ve Mazhar ve Fuat'ın tanışması böyle gerçekleşti. İkili, öncelikle Kaygısızlar grubunda çalıştı. Kadrosunda Ali Serdar, Semih Oksay ve Fikret Kızılok gibi isimleri barındırdılar. Daha sonra Barış Manço ile çalışmaya başladılar. Bu arada da grubun bir diğer ismi Özkan Uğur, Mazhar ve Fuat ile 1971'de tanıştı ve kısa bir süre Kaygısızlar'ın bir elemanı olduktan sonra grubun dağılması ile Kurtalan Ekspres, Erkin Koray, Ersen ve Dadaşlar gibi isimlerle çalıştı. Kaygısızlar'dan sonra Mazhar ve Fuat beraber müzik yapmaya başladı. Mazhar - Fuat'ın tek albümü "Türküz Türkü Çağırırız" 1973'te çıktı. Ancak, "Güllerin İçinden"'in ilk halinin de bulunduğu bu albüm çok fazla ilgi görmedi. Albümden birkaç 45'lik çıktı. Mazhar ve Fuat, yanlarına Özkan Uğur, Ayhan Sicimoğlu ve Galip Boransu'yu alarak 1976'da İpucu Beşlisi'ni kurdu. Grup bir 45'lik çıkardı. "Heyecanlı" şarkılarına İzzet Öz tarafından da bir klip çekildi. Bu klip Türkiye'nin ilk klibi sayılmaktadır. Grubun ayrılmasından sonra grup üyeleri ayrı ayrı müzikal çalışmalara başladılar. Fuat Güner ve Özkan Uğur, Ferhan Şensoy'un Şahları da Vururlar oyunu için beste yaptılar ve bu müzikal oyunda sahneye çıkıp söylediler. Ferhan Şensoy'la ortaklıkları "Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı" oyunuyla devam etti. Mazhar ve Fuat, "Merhaba Müzik" müzikalinde yer aldılar. Özkan Uğur 1978-79 arasında Galip Boransu ve Cengiz Teoman ile Grup Karma'yı kurdu. 1978 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Finali'ne "İmkansız" şarkılarıyla katılıp dördüncü oldular. Ayrı geçen bir süreden sonra Özkan Uğur, Mazhar ve Fuat'a katıldı ve 1980'de "Mazhar Fuat Özkan" doğdu. Grubun ilk çalışması 1980 yazında bir kez daha düzenlenen "Merhaba Müzik" müzikali oldu. Bunu Nükhet Duru'nun başrolünde olduğu "Nükhet Duru ile 10 Yıl Geçti" müzikali takip etti. Grup, ilk olarak Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'yi temsil etmek için çalışmalara başladı. Grup, 1981 Eurovision Şarkı Yarışması ön elemesinde Nükhet Duru ile "İstanbul İstanbul" şarkısını yorumladı ancak jüri şarkının Ayşegül Aldinç yorumunu Türkiye finallerine seçti. Bir sene sonra ise Mazhar Fuat Özkan, Şenay'a "Müzikle Yaşam" şarkısında eşlik etti ve şarkı 1982 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye finallerine kaldı. Ancak, grup üyeleri kayıtların Eurovision için yapıldığını bilmedikleri için bu karara itiraz etti ve şarkı finallerden çekilmek zorunda kaldı. Aynı sene grup, Onno Tunç'un düzenlemesini yaptığı Alanson bestesi "Doldum Doldum" ile yarışmaya katıldı ancak ön elemeleri geçemediler. Şarkının klibi 1982 yılında TRT'nin "Teleskop" programında yayınlandı. Grubun adı daha sonraki Eurovision elemelerinde de anılsa da 1985 yılına kadar grup, elemelere katılmadı. Adlarını yavaş yavaş duyurmaya başlayan grubun üyeleri bir yandan da Sezen Aksu, Ajda Pekkan ve Seyyal Taner gibi isimlerin arkasında çaldı. Bu dönemle ilgili bir Mazhar Alanson anısı şöyledir: Ajda Pekkan ile çalışmalarından kazandıkları parayı Fuat Güner stüdyoya yatırdı ve müzik çalışmalarına hız verdiler. 1981'de besteleri "Ele Güne Karşı"yı Seyyal Taner'e sundular ancak sanatçı TRT'den boykot yediği için albümü çıkaramadı. Böylece şarkı MFÖ'ye kaldı ve 3 sene sonra bu şarkı ile grup patlama yaptı. 1984'te grup uzun yıllar boyunca üzerinde çalıştıkları ilk albümleri "Ele Güne Karşı Yapayalnız"'ı çıkardılar. Buradaki birçok beste "Şahları da Vururlar" oyunu için bestelenmiş, daha sonra sözleri değiştirilerek Alanson tarafından yeni sözler yazılmıştı. Bu albümle Mazhar Alanson söz yazarlığındaki başarısı ile dikkat çekti. Albüme Erkan Oğur, Garo Mafyan, Onno Tunç, Taner Öngür, Asım Ekren gibi ünlü müzisyenler gruba eşlik etti. Albüm, büyük bir başarı kazandı ve listelerde 26 hafta boyunca kendine yer buldu. Grup, bir sonraki sene Türkiye Eurovision elemelerine katılıp, "Aşık Oldum" besteleri ile birinci olarak şöhretini perçinledi. 1985 Eurovision Şarkı Yarışması'na Diday Diday Day ismini alan şarkılarıyla katılan grup yarışmada 14. oldu. Bu yarışmada sunucunun Mazhar–Fuat–Özkan'ı kısaltıp "MFÖ" demesi grubun bu kısaltmayı kullanmasına neden oldu. Yarışma sonrası çıkan ikinci albüm "Peki Peki Anladık"'ın düzenlemelerini Hollandalı Peter Schön yapmıştı ve grup 80'li yıllarda popüler olan new wave tarzına yönelmişti. Bu albümdeki "Buselik Makamına", Mazhar Alanson'un daha sonra daha sıkça eğileceği tasavvuf konulu ilk bestesiydi. Hollanda'da kaydedilen bu albümün ikinci yüzü tamamen İngilizce şarkılardan oluşmaktaydı. Ancak MFÖ'nün yurtdışına açılma hayalleri gerçekleşemedi. 1986'da "Vak The Rock" çıktı. Yine Hollanda'da kaydedilen albümün bir de animasyon klibi vardı. Bu da Türk müzik tarihinde bir ilkti. 1987 Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye Finali'ne bu sefer "No Problem" şarkısıyla katıldılar ancak yarışmaya katılım şansını kazanamadılar. 1987'de yine önceki albümlerinin tarzını devam ettiren "No Problem" çıktı. 1988'de Mazhar Alanson Arkadaşım Şeytan filminde oynadı. Özkan Uğur ve İpucu Beşlisi'nden Ayhan Sicimoğlu'un da rol aldığı filmin müziklerini MFÖ yaptı. No Problem albümünden "Tam Ortasındayım", albümdekinden farklı olarak Yaprak Özdemiroğlu ile düet olan "Muhabbetler Sana Doğru", daha önce hiçbir albümde yer almamış "Doldum Doldum" ve daha sonraki albümlerinden Dönmem Yolumdan'da yer alacak "Hep Böyle Sev" bu filmde kullanıldı. Aynı yıl MFÖ, üçüncü kez Eurovision'a katılmak için başvuru yaptı ve 1988 Eurovision Şarkı Yarışması'nda Sufi ile Türkiye'yi ikinci kez temsil etti. Ancak bu sefer de 15. oldular. 1989'da grubun ilk toplaması "The Best of MFÖ" çıktı. Aynı yıl dördüncü kez Eurovision elemelerine katılan grup Naim Süleymanoğlu hakkındaki "Adı Naim" adlı şarkılarıyla Türkiye elemelerini geçemediler. Şarkıyı ise hiçbir albümlerine koymadılar ve Türkiye'yi Eurovision'da üçüncü kez temsil edemediler. 1990'da "Geldiler" albümü çıktı. Albüm, diğer MFÖ albümlerine göre farklılıklar içeriyordu. Dünyada rap'in popüler hale gelmesiyle MFÖ, bunun Türkiye'de ilk örneklerini "Ali Desidero" ve "Anında Görüntü" şarkılarıyla yaptı. Albümde Fahir Atakoğlu'yla çalışan grup daha sonra Özkan Uğur ile özdeşleşecek anlamsız sözlerden oluşan iki şarkı, "Sude" ve "İk Ben", bir ilahi olan "Ateş-i Aşka" şarkılarıyla da dikkat çekti. Ayrıca Edip Cansever'in bir şiiri olan "Geçiniz"i albümlerine alarak ilk kez bir şairin şiirini yorumladılar. 1992'de iki albümü birden farklı firmalarla çıkardılar. "Agannaga Rüşvet" eleştirel şarkılarıyla dikkat çekti. Gazelhan Sami Özer'in de iki şarkıda vokal yaptığı albümde, "Belediye Nerede", "Rüşvet", "Patlamalar" gibi mizahi eleştirilerin yanında Fuat ve Özkan'ın başlarına iç açmasından korktukları "Deneylere Doğru" gibi politik şarkılar yer almaktaydı. Aynı yıl çıkan diğer albüm Fahir Atakoğlu ile çalışılan "Dönmem Yolumdan", ünlü goth rock grubu Bauhaus vokalisti Peter Murphy ile Don't Wanna See It cover'ını bulunduruyordu. Ancak bu iki albüm de önceki albümlerin başarısına ulaşamadı. Aynı dönem televizyona da önem veren MFÖ, Show TV'de "Köşe Dönmece" adlı bir yarışma programı sundu. TRT'de ise "Müzikli Hatıralar" programını hazırlayıp dönemin sanatçıları ile buluştular. 1995 tarihli "Mazeretim Var Asabiyim Ben" rock tarzının kullanıldığı, Erdal Kızılçay ile çalışılmış bir albümdü. Özellikle klip şarkıları "Mazeretim Var Asabiyim Ben" ve eski dostları Fikret Kızılok'un sözlerini yazdığı "Sakın Gelme" şarkılarıyla yeni bir jenerasyon da MFÖ ile tanışmıştı. Gruba konserlerde ünlü gitarist Yavuz Çetin eşlik etti. Bu albümden sonra Mazhar Alanson sinemaya ağırlık verdi ve 1998'de Her Şey Çok Güzel Olacak filminin müziklerini yaptıktan sonra 2002 yılında ilk solo albümü "Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar"'ı çıkardı. Fuat Güner, 1999'da "Aziz Fuat Güner" adlı solo albümünü yayınladı ve birçok sanatçıya destek oldu. Özkan Uğur ise sinema ve televizyona odaklandı. Üçlünün kişisel işleriyle uğraşmaları sonucunda grup müziğe bir süre ara verdi. Grup, 2000'li yılların başında Doğan Music Company ile anlaştı ve uzun bir aradan sonra Haziran 2003'te MFÖ single'ını çıkardı. "Ele Güne Karşı" ve "Yalnızlar Garı" şarkılarının yeni düzenlemelerinin bulunduğu bu single'dan sonra "Collection" best of'u çıktı. Yeni şarkı olan "Enayi Miyim Ben?"in bulunduğu bu albümde "Ele Güne Karşı" ve "Gözyaşlarımızı Bitti Mi Sandın?" dışında ilk toplama albümlerinde bulunmayan ve daha az bilinen şarkılarının yeni düzenlemelerinden oluşmuştu. 11 Nisan 2006'da ise, 11 yıllık aradan sonra yeni
şarkıların bulunduğu ve isim babasının Cem Yılmaz olduğu "AGU" piyasaya sürüldü. Daha önce solo şarkılar olarak çıkmış "Ne Bileyim Ben", "Olduramadım" şarkılarının yanında klip şarkıları "Sarı Laleler" ve "Vurgun Yedim" ile listelere girdiler. 5 yıllık bir aradan sonra 2011 yılında "Ve MFÖ" albümü yayınlandı. "Hep Yaşın 19" ve "Masal" adlı şarkılara klip çekildi. Yine uzun bir sessizlik döneminden sonra 2017 yılında "Kendi Kendine" albümü ile müzik dünyasına geri dönüş yaptılar. Albüm, "AGU" ve "Ve MFÖ"'ye kıyasla daha akustik bir anlayışla kaydedildi. Blue Jean dergisinin yaptığı "En iyi 50 Türk rock şarkısı" listesinde MFÖ, "Mazeretim Var Asabiyim Ben" ve "Ele Güne Karşı" şarkılarıyla yer aldı. Aynı dergi tarafından "Tüm Zamanların En İyi 5 Klasik Rock Albümü" listesinde "Ele Güne Karşı Yapayalnız" ile 1 numaraya yerleştiler. 2003 Kral TV Video Müzik Ödüllerinde "En İyi Grup" ödülünü kazandı. 2017'de Hürriyet Gazetesi'nin düzenlediği "Türkiye'nin en iyi 100 albümü" listesinde "Ele Güne Karşı Yapayalnız", 1 numarada yer aldı. "Mazeretim Var Asabiyim Ben" aynı listede 64., "Peki Peki Anladık" ise 74. sırada yer aldı. MFÖ birçok yardım kampanyasında da yer almıştır. Son dönemlerde özellikle sokak hayvanları, eğitim, omurilik felçlileri konusunda yardım etkinliklerine katıldı. Sertab Erener, Gülben Ergen, Gripin, Hümeyra, Feridun Düzağaç, Sezen Aksu gibi sanatçılar albümlerinde ya da konserlerinde MFÖ şarkıları yorumlamışlardır. Peter Murphy, Buselik Makamına adlı şarkıyı "Big Love of a Tiny Fool" olarak İngilizce'ye çevirmiş ve bir stüdyo albümüne, bir de konser albümüne koymuştur. MFÖ yıllardır kendilerine has özelliklere sahip olmuşlardır. Konserlerde solda Fuat Güner ortada Mazhar Alanson sağda Özkan Uğur olarak süregelen sabit bir düzenleri vardır. Konserlerde çok enerjik olan Özkan Uğur için Fuat Güner: "Özkan'dan başka çalarken şarkı söyleyip dans eden başka bir bas gitarist tanımıyorum." demiştir. 1985'teki Eurovision yarışmasında ve sonrasında grup üyeleri fötr şapkalarını bir süre çıkarmadılar. Özellikle Alanson'un Biricik Suden ile evlenmesinden sonra tasarımcı Suden'in de etkisiyle Mazhar Alanson sahneye dikenli punk saçı, ağza yapıştırılan bant, demir maske, dikenli pantolon gibi sıradışı aksesuarlarla çıktı. Ancak Fuat Güner'in "Açıkhava Tiyatrosu’nda bir konser veriyorsun. 5 bin kişi izlemeye geliyor. Ertesi gün bir tane gazetede bile grubun haberi yer almıyor. Yer alan haberler Mazhar Alanson’un kostümü. 35 yıllık grup böyle mi yansıtılır?" diyerek tepki göstermesinden sonra Alanson kıyafetlerle ön plana çıkmadı. Grup içinde zaman zaman çok sert kavgalar yaşanmıştı. Daha önce TİM'de verilen bir konserde Mazhar ve Özkan Mazhar'ın viagra şakası yüzünden yumruklaşmış, AGU albümünün kapağı yüzünden de kavga etmiş ve siyah kapağa sadece AGU yazılarak yetinilmişti. Ve Yunus Ç. Adlı kişiyle girdikleri kavgada hastanelik olmuşlardır MFÖ'nün sıkça şarkılarını reklamlarda kullanması tartışma konusu oldu. 1990'ların başında Alanson'un okuldan arkadaşı olan Bülent Ortaçgil "Adaam Sen de" şarkısında "Gemiler yürümüyor kaptan, bütün köşeler bizi bekler, neden Mazhar?" sözlerini yazdı ve bir röportajında "Dünya seviyesinde vokal yapan insanlar. Çok başarılı şarkıları var. Çok sevdiğim, yaşatılması gereken bir grup... Onları, Köşe Dönmece programında görmek hiç hoşuma gitmemişti doğrusu" yorumunu yapmıştı. Fuat Güner ise bu eleştirilere "N'apalım? Bunlar senin gençliğinin şarkısı diye biz Don Kişot'luk mu yapacağız yani... Para veriliyor almayalım mı, kazanmayalım mı? (..) Şimdi ben Bülent Ortaçgil'e desem ki 'Kardeşim sana 500 milyar veriyorum, seni reklam filminde oynatacağım', 24 takla atıp gelmezse n'olayım... Kaç paraya kadar direnebilirsin? 10 milyara 'Hayır' dersin, 100 milyara 'Hayır' dersin, 'Bir milyon dolar' derim, yutkunursun abi... Ve hayatta yapmayacağın şeyi yaparsın." diyerek cevap verdi. Can Dündar da "Yalnızlık Ömür Boyu", "Güllerin İçinden" gibi şarkıların reklamlara verilmesini eleştirdi. Natsume Soseki Sōseki Natsume (d. 9 Şubat 1867 - ö. 9 Aralık 1916) Japon, İngiliz edebiyatı uzmanı, romancı. Uluslararası alanda sınırlı çevirileri dışında tanınmasa da, Japon-Rus Savaşı sonrası Japon Çağdaş Romanına damgasını vurmuş en önemli yazardır. Batılı roman geleneği ile Japon geleneksel yazı geleneğini birleştirerek orijinal bir üslup kurmayı başardı. Kendisinden sonra gelen Akutagawa Ryunosuke gibi önemli yazarları büyük ölçüde etkiledi. II. Dünya Savaşı sonrası Kawabata Yasunari, Yukio Mishima ve Kenzaburo Oe gibi uluslararası çapta üne kavuşan yazarların temel kültürel kaynaklarından biri olduğu söylenebilir. Türkçeye Küçük Bey adıyla çevrilmiş olan, önemli eserlerinden Bocchan-'da çocukluğunda, yaramaz ve başına buyruk olan bir matematik hocasının taşra kasabasına matematik öğretmeni olarak gidişini ironik bir üslupla anlatır. Bu yapının arkasında ise Japonya'nın batılılaşması ve sömürgeci ülke konumuna gelmesine yönelik ince satirik öğeler gizlenmektedir. Endüstri sosyolojisi Çalışma toplum bilimi toplum biliminin temel olarak çalışma yaşamına ve endüstri ilişkilerine odaklanmış alt disiplinidir. Endüstrileşmeyle birlikte ortaya çıkan toplumsal dönüşümlerin çalışma yaşamındaki yansımalarıyla ilgilenir. Çalışma toplum bilimi, toplum biliminin en dinamik alt disiplinlerinden biridir. Emek süreci, sınıf tartışmaları, ayrımcılık, insan kaynakları yönetimi, dışlanma, yabancılaşma gibi tartışma başlıkları üzerine birçok toplum bilimci eserler vermekte ve çağdaş kapitalist toplumların irdelenmesi açısından tartışmalar sürdürülmektedir. Çalışma kavramının toplumbilimsel çalışmalara konu edilmesinin, toplumların geçmişleri kadar geleceklerine de ışık tutması beklenmektedir. Steve Vai Steven Vai (d. 6 Haziran 1960), Amerikalı elektro gitar virtüözü. Çeşitli tarzlarda müzik yapan Vai, ağırlıklı olarak solo gitar için besteler yapmaktadır. Steven Siro Vai 6 Haziran 1960'ta New York'ta dünyaya geldi.Vai Theresa Ve John'un dördüncü çocuğudur. 6 yaşında klavye çalarak müzik hayatına girdi. 10 yaşında akordiyon çalmaya başladı. O yaşlarda "Yogi Bear & Friends", "The Partridge Family Picture Album", Frank Zappa'dan "Freak Out!" ve Deep Purple'dan "Machinehead" dinlediği müzikler arasında hatırında kalanlar. 13 yaşında ilk gitarını aldı ve gitaristlik hayatı başladı. Jimmy Page gibi gitar çalmak isteyen ama bunu nasıl başarabileceğini bilmeyen Vai ünlü gitarist Joe Satriani'den ders almaya başladı. Satriani de o zamanlar gençti, ancak yeteneği ile ilgi çekiyordu. Dersler uzun süre devam etti. Steve Vai'nin müziğinde büyük bir Satriani etkisinin bulunmasının nedeni budur. Steve bu yıllarda pek çok değişik grupla çaldı. 1978'de evden ayrıldı ve Boston'da Berklee müzik okuluna başladı. Burada Randy Coven, Stu Hamm gibi müzisyenlerle çaldı, Frank Zappa için de bir demo kaydetti. Zappa demo'sunda "The Black Page No. 1" bulunuyordu ve gerek çalış tekniği gerekse de müzik teorisindeki başarısı Steve Vai'in Frank Zappa'nın ilgisini çekmesine yol açtı. Steve Vai ertesi yıl Los Angeles'a gitti ve 19 yaşında Zappa'nın grubuna girdi (Frank Zappa grubuna en küçük yaşta katılmış müzisyen Steve Vai'dir). Steve Vai Frank Zappa ile 1980 ile 1983 arasında kayıtlar ve konserlerde birlikte oldu. Zappa grubundan 1983 yılında ayrılan Steve ilk iki solo albümü "Flex-Able" ve "Flex-Able Leftovers" 'ı yayınladı. "Flex-Able" Steve Vai tarafından evinin bodrumunda kaydedilmiş bir albümdür ve Steve Vai'in bu albümü birçok gitaristi hayran bırakmıştır. Albümün en bağenilen parçası olan "The Attitude Song", aylarca konuşuldu ve "Crossroads" filminde rol almasını sağladı. Kısa bir süre sonra Steve Vai Yngwie Malmsteen'in yerine Alcatrazz grubuna girdi. Alcatrazz ile birlikte 1985 yılında "Disturbing The Peace" albümünün kayıtlarını tamamladı. Alcatrazz turundan sonra Steve, David Lee Roth'un grubuna girdi ve 1986 yılında "Eat 'Em & Smile" albümünün kayıtlarına katıldı. Grupla beraber çekilen video klipler ve konserlerdeki şovları Steve Vai'in müzik dünyasındaki yerini sağlamlaştırdı, hayran kitlesini artırmasını sağladı. Vai, bu sıralarda ünlü gitar firması Ibanez ile kendi adına üretilen JEM serisi süperstrat gitarların tasarımını yaptı. Bu gitarlar dünya çapında büyük bir satış grafiği yakaladı. Arkasından Roth ile "Skyscraper" albümünü çıkardı. 1988 yılında yolları ayrıldı ve Steve Vai solo kariyerine başlamayı planladı. Ancak tam bu sırada ünlü grup Whitesnake'ten Steve'e teklif geldi ve Steve bu teklifi reddedemeyip gruba katıldı. "Slip Of The Tongue" şarkısının stüdyo kayıtlarını yaptı ve bir taraftan Whitesnake ile dünyayı turlarken bir taraftan da "Passion and Warfare" isimli kendi albümünün tanıttı. Bu albümün kayıtlarında Steve Vai'in Ibanez ile birlikte ortak tasarladığı 7-telli JEM elektro gitarlar kullanılmıştır. Albümle beraber "The Audience is Listening", "I Would Love To", ve "For the Love of God" şarkılarına klipler çekildi. Albüm Grammy'ye aday oldu ve çeşlitli müzik dergilerinden onlarca ödül aldı. Steve Vai bu arada merhum Frank Zappa'nın anısına yapılan "Zappa's Universe" konserlerine katıldı ve bir Grammy ödülü kazandı. 1993 yılında kaydedilen "Sex & Religion" albümü Steve Vai hayranlarını şaşırttı. Çünkü Vai bu albümde yine müzik türünü değiştirmiş, yepyeni deneyişlere girmişti. Albüm büyük bir başarı kazandı ve 1993 ile 1994 boyunca Steve Vai albümün turnesini tamamladı. 1995 yılında Steve Vai hem yeni albümü "Fire Coma" hem de ondan önce piyasaya süreceği "Alien Love Secrets" EP'si üzerinde çalıştı. EP başarılı oldu, Bon Jovi'nin ön grubu olarak birçok yerde çaldı. Arkasından kayıdı biten "Fire Coma", "Fire Garden" olarak piyasaya sürüldü. 1996'da Steve Vai Chick Corea ile birlikte "Songs of West Side Story" CD'sinin kayıtlarını yaptı. Ardından Jimi Hendrix için yapılan "In From the Storm" albümünün kayıtlarına katıldı. Morley firması Steve Vai için özel bir wah pedalı üretti. Bu esnada piyasaya sürülmüş olan "Fire Garden" büyük bir başarı kazandı. Arkasından dünyaca tanın
mış üç gitar virtüözünün oluşturduğu G3 (Joe Satriani, Yngwie Malmsteen ve Steve Vai) turnesi başladı. G3 konserleri ve Live albümleri dünya çapında büyük bir başarı kazandı. "For the Love of God" Grammy ödülüne aday gösterildi. 1996'dan günümüze kadar neredeyse her yıl düzenlenmekte olan G3 Turneleri, Steve Vai'nin sahne şovlarından dolayı büyük ilgi çekti. Son G3 Turnesi olan G3 2003'te çalmış olduğu Whispering a Prayer adlı şarkısı ile bir kez daha Grammy'e aday oldu. Steve Vai son olarak 2005 yılının Kasım ayında, Türkiye`de İstanbul ve Ankara şehirlerinde "" albümünün turnesi kapsaminda eşsiz konserler vererek sevenlerine unutulmaz dakikalar yasatmistir. Optik Optik, ışık hareketlerini, özelliklerini, ışığın diğer maddelerle etkileşimini inceleyen; fiziğin ışığın ölçümünü ve sınıflandırması ile uğraşan bir alt dalı. Optik, genellikle gözle görülebilen ışık dalgalarının ve gözle görülemeyen morötesi ve kızılötesi ışık dalgalarının hareketini inceler. Çünkü ışık bir elektromanyetik dalgadır ve diğer elektromanyetik dalga türleri (X-ray, mikrodalga, radyo dalgaları gibi) ile benzer özellikler gösterir. Çoğu optik olay ışığın klasik elektromanyetizma tanımı ile açıklanabilmektedir. Işığın elektromanyetik tanımlarını tam anlamıyla pratikte kullanmak zordur. Pratik (uygulanabilir) optikte genelde basitleştirilmiş modeller kullanılır. Bu modellerin en yaygını olan geometrik optik; ışığı bir demet olarak ele alır ve ışığı yüzeylerden yansırken, geçerken bükülen bir çizgi varsayar. Fiziksel optik ise ışığın daha kapsamlı bir modelidir. Geometrik optikle açıklanamayan dalga, kırınım, girişim olaylarını barındırır. Tarihsel olarak ışığın demet temelli modeli dalga modelinden önce geliştirilmiştir. 19. yüzyılda elektromanyetik teorideki gelişim ışık dalgalarının aslında elektromanyetik dalga olduğunu göstermiştir. Bazı optik fenomenleri dalga parçacık ikiliğini ortaya çıkarır. Bu etkiler kuantum mekaniği ile açıklanır. Işığın parçacık modeli söz konusu olduğunda ışık foton adı verilen parçacıkların birleşimi olarak modellenir. Kuantum optiği, kuantum mekaniğini optik sistemlerine uyarlar. Bir bilim ve fizik dalı olarak optik, astronomi, mühendislik, fotoğrafçılık ve tıp (ağırlıklı olarak oftalmoloji ve optometri) gibi bilim dallarıyla ilintilidir ve bu dallarla birlikte çalışır. Optiğin günlük hayatımızda ve teknolojide çok fazla kullanım alanı vardır. Örneğin; ayna, mercek, teleskop, mikroskop, lazer, fiberoptik gibi günlük eşyaların yapımında ve kullanımında optik biliminden yararlanılır. Optiğin tarihi antik Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının merceği geliştirmesiyle başlar. Bilinen ilk mercekler, M.Ö. 700'lerde Asurlular tarafından cilalı kristalden ya da genellikle kuartz, yapılmıştır. Layard/Nimrud Merceği bunun bir örneğidir. Yunan felsefesi görme eyleminin nasıl gerçekleştiği konusunda iki teoriye ayrılmıştır; emisyon (yayılma) ve içe giriş teorisi. İçe giriş teorisine göre nesnelerden nesnenin kopyaları (eidola) göze gelir ve kopya göz tarafından yakalanınca görme eylemi gerçekleşir. Demokritos, Epikür, Aristoteles ve öğrencilerinin de desteklediği bu teori modern görme teorileriyle ortak yanlara sahip olsa da ortaya atıldığı dönemde hiçbir deneysel çıkarıma dayanmamaktaydı. Platon, ilk olarak yayılma teorisinde görme olayını; maddelerden yayılan ışınların göz tarafından soğurulması olarak açıklamıştır. Platon aynı zamanda Timaeus'da aynaların dönüşümçarpanına değinmiştir. Birkaç yüzyıl sonra Öklid "Optik" tezi yazdı. Bu tezinde görme olayını geometriyle birleştirdi ve "Geometrik Optik"i geliştirdi. Her ne kadar gözden çıkan ışının her göz kırpmada gözde parlamalara sebep olması gerektiğini sorgulasa da Öklid bu çalışmasını Platon'un perspektifin matematiksel kurallarını ve kırılımın etkilerini nitel olarak açıkladığı yayılım teorisini baz alarak yaptı. Batlamyus, "Optik" tezinde içe-dışa yayma teorisini düzenledi: gözden gelen ışınlar (ya da akı) koni şeklini alır, tepesi göze girer ve taban görüş alanını belirtir. Işınlar hassastı, gözlemcinin beynine mesafe ve yüzeyin yönü hakkında bilgi iletiyordu. Aslında Öklid'i özetlemiştir ve ışınla geliş açısı arasındaki ampirik ilişkiyi farkedememiş, kırılma açısını ölçmek için yöntem aramıştır. Orta Çağ'da Yunanların optik hakkındaki görüşleri Müslüman dünyası bilim adamları tarafından yeniden gündeme getirilip, geliştirildi. Bu bilim adamlarının öncülerinden olan Kindi, Aristotesyen ve Öklidyen optiğin yararlarını yazmış, optik fenomeni daha iyi açıkladığını düşündüğü için yayılım teorisini benimsemiştir. 984 yılında İranlı matematikçi Ibn Sahl, "Yanan (Parlayan) aynalar ve mercekler" üzerine bir tez yazdı. Şimdiki adıyla Snell yasası'nı yani ışığın kırılımını açıklamıştır. Ve bu yasayı merceklerin ve küresel aynaların optimum eğriliğini hesaplamak için kullandı. 11. yüzyılın başlarında, İbn-i Heysem "Optik Kitabı"'nı ("Kitab al-manazir") yazdı. Bu kitapta yansıma ve kırılmayı açıkladı. Aynı kitapta görme olayını ve ışığı açıklamak için gözlem ve deneye dayalı yeni bir sistem önerdi. Batlamyus'un ışınların gözden emildiğini söyleyen optik yayılma teorisini reddetti. Bunun yerine ışığın tüm yönlerden, düz çizgiler halinde gözlenen nesnenin her noktasından yansıyıp göze girdiğini öne sürdü. Fakat gözün ışınları nasıl yakaladığını açıklayamadı. İbn-i Heysem'in çalışması Arap dünyasında görmezden gelinse de 1200 yılında anonim bir yazar tarafından Latince'ye çevrildi. Daha sonra Polonyalı Witelo adlı bir keşiş tarafından özetlendi ve genişletildi. Bu metin 400 yıl boyunca Avrupa'da optik üzerine literatür kitap olarak kullanıldı. 13. yüzyıl Ortaçağ Avrupasında İngiliz piskopos Robert Grosseteste, ışıkla ilgili bilimsel konuları Aristo'nun ve Platon'un çalışmalarından yola çıkarak geniş bir şekilde, 4 farklı perspektifle ele aldı: epistemolojik, metafiziksel veya kozmogoniksel, etiyolojik veya fiziksel ve teolojik. Grosseteste'nin en tanınmış öğrencisi, Roger Bacon; İbn-i Heysem, Aristo, İbn-i Sina, İbn Rüşd, Öklid, Kindi, Batlamyus, Tideus, Constantinus Africanus gibi bilim insanlarının yakın zamanda çevrilmiş optik ve felsefe konulu eserlerinden alıntılar ile bir çalışma yaptı. Bacon cam küre parçalarını büyüteç gibi kullanarak ışığın nesnelerden kaynaklanmadığını, nesnelerden yansıdığını ortaya koydu. İlk takılabilir gözlük 1286 yılı civarında İtalya'da icat edildi. Bu icat mercekleri bileyerek ve cilalayarak gözlük yapılmasını sağlayan optik endüstrisinin başlangıcıydı. İlk olarak Venedik ve Floransa'da 13. yüzyılda başlamış daha sonra Hollanda ve Almanya'da da gözlük merceği yapım atölyeleri açılmıştır. Gözlük yapımcıları görüşü düzeltmek için zamanın optik teorisinden (merceklerin nasıl çalıştığını açıklayamıyordu) edindikleri bilgilerle değil merceklerin etkilerini inceleyerek öğrendikleri bilgilerle farklı mercek tipleri geliştirdiler. Mercek alanındaki gelişmeler, ustalaşma ve deneyler; 1595'te bileşik ışık mikroskobunun, 1608'de refrakter teleskopun Hollanda'daki mercek atölyelerinde icat edilmesini sağladı. 17. yüzyılın başlarında Johannes Kepler geometrik optikte ilerleme kaydetmiştir. Kepler mercekleri, düz ve küresel aynalarda yansımayı, iğne deliği kameranın çalışma prensibini, ışığın yoğunluğunun ters kare yasası ile ilişkisini, Ay ve Güneş tutulmasını, ıraklık açısını açıklamıştır. Aynı zamanda retinanın görüntüleri kaydetme rolü olduğunu anlamış ve mercek yapımcılarının 300 yıllık gözlemlerinin ardından değişik mercek çeşitlerinin etkileri bilimsel olarak ölçülmüştür. Teleskobun icadından sonra Kepler; teleskobun çalışma prensibinin teorik temellerini oluşturmuş; teleskoplar için Kepler teleskobu olarak bilinen ve büyütmeyi arttırmak için iki dışbükey mercek kullanan daha iyi bir yöntem geliştirmiştir. Optik teori 17. yüzyılın ortalarında René Descartes'ın The World adlı eserinde bulunan tezlerle ilerleme kaydetti. Bu tezlerde yansıma ve kırılma ,ışığın onu üreten nesneler tarafından emildiği varsayılarak, açıklandı. Bu antik Yunan yayılma teorisinden çok farklıydı. 1660'ların sonlarına doğru, Newton Descartes'in fikrini Işığın Tanecik Kuramı'na dönüştürdü. Bu kurama göre beyaz ışık bir prizma aracılığıyla içeriğindeki renklere ayrılabilen birçok rengin karışımıydı. 1690'da Christiaan Huygens, 1664'te Robert Hooke tarafından yapılan çıkarımlara dayanarak dalga teorisini önerdi. Hooke, Newton'ın ışık teorilerini halka açık bir şekilde eleştirdi. İkisi arasındaki anlaşmazlık Hooke'un ölümüne kadar sürdü. 1704 yılında Newton, "Opticks"'i yayınladı. Fiziğin diğer alanlarındaki başarısı sebebiyle yaşadığı dönemde ışığın doğası tartışmasının galibi olarak düşünülüyordu. Newtonyen optik 19. yüzyılın başlarına kadar kabul gördü ta ki Thomas Young ve Augustin-Jean Fresnel'in girişim deneyleri ile ışığın dalga modelini yayınlamasına kadar. Young'ın meşhur çift yarık deneyi ışığın süperpozisyon ilkesine uyduğunu gösterdi. Bu durum Newton'ın parçacık teorisinde öngörülmemişti. Bu çalışma ışığın kırınım teorisine yönlendirdi ve fiziksel optikte yeni bir çalışma alanı yarattı. 1860'larda dalga optiği James Clerk Maxwell tarafından elektromanyetik teori ile başarıyla birleştirildi. Optik teorideki bir sonraki gelişme 1899 Max Planck'ın siyah cisim ışımasını doğru olarak modellemesi oldu. Bu modelde Planck madde ile ışık arasındaki enerji değişimlerinin sadece "kuanta" adını verdiği belirli enerji düzeylerinde gerçekleşebildiği varsaydı. 1905'te Albert Einstein kuantizasyonun ışığın kendisinden kaynaklandığını açıklayan fotoelektrik etki teorisini yayınladı. 1913'te Niels Bohr atomların sadece belirli ve kesikli enerji düzeylerinde enerji yayıldığını gösterdi. Bu keşif emisyon ve absorpsiyon spektroskopisindeki kesikli çizgileri açıkladı. Işık ve madde arasındaki etkileşimin anlaşılması kuantum optiğinin temelini atmasının yanı sıra kuantum mekaniğinin bir bütün olarak geliştirilmesinde önemli bir rol oynadı. Sonuç olarak; kuantum elektrodinamiği tüm optik ve elektromanyetik süreci sanal ve gerçek fotonların değişimi olarak açıkladı. Kuantum o
ptiği 1953'te maserin, 1960'ta lazerin icadıyla günlük hayatta kullanım bakımından önem kazandı. Paul Dirac'ın kuantum alan kuramı üzerine çalışması ve George Sudarshan, Roy J. Glauber, Leonard Mandel'in katkıları 1950 ve 1960'larda fotodedektör, istatiksel mekanik alanlarında daha fazla bilgi edinmek için kuantum teorisinin elektromanyetik alana uygulanmasını sağladı. Klasik optik iki ana dala ayrılır: geometrik optik ve fiziksel optik. Geometrik optikte, ya da ışın optiği, ışığın düz çizgiler üzerinde yol aldığı varsayılır. Fiziksel optikte, ya da dalga optiği, ışık elektromanyetik bir dalga olarak düşünülür. Geometrik optik, dalgaboyu optik elemanlar ve modellenen sistem için çok küçükse fiziksel optiğin indirgenmiş hali olarak düşünülebilir. "Geometrik optik" ya da "ışın optiği", ışığın dalga olarak yayılmasını farklı ortamlara geçerken yansıma veya kırılma yasalarıyla düz yolda ilerleyen ışınlar şeklinde gösterir. Bu yasaların ampirik keşfi 984 yıllarına kadar uzanır. Bu süreç içinde optik cihaz ve araç tasarımında bu yasalar kullanılmıştır. Yasalar şu şekilde özetlenebilir: Işık ışını iki geçirgen yüzey arasından geçerken yansıyan ve kırılan ışınlar olmak üzere ikiye ayrılır. Yansıma ve kırılım yasaları Fermat ilkesinden çıkarılabilir. Bu ilkeye göre: "bir ışık ışını herhangi iki nokta arasında ilerlerken, izlediği yol en az zamanı gerektiren yoldur." Geometrik optik genellikle paraksiyal yaklaşım ya da "küçük açı yaklaşımı" ile basitleştirilir. Bunun sonucunda matematiksel işlemler doğrusal olur. Böylece optik bileşenler ve sistemler basit matrislerle açıklanabilir. Bu Gaussyan optiğin temelidir ve "paraksiyal ışın izleme" ile birlikte bir optik sistemin resim ve nesnenin yaklaşık konumu, büyütme gibi temel özelliklerini bulmada kullanılır. Yansımalar ikiye ayrılır: düzgün yansıma ve dağınık yansıma. Düzgün yansıma, ışığın ayna gibi parlak yüzeylerden basitçe ve öngörülebilir bir şekilde yansımasıdır. Düzgün yansımada yansıyan görüntünün konumu gerçek olabileceği gibi sanal da olup uzayda tahmin edilebilir bir konumda olabilir. Dağınık yansıma; opak, berrak olmayan, kâğıt ve kaya gibi nesnelerin yüzeyinde gerçekleşen yansımadır. Bu yüzeylerdeki yansımalar, yansıyan ışığın ,kaynak yüzeydeki materyalin mikroskobik yapısına bağlı olarak, tam dağlımı ile sadece istatistiksel olarak belirlenebilir. Birçok dağınık yansıtıcının özelliği Lambert Kosinüs Yasası ile açıklanır ya da tahmin edilir. Bu yasa herhangi bir açıdan bakıldığında aynı parlaklığı veren yüzeylerde kullanılır. Parlak yüzeylerde hem dağınık hem de düzgün yansıma görülebilir. Düzgün yansımada yansıyan ışının yönü, gelen ışının yüzey normali (ışının yüzeye değdiği noktadan çizilen dikme) ile yaptığı açıya göre belirlenir. Gelen ışın, yansıyan ışın ve normal aynı düzlemdedir. Gelen ışının normalle yaptığı açı yansıyan ışının normalle yaptığı açıya eşittir. Bu aynı zamanda Yansıma Yasası olarak da bilinir. Düzlem aynalarda yansıma yasasına göre nesnenin görüntüsü, nesnenin aynaya uzaklığına eşit mesafede düz ve aynanın arkasında oluşur. Nesne ile görüntünün boyu eşittir. Yasa aynı zamanda ayna görüntüsünü dönüşümçarpanı ile sağ-sol farkına sebep olduğunu da ifade eder. İki (ya da herhangi bir çift sayı) defa yansımaya uğramış bir nesnenin görüntüsünde dönüşüm (sağ-sol farkı) yoktur. Köşe yansıtıcılar ışının izlediği yoldan geri dönmesini sağlar. Yüzeyleri kavisli olan aynalar ışın izleme ile ve yüzeyinin her noktasında yansıma yasası kullanılarak modellenebilir. Parabolik yüzeye sahip aynalarda ise birbirine paralel ışınlar aynadan yansır ve ortak bir odakta birleşirler. Diğer kavisli yüzeyler de ışığı odaklayabilir fakat ışınlar ıraksak şekle sahip aynalarda saparak sonsuzda odaklanır. Özellikle küresel aynalar, küresel sapmaya neden olur. Kavisli aynalar görüntüyü büyütebilir ve küçültebilir ya da büyütme negatif olur. Büyütmenin negatif olması görüntünün ters döndüğünü işaret eder. Düzgün görüntüler sanal, ters görüntüler ise gerçek görüntülerdir. Bu sayede ters görüntüler bir ekrana aktarılabilir. Kırınım ışık kırılma indisi farklı bir ortama geçerken gerçekleşir. Bu prensip sayesinde mercekler ışığı odaklayabilmektedir. En basit şekilde kırılma; ışık kırılma indisi formula_2 olan bir ortamdan kırılma indisi formula_3 olan bir ortama geçerken gözlenir. Bu gibi durumlarda Snell yasası ışık ışının sapma miktarını hesaplar: burada formula_5 ve formula_6 sırasıyla gelen ve kırılan ışının (dalganın) normalle yaptığı açıdır. Bu durum aynı zamanda ortam değişirken ışık hızının da değişimini hesaplamak için de kullanılabilir. burada formula_8 ve formula_9 ilgili ortamdaki dalga hızlarıdır. Snell Yasası'nın birçok sonucundan biri de ışık ışınlarının yüksek kırıcılık indisi olan maddeden düşük kırıcılık indisi olan maddeye doğru gitmesidir. Arayüzle temas sonucu tüm ışının yansıyıp hiçbir kısmının emilmemesi de olasıdır. Bu olaya tam yansıma denir ve Fiber optik teknoloji bu mantıkla çalışır. Işık sinyalleri fiber optik kabloda ilerlerken tam yansımaya uğrar bu sayede kablo boyunca ışık kaybı olmaz. Aynı zamanda yansıma ve kırılma kullanarak polarize ışık ışınları elde etmek mümkündür. Kırılan ve yansıyan ışın dik açıyla gelirse yansıyan ışın "düzlemsel (lineer) polarizasyon" özelliği kazanır. Bu gibi durumların gerçekleşmesi için gereken gelme açısına Brewster açısı denir. Snell Yasası, ortam doğru ışık ışınlarının kırılma indisi ve geometrisi bilinen "lineer ortam"da sapma miktarlarını ölçmek için kullanılabilir. Örneğin ışığın bir prizmadan geçmesi sonucu ışınların sapması ve yayılması prizmanın şekline ve konumuna bağlıdır. Ek olarak çoğu maddede farklı frekanstaki ışıkların farklı kırılma indisi olduğu için kırılma gök kuşağındaki gibi ışık tayfı üretebilir. Bu olayın keşfi Isaac Newton'a mal edilir. Işığı kırabilen maddelerde kırınım indisi pozisyonla aşamalı olarak değişir ve böylece ışık ışınları düz çizgiler halinde değil bükülmüş olarak yol alır. Bu etki; sıcak havalarda havanın kırılma indisinin değişerek ışık ışınlarının bükülmesine ve uzaktaki nesnelerin çeşitli şekillerde (havuz yüzeyinde olduğu gibi) algılanmasına sebep olur. Serap olayı buradan kaynaklanır. Birden fazla kırılma indisine sahip maddelere değişken-indisli (GRIN) maddeler denir. Bu maddeler modern optikte fotokopi makinesi ve tarayıcı gibi cihazların yapımında olduğu gibi birçok alanda kullanılmaktadır. Bu olay Değişken indis optiği alanında incelenir. Kırılma ile ışınları birleştiren ya da ayıran cihazlara mercek (lens) adı verilir. İnce mercekler, merceğin iki tarafında da odak noktası oluşturabilirler. Bu noktalar Lensmaker denklemi ile modellenebilir. Genel olarak iki tip mercek vardır: paralel ışınları birleştiren konveks (dışbükey, ince kenarlı ya da yakınsak) mercek ve paralel ışınları ayıran konkav (içbükey, kalın kenarlı ya da ıraksak) mercek. Merceklerin oluşturduğu görüntünün ayrıntılı tahmini için küresel aynalarda kullanılan ışın izleme yöntemi kullanılabilir. Küresel aynalarda olduğu gibi ince merceklerde de verilen odak noktasının uzunluğu (formula_10) ve nesne uzaklığı (formula_11) kullanılarak basit bir denklem ile cismin görüntüsünün nerede olduğu belirlenebilir: Bu denklemde formula_13 görüntünün mesafesini ifade eder ve görüntü ile nesne aynı tarafta ise negatif; farklı tarafta ise pozitif kabul edilir. Odak uzaklığı formula_10 konkav merceklerde negatif alınır. Paralel gelen ışınlar ince kenarlı (konveks) mercek tarafından, merceğin uzak tarafında odaklandırılarak bir odak uzaklığı mesafede ters bir şekilde gerçek görüntüye dönüştürülürler. Sonlu bir mesafedeki nesneden gelen ışınlar odak noktasından daha öte bir noktada odaklanırlar; nesne merceğe yaklaştıkça görüntü mercekten uzaklaşır. Kalın kenarlı (konkav merceklerde), paralel gelen ışınlar mercekten geçtikten sonra mercekten bir odak uzunluğu mesafede, paralel ışınların geldiği mercek tarafındaki düz bir sanal görüntüden kaynaklanmışçasına dağılırlar. Sonlu mesafedeki bir nesneden gelen ışınlar, merceğe odak noktasından daha yakın, nesne ile aynı tarafta olan bir sanal görüntü ile ilişkilendirilirler. Nesne merceğe yaklaştıkça, sanal görüntü de merceğe yaklaşır. Aynı şekilde, bir merceğin büyütmesi ise aşağıda gösterildiği şekildedir: Bu formüldeki eksi (-), bir kongrede alınan karara göre, pozitif ise düz, negatif ise ters nesneleri belirtir. Aynalara benzer olarak, tek mercek ile oluşmuş görüntüler düz ise sanal, ters ise gerçek görüntülerdir. Merceklerde odağı ve görüntüyü bozan optik aberasyonlar gözlemlenebilmektedir. Bu aberasyonlar (sapınçlar) geometrik kusurlardan ya da ışığın değişik dalga boyları nedeniyle ortaya çıkan kırınım indeksi değişiminden (kromatik aberasyon) kaynaklanabilmektedir. Nautilus (Jules Verne) Nautilus, Jules Verne'in "Denizler Altında Yirmi Bin Fersah" adlı 1870 ve "Esrarlı Ada" adlı 1874 yılı romanlarında anlatılan, hayal ürünü bir denizaltıdır. Jules Verne bu denizaltıyı Robert Fulton'un icat ettiği ve ilk kullanılabilir denizaltı olan "Nautilusdan esinlenerek isimlendirmiştir. Vatan (gazete, 2002) Vatan, Bağımsız Gazeteciler Yayıncılık A.Ş'ye bağlı olarak çıkan günlük bir gazetedir. İmtiyaz sahibi, Demirören ailesidir. Demirören-Karacan ortaklığı tarafından 2011 yılında alınmıştır. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni İsmail Yuvacan, Ankara Temsilcisi Bilal Çetin'dir. Yayın Kurulunda Bilal Çetin, Okay Gönensin, Zülfü Livaneli, Güngör Mengi, ve Aydın Öztürk bulunmaktadır. Merkez sol bir siyasi çizgi takip eden gazeteye bağlı olarak Vatan Grubu dergileri de yayımlanmaktadır. Renkli olarak basılmakta ve spor, ekonomi, televizyon, magazin gibi bölümleri bulunmaktadır. ColdFusion ColdFusion bir programlama dilidir. Daha çok web tabanlı uygulamalar yazmakta kullanılır. JJ Allaire ve kardeşi Jeremy Allaire tarafından geliştirilen ColdFusion, sonradan Macromedia ile Allaire firmalarının birleşmesi sonucu Macromedia bünyesine katılmıştır. Gelişmiş web programcılarının kullandığı bir programlama dilidir. MySQL, PostgreSQL, Oracle , MS SQ
L, DB2 ,Ms Access, dBASE, FoxPro ve Paradox veritabanlarıyla uyumlu olarak çalışabilir. Allaire ve Macromedia bünyesinden sonra Adobe firması tarafından satın alınıp geliştirilmeye devam edilmektedir. 2006 yılına gelindiğinde; Adobe, Macromedia'yı bünyesine kattığı için, artık "Adobe ColdFusion" olarak anılmalıdır. J2EE tabanlı bir web sunucu sistemi olan ColdFusion, hızlı uygulama geliştirme olanakları, teknoloji desteği, gelişmiş veritabanı desteği, kolay öğrenilebilirliği, Flash gibi diğer Macromedia ürünleri ile doğrudan entegrasyonu gibi birçok özelliği ile ön plana çıkmaktadır. ColdFusion uygulama sunucusu, 7.0 sürümü ile birlikte daha kararlı hale gelmiştir. Kısa sürede orta/büyük ölçekte projeler tamamlamak, gelecekteki ek masraflarla uğraşmadan tek seferde ücretini ödeyerek kendinizi rahat hissetmek, bilindik programlama sorunları ile uğraşmadan iş bitirmek ve böylece para kazanmak istiyorsanız, bu dil tam size göredir. Eğer küçük ölçekte projeler geliştirmek istiyorsanız, ColdFusion size biraz pahalı gelebilir. Böyle bir durumda, Macromedia, hosting ortaklarından birini tercih edebilirsiniz. ColdFusion'un dili CFML'dir. Doğal bir belgelendirmeli yapıya sahiptir. Fakat, geliştirim esnasında mutlaka bir metodoloji veya framework kullanmalısınız. En meşhur CFML metodolojisi Fusebox ve en meşhur framework [ http://www.mach-ii.com/ Mach-II] sayılabilir. Bununla birlikte, alternatifleri incelendikten sonra oluşturulan, yerli üretim olan, büyük ve küçük projelerde sınanmış; sade, basit, hızlı, kolaylaştırıcı yönleriyle öne çıkan Reaction Framework de mutlaka incelenmelidir. ColdFusion aslında iki ayrı şeydir: Birincisi bir uygulama sunucusudur ikincisi ise bir dil. Birçok ColdFusion geliştiricisi bu iki şeyi birbirinden ayırt etmez. ColdFusion uygulama sunucusunu yüklerler ve ColdFusion dilini (bu dil CFML olarak adlandırılmaktadır, CFML ColdFusion Markup Language kelimelerinin kısaltmasıdır) kullanarak bu uygulama sunucusunda çalışacak uygulama geliştirirler. ColdFusion dili aynı zamanda, J2EE uygulama sunucusu gibi diğer üst uç uygulama sunucularının üzerinde de kullanım kolaylığı avantajı ile kullanılabilir. CFML dili her iki şekilde de ColdFusion ya da tercih ettiğiniz başka bir uygulama sunucusu üzerinde güçlü uygulamaları hızlı ve kolayca geliştirebilmek için kullanılır. Dominik Cumhuriyeti Dominik Cumhuriyeti (İspanyolca "República Dominicana", okunuşu 'Republika Dominikana'), Karayiplerdeki Hispanyola adasında yer alan bir ülkedir. Hispanyola, Porto Riko'nun batısında, Küba ve Jamaika'nın doğusunda yer alır. Venezuela ile deniz sınırı vardır. Adanın batı kısmında Haiti bulunur. Dominik Cumhuriyeti ile Dominika karıştırılmamalıdır. Dominik Cumhuriyeti Avrupalıların Amerika kıtalarında ilk oluşturdukları yerleşimdir. Başkenti, Santo Domingo da Amerika'lardaki ilk sömürge başkentiydi. Bağımsızlığının büyük bir bölümünde ülkede siyasi buhran yaşanmış, halkı temsil etmeyen ve baskıcı pek çok hükümet tarafından idare edilmiştir. 1961'de diktatör Rafael Leonidas Trujillo Molina'nın ölümünden sonra Dominik Cumhuriyeti temsili demokrasiye geçmiştir. Dominik Cumhuriyeti’nin tropik bir iklimi vardır. Fakat mevsimsel sıcaklık değişimlerinden çok bölgesel sıcaklık farklılıkları görülmektedir. Ağustos ayı bunaltıcı şekilde sıcak olur. Ülkede iki yağmurlu mevsim vardır, Ekim’den Mayıs’a kadar kuzey kıyıları, Mayıs’tan Ekim’e kadar güney kıyıları yağmurlu olur. Bu yağmurlar, sadece serinletici etkilidir ve yarım gün sürer. Haziran-Eylül ayları kasırga mevsimidir. Dominik Cumhuriyeti’nin resmî para birimi Dominik Pesosu'dur. Doğu karayip doları da kullanılmaktadır. Ülkenin 2007 yılında nüfusu Birleşmiş Milletler tarafından 9.760.000 olarak tahmin edilmiştir. Ortalama ömür 73,7 yıl (2002 tahmini), okur yazarlık oranı % 82,1 (1995 tahmini). Kristof Kolomb'un "yeni dünya"yı keşfinde ilk ayak bastığı yer Bahamalar'da San Salvador adasıdır, daha sonra Küba'nın kuzeyini gezmiş ve Dominik Cumhuriyetinin ve Haiti'nin bulunduğu Hispanyola adasına geçmiştir. Son yıllarda geçirdiği değişim zinciriyle Karayipler'in en lüks tatil mekanlarından biri haline gelmiştir. Dünya Turizm Örgütü istatistiklerine göre Dominik Cumhuriyeti Karayiplerin en popüler turizm yeridir. Turizm, Dominik Cumhuriyeti'nin ekonomisinde önemli yer tutar. Dominik Cumhuriyeti geçmişte yoğun yağmur ormanları ve başka hiçbir yerde bulunmayan 1500 türü kapsayan çeşitli bitki örtüsü ile kaplıydı. Bugün birçok bataklık kurumuş ve ağaçlar kömür için kesilmiştir fakat hala korunmuş kesimler vardır. Ülkede yoksulluk ve aşırı nüfus gibi ciddi problemler vardır. Dominik Cumhuriyeti’ndeki birçok örgüt artan nüfus ile ekosistem üzerindeki baskı arasında sağlam bir ilişki kurmak için çalışmaktadır. Tüm bunlara rağmen Dominik Cumhuriyeti sahip olduğu ciddi güzellikteki sayfiye yerleri, mangrov bataklıkları, dağlık ormanları, çiçek açan düzinelerce ağaçları ve 218’den fazla kuş türü bulunmaktadır. COBOL COBOL (COmmon Business Oriented Language), bir programlama dili. Ticaret alanı ve özellikle iş yerlerinin yönetimiyle ilgili konularda, tüm dünyada kullanılmak üzere hazırlanmıştır. ISAM yapısına izin veren sınırlı sayıdaki dilden biridir. Sayı tipi sınırsızdır. COBOL 2002 'den beri Nesne Yönelimli Programlama'yı desteklemektedir . COBOL 1959'da Üniversiteler, Hükümetler ve Ticari Kuruluşlar tarafından oluşturulan bir komite tarafından yaratılmıştır. "COBOL" ismi 18 Eylül 1959'da toplanan komitenin kararıdır. Toplam olarak dört bölümden oluşur. Daha önceden ilk geliştirilme amacı olarak ticaret ile uğraşan kurum veya kuruluşlarda kurumları temsil eden kişiler ile müşterileri arasındaki her türlü ilişkiyi bilgisayar ortamında geliştirilmiş programlamlarla gerçekleştirilmesini sağlayan bir yazılım olarak ortaya çıkmıştır. Kişiler arasında ilişkileri yukarıda anlatılan bölümler arasında tanımlanan mantıksal yordamlarla gerçekleştirmeyi amaçlayan bir yazılım dilidir. Günümüzde COBOL'un bulunduğu konum çok önemlidir. Bunun nedenlerinden biri Microsoft tarafından 2001 yılında piyasaya sürülen .NET Framework 1.1 versiyonu ile desteklenmeye başlamış olmasıdır. Gelişen ticaret dünyasına ve bunun yanında gelişen yapay zeka teknolojisine destek vermek amacı ile Microsoft tarafından destek verilmiştir. .NET Framework bileşenlerini kullanarak basit bir metin düzenleyici aracılığıyla yazılan COBOL kodları ".cb" uzantısı ile kaydededilir ise, .NET derleyicisi tarafından derlenebilir. COBOL'da kod yazmak kolay ve zevklidir. Bunun nedeni genellikle çok fazla iç ve dış kod bulundurmamasıdır. Prolog gibi sınırlı sayıda koda sahiptir. Programcı mantıksal olarak tanımlamak istenen durumları belirler ve dilin kendisine sunduğu yapıları kullanarak bunların kombinasyonlarını sağlayarak sonuç üretmeye çalışır. Eski bir yazılım olmasına rağmen COBOL günümüzde bankalarda hala kullanılmaktadır. Friedrich Engels Friedrich Engels (28 Kasım 1820, Barmen (şimdiki Wuppertal) - 5 Ağustos 1895, Londra), 19. yüzyıl Alman politik filozof. Karl Marx’la beraber, Komünist Manifesto’yu (1848) yazarak komünist kuramın geliştirilmesinde önemli bir rol aldı. Karl Marx hayatını kaybettikten sonra onun en önemli eseri "Das Kapital"in son iki cildini tamamladı. Engels, şimdiki Wuppertal'da doğdu. Babası fabrikatör Friedrich Engels, annesi Elisabeth Franciska Maurita idi. Saygın bir aileden gelen Engels ilk eğitimine Barmen'de başladı. 1834 yılında Elberfeld'deki daha ileri durumundaki bir okula başladı. Bu sırada babasıyla ilk fikir ayrılıkları başladı. 1837 yılında liseyi bitirmesine bir yıl kala babası tarafından okuldan alınarak Barmen'deki aile şirketinde muhasebecilik yapmak zorunda kaldı. 1838 yılında Bremen'e giderek burada ünlü sanayici Heinrich Leopold'un yanında çalıştı ve 1841 yılına kadar eğitimine devam etti. Bremen'in kozmopolit ortamında yeni düşüncelerle karşılaşan Engels hem mesleğinde başarılı oldu hem de edebiyat ve sanatçı çevrelerine girmeye başladı. Bu dönemde çeşitli gazetelerde değelendirme yazıları yazdı ve makale, şiir, drama gibi alanlarda eserler verdi. "Telegrap für Deutschland" gazetesinde "Friedrich Oswald" mahlasıyla yazılar yazdı. 1841 yılında bir yıllık gönüllü askeri görevini yapmak için Berlin'e gitti. Topçu birliğinde askerken Berlin Üniversitesindeki felsefe derslerini takip etti. Buradaki ilk "Genç Hegelciler" arasında yer aldı. 1842 yılında o dönemdeki önde gelen burjuva muhalif gazetelerden olan "Rheinische Zeitung"da Prusya devletinin gidişatını eleştiren bir yazı dizisi kaleme aldı. 1842 yılında babası tarafından İngiltere Manchester'a gönderildi. Yol üzerinde Köln kentinde "Rheinische Zeitung" bürosunu ziyaretinde ilk kez Karl Marx ile karşılaştı. 1845 yılında İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu konulu bir makale yayınladı. Aynı yıl, editörlüğünü Paris’teki Karl Marx’ın yaptığı Franco-German Annals adlı dergiye yardım etmeye başladı. Marx Engels ile kişisel olarak tanışmasının ardından onunla kapitalizm üzerine aynı bakış açısına sahip olduklarını fark etti.Marx, Engels'e ve fikirlerine büyük hayranlık duyarak Engels ile birlikte çalışmaya karar verdi. Marx'ın 1845 Ocağında Fransa’dan sürülmesinden sonra, diğer Avrupa ülkelerine nazaran daha fazla ifade özgürlüğü vadeden Belçika’ya gitmeye karar verdiler. 1845 Temmuz'unda Engels, Marx’ı İngiltere’ye götürdü. Burada Engels, İrlandalı emekçi bir kadın olan Mary Burns’le tanıştı. İkisi de o dönem radikal olarak nitelendirilen fikirleri benimsediklerinden dolayı burjuva anlamında evliliğe karşı oldukları için birlikte olmalarına rağmen hiç evlenmediler. Beraberlikleri 1863 yılında Mary Burns ölünceye kadar devam etti. Engels içlerinde George Harney’in de olduğu Çartist hareketin liderleriyle tanıştı. 1846 Ocağında Engels Marx'ı da yanına alarak Brüksel’e döndü. Burada Komünist Yazışma Komitesi’ni kurdu. Tasarısı Avrupa’nın çeşitli bölgelerindeki sosyalist liderleri birleştirmekti. İngiltere’deki sosyalistler Engels'in fikirlerinden etkilenerek Londra’da bir toplantı düzenlediler ve Komüni
st Birlik adı verilen yeni bir organizasyon oluşturdular. Engels buraya bir delege olarak katıldı ve eylem stratejisinin geliştirilmesine öncülük etti. 1847 yılında Engels ve Marx birlikte bir broşür yazmaya başladılar. Temelini Engels’in Komünizmin İlkeleri adlı kitabının oluşturduğu bu 12.000 kelimelik broşür altı haftada bitirildi; Engels'in amacı komünizmi kitleler için anlaşılabilir kılmaktı. Komünist Manifesto adı verilen bu broşür 1848 Şubatında yayımlandı. Ama yayımlandıktan henüz 1 ay sonra, Mart'ta Engels ve Marx Belçika’dan kovuldular. Köln’e taşındılar ve Marx radikal bir gazete olan Yeni Ren Gazetesini Engels'in desteğini alarak çıkarmaya başladı. Engels, 1848 devriminin önderiydi. Ve bu ayaklanma ilk ciddi Sosyalist ayaklanmaydi. Ve bu ayaklanma sonraki komünist ayaklanmaların en büyük ilham kaynağı oldu. Engels Elberfeld’deki ayaklanmada aktif olarak bulundu, Prusyalılara karşı düzenlenen Baden Seferi’nde Baden-Palatinate ayaklanmasındaki serbest güçlerin komutanı olan August Willich’in yaveri olarak savaştı. Aslında bu yaverlik bir aldatmacaydı. Çünkü August Willich tüm emirleri Engels'ten alıyordu. 1849 yılında İngiliz hükümetine, başta Engels olmak üzere birçok sosyalist liderin sürülmesi için baskı yapıldıysa da Başbakan Lord John Russell bunu reddetti. Yalnızca Engels tarafından kendilerine sağlanan parayla Marx ailesi büyük bir yoksulluk içinde yaşadı. Engels, Marx ailesi kendi ailesi olmasa dahi sonuçta hem bir aile geçindiriyor, hem fikri mücadele veriyor, hem de serbest güçlerin fikri ve askeri sahada stratejik önderliğini yapıyordu. 1870’te Londra’ya taşınmadan evvel, Engels Marx’a yeterli geliri sağlayabilmek için Manchester’daki fabrikasında çalışmaya gitti. Marx'ın 1883'teki ölümünden sonra Komünist kitle Engelsi artık o ölene dek fikri ve askeri alanda önder kabul ettiler. Bununla birlikte, tek eşli evliliğin erkeklerin kadınlar üzerinde baskı kurmak için ortaya attığı tek taraflı bir yalan olduğunu söyleyerek Feminist kuramın kurucularından sayılmaktadır. Bu bağlamda komünist kuramı aileyle ilişkilendirerek, erkeklerin kadınlar üzerindeki hakimiyetinin tıpkı kapitalist toplumlarda burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki hakimiyetine benzediğini iddia etti. Engels, 1895 yılında Londra’da bir otel odasında tek başınayken çalışma masasında makalesini yarım bırakmış bir halde ölü bulundu. Ölüm sebebi boğaz kanseridir. Öldüğünde hiç çocuğu yoktu. Engels paranın olmadığı bir dünya istiyordu. Engels'in tüm fikirleri Marx'ı çok büyük bir etki altında bıraktığı gibi bu fikri de Marx'ta derin bir etki bıraktı. Engels bu fikrini ölmeden birkaç saat önce yaşadığı olayı yine ölmeden önce yazdığı son makalesinde şöyle bir örnekle açıklamıştır: Friedrich Engels bu ve bu gibi durumda olanları burjuvazinin ve kapitalizmin ağına yakalanmış zavallı akılsızlar olarak tanımlıyor. Hidrojen Hidrojen (Yunanca: "ὑδρογόνο" (İdrogono = "su yapan"); Latince: Hydrogenium; Osmanlıca müvellidülmâ = su yapan), element sembolü H olan, 1 atom sayılı ametaldir. Standart sıcaklık ve basınç altında renksiz, kokusuz, metalik olmayan, tatsız, oldukça yanıcı ve H olarak bulunan bir diatomik gazdır. 1.00794 g/mol'lük atomik kütlesi ile tüm elementler arasında en hafif elementtir. Periyodik cetvelde sol üst köşede yer alır. Hidrojen, evrenin kütlesinin %75'ni oluşturan ve evrende en çok bulunan elementtir. Ana hatta bulunan yıldızların çoğunluğu plazma halinde olan hidrojenden oluşur. Elementel hidrojen dünyada az bulunur. Endüstride metan gibi hidrokarbonlardan üretilebildiği gibi, pahalı olsa da suyun elektrolizinden de üretilebilir. Hidrojenin en yaygın doğal izotopu, nötronsuz protiyumdur. Hidrojen pek çok elementle bileşik verebilir, suda ve pek çok organik molekülde bulunur. Suda çözünen moleküller arasındaki asit-baz tepkimlerinde önemli rol oynar. Schrödinger denkleminin analitik olarak çözülebildiği tek nötral molekül olduğu için, hidrojen atomunun enerji basamakları ve bağ özellikleri kuantum mekaniğinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Hidrojen 1500'lü yıllarda keşfedilmiş, 1700'lü yıllarda yanabilme özelliğinin farkına varılmış, evrenin en basit ve en çok bulunan elementi olup, renksiz, kokusuz, havadan 14.4 kez daha hafif ve tamamen zehirsiz bir gazdır. Güneş ve diğer yıldızların termonükleer tepkimeye vermiş olduğu ısının yakıtı hidrojen olup, evrenin temel enerji kaynağıdır. -252.77 °C'de sıvı hale getirilebilir. Sıvı hidrojenin hacmi gaz halindeki hacminin sadece 1/700'ü kadardır. Hidrojen bilinen tüm yakıtlar içerisinde birim kütle başına en yüksek enerji içeriğine sahiptir. 1 kg hidrojen 2,1 kg doğalgaz veya 2,8 kg petrolün sahip olduğu enerjiye sahiptir. Ancak birim enerji başına hacmi yüksektir. Hidrojen gazını yapay olarak ilk defa T. Von Hohenheim (ayrıca Paracelsus, 1493 - 1521, olarak da bilinir) tarafından güçlü asitlerle metalleri karıştırarak elde etmiştir. Bu kimyasal reaksiyon sonucu elde edilen bu yanıcı gazın yeni bir element olduğunun farkına varamamıştır. 1671 yılında hidrojen Robert Boyle tarafından demir çubuk ve seyreltik asit çözeltilerinin reaksiyonu sonucu üretilerek yeniden keşfedilmiştir. 1766 yılında Henry Cavendish metal asit reaksiyonuyla elde edilen, havada yanan, yandığı zaman su açığa çıkaran hidrojenin ayrı bir element olduğunun farkına varmıştır. Cavendish'in hidrojenle tanışması cıva ve asitlerle yaptığı deneyler zamanında olmuştur. Başlangıçta hidrojenin cıvayı oluşturan birimlerden biri olduğunu, cıvanın asitle reaksiyonundan ortaya çıktığını düşünmüş, buna rağmen hidrojenin pek çok önemli özelliğini gerçekçi şekilde tasvir edebilmiştir. 1783'te Antoine Lavoiser,Laplace ile Cavendish'in bulduklarını tekrarlarken, yandığı zaman su üreten bu gaza hidrojen adını vermiştir. Hidrojen gazını yapay olarak ilk defa T. Von Hohenheim (ayrıca Paracelsus, 1493 - 1521, olarak da bilinir) tarafından güçlü asitlerle metalleri karıştırılarak elde edilmiştir. Bu kimyasal reaksiyon sonucu elde edilen bu yanıcı gazın yeni bir element olduğunun farkına varamamıştır. 1671 yılında hidrojen Robert Boyle tarafından demir çubuk ve seyreltik asit çözeltilerinin reaksiyonu sonucu üretilerek yeniden keşfedilmiştir. 1766 yılında Henry Cavendish metal asit reaksiyonuyla elde edilen, havada yanan, yandığı zaman su açığa çıkaran hidrojenin ayrı bir element olduğunun farkına varmıştır. Cavendish'in hidrojenle tanışması cıva ve asitlerle yaptığı deneyler zamanında olmuştur. Başlangıçta hidrojenin cıvayı oluşturan birimlerden biri olduğunu, cıvanın asitle reaksiyonundan ortaya çıktığını düşünmüş, buna rağmen hidrojenin pek çok önemli özelliğini gerçekçi şekilde tasvir edebilmiştir. 1783'te Antoine Lavoiser, Laplace ile Cavendish'in bulduklarını tekrarlarken, yandığı zaman su üreten bu gaza hidrojen adını vermiştir. Hidrojenin ilk kullanım yerlerinden biri balonlar ve daha sonraları zeplinlerdir. Bu amaçlar için hidrojen metalik demir ve sülfürik asidin reaksiyona girmesiyle elde edilmiştir. Hidrojen Hindenburg adlı, havada yanarak yok olan zeplinde kullanılmıştır. Balonlarda daha sonraları oldukça patlayıcı olan hidrojenin yerine inert helyum kullanılmıştır. 1 proton ve 1 elektrondan oluşan hidrojen atomu, basit atomik yapısı, ışık emilim ve yayma spekturumu sayesinde atomik yapının geliştirilmesinde önemli rol oynamıştır. Hidrojen molekülünün ve ona karşılık gelen H katyonu basit yapısı kimyasal bağların doğası hakkında önemli bilgiler vermiş, bu 1920'li yıllların ortalarında hidrojen atomunun kuantum mekaniği uygulamasıdır. Hidrojen evrenin kütlece %75'ini, atom sayıca %90'nı oluşturur ve bu oranlarıyla evrende en çok bulunan elementtir. Bu element yıldızlarda, dev gaz gezegenlerinde büyük miktarda bulunur. Moleküler hidrojen bulutları yıldızların oluşumuyla bağlantılıdır. Hidrojen yıldızların proton-proton nükleer füzyon reaksiyonuyla enerji üretmesinde önemli rol oynar. Evrende hidrojen atomik ya da plazma halinde bulunur. Plazma hali atomik halinden oldukça farklıdır. Bu halde hidrojen elektronu ve protonu bağlı değildir ve bu oldukça yüksek elektrik iletkenliği ve ışık yayılımına (güneş ve diğer yıldızlar ışık yayar) sahiptir. Yüklü partiküller elektrik ve manyetik alanlarda oldukça etkilenirler. Mesela, güneş rüzgarında dünyanın magnetospheri ile etkileşerek Birkeland akımları ve auroraya yol açarlar. Uzayda hidrojen nötral atomik halde bulunur. Normal şartlar altında hidrojen biatomik gaz (H) halinde bulunur. Hafifliği nedeniyle diğer daha ağır gazlara göre yerçekimi kuvvetinden kolayca kurtulur. Bu nedenle dünya atmosferinde hidrojen gazı oranı oldukça düşüktür (hacimce 1 ppm). Hidrojen atomu ve H molekülü uzayda bolca bulunduğu halde dünya da bunların üretimi ve saflaştırılması oldukça güçtür. Bütün bunlara rağmen hidrojen dünyada en çok bulunan üçüncü elementtir. yeryüzündeki hidrojen su, hidrokarbonlar gibi kimyasal bileşiklerin içinde bulunur. Hidrojen gazı bazı bakteri ve algae tarafından üretilir. Günümüzde methan gazı önemi artan bir hidrojen kaynağıdır. Atomun doğada üç izotopu vardır. Bunlar H, H, ve H. Oldukça kararsız diğer izotoplar (H - H) laboratuvar koşullarında sentezlenmiştir. Hidrojen, izotoplarının değişik isimleri olan tek elementtir. IA grubu elementleri, Ca, Sr,Ba gibi aktif metallerin su ile reaksiyonu sonucunda hidrojen gazı elde edilir. Ca(k) + 2H2O à Ca2+ (aq) + 2OH-(aq) + H2 (g) Hidrojen zehirsiz ve havadan 14,4 kez daha hafif bir gazdır. Güneş ve diğer yıldızların termonükleer tepkimeyle vermiş olduğu ısının yakıtı hidrojen olup, evrenin temel enerji kaynağıdır. -252,77 °C'ta sıvı hale getirilebilir. Sıvı hidrojenin hacmi gaz halindeki hacminin sadece 1/700'ü kadardır. Hidrojen bilinen tüm yakıtlar içerisinde birim kütle başına en yüksek enerji içeriğine sahiptir (Üst ısıl değeri 140,9 MJ/kg, alt ısıl değeri 120,7 MJ/kg). 1 kg hidrojen, 2,1 kg doğalgaz veya 2,8 kg petrolün sahip olduğu enerjiye sahiptir. Petrol yakıtlarına göre ortalama 1,33 kat daha verimli bir yakıttır. Buna karşın, enerji olarak kullanılabilmesi için doğadaki bileşiklerd
en ayrıştırılması gerekir. Üretilmesi de göz önünde bulundurulduğunda petrol gibi hazır yakıtlar kadar kârlı değildir. Ancak hidrojenin diğer yakıtlardan önemli bir farkı, güneş veya rüzgar enerjisinin yardımıyla sudan üretilebilmesi ve kullanıldığında tekrar suya dönüşebilmesidir. Bu özellik hidrojenin herkesin üretimine ve kullanımına açık bir yakıt olmasını sağlar. Hidrojen doğada serbest halde bulunmaz, bileşikler halinde bulunur. En çok bilinen bileşiği ise sudur. Isı ve patlama enerjisi gerektiren her alanda kullanımı temiz ve kolay olan hidrojenin yakıt olarak kullanıldığı enerji sistemlerinde, atmosfere atılan ürün sadece su ve/veya su buharı olur. Bunun dışında çevreyi kirleten hiçbir gaz ve zararlı kimyasal madde (karbonmonoksit veya karbondioksit gibi) üretimi olmaz.. Aktinit Aktinitler, periyodik tabloda yedinci sırada yer alan elementler. Atom numaraları 89 ile 103 arasına olan 15 radyoaktif elementten oluşur. Bunlar; aktinyum, toryum, protaktinyum, uranyum, neptünyum, plutonyum, amerikyum, küriyum, berkelyum, kaliforniyum, aynştaynyum, fermiyum, mendelevyum, nobelyum, lavrensiyum'dur. Bunlardan ilk dört element doğada bulunurlar. Diğerleri nükleer reaksiyonlarla elde edilmektedir. Aktinitler ismi serideki ilk element olan aktinyumdan ve esas olarak elementlerin radyoaktivitelerini ima eden Yunanca ακτις (aktis), "ışın" kelimesinden alır. Bu elementlerin en önemli ortak özelliği, elektron katılımının 5f orbitalinde gerçekleşmesidir. Geçiş metallerinin bir alt serisi konumundadırlar ve doğada çok ender bulunurlar. Bilohirsk Bilohirsk (Kırım Tatarcası: Qarasuvbazar, Ukraynaca: Білогірськ, Rusça: Белогорск) Kırım’ın güneyinde yer alan bir şehirdir. Şehrin adı 1944'e kadar Karasubazar idi. Kırım tatarlarının en eski şehirlerinden birisidir. Şehir hakkında ilk bilgiler XII. asıra aittir. 1944 Mayıs Sürgününe kadar kırımdaki Tatar nüfusunun coğunlukta olduğu 3 şehirden birisi idi. Karasubazar bölgesinin nüfusu; 70.000'dir. Şehir merkezinin nüfusu; 20.000'dir. Nüfusun %35i KırımTatarıdır. Kırımın ortasında yer alır. İngiliz Milletler Topluluğu İngiliz Milletler Topluluğu (İngilizce: Commonwealth of Nations), geçmişte Britanya İmparatorluğu'nun parçası olan devletler ile sonradan katılmış devletlerin oluşturduğu uluslararası bir koalisyon. Kelime kökeni olarak Eski İngilizce'de "ortak çıkar, fayda" anlamına gelen "commonwealth" sözcüğü günümüz İngilizce'sinde "bağımsız devlet" (genellikle demokratik cumhuriyet) anlamında kullanılır. 1648 İngiliz Devrimi sonrasında, I. Charles'in idam edilmesi (1649) ve kraliyetin lağvedilmesi ile ortaya çıkan ve 1660 yılında II. Charles'ın kral olmasıyla son bulan cumhuriyetçi döneme "Commonwealth Dönemi" denir. İç savaşı bastıran general Oliver Cromwell önce parlamentonun başkanı, sonra da diktatör olarak hüküm sürmüştür. Kral olmayı reddetmiş, kendisini İngiliz Cumhuriyeti'nin "Muhafız Efendisi" olarak tanımlamıştır. 1658'de Cromwell'in ölümünden sonra oğlu Richard yerini dolduramamış, 1659'da sürgüne gönderilmiştir. 1660 yılında da kraliyetin yeniden kurulmuş ve II. Charles başa geçmiştir. Günümüzde Commonwealth, Birleşik Krallık önderliğinde bir araya gelmiş, bağımsız devletleri nitelemek amacıyla kullanılır. İngiliz Milletler Topluluğu karşılıklı ekonomik etkileşime dayanan bir oluşumdur. Büyük çoğunluğu tarihte Britanya İmparatorluğu'nun eyaleti veya sömürgesi olmuş ülkelerdir ve günümüzde çoğu bağımsız olan bu ülkeler kendi rızalarıyla bu oluşumun bir parçası olarak kalmaya devam etmektedirler. Bu devletlerin bir kısmı geçmişte imparatorluğun parçası olmamakla beraber sonradan birliğe katılmışlardır. Zaman içerisinde bu topluluğu terkeden, topluluktan çıkarılan ve sonradan geri kabul edilen ülkeler olmuştur (Bkz. üye ülkeler listesi). Üye ülkelerin bir kısmı Birleşik Krallık hükümdarını sembolik olarak en üst düzey yöneticileri olarak tanırlar. Birbirlerinden farklı yönetim biçimleriyle (meşrutiyet, demokrasi, diktatörlük vs.) yönetilebilirler. Birleşik Krallık Kral/Kraliçesi tarafından Devlet Başkanı sıfatıyla temsilci atadığı Genel Valiler Devlet Başkanı ve hükümdarı “Kraliçe II. Elizabeth"'dir. Kraliçe'nin temsilcisi Genel Vali'dir ve genellikle emekli olmuş eski politikacılar veya diğer seçkin ülke arasından Başbakan önerisiyle Kraliçe tarafından atanır. Genel Vali, siyaset dışı bir figür olup Avam Kamarası ve Senato'nun çıkardığı kararnamelere kraliyet onayını sağlamak, devlet belgelerini imzalamak, parlamento toplantılarını resmen açıp kapatmak ve seçimler öncesi parlamentoyu feshetmek gibi görevleri vardır. Hem Kraliçe hem de Genel Vali çok az yetkiye sahip sadece göstermelik yöneticilerdir ve hemen her zaman Hükümet Başkanı Başbakan'ın tavsiyesi doğrultusunda hareket ederler. Her dört senede bir İngiliz Milletler Topluluğu Oyunları adlı çok sporlu etkinlik düzenlenmektedir. Üyelik tarihine ve bölgelere göre sıralama: Gelişim biyolojisi Gelişim biyolojisi, canlıların büyüme ve gelişimlerini inceleyen bilim dalı. Modern gelişim biyolojisi, dokular, organlar ve sistemlerin oluşumunda rol alan hücrelerin gelişimini, değişimini, farklılaşımını ve şekil almasını (morfojenez) inceler. Embriyoloji, gelişim biyolojisinin bir alt birimidir ve tek hücrenin (genelde zigotun) oluşumundan embriyonik gelişim aşamasının sonuna kadarki gelişimi inceler ki serbest yaşam bazen embriyonik gelişimin tamamlanmasından da önce başlar. Bir başka alt dal ise evrimsel gelişim biyolojisidir. Bu dal 1990'larda moleküler gelişim biyolojisi ve evrimsel biyolojideki buluşların birleştirilmesi ve yeni bakış açılarının yaratılması ile ortaya çıkan bir sentezdir. Evrimsel gelişim biyolojisi canlıların evrimsel bağlamdaki organizmal formları ve çeşitliliğiyle ilgilenir. Traklar Traklar, Antik çağda bugünkü Trakya, Bulgaristan ve Kuzey Yunanistan'da yaşamış, MÖ 4. yüzyılda Büyük İskender'in topraklarını ele geçirmesiyle asimile olmuş bir kavimdir. Herodot'a göre Hindulardan sonra dünya üzerindeki en kalabalık halk idiler. Bu kavmin en önemli boylarını Odris Krallığı, Getae ve Daklar teşkil etmekteydi. Astai: Yıldız dağlarında oturmuş olanlar Apsintiler: Enez doğusunda oturmuş olanlar Binnai: Meriç'in orta ve aşağısında oturmuş olanlar Bessalar: Rodop ile Haimos arasındaki vadilerde oturmuş olanlar Bettegerriler: Edirne civarında oturmuş olanlar Bisaltlar: Akte yarımadasında oturmuş olanlar Bistanlar: Ege kıyılarında oturmuş olanlar Briantlar: Semadirek adası karşısında oturmuş olanlar Danthaletler: Yukarı Vardar bölgesinde oturmuş olanlar Darsiler: Aşağı Vardar mecrasında oturmuş olanlar Digerler: Rila vadisinin kuzeyinde oturmuş olanlar Drugeriler: Orta Meriç bölgesinde oturmuş olanlar Hedonlar: Aşağı Vardar vadisinde oturmuş olanlar Tynler: İğneada ve midye bölgesinde oturmuş olanlardır. Trakların en savaşcı halkıdır Kainoiler: Marmara sahilinde oturmuş olanlar Kebreniler: Arisbos çayı üzerinde oturmuş olanlar Kikonlar: Biston gölü civarında oturmuş olanlar Kovpiller: Dedeağaç bölgesinde oturmuş olanlar Kalopothaklar: Enez'in güneyinden gelibolu yarımadasına kadar olan bölgede oturmuş olanlar Ladepsoylar: Ergene vadisinde oturmuş olanlar Mygdonlar: Axias ile vardar arasında oturmuş olanlar Nipsoylar: Kıyılara yakın yerlerde oturmuş olanlar Odomantlar: Aşağı vardar vadisinde oturmuş olanlar Odrysler: Tunca vadisinden sahile kadar olan bölgede oturmuş olanlar Paitler: Aşağı meriç'ten melas nehrine kadar olan bölgede oturmuş olanlar Pieresler: Makedonya'dan sürülmiş olanlar Pyrageriler: Arsuz bölgesinde oturmuş olanlar Saioylar: Taşoz civarında oturmuş olanlar Sapailar: Bistanis gölü ve rodopların içine kadar olan bölgede oturmuş olanlar Satrailer: Rodoplarda oturmuş olanlar Selletler: Balkanlarda oturmuş olanlar Serdailer: Sofya civarında oturmuş olanlar Setonlar: Pallene yarımadasında oturmuş olanlar Sintoylar: Axias ile Vardar arasındaki dağlık bölgede oturmuş olanlar Trallesler: Yukarı nestosta oturmuş olanlar Hypsaltalar: Odryslerin komşusu olup Meriç bölgesinde yaşamış olanlar Trakya bölgesinin her üç ülkesinde de, Traklardan günümüze kalabilmiş tek yapılar kral mezarları olan yığma tepelerdir (tümülüs). Troia şehri Trakların bir kısmına başkentlik yapmıştır. Kral ve üst kesim burada yaşarken çiftçiler at yetiştiricileri ve asker aileleri başkente Trakya'dan hizmet etmekteydi. Truva destanında şehirdeki üstün Trakya atlarının salıverilme operasyonundan bahsedilir. Truva savaşında ağır yara alan halkın bir kısmı buradan göç etmiştir ve kalanlar bir daha bölgeye eskisi kadar hakim olamamıştır. Göç edenlerin gittikleri yer ise İtalya istikametidir. Bu göçmenler orada Yunanlar tarafından Tyrrhenoi veya Tyrrsenoi adlarıyla bilinmişlerdir. iznik ve çevresinde yapılan yüzey çalışmalar ve Semavi Eyice'nin araştırmalarında bir antik kentin ortaya çıktığını o bölgede Trak kavimi göçlerinden görmekteyiz." dedi. Ayrıca Eski Yunan mitlerinden Dionysus ve Orpheus karakterlerini yaratmışlardır. Topkapı Sarayı Topkapı Sarayı (Osmanlı Türkçesi: طوپقپو سرايى), İstanbul Sarayburnu'nda, Osmanlı İmparatorluğu'nun 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca, devletin idare merkezi olarak kullanılan ve Osmanlı padişahlarının yaşadığı saraydır. Bir zamanlar içinde 4.000'e yakın insan yaşamıştır. Topkapı Sarayı Fatih Sultan Mehmed tarafından 1478’de yaptırılmış, Abdülmecit’in Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmasına kadar yaklaşık 380 sene boyunca devletin idare merkezi ve Osmanlı padişahlarının resmi ikâmetgâhı olmuştur. Kuruluş yıllarında yaklaşık 700.000 m.² lik bir alanda yer alan sarayın bugünkü alanı 80.000 m² dir. Topkapı Sarayı, saray halkının Dolmabahçe Sarayı, Yıldız Sarayı ve diğer saraylarda yaşamaya başlaması ile birlikte boşaltılmıştır. Padişahlar tarafından terk edildikten sonra da içinde birçok görevlinin yaşadığı Topkapı Sarayı hiçbir zaman önemini kaybetmemiştir. Saray zaman zaman onarılmıştır. Ramazan ayı içerisinde padişah ve ailesi tarafından ziyaret edilen Kutsal Emanetler Dairesi’nin her yıl bakımının yapılmasına ayrı bir önem verilmiştir.
Topkapı Sarayı’nın ilk defa, adeta bir müze gibi ziyarete açılması Abdülmecit dönemine rastlamıştır. O dönemin İngiliz elçisine Topkapı Sarayı Hazinesi’ndeki eşyalar gösterilmiştir. Bundan sonra Topkapı Sarayı Hazinesi’ndeki eski eserleri yabancılara göstermek gelenek haline gelir ve Abdülaziz zamanında, ampir üslupta camekanlı vitrinler yaptırılır, hazinedeki eski eserler bu vitrinler içinde yabancılara gösterilmeye başlanır. II. Abdülhamid tahttan indirildiği sıralarda Topkapı Sarayı Hazine-i Hümâyûn’un pazar ve salı günleri olmak üzere halkın ziyaretine açılması düşünülmüşse de bu gerçekleşememiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle 3 Nisan 1924 tarihinde halkın ziyaretine açılmak üzere İstanbul Âsâr-ı Atika Müzeleri Müdürlüğü’ne bağlanan Topkapı Sarayı önce Hazine Kethüdalığı, sonra Hazine Müdüriyeti adıyla hizmet vermeye başlamıştır. Bugün ise Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü adıyla hizmet vermeye devam etmektedir. 1924 yılında bazı ufak onarımlar yapıldıktan ve ziyaretçilerin gezebilmeleri için gereken idari önlemler de alındıktan sonra Topkapı Sarayı 9 Ekim 1924 tarihinde müze olarak ziyarete açılmıştır. O tarihte ziyarete açılan bölümler Kubbealtı, Arz Odası, Mecidiye Köşkü, Hekimbaşı Odası, Mustafa Paşa Köşkü ve Bağdat Köşkü’dür. Günümüzde büyük turist kitlelerini kendine çeken saray 1985 yılında UNESCO Dünya Mirasları Listesi'ne giren "İstanbul Tarihî Yarımada" içerisindeki tarihi eserlerin en başında gelmektedir. Günümüzde müze olarak hizmet vermektedir. Topkapı Sarayı, Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç arasında kalan tarihsel İstanbul yarımadasının ucundaki Sarayburnu’nda Bizans akropolü üzerinde kurulmuştur. Saray, kara tarafından Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı Sûr-ı Sultâni, deniz tarafından ise Bizans surları ile şehirden ayrılmıştır. Çeşitli kara kapılarıyla ve deniz kapılarıyla saray içerisindeki değişik yerlere açılan kapıların haricinde, sarayın anıtsal girişi Ayasofya'nın arkasında bulunan Bâb-ı Hümâyûn (Saltanat Kapısı)dur. Topkapı Sarayı yönetim, eğitim yeri ve padişahın ikâmetgâhı olması sebebiyle oluşturulan yapılanmaya uygun olarak iki ana bölüme ayrılmıştır. Bunlar, birinci ve ikinci avludaki hizmet yapılarından oluşan Birun ile iç örgütlenme ile ilgili yapılardan oluşan Enderun’dur. Sarayı şehirden ayıran ve Fatih tarafından sarayın inşaatıyla birlikte yaptırılmış olan Sur-i Sultani içerisindeki saray alanına Bâb-ı Hümâyûn’dan girilmektedir. Kapının en üstünde Ali bin Yahya Sofi tarafından yazılmış bulunan müsemmen(karşılıklı) tarzda, celi sülüs hat ile Hicr Suresi'nin 45-48. ayetleri yazılıdır. Kapının üstündeki ilk kitabede sadeleştirilmiş şekliyle şöyle yazar: "Bu mübarek kale, Allah'ın rızası ve inayetiyle bina edilmiş. Karaların sultanı, denizlerin hakanı, iki alemde Allah'ın gölgesi, Doğu'da ve Batı'da Allah'ın yardımı, su ve toprağın kahramanı, Konstantiniyye'nin fatihi ve cihan fetihlerinin babası olan Sultan Mehmed Han oğlu Sultan Murad Han oğlu Sultan Mehmed Han'ın Allah Teala onun hükümdarlığını ebedi kılsın ve makamını feleğin en parlak yıldızının üstüne çıkarsın, Ebu'l Feth Sultan Mehmed Han emriyle 883(Hicri) yılının mübarek Ramazan ayında(Kasım-Aralık 1478) imar ve inşa edildi." ifadesi yer alır. Kitabenin altında ve kapının iç tarafında bulunan II. Mahmut ve Abdülaziz’e ait tuğralardan, kapının birkaç defa onarıldığı anlaşılmaktadır. Bab-ı Hümayun’un iki yanında, kapıcılara ayrılmış küçük odalar vardır. Kapının üstünde 1866 yılında yandığı için günümüze ulaşamayan, Fatih Sultan Mehmed’in kendisi için yaptırdığı köşk biçiminde küçük bir daire vardı. Üst katın asıl önemi Beytül mâl (Kapı arası hazinesi) olarak kullanılmış olmasıdır. Padişahın ölen kulları veya varissiz ölen şahısların servetlerinin sultan hazinesine alınması sistemi olan muhallefat sistemi ile bağlantılı olan bu mekan, sultan hazinesine alınmayan emtianın yedi sene emanete alındığı mekan olarak kullanılmıştır. Bab-ı Hümayun'dan girilen, asimetrik planlı bu avluya saray-kent-devlet üçlü yönetim sisteminin ikinci derecede öneme sahip olan yapıları yerleştirilmiştir.Burası halkın belirli günlerde girebildiği ve devletle olan ilişkilerini yürüttüğü bir merkez niteliğindedir. Devlet erkanının at ile girebildiği tek alandır. Bab-ı Hümayun’u Bab-üs Selam’a bağlayan 300 metre uzunluğundaki ağaçlı yol sultanların Cülus, Sefer, Cuma Selamlıklarına ihtişamla geçtiklerine sahne olmuştur.Bu avlu aynı zamanda Elçi alayları, Beşik alayları ile Valide Sultanların saraya taşınmasındaki Valide alaylarına da sahne olmuştur. Alay Meydanı’nında bulunan hizmet yapıları Sol tarafta sarayın ihtiyacını karşılayan odun ambarı ve hasırcılar ocakları bulunmaktaydı. Hamamları, koğuşları, işlikleri, ahırları ile bir bütün teşkil eden bu kısımlar günümüze ulaşamamıştır. Avlunun sol tarafındaki, günümüzde Karakol Restoran olarak hizmet veren bina, Osmanlı döneminde Topkapı Sarayı'nın dış karakolu olarak kullanılmaktaydı. Bu yapılardan sonra gelen Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren Cebehane olarak kullanılan Aya İrini Kilisesi günümüze ulaşmış ender yapılardandır. Cebehane’nin yanından başlayarak sarayın bahçelerine ve Çinili Köşk’e geçit veren yol boyunca uzanan bu yapılar günümüze tamamıyla değişmiş olarak gelmiştir. Darphanenin 17.786 metrekarelik kısmı günümüze ulaşmıştır, Darphane Genel Müdürlüğü Damga Matbaası Daire Başkanlığı, Röleve ve Anıtlar Müdürlüğü ile Restorasyon ve Konservasyon Merkez Laboratuvarı Müdürlüğü bu yapıların bir kısmını kullanmaktadır. Koz bekçileri kapısından sonra gelerek Arkeoloji Müzesi’nin karşısında kalan yapıları Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan kiralayan Tarih Vakfı kullanmaktadır. Günümüzde I. Avlu'da Bulunmayan Yapılar Darphane binalarının sonunda Kız bekçileri veya Koz bekçileri adı verilen bir kuruluşun yerinin bulunduğu bilinmektedir. Görevleri depoların ve haremin dıştan korunması olan Koz bekçiler Ocağı’nın bulunduğu kısımdaki yolun üzerindeki kapı da Koz Bekçiler Kapısı adıyla anılmaktadır. Bâb-ı Hümâyûn’un girişinden itibaren sağ tarafta sırasıyla Enderun Hastahanesi, sarayın Marmara tarafındaki yapılarına ve bahçelerine inen yol ile Dizme ya da Dizme Kapısı denilen kapı, Hasfırın ve Dolap Ocağı vardı. Kapının girişine yaklaştıkça II. Abdülhamid tarafından meydanın bu kenarındaki duvara taşınan 16. yüzyıla ait Cellat Çeşmesi görülür. Yolun sol tarafında ise avlunun Bab-üs Selam’a yakın kısmında küçük sekizgen köşk biçiminde bir yapı bulunuyordu.Külah biçiminde sivri çatısı olan yapı Kağıt Emini Kulesi veya Deavi Kasrı olarak da tanınmaktadır. Buraya her gün Kubbealtı vezirlerinden biri gelerek halkın verdiği dilekçeleri toplar, dava sahiplerini dinler ve konuyu Divan’a sunardı. Bugün aşağı yukarı bu mekânın bulunduğu yerde saraya giren-çıkan ziyaretçilere yiyecek-içecek servisi yapılan DÖSİM’e ait çay bahçesi bulunmaktadır. Fatih Sultan Memed tarafından 1468 yılında yaptırılmıştır. Kanunî döneminde yapılan onarımlardan sonra, kesme taştan, geniş kemerli portal tonozu, yan nişleri ile 16. yüzyıl Osmanlı mimarisinin klasik unsurlarını yansıtan kapı, İki kulesi ile çağdaşı Avrupa kale kapılarına da benzer. Demir kapı 1524’te İsa bin Mehmed tarafından yapılmıştır. I. Avluya bakan cephede Kelime-i Tevhid, Sultan II. Mahmud tuğrası, yanlarda 1758 tarihli tamir kitabeleri ve Sultan III. Mustafa tuğraları vardır. Surlarla çevrili Saray-ı Hümayun'un yapıları: Otluk Kapısı, Balıkhane Kapısı, Saadet Kapısı, Haseki Hamamı, Alay Köşkü, Zeynep Sultan Camii, Soğukçeşme Kapısı, Ayasofya, III. Ahmet Çeşmesi, Ahırkapı Feneri, İncili Köşk, Odun Kapısı, Has Ahır, Hasbahçe, Şevkiye Köşkü, Vükela Kapısı, Eski Kayıkhaneler, Sepetçiler Kasrı, Yalı Köşkü, Demirkapı, Yalıköşkü Kapısı, Yeni Darphane, Darphane Köşkü, Babı Hümayun, Gülhane Kasrı, Gotlar Sütunu, Babüsselam, Arz Odası, Çinili Köşk, Revan Köşkü, Bağdat Köşkü, III. Osman Köşkü, Sofa Köşkü, Lala Bahçesi, Birinci Avlu, İkinci Avlu, Üçüncü Avlu, Topkapı Sarayı. İç saraydaki yapılar: Babüsselam, Mutfak kanadı, Babüssaade, Arz odası, Fatih Köşkü, Hekimbaşı odası, Ağalar Camii, İç hazine, Raht Hazinesi, Has Ahır, Kubbealtı, III. Ahmet Kütüphanesi, Sünnet odası, III. Murat Köşkü (DBİA, C.7, 283-5) Claude Jade Claude Jade (d. 8 Ekim 1948, Dijon - ö. 1 Aralık 2006, Paris), Fransız aktris. Claude Jade 19 yaşında oynadığı, adlı filmle tanındı: François Truffaut 'nun Antoine Doinel filmlerinden "Çalınmış Buseler (Baisers volés)", "Aile Yuvası (Domicile conjugal)" ve "Kaçan Aşk" "(L'amour en fuite)", de oynamış, 1948 Dijon doğumlu Fransız aktris. 2000 yılında West Palm Beach Festivali'nden "Yeni Dalga" ödülü alan oyuncuya hastalık döneminde oğlu eşlik etmişti. Usta Fransız sinemacı François Truffaut'nun önde gelen filmlerinin başrol oyuncularından ve yönetmenin büyük aşklarından Claude Jade hayatını yitirdi. Paris'te ölen 58 yaşındaki Jade göz kanseri tedavisi görüyordu. 1960'lı yıllarda tiyatroda oynarken Truffaut'nun dikkatini çeken Jade, yönetmenin 1968 yılındaki 'Çalınan Öpücükler (Çalınmış Buseler)' filminde başrol oynadı ve büyük bir şöhrete erişti. Truffaut'yla yaşadığı aşkı da dillere destan olan oyuncu yönetmenin 'Domicile Conjugal', 'L'Amour En Fuite' filmlerinde de oynadı. Alfred Hitchcock'un 'Topaz' filminde de rol alan oyuncu birçok Fransız yönetmenle çalışmış ayrıca televizyon yapımlarında da boy göstermişti. 2004 yılında otobiyografisi Baisers Envoles'i yazan Jade, Francois Truffaut ilgili detayları ve ilişkisini ortaya koymasıyla gündeme gelmişti. 1 Aralık 2006'da 58 yaşında öldü. Kerç Kerç (Kırım Tatarcası: Keriç, Ukraynaca: Керч, Rusça: Керчь), Kırım Özerk Cumhuriyeti'nin doğusundaki Kerç Yarımadası'nda yer alan bir şehir. Kuzey Kafkasya'dan Kerç Boğazı ile ayrılır. Kerç, yerleşimin antik dönemlere uzandığı kentlerden biridir. Bugünkü kentin yakınlarındaki Mayak köyündeki arkeolojik bulgular, buranın MÖ 17-15. yüzyıllarda yerleşme merkezi olduğunu göstermiştir. Bir kentsel yerleşme olarak Kerç’in tarihi MÖ 7. yüzyıldan başladı. Miletoslu Yunan koloniciler Kerç Boğazı kıyısında bir kent d
evleti olan Pantikapaeumos’u kurdular. Bugünkü Kerç kenti bu antik kentin temelleri üzerinde yükseldi. Kent, MÖ 480 yılında Bosporos Krallığı’nın başkenti oldu. Pantikapaeumos kenti, Asya ve Avrupa ticaret yolu üzerinde olduğu için kısa sürede gelişti. Tahıl ve balık ihracı merkezi olmasının yanında şarapçılık da önemliydi. Kentin zamanla nüfusunun önemli kısım İskitler, Sarmatlar gibi halklardan oluşmaya başladı. Pantikapaeumos, MS 1. yüzyılda Ostrogotların, 375 yılında da Hunların saldırılarına uğradı ve önemli ölçüde zarar gördü. Perekop, Ukrayna Perekop (Kırım Tatarcası: Or Qapı, Ukrayna dili: Перекоп, Rusça: Перекоп) Ukrayna’da Kırım yarımadasını anakaraya bağlayan kıstak ve bu kıstak üzerinde yer alan kasabadır. Talep Talep piyasalarda, belirli bir mal ve hizmete yönelen, belirli bir satın alma gücüyle desteklenmiş, satın alma isteğidir. Kuşkusuz pek çok mal ve hizmet, pek çok kullanıcı tarafından talep edilmektedir. Ancak bu isteğin piyasada talep haline dönüşebilmesi için yeterli satın alma gücüyle desteklenmesi gerekir, aksi takdirde sadece kişisel bir niyet olarak kalır, ekonomi üzerinde herhangi bir etkisi olmaz. Herhangi bir mal ve hizmete yönelen bu piyasa talebini etkileyen pek çok unsur vardır, moda, kişisel tercihler ve kişisel gereksinimlerin şiddeti, ikame mal ve hizmetlerin koşulları gibi. Ancak bunların hiçbiri, ölçülebilir, genellenebilir ve öngörülebilir olmadıkları için, ekonomik olayları açıklamakta kullanılabilecek bir model açısından hareket noktası olarak alınamazlar. Ancak bir mal ya da hizmete yönelen talebin, fiyat değişmeleri karşısında göstereceği tepki ölçülebilir, genellenebilir ve öngörülebilir bir tepkidir. Dolayısıyla ekonomi biliminde fiyatla talep arasında fonksiyonel bir ilişki olduğu kabul edilir ve bu kavram "Talep Fonksiyonu" olarak tanımlanır. Kuşkusuz talep fonksiyonu, kişi ve kuruluşların belirli bir mal ya da hizmete yönelik taleplerinde fiyatın etkisini açıklamakta çoğu kez yetersiz kalacaktır. Ancak tüm ekonomi baz alındığında fiyatla talep arasında, negatif eğimli bir fonksiyon geçerlidir, fiyat yükseldikçe, talep düşecektir. Fiyatla talep arasındaki bu ilişkiye Talep kanunu denir. Belirli bir piyasada, belirli bir fiyat düzeyinde tüketicilerin almaya hazır oldukları mal miktarının, üreticilerin o fiyattan satmaya istekli oldukları miktardan daha fazla olması sonucu ortaya talep fazlası çıkar. Aşırı talep durumunda, diğer şartlarda bir değişme olmamak şartıyla, talep edilen mal miktarı ile arz edilen mal miktarı birbirine eşit oluncaya kadar arz ya da talep değişme gösterir. Ekonomi yeterince esnekliğe sahipse, arz artarak talebi karşılar. Ancak çoğu kez arz bu denli esnek değildir. Bu durumda fiyat, yükselme eğilimi içindedir. Talep, arz seviyesine düşene kadar fiyat artışları gerçekleşir. Aşırı talep, ülke ekonomisinde de toplam mal ve hizmet talebinin arzı aşan kısmını ifade etmektedir ve ülke ekonomisi üzerinde Enflasyonist etki yaratır. Büyük Britanya Büyük Britanya, İrlanda Adası'nın doğusunda yer alan, üzerinde İngiltere, Galler ve İskoçya'nın bulunduğu Birleşik Krallık'a bağlı ada. Büyük Britanya Adası, Britanya Adaları'nın en büyüğüdür. Adanın yüzölçümü 218.595 km² dir. Kuzey-güney doğrultusunda uzun bir ada olan Büyük Britanya'nın batı kesimi genellikle dağlıktır. Ancak yükseklikler fazla değildir. İskoçya'da Ben Nevis Tepesi 1.340 m, Galler'de Snowdown Tepesi 1.084 m'dir. Bütün ada hafif tepelerle düzlükler halinde uzayan çayır ve ağaçlıklarla kaplı yeşil bir ülkedir. İklim batıdan gelen okyanus etkisiyle yumuşak ve nemlidir. Batı kesimi daha çok yağış alır. Yıllık yağışlar 700-1.200 mm arasında değişir. Mevsimler arası sıcaklık farkı da çok azdır (Londra'da Ocak ayı ortalaması 5 °C, Temmuz ayı ortalaması 16,7 °C). Adanın en geniş yeri 130 km'yi geçmediği için ırmaklar kısadır. En önemli ırmaklar Thames, Trene, Severn'dir. Arzı Kız Efsanesi Kırım'ın Mishor kasabasında destanlara konu olmuş, efsanevi Arzı Kız’ın (Mishor Kızı) öyküsüdür. Yolu buraya düşenler Mishor Kızı’nın sahilden 20-30 metre açıktaki bronz heykelini görebilir ve hemen karşısındaki dalgalı ve derin Karadeniz'e girebilme ayrıcalığını yaşayabilirler. Mishor köyünde yaşayan Abiy Aga'nın biricik kızı dillere destan güzellikteki Arzı’nın pek çok taliplisi vardır. Kimsede gönlü olmayan Arzı Kız bir gün çeşme başında komşu köyden Emir Asan adlı yiğit bir delikanlı ile karşılaşır. Birbirlerine aşık olan iki genç, köydeki coşkulu nişan töreninin ardından düğün hazırlıklarında başlarlar. Köyde pek sevilmeyen tüccar Ali Baba, bir gün çeşme başında Arzı Kızı görür ve güzeller güzeli Arzı’yı kaçırıp saraya satmayı, bu işten de büyük paralar kazanmayı planlar. Bu amaçla Arzı Kızı adım adım takip ettirmeye başlar. Düğün günü gençler neşe içinde düğün hazırlıkları ile meşgulken Ali Baba ve adamları çeşme başındaki Arzı Kızı kaçırırlar ve tekneye bindirip yola koyulurlar. Arzı’nın çığlıklarını duyan Asan, Abiy Aga ve köy halkı çeşme başına geldiklerinde Arzı Kız’dan geriye sadece su testisi kalmıştır. Mishor’dan kaçırılan Arzı Kız, İstanbul’da ağırlığınca altın karşılığında satılır ve sarayda padişahın huzuruna çıkarılır. Artık Arzı Kız için hasret ve hüzün dolu günler başlamıştır. Sarayda mutsuzdur ve memleketini, Kırım’ı özlemektedir. Vatan hasretine dayanamayan Arzı Kız bir gün sarayın denize bakan kulelerinden birine çıkıp kucağında minik oğlu ile birlikte kendini denize bırakır. İşte o akşam, Arzı Kız kucağında yavrusu ile "Deniz Kızı" olup, Mishor’da çeşmenin başında kıyıya çıkar. Çeşme başında eski günleri düşünüp, geçmişi andıkan sonra, yürekten bir “Ah!..” çekerek kendini tekrar Karadeniz’in dalgalarına bırakır. Ruslar Kırım’ı işgal ettikten sonra bu bölgeyi mülküne geçiren Prens Knyaz Yusupov bu efsaneden çok etkilenir ve destanda adı geçen sahile bir çeşme ve Arzı Kız ile Ali Baba’yı tasvir eden bir anıt inşa ettirir. Denizin ortasında da deniz kızına dönüşen Arzı Kızı kucağındaki oğluyla tasvir eden bronzdan bir heykel yaptırır. Heykel zamanla Karadeniz’in azgın dalgalarına dayanamayarak yıkılsa da bilahare yerine bronzdan bir heykel daha yapılmıştır. Bu duygusal destansı hikâye, 1900’lü yılların başında Yusuf Bolat tarafından oyunlaştırıldı ve kısa zamanda Kırım Tatarlarının en meşhur tiyatro oyunlarından biri oldu. "Kırım Tatar Akademik Tiyatrosu" tarafından sahneye konan "Mishor Kızı Müzikali", 2002 senesinde Kırım Derneği Genel Merkezi tarafından organize edilen bir turne ile Türkiye’deki sanatseverlerin karşısına çıkmıştır. Eski Kırım Eski Kırım (Kırım Tatarcası: Eski Qırım, Ukrayna dili: Старий Крим, Rusça: Старый Крым). Ukrayna'nın Kırım Özerk Cumhuriyeti'nin doğusunda yer alan tarihi bir küçük şehir. 2001 yılı nüfus istatistiklerine göre nüfusu 9,960'dır. Balaklava Muharebesi Balaklava Muharebesi, 25 Ekim 1854'te meydana gelen, Kırım Savaşı sırasında Ruslar ile Kırım'ın Sivastopol kentini kuşatan Osmanlı Devleti - Birleşik Krallık - Fransız İmparatorluk ittifak kuvvetleri arasındaki muharebedir. İttifak kuvvetlerinin amacı Sivastopol'un limanı ve kalesini ele geçirmekti. Muharebenin bir tarafının bu üç değişik devlet tarafından oluşması, Alma Muharebesi'nde kazanılan ittifak zaferinin ardından meydana geldi. İttifak kuvvetleri Sivastopol kentine uzun sürecek bir kuşatma yerine hızlı bir şekilde saldırmaya karar verdi. Lord Raglan komutası altındaki İngilizler ve Canrobert komutası altındaki Fransızlar, birliklerini limanın güneyine konuşlandırdı. İngilizler Balaklava'nın güney limanına doğru ilerlerken, Fransızlar batı kıyısındaki Kamieş'e girdi. Fakat bu pozisyon, İngilizlerin sağ kuşatma kanadını zayıflattı, ve bu kanatta az asker vardı. Rus komutanı Liprandi, 25.000 askerini yanına alarak Balaklava civarındaki kuvvetlere saldırmaya hazırlandı, bunu yaparken İngilizlerle sağ kuşatma kanadının arasındaki bağı koparmayı umuyordu. Rus İmparatorluğu'nun süvari birlikleri Osmanlı askerleri yenip Balaklava Limanı'na giden yolunu açtı. Rus süvarileri önleyebilecek güç olarak az sayıda Osmanlı askerler ve Kraliyet Deniz Piyadesi (Royal Marines)'nin dışında Colin Campbell komutasındaki 93. Piyade Alayı ("Sutherland Highlanders" Regiment of Foot) kalmıştır. Alay iki sütun halinde hattı oluşturup Rus süvarilerinin şiddetli saldırlarını geri çevirmeyi başardı. 93. Piyade Alayı askerlerinin kırmızı renkli üniformasından dolayı bu çarpışma "İnce Kırmızı Hat" adıyla anıldı. "İnce Kırmızı Hat" tarafından geri çevirilen Rus süvari birliklerine bağlı 3500 atlı bu sefer James Yorke Scarlett komutasındaki ve 5. Dragoon Muhafız ile 6. Dragoon Muhafızı'ndan oluşturulan "Ağır Süvari Tugayı" (Heavy Cavalry Brigade)'na yöneldi. 600 atlıdan oluşan "Ağır Süvari Tugayı" Rus süvari birliklerine karşı saldırı düzenledi ve sayıca yaklaşık altı katı olan Rus süvarileri yendi. Balaklava Muharebe sırasında bir Rus topçu taburuna karşı gerçekleştirilen ve fiyaskoyla sonuçlanan "Hafif Süvari Tugayı"nın saldırısı "Hafif Süvari Alayının Hücumu - Charge of The Light Brigade" ismiyle Tennyson tarafından şiirleştirilmiştir. 1881'de Rudyard Kipling eleştiri niteliğindeki "The Last of the Light Brigade" şiirini yazmıştır. Charge of The Light Brigade (Hafif Süvari Alayının Hücumu) şiirinin Türkçeye çevrilip uyarlanmış bir kısmı şöyledir: "Karşılık vermek değil onların işi;" "Ya da sorgulamak herhangi bir şeyi," "Savaşıp ölmek hepsinin kaderi..." "Hepsi ölümün vadisine," "Sürdü atlarını altı yüzü de..."" Gözleve Muharebesi Gözleve Muharebesi (Rusça: Штурм Евпатории), Kırım Savaşı’nın muharebelerinden biri. Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa komutasında Osmanlı Ordusu Kırım'ın Gözleve (bugünkü Evpatoriya)'deki istihkam noktasına saldıran Rus İmparatorluğu güçlerini ağır kayıplarla geri püskürttü. Önemli Tatar yerleşimlerinden Gözleve liman kenti, Kırım’ın güney batısındaki Kalamiş (Kalamitski) Körfezi kuzeyindedir. Gözleve’de Mimar Sinan’ın 1552’de yaptığı bir cami vardır. 1783’te Rusya İmparatorluğu'nun egemenliğine giren Gözleve’nin adı Eupatoria oldu. Liman, Kırım’a 14
Eylül 1854’te başlayan Müttefik çıkarmasındaki ilk kıyıbaşı oldu. İzleyen 50 günde Müttefikler Alma, Balıklava ve İnkirman’da Rus direnişini kırıp, Sivastopol’u kuşattılar. Bu süreçte Osmanlı askeri önemli bir rol almadı. Deniz üstülüğünü yitiren Rus Karadeniz Filosu, Sivastopol limanı ağzında karaya oturtulmuştu. Müttefikler denizden rahatça ikmal yapıyorlardı. Dar yarımada kıstağı yakınındaki Gözleve ise, Rusların tek ikmal ve geri çekilme yolu üzerinde ciddi bir tehditti. Gözleve savunmasını Serdar-ı Ekrem Ömer (Lütfi) Paşa komutasındaki Osmanlı güçleri üstlendi. Tuna boyundan alınan takviyelerle asker mevcudu 30.000’e, top sayısı 100’e ulaştı. Kara tarafı tahkim edilen Gözleve, bir kaleye dönüştü. Toplar, kuzeye doğru yarım çember oluşturan, yer yer taşla berkitilip hendekler ve engellerle korunmuş toprak metrislere yerleştirildi. Kırım’daki Osmanlı kara gücü üç piyade ve bir süvari fırkası (tümen) ile, Ferik (Tümgeneral) Selim Paşa komutasında bir Mısır fırkasından kuruluydu. Bu gücün büyük bölümü Gözleve’deydi. Ferik Mehmet Paşa komutasında 1. Fırka Tuna boyundan yeni gelmişti. İki livasından (tugay) biri Tevfik Paşa, diğeri (Behram Paşa adı ve rütbesi ile) İngiliz Albay Cannon’un emri altındaydı. 2. Fırka komutanı Salih Paşa, 3. Fırka komutanı ise İsmail Paşa idi. Halil Paşa komutasındaki Osmanlı süvari fırkasından ise 400 atlı bir alay Gözleve’de ve Miralay (Albay) İskender Bey (Bkz. İskender Paşa) komutasındaydı. Limanda dört buharlı İngiliz saff-ı harp gemisi (HMS Valorous, HMS Curacao, HMS Viper ve HMS Furious) ile, bir Fransız (Veloce) bir de Osmanlı buharlı firkateyni (Şehvar) demirliydi. Fransız buharlı saff-ı harp gemisi Henri IV bir süre önce fırtınadan liman doğusunda kuma oturmuştu. Gemide 100 denizci ve dört bölük piyade kalmış, Kaptan Fervel ve subayları Ömer Paşa’nın emrine verilmişti. Fransızlar savunma hattının ortalarındaki bir tepeciğe bir çeşit tabya yapıp, buraya gemi topları yerleştirmişlerdi. Rus güçleri ise Korgeneral Stepan Aleksandroviç Hrulev komutasında 6 piyade alayı, 2 süvari tugayı, 5 Kazak süvari birliği (sotniya) ve 108 toptan oluşuyordu. Hrulev harekatın baskın olacağını umuyor, Gözleve’de sadece 30 kadar top bulunduğunu, toplar susturulunca piyadenin fazla direnmeden kaleyi boşaltacağını varsayıyordu. Rus topçusu kuzeybatı’daki yassı tepelere sessizce gelip 16 Şubat gecesi taarruz hazırlık mevzilerini aldı. Piyade topların arasında sipere girdi. Sağda Tuna ve Poltava, merkezde Aleksopol ve Kremençuk alayları mevzilendi. Sol kanada Azak ve Podolya alayları yerleşti. Yunan gönüllülerden oluşan bir milis birliği de merkezde ihtiyattaydı. İki kanatta süvariler vardı. Rus vurucu darbesinin, (Alman asıllı Tümgeneral Kridener komutasında) güçlü Azak alayının ve 76 topun mevzilendiği sol kanattan geleceği görülebilirdi ama 17 Şubat sabahı Gözleve’yi örten koyu sis, göz keşfine imkân vermiyordu. Çatışmalar gün ağarırken Osmanlı savunmasının sağ kanadına yönelen bir ağır top ateşi ile başladı. Osmanlı topçusu hemen güçlü bir karşılık vererek bu kanattaki Podolya Avcı Taburlarını epey hırpaladı. Ardından metrisleri aşmak için merdivenlerle koşan Yunan Milisler ve Azak piyadesi aynı kanada peş peşe üç kez yüklendilerse de kale önündeki engelleri aşamadılar. Saldırı kolları Osmanlı topçu ateşi ve zaman zaman İngiliz savaş gemisi Viper’dan atılan Congreve fişekleri ile sarsıldı. Ancak Rus hücumunu asıl kıran, yer yer süngü takıp karşı hücuma kalkan piyade ile geri çekilen Rus kollarını yanlardan vuran süvari birlikleri oldu. Piyade çarpışmalarında Mısır’lı komutan Selim Paşa ile Miralay Rüstem bey şehit düştüler. Dört saat süren çatışmalarda Ruslar 2.500 kadar yaralı ve ölü kayıp verip geri çekildiler. Kale’nin kaybı sadece 350 askerdi. 1855'te Kırım harp sahnesinde Sivasopol dışındaki tek önemli askeri harekat olan Gözleve çarpışması gerçek bir stratejik dönüm noktası oldu. Ruslar kaleye bir daha saldırmaya cesaret edemediler. Osmanlı savunmasıyla Müttefik elinde kalmaya devam eden Gözleve kalesi, Kırım kıstağı için tehdit olmaya devam etti. Böylece Rusların Kırım’da güçlü bir kara ordusu tutup müttefik kuşatmasını kırma ya da tehdit etme umutları da fiilen yok oldu. Çarpışmadan birkaç gün sonra Rus Çarı’nın öldüğü haberi geldi. Gözleve’de Osmanlı Ordusu (Silistre’den sonra) ikinci önemli savunma zaferini kazanmış oldu. Müttefiklerin gözünde Osmanlı askerinin ve Ömer Paşa’nın prestiji büyük ölçüde yükseldi. Ayrıca Osmanlı yüksek rütbeli askerleri bu savaşta Osmanlı askeri gücüne yeni manevralar yaptırmış, önündeki 50 yıl boyunca bu taktik ve düzene sadık kalmıştır. Tuna ve Kırım cephelerinde başarı ümidi kalmayan Rusya doğuya, Kars’a yöneldi. Savunması bir İngiliz Albayına bırakılan Kars kalesi Rus kuşatmasına epey direndikten sonra 26 Kasım 1855’te teslim olacaktır. Volkswagen Volkswagen AG, Almanya'da, 1937 yılında tek model halk tipi otomobil üretimi için Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi tarafından Alman Otomotiv Birliği'ne kurdurulan otomobil firması. Şirketin adı, Almanca'da "halkın arabası" anlamına gelmektedir. Grubun sahip olduğu markalar Audi, Porsche, Bentley, Bugatti, Lamborghini, Seat, Škoda, Volkswagen Ticari Araç ve Şubat 2008'den bu yana Scania'dır. Brezilya'daki fabrikalarında VW Titan Tractor adıyla kamyon üretimine başlamıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti'ndeki fabrikasında Volksbus adıyla otobüs üretmektedir. 1967'den beri Brezilya Sao Bernardo Campo fabrikasında üretilen Combi modeli, çağdaş güvenlik şartlarına uyum sağlayamadığı için Temmuz 2013'te üretimi durdurulmuştur. Volkswagen ABD'de aldığı ceza için slogan olarak "Volkswagen (Halkın Arabası)"i 2014 yazından beri kullanmaktadır. Volkswagen aslen Alman Emek Cephesi (Deutsche Arbeitsfront) tarafından 1937 yılında kuruldu. 1940'tan sonra Alman savaş gücünü arttırmak için harekete geçirilen Volkswagenwerk (Wolfsburg), kara ve hava taşıtlarının, özellikle uzun menzilli V ve V güdümlü füzelerin yapımı için sanayi gücünü ordunun emrine verdi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Volkswagen'in denetimini, Millî İktisat Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Federal Almanya Cumhuriyeti, Aşağı Saksonya Hükümeti, fabrika yönetici ve personeli temsilcilerinden kurulu onbeş kişilik bir kurul üzerine aldı. Volkswagen "biz teknoloji üretiriz, diğerleri uygular" sloganını doğrularcasına dünyanın ilk hava soğutmalı motor sistemini üretti. Bunun nedeni su soğutmalı motorların II. Dünya Savaşı sırasında Rusya'nın sert iklimine dayanamayıp zarar görmesinden kaynaklanır. 1948'de Heinz Nordhoff (Berlin-Charlottenburg Politeknik okulu mühendisi, doğ. 1899) tarafından yeniden teşkilatlandırılan Volkswagenwerk, 1950'den sonra başlangıçtaki üretim kapasitesine ulaştı. 1953'te Batı Almanya'nın en çok otomobil üreten fabrikası haline geldi. Volkswagen, Adolf Hitler'in Alman halkını otomobil sahibi yapmak için yaptığı en geniş kapsamlı proje olarak kabul ediliyor. Volkswagen 1980'li yıllarda dünya çapında genişleme hedefine ulaşmak için çalışmalara hız verdi. Uluslararası alanda faaliyete girişmeden önce kendi ürün çeşitlerini tamamen modernleştiren şirket, yeniden Avrupa'nın bir numaralı markası olma yolunda kararlı adımlarla ilerledi. Markanın en çok satan modeli olan Golf'un yanı sıra Polo, bagajlı versiyonu Derby, sportif modeli Scirocco, orta sınıf aile otomobili Passat ve 1981'in Eylül ayında da Passat'ın daha zengin donanımlı bagaj tipi Santana modeli bulunuyordu. Klasik kaplumbağa Volkswagen'in üretimi ise Latin Amerika ülkelerinden Meksika'da ve yeni yapılan bir anlaşmayla da Mısır'da devam etmekteydi. Bu tipin toplam üretim sayısı 1981'in 15 Mayıs'ında 20 milyonu aşarak yeni bir rekor kaydetmişti. 1983'ün Ağustos'unda sıra, en çok talep gören modelin yenilenmesine gelmişti ve ikinci nesil Golf, birincisi gibi büyük ilgiyle karşılandı. Benzinli ve Dizel motorlarının yanı sıra yeni Golf'un bir de çevre kirlenmesini önleyen katalitik egzoz sistemli tipiyle sipariş etme seçeneği vardı. Çevreye saygılı emisyon sistemi zamanla yaygınlaşıp tüm modelleri kapsayacaktı. Genç nesil arasında ise çok popüler olan "GTI" modeline yüksek performanslı 16 supaplı bir motor, Mayıs 1985'te ilave edildi. Bu modelin uluslararası otomobil sporundaki başarıları kısa zamanda gündeme gelmeye başlamıştı ve 1986'da Grup A Dünya Ralli Şampiyonu oldu, Golf GTI 16V. Böylece bütün modelleriyle Volkswagen'lerin üretimi ilerlerken, 1987'nin 23 Mart'ında beyaz bir Golf CL tipi, özel bir buluşmaya vesile oldu. O gün, Volkswagen kuruluşu 50 milyonuncu otomobilini üretmiş olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Artık Golf modeli yalnız Almanya'nın değil, tüm Avrupa'nın en çok satan tek tip otomobili olmuştu. Bir yıl sonra Haziran ayında Golf modelinin toplam üretimi 10 milyona ulaştı. İki ay sonra da emektar Wolfsburg fabrikası kuruluşundan bu yana ürettiği 25 milyonuncu üniteyi uğurluyordu. Ancak bütün bu kutlamalar birbiri ardına devam ederken, otomobil pazarındaki yerini sağlamlaştıran Volkswagen, kendini 1990'lı yılların getireceği daha da çetin bir rekabete hazırlıyordu. 1980'li yıllarla birlikte Volkswagen yeni bir hamle daha geliştirerek, gelecek yılların tekniğine ışık tutacak model tasarımları çıkarmaya başladı. Şirketin araştırma ve geliştirme faaliyetleri içinde yürütülen bu çalışmalar için 9.000 m² ofis ve laboratuvar alanı ile 6.000 m² atölye ve deney alanı tahsis edildi. Geliştirilmiş konfor, yüksek hızda güvenlik ve çevre kirliliği sorunları, bu bölümde derinlemesine inceleniyordu. AUTO 2000 projesi bu amaçla geliştirilen ilk model oldu. Hız denemelerinde kullanılan IRVW II modelinden sonra çarpıcı stili olan IRVW 4-Futura modeli geliştirildi. Bu modelin taşıdığı özellikler arasında martı kanadı gibi açılan geniş yan kapılar, ABS fren sisteminin yanı sıra otomatik park etme sistemi de vardır. Bu nedenle de hem ön, hem de arka lastikleri yön değiştirebiliyordu. İlk otomobilleri, Hitler'in her Alman ailesini bir otomobil sahibi yapma düşüncesi doğrultusunda, Porsche firması tarafından tasarlanıp üretilmeye başlanan, oldukça ekonomik ve kullanışlı olan,
Türkiye'de ""kaplumbağa"" ya da ""tosbağa"" olarak bilinen (İngilizcede "Beetle", yani "böcek") modeliyle Volkswagen'in ünü tüm dünyaya yayıldı. Tüm dünyada 20 milyondan fazla üretilmiş olan bu modelin üretimi 2003 yılına kadar devam etti. Aynı modelin günümüze uyarlanmış yeni versiyonu olan New Beetle ise 1999 yılında piyasaya sürüldü. Volkswagen, bugün birçok modeliyle dünya pazarında söz sahibi olan önemli bir otomobil firmasıdır. Şu sıralar, TSI kodlu yeni motorunu Polo, Golf,Jetta, Scirocco modellerine monte edip satışa sürmektedir. Bu motor, 1.4 litre hacme sahip olup 160 beygir (170 beygir ve 140 beygir güç üreten sürümleri üretimden kaldırılıp, 125 beygir ve 150 beygirlik modeller ile değiştirilmiştir.) güç üretebilmektedir. Volkswagen'i 1980'li yıllara hazırlayan Toni Schmücker, 1981'in sonuna doğru şirketin idaresini Dr. Carl Hahn'a bıraktı. Otomotiv dünyasının globalleşme sürecine girdiği bu dönemde Dr. Hahn'ın liderliğinde birçok gelişmelere imza atıldı. Bunlardan en önemlisi Çin'de Volkswagen Santana modelinin üretimine başlamak olmuştu. Bakir sayılan bu pazarda Volkswagen, bugün halen güçlü pozisyonda öncülüğünü devam ettirmektedir. Hahn döneminin ikinci büyük anlaşması ise İspanyol Seat markası ile yapıldı. Önceleri teknik işbirliği ile başlayan ilişkiler, sonraları FIAT'ın çekilmesiyle tam bir devir teslimle sonuçlandı. Volkswagen yönetimi altında SEAT'ta gelişmeler hızla ilerledi. Diğer taraftan Güney Amerika ülkelerine araç temin etmek için % 51 Volkswagen hissesiyle güçlü bir kuruluş olan AUTOLATINA kuruldu. Ünlü Berlin Duvarı henüz yıkılmamıştı ama Volkswagen yetkilileri Almanya'nın doğu kesimindeki otomotiv kuruluşlarıyla görüşmeleri başlatmışlardı. Dünya, yeni bir dönemin eşiğindeydi ve Volkswagen yönetimi de bunun bilinciyle gelişmeleri izliyordu. San Marino San Marino veya resmî adıyla San Marino Cumhuriyeti (İtalyanca: "Repubblica di San Marino") Güney Avrupa'da İtalya Yarımadası içerisinde Apenin Dağları'nın küçük bir tepesinde bulunan bir ülke. Hiçbir denize kıyısı olmayan ülke, Avrupa'nın beş mikrodevletinden biridir. Dünyanın süregelen en eski devletlerinden biri olan San Marino, Roma İmparatorluğu İmparatoru Diocletianus'un Hristiyanlara işkence etmesi üzerine 3 Eylül 301 tarihinde Dalmaçyalı Hristiyan bir taş ustası olan Marinus tarafından kurulmuştur. 61,2 km²'lik yüzölçümüne sahip olan ülke dünyanın en geniş 220. ülkesidir ve dünya alanının %0,01'inden daha azını kaplar. Dünyanın en eski ülkelerinden biri olan ve en eski cumhuriyeti olan San Marino, 3 Eylül 301 tarihinde Roma İmparatoru Diocletianus'un Hristiyanlara karşı uyguladığı işkenceden kaçan Hristiyan bir taş ustası Dalmaçyalı Marinus ve çevresine toplananlar tarafından kurulmuştur. Ülke tarihi boyunca genel olarak barış içinde yaşadı. Kent IX. yüzyılda özerklik kazandı, ardından San Marino XIII. yüzyılda Cumhuriyet oldu. 1503 yılında bir süre Cesare Borgia tarafından işgal edildi. 1739 yılında Papa XII. Clemens'in emriyle bir süre Papalık ordusu tarafından işgal edildi. 1815 yılında toplanan Viyana Kongresi, San Marino'yu bir devlet olarak tanımaya devam etti. San Marino Giuseppe Garibaldi'nin çabalarıyla gerçekleşen İtalya'nın Birleşmesine katılmadı. I. Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri arasında yer alan ülke, İttifak Devletleri'ne savaş ilan etti. Savaş bitiminde Türkiye'de Cumhuriyet kurulduğu zaman tüm ülkeler ile anlaşma yapmış olmasına rağmen San Marino ile anlaşma yapmamıştır. San Marino, 1923'ten 1943'e kadar San Marino Faşist Partisi (PSK) egemenliği altında idi. Yanlışlıkla 17 Eylül 1940 tarihinde İngiltere'ye savaş ilan edilmesine rağmen, II. Dünya Savaşı sırasında San Marino tarafsız kaldı. İtalya'da Benito Mussolini'nin düşmesinden sonra, başa gelen yeni hükümet çatışmada tarafsızlığını ilan etti. Ülke İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri tarafından 26 Haziran 1944 tarihinde bombalandı. En az 35 kişi operasyonda öldürüldü. Müttefik kuvvetler Gotik Hattına gittiğinde, San Marino'lu binlerce sivil mülteciyi kabul etti. Eylül 1944'te, San Marino Alman kuvvetleri tarafından işgal edildi. Sonra Müttefik güçler tarafından saldırıya uğradı. Müttefik birlikler kısa bir süre sonra ülkeden çekildi. San Marino II. Dünya Savaşı'ndan sonra 1945-1957 yılları arasında Komünist Parti ile Sosyalist Parti tarafından kurulan bir koalisyon hükümeti tarafından yönetildi. Böylece, Batı Avrupa'da Komünistler tarafından yönetilen ilk ülke olma niteliğini kazandı. San Marino'nun yüzölçümü 61.2 km²'dir. Fakat San Marino'nunun ülkesi dışında toprakları vardır. 1.si: İtalya'nın San Marino'ya 90 km uzaklıkta Imola'da bulunan San Marino Grand Prix'i hem San Marino Hükümeti'ne, hem de İtalya Hükümeti'ne bağlıdır. Bu Grand Prix 3,1 mil² büyüklüğündedir. 2.si: İtalya'nın Rimini kentinde bulunan ve San Marino'ya 16 km uzaklıkta olan Federico Fellini Uluslararası Havalimanı'da hem San Marino Hükümeti'ne, hem de İtalya Hükümeti'ne bağlıdır. Bu Havalimanın büyüklüğüde 1,85 mil² 'dir. San Marino toprakları dışındaki 4.95 mil karelik bu iki bölge de hesaba katıldığında, toplam yüzölçüm 43.05 mil kare olarak elde edilir. Ülkenin tek millî takımı olan spor alanı futboldur. San Marino millî futbol takımı ilk maçına 14 Kasım 1990'da İsviçre karşısında çıkmıştır ve 4-0 kaybetmiştir. San Marino millî futbol takımı toplamda 126 maça çıkmıştır ve bunlardan sadece 1 tanesinde galip gelebilmiştir. Tek galibiyetini ise Lihtenştayn karşısında tek golle kazanmıştır. Yaklaşık 33.000 kişilik ülke nüfusunun 2.000-2.500 kadarı yabancıdır ve yabancıların büyük kısmını İtalyanlar oluşturur. Yaklaşık 40.000 kadar San Marinolu da yurtdışında özellikle de İtalya'da yaşar. San Marino'da konuşulan dil İtalyanca'nın Emilia-Romagna lehçesidir. Halkın çoğu Roma Katolik Kilisesi'ne bağlıdır. San Marino, tamamı İtalya toprakları içerisindeki Emilia-Romagna ve Marche bölgeleri arasında yer alan bir ülkedir. Adriyatik Denizi kıyısından 20 kilometre batıda bulunan ülkenin tek komşusu dört yanını çevreleyen İtalya Cumhuriyeti'dir. Başkenti Monte Titano üzerindeki San Marino şehridir. Avrupa'da Vatikan ve Monako'dan sonra en küçük ülkedir. Ülkede İtalya Yarımadasında egemen olan Akdeniz iklimi etkilidir. San Marino'nun iklim ve hava durumu bilgileri hakkında bilgi toplayıp yaymak üzere bir kurumları vardır. San Marino Avrupa Birliği'ne üye olmamasına rağmen para birimi olarak Euro'yu kullanır. Euro'dan önce İtalyan lireti ve San Marino lirası'nı kullanan ülke Avro'nun Avrupa Birliği'nin resmi para birimi olması ve bu nedenle İtalyan lireti'nin tedavülden kalkmasıyla İtalya ile birlikte Avro'ya geçmiştir. Ülke, Gayri safi yurtiçi hasılasındaki en önemli pay %50 ile turizmdir. 1997 yılında 3.3 milyon kişi ülkeyi ziyaret etmiştir. San Marino'yu her yıl 3 milyon'dan fazla insan ziyaret etmektedir. Geri kalan %50'lik bölümü ise bankacılık, elektronik ve seramikçilik gibi ekonomik etkinliklere aittir. San Marino nüfusunun önemli bir kısmı tarımla uğraşmaktadır. Ülke tarım sektöründe en çok peynir ve şarap üretir. San Marino'nun bastırdığı pullar filatelistler ve pul koleksiyoncuları tarafından rağbet görür. Ülke Küçük Avrupa Posta Birliği'ne üyedir. Her yıl milyonlarca insanın ziyaret ettiği San Marino, bir ovanın ortasında yükselen büyük bir kayanın üzerine kurulmuştur. Ortaçağ Burçları, San Francesco Kilisesi, Aziz Marino'nun kutsal eşyalarının sergilendiği bazilika ve hükümet konağı San Marino'nun görülmeye değer tarihi birer dekorunu oluştururlar. San Marino çok partili temsili demokrasi ile yönetilen bir demokratik cumhuriyettir. Yürütmeyle ilgili güç, hükümet tarafından uygulanır. Yasamaya ilişkin güç, hem hükümet ve görkemli ve genel konseyde kullanılır. Adliye, yönetici ve yasama organından bağımsızdır. Ülke Avrupa'nın en eski anayasası olan 1600 tarihli bir anayasa'ya sahiptir. Yürütme görevini iki yüzbaşı üstlenmiştir. Bu yüzbaşı'lar her 6 ayda bir yapılan seçimlerle yenilenmektedir. Yüzbaşı seçimleri Büyük Konsey'de gerçekleşir. Büyük Konsey'in 60 üyesi 5 yıl için serbest seçimlerle işbaşına gelmektedir. Dünyada yürütme erkinin bu sıklıkla değiştirildiği bir başka ülke yoktur. San Marino 9 idari bölgeye ayrılmıştır. Her bölgenin kendi yerel konseyi vardır. Birçok akademisyene göre San Marino gerçek Demokrasi'nin uygulandığı tek ülkedir. Monte Titano üzerinde bulunan San Marino'nun Üç Kalesi ülkenin simgelerinden olup hem ülke bayrağı hem de armasında bulunur. Bu kalelerde üretilen çikolata ve kek oldukça ünlüdür. San Marino'da en yaygın spor futboldur. Ülkedeki futbol kulüpleri San Marino Futbol Federasyonu çatısı altında birleşir. Yaklaşık on beş takım San Marino Şampiyonası'nda birincilik için yarışır. San Marino Calcio adında bir kulüp de İtalya Futbol Federasyonuna bağlı olarak Serie C2 liginde oynamaktadır. San Marino millî futbol takımı ilk gayriresmi maçını 1986 yılında Kanada Olimpiyat Takımı ile yapmış, ve 1-0 yenilmiştir. İlk resmi maçını 14 Kasım 1990 tarihinde Avrupa Futbol Şampiyonası için İsviçre ile yapan San Marino bu maçta 4-0 yenilmiştir. Ülkede ikinci önemli spor olan Formula 1, dünyaca ünlü San Marino Grand Prix'i de yapılmaktaydı.Fakat bu yarış San Marino sınırlarında değil, İtalya'nın İmola kentinde yapılmaktaydı. FIA'nın "aynı ülkede bir sezonda iki yarış olmaz" kuralını delmek için San Marino düzenliyor gibi yapılmıştır. 2007 Formula 1 sezonu'nda pist yarışa dahil olmamıştır. San Marino mutfağı, İtalyan mutfağı ile kuvvetli bir benzerlik taşır. Özellikle arasında bulunduğu Emilia-Romagna ve Marche bölgelerinin mutfağına benzeyen San Marino mutfağının en özgün yemeği San Marino'nun Üç Kulesi'nde üretilen çikolatalı keklerdir. Ayrıca ülkede küçük bir şarap endüstrisi vardır. San Marino ordusu dünyanın en küçük ordularından biridir ve o yüzdendir ki ülkenin toplamda gönüllülerden oluşan 225 kişilik bir askeri gücü bulunmaktadır. Törensel vazifeler, sınırları devriye gezmek, hükümet binalarında bekçilik yapmak, büyük suçlarda suçluları polise teslim etmede polise yardım etmek ve ülkeyi savunmak bu ordunun görevidir.
Ayrıca San Marino'da personel sayısı yaklaşık 700 kişi olan bir Polis Teşkilatı bulunmaktadır. Ülke 61.2 km²'lik bir alan kaplamasına rağmen 290 kilometrelik bir karayolu ağı vardır ve bunun büyük kısmı otoyol niteliğindedir. San Marino'nun plakalarda kullandığı kod ""RSM""'dir. Ülkeye giriş çıkışların büyük kısmı karayolu ile yapılsa da ülkede Federico Fellini Uluslararası Havalimanı adında bir havalimanı da vardır ve birçok Avrupa ülkesinin büyük kentlerinden San Marino'ya direkt seferleri vardır. Ülkenin denize kıyısı olmadığı için limanı da yoktur. Ay Ay, Dünya'nın tek doğal uydusudur. Güneş Sistemi içinde beşinci büyük doğal uydudur. Dünya ile Ay arasında ortalama merkezden merkeze uzaklık 384.403 km, yani Dünya'nın çapının yaklaşık otuz katı kadardır. Ay'ın çapı 3.474 km'dir, bu da Dünya çapının dörtte birinden biraz fazladır. Dolayısıyla Ay'ın hacmi Dünya'nın hacminin %2'sidir. Kütlesi Dünya kütlesinden 81,3 kat daha düşüktür. Yüzeyinde kütle çekim etkisi yer çekiminin yaklaşık %17'sidir. Ay, Dünya'nın yörüngesinde bir turunu 27 gün 7 saatte tamamlar. Dünya, Ay ve Güneş geometrisinde görülen periyodik değişimler sonucunda her 29,5 günde tekrar eden Ay'ın evreleri oluşur. Ay, insanların üzerine iniş yaparak yürüdükleri tek gökcismidir. Yerçekiminden kurtulup uzaya çıkan ve Ay'ın yakınından geçen ilk yapay nesne Sovyetler Birliği'nin Luna 1 uydusudur. Ay yüzeyine çarpan ilk insan yapısı nesne Luna 2 uydusudur. Normalde görünmeyen Ay'ın öteki yüzünün ilk fotoğraflarını ise Luna 3 uydusu çekmiştir. Bu üç uydu da 1959 yılında uzaya fırlatılmıştır. Ay yüzeyine ilk yumuşak iniş yapabilen uzay aracı Luna 9, ve Ay yörüngesine giren ilk insansız uzay aracı da Luna 10'dur. Bu iki uydu da 1966'da uzaya fırlatılmıştır. ABD'nin Apollo programı 1969 ve 1972 yılları arasında altı başarılı inişle, günümüze kadar insanlı görevleri başaran tek uzay programıdır. Ay'ın doğrudan insanlar tarafından incelenmesine Apollo programının bitişiyle son verilmiştir. Ay, Dünya'nın yörüngesinde eş zamanlı olarak dönmektedir, yani her zaman aynı yüzü Dünya'ya dönüktür. Ay'ın oluşumunun başlarında dönüşü yavaşladı ve Dünya'nın kütlesi nedeniyle oluşan gelgit deformasyonlarına bağlı sürtünme etkilerinin sonucu olarak günümüzdeki konumunda kilitlendi. Çok uzun zaman önceleri Ay daha hızlı dönerken, gelgit tümseği Dünya-Ay hattının önünde dönüyordu. Çünkü gelgit tümsekleri yeteri kadar hızlı olarak Dünya ile aynı hatta gelemiyordu. Bu hattın dışına çıkan tümsek nedeniyle oluşan tork Ay'ın dönüşünü yavaşlattı. Ay'ın dönüşü yörünge hızına denk gelecek kadar yavaşladığında gelgit tümseği Dünya'nın tam karşısına geldi ve bu nedenle tork ortadan kayboldu. İşte bu nedenden ötürü Ay, Dünya yörüngesinde döndüğü hızla kendi çevresinde de döner ve Dünya'dan her zaman Ay'ın aynı yüzü görünür. Ay'ın göründüğü açının küçük değişimleri (Ay sallantısı) nedeniyle Ay yüzeyinin %59'u görünür. Ay'ın Dünya'ya karşı olan yüzünden Ay'ın görünen yüzü, diğer tarafına da Ay'ın öteki yüzü denir. Öteki yüz Ay'ın karanlık yüzü ile karıştırılmamalıdır. Ay'ın karanlık yüzü herhangi bir anda Güneş tarafından aydınlatılmayan yarıküresidir. Ayda bir kere bu yüz yeniay safhasına Ay'ın görünen yüzü olur. Ay'ın öteki yüzü ilk olarak 1959'da Sovyet uzay sondası Luna 3 tarafından fotoğraflandı. Ay'ın öteki yüzünün ayırt edici özelliklerinden biri Ay denizi (Latince: ("mare", çoğulu "maria") adı verilen düzlüklerin hemen hemen hiç olmamasıdır. Çıplak gözle rahatlıkla görünebilen Ay yüzeyinde bulunan karanlık Ay düzlüklerine Ay denizi denir. Çünkü antik dönem gökbilimcileri bunların suyla dolu olduklarını zannediyordu. Günümüzde bunların katılaşmış bazalt olduğu bilinmektedir. Bazaltı oluşturan lav, Ay yüzüne göktaşları ve kuyrukluyıldızların çarpması sonucu oluşan krater düzlüklerini doldurmuş ve katılaşarak bu bazaltı oluşturmuştur (Oceanus Procellarum krater düzlüğü değildir ve bu kurala önemli bir istisna oluşturur.) Ay denizleri hemen hemen yalnızca Ay'ın görünen yüzünde bulunur. Ay'ın öteki yüzünün yalnızca %2'sinde birkaç dağılmış küçük düzlük bulunur. Ayın görünen yüzündeyse bu oran %31'dir. Bu farklılığın en akla yatkın açıklaması, "Lunar Prospector" uzay sondasının gamma ışını spektrometresi ile elde edilen jeokimyasal haritalarda gösterildiği üzere Ay'ın görünen yüzünde ısı üreten elementlerin daha yüksek konsantrasyonda bulunmasıdır. Kalkan tipi yanardağlar ve kubbemsidağlar görünen yüz üzerindeki Ay denizlerinde rastlanan özelliklerdir. Ay yüzeyinde görünen açık renkli bölgelere Ay dağları (Latince: "terrae" (çoğul), "terra" (tekil)) denir çünkü Ay denizlerinden daha yüksektirler. Ay'ın görünen yüzünde, içleri bazalt ile dolu olan kraterlerin çevresinde birçok dağ sırasına rastlanır. Bunların kraterlerin çevrelerinde oluşan yükseltilerin kalıntıları olduğu düşünülmektedir. Dünya'da karşılaşılan oluşumun aksine, başlıca Ay dağlarının hiçbirinin tektonik etkinlikler sonucu oluşmadığına inanılmaktadır. 1994 yılında gerçekleştirilen Clementine görevinden alınan görsellerde Ay'ın kuzey kutbunda bulunan 73 km genişliğindeki Peary kraterinin çevresindeki dört dağlık bölgenin tüm Ay günü boyunca günışığı aldığı görülmüştür. Günışığının sürekli aydınlatığı bu bölgeler, Ay'ın tutulum düzlemine olan oldukça küçük eksenel eğikliği nedeniyle mümkündür. Güney kutbunda benzer bölgelere rastlanmamıştır, ancak Shackleton krateri Ay gününün %80'i boyunca gün ışığı altındadır. Ay'ın küçük eksenel eğikliğinin bir başka sonucu da kutup bölgesinde kraterlerin dibinde sürekli gölgede kalan bölgeler olmasıdır. Ay'ın yüzeyinde gökcisimlerinin çarpması sonucu oluşan birçok krater bulunur. Çapı 1 km.'den büyük yaklaşık yarım milyon krater Ay yüzeyine göktaşlarının ve kuyrukluyıldızların çarpması sonucu oluşmuştur. Kraterler hemen hemen sabit bir oranla oluştuğu için birim alanda bulunan krater sayısı yüzeyin yaşını tahmin etmek için kullanılabilir. Atmosferin, hava olaylarının ve yakın geçmişte jeolojik etkinliklerin olmaması sayesinde bu kraterler, Dünya'dakilerin aksine oldukça iyi korunmuştur. Ay yüzeyinin ve Güneş Sistemi'nin bilinen en büyük krateri Güney Kutbu - Aitken düzlüğüdür. Bu çarpma havzası Ay'ın öteki yüzünde Güney Kutbu ile ekvator arasında yer alır; 2240 km. çapında ve 13 km. derinliğindedir. Ay'ın görünen yüzünde başlıca kraterler Mare Imbrium, Mare Serenitatis, Mare Crisium, ve Mare Nectaris'tir. Aykabuğunun üzerinde regolit adı verilen taş ve tozdan oluşan bir tabaka bulunur. Yüzeye çarpan gökcisimleri nedeniyle oluşan regolit eski yüzeylerde yeni yüzeylere nazaran daha kalındır. Özel olarak regolitin kalınlığının denizlerde 3-5 metre, daha eski yayla bölgelerinde ise 10-20 metre arasında değiştiği tahmin edilmektedir. Çok ince toz hâlinde bulunan regolit tabakasının altında onlarca kilometre kalınlığında oldukça parçalanmış kayalardan oluşan "megaregolit" tabakası bulunur. Ay yüzeyine sürekli çarpan göktaşları ve kuyrukluyıldızlar nedeniyle küçük miktarlarda su büyük olasılıkla yüzeye eklenmiştir. Bu durumda günışığı suyu elementlerine yani hidrojen ve oksijen ayıracak, bunlar da Ay'ın zayıf kütle çekimi nedeniyle zamanla yüzeyden kaçacaktır. Ancak Ay'ın dönme ekseninin tutulum düzlemine yalnızca 1.5° gibi çok küçük bir eğiklik yapması nedeniyle kutuplar yakınında bulunan bazı derin kraterler hiçbir zaman doğrudan günışığı almadığından ve sürekli gölgede kaldığından buraya düşen su molekülleri uzun zaman süreleri boyunca kararlılığını koruyacak. Clementine görevi güney kutbunda gölgede kalmış böyle kraterleri haritalandırdı, ve bilgisayar simülasyonları yaklaşık 14.000 km² kadar bir bölgenin sürekli gölgede kaldığını göstermektedir. Clementine görevinin bistatik radar deneyi küçük donmuş su ceplerine işaret eder ve "Lunar Prospector" görevinden gelen bilgiler kutup bölgeleri yakınlarında regolitin üst bölümlerinde aşırı derecede yüksek hidrojen konsantrasyonlarını gösterir. Toplam su buzu miktarının bir kilometre küp olduğu tahmin edilmektedir. Su buzu kazılarak toplanabilir ve nükleer jeneratörler ya da güneş panelleriyle donatılmış elektrik santralleri tarafından hidrojen ve oksijene ayrılabilir. Ay üzerinde kullanılabilecek miktarda su bulunması, Ay'ı yaşanılabilir kılmak için önemlidir çünkü Dünya'dan su taşımak mümkün olamayacak kadar pahalı olacaktır. Ancak son zamanlarda Arecibo gezegen radarı ile yapılan gözlemler, Clementine radarının su buzu bulunduğuna dair işaret ettiği bilgilerin aslında görece yeni kraterlerin oluşumunda fırlayan kayaların sonucu olabileceğini göstermiştir. Ay üzerinde ne kadar su bulunduğu sorusunun cevabı henüz bilinmemektedir. Ay, kabuk, manto ve çekirdek gibi jeokimyasal olarak ayrımlanabilen katmanlardan oluşur. Bu yapının yaklaşık 4,5 milyar yıl önce, Ay'ın oluşumundan hemen sonra magma okyanusunun kademeli olarak kristalleşmesiyle meydana geldiğine inanılmaktadır. Ay'ın dış yüzeyini eritmek için gerekli olan enerjinin Dünya ve Ay sistemini oluşturduğu öne sürülen dev çarpma ile elde edildiği düşünülmektedir. Bu magma okyanusunun kristalleşmesi sonucu mafik manto ve plajiyoklâz zengini kabuk ortaya çıkmış olabilir. Yörüngeden yapılan jeokimyasal haritalama aykabuğunun magma okyanusu varsayımı ile uyumlu bir şekilde oldukça anortositik bir yapıda olduğunu gösterir. Aykabuğu başlıca oksijen, silikon, magnezyum, demir, kalsiyum, ve aluminyum elementlerinden oluşmuştur. Jeofiziksel tekniklere dayanılarak aykabuğunun kalınlığının ortalama 50 km. civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ay'ın mantosunda oluşan kısmi erime Ay denizlerinde bulunan bazaltların yüzeye püskürmesine neden oldu. Bu bazaltların analizi mantonun olivin, ortopiroksen ve klinopiroksen minerallerinden oluştuğunu ve Ay mantosunun Dünya mantosundan demir açısından daha zengin olduğunu gösterir. Bâzı Ay bazaltlarında ilmenit minerali içinde karşılaşılan yüksek oranda titanyum içeriği mantonun bileşiminin oldukça yüksek oranda heterojen olduğunu gösterir. Ay yüzeyinden yaklaşık 1.000 km derinde, mantoda Ay sarsıntıları olduğu bulunmuştur. Aylık periy
otlarla oluşan bu sarsıntılar Ay'ın Dünya çevresinde dış merkezli yörüngede dönmesi nedeniyle oluşan gelgit streslerine bağlanmıştır. Ay 3.346,4 kg/m³'lik ortalama yoğunluğuyla, Güneş Sistemi'nin İo'dan sonra ikinci yoğun doğal uydusudur. Ancak bazı kanıtlar Ay çekirdeğinin yaklaşık 350 km.'lik yarıçapıyla oldukça küçük olduğuna işaret eder. Bu büyüklük Ay'ın yalnızca %20'sine denk gelir, halbuki birçok gökcisminde çekirdeğin oranı %50 civarındadır. Ay çekirdeğinin bileşimi tam olarak saptanamamıştır, ama az bir miktarda kükürt ve nikel alaşımlı metalik demirden oluştuğu sanılmaktadır. Ay'ın zamanla değişkenlik gösteren dönüşünün analizi çekirdeğin en azından kısmen erimiş olduğunu gösterir. Ay'ın topoğrafyası özellikle yakın zamanda yapılan Clementine görevinin sağladığı, lazer altimetri ve stereo görüntü analizi yöntemleriyle elde edilen data sayesinde ölçülmüştür. En çok görünen topografik özellik öteki yüzde bulunan ve Ay'ın en alçak noktalarını barındıran Güney Kutbu - Aitken düzlüğüdür. En yüksek noktalar bu düzlüğün hemen kuzeydoğusunda bulunur. Buranın Güney Kutbu - Aitken düzlüğünün oluşumuna neden olan gökcismi çarpması sonucunda yer değiştirmiş kalın katmanlar nedeniyle oluştuğu önerilmiştir. Diğer büyük kraterler "Mare Imbrium", "Mare Serenitatis", "Mare Crisium", "Mare Smythii", ve "Mare Orientale" 'de de oldukça alçak noktalar ve çevrelerinde yüksek noktalar bulunur. Ay şeklinin dikkat çekici bir noktası da ortalama yüksekliklerin öteki yüzde, görünen yüze göre 1,9 km daha yüksek olmasıdır. Ay'ın kütleçekim alanı, yörüngedeki uzay araçlarının yaydığı radyo dalgalarının izlenmesi sonucu belirlenmiştir. Kullanılan prensip Doppler Etkisi'ne bağlıdır. Uzay aracının bakış açısı yönündeki ivmesi radyo dalgalarının yönünü azar azar değiştirerek ve uzay aracından Dünya üzerindeki sabit bir noktaya olan uzaklığı kullanarak belirlenir. Ancak Ay'ın eş zamanlı dönmesi nedeniyle, uzay aracı öte taraftayken izlenemediğinden ötürü, öteki tarafın kütleçekimi alanı çok iyi belirlenememiştir. Ay'ın kütleçekim alanının en önemli özelliklerinden birisi dev krater düzlükleri ile bağlantılı olan geniş pozitif kütleçekimsel anomalilerin varlığıdır. Bu anomaliler uzay araçlarının yörüngesini önemli ölçüde etkiler bu nedenle insanlı ya da insansız uçuşların planlanmasında Ay'ın doğru kütleçekimsel modeli gereklidir. Kütleçekimsel yoğunluğun olduğu bölgelerin nedeni kısmen, krater düzlüklerini dolduran yoğun bazaltı oluşturan lava akışının varlığına bağlıdır. Ancak bu lava akışları tek başına kütleçekimsel izin tamamını açıklayamaz, aykabuğu ile manto arasındaki etkileşime de gerek vardır. "Lunar Prospector" 'un kütleçekimsel modellemeleri bazaltik volkanların etkisi nedeniyle oluşmadığı sanılan bazı kütleçekimsel yoğunlukların varlığını gösterir. "Oceanus Procellarum"da devasa volkan kaynaklı bazaltlar bulunmasına rağmen kütleçekimsel anomali gözlemlenmemektedir. Ay'ın dış manyetik alanı bir ile yüz nanotesla arasındadır yani 30-60 mikrotesla büyüklüğündeki Dünya'nın manyetik alanından yüz kat daha küçüktür. Diğer önemli farklılıklar çekirdeğindeki jeodinamo tarafından üretilmiş bir dipolar manyetik alanı yoktur ve varolan manyetik alanların kaynağı tamamen aykabuğudur. Bir varsayıma göre aykabuğundaki manyetikleşmelerin Ay daha gençken ve çekirdeğinde bir jeodinamo bulunurken oluştuğudur. Ancak Ay çekirdeğinin küçüklüğü bu varsayımın doğruluğu karşısında bir engel oluşturmaktadır. Alternatif varsayımlar arasında, Ay gibi havası olmayan gökcisimlerinde süreksiz manyetik alanlar büyük gök cisimlerinin çarpması bulunur. Bu varsayımı destekleyecek şekilde en geniş aykabuğu manyetikleşmelerinin dev kraterlerin tam karşısında Ay yüzeyinde gerçekleştiğinin farkına varılmasıdır. Böyle bir fenomenin çarpışma sonucu oluşan plazma bulutunun ortamda bir manyetik alan bulunurken serbest olarak yayılmasından kaynaklanabileceği önerilmiştir. Ay'ın atmosferi öyle incedir ki yok bile sayılabilir. Toplam atmosferik kütlesi 10 kg.'dır. Atmosferinin kaynaklarından biri aykabuğunda ve mantoda oluşan radyoaktivite sonucu ortaya çıkan radon gibi gazların salınımıdır. Diğer önemli bir kaynak ise mikrogöktaşları, güneş rüzgârı iyonları, elektronlar ve günışığının bombardımanı sonucu oluşan püskürtüm süreciyle gerçekleşir. Püskürtüm yoluyla salınan gazlar ya tekrar regolit içinde hapsolur ya da güneş radyasyon basıncı veya iyonize olmuşlarsa güneş rüzgârının manyetik alanı nedeniyle uzaya kaçar. Dünya üzerinden yapılan spektroskopik yöntemlerle sodyum (Na) ve potasyum (K) gibi elementlerin varlığı tespit edilmiştir. Radon–222 (Rn) ve Polonyum-210 (Po) gibi elementler ise "Lunar Prospector" 'un alfa parçacık spektrometresi ile tespit edilmiştir. Argon–40 (Ar), helyum-4 (He), oksijen (O) ve/veya metan (CH), nitrojen (N) ve/veya karbon monoksit (CO), ve karbon dioksit (CO) Apollo astronotları tarafından yerleştirilen detektörler tarafından tespit edilmiştir. Ay günü boyunca yüzey sıcaklığı ortalama 107 °C, Ay gecesi boyunca da ortalama -153 °C civarındadır. Ay'ın oluşumunu açıklayan çeşitli varsayımlar önerilmiştir. Ay'ın Güneş Sistemi'nin oluşumundan 30-50 milyon yıl sonra, günümüzden 4,527 ± 0.010 milyar yıl önce oluştuğuna inanılmaktadır. Bu varsayımların önemli bir açığı Dünya ve Ay sisteminin yüksek açısal momentumunu kolayca açıklayamamalarıdır. Hem dev çarpma olayı sırasında hem de bunu izleyen Dünya'nın yörüngesinde maddenin birikmesinde çok büyük miktarlarda enerji salındığı için Ay'ın önemli bir kısmının başlangıçta erimiş olduğu düşüncesi yaygındır. Ay'ın o sırada erimiş dış yüzeyine Ay magma okyanusu adı verilir ve derinliğinin 500 km ile Ay'ın yarıçapı arasında değiştiği tahmin edilmektedir. Magma okyanusu soğudukça kısmen kristalleşti ve katmanlara ayrılarak jeokimyasal olarak ayrı olan aykabuğu ve manto oluştu. Manto olivin, klinopiroksen ve ortopiroksen minerallerinin çökelmesi sonucu meydana geldiği düşünülmektedir. Magma okyanusunun dörtte üçünün kristalleşmesi tamamlandıktan sonra düşük yoğunluğu nedeniyle anortit minerali çökelmiş ve yüzeye çıkıp aykabuğunu oluşturmuştur. Magma okyanusunun kristalleşen son sıvı bölümü Ay kabuğu ile manto arasında sıkışmıştır ve ısı üreten, birbiriyle uyumsuz elementleri kapsar. Bu jeokimyasal bileşiğe potasyum (K), soy toprak elementleri (İngilizce: "rare earth elements" - REE) ve fosfor (P) simgelerinden oluşan kısaltma "KREEP" adı verilir ve görünen yüzde Oceanus Procellarum ile Mare Imbrium'un çoğunu kapsayan küçük jeolojik bölgede toplanmış gözükmektedir. Ay'ın magma okyanusu sonrası jeolojik evrimi gökcisimlerinin çarpması ile oluşmuştur. Ay'ın jeolojik dönemleri Nectaris, Imbrium, Orientale gibi büyük kraterlerin oluşumuna neden olan çarpma olaylarına göre ayrılmıştır. Çarpma sonucu oluşan bu yapılar yukarı fırlayan maddenin oluşturduğu çoklu halkaları ile gözlemlenir. Bu halkaların çapı genellikle yüzlerce kilometreden binlerce kilometreye kadar uzanır. Her çoklu halka düzlüğünde bölgesel stratigrafik ufuğu oluşturan püskürtü katmanları ile bağlantılıdır. Yalnızca birkaç çoklu halka düzlüğü kesin olarak tarihlendirildiyse de stratigrafik katmanlar sayesinde göreceli yaşların tespitinde faydalıdır. Sürekli olarak gökcisimlerinin çarpması sonucunda regolit oluşur. Ay yüzeyinin oluşumunu etkileyen diğer önemli bir jeolojik süreçi ay denizlerinin oluşumunun temelindeki volkanik etkinliktir. Procellarum KREEP katmanında ısı üreten elementlerin toplanması sonucunda altında kalan mantonun ısınıp sonunda kısmen eridiği düşünülmektedir. Eriyen magmanın bir kısmı yüzeye çıkarak püskürtüldü ve Ay'ın görünen yüzünde bulunan ay denizi bazaltlarını oluşturdu. Ay'ın bu jeolojik bölgesinde bulunan bazaltların çoğu 3,0 - 3,5 milyar yıl önce Imbrian döneminde püskürtüldü. Yine de en eski tarihlenmiş örnekler 4,2 milyar yıla uzanırken en yeni püskürtüler yalnızca 1,2 milyar yıl önce oluşmuştur. Ay yüzeyinin zamanla değişiklik gösterip göstermediği konusunda bazı anlaşmazlıklar bulunmaktadır. Bazı gözlemciler kraterlerin ortaya çıktığını ya da ortadan kaybolduğunu ya da diğer geçici fenomenlerin oluştuğunu iddia etti. Günümüzde bu iddiaların çoğunun yanılsama olduğu ve farklı ışık koşulları, zayıf astronomik gözlem ya da yetersiz eski çizimler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. Yine de gaz çıkması gibi fenomenlerin ara sıra oluştuğu ve bunların iddia edilen geçici Ay fenomenlerine sebebiyet vermiş olabileceği bilinmektedir. Geçenlerde, yaklaşık bir milyon yıl önce gazın serbest kalması nedeniyle kabaca 3 km çaplı bir bölgenin yüzey şeklinin değişmiş olabileceği önerilmiştir. Ay taşları iki ana kategoride incelenir; Ay denizlerinde ve Ay dağlarında bulunan Ay taşları. Ay dağlarında bulunan Ay taşları üç takımdan oluşur: "demir anortosit takım", "magnezyum takımı", ve "alkali takımı". Demir anortosit takımı taşlar hemen hemen tamamen anortit mineralden oluşmuştur ve Ay magma okyanusu üzerinde yüzerek toplanan plajiyoklâzdan geldiğine inanılmaktadır. Radyometrik yöntemlerle demir anortositlerin yaklaşık 4,4 milyar yıl önce oluştuğu bulunmuştur. Magnezyum ve alkali takımı Ay taşları asıl olarak mafik plütonik kayaçlardır. Tipi olarak rastlanan kayaçlar dunit, troktolit, gabbro, alkali anortosit ve nadiren de granittir. Demir anortosit takımı Ay taşlarıyla karşılaştırıldıklarında bu takımın mafik minerallerinde görece daha yüksek Mg/Fe oranları bulunur. Genel olarak bu kayaçlar önceden olmuş dağlık alan aykabuğuna sonradan girmiştir ve yaklaşık 4,4-3,9 milyar yıl önce oluşmuşlardır. Bu Ay taşlarında yüksek oranda KREEP bileşeni bulunur. Ay denizlerinde hemen hemen yalnızca bazalt bulunur. Dünya bazaltlarına benzese de çok daha fazla demir barındırırlar ve su bazlı değişim ürünleri barındırmazlar. Ayrıca çok miktarda titanyum da içerirler. Astronotlar yüzeydeki tozun kar gibi hissedildiğini ve yanık barut koktuğunu bildirmiştir. Toz asıl olarak Ay yüzeyine çarpan göktaşları nedeniyle oluşmuş olan silikon dioksit camından (SiO) ibarettir. Aynı zamanda kalsiyum ve magnezyum da içerir. Ay, sab
it yıldızlara göre Dünya yörüngesinde her 27,3 günde bir tam tur atar. Ancak Dünya'da kendi yörüngesinde Güneş'in çevresinde döndüğü için Ay'ın evrelerinin dönüşümü için biraz daha uzun bir zaman, 29,5 gün gerekir. Diğer gezegenlerin uydularının aksine Ay Dünya'nın ekvator düzlemi üzerinde değil, tutulum düzlemi yakınlarında yörüngededir. Gezegeninin boyutlarına göre Güneş Sistemi içinde en büyük doğal uydudur. (Charon cüce gezegen Plüton'dan daha büyüktür.) Dünya üzerinde görülen gelgit etkilerinin çoğu Ay'ın kütleçekim alanı nedeniyle oluşmaktadır, Güneş'in etkisi çok azdır. Gelgit etkileri nedeniyle Dünya ile Ay arasındaki ortalama uzaklık her yüzyılda 3,8 m artmaktadır. Açısal momentumun korunumu nedeniyle Ay'ın yarı büyük ekseninin artmasıyla birlikte Dünya'nın dönüşü yüzyılda 0,002 saniye kadar yavaşlamaktadır. Dünya ve Ay sistemi bazen gezegen-uydu sistemi olarak değil de çifte gezegen sistemi olarak değerlendirilir. Bunun nedeni Ay'ın çevresinde döndüğü gezegene göre oldukça büyük olan boyutlarıdır. Ay'ın çapı Dünya'nın dörtte biri, kütlesi de 1/81'idir. Ancak sistemin orta kütle merkezi yeryüzünün 1.700 km. yani Dünya yarıçapının dörtte biri kadar altında olması nedeniyle bu görüş bazıları tarafından eleştirilmektedir. Ay yüzeyi Dünya'nın onda birinden azdır ve Dünya'nın kara alanının yaklaşık dörtte biri kadardır. 1997'de asteroit 3753 Cruithne'nin Dünya ile bağlantılı olağandışı bir atnalı yörünge üzerinde olduğu bulundu. Ancak gökbilimciler bu asteroiti Dünya'nın ikinci doğal uydusu olarak kabul etmemektedir çünkü yörüngesi uzun dönemde kararlı değildir. Daha sonra Cruithne ile benzer yörüngede bulunan Dünya'ya yakın üç asteroit daha bulunmuştur: (54509) 2000 PH5, (85770) 1998 UP1 ve 2002 AA29. Dünya üzerinde okyanuslarda görülen gelgit Ay kütleçekiminin etkisiyle oluşur. Kütleçekimsel gelgit kuvvetlerinin oluşmasının sebebi Dünya'nın Ay karşısında bulunan yüzünün merkezine ve arka yüzüne göre Ay'ın kütleçekiminden daha fazla etkilenmesidir. Kütleçekimsel gelgit, okyanusları Dünya'nın merkezinde olduğu bir elips şekline esnetir. Bunun etkisi birisi Ay'a doğru bakan yüzde, diğeri de bunun zıt yüzünde oluşan "tümsek" yani deniz seviyesinin yükselmesi olarak görülür. Dünya kendi ekseni etrafında dönerken bu iki tümsek de Dünya çevresinde bir günde döndüğü için okyanus suları sürekli olarak hareket eden bu iki tümseğe doğru akar. Bu iki tümseğin ve onlara doğru giden büyük okyanus akıntılarının etkisi; Dünya'nın dönüşü nedeniyle okyanus tabanlarında oluşan suyun sürtünme etkisi, su hareketinin eylemsizliği, karaya yaklaştıkça sığlaşan okyanus tabanları ve değişik okyanus tabanları arasındaki salınımlar gibi nedenlerle daha da büyür. Ay ile okyanuslar arasındaki kütleçekimsel bağ Ay'ın yörüngesini etkiler. Ay'dan bakıldığında gelgit tümsekleri Dünya'nın dönüşüyle ileriye doğru taşındığından doğrudan Ay'ın karşısında değildir. Kütleçekimsel eşleşme Dünya'nın dönüşünden kinetik enerji ve açısal momentumu emer. Buna karşın Ay'ın yörüngesine açısal momentum eklenir. Bu da Ay'ı daha uzun periyotlu daha yüksek bir yörüngeye iter. Bunun sonucunda da her yıl iki gökcismi arasındaki ortalama uzaklık 3,8 cm. artar. Dünya ile Ay arasındaki gelgit etkilerin önemsiz hâle gelene kadar Ay yavaş yavaş uzaklaşmaya devam edecektir, ve bu durumda yörüngesi kararlı olacaktır. Güneş, Dünya ve Ay aynı çizgi üzerinde sıralanınca, bu durum Dünya'da Ay ve Güneş tutulması olarak gözlenir. Güneş tutulması yeni ay evresinde, Ay Güneş ile Dünya'nın arasında iken oluşur. Buna karşın Ay tutulması dolunay evresinde Dünya Güneş ile Ay'ın arasında olduğunda oluşur. Ay'ın yörüngesinin Dünya'nın Güneş çevresindeki yörüngesine nazaran yaklaşık 5° eğik olması nedeniyle her yeni ay ve dolunayda tutulmalar olmaz. Bir tutulmanın olması için Ay'ın her iki yörünge düzleminin kesişimine yakın bir yerde olması gerekir. Ay ve Güneş tutulmalarının zamanlamaları yaklaşık 6.585,3 günlük (18 yıl 11 gün 8 saat) bir periyota sahip olan ve Babiler zamanında bulunan "Saros çevrimi" ile belirlenebilir. Ay'ın ve Güneş'in Dünya'dan görülen açısal çapları değişimlerle üst üste gelebildiği için hem tam hem de yarım güneş tutulması oluşabilmektedir. Tam güneş tutulmasında Ay Güneş diskini tamamen kapatır ve Güneş koronası çıplak gözle görünür hâle gelir. Ay ile Dünya arasındaki uzaklık zamanla az da olsa arttığı için Ay'ın açısal çapı azalmaktadır. Bu yüzlerce milyon yıl önce Ay'ın tutulmalarda Güneş'in açısal çapı da değişmezse Ay artık Güneş diskini tamamen örtemeyecek ve yalnızca yarım tutulma oluşacaktır. Tutulma ile ilgili bir başka fenomen "örtülme"dir. Ay sürekli olarak gökyüzünde 1/2 derece genişliğinde dairesel bir alanı kaplar. Parlak bir yıldız ya da gezegen Ay'ın arkasından geçerse "örtülür" yani gözden kaybolur. Güneş tutulması Güneş'in örtülmesidir. Ay Dünya'ya yakın olduğu için tek tek yıldızların örtülmesi aynı zamanda ve her yerden görülemez. Ay yörüngesinin yalpalaması sonucu her yıl farklı yıldızlar örtülür. En son ay tutulması 20 Şubat 2008'de olan tam tutulmadır. Güney Amerika ve Kuzey Amerika'nın çoğu yerinden 20 Şubat'ta gözlemlenen tutulma Batı Avrupa, Afrika ve Batı Asya'dan 21 Şubat'ta gözlemlenmiştir. Güney Amerika ile Antarktika'nın bazı bölümlerinden gözlemlenen 1 Ağustos 2008'den sonraki güneş tutulması 15 Ocak 2010'dadır. En parlak olduğu dolunay evresinde Ay'ın görünür kadir derecesi yaklaşık −12,6'dır. Kıyaslanacak olursa Güneş'in görünen kadir derecesi −26,8'dir. Ay'ın dördün evrelerinde parlaklığı dolunay evresindeki parlaklığının yarısı değil ancak onda biridir. Bunun nedeni Ay yüzeyinin mükemmel bir Lambert yansıtıcısı olmamasıdır. Dolunay iken gözlemcinin arkasından gelen ışık nedeniyle olduğundan parlak görünen Ay diğer evrelerde yüzeye düşen gölgeler nedeniyle yansıtılan ışığın miktarı azalır. Ay ufka yakınken daha büyük olarak görünür. Fakat bu tamamen Ay illüzyonu olarak bilinen psikolojik bir etkidir. Ay düşük albedosuna rağmen gökyüzünde oldukça parlak bir gökcismi olarak görünür. Ay, Güneş Sistemi'nde bulunan en kötü yansıtıcıdır ve üzerine düşen ışığın ancak %7'sini yansıtır. Bu oran bir parça kömürün yansıtma oranı ile hemen hemen aynıdır. Görsel sistemlerde renk istikrarı bir nesnenin rengiyle etrafındakilerin rengi arasındaki ilişkiyi ayarlar, dolayısıyla da görece karanlık olan gökyüzünde Güneş'in aydınlattığı Ay parlak bir nesne olarak algılanır. Ay'ın gün içinde ulaştığı en yüksek nokta değişiklik gösterir ve Güneş ile aynı sınırlarda dolaşır. Ayrıca Dünya üzerindeki mevsime ve Ay'ın evrelerine göre değişir. Kış mevsiminde dolunayda en yüksek noktaya ulaşır. Ayrıca 18,6 yıllık düğüm çevriminin de etkisi vardır. Ay yörüngesinin yükselen düğüm noktası ilkbahar noktasındaysa Ay yükselimi 28° kadar yükselebilir. Bunun sonucunda 28 derece enlemlere kadar Ay tepe noktasına çıkar. Yaklaşık dokuz yıl kadar sonra yükselim yalnızca 18° kuzey ve güney enlemlere ulaşacaktır. Ayçanın yönü de gözlem noktasının enlemine bağlıdır. Ekvator'a yakın yerlerde bir gözlemci Ay'ı "sandal" gibi görebilir. Güneş gibi Ay'da bazı atmosferik etkilere neden olabilir. Bunların arasında 22°'lik hâle halkası ve ince bulutlar arasından görünen daha küçük korona halkaları sayılabilir. M.Ö. 5. yüzyılda Babilli gözlemcilerin Ay'ın döngülerini incelediğini, Hindistan'da benzer bulguların varlığını, Çinli Shi Shen'in M.Ö. 4. yüzyılda Ay ve Güneş tutulmalarının tarihlerini hesaplama yöntemi geliştirdiğini biliyoruz. M.Ö. 4. yüzyılda Aristo; yanlış da olsa uzun bir süre çok etkili olan evren açıklamasında, Ay'ın dört temel eleman (toprak, su, hava ve ateş) arasındaki sınır bölgede yer aldığını öne sürdü. Öte yandan, Seleucus ve Aristarchus (M.Ö. 2. yüzyıl) ile Ptolemy (M.S. 90–168) Aristocu anlayışı çürüten gözlem ve hesaplamalar sundular. Orta Çağ Avrupası için "gökbilim"den söz etmek zordur ve dönemin bilgisi gözlemden çok dinî inanışların etkisi altındaydı. Ay'ın tam bir yuvarlak ve yüzeyinin pürüzsüz olduğu da bu inanışlar arasındaydı. Teleskobun keşfi ve bilimlerde yaşanan yaklaşık eşzamanlı paradigma değişimi, Ay gözleminde bir dönüm noktası olmuştur. Galileo Galilei 1609'da yayımladığı kitabı "Sidereus Nuncius"; Ay yüzündeki dağları ve kraterleri gösteren ilk teleskobik çizimlerden bazılarını içeriyordu. Ardından Ay'ın teleskobik haritalanması başladı: 17. yüzyılın devamında Giovanni Battista Riccioli ve Francesco Maria Grimaldi; Ay'ın yüzey unsurlarını bugün adlandırırken kullanılan sistemin temellerini attılar. Wilhelm Beer ve Johann Heinrich Mädler'in kitapları "Mappa Selenographica" (1834-6) ve "Der Mond" (1837); binden fazla dağ dahil olmak üzere Ay'daki yüzey unsurlarını, yeryüzündeki coğrafya için mümkün olan hassasiyetle tanımladı. Soğuk Savaş ile kaynaklanan Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki uzay yarışı; Ay üzerindeki ilginin giderek artmasına neden oldu. Fırlatıcı yetenekleri izin verir vermez hem alçak uçuş hem de çarpma/iniş görevleri için insansız sondalar, uzaya gönderildi. Sovyetler Birliği'nin Luna programı Ay yüzüne insansız uzay araçları ile ulaşmayı başaran ilk program olmuştur. Yerçekimini yenip Ay'ın yanından geçmeyi başarabilen ilk insan yapımı nesne Luna 1 uzay sondası olmuştur. 1959 yılında Ay yüzüne çarpan ilk insan yapımı nesne Luna 2, ve Ay'ın öteki yüzünün fotoğraflarını çeken ilk uydu da Luna 3 olmuştur. 1966 yılında Ay yüzeyine başarılı bir yumuşak iniş yapan ilk uzay aracı Luna 9 ve Ay yörüngesine giren ilk uzay aracı da Luna 10 olmuştur. Ay yüzeyinden örnekler üç Luna uçuşu (Luna 16, Luna 20, ve Luna 24) ile Apollo 11'den Apollo 17'ye kadar (Apollo 13 hariç) Apollo görevleri ile Dünya'ya getirilmiştir. Ay yüzeyine 1969 yılında ilk insanların inmesi, uzay yarışının doruk noktasını oluşturmuştur. Neil Armstrong, ABD uçuşu Apollo 11'in komutanı olarak Ay'da yürüyen ilk insan oldu. Ay'da ilk adımını 21 Temmuz 1969 tarihinde saat 02:56'da (UTC) attı. 1960'ların başında özellikle yüzel erime kimyası ve atmosfere yeniden giriş konularında olduğu gibi önemli teknolojik gelişmeler; Ay yüzeyine
iniş ve geri dönüşü mümkün kılmıştır. "Apollo" uçuşlarının tamamında bilimsel ölçüm aletleri, Ay yüzeyine yerleştirildi. Uzun süreli ALSEP (İngilizce: "Apollo lunar surface experiment package" - Apollo Ay yüzeyi deney paketi) istasyonları Apollo 12, 14, 15, 16, ve 17 iniş sahalarına yerleştirildi. Apollo 11 uçuşuyla EASEP (İngilizce: "Early Apollo Scientific Experiments Package" - Erken Apollo bilimsel deney paketi) adı verilen geçici istasyon yerleştirilmiştir. ALSEP istasyonlarında ısı akış sondaları, sismometreler, manyetometreler, ve küp köşeli retroreflektörler bulunmaktaydı. Bütçe sorunları sebebiyle 30 Eylül 1977'de Dünya'ya bilgi iletimi kesilmiştir. Ay laser mesafe ölçüm araçları pasif ekipmanlar olduğu için hâlâ kullanılmaktadır. Dünya üzerindeki istasyonlardan yönetilen ölçümler sonucu birkaç santimetrelik hassasiyetle ay çekirdeğinin boyutları belirlenebilmektedir. 14 Aralık 1972'de Apollo 17 uçuşunun bir parçası olarak Ay üzerinde yürüyen Eugene Cernan'dan beri başka bir insan Ay üzerinde yürümemiştir. 1960'ların ortasından 1970'lerin ortasına kadar Ay yüzüne ulaşan yaklaşık 65 farklı uçuş görevi yapılmıştır. Bunların sonuncusu, 1976 yılındaki Luna 24'tür. Bunları yalnızca 18'i kontrollü olarak Ay yüzeyine inmiş, dokuzu geriye dönerek ay taşı örnekleri getirmiştir. Daha sonra ise Sovyetler Birliği, Venüs ve uzay istasyonlarına ilgisini çevirirken ABD, Mars ve ötesi ile ilgilenmeye başladı. Bir kısım uzmanlar Ay'a iniş yapılmasıyla ilgili görüntülerin sahte olduğunu iddia etmişlerdir. 2000'li yılların sonlarından bu yana LROC uzay aracı tarafından çekilen çok sayıda yüksek çözünürlüklü fotoğrafta Ay'a iniş yapmış uzay araçları ve izler görülebilmektedir. 2012 yılında Apollo bayraklarının Ay yüzeyindeki fotoğrafları yayınlanmıştır. Özellikle 1990'lardan itibaren Ay'a yönelik ilgi tekrar canlandı ve projeler arttı. 1990 yılında Japonya "Hiten" uzay aracını Ay yörüngesine oturtarak bunu başaran üçüncü ülke oldu. Uzay aracı "Hagormo" adlı küçük bir sondayı yörüngede bıraktı ama vericinin arıza yapması nedeniyle uçuş görevinden bilimsel olarak daha fazla yararlanılamadı. 1994 yılında Clementine uçuş görevini gönderen ABD tekrar Ay ile ilgilenmeye başladı. Bu görev ile birlikte Ay'ın ilk küresel topoğrafik haritası ve ay yüzeyinin ilk multispektral görselleri elde edildi. Bunu 1998 yılındaki "Lunar Prospector" uçuş görevi izledi. "Lunar Prospector" 'da bulunan nötron spektrometresi ay kutuplarında hidrojen oranının görece yüksekliğini gösterdi. Bunun nedeni olarak sürekli olarak gölge altında kalan kraterlerdeki regolitin üst birkaç metresinde su buzu var olabileceği düşünüldü. 14 Ocak 2004'te ABD Başkanı George W. Bush 2020 yılından itibaren Ay'a insanlı uçuşların yapılmasını öngören bir plan yapılmasını istedi. NASA'nın "Ay Arayışları" ("Lunar Quest") çatısı altında topladığı, Ay yörüngesinde (örneğin Haziran 2009'da fırlatılan LRC, "Lunar Reconnaissance Orbiter") ve yüzeyinde (örneğin Ay'ın sürekli karanlık güney kutbunda su buzu varlığını aramayı amaçlayan LCROSS) çeşitli programları vardır. NASA, ay kutuplarından birinde kalıcı bir üssün kuruluşunu da planlamaktadır. Avrupa uzay aracı "Smart 1" 27 Eylül 2003'de fırlatıldı ve 15 Kasım 2004'den 3 Eylül 2006'ya kadar Ay yörüngesinde kaldı. "Japan Aerospace Exploration Agency" (Japon Uzay Araştırma Ajansı) 14 Eylül 2007'de yüksek çözünürlüklü kamera ve iki küçük uydu ile donatılmış olan SELENE adlı uzay aracını fırlattı. Uçuşun bir yıl sürmesi beklenmektedir. Çin Ay araştırmaları için istekli olduklarını Chang'e programını başlatarak gösterdi. İlk uzay aracı Chang'e-1 24 Ekim 2007'de fırlatıldı. Hindistan, Şubat 2008'de Chandrayaan I ve bunu takip edecek olan 2010 ya da 2011'de Chandrayaan II ile değişik insansız uçuş yapma niyetindedir. Bu ikinci uçuşta robotik bir ay aracı da planlanmaktadır. Hindistan aynı zamanda 2030 yılında Ay'a insanlı bir uçuş yapmak istediğini de belirtmiştir. Rusya da dondurulmuş olan "Luna-Glob" projesine tekrar başlamayı ve 2012 'de Ay yüzeyine iniş yapmayı düşünmektedir. 13 Eylül 2007'de duyurulan "Google Lunar X Prize" (Google Ay X Ödülü) özel sektör tarafından finanse edilen Ay araştırmalarını artırmayı amaçlamaktadır. X Ödülü Vakfı, Ay üzerine robotik bir ay aracı gönderebilecek olan ve diğer bazı kriterlere uyacak olan herhangi bir kişiye 20 milyon dolar önermektedir. Ay birçok sanat ve edebiyat eserine konu olmuş ve sayısız başkalarına da ilhâm kaynağı olmuştur. Görsel sanatlar, sahne sanatları, şiir, yazın ve müzik için bir motif oluşturur. İrlanda'da Knowth'da bulunan 5.000 yıllık kaya üzerinde kazılı bulunan ve Ay'ı tasvir ettiği düşünülen eser keşfedilen en eski eserdir. Birçok tarihöncesi ve antik kültürde Ay'ın tanrı olduğuna ve diğer doğaüstü fenomenlerin kaynağı olduğuna inanılırdı. Ay üzerindeki astrolojik görüşler günümüzde de yaygındır. Batı uygarlığında Ay hakkında bilimsel açıklama getiren ilk kişi Yunan filozof Anaxagoras olmuştur. Anaxagoras Güneş ve Ay'ın dev küresel kayalar olduğunu ve Ay'ın Güneş'in ışığını yansıttığını öne sürmüştür. Gökyüzü hakkında tanrıtanımaz görüşleri tutuklanmasına ve sürgüne gönderilmesine neden olmuştur. Aristo'nun evren tanımında Ay değişken elementler (toprak, su, hava ve ateş) alanı ile Eter'in ölümsüz yıldızları arasındaki sınırı oluşturur. Bu ayrım yüzyıllar boyunca fiziğin bir parçasını oluşturmuştur. Orta Çağ'a gelindiğinde, teleskobun keşfinden önce birçok kişi Ay'ın bir küre olduğunu kabul etti ancak "tamamen pürüzsüz" olduğuna inanılıyordu. 1609'da, Galileo Galilei, "Siderus Nuncius" adlı kitabında Ay'ın ilk teleskobik çizimlerini yayımladı ve ay yüzeyinin pürüzsüz olmadığını, dağlar ve kraterlerden oluştuğunu yazdı. Daha sonra 17. yüzyılda Giovanni Battista Riccioli ve Francesco Maria Grimaldi Ay'ın bir haritasını çizerek birçok kratere günümüzde bilinen adlarını verdi. Haritalarda Ay yüzeyinin karanlık bölümleri "maria" ya da denizler ve açık bölümleri "terrae" ya da kıtalar olarak belirtilmiştir. Ay üzerinde bitki örtüsünün varlığı ve yaşam olabileceği düşüncesi 19. yüzyılın başlarına kadar önemli gökbilimciler tarafından bile dikkate alınmıştır. Parlak yüksek bölgeler ile koyu denizler arasındaki kontrast değişik kültürler tarafında Ay'daki adam, tavşan, buffalo ve bunun gibi çeşitli modellemelere yol açmıştır. 1835'te Büyük Ay Aldatmacası birçok insanı Ay üzerinde egzotik hayvanların yaşadığına inandırmıştır. Hemen hemen aynı zamanlarda (1834–1836 arasında) Wilhelm Beer ve Johann Heinrich Mädler dört ciltlik "Mappa Selenographica" 'yı ve 1837'de "Der Mond" adlı kitabı yayımlamaktaydı. Bu eserler Ay üzerinde su ve atmosfer olmadığını belirtiyordu. Ay'ın öteki yüzü 1959'da Luna 3 uzay sondası fırlatılana kadar bilinmiyordu. 1960'larda "Lunar Orbiter" programı tarafından haritası çıkarılmıştır. Her ne kadar 1959 yılında Luna 2 ve bunu izleyen diğer inişlerde birçok Sovyetler Birliği bayrağı ile ABD bayrağı Ay yüzüne sembolik olarak dikilmişse de günümüzde Ay yüzeyi üzerinde hiçbir ulus hak iddia etmemektedir. Rusya ve ABD Ay'ı uluslararası sular ile aynı statüye koyan (res communis) Dış Uzay Anlaşması'nın taraflarıdır. Bu anlaşma aynı zamanda Ay'ın yalnızca barışçıl amaçlar için kulllanılmasını emreder ve askerî üsler ile kitle imha silahlarını ve her türden silahları yasaklar. Ay kaynaklarının herhangi bir ülke tarafından tek başına kullanılmasını kısıtlayan ikinci bir anlaşma olarak Ay Anlaşması önerilmiştir ama uzay yolculuğuna çıkabilen ülkelerden hiçbiri bu anlaşmayı imzalamamıştır. Çeşitli kişiler Ay üzerinde tamamen ya da kısmen hak iddia etse de bunlar dikkate alınmamıştır. Jayne Mansfield Jayne Mansfield (19 Nisan 1933 – 29 Haziran 1967) Amerikalı sinema oyuncusu. Gerçek adı Vera Jayne Palmer. Sarışın Marilyn Monroe'ya rakip olmaya aday gösterilmiştir. Frank Tashlin, 1957 yılında çevirdiği "The Girl Can't Help It" (Dünya Güzeli) ve "Will Success Spoil Rock Hunter" filmlerinde Amerikan tüketim dünyasının aşırılıklarını açığa çıkarmak için onun iri göğüsleriyle belirginleşen bedensel özelliklerini kullanmıştır. Ölümüne yol açan araba kazası için de farklı yorumlar yapılmış, yaşarken olduğu gibi acımasızca sömürülmeye devam etmiştir. Kimya mühendisliği Kimya mühendisliği, kimya, matematik, fizik, biyoloji, mikrobiyoloji, biyokimya,ve ekonomi bilimlerini, ham maddelerin ya da kimyasalların daha kullanışlı ya da değerli formlara dönüştürüldüğü proseslere uygulayan mühendislik dalıdır. Mühendislik eğitimi almak isteyen kişilerin iyi bir matematik altyapısına sahip olmaları gerekmektedir. Kimya mühendisliği disiplinlerarası çalışmayı gerektiren bir yapıya sahiptir ve matematik, kimya ve fizik bilimlerine ilgi duyan kişiler için bulunmaz bir mühendislik dalıdır. Kimya mühendisliğinin 1950’li yıllarda AIChE (Amerikan Kimya Mühendisliği Enstitüsü) tarafından yapılan tanımı şöyledir: “Kimya mühendisliği mühendislik mesleğinin bir kolu olup, maddelerin fiziksel ve kimyasal değişimlerinin yer aldığı, üretim işlemlerinin uygulama ve gelişimi ile ilgilenir. Kimya mühendisinin görevi, içlerinde fiziksel ve kimyasal değişimlerin yer aldığı cihazların projelendirme, yapım ve çalıştırılmasından ibarettir.”" 1970-1980’li yıllarda tekrar şekillendirilen kimya mühendisliği tanımı şu hale gelmiştir: “"Maddeyi fiziksel ve kimyasal değişimlere uğratan cihazları ve özellikle değişimlerin (bileşim, hal ve enerji değişimleri) kendilerini mühendislik, ekonomi ve insan ilişkileri yönlerinden inceleyen bilim koluna kimya mühendisliği adı verilir".” 2000’li yılların tanımı ise aşağıdaki şekildedir: “"Kimya mühendisliği, malzemelerin kimyasal yapılarının, enerji içeriklerinin veya fiziksel hallerinin değişime uğradığı proseslerin geliştirilmesi ve uygulanması ile ilgilenen engin ve çok yönlü bir mühendislik dalıdır.”" Temel olarak iyi bir kimya mühendisi kimya ilmini, mühendislik disiplini, matematik, fizik, biyoloji ve bilgisayar bilgileri ile birleştirebilmelidir. Kimya mühendisliği ile ilgili olarak 27 Eylül 2001 tarihinde Avustralya
'nın Melbourne kentinde düzenlenen 6. Dünya Kimya Mühendisliği Kongresi'nde kabul edilen bildirgede kimya mühendisliğinin yeni dönemdeki tanımı iyi bir şekilde vurgulanmıştır. Yedi Kuyu Lenine (Kırım Tatarcası: Yedi Quyu, Ukraynaca: Леніне, Rusça: Ленино / "Lenino", 1957'e kadar Семь Колодезей / "Semi Kolodezey", anlam: "Yedi Kuyu"), Ukrayna'nın Kırım Özerk Cumhuriyeti'nin Lenine Rayonu'nun idarî merkezidir. Lenine Rayonu Kırım'ın en uzak ve en fakir ilçesidir. 1861 yılında bu bölgedeki köylerden (Kazantüp, Bayar, Kocalar, Mezkürce, Kıpçak...) Köstence, Eskişehir ve Polatlı'ya yoğun göçler yaşanmıştır. Bugün Sivrihisar ve Polatlı' daki Kırım Tatar köyleri ağırlıklı olarak ya doğrudan Yedikuyu bölgesinden ya da Köstence ve Dobruca üzerinden gelerek yerleşmişlerdir. Evpatorya Evpatorya veya Evpatoriya veya Yevpatoriya ya da Kezlev (Kırım Tatarcası: Kezlev, Osmanlı döneminde: Gözlöve, Gözleve, Ukraynaca: Євпаторія, "okunuşu : Yevpatoriya", Rusça: Евпатория) Ukrayna’nın Kırım Özerk Cumhuriyeti'nde yer alan bir şehirdir. Bir Antik Yunan kolonisi olan ve geçmişte Kerkinitis (Κερκινίτης) adıyla anılan Evpatorya'ya ilk kez MÖ 500 yıllarında yerleşime açıldı. Pontus Kralı VI. Mithridates'in Kırım'ı ele geçirmesinden sonra şehrin adı, "Eupator" olarak değiştirildi. Kabaca 7. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar Hazar Kağanlığı'nın egemenliğinde kalan şehir, "Güsliev" (Güzel ev) olarak anılmaktaydı. Evpatorya, daha sonra Kıpçakların, Moğol İmparatorluğu'nun ve Kırım Hanlığı'nın bir şehri olmuştur. Kırım Hanlığı döneminde Kırım Tatarları tarafından "Kezlev" olarak adlandırılan şehri Osmanlılar "Gözleve" olarak tanımlamaktaydı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Orta Doğu Teknik Üniversitesi ya da kısaca ODTÜ (İngilizce: "Middle East Technical University", kısaca METU), 15 Kasım 1956 tarihinde, zamanın Türkiye başbakanı Adnan Menderes, Karayolları Genel Müdürü Vecdi Diker ve bir grup İTÜ'lü akademisyen tarafından Ankara'da kurulmuş bir devlet üniversitesi. Mersin'de bulunan Deniz Bilimleri Enstitüsü ve KKTC'de bulunan ODTÜ KKK (Kuzey Kıbrıs Kampüsü) dışında bütün binaları aynı kampüstedir. Bugüne kadar 120 binin üzerinde mezun veren üniversitenin eğitim dili İngilizcedir. Yabancı dilde eğitim vermek, merkezî bilgisayar sistemi kurmak, üniversite müzesi açmak, teknokent kurmak, internet bağlantısı gerçekleştirmek gibi ülke çapında birçok ilki gerçekleştirmiştir. 2014'te Times Higher Education Dünya Üniversite Sıralaması'nda 85. sırada yer alan ODTÜ, bu listede ilk yüze girebilen tek Türk üniversitesidir. 1954'te Pensilvanya Üniversitesi'nden Prof. Charles Abrams, Birleşmiş Milletler'in görevlisi olarak Orta Doğu'daki konut sorunu ve üniversitelerin mimarlık ve şehir-bölge planlama eğitimine ilişkin araştırma yapmak üzere Türkiye'ye gelir. İncelemelerini bir rapor halinde BM'ye sunan Abrams, Türkiye'de mimarlık ve planlama eğitimi verecek bir teknoloji enstitüsünün kurulmasını önerir. Bunun üzerine BM, Pensilvanya Üniversitesi'nden G. Holmes Perkins'i, Türk mimarlarını ve şehir - bölge plancılarını yetiştirecek bir enstitünün kurulması için görevlendirir. Böylelikle ODTÜ, 15 Kasım 1956 tarihinde Millî Eğitim Bakanlığı'na bağlı bir enstitü olarak ""Orta Doğu Yüksek Teknoloji Enstitüsü"" adıyla 2 yabancı ve birkaç Türk öğretim elemanı kadrosuyla İngilizce dilde eğitime başlar. Birleşmiş Milletler kanalıyla gelen bu yabancı öğretim elemanlarından biri Mart 1959'a kadar geçici direktörlüğü de üstlenen Thomas Godfrey, diğeri ise Marvin Sevely'dir. Kurulduğu hâliyle yönetim düzeni, MEB'e bağlı herhangi bir enstitünün yönetimden farklı bir niteliğe sahip olan ODTÜ'de yönetimin en üst karar organı "Mütevelli Heyeti" olarak adlandırılan ve başlangıçta 5 üyeden oluşan bir kuruldur. Türkiye ve diğer Orta Doğu ülkelerinin kalkınmalarına katkıda bulunmak, özellikle fen bilimleri ve sosyal bilimler alanlarında çalışan yetiştirmek üzere kurulan enstitünün açılışından önce dönemin Maarif Vekili Ahmet Özel "Meclise sunulan tasarının kanunlaşması sonunda enstitü, Orta Doğu'nun en büyük teknik üniversitesi hâline getirilecektir." diyerek enstitünün bir süre sonra üniversite hüviyetini alacağını bildirmiştir. İlk olarak Mimarlık ve Şehircilik alanında eğitime başlayan ODTÜ; 1956-1957 ders yılının ikinci döneminde Makine Mühendisliği, 1957-1958 ders yılının başında İnşaat Mühendisliği ve İdari Bilimler Fakültesi'ne bağlı İş İdaresi, Kamu Yönetimi (Amme İdaresi) ve Endüstri Yönetimi programlarında eğitim vermeye başlar. Üniversite bu yıllarda Kızılay'da Emekli Sandığı'na ait küçük bir bina ile TBMM yakınlarında bulunan barakaları derslik olarak kullanırken 29 Ocak 1957'de üniversitenin "Kuruluş ve Hazırlıkları Hakkındaki 6887 Sayılı Kanun" çıkarılmış ve ardından esas kanun 27 Mayıs 1959'da 7307 Sayılı Kanun olarak TBMM'de onanır. Yasanın onanmasıyla birlikle enstitü, tüzel kişiliğine kavuşarak ""Orta Doğu Teknik Üniversitesi"" olarak isim değiştirir. İlk zamanlar ortaokul binasını andıran küçük bir binada eğitim veren ve "baraka", "gecekondu üniversitesi" diye anılan üniversitenin kendine ait bir yerleşkeye kavuşması için çalışmalar kuruluşun ardından hemen başlamış, henüz yerleşke yeri kesinleşmemişken Perkins'in yaptığı yerleşke planı kabul görmüştür. Yerleşke alanı için Yalıncak Köyü'nün ardındaki arazinin veya Etimesgut Şeker Fabrikası binalarının kullanılmasının gündeme geldiği bir dönemde temelin bir an önce atılması için hükûmetten gelen baskıların üzerine 2 Ekim 1957'de Yalıncak Köyü'nde bir temel kazma töreni yapılmıştır. Uluslararası bir üniversite olacağı için Ankara'daki büyükelçilerin hemen hemen hepsi, dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve diğer bakanlar törende bulunur. ODTÜ'nün kurucularından ilk Mütevelli Heyeti Başkanı Vecdi Diker, Karayolları Genel Müdürlüğü'nden bir ekskavatör getirtmiş ve bu inşaat makinesi ile temel yeri kazılmıştır. Perkins'in tasarladığı yerleşke planı çerçevesinde inşa edilecek ilk bina İdari İlimler Fakültesi olarak belirlenmiş ve 1959'da düzenlenen uluslararası proje yarışmasında Dr. Turgut Cansever, Ertürk Yener ve Mehmet Tataroğlu'dan oluşan Türk ekip birinci olmuştur; ancak yerleşkenin nereye kurulacağı hâlâ tam olarak belirlenmediği için proje askıya alınmıştır. 27 Mayıs 1960'ta yapılan darbenin ardından ODTÜ Mütevelli Heyeti üyesi olan dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve Antalya milletvekili Ahmet Tokuş tutuklanarak heyetten ihraç edilmiş, üniversitenin kapatılacağı düşüncesi yayılmaya başlamıştır. Darbe'den sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin Adnan Menderes'in eseri olduğunu ileri sürerek kapatılmasını isteyen Millî Birlik Komitesi'ndeki diğer cuntacı arkadaşlarına karşı çıkan Kurmay Albay Sami Küçük, üniversitenin eğitim faaliyetlerine devamını sağlamıştır. Ağustos 1960'ta Mütevelli Heyeti'nin görevine son veren 43 sayılı yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte kısa bir süre sonra Mart 1959'da danışman rektör olarak atanan Prof. W.R. Woolrich'in görevine son verilerek ODTÜ'nün ilk Türk rektörü olarak Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu atanmıştır. Böylece Türkiye'deki hukuk sistemine uyum sağlayan üniversitenin açılış töreninde rektör Feyzioğlu "Orta Doğu Teknik Üniversitesi tamamıyla bir Türk üniversitesidir." diyerek "Türk üniversitesi" kimliğine vurgu yapmıştır. Bu dönemde ODTÜ'nün iç yazışmaları Türkçe olarak yapılmaya başlanmış ve ilk kez yönetmelikler çıkarılmıştır. Haziran 1960'ta ilk mezunlarını veren üniversiteden bu dönemde 11'i Makine Mühendisliği Bölümü'nden, 19'u Mimarlık Bölümü'nden olmak üzere toplam 30 kişi mezun olmuş ve ilk üniversite birincisi olan öğrenciye bin liralık ödül ile birlikte şilt verilmiştir. 27 Ekim 1960'ta 147'ler olayı olarak bilinen, askerî yönetimin 114 sayılı kanun ile 147 öğretim üye ve yardımcısını üniversitelerden ihraç etme kararını protesto etmek için Feyzioğlu da dahil birçok rektör ve öğretim üyesi görevlerinden istifa etmiş; ancak Turhan Feyzioğlu'nun istifası kabul edilmemiş ve Feyzioğlu görevini sürdürmüştür. Ocak 1961'de Feyzioğlu'nun Temsilciler Meclisi'ne seçilerek görevden ayrılmasıyla birlikte 23 Şubat 1961'de rektörlük görevine Prof. Dr. Seha Meray atanmıştır. Meray'ın rektörlüğe gelmesinden kısa bir süre sonra üniversite, öğrenci boykotuna tanık olur. Öğrenciler, hem öğretim olanakları hem de diplomaların tanınıp tanınmamasındaki belirsizlik konusunda bir boykot düzenleyerek derslere girmeme kararı almıştır. Rektörle yapılan görüşmenin ardından boykot sona ermiştir. Yaklaşık 3 ay boyunca rektörlüğünü yürüten Meray, rahatsızlığı nedeniyle Mayıs 1961'de görevinden ayrılmış ve rektörlük işlerini geçici olarak Uğur Ersoy sürdürmüştür. Ersoy, Ağustos 1961'de rektörlükten ayrılarak öğretim üyesi görevine devam ederken Ersoy'un istifasından sonra Feyzioğlu'nun rektörlüğü döneminde rektör yardımcılığı yapmış Doç.Dr. Arif Payaslıoğlu iki ay süreyle rektörlük işlerini üstlenmiştir. 26 Nisan 1961'de Mütevelli Heyeti, yerleşke yeri için Aşağı Balgat'ta (şimdiki yerleşke) karar kılmış ve yerleşke projesi için uluslararası jüriye sahip ancak ulusal düzeyde yeni bir yarışma düzenlenmiştir. Sonuçları Eylül 1961'de açıklanan yarışmayı, katılan 25 proje arasından Behruz Çinici ile Altuğ Çinici'nin projesi kazanmıştır. 22 Kasım 1961'de rektörlüğe gelen Kemal Kurdaş'ın yaptığı ilk çalışmalar yerleşke ile ilgili olmuştur. Yarışmayı kazanan mimarlar Behruz ve Altuğ Çinici ile 23 Kasım 1961'de görüşen Kurdaş, çalışmaların hızla başlamasını istemiştir. İlk aşamada Mimarlık Fakültesi, Fen-Edebiyat Falültesi'nin laboratuvarları, Rektörlük binası ve kafeteryanın ilk bölümü ile iki yurt binasının planları hazırlanmıştır. Bunun ardından 3 Aralık 1961'de ODTÜ'de ilk ağaçlandırma faaliyetleri yapılmış ve ODTÜ'lü öğrenciler, yerleşke arazisine 135 bin fidan dikmiştir. Aynı ay içerisinde Kurdaş, Yalıncak Köyü'ndeki incelemeleri sırasında bazı yapı kalıntıları ile küçük eserlere rastlayarak buranın eski bir yerleşme yeri ve arkeolojik saha olduğunu Millî Eğitim Bakanlığı, Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü ve Ankara Arkeoloji Müzesi (bugün A
nadolu Medeniyetleri Müzesi) Müdürlüğü'ne bildirir ve arkeolog Burhan Tezcan yönetimindeki ekip, burada arkeolojik çalışmalara başlar. Üniversitenin kadro ve altyapısı yeterli olmamasına rağmen 1961 yılı içerisinde matematik, fizik, teorik fizik, kimya, eğitim, beşeri ilimler ve psikoloji bölümleri ile hazırlık sınıfı açılmıştır. Ocak 1962'de yerleşkenin inşaat programı kesinleştirilmiş ve ilk iki yıl için programda Mimarlık Fakültesi ile altyapı tünelinin bitirilmesi yer almıştır. Bunun üzerine 11 Mayıs 1962'de dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in de katılımıyla Mimarlık Fakültesi binasının temel atma töreni gerçekleştirilir. Ardından hazırlık sınıfının yeni yerleşkeye taşınmasına karar verilir ve bu doğrultuda aynı yılın yazında Mimarlık Fakültesi'nin kuzeyindeki alana 4 baraka inşa edilir. Ekim 1962'de yeni yerleşkede eğitime başlayan Hazırlık Sınıfı böylece yerleşkeye taşınan ilk birim olmuştur. Bir süre sonra Hazırlık Sınıfı, Mütevelli Heyeti kararıyla Hazırlık Okulu'na dönüştürülmüştür. Aynı yıl içerisinde kampüs ağaçlandırma faaliyetleri devam etmiş ve rektör Kurdaş ile beraberindeki öğrenciler kampüse 1,5 milyondan fazla ağaç dikmiştir. 1961-62 öğretim yılında ODTÜ öğrenim gören toplam öğrenci sayısı 1025 iken, 1962-63 öğretim yılında bu sayı 1274'e ulaşmıştır. 12,5 milyon liraya mal olan ve 30 Eylül 1963'te hizmete giren Mimarlık Fakültesi binasının tamamlanmasından sonra 1 Ekim 1963'te yeni yerleşke, zamanın Başbakanı İsmet İnönü'nün de katılımıyla gerçekleşen törenle eğitim-öğretime açılmıştır. 63-64 öğretim yılının başlangıcında üniversitenin büyük bir bölümü yeni kampüse taşınırken üniversite, bu öğrenim döneminde 310 Türk 56 yabancı öğretim görevlisi ile 1893 Türk 167 yabancı öğrenciye eğitim vermiş ve lisans programından toplam 158 kişi, yüksek lisans programından toplam 59 kişi mezun etmiştir. Daha çok yerleşke inşasının bitirilmesine yönelik yapılan çalışmalarla geçen 1963 yılında kütüphane binasının mimari projeleri şekillendirilmiş ve günümüzde hâlen kullanılmakta olan ODTÜ Kütüphanesi'nin mimarı Behruz Çinici konuyla ilgili araştırmalarına başlamıştır. 63-64 yıllarında yerleşkede tamamlanmış binaların toplam alanı 67.000 m²'nin üzerine çıkmıştır. 1964 yılına gelindiğinde hesaplayıcı, yazıcı, sıralayıcı ve veri giriş kartı hazırlama makinelerinden oluşan donanımıyla daha çok yönetsel bilgi işlemlerine destek olmak amacı ile rektörlüğe bağlı bir birim olarak ODTÜ Bilgisayar Merkezi kurulmuştur. Aynı yılın sonunda Bilgisayar Merkezi'nin akademik çalışmalara yardımcı olması için bir bilgisayar sisteminin kurulmasına karar verilmiş ve bunun için Amerika Birleşik Devletleri Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT)'den iki Türk öğretim üyesi Dr. Şenol Utku ve Dr. Cenap Oran ODTÜ'ye davet edilmiştir. Kurulan çalışma ekibi, o dönemde ABD'deki üniversitelerde yaygın olarak kullanılan IBM 1620 bilgisayar sisteminin kiralanmasına karar vermiş ve o yıl Fizik Bölümü'nde kurulan merkeze 1965'te IBM 1620 sistemi kurulmuştur. Bir taraftan da kütüphanenin zenginleşmesi için çabalar devam ederken 30 Haziran 1965'te Winston Churchill anısına İngiliz Hükûmeti'nin yaptığı bin ciltlik bir koleksiyon kütüphane arşivine katılmış ve 31 Aralık 1965'te kütüphane koleksiyonu toplamda 50 bin cilde ulaşmıştır. Aynı yıl kampüse koyulmak üzere açılan Atatürk Anıtı Yarışması sonucunda birinci olan Atatürk Anıtı ile ikinci olan Bilim Ağacı kampüse yerleştirilmiştir. 1967 yılında özellikle bilimsel projelere ağırlık verilen ODTÜ'de yıl içerisinde toplam 219 proje yürütülmüştür, bu dönemde yapılan projelerle TÜBİTAK'tan en çok ödül alan üniversite unvanı ODTÜ'ye gelmiştir. Ders yılı başında Türkiye'de ilk defa düzenlenen test yöntemiyle üniversite 1843 yeni öğrenci almış ve toplam öğrenci sayısı 5127'ye yükselmiştir. Ayrıca üniversitenin öğretim üyesi kadrosu %20 artarak 607'ye ulaşmış, Teorik Kimya Bölümü ile Hesap Bilimleri Bölümü kurulmuş ve Modern Biyoloji Opsiyonu başlatılmıştır. Merkezi Kütüphane'nin inşaatı tamamlanmış ve kütüphaneye 14.620 yeni kitap eklenmiştir. Kütüphanenin bilimsel dergi ve periyodik sayısı 1456'ya yükselmiştir. 1967'de rektör Kurdaş başkanlığında "Keban Baraj Gölü Altında Kalacak Tarihi Eserleri Kurtarma ve Değerlendirme Komitesi" kurulmuş ve 8 yıl sürecek olan Keban bölgesini arkeolojisi, tarihi, mimarisi, etnografyası, folkloru, müziği, dili ile bir bütün olarak inceleyecek bir projeye başlanmıştır. Bu kapsamda Keban Baraj Gölü altında kalacak arkeolojik varlıkların kurtarılmasına ağırlık verilmiştir. Temmuz 1987'de görev süresi dolan rektör Gönlübol'un yerine Endüstri Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ömer Saatçioğlu rektörlüğe atanmıştır. 1988'de Üniversite Senatosu, ODTÜ'nün kuruluş yasasının kabûl tarihini esas alarak 27 Mayıs gününü "ODTÜ Günü" olarak belirlemiş ve bu günün her yıl bir törenle kutlanması yönünde karar almıştır. O tarihten itibaren 27 Mayıs'ın yer aldığı haftanın son iş günü "ODTÜ Günü" olarak kutlanmaktadır. 1989'da daha sonra gelenek hâline gelen "Mezunlar Günü" ilk kez düzenlenmiş, mezuniyetlerinin 30. yılını dolduran mezunlara plaket verilmiştir. Aynı sene içerisinde üniversitenin bilgisayar kapasitesi artırılarak kişisel bilgisayar sayısı bine ulaştırılmış, fiber optik bilgisayar ağı oluşturulmuş ve uluslararası ağlara bağlanılmıştır. 1987'de ön çalışmalarına başlanan Teknokent'te kurulacak teknoloji tabanlı firmalara destek olma gayesiyle 1990'da KOSGEB ile imzalanan işbirliği anlaşmasıyla Teknoloji Geliştirme Merkezi (TEKMER) açılmıştır. 7 Temmuz 1992'te çıkan yasa ile "YÖK tarafından yapılan rektör atamaları düzeni" kaldırılarak günümüzde hâlen uygulanan seçim sistemine başlanmıştır. Ömer Saatçioğlu'nun Eylül 1992'de görev süresinin sona ermesiyle birlikte yapılan ilk seçimlerde en çok oyu alan İnşaat Mühendisliği öğretim üyesi Prof. Dr. Süha Sevük rektör olarak atanmıştır. Aynı yıl, Türkiye'nin ilk CAD/CAM Laboratuvarı'nı içeren BİLTİR Merkezi, rektörlüğe bağlı birim olarak kurulmuştur. 12 Nisan 1993'te Ankara-Washington arasındaki 64 Kbps kapasiteli kiralık hat ile, ODTÜ Bilgi İşlem Daire Başkanlığı sistem salonundaki yönlendiriciler kullanılarak Türkiye'nin ilk internet bağlantısı gerçekleştirilmiş, Türkiye'nin ilk internet sayfaları .tr uzantılı olarak açılmıştır. 1994'te rektör Sevük'ün ve genel sekreter Mehmet Çalışkan'ın desteği ile kuruluş çalışmalarına başlanan Radyo ODTÜ, 1995'te 103.1 frekansıyla yayın hayatına başlamıştır. 25 Haziran 1996'da yapılan seçimde Süha Sevük tekrar rektör seçilmiştir. 1998'de ODTÜ Geliştirme Vakfı, Anadolu genelinde okul açma projesine başlamıştır. Öncelikli olarak Ankara, Denizli, Mersin ve Niğde'de kurulan okullar eğitime başlatılmış, okul sayısının 10-12'ye çıkarılması düşünülmüştür. 19 Kasım 1998'de Genelkurmay Başkanlığı ve Savunma Sanayii Müsteşarlığı ile imzalanan protokol sonucu MODSİM-LAB kurulmuştur. Yerleşkeye yapılan yeni binasında hizmete geçen laboratuvar 24 Haziran 1999'da "Araştırma ve Geliştirme Laboratuvarı" olarak devam etmiş ve ilerleyen yıllarda merkez statüsünü kazanarak ODTÜ-TSK MODSİMMER (Modelleme ve Simülasyon Uygulamaları Araştırma Merkezi) adını almıştır. 17 Ağustos 1999'da Türkiye'yi ciddi biçimde etkileyen ve yaklaşık 18 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan Marmara depremi sonrasında ODTÜ, kazazedeler için yardım köprüsü oluşturmuştur. Kriz masası kuran rektörlük, "ODTÜ Depreme Yardım Kampanyası" başlatmış, kampanya dahilinde yardım toplanırken afetzedeler için de ODTÜ yurtları kullanıma açılmıştır. İlköğretim, lise veya üniversite eğitimi gören öğrenciler için de "ODTÜ Deprem Bursu" kampanyası başlatılmıştır. 2000'in başında Bilkent, Boğaziçi, Çukurova, Dokuz Eylül, Ege, Gazi, Hacettepe, İTÜ, Koç, ODTÜ, Sabancı üniversitelerinin katılımıyla "Türkiye'deki akademisyen ve öğrencilerin küresel bilgi ağına en üst düzeyde erişimlerini gerçekleştirerek, eğitim ve araştırmaya kütüphanelerin desteğini arttırmak" için ANKOS (Anadolu Üniversite Kütüphaneleri Konsorsiyumu) oluşturulmuştur. Yine aynı dönemde Bilgi İşlem Daire Başkanlığı'na ait tüm yazılım/donanım/gömülü yongalı sistemlerin listesi çıkartılmış ve envanterdeki tüm sistemlerin 2000 yılı uyumluluğu konusunda araştırmalar yapılmıştır. 7 Ağustos 2000'de Süha Sevük'ün görev süresinin dolmasıyla birlikte yapılan seçimle Kimya Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ural Akbulut rektör olmuştur. Türkiye'de ilk kez yapılan bir uygulamayla, IEEE 802.11b teknolojisiyle 11Mbps bant genişliğinde, kütüphane, Kültür ve Kongre Merkezi'nde (ODTÜ KKM) ve yerleşke içindeki çeşitli açık alanlarda kablosuz ağ erişimi hizmeti sağlanmıştır. Devlet Planlama Teşkilatı, 2001'de "Öğretim Üyesi Yetiştirme Projesi"'sini onaylamış ve bu sayede 14 milyon liralık bir kaynak sağlanmıştır. Aynı yıl ağustos ayında teknokentler ile ilgili yasal çerçeveyi tanımlayan "Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Yasası" TBMM'den geçerek yasalaşmıştır. Böylece ODTÜ Teknokent, Türkiye'nin ilk yasal teknokenti olmuştur. Haziran 2002'de ayında, AB projelerinde güç birliği oluşturma amacıyla ODTÜ, Ankara Üniversitesi, İTÜ, Boğaziçi Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi ile birlikte "Üniversitelerarası Avrupa Birliği İnisiyatifi"ni kurmuştur. Avrupa Birliği İnisiyatifi, 6. Çerçeve programlarının 7 ana temasında toplam 12 çalıştay düzenlemiş ve ülke çapında ulusal ağlar oluşturmak için çalışmalara başlamıştır. Mühendislik, teknoloji ve bilişim alanlarındaki programları akredite eden Amerika merkezli kuruluş ABET'in yeni kriterlerine göre eşdeğerlik alan ilk Avrupa Üniversitesi olan ODTÜ, 2003'te aldığı eşdeğerliklerle Türkiye'de tüm mühendislik programları akredite olan iki üniversiteden biri olmuştur. 2000'li yılların başında kuruluş çalışmaları başlayan Kuzey Kıbrıs Kampüsü, 2003'te KKTC Cumhuriyet Meclisi tarafından çıkarılan kuruluş yasası ile beraber tüzel kişiliğine kavuşmuş ve eğitime başlamıştır. 8 Aralık 2004'te Eğitim, Ölçme, Moleküler Biyoloji ve Biyoteknoloji AR-GE Merkezleri olarak yapılandırılan Merkezî Laboratuvar'ın açılışı yapılmıştır. Yaygınlaştırılmış Ulusal ve Uluslararası Projel
er (YUUP) kapsamında yapılan projeler için 2005'te DPT'den 5 milyon TL kaynak sağlanmış, 2004'te başlatılan İnsansız Hava Aracı, Akıllı Cam ve Kiral İlaç Hammaddesi YUUP projelerinde ürün ve patent aşamasına ulaşılmıştır. ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi de 2005'te hizmete girmiştir. Üniversite bünyesinde 5 fakülte ve bu fakültelerde 37 bölüm vardır. Bunlar: Üniversitenin Kuzey Kıbrıs Kampüsü'nde Kimya Mühendisliği, İnşaat Mühendisliği, Bilgisayar Mühendisliği, Elektrik-Elektronik Mühendisliği, Makine Mühendisliği, Havacılık ve Uzay Mühendisliği, Petrol ve Doğal Gaz Mühendisliği, İktisat, İşletme, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, İngilizce Öğretmenliği, Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Öğretmenliği, Psikoloji, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümleri vardır. Bu kampüsteki bölümlerle birlikte toplam bölüm sayısı 51'dir. Bunlara ek olarak, Uygulamalı Matematik Enstitüsü, Enformatik Enstitüsü, Deniz Bilimleri Enstitüsü, Fen Bilimleri Enstitüsü, Sosyal Bilimler Enstitüsü olmak üzere beş enstitü, bir Meslek Yüksekokulu, Yabancı Diller Yüksekokulu'nun altında; Temel İngilizce Bölümü, Modern Diller Bölümü ve Akademik Yazı Merkezi olmak üzere 3 bölüm ve Rektörlüğe bağlı olarak faaliyetlerini sürdüren, Türk Dili Bölümü ve Güzel Sanatlar ve Müzik Bölümü mevcuttur. Üniversitede toplamda 43 lisans, 106 yüksek lisans ve 67 doktora programı yürütülmektedir. ODTÜ amblemi birbirine dönük iki ay ve bu ayların içindeki birbirine dönük iki yarım daireden oluşur. Amblemdeki renkler kırmızı ve beyazdır. Amblemdeki yarım daire ve ay şekilleri Orta Doğu ülkelerinin çoğunun bayraklarında bulunan ayları temsil eder. İç içe iki daireyse doğu-batı uygarlıkları ile bunların ilişkisini yansıtmaktadır. Eşit çaplı iki dairenin merkezleri arasındaki uzaklık daire çapının beşte biridir (D/5). Renkli basımda bayrak kırmızısı kullanılır ve karşıdan bakıldıgında içi dolu kırmızı ay solda bulunur. ODTÜ'de akademik yıl iki yarıyıldan oluşmaktadır. Genelde eylül ayının son haftasında başlayan akademik yılın birinci dönemi ocak ayının ortasında tamamlanır ve ikinci dönem de şubat ayının ortasında başlayıp haziran ayının ortasında sona erer. Ayrıca üniversitede dönem derslerini içeren Yaz Okulu ve uluslararası öğrencilere hitap eden dersler içeren Uluslararası Yaz Okulu da bulunmaktadır. ODTÜ her yıl yüz binlerce lise son sınıf öğrencisi ve mezununun Türkiye'deki devlet ve vakıf üniversitelerine girebilmek adına girdiği Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sistemi sınav sonuçlarına göre ön lisans ve lisans düzeyinde öğrenci kabul etmektedir. Bu sınavda dereceye girenlerin birçoğu eğitim yaşamlarını ODTÜ'de sürdürmeye karar vermiştir. ODTÜ'de öğrenim görme talebi çok yüksek olduğundan, üniversitenin birçok bölümü sınava giren yaklaşık bir buçuk milyon öğrenciden yalnızca en üstteki yüzde üçlük dilime girebilenleri kabul etmektedir. ODTÜ 2015 yılı kontenjanlarında 2861 öğrenci alacağını ilan etmiştir. ODTÜ'ye giren öğrenciler, üniversitenin öğretim dilinin İngilizce olmasından dolayı, üniversite hayatının ilk eğitim döneminin başında İngilizce yeterlilik sınavına girmek zorundadır. Üniversite tarafından yapılan İngilizcede yeterlilik sınavından 59.50 ve üzeri not alanlar bölümlerine geçmeye hak kazanırken, sınavda geçersiz not alan öğrenciler İngilizce hazırlık programına alınırlar. Yine üniversite belirli koşulları sağlaması koşuluyla üniversite dışındaki TOEFL veya türevi sınavlardan alınan notlarla, öğrencilerin bölümlerine geçmesine olanak tanımaktadır. Üniversitede 1.115 öğretim üyesi, 324 öğretim görevlisi ve 1.259 araştırma görevlisi ile 2014-2015 dönemi verilerine göre 8.112'si lisansüstü olmak üzere 27.455 öğrenciye eğitim verilmektedir, 4.720 yüksek lisans, 3.168 doktora öğrencisi bulunmaktadır. ODTÜ mezunlarının %40'tan fazlası yüksek lisansa devam etmektedir. 2014 yerleştirme sonuçlarına göre ilk 100'e giren öğrencilerden 8, ilk binden 178, ilk bin ile 2 bin aralığından 150, ilk 2 bin ile 5 bin aralığından 445 ve 5 bin ile 10 bin aralığından 480 öğrenci ve ayrıca 74 okul birincisi ODTÜ'yü tercih etmiştir. Üniversitede eğitim gören yabancı uyruklu öğrenci sayısı 2014 verilerine göre 3166'dir. Üniversite 2007 yılında TÜBİTAK projelerine 85 milyon TL civarında kaynak ayırmış, ve Türkiye'deki üniversiteler arasında birinci olmuştur. ODTÜ'nün ardından en çok payı ayıran İstanbul Teknik Üniversitesi'nin projelere ayırdığı kaynak ise yaklaşık 20 milyon TL'dir. Üniversite, 2004-2008 yılları arasında TÜBİTAK tarafından desteklenen projelere 84.4 milyon TL harcamıştır. Bu oranla 2004-2008 yılları arasında öğretim elemanı başına düşen TÜBİTAK proje bütçesi 1.161.000 TL olmuştur. ODTÜ, YÖK'ün 2010 verilerine göre yayımlanan makale sayısı sıralamasında 6. sırada yer almaktadır. Ayrıca aynı verilere göre öğretim üyesi başına düşen makale sayısında 1.26 oran ile ilk 50'de bulunan üniversiteler arasında birinci sırada yer alırken tıp fakültesi olmayan üniversiteler arasında da birinci durumdadır. TÜBİTAK'ın üniversiteleri girişimcilik ve yenilikçilik performanslarına göre sıraladığı "Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi" 'ne göre ODTÜ, 2014 yılında 83,09 puanla birinci olmuştur. ODTÜ'lü bilim insanları; COST, EUREKA, NASA, NATO, NSF, BM, Dünya Bankası, Jean Monnet, Erasmus Mundus, Leonardo ve SOCRATES gibi pek çok kuruluş ve projede etkin rol oynamıştır. Avrupa Birliği destekli gerçekleştirilen Araştırma ve Teknolojik Geliştirme Çerçeve Programı kapsamında 59 FP6 araştırma projesinde yer alan ODTÜ, şu ana kadar bunlardan 48'ini tamamlamıştır. Öte yandan 32 FP7 araştırma projesi hâlen sürdürülmektedir. 2010'dan bu yana Avrupa ve Amerika üniversiteleriyle lisans ve önlisans düzeyinde 19 ortak diploma programı yürüten ODTÜ; uluslararası eğitim ve değişimle ilgili EUA, EAIE, IIE, GE3, SEFI ve CIEE gibi birçok dernek ve ağa üyedir. Ayrıca ODTÜ, AIESEC ve IAESTE programları sayesinde öğrencilerine yurtdışı staj imkânı sunmaktadır. Yükseköğretim kurumlarının uygulamalı bilim, mühendislik, teknoloji ve bilişim alanlarındaki programlarını akredite eden Amerika merkezli sivil toplum kuruluşu ABET akreditasyon sistemine başvuruda bulunan ilk Türk üniversitesi olan ODTÜ, bu başvuru ile ABET akreditasyonun Türkiye'de tanınmasına vesile olmuştur. Mühendislik fakültesindeki 13 programın tamamı akredite edilmiş ve ODTÜ, böylece Türkiye'de tüm mühendislik programları akredite olan iki üniversiteden biri olmuştur. ODTÜ, dünyanın prestijli bir üniversite sıralaması olan Times Higher Education'da 2014 listesinde 85. sırada yer alarak Türkiye'nin en iyi üniversitesi seçilmiştir. Aynı zamanda ODTÜ, bu dereceyle dünya üniversite sıralamasında ilk 100'e girebilen tek Türk üniversitesi olmuştur. İngiltere merkezli Quacpuarelli Symonds (QS) tarafından hazırlanan dünya üniversiteler sıralamasında da toplamda 10 alanda listede yer almıştır. Üniversite, 1966 yılında Türkiye'de merkezî bilgisayar sistemi kuran ilk üniversite olmuş, 1968 yılında kampüs içi kazı bulgularını sergileyen arkeoloji müzesi açmış ve 1987'de Türkiye'de teknopark girişiminin başlatılması, 1993'te ilk kez Türkiye'nin İnternet bağlantısının yapılması gibi birçok yeniliği gerçekleştirmiştir. Türkiye'nin İnternet Ülke Alan Kodu olan .tr, 1991 yılından beri ODTÜ tarafından yönetilen nic.tr kurumunca verilmektedir. .tr alan adı işlemlerinin politika ve prosedürleri, 1991-1998 yılları arasında ODTÜ Bilgi İşlem Daire Başkanlığı'nca oluşturulmuş ve uygulanmıştır. Nic.tr yönetimi, ODTÜ Enformatik Enstitüsü binasını kullanmaktadır. Türkiye'nin ilk bilim ve araştırma parkı olan ODTÜ-Teknokent için çalışmalara 1980'li yılların sonunda başlanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık başta olmak üzere dünya örnekleri incelenmiş, konunun önemine yönelik kamuoyu oluşturulmaya çalışılmıştır. 1996 yılında Dünya Bankası-TTGV işbirliği ile uluslararası bir konsorsiyuma hazırlatılan fizibilite çalışması, ODTÜ'yü, üniversitenin araştırma gücü, sanayi ile işbirliği potansiyeli ve yerleşkenin konumu gibi faktörler ile Ankara'da kurulacak bir bilim parkı için uygun görmüştür. 2001'de Türkiye'deki teknokentler ile ilgili yasal çerçeveyi tanımlayan Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Yasası Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmiştir. Bu yasa ile Türkiye'de üniversiteler önceliğinde bilim ve araştırma parklarının kurulması teşvik edilmiş ve bu amaçla başta vergisel muafiyetler olmak üzere çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. 26 Ocak 2008 tarihinde ODTÜ'de bit çarpışma laboratuvarı açılmıştır. Türkiye'nin bu alandaki ilk laboratuvarı niteliğinde olan ODTÜ - BİLTİR Merkezi, akademik çalışmaların yanı sıra otomotiv sanayinin Ar-Ge çalışmalarında da test ve mühendislik hizmetleri sunmaktadır. %60'tan fazlası Teknokent'te kurulmuş şirketlerden oluşan 300'ün üzerindeki şirket sayısına, %90'ı yüksek öğrenim mezunu olan 5 binden fazla personele ve Ar-Ge faaliyetlerinin yürütüldüğü 120.000 m² kapalı alana sahip olan Teknokent'te faaliyet gösteren şirketlerin %51'i yazılım-bilişim, %19'u elektronik, %15'i makine ve tasarım, %6'sı medikal teknolojiler, %6'sı enerji ve çevre, kalan %3'ü ise ileri malzeme, tarım, gıda, uzay-havacılık, otomotiv gibi diğer alanlarda Ar-Ge çalışması yürütmektedir. Yıllık ciro büyüklüğü yaklaşık 550 milyon TL olan Teknokent içinde yer alan şirketlerin bugüne kadar Ar-Ge'den elde ettiği gelir ve devlet ekonomisine kattıkları değer 4,7 milyar TL'i aşmış olmakla birlikte, bu çalışmalardan elde edilen ihracat geliri ise 660 milyon ABD dolarından fazladır. Ayrıca ODTÜ Teknokent, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından yapılan Teknoloji Geliştirme Bölgeleri 2011, 2012 ve 2013 Performans Endeks çalışmalarında üst üste üç kere birinci olarak Türkiye'nin en başarılı teknokenti seçilmiştir. ODTÜ'nün ana yerleşkesi Ankara-Eskişehir yolu üzerinde bulunmaktadır. Yerleşke alanı 4.500 hektar (45,76 km²), orman alanı 3.043 hektar (30,40 km²) büyüklüğündedir ve Ankara şehir merkezinden 20 km uzaktaki Eymir Gölü'nü de içine almaktadır. ODTÜ'nün ana yerleşkesinden ve şehirdeki belli merkezl
erden göle otobüs seferleri yapılmaktadır. Yerleşkeyle kent merkezi arasında ulaşım; dolmuş, özel halk otobüsü, EGO otobüsleri ve Ankara metrosu'nun 13 Mart 2014'te açılışı yapılan M2 hattı ile sağlanmaktadır. Ayrıca belli saatlerde yerleşke içi ring servisleri de yapılmaktadır. ODTÜ kampüsünün en önemli özelliği, bu kampüsün tasarlanması projesinin Türkiye mimarlık tarihinde gerçekleştirilen ilk planlı ve geniş kapsamlı uygulama olmasıdır. 1961 yılından itibaren ilk kampüs binalarının çoğunluğu Behruz Çinici ve Altuğ Çinici'nin tarafından tasarlanmıştır. Binaların çoğunluğu Brütalist bir eğilim sonucu çıplak beton tekniği ile inşa edilmekle birlikte ilk tasarlanan ve inşa edilen yapıların başında Kapalı ve Açık Yüzme Havuzları (1961), Kreş (1961), Teleskop Binası (1961), Öğrenci Merkezi (1961), Bilgisayar Mühendisliği Binası (1980), Mühendislik Fakültesi Laboratuvarları (1980), Fen - Edebiyat Fakültesi (1980), İdari İlimler Fakültesi (1980) ve Mimarlık Fakültesi (1980) gelmektedir. Kampüsün diğer bir önemli özelliği de Türkiye'de ilk defa bütün altyapı hizmetlerinin (elektrik, ısınma, iletişim, su) toprak altından verildiği bir mekân olmasıdır. Altyapı hizmetlerinin hepsi, kazılan 12 km'lik bir tünel aracılığıyla sağlanmıştır. Türkiye'nin ilk üniversite yerleşkesi olan yerleşke, Meltem Cansever tarafından "Türkiye'nin Kültür Mirası 100 Mimari Şaheser" arasında gösterilmiştir. Yerleşke, 1960'lı yıllarda dönemin rektörü Kemal Kurdaş'ın ve öğrencilerin çabalarıyla düzenlenen ağaç bayramlarıyla ağaçlandırılmaya başlanır. O dönemden günümüze kadar karaçam, sarıçam, Toros sediri, meşe, kavak, badem gibi kurak koşullara uygun yaklaşık 10 milyon ibreli ve 23 milyon yapraklı ağaç yerleşkeye dikilmiştir. 1995'te 3043 hektarlık ODTÜ Ormanı, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından "Doğal ve Arkeolojik SİT Alanı" olarak ilan edilmiştir. Yerleşke günümüzde Ankara'nın en geniş yeşil alanıdır. Zamanla oluşturulan bu doğal çevre kurt, tilki, keklik, tavşan, yılan, kaplumbağa gibi birçok hayvana, 140'tan fazla kuş türüne ve tatlı suda yaşayan birçok balık türüne ev sahipliği yapmaktadır. ODTÜ Ağaçlandırma Projesi, 1995'te "Ekolojik değerleri hızla bozulan dünyamızda yaratmış olduğu artı değerler" nedeniyle Ağa Han Mimarlık Ödülü'nin "yenilikçi kavramlar" kategorisinde ödül kazanmıştır. Yerleşke sınırlarında bulunan Eymir Gölü'nün çevresi de yapılan ağaç bayramlarında ağaçlandırılmıştır. Günümüzde üniversitenin su gereksinimi, Eymir Gölü çevresindeki derin su kaynaklarından sağlanmaktadır. ODTÜ Kütüphanesi, Ekim 1957'de küçük bir birikimle açılmıştır. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü'nden Natelle Isley 1958'de Kütüphane Müdürü olarak atanmıştır. Amerikan ve İngiliz hükûmetlerinin bağışları ile kütüphanenin koleksiyonu gelişmiş, BM tarafından kütüphaneye önemli maddî yardımlar olmuştur. Bugünkü yerleşkeye 15 Eylül 1963'te taşınan ODTÜ Kütüphanesi; 2015 yılı verilerine göre 489.000 basılı kitap, 200.120 elektronik kitap, 183.259 ciltli dergi, 1.127 basılı dergi aboneliği, 53.824 elektronik dergi aboneliği, 19.300 yüksek lisans ve doktora tezi ile büyük bir koleksiyona sahiptir. Üniversite, ODTÜ Müzesi olarak da bilinen ODTÜ Arkeoloji Müzesi, ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi ve ODTÜ Jeoloji Müzesi adlarında üç müzeye sahiptir. Bunlardan ODTÜ Arkeoloji Müzesi, 1962-1968 yılları arasında ODTÜ arazisinde ve Ankara yakınlarında ODTÜ'nün katkılarıyla yapılan kazılarda elde edilen buluntuların korunması ve sergilenmesi amacıyla 1969'da kurulmuştur. Türkiye'nin ilk üniversite müzesi olma özelliği taşıyan ve idari olarak üniversite rektörlüğüne bağlı olan müze, her yıl Kültür Bakanlığı tarafından denetlenmektedir. Müzenin üç sergi alanı bulunmaktadır. Birinci katta, etnografik eserlerle Frig nekropolü buluntuları, asma katta ise Yalıncak ve Koçumbeli buluntuları sergilenmektedir. Müze giriş katı ise, sergi salonu, yönetim birimleri, saklama odaları ve servis alanlarına ayrılmıştır. Üniversiteye bağlı diğer bir müze, 2003 yılında kurulan ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi'dir. Müzenin amacı M.Ö. 7000 yılından beri Anadolu'da gelişen teknolojinin tarihini belgelemek ve günümüz teknolojisini sergilemektir. Eski başbakanlardan Bülent Ecevit, ilkokul öğrenciliğinden bu yana yaklaşık 70 yıldır kullandığı Erika marka tarihî daktilosunu Ekim 2003'te ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi'ne armağan etmiştir. Jeoloji Mühendisliği Bölümü binasında bulunan ODTÜ Jeoloji Müzesi'nde ise çeşitli mineral, kayaç ve fosil örnekleri sergilenmektedir. Yerleşkede onlarca büst, heykel ve anıt bulunmaktadır. Bunların en ünlüleri 1965 yılında yerleşkeye konulmak üzere açılan Atatürk Anıtı Yarışmasında sonucu ilk ikide yer alan projeler olan ve bugün Fizik Bölümü'nün karşısında bulunan Atatürk Anıtı ile A1 Girişi önünde bulunan Bilim Ağacı'dır. Bunların dışında Devrim Stadyumu'nun önünde bulunan heykel, Üçlü Amfide bulunan Soyut Heykel gibi heykellerin yanı sıra Albert Einstein, Mimar Sinan gibi birçok ünlü isme ait büst de yerleşke alanı içinde bulunmaktadır. 1973'te ODTÜ Mütevelli Heyeti, gerek Ortadoğu'da bölgesel bir üniversite olma vizyonu, gerekse Ankara'da oluşturulan birikimin ülkenin kalanına yayılmasını sağlamak amacıyla, Gaziantep, Mersin ve Antalya'da dış yerleşkeler kurma kararı almıştır. 1973'te içerisindeki Mühendislik Fakültesi ile birlikte kurulan Gaziantep Yerleşkesi, 7 Haziran 1987'de Gaziantep Üniversitesi'ne dönüşmüştür. 1981’de ODTÜ Mütevelli Heyeti aldığı bir kararla, Mühendislik Fakültesi’nin yanı sıra, Gaziantep’te ODTÜ’ye bağlı bir Tıp Fakültesi kurulması ve 1879’dan beri Gaziantep’te faaliyet gösteren, zamanında tıp eğitimi de verilen Amerikan Hastanesi’nin bu amaçla devralınması için gerekli girişimleri başlatmış, fakülteye dekan da atanmış, ama bürokratik engeller sebebiyle bu karar hayata geçirilememiştir. 1975'te Mersin'in Erdemli ilçesine kurulan yerleşkede Deniz Bilimleri Enstitüsü yer almaktadır. Bu yerleşkeye de Mühendislik Fakültesi kurulması çalışmalarına başlanmışsa da o yılların koşulları altında gerçekleştirilememiştir. Antalya Yerleşkesi ise yalnızca fikirde kalmış, hayata geçirilememiştir. 2003'te Kuzey Kıbrıs Yerleşkesi'nin açılmasıyla ODTÜ, ülke dışında yerleşke kuran ilk Türk üniversitesi olmuştur. ODTÜ Üniversite Konseyi Aralık 1974'teki toplantısında ODTÜ Rektörlüğü'ne bağlı bir Deniz Bilimleri Bölümü'nün kurulmasını Üniversite Rektörlüğü'ne önerme kararı almış ve bu karar doğrultusunda ODTÜ Mütevelli Heyeti, 21 Aralık 1974 tarih ve 1974/22 sayılı toplantısında ""uzun süreden beri etütleri tamamlanmış ve ülkemiz için kurulmasında büyük yararlar bulunacağı saptanmış olan Deniz Bilimleri Bölümü’nün şimdilik Ankara Kampusunda Rektörlüğe bağlı olarak kurulmasına; güney sahilinde daimi bir yer temin edilip gerekli tesisler tamamlandıktan sonra o kampusa taşınmasına"" oy birliği ile karar vermiştir. Bu kararın ardından yasal ve akademik işlemler tamamlanarak Deniz Bilimleri Bölümü (DBB) kurulmuştur. 1975'te kuruluş çalışmaları hız kazanmış ve DBB, geçici çalışma yeri olarak tahsis edilen Teorik Kimya Bölümü zemin katında faaliyete geçmiş ve eğitime başlamıştır. Ayrıca bilimsel araştırmalar için Kimya Bölümü'ne ait binadaki yeterli donanıma sahip üç laboratuvar da DBB'ye tahsis edilmiştir. Aynı yıl yapılan ön araştırmaların ardından ülkenin güney kıyılarında yer seçimi yapılmış ve Erdemli İlçesi Limonlu Bucağı Kuşçarpacağı Mevkiindeki Yol Su Elektrik (YSE) İdaresine ait tesisler ve çevresindeki arazi tapulu kısmı tapu devri yolu ile, tapusuz (hali-orman) arazi ise 99 yıllığına kullanılmak üzere ODTÜ'ye verilmiştir. Mart 1977'de Erdemli yerleşkesinin bugünkü arazisinin tamamının üniversiteye kesin devri yapılmıştır. Böylelikle hızla yeni kampüsüne geçen Deniz Bilimleri Bölümü, yalnızca lisansüstü düzeyde eğitim-öğretim yapması ve etkinliklerinin araştırma ağırlıklı oluşuyla daha çok bir "Araştırma Enstitüsü" işlevini andırdığı için ilerleyen dönemde isim değişikliğine giderek "ODTÜ Erdemli Deniz Bilimleri Enstitüsü" (ODTÜ-DBE) ismini almıştır. Mersin şehir merkezinin 45 km batısında Doğu Akdeniz kıyısında yer alan kampüs, ODTÜ'nün Ankara dışında, 1973 yılında kurulan ve daha sonra ayrı bir üniversiteye dönüşen Gaziantep Yerleşkesi'nin ardından ikinci dış yerleşke olma özelliğini taşımaktadır. 660 bin m²den oluşan limon ağaçlarıyla çevrili kampüste yaklaşık olarak 700 m² laboratuvar alanı vardır. ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Güzelyurt ilçesi'nde kurulmuş bir kampüstür. Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin daveti üzerine, her iki ülkenin hükümetleri ve ODTÜ Rektörlüğü arasında 2000 yılında imzalanan üçlü-protokol ile başlatılan bir yükseköğretim projesidir. Bu üçlü-protokol, 2001 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi ve KKTC Cumhuriyet Meclisi'nde onaylanarak uluslararası anlaşma statüsü almış, ve 2003 yılında KKTC Cumhuriyet Meclisi'nce çıkarılan kuruluş yasası ile de ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü özel tüzel kişilik kazanmıştır. ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü, akademik ve idari bakımdan bütünüyle ODTÜ Senatosu, ODTÜ Yönetim Kurulu ve ODTÜ Rektörlüğü'ne bağlı bir yapı içinde faaliyet göstermektedir. ODTÜ'de genel itibarıyla öğrenci yaşamı yıl boyunca yapılan sanat etkinlikleri, sergiler, müzik etkinlikleri, çeşitli sosyal ve akademik faaliyetlerin yanı sıra sıklıkla yapılan siyasi protestolardan oluşmaktadır. Üniversite, eski Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ve çeşitli medya organları tarafından "solun kalesi" olarak tanımlanmıştır. Kültür-sanat etkinliklerinin birçoğu ODTÜ Kültür Kongre Merkezi'nde (ODTÜ KKM) gerçekleştirilirken beş gün boyunca süren geleneksel Uluslararası Bahar Şenliği, mayıs ayında kampüs içerisinde stadyum da dahil olmak üzere çeşitli mekânlarda düzenlenir. ODTÜ'de insanlar birbirine hitap ederken "hocam" kelimesini kullanır. Otobüs şoföründen öğretim üyesine kadar herkes birbirine "hocam" diye hitap eder. Bunun kaynağı hakkında farklı hikâyeler türetilmiştir. Üniversitenin ana yerleşkesinde 7000 öğrenci kapasiteli yerleşimler, alışve
riş için çarşı, bankalar, postane ve yiyecek-içecek alınabilecek yerler vardır. Ayrıca öğrencilerin spor etkinliklerini yürütebilmesi için kapalı spor salonları, tenis kortları, futbol sahaları, koşu yolları, olimpik kapalı yüzme havuzu, açık yüzme havuzu gibi yapılar da bulunmaktadır. Yerleşke alanı içerisinde kablolu ve kablosuz internet erişimi vardır. Yerleşke dışında, yerleşkeye 30 km uzaklıkta olan ODTÜ'nün Elmadağ yapıları ve Bursa Uludağ'da, yazın tırmanma ve dağcılık sporunun, kışın ise kayak etkinliklerinin yapılabileceği yapılar bulunmaktadır. Kampüste kültürel ve toplumsal alanlarda projeler üreten 97 öğrenci topluluğu vardır. Sağlık, Kültür ve Spor Dairesi Başkanlığı'na bağlı olarak çalışmalarını sürdüren "Kültür İşleri Müdürlüğü" ile "Spor Müdürlüğü" altında faaliyet gösteren öğrenci toplulukları her yıl konserler, sergiler, gösteriler, film gösterimleri, festivaller, şenlikler, kültür haftaları ile konferans, sempozyum, kongre, seminer, panel ve gezileri içeren Arkeoloji Haftası, Çağrı Haftası, Sinema Günleri, Toplam Kalite Yönetimi Seminerleri, Role Playing Oyunları Turnuvası, Uluslararası Bahar Şenliği, ODTÜ Kitap Fuarı, Uluslararası Çağdaş Dans Festivali, Uluslararası Klasik Gitar Festivali, Kampüs Gelişim Günleri, Bilim Kurgu ve Fantezi Şenliği, Dünya Uzay Partisi-Yuri Gecesi, ODTÜ ARGE Günleri, Robot Günleri, Tiyatro Şenliği, Rock Şenliği gibi etkinlikler düzenler. ODTÜ yerleşkesi içinde toplam 19 yurt binası bulunmaktadır. Bunlardan; 2,4,6,8,9, İsa Demiray yurdu ve Faik Hızıroğlu Konukevi'nde erkek; 1,3,5,7, Faika Demiray yurdu ile Öğrenci Konukevi 1 ve Osman Yazıcı Konukevi yurtlarında kız; Refika Aksoy yurdu, 19. Yurt ile Öğrenci Konukevi 2 de ayrı bloklarda kız ve erkek öğrenciler kalmaktadır. Yurtlar, "Demiray Yurtları" ve "Doğu Yurtlar Bölgesi" olmak üzere iki bölgede kümelenmiştir. Sosyal tesisler ve Çarşı'ya yakın olan Doğu Yurtlar Bölgesi'nde yer almaktadır. Yurtlara ailesi Ankara dışında ikamet eden öğrenciler başvurabilmektedir. Çeşitli spor olanaklarının bulunduğu üniversitede öğrenciler spor etkinliklerine farklı düzeylerde katılabilirler. Etkin sporcular ya da ilgilendikleri spor dallarında kendini geliştirmek isteyen öğrenciler, 37 okul takımından herhangi birinde danışman desteğiyle, çalıştırıcı gözetiminde çalışabilir. Ayrıca, öğrenciler spor etkinliklerine bireysel olarak da katılabilir. ODTÜ arazisinin içerisinde bulunan Eymir Gölü ve çevresi, öğrencilerin kürek, balık avlama, piknik yapma gibi etkinlikleri için uygun bir ortam oluşturmaktadır. Öğrenciler yerleşkeye 30 km. uzaklıktaki Elmadağ ODTÜ Kayak Tesisleri'nden ve Uludağ Eğitim, Spor ve Dinlenme Tesisleri'nden de yararlanabilmektedir. İlki 2002 yılında gerçekleştirilen Uluslararası Robot Günleri, geleneksel bir boyut almıştır. Türkiye'nin ilk uluslararası robot yarışmasına ev sahipliği yapan organizasyonda 8 farklı dalda yarışmalar düzenlenmektedir. Yarışmaların yanı sıra Robot Günleri boyunca çeşitli seminerler ve gösteriler yapılmaktadır. Türkiye'de kurulmuş ilk robot topluluğu olan ODTÜ Robot Topluluğu tarafından düzenlenen organizasyon, robotları ve robot teknolojilerini toplum kesimlerine tanıtmak, işlevleri ve kullanım alanları hakkında bilgiler sunmak, robotlara ilgi duyanlar arasında köprüler kurulmasını sağlamak gibi çeşitli amaçlara sahiptir. "Ayrıca bakınız: " 50 yılı aşkın süredir eğitim öğretime devam eden ODTÜ, birçok önemli mezun vermiştir. Üniversite mezunları arasında müzisyenler, diplomatlar, CEO'lar, yazarlar ve daha birçok meslek dalından kişiler bulunur. ODTÜ'ye Türk iş dünyasına yetiştirdiği liderlerden dolayı CNBC-e Business dergisi tarafından CEO Fabrikası yakıştırması yapılmıştır. Ayrıca insan kaynakları danışmanlık firması Data Expert'in 3850 üst düzey yönetici üzerinde yaptığı araştırma sonucunda Türkiye'deki üst düzey yöneticilerin yüzde 14'ünün ODTÜ mezunu olduğu tespit edilmiş ve ODTÜ, bu oranla birinci sırada yer almıştır. Üniversitenin mezunları ODTÜ'yle bağlarını korumak ve birbirleriyle dayanışmalarını sürdürmek için mezun dernekleri çatısı altında toplanmışlardır. Günümüzde 15'i yurt içinde ve 21'i yurt dışında olmak üzere toplam 36 mezun derneği faaliyet göstermektedir. Önemli mezunlarından bazıları şu kişilerdir: 1968-1969 öğretim yılı 1 Ekim 1968'de düzenlenen bir törenle açılmıştır. Mimarlık Fakültesi öğrencileri, açılışın ardından iki gün sonra 3 Ekim'de "halka dönük üniversite reformu" isteğiyle boykot yapma kararı alarak derslere girmemiştir. Boykot, ertesi günlerde İdari İlimler Fakültesi, Fen-Edebiyat Fakültesi ve Makine Fakültesi öğrencilerinin de katılmasıyla büyümüştür. Bu dönemde üniversitede "forum" geleneği oluşmaya başlamış ve öğrencilerin, öğretim görevlilerinin, hizmetlilerin katılabildiği herkese açık toplantılar düzenlenip sorunlar, bir araya gelen kitlenin görüşleri doğrultusunda çözümlenmiştir. Öğrencilerin yönetime katılma isteklerinin kabul edilmesiyle birlikte yapılan boykota son verilmiş ve öğrenciler derslere girmeye başlamıştır. Aynı yılın yazında, ODTÜ öğrencisi olan Hüseyin İnan ve arkadaşları ODTÜ Stadyumu'na dev harflerle "DEVRIM"yazmış ve stadyum, o zamandan sonra "Devrim Stadyumu" olarak anılmaya başlamıştır. Kasım 1968'de Robert Komer, Türkiye'ye ABD Büyükelçisi olarak atanmıştır. 28 Kasım 1968 tarihinde FKF, ODTÜ Öğrenci Derneği ve SBF Öğrenci Derneği bir kampanya düzenleyerek Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'dan "Vietnam'da sindirme eyleminin başında bulunan bir kişinin, Vietnam halkına işkence etmiş bir CIA ajanının sunacağı itimatnamenin kabul edilmemesi" istenmiştir. FKF genel merkezi bir kitapçık yayımlayarak Komer'i "istenmeyen adam" ilan etmiştir. 6 Ocak 1969'da Robert Komer, rektör Kemal Kurdaş tarafından yetkili kurullardan herhangi birine haber verilmeksizin ODTÜ'ye rektör yardımcıları ve dekanların da katılacağı bir öğle yemeğine davet edilmiştir. 13.00'da rektörlüğe gelen büyükelçinin makam aracını plakasından tanıyan bazı öğrenciler gruplaşmaya başlamış ve sayıları bir anda yüzü geçmiştir. Aracın etrafında kalabalıklaşan öğrenci grubu protestolara başlamış, kısa bir süre sonra araç ters çevrilmiş ve aracın benzin deposundan dökülen benzinden istifade edilerek büyükelçinin 1968 model Cadillac arabası yakılmıştır. Arabanın söndürülmesi için çağrılan şehir itfaiyesine de engel olan öğrenciler, aracın sonuna kadar yanmasının ardından enkaz üzerinde hatıra fotoğrafı çektirmeye başlamıştır. Olayın ardından büyükelçi "Müttefik bir ülkenin temsilcisinin otomobilinin ufak bir grup tarafından devrilip ateşe verilmesi üzücü bir husustur." açıklamasını yapmıştır. Aynı gün saat 16.30'da üniversitede Akademik Konsey toplanarak olayları kınama kararı almış ve öğrenciler hakkında kamu kovuşturmasının ODTÜ Disiplin Komitesince yürütüleceği kamuoyuna duyurulmuştur. Ertesi gün Ankara Sulh Ceza Mahkemesi, Komer'in arabasını yaktıkları iddia edilen Tuncay Çelen ile Seçkin İnceefe'yi tutuklamış ve yedi kişi hakkında da gıyabî tutuklama kararı vermiştir. Bunun üzerine öğrenciler rektör Kurdaş'ı protesto ederken kararın ardından üç binden fazla ODTÜ öğrencisi imzaladıkları dilekçelerle savcılığa başvurmuş ve aracı ateşe verenlerin dokuz kişi olmadığını, kendilerinin de yakma eylemine katıldıklarını bildirmiştir. Olayların ardından 10 Ocak 1969'da Akademik Konsey, üniversiteyi bir ay kapatma kararı almış; ancak bu kararı tanımayan öğrenciler, üniversiteyi işgal ederek direnmeye karar vermiştir. Bir "direniş komitesi" oluşturarak "Direniş" adıyla dergi yayınlayan öğrenciler ayrıca üniversitenin kapatılması konusundaki yürütmenin durdurulması için Danıştay'a başvurmuştur ve Danıştay, yürütmeyi durdurmuştur. 23 Ocak 1969'da tutuklama kararı alınan öğrencilerden 7'si teslim olmuş ve 12 Mart'ta görülen davada serbest bırakılmıştır. Yine de bu öğrenciler okuldan ihraç edilmiştir. 9 Nisan'da rektörlüğü işgal edip Akademik Konsey üyeleri ile rektör Kurdaş'a "satılmışlar" diye hitap eden ve binanın camlarını tekmeleyerek kıran öğrenciler, birkaç gün sonra bir basın toplantısı düzenleyip rektör Kurdaş'ı "istenmeyen adam" ilan etmiştir. İşgallerin devam etmesi üzerine "üniversitenin bütününde öğrencilerin ders yapmaları için gerekli normal çalışma düzeninin mevcut olmadığı" gerekçesiyle Akademik Konsey, üniversitenin 1 Ekim 1969'a kadar kapatılmasına karar vermiştir. Ardından rektörün yazılı talebiyle jandarma ve polis kuvvetleri, 13 Nisan 1969 sabahında üniversiteye baskın yapmış ve çıkan çatışmadan sonra 113 kişiyi yakalayıp 16'sını tutuklamıştır. 15 Nisan'da ODTÜ Öğrenci Dernekleri, ortak bir bildiri yayınlayarak alınan tatil kararını protesto etmek için ertesi günden itibaren derslere gireceklerini açıklamıştır; ancak bildirinin ardından jandarma, üniversitede geniş çapta tedbirler almış ve üniversiteye girişi yasaklamıştır. Bunun üzerine Danıştay'a giden öğrencilerin talebi reddedilmiştir. 2 Temmuz'da Kurdaş, "1200'ü aşkın öğrencinin diplomalarını aldıklarını gördükten sonra son ağaç bayramını yapacağız ve son fidanı dikip ayağımın çamuru ile ayrılacağım" demiş ve rektörlük görevini 30 Kasım 1969'da bırakacağını açıklamıştır. Bu sırada tekrar toplanan Akademik Konsey, okulun 1 Ekim'den önce açılmasına karar vermiş ve aylarca kapalı kalan üniversite 15 Ağustos 1969'da öğretime tekrar açılmıştır. Komer'in aracının yakılmasıyla başlayan olaylar hakkında dönemin rektörü Kurdaş, Haziran 2006'da "Atlas" dergisine verdiği röportajda şöyle bir açıklama yapacaktır: 2 Eylül 1969'da Öğrenci Birliği seçimleri sırasında çatışma çıkmış ve tabancayla ateş eden "Toplumcular" isimli grup, bir öğretim üyesi ile İnşaat Fakültesi Öğrenci Birliği Başkanı'nı yaralamıştır. Ertesi gece üniversitenin Sosyal Demokrasi Derneği basılmış ve derneğin camları, sıraları, dolapları kırılmıştır. Dernek yöneticileri baskını "Toplumcular"'ın yaptığını söylerken baskın hakkında bildiri yayınlayan ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü, tahribin sosyalistler tarafından yapıldığını doğrulamış; ancak olayın tasvip edilmediğini belirtmiştir. Yaralama olayına karışanlar hakkında Akademik Konsey 12 Ekim'de kar
ara varmış ve bir öğrenciyi üniversiteden tamamen ihraç etmiş, yedi öğrenciye de farklı sürelerde olmak üzere uzaklaştırma cezası vermiştir. Kurdaş'ın ayrılışından sonra Mütevelli Heyeti, Mühendislik Fakültesi dekanı Prof. Dr. Mustafa Parlar'ı rektör olarak atadığını duyurmuştur. Parlar'ı istemeyen öğrencilerin başlattığı prostetolar büyüyerek "öğrenci-öğretim üyesi direnişi"ne ve genel boykota dönüşmüş, jandarma olaylara müdahale için üniversiteye girmiştir. Basın toplantısı düzenleyen Öğrenci Birliği Başkanı, Parlar'ın "devrimci düşmanı" olduğu için tehdit edildip istenmediğini söylemiştir. Ayrıca forum düzenleyen öğretim üyeleri, Parlar rektörlükten çekilmezse 600 öğretim üyesinin istifa edeceğini açıklamıştır. Ertesi gün Parlar, rektörlük görevinden çekilmiş ve ayrıca fakültede yürütmekte olduğu dekanlıktan istifa etmiştir; ancak öğretim görevlileri Erdal İnönü, Yaşar Gürbüz ve İsmet Ördemir dışında hiç kimseyi rektör olarak tanımayacağını duyurmuş, öğrenciler de adaylardan biri göreve gelene kadar boykota devam kararı almıştır. 2 Şubat'ta Mütevelli Heyeti'nin rektör seçimini 28 Şubat'tan sonraya bırakması üzerine aralarında Erdal İnönü ve Yaşar Gürbüz'ün de bulunduğu 300'e yakın öğretim üyesi istifa etmiş ve öğretim üyeleri ortak bir bildiri yayınlayarak üniversitenin girdiği çıkmazın nedeninin Mütevelli Heyeti olduğunu belirterek heyeti istifaya çağırmıştır. 17 Şubat 1970'te Mütevelli Heyeti, rektör seçilinceye kadar Prof. Dr. Erdal İnönü'yü rektör vekilliğine atamıştır ve 1 Mart 1970'te Mütevelli Heyeti'nin istifasının ardından öğrenciler boykota son vermiştir. 16 Ağustos'ta seçilen yeni Mütevelli Heyeti göreve başlamışır. 11 Ocak 1971'de Türkiye İş Bankası'nın Emek şubesi, yüzlerini gizlemeyen Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan tarafından soyulmuştur. Soygunda kullanılan arabanın ODTÜ arazisinde bulunması üzerine 13 Ocak'ta yüzlerce polis ve jandarma kuvveti üniversiteye arama yapmak için girmiştir. Soygun nedeniyle 18 Ocak'a kadar tatil edilen üniversitenin bina ve yurtlarında yapılan bu aramaya havadan keşif uçakları ve helikopterler de eşlik etmiştir; ancak yapılan aramalarda soyguncular bulunamamıştır. 17 Ocak akşamında Deniz Gezmiş olduğunu iddia eden biri, rektör İnönü'yü telefonla aramış ve İnönü'ye "Beni saklayın" demiştir. Arayan kişiye polise teslim olmasını söyleyen İnönü, kısa süren görüşmenin bitmesinin ardından hemen valiyi aramış ve "Ciddi mi, değil mi? Bilmiyorum. Böyle bir telefon aldım" diyerek durumu bildirmiştir. Valiyle konuşması sırasında alt kattan şiddetli bir patlama sesi duyulmuş ve İnönü'nün iki katlı evinin giriş kapısı dinamitle patlatılmıştır. Aynı zamanda üniversitenin öğretim üyeleri Mümtaz Soysal ile Uğur Alacakaptan'ın evleri de bombalanmıştır. 21 Ocak 1971'de öğrenci yurtları ve üniversitelerin kitlesel öğrenci hareketinin dayanakları olarak hükümet için arzettiği tehlike nedeniyle ODTÜ, süresiz olarak kapatılmıştır. Jandarma yurtları aramış ve öğrencileri tek tek kontrol ederek üniversiteden çıkarmıştır. Aramaların biterek asayişin tekrar sağlanması üzerine 10 Şubat 1971'de ODTÜ öğretime tekrar açılmıştır. 19 Şubat'ta Hacettepe Üniversitesi'nin yurtlarının polis tarafından boşaltılmasının ve devamında çıkan çatışmanın ertesi günü ODTÜ öğrencileri, baskını protesto etmek için Ankara-Eskişehir yolunu iki saat trafiğe kapatmıştır. 4 Mart 1971 saat 01.30 sularında Ankara'da bulunan NATO Elektronik taburunda görevli Amerikalı 4 asker Gölbaşı mevkiinde içlerinde Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın da bulunduğu bir grup tarafından kaçırılmıştır. Sabah 8.30'da Anadolu Ajansı'na gelen silahlı üç kişi ültimatom bırakmış ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ismi ile Emek'teki banka soygunu dahil daha önce gerçekleşmiş 5 olayı üstlenmiştir. Aynı saatlerde TRT ve Türk Haberler Ajansı'na da içinde THKO'nun bildirisi ve kaçırılan askerlerin kimlik kartları bulunan zarflar teslim edilmiş, metnin tam olarak yayınlanmaması hâlinde ajans binalarının tahrip edileceğini bildirilmiştir. "Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun bütün dünya halklarına ve Türkiye halkına çağrısı" başlıklı bildiride 400 bin dolar fidye, hapisteki bütün "devrimciler"in serbest bırakılması ve manifestonun TRT'den duyurulması istenerek "silahlı kurtuluş savaşı"nın başlatıldığı ilan edilmiştir. Bildirinin yayınlanması için 36 saat süre tanıyan THKO, yayın yapılmazsa verilen sürenin sonunda Amerikalı askerleri kurşuna dizeceğini açıklamıştır. THKO üyelerinin ODTÜ yurtlarında üslendikleri gerekçesiyle, kaçırılan dört Amerikalı askeri aramak için 5 Mart 1971'de Ankara İl Jandarma Alayı, Nevşehir Jandarma Komando Taburu ve Ankara Toplum Polisi, ODTÜ'yü sarmıştır. Saat 04.00 sularında zırhlı birlikler ve 4000'e yakın silahlı asker tarafından çevrilen yerleşke arazisi üzerinde 2 helikopter ve 5 keşif uçağı aralıksız olarak uçuş yapmıştır. Saat 04.30'da 2. yurda gelen rektör Erdal İnönü, rektör yardımcısı, İl Jandarma Alay Komutanı, ODTÜ Öğrenci Birliği Başkanı ve ODTÜ SFK (Sosyalist Fikir Kulübü) yöneticisi görüşmüş; elinde arama için mahkeme kararı olduğunu söyleyen albaya öğrenciler, arananların yurtlarda olmadığını, askeri birliklerin arama yapabileceğini ama polisi üniversiteye sokmayacaklarını bildirmiştir. Albay, teklife ilk başta olumlu yaklaştıysa da telefonla aradığı İçişleri Bakanı "öğrencilerin hiçbir talebinin karşılanmamasını" söylemiştir. Bunun üzerine mahkeme kararının yasalara uygun olmadığını söyleyerek aramaya karşı çıkan öğrenciler adına konuşan Öğrenci Birliği Başkanı "Hepimiz ölmeden aratmayız" demiş ve bu esnada yurttan tabancalarla ateş edilmeye başlamıştır. Ardından yurttan ayrılan albay, bütün telefonları ve elektrikleri kestirmiş, jandarmaları sipere çekmiştir. Saat 06.40'ta jandarma ve komandolar makineli tüfeklerle ateşe başlamıştır. Saat 07.30'da öğrenciler ateşkes istemiş ve bir heyetin yurtlarda arama yapmasına izin verileceğini söylemiştir. Polise "hazır ol emri" verilmiş, ardından bir grup asker arama yapmak için yurda doğru hareket etmiştir. Bu sırada ateş açan öğrenciler, megafonla "Polise ihtar. Polis olduğu yerde kalacak, buraya yanaşmayacak" demiştir. Polis olduğu yerde kalırken heyet de geri çekilmiştir. Saat 7.55'te 2. yurtta yaralanan öğrenciler ambulans ile hastaneye nakledilmiş; ancak 6. yurdun çatısında beyninden ağır yaralı olarak yatan Erdal Şener için helikopter isteği, "helikopterin ele geçirilip, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının kaçacağı" sebebiyle reddedilmiş, Erdal Şener hayata veda etmiştir. Saat 09.40'ta istirahat eden askerlerden bir grup, stadyumun yakınındaki boş alanda miğferlerini çıkarmış hâlde otururken yurttan beş el ateş açılmış ve isabet eden kurşundan ağır yaralanan Mevlüt Meriç isimli er komaya girmiş, kaldırıldığı Gülhane Hastanesi'nde vefat etmiştir. Ara ara kesilen çatışmalar devam ederken İl Jandarma Kumandanı Albay Öztoprak kalp krizi geçirmiş ve kumanda başkasına devredilmiştir. Yeni komutan, öğrenciler teslim olmazsa havan ateşi açılacağını megafonla bildirmiştir. Bunun üzerine öğrenciler beyaz çarşaflar göstererek teslim olmuştur. Yurtları boşaltan öğrenciler jandarma kordunu altında stadyum ile spor salonuna doldurulmuş ve yurtların aranmasına başlanmıştır. Yurtlarda yapılan aramalarda silah ve Amerikalı askerler ile onları kaçıranlar bulunamamış, sadece patlayıcı bazı maddeler ele geçirilmiştir. Günün sonunda üniversite, Mütevelli Heyeti kararıyla süresiz olarak kapatılmıştır. Olaylarda Erdal Şener ve Mevlüt Meriç'in yanı sıra olay esnasında civarda bulunan MTA aşçısı Aziz Yaltay da hayatını kaybetmiş, bir üstteğmen, bir er ve yaklaşık yirmi öğrenci yaralanmıştır. Gözaltına alınan 1500 öğrenciden 32'si tutuklanmış, 54'ü hakkında gıyabî tutuklama kararı verilmiştir. Bunlardan 10'u Dev-Genç davasında anayasayı ihlâle teşebbüsten 4 yıl iki ay ceza almıştır. Ankara Cumhuriyet Savcısı Fazıl Alp, kaçakların ODTÜ'nün yer altı tesisat tünellerinde saklanabileceği ihtimali üzerinde durmuş ve bu konu hakkında kampüsün mimarı Behruz Çinici'ye danışılmıştır. Yapılan aramaların ardından kaçırılan askerler bulunamadıysa da 5 tabanca ele geçirilmiş ve ODTÜ orman memurlarının 9 av tüfeğine de balistik inceleme için el konulmuştur. Kaçıran askerler 8 Mart'ta gözleri kapalı bir şekilde Kavaklıdere'de bir apartmana bırakılmıştır. Aynı gün ODTÜ yetkilileri hakkında tahkikat açılmış ve savcı Alp olaylarla ilgili olarak 26 kişiyi sanık olarak tespit ettiklerini bildirmiştir. Ertesi gün ODTÜ Akademik Konseyi yayınladığı bildiride "son olayların Türk gençliği ile Türk Silahlı Kuvvetleri'ni karşı karşıya getirmek için tertip olduğunu" belirtmiş ve hükümeti suçlamıştır. Bunun üzerine Mütevelli Heyeti, Akademik Konsey'i siyasi davranışlar içinde bulunduğu gerekçesiyle lağvetmiştir. Ayrıca tahkikat sonuçlanıncaya kadar üniversiteyi güvenlik kuvvetlerine teslim eden heyetin bu kararlarının ardından Erdal İnönü, rektörlükten istifa etmiştir. 11 Mart günü, görevlerine son verilen Akademik Konsey üyeleri, fakülte dekanları, bölüm başkanları ve öğretim üyeleri yaptıkları basın toplantısında konseyin fesih kararını kanun dışı olarak nitelendirmiş ve bu hareketin "Orta Doğu Teknik Üniversitesini ortadan kaldırmayı amaçlayan düşüncenin başlangıcı olduğunu" iddia etmiştir. Yapılan bu açıklamalar birçok üniversite ve kuruluştan destek görmüştür. Olayların ardından 12 Mart'ta Silahlı Kuvvetler, bir muhtıra vererek hükûmeti istifaya zorlamıştır. Bunun üzerine Süleyman Demirel başbakanlıktan istifa etmiş ve 26 Mart'ta 1. Nihat Erim hükûmeti kurulmuştur. Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) kapatılmış, birçok ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Ayrıca muhtıranın verilişinin ardından kısa bir süre sonra yakalanan Deniz Gezmiş, "ODTÜ arazisinde daha önceden kazdığı mağara gibi bir kovuğun içinde" arkadaşlarıyla birlikte saklandığını itiraf etmiştir. 12 Mart Muhtırası'nın ardından Mütevelli Heyeti onlarca rektör yardımcısı, dekan, öğretim üyesi ve asistanın sözleşmelerini feshetmiş, rektörlük görevine Emekli Korgener
al Şefik Erensü'yü getirmiştir. Yurtlar baskınından beri kapalı olan üniversite, 26 Temmuz 1971 tarihinde tekrar açılmıştır. Üniversite açılırken Sıkıyönetim Komutanlığı "üniversite içindeki her türlü forum, boykot ve bunun gibi eylemleri yasakladığını" bildirmiş ve rektör Erensü de yayınladığı bildiriyle öğrencilerden "politik çekişmelere sürüklenmemelerini" istemiştir. 13 Ağustos'ta Mütevelli Heyeti tarafından hazırlanan yeni Disiplin Yönetmeliği'nin yürürlüğe girmesiyle birlikte "heyete, heyet üyelerine, rektöre, müdürler ile müdürden yukarı kademelerde bulunan yöneticilere karşı saygısız ve küçük düşürücü davranışlarda bulunmak; silah, patlayıcı, yarıcı, yaralayıcı veya zedeleyici araç-gereç bulundurmak, taşımak veya kullanmak; üniversite bina, laboratuvar ve tesislerini kısmen veya tamamen işgal etmek; üniversitenin mallarını tahrip etmek; öğrenci, işçi, memur veya öğretim üyelerini yönetime ve yöneticilere karşı kışkırtmak" suç sayılarak bu suçlardan herhangi işleyen öğrencilerin üniversiteden çıkarılmasına karar verilmiştir. 1. Nihat Erim hükûmetinde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı Atilla Karaosmanoğlu, bakanlığı bırakarak Ocak 1972'de ODTÜ'ye öğretim üyesi olmak için başvurmuş ve fakülte akademik kurulu ile rektör Erensü buna olumlu cevap vermiştir; ancak karar için toplanan Mütevelli Heyeti, oybirliği ile başvuruyu reddetmiştir. Bunun üzerine Erensü, görevinden istifa etmiştir. Görevden ayrılan Erensü'nün yerine 1 Nisan 1972'de Mühendislik Fakültesi dekanı Prof. Dr. İsmet Ordemir rektör olarak atanmıştır. Ordemir, atanmasının ardından "Üniversitemiz her türlü anarşik olayların ve politikanın dışında, sadece asil Türk milletinin hizmetinde olacaktır" demiştir. Muhtıradan sonra birçok öğretim üyesinin atılması ve uzaklaştırılması yüzünden oldukça kan kaybeden üniversite, 8 Ekim'de yeni ders yılına zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın katıldığı bir törenle başlamıştır. Mütevelli Heyeti, 1973'te Gaziantep'te bir dış yerleşke kurma kararı almış, 5 Ocak 1973 tarihli ve 1973/47 nolu toplantısında alınan MH.1973/47-170 nolu kararla yerleşkenin temellerini atmıştır. Öncelikle Makine Mühendisliği Bölümü kurulan yerleşkeye Elektrik Mühendisliği Bölümü'nün de eklenmesiyle Mühendislik Fakültesi tamamlanmıştır. İlerleyen yıllarda İnşaat Mühendisliği, Uygulamalı Kimya, Temel Bilimler gibi birçok bölüm eklenen yerleşke ve içindeki fakülte Gaziantep Üniversitesi'ne dönüştürülmüştür. Aynı dönemde Deniz Bilimleri Bölümü'nün kuruluşu için çalışmalar da başlamıştır. Nisan 1974'te İsmet Ordemir, rektörlük görevinden ayrılmış ve yerine Kimya Mühendisliği Bölümü öğretim üyelerinden Prof.Dr. Tarık Somer atanmıştır. 28 Haziran 1974'te yapılan diploma töreni esnasında öğrenciler "kültür emperyalizminin simgesi" olarak niteledikleri cübbeleri giymemiştir. Rektör Somer konuşma yaparken "özerk üniversite" diyerek tempo tutan ve rektörü istifaya çağıran öğrencilerin bu protestoları üzerine diploma töreninin yapıldığı stadyum jandarmalar tarafından sarılmıştır. Mezunlar da "jandarma gözetiminde diploma almayı reddederek" stadyumu terk etmiştir. 7 Kasım 1974'te Kissinger'in Türkiye'ye gelişini, Amerika'yı ve rektörü protesto için sol görüşlü öğrenciler boykota başlamıştır. Ertesi gün sabah 07.30 sularında çeşitli fakültelerde okuyan sağ görüşlü 70-80 kadar silahlı ve sopalı öğrenci, arabalarla üniversiteye girmiş, giriş kapısındaki bekçiyi etkisiz hâle getirerek kapıyı ele geçirmiştir. Daha sonra rektörlüğe doğru yönelen öğrenciler, sol görüşlü öğrencilerle taşlı sopalı çatışmış, ikisi ağır yirmi kadar öğrenciyi silahla yaralamıştır. Olayın Sıkıyönetim'e bildirilmesiyle beraber üniversiteye yönelen jandarma kuvvetleri gerekli tedbirleri almıştır. Rektör, yaralı öğrenciler hakkında soruşturma açmış, direnişi yapan öğrencileri disiplin kuruluna vermiştir. Şubat 1975'te üniversite dışında, Sıhhiye'de bir dairede ODTÜ Öğrencileri Kültür ve Dayanışma Derneği (ODTÜ-DER) kurulmuş, öğrenci temsilciliğini bu dernek yürütmeye başlamıştır. Nisan 1975'te öğrencilerin tekrar boykot kararı alması üzerine yönetim, "eğitim ortamının kalmadığı" gerekçesiyle 28 Nisan'a kadar öğretimi durdurmuştur. Bu kararı kınamak için toplanan öğrenciler ODTÜ-DER'de ders yapmıştır. Derse katılan öğrenciler, rektörlüğün kendilerini yurttan atmakla tehdit ettiğini, bu gibi keyfî baskılara karşı direneceklerini açıklamıştır. 28 Nisan'da üniversite tekrar açılmış, öğrenciler kimlik kontrolü yapılarak içeriye alınmıştır. Öte yandan rektörlük ve jandarma karakolu üniversiteyi dürbünlerle taramış, derse girmeyen öğrenciler tespit edilerek yakalanmıştır. Bu öğrencilerden 43'ü Mamak Askeri Cezaevinde bir hafta kalmış ve sorguları bile yapılmadan serbest bırakılmıştır. Üniversitenin kapatılmasıyla aksayan derslerin telafisi için öğrenim süresinin uzatılması ve jandarma baskısı ile disiplin cezalarının kaldırılması yönündeki taleplerini rektörlüğe ileten öğrenciler, rektörlükten cevap alamayınca 15 Mayıs 1975'te genel boykota başlamıştır. Öğrenciler, "üniversitenin faşist saldırı ve tertiplerin ana hedefi olduğunu" öne sürerek rektör ve mütevelli heyetini eleştirmiştir. Rektör Somer, ODTÜ-DER ile bir görüşme yapmış ve görüşme sonrasında birtakım isteklerin kabul edilmesiyle öğrenciler boykota son vermiştir; ancak öğrenciler stadyumda yaptıkları forumda hâlen isteklerinin karşılanmadığını öne sürerek süresiz boykot kararı almıştır. Rektörlük ise derslerin devam edeceğini ve dileyen öğrencilerin derslere girebileceğini açıklamıştır. Kasım 1975'te rektörlük, öğrencilerin kayıtlarını yaptırmalarını, kayıt yaptırmayanların yeni öğretim yılında üniversiteye alınmayacağını bildirmiştir. Bunun üzerine derslere girme kararı alan öğrenciler, jandarmanın ayın 10'una kadar üniversiteden çıkarılması şartını koşmuş, isteklerinin yerine getirilmemesi hâlinde tekrar boykota gideceklerini söylemiştir. 5 Nisan 1976'da rektörlüğe görev süresi dolan Tarık Somer'in yerine İnşaat Mühendisliği öğretim üyesi Prof. Dr. Ilgaz Alyanak atanmıştır. Alyanak, göreve gelişinin ardından önceki dönemde gerçekleşen olumsuz olayların tekrar etmemesi için ilk iş olarak öğrenci temsilcileriyle görüşmüş ve akademik kadroyla iyi ilişkilerde bulunmuştur. 10 Ağustos 1976'da iktidarda bulunan II. Milliyetçi Cephe hükûmeti, Aydınlar Ocağı Ankara Şubesi Başkanı Ahmet Sonel'in başkanlığında yeni bir Mütevelli Heyeti kurmuştur. Heyet ile sürtüşmeler yaşadığını ve uyum içinde çalışamadığını söyleyen rektör Alyanak, 22 Aralık'ta heyete bir muhtıra vererek Mütevelli Heyeti Başkanı'nın görevden alınmasını istemiş; aksi takdirde kendi görevinden ayrılacağını bildirmiştir. Bunun üzerine Mütevelli Heyeti, Alyanak'ın rektörlük görevine son vermiş ve Metalurji Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Prof.Dr. Mustafa Doruk'u rektör vekilliğine getirmiştir. Bu karara öğrencilerden, eğitimcilerden, siyasilerden ve çeşitli birçok çevreden tepkiler gelmiştir. 13 Şubat 1977'de Mütevelli Heyeti, Prof. Dr. Hasan Tan'ı rektör olarak atamıştır. Bu karar oldukça büyük tepkilere sebep olmuş ve öğrenciler, MHP'lilerin yakından tanıdığını, Aydınlar Ocağı üyesi olduğunu öne sürdükleri rektör aleyhinde gösteri yapmaya başlamıştır. Tan, rektörlük binasına girerken bina taşlanmış, olaya dahil olan jandarma ile öğrenciler çatışmış, bir kısım öğrenciler yaralanmıştır. Ertesi gün dört rektör yardımcısı istifa etmiş, öğrenciler düzenledikleri forumda Hasan Tan'ı rektör tanımadıklarını belirtmiştir. Öğretim üyeleri art arda istifalarını verirken Kimya, Maden, Elektrik Mühendisliği ve Fizik Bölüm Kurulları Hasan Tan görevden ayrılıncaya kadar öğretime ara verme kararı almıştır. Ord. Prof. Dr. Cahit Arf başkanlığında toplanan Akademik Konsey üyeleri de bildiri yayınlayarak "Tan'ın rektörlüğü görevini derhal bırakmasını zorunlu görmekteyiz" demiştir. 23 Şubat'ta Hasan Tan üniversiteyi 15 günlüğüne kapattığını açıklamıştır. Kararın üzerine sabah saatlerinde üniversiteyi işgal eden jandarma birlikleri, öğrenci girişini yasaklamış ve öğlene kadar yurtların boşaltılması çağrısını yapmıştır. Çağrıya sloganlarla karşılık veren öğrenciler, yurtları terketmeyeceklerini bildirmiştir. Araya giren CHP'li bir parlamenter grubu ile bazı öğretim üyelerinin girişimleri neticesinde öğrenciler hiç kimsenin göz altına alınmaması şartıyla yurtlardan ayrılmayı kabul etmiştir. 25 otobüsten oluşan bir konvoyla şehre geçen öğrenciler Atatürk Bulvarı'nda yol boyunca Hasan Tan'ı ve Mütevelli Heyeti'ni istifaya çağıran sloganlar atmıştır. Ertesi gün 636 öğretim üyesi Tan'ın rektörlüğünü kınamış, okuldaki tüm dekan ve bölüm başkanları görevlerinden istifa etmiştir. Öğrenciler ve veliler ODTÜ'nün yeniden açılması için Danıştay'a başvurmuştur. Danıştay, 2 Mart'ta kapatma kararını iptal etmiş, üniversite ve yurtlar yeniden açılmıştır. Üniversitenin açılmasına rağmen rektör Tan, akademik takvime göre 3 Mart'ta son bulan güz döneminin uzatılması ve dönem sonu sınavlarının ertelenmesini, gereken sürede Akademik Konsey'e başvurulmadığını ileri sürerek onaylamamıştır. Bunun üzerine Akademik Konsey, öğrenciler ve öğretim üyeleri çeşitli bildiriler yayınlayarak sınavların yapılmasının mümkün olmadığını ve kimsenin sınavlara iştirak etmeyeceğini duyurmuştur. 28 Mart'ta Hasan Tan, "sömestr tatilinin başlaması ve tamirat yapılacağı" gerekçesiyle yurtları boşalttırmıştır. Sonrasında Tan'ın yeni yarıyıl için hazırladığı akademik takvim, Akademik Konsey'den onay almadığından 21 Nisan'da Danıştay tarafından iptal edilmiş ve bu karar üzerine Tan, 26 Nisan'da üniversiteyi kapatmıştır. Tan, öğrenci taşkınlıklarını önlemek ve üniversite asayişini sağlamak için ODTÜ'ye yaklaşık dört yüz "işçi" almıştır. Üniversitenin öğrencilere kapatılmasının ardından idarî ve akademik personele saldırılar başlamış, saldırılardan bazılarının okula işçi adıyla giren kişiler tarafından yapıldığı kanıtlanmıştır. Kimya Bölümü öğretim üyesi Sevim Mete, dövülmüş; kafeterya işçisi Feramuz Demir, silahla yaralanmış ve tedaviye alındığı hastanede ölmüş; İnşaat Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Uğur Ersoy, taşlanmış; Siy
aset ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Korel Göymen'in evine patlayıcı madde atılarak binanın bütün camları kırılmıştır. Akademik Konsey ve öğretim üyeleri yaptıkları bildirilerle Hasan Tan'ın istifasını ve "ODTÜ'te işçi adı ile alınmış görünen, öğretim üyesi ve öğrencilere karşı tehdit unsuru" olarak görülen kişilerin okuldan uzaklaştırılmasını istemiştir. 8 Haziran 1977'de Öğrenci Temsilcileri Konseyi (ODTÜ ÖTK) sözcüsü Ertuğrul Karakaya, ODTÜ'ye girerken üstünü aramak isteyen jandarmalarla tartışmış ve jandarma tarafından vurularak öldürülmüştür. Karakaya'nın vurulduğu ve günümüzde "A1 Girişi" olarak bilinen Eskişehir yolu üzerindeki giriş kapısı, uzun yıllar "Karakaya Kapısı" olarak anılmıştır. 22 Haziran'da Hasan Tan, rektörlükten istifa etmiştir. Bunun üzerine bildiri yayınlayan ODTÜ öğretim üyeleri, Mütevelli Heyeti'nin de görevi bırakmasını, yeni rektörün Akademik Konsey tarafından seçilmesini, Tan döneminde alınan "işçiler"in okulu terk etmesini ve üniversitede öğretimin bir an önce başlamasını istemiştir. 14 Temmuz'da dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, kendi isteğiyle Mütevelli Heyeti'nden ayrılan beş üyenin yerine yapılan atamaları onaylamıştır. Yeni Mütevelli Heyeti'nin ODTÜ'de yaptığı ilk toplantıda odaya giren "işçiler"in taşkınlık yaparak üyeleri tehdit etmesi sonucunda toplantılar önce MTA Genel Müdürlüğü'nde, sonra Hacettepe Üniversitesi rektörlük binasında yapılmaya başlamıştır. Heyet, ilk iş olarak aralarında Nuri Saryal'ın da bulunduğu üç rektör yardımcısı atamıştır. 26 Eylül'de Mütevelli Heyeti Başkanı Ahmet Sonel istifa etmiştir. 5 Ekim'de Prof. Dr. Nuri Saryal, rektör vekilliğine getirilmiş ve 24 Ekim'de Akademik Konsey, üniversitenin 7 Kasım'da açılacağını duyurmuştur. 5 Kasım günü yurtların açılmasıyla beraber öğrenciler güvenlik kontrolünden geçtikten sonra yurtlara yerleşmeye başlamıştır. Hasan Tan'ın göreve gelmesiyle başlayan boykot dokuzuncu ayında son bulmuş ve üniversite, 7 Kasım 1977'de öğretime tekrar başlamış; ancak öğrenciler Tan döneminde okula alınan işçiler hâlâ uzaklaştırılmadığı için okula geleceklerini ancak derslere girmeyeceklerini açıklamıştır. Okulun açılmasıyla birlikte idari personele yapılan saldırılar da tekrar başlamıştır. 13 Kasım'da öğretim üyeleri Metin Ger'in evine ve Ziya Aktaş'ın arabasına, 28 Kasım'da da rektör vekili Nuri Saryal'ın evine patlayıcı atılmıştır. 2 Aralık'ta rektörlük binasının etrafında forum için toplanan öğrencilere işçilerden bir grup, rektörlük binasının beşinci katından bomba atmış ve ardından ateş etmeye başlamıştır. 52 öğrenci yaralandığı olayda yaralı öğrencilerden İbrahim Baloğlu, kaldırıldığı hastanede hayatını yitirmiştir. Olayın ardından Başbakan Yardımcısı Alparslan Türkeş ile görüşen rektör vekili Saryal, Tan döneminde alınan "işçiler"i üniversiteden uzaklaştırmıştır. Daha sonra 9 aylık boykotun anısına 9 direkten oluşan bir anıt, 2 Aralık'ta İbrahim Baloğlu'nun vurulduğu yere dikilmiştir. Boykotla geçen 9 ayda kaybedilen ders saatlerinin telafisi için Akademik Konsey, karar almış ve 1978 ile 1979'un yaz aylarında birer ek sömestr yapılmıştır. Haziran 1979'da iki yıllık görev süresini tamamlayan Nuri Saryal'ın yerine İnşaat Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi ve eski rektör yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Kıcıman rektörlüğe atanmıştır. 12 Eylül 1980'de Türk Silahlı Kuvvetleri, darbe ile yönetime el koymuş, parlamento ve hükûmet feshedilmiştir. Milletvekillerinin dokunulmazlığı kaldırılmış, yurt genelinde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Darbenin ardından öğrenci hareketleri bir süre daha devam etmiş, askerî yönetim ODTÜ'deki etkinliğini arttırmıştır. 6 Kasım 1981'de çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Yükseköğretim Kurulu (YÖK) kurulmuş, Türkiye'deki tüm yükseköğretim kurumları bu kurula bağlanmış, akademiler üniversitelere, eğitim enstitüleri eğitim fakültelerine dönüştürülmüş ve konservatuvarlar ile meslek yüksekokulları üniversitelere bağlanmıştır. Böylece YÖK, tüm yükseköğretimden sorumlu tek kuruluş haline gelmiştir ve ODTÜ, 7307 sayılı kanunla kendine sağlanan "özerk" statüsünü yitirmiştir. YÖK'ün kuruluşunun ardından rektör Mehmet Kıcıman görevinden ayrılmış, rektörlüğe Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Gönlübol atanmıştır. Yeni sistemle bütçe konusunda sıkıntılar yaşayan ODTÜ'de yeniden yapılanmaya gitmiş, YÖK'ün kararı ile 1982'de Beşeri İlimler Bölümü kaldırılarak yerine Felsefe, Tarih, Modern Diller ve (Eğt. Fak) Yabanci Diller Eğitimi Bölümleri kurulmuştur. 18 Ekim'de kabul edilen 1982 Anayasası'nda YÖK'ün kuruluş yasası korunmuş ve aynen Anayasa'da yer almıştır. Üniversitedeki akademik ve idari tüm personel, işçi statüsünde sözleşmeli görev yapmış, 1 Ocak 1983'ten itibaren memur statüsüne geçmiştir. 1402 sayılı sıkıyönetim yasasının yürürlüğe girmesiyle birlikte 1402'likler kapsamında Şubat 1983'te üniversitelerde başlayan tasfiyelerde ODTÜ de ciddi kayba uğramış, bu dönemde 400 kişi ODTÜ'den istifa etmiştir. 1984 yılı yeni sisteme uyum için çalışmalarla geçerken 1985'te gelişmiş üniversite kabul edildiği için YÖK'ün bütçe ve kadro kısıtlamasına gittiği ODTÜ'de bu değişiklikler personel kaybına sebep olmuştur. Aynı dönemde vakıf üniversitesi olarak kurulan Bilkent Üniversitesi personel için çekim merkezi olmuştur. ODTÜ'deki erimeyi engellemek isteyen rektör Gönlübol, Bilkent Üniversitesi kurucusu Prof. Dr. İhsan Doğramacı ile 5 yıl Bilkent'in ODTÜ'den öğretim üyesi almayacağına dair bir anlaşma imzalamıştır. Ocak 1987'de ODTÜ arazisinin bin dönümlük bir kısmı Bilkent Üniversitesi'ne satılmıştır. Satış okulda tepkilerle karşılanırken Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Alpay Birand ve Elektrik Bölümü Başkanı Prof. Dr. Cana Toker, satışın yapıldığı toplantının ardından istifa etmiştir. Öğrenciler satış kararını protesto etmek için rektörlük binasına siyah çelenk bırakmıştır. ODTÜ eski rektörü Kemal Kurdaş da satılan arsa hakkında "Doğramacı, 1968'de de Hacettepe'ye arsa aktarıyordu. Ben engelledim." demiştir. Temmuz 2008'de Ankara Büyükşehir Belediyesi, 3194 sayılı İmar Kanunu'nun 42. maddesinin 1. fıkrası gereğince, ODTÜ içindeki kaçak olduğunu iddia ettiği 45 yapının her birine 40 bin TL olmak üzere toplam 1 milyon 800 bin TL para cezası kesmiştir. Belediye, kaçak olduğunu iddia ettiği yapıların mevzuata uygun hale getirilmemesi durumunda yıkılmasına karar vermiştir. Bunun üzerine mahkemeye giden üniversite rektörlüğü 45 yapının her biri için ayrı ayrı dava açmıştır. Mahkeme sonucunda "yıkım ve ceza kararlarının yasal dayanağı olmadığı, bunların kamu yararına aykırı olduğu" hükme bağlanmıştır. Ankara Büyükşehir Belediyesince yapılan 1/25000 ölçekli planda bulunan Bilkent Yolu ile Anadolu Bulvarı arasında ve Eskişehir Yolu'na paralel olarak önerilen yolun ODTÜ eğitim binalarının arasından geçmesi planlanmış ve bu plan üniversite ile belediye arasında tartışmalara neden olmuştur. Belediye 2008'de aldığı kararla, 1994 yılında kabul edilmiş olan "ODTÜ İmar Planı" yerine "Koruma Amaçlı İmar Planı" hazırlanmasını talep etmiştir. Planlama sürecinde ODTÜ, 2010'da meslek odaları da dahil ilgili kurum/kuruluş temsilcileri ile iki toplantı düzenlemiş ve önerilen plan, yollar dahil tüm detaylarıyla ele alınmıştır. Anadolu Bulvarı'nın devamı olan yol, "Ankara Nazım Planı 2023" kararı uyarınca bu plan önerisinde de yer alırken ODTÜ'nün itirazı ile yapımı iptal edilen ve tartışmalara neden olan yola ise, "yüzeyde herhangi bir kazı yapılmadan inşa edilecek bir tünel olması" koşuluyla planda yer verilmiştir. ODTÜ tarafından hazırlanan ODTÜ Koruma Amaçlı İmar Planı'nın Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylandığı, 2 Ekim 2013'te Bakanlık faksıyla ilgili kurumlara bildirilmiştir. 11 Ekim'de üniversiteye teslim edilen planda onay aşamasında Bakanlık tarafından bazı değişiklikler yapıldığı görülmüş, ODTÜ Rektörlüğü'nün değiştirilen imar planı kararlarına itiraz edeceğini ve itiraz süresi içinde geriye dönüşü mümkün olmayan herhangi bir işlemin yapılmaması gerektiğini içeren görüşme ve yazışmalarına rağmen, askı ve itiraz sürelerinin dolması beklenmeksizin, 18 Ekim'i 19 Ekim'e bağlayan gece yarısı Ankara Belediyesi'ne bağlı ekipler iş makineleriyle tartışmalı araziye girip, başka bir alana taşınacağı belirtilen ağaçları dahi kesip kaldırmıştır. Bunun üzerine belediye ekiplerinin söktüğü ağaçların yerine 21 Ekim akşamı 5 bin fidan dikme eylemi yapan öğrencilere polis, ses bombaları ve biber gazlarıyla müdahale etmiştir. Aynı gün Melih Gökçek, kesilen 2 bin 388 ağaç için ODTÜ'ye 211 bin TL ödeme yapıldığını bildirmiş; ancak ODTÜ, herhangi bir anlaşma yapılmaksızın aktarılan bu parayı iade etmiştir. Olayların hemen ardından, eylem yapan grubun yerleşke içinde hizmet veren EGO otobüslerine saldırdığı gerekçesiyle belediyeye bağlı EGO Genel Müdürlüğü, ODTÜ seferlerine ara vermiştir. Gökçek'in, ODTÜ'ye sefer yapan belediye otobüslerini kaldırması kararı, Tüketici Hakları Derneği'nin açtığı dava sonucu iptal edilmiştir. 3 ay aradan sonra 20 Ocak 2014'te tekrar başlayan seferlere, Ankara Bölge İdare Mahkemesi'nin EGO'nun itirazını yerinde bulup yürütmeyi durdurma kararı vermesiyle 2 gün sonra yeniden ara verilmiştir. Yapıma başlanmasının ardından 4 ayda tamamlanan yol, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın katılımıyla 25 Şubat 2014'te açılmıştır. Açılış töreninin öncesinde polis ile yolu protesto eden öğrenciler karşı karşıya gelmiş ve öğrencilere tazyikli suyla müdahale edilmiştir. L'amour en fuite L'amour en fuite (Kaçan Aşk), 1979 yapımı bir François Truffaut filmidir. Filmin başrollerinde Jean Pierre Léaud (Antoine Doinel), Claude Jade (Christine Doinel) ve Marie France Pisier (Colette) oynamıştır. Bir François Truffaut klasiği olan bu filmde Antoine Doinel yolun yarısına merdiven dayamış haliyle görülür. İlkokula giden, müziğe yetenekli (annesine çekmiş) oğlu ve boşanmak üzere olduğu karısı, plak dükkânında tezgâhtar olarak çalışan sevgilisi ve tabii asla kaçamayacağı geçmişi, vazgeçemeyeceği yalanları çevresinde olaylar gelişir. İntifada Birinci İntif
ada (ayaklanma) veya Birinci Filistinli İntifada, İsrail’in, aralık 1987’den 1993 Oslo Anlaşmasının imzalanmasına kadar süren, Filistin topraklarını ele geçirmesine karşı, Filistinlilerin ayaklanmasıdır. Ayaklanma 9 Aralık'ta Cebaliye mülteci kampında başladı. Gittikçe yükselen tansiyon, ölen Filistinli ve İsrailliler ve son olarak İsrail ordusuna ait bir aracın dört Filistinli’ye çarpıp öldürmesi, ayaklanmayı ateşledi. Aracın dört Filistinliye kasıtlı çarptığı söylentisi hızlı bir şekilde Gazze’de, Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te yayıldı. Genel grev, Gazze ve Batı Şeria’daki İsrailli kurumları boykot, ordu emirlerine karşı sivil itaatsizlik, İsrail yerleşkelerinde çalışmamak, İsrail ürünlerini satın almamak, vergi vermemek, Filistinli araçları İsrail ehliyetleriyle kullanmayı reddetmek, grafitiler yapmak, barikatlar kurmak ve Filistin sınırları içindeki İsrail’e ait askeri binalara taş ve molotof kokteyli atmak, ayaklanma sürecinde gerçekleşen eylemlerdi. Buna cevaben, İsrail, ayaklanmaları durdurmak için 80.000 askeri mobilize etti. Çocuk haklarını dünya çapında savunan “Save the Children” raporuna göre ilk iki yıl boyunca, 18 yaş altı bütün Filistinlilerin 7% si ateşlenen silahlardan, dayaklardan veya göz yaşartıcı gazdan dolayı yaralandı. Filistinlilerin kendi arasında, İsraille işbirliği yapma suçlamarından dolayı gerçekleşen şiddet eylemleri de ayaklanmaların daimi özelliklerinden biriydi. İsrail güvenlik güçleri 1087 Filistinliyi öldürürken, Filistinliler, 100 İsrailli sivili ve 60 İsrail güvenlik personelini öldürdü, 1400 den fazla sivili ve 1700 askeri yaraladı. Filistinliler 822 Filistinliyi, İsraille işbirliği yapma suçlamalarıyla öldürdü, yarısından fazlasının sonralarda İsraille hiçbir alakalarının olmadığı kanıtlandı. (1988-Nisan1994) Bir sonraki ayaklanma (İkinci İntifada) Eylül 2000’den 2005 yılına kadar sürdü. Filistinliler ve destekçileri, İntifada’nın; İsrail’in baskılarına, hukuk dışı ölümlere, toplu tutuklamalara, evlerin yıkılmalarına ve sürgünlere karşı protestolar olduğunu savunurlar . İsrail’in 1967 yılındaki Altı Gün Savaşında Batı Şeria, Kudüs, Sina Yarımadası ve Gazze Şeridi’ni ele geçirmesinden sonra, bu topraklardaki Filistinliler arasında tansiyon yükseldi. Filistinliler arasındaki yüksek doğum oranı ve yeni yaşam alanları inşa etmek ve tarım için izin verilen alanların az olması, büyüyen bir nüfus ve artan işsizlikle kötüye giden yaşam şartları anlamına geldi. Üniversite mezunları bile iş bulamıyordu. İntifada döneminde, sekiz eğitimli Filistinliden sadece biri eğitimine uygun iş bulabiliyordu . İsrail İşçi Partisi’nden, daha sonra Savunma Bakanı olan İzhak Rabin, Ağustos 1985’te, Filistinlilere karşı sürgün politikasını İsrail’in Filistinlillerin ayaklanmalarına karşı yürüttükleri politikalarına ekledi . Bu, sonraki 4 yılda 50 sürgün , ve ekonomik entegrasyon ve İsrail yerleşkelerinin artması anlamına geldi. Öyle ki Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim alanlarında, 1984 yılında 35.000 olan nüfus 90’ların ortasında 130.000’e ulaştı . İsrail’in Filistinlileri bulundukları topraklardan uzaklaştırma politikaları intifadayı genel olarak etkiledi. Birinci İntifada’yı fitilleyen nedenin, Aralık 1987’de gerçekleşen, Filistinli sivillerin ölümüne sebep olan kazanın olduğu bilinse de , Masim Qumsiyeh, başlangıcın, bir ay önce gerçekleşen bir dizi protesto olduğunu iddia eder . Bazı kaynaklara göre, Kasım 1987’de İsrail Güvenlik Güçlerinin; altı İsrailli askerin ölümüyle sonuçlanan bir gerilla saldırısını durduramaması, Filistinlilerin ayaklanmalarını katalize etti . 4 aralık 1986 tarihinde, Birzeit Üniversitesi kampüsü içinde iki Gazzeli öğrencinin İsrailli askerler tarafından vurulması, cezalar, tutuklamalar, alıkoymalar ve eli kelepçeli Filistinli gençlerin sistematik bir şekilde dövülmeleri, eski mahkûmların ve aktivistlerin Gazze şehri dışında dönüştürülmüş askeri kamplardaki hücrelerde tutulmaları, yılın başlarında kitlesel gösterilere sebep oldu . Ocak 1987’de göstericileri korkutmak adına sınırdışı/sürgün politikası gündeme geldi. Şiddet, Khan Yunis’li bir çocuğun İsrailli askerler tarafından vurulup öldürülmesiyle kaynamaya başladı. O yılın yazında, tutukluların kontrolünden sorumlu teğmen Ron Tal, Gazze’de, trafikte vurularak öldürüldü. Gazze’de yaşayan müslümanlara Kurban Bayramı esnasında üç günlük dışarı çıkma yasağı uygulandı. 1 ve 6 ekim 1987 tarihlerinde, İsrail güvenlik güçleri, mayısta hapishaneden kaçan, İslam'i cihad örgütleriyle ilişkili yedi Gazzeliyi pusuya düşürüp öldürdü . Kasım 1987’de Amman’da gerçekleşen Arap zirvesi, İran-Irak savaşına yoğunlaştı ve Filistinlilerin sorunu yıllardır ilk defa kenarda tutuldu . İntifada bir kişi ya da bir kurum tarafından başlatılmadı. Yerel liderlik, İsrail tarafından yönetilen sınırlar içindeki, Filistin Kurtuluş Örgütüyle ilişkili gruplar ve organizasyonlar tarafından yapıldı. Bunlar, Halk Cephesi (El Fetih), Demokratik Cephe ve Filistin Komünist Partisi’ydi . Bu süreçte Filistin Kurtuluş Örgütünün rakipleri, Hamas ve İslami Cihad gibi islami örgütlerdi ve Beit Sahour ve Beytüllahim gibi şehirlerin yerel yöneticileriydi. Buna rağmen, ayaklanma, Hanan Ashrawi, Faysal Hüseini ve Haydar Abdul-Şafi tarafından yönetilen cemaat konseyleri tarafından daha çok yönetildi. Bu konseyler bağımsız eğitimi destekleyip, sağlık ve yiyecek yardımları yaptı . Birleşmiş Ulusal Ayaklanma Liderliği (UNLU) halkın güvenini kazandı ve Filistinliler UNLU tarafından yayınlanan bildirileere ayak uydurdu . Geçmişteki tutumun aksine ölümcül şiddetten kolektif bir şekilde uzak duruldu. Shalev’e göre, bunun sebebi böyle bir şiddettin katliamla sonuçlanacağını bilmeleri ve İsrail tarafında liberallerin desteklerini kaybetme olasılığıydı. Pearlman, ayaklanmanın şiddetsiz oluşunu, hareketin iç oraganizasyonuna ve ayaklanmanın şiddetsiz olmasının yararla sonuçlanacağı düşüncesinin saçaklanıp geniş bir alana yayılmasına bağladı . Hamas ve İslami Cihad, ayaklanma liderlerine ayak uydurdu ve ilk yıl hiçbir silahlı saldırı gerçekleştirmediler. Sadece ekim 1988’de bir İsrailli asker bıçaklandı ve herhangi bir yaralanmaya neden olmayan ik bomba patlatıldı . Dağıtılan, ayaklanmayla ilgili broşürlerde, İsrail’in 1967 itibarıyla ele geçirdiği topraklardan çekilmesi, sokağa çıkma yasaklarının ve kontrol noktalarının kaldırılması isteniyordu. Filistinli sivilleri eylemlere silah kullanmadan katılmaya çağırdı. Ayrıca Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bir Filistin Devleti kurulması çağrısını yaptı. Bu süregelen ‘Bütün Filistin için Özgürlük’ çağrısından uzaklaşıldığını gösterdi . İsrail’in ele geçirilen topraklardaki müdahalesi anlık gelişen irili ufaklı direnişlere sebep oldu ama yönetim; demir yumruk politikasıyla, toplu cezalarla, sokağa çıkma yasaklarıyla ve siyaset kurumlarının üzerindeki baskıdan dolayı, Filistin direnişinin sona erdiğine inandı. Fakat İsrail’in direnişin düşeceği inancı zamanla yok oldu . 8 Aralık 1987 tarihinde, İsrail ordusuna ait bir araç, İsrail’deki çalışma yerlerinden dönen, içinde Filistinli bulunan bir sıra araca, Eretz geçiş noktasında çarptı.Üçü Cebaliye mülteci kampından olan dört Filistinli öldü ve yedi kişi ciddi şekilde yaralandı. Olaya işten eve dönen yüzlerce Filistinli işçi şahit oldu . Cenazelere kamptan 10.000 kişi katıldı ve cenazeler çabucak geniş gösterilere döndü. Filistinlileri öldüren araç kazasının, olaydan iki gün önce Gazze’de alışveriş yapan İsrailli bir iş adamının vurularak öldürülmesine karşı uluslararası bir intikam kampanyası olduğu söylentisi bütün kampa yayıldı . Ertesi gün Gazze şeridindeki bir devriye aracına atılan petrol bombası, İsrail askerlerinin sinirli kalabalığa karşı kurşun ve göz yaşartıcı gaz atmasına sebep oldu. Bir genç Filistinli öldü ve 16 kişi yaralandı . 9 aralıkta, birçok Filistinli popüler ve iş adamı , durumun kötüye gitmesinden dolayı Batı Kudüs’te İsrail İnsan Hakları Ligiyle birlikte basın toplantısı düzenledi. Toplantı başlarken, Cebaliye Kampında gösterilerin devam ettiği ve 17 yaşındaki bir gencin, İsrailli askerlere molotof kokteyli attıktan sonra vurularak öldürüldüğü haberleri geldi. Öldürülen kız daha sonra intifadanın ilk şehidi olarak bilindi . Protestolar hızlıca Batı Şeria ve Doğu Kudüs’e yayıldı. Gençler çeşitli muhitlerin kontrolünü ele geçirdi; çöplerden, taşlardan ve yanan araç tekerleklerinden barikatlar kurarak kampları kapattılar ve barikatları aşmaya çalışan askerlere molotof kokteyli attılar. Filistinli esnaflar dükkanlarını kapattılar ve İsrail’de çalışan işçiler işe gitmediler. İsrail bunları “ayaklanma” olarak gördü ve bu ayaklanmayı bastırmayı ise kanun ve düzeni yerine getirmek için yararlı gördü . Birkaç gün içinde İsrail yönetimindeki Filistin bölgeleri gösteriler ve grevlere boğuldu. Askeri araçlar, İsrailden gelen ötöbüsler ve İsrail bankaları Filistinliler için en önemli hedefler oldu. İsrailli yerleşim alanlarına saldırılmadı ve ayaklanmanın erken dönemlerinde atılan taşlardan hiçbir İsrailli yaralanmadı . Gösterilere bu kadar geniş bir kitlenin katılması beklenmiyordu. Onbinlerce sivil, kadınlar ve çocuk gösterilerdeydi. İsrail güvenlik güçleri oluşan kalabalığı kontrol altına almak için bütün adımları attı: sopalamak, joplamak, göz yaşartıcı gaz, tazyikli su ve plastik mermiler kullanmak. Ama bunlar gösterileri sadece besledi . Kısa zamanda taş atmalar, yol kapatmalar ve tekerlek yakmalar bütün bölgelere sıçradı. 12 aralığa gelindiğinde, 6 Filistinli öldü ve otuzu yaralandı. Bir sonraki gün göstericiler Doğu Kudüs’teki ABD konsolosluğuna molotof kokteyli attı ama kimse yaralanmadı . İsrail’in Filistinli ayaklanmasına cevabı sert oldu. Taş atanların 60% ının çocuk olmasından dolayı İzhak Rabin, planı değiştirip farklı şekilde müdahale kararı aldı . İsrail toplu tutuklamalar, toplu cezalar ve okul kapatmaları kullandı. Batı Şeria’daki üniversiteler intifada boyunca kapalı tutuldu. İlk yıl sokağa çıkma yasağı yürürlükte kaldı. Yerleşim yerindeki insanların su, elektrik ve akaryakıt ihtiyaçları karşılanamaz oldu. Filistinlilerin çiftliklerindeki ağaçlar söküld
ü, tarımsal ürünlerin satışları engellendi. Filistinlilerin vergi ödememesinden dolayı evlerinden eşyalarına el konuldu . Altı yıl süren intifadada, İsrail ordusu 1000'den fazla Filistinliyi öldürdü ve 120.000'den fazlasını tutukladı . İlk beş haftada, 35 Filistinli öldürüldü ve 1200 Filistinli yaralandı. Bu ölümler ve yaralanmalar, daha fazla Filistinlinin gösterilere katılmasına neden oldu . 1990’a doğru Negev’deki Ktzi’ot hapishanesi, Batı Şeria’daki her 50 kişiden birini içinde barındırdı . Save the Children (Çocukları Koru) organizasyonunun İsveç kolu, 23.600 ila 29.900 çocuğun intifadanın ilk iki yılında dayaklar sonucu tıbbi desteğe ihtiyacının olduğunu raporladı. Bu sayının üçte birini 10 yaş altındaki çocuklar oluşturdu . Ramazan ayı boyunca, Gazze’deki birçok kampta sokağa çıkma yasağı uygulandı ve yerleşimcilerin gıda almaları engellendi bu şekilde. Ayrıca bazı kamplara göz yaşartıcı bomba atıldı. İntifadanın ilk yılında bu tür bombalamalardan dolayı 16 kişi öldü . 1989 ve 1992 arası, Filistin toplumu içindeki şiddet yaklaşık 1000 kişinin hayatına mal oldu . Haziran 1990’a varıldığında, Benny Morris’e göre, “İntifada yönünü şaşırdı. Filistin Kurtuluş Örgütünün içine düştüğü gerilim, öldürülen işbirlikçi olduklarından şüphelenen kişilerin artmasından belliydi.” 16 Nisan 1988 tarihinde, Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Halil El-Vezir, Tunus’un başkentinde İsrailli komandolar tarafından öldürüldü. İsrail’e göre, ayaklanmanın uzaktan yöneticisi oydu ve ölümü ayaklanmayı durdurabilecekti. Ardından gelen yas ve gösteriler esnasında, İsrail Güvenlik Güçleri iki camiye müdahale edip, dua edenleri dövdü, göz yaşartıcı gaz attı ve 16 Filistinliyi öldürdü. Aynı yılın haziran ayında, Arap Ligi, 1988 Arap Ligi Konferansında, İntifadaya finansal destek verme kararı aldı. Arap Ligi 1989 yılındaki toplantısında da finansal desteği tekrar teyit etti . 1989’da Beit Shour’daki yerel komiteler, şiddetsiz bir hareket başlatarak vergileri vermeme kararı aldı ve “Temsil edilmeden Vergi Yok” sloganını kullandılar Hapishanede kalmaları göstericileri durdurmadı ve İsrail bu boykotu ağır para cezaları ve mallara el koymakla çözmeye çalıştı . 8 Ekim 1990 tarihinde İsrail polisi El-Aksa cami yanında gösteriye katılan 22 Filistinliyi öldürdü. Bu Filistinlilerin daha tehlikeli taktikler edinmelerine sebep oldu. İki hafta sonra, üç İsrailli ve bir İsrail askeri Kudüs ve Gazze’de öldürüldü. Bıçaklama olayları bundan böyle devam etti . Filistinli militanların canlı bomba saldırıları 16 Nisan 1993’te başladı . Çok sayıdaki Filistinli can kayıpları uluslararası kınamalar getirdi. Güvenlik Konseyi 607 ve 608 nolu çözüm önerilerinde, İsrail’in sürgünleri durdurmasını istedi. Kasım 1988’de, Birleşmiş Milletler Genel Kurulundaki ülkelerin çoğu, İsrail’i, intifadaya karşı aldığı tutumdan dolayı kınadı . Sonraki yıllarda aynı çözüm önerileri tekrar tekrar geldi . 26 Ağustos 1988 tarihli yıllık raporunda, İsrail’in Uygulamalarını İncelemek İçin Kurulan Özel Komite, intifada hakkında detaylı bilgiler verdi "Report of the Special Committee to Investigate Israeli Practices Affecting the Human Rights of the Population of the Occupied Territories". 26 August 1988 (doc.nr. A/43/694 d.d. 24 October 1988).. Ardından gelen raporlardan sonra, Genel Kurul 8 Aralık 1989 tarihinde 44/48 nolu bir önergeyle oldukça güçlü bir kınama yayınladı. İsrail intifada sürecindeki uygulamalarından dolayı kınandı. Bu uygulamaları arasında, toprakları ele geçirme, sürgünler, yıkımlar, toplu cezalar, basın organlarını kısıtlamak, savunmasız göstericileri yaralamak, zehirli gaz kullanmak ve İsrailli yerleşimcilerin, Filistinli ve diğer araplara karşı şiddet eylemlerinde buluması ve bunun yaralı ve ölümlere sebep olması vardı. İsrail, Birleşmiş Milletler araştırmalarına engel oldu . Tüm çüzüm yolları İsrail ve ABD tarafından reddedildi. 48 çözüm önerisinin 44’üne karşı oy kullanan sadece İsrail’di. 17 Şubat 1989’da, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi oybirliğiyle (ABD dışında) İsrail’i, 4. Genova Kurultayı kararlarına uymadığı ve Güvenlik Konseyi kararlarını önemsemediği gerekçesiyle kınadı. ABD hoşuna gitmeyecek bir çözüm önerisi taslağını veto etti. 9 Haziran’da ABD bir çözüm önerisini yine veto etti. 7 Kasım’da ABD İsrail’in insan hakları ihlallerini kınayarak 3. Çözüm önerisini de veto etti . 14 Ekim 1990’da, İsrail açıkça Güvenlik Konseyi Çözüm Önerisi 672’ye uymayacağını deklare etti ve İsrail insan hakları ihlallerini araştıracak olan Genel Sekreterlik delegasyonunu kabul etmeyi reddetti. Bir sonraki çözüm önerisi 673 küçük bir etki yaptı ama İsrail BM araştırmasını engellemeyi sürdürdü . İntifada ne askeri bir savaş ne de gerilla savaşıydı. Olanlarla ilgili kontrolü az olan Filistin Kurtuluş Örgütü ayaklanmanın bu kadar kötüye gideceğini beklemiyordu. Ayaklanma tabandan gelmişti ve kendilerinin bir girişimi değildi. Ayaklanma Filistinlilerin pozitif olarak gördükleri bazı sonuçlar doğurdu: Zeybek Debian Debian (), 1993 yılında başlatılmış, Dünya'nın çeşitli bölgelerindeki gönüllüler tarafından hazırlanan; GNU/Hurd, GNU/Linux gibi farklı çekirdek seçeneklerine dayalı tamamen özgür bir Linux dağıtımıdır. En yaygın GNU/Linux dağıtımlarından biri konumundaki Debian, aynı zamanda Elive, Knoppix, Linux Mint, Mepis, Pardus, Parsix, Ubuntu ve Xandros gibi birçok GNU/Linux dağıtımına da kaynak teşkil etmekte ve Google başta olmak üzere iyi tanınan birçok Web sitesinde de tercih edilmektedir. Debian, farklı işletim sistemi çekirdekleriyle birlikte AMD64, ARM, DEC Alpha, i386, IA-64, PowerPC, SPARC, MIPS, HPPA, S390 gibi çok sayıda donanım platformunda da çalışabilmektedir. Desteklediği donanım ve çekirdek zenginliğinin yanı sıra Debian'ı diğer dağıtımlara nispetle özgün kılan en önemli husus, dağıtım kapsamındaki yazılımların bütünüyle özgür lisans şartlarına sahip olması, yazılım özgürlüğünü denetlemek ve sürekli kılmaya yönelik bir Debian Sosyal Sözleşmesi'nin bulunmasıdır. 1993 yılında Purdue Üniversitesi'nde bir öğrenci olan Debian'in kurucusu Ian Murdock, "Debian Manifesto" isimli yazısında Debian'ın misyon ve felsefesini anlatmıştır. Bu doğrultuda Debian, İnternet üzerindeki ilk demokratik topluluklardan birini temsil etmektedir. 1996 yılında Ian Murdock'ün yeri Bruce Perens'e geçerken Ian Murdock, 2015 Aralık ayında ölümüne kadar Debian projesi içerisinde çalışmaya devam etmiştir. "Debian" adı, Ian Murdock'ın kız arkadaşı (daha sonra eşi olmuştur) Debora'nın Deb'i ve Ian'ın ismi yan yana getirilerek oluşturulmuştur. Debian'da, kendine özgü bir paket (uygulamalar) üslubu olan codice_1 kullanılmaktadır. Paket yönetimi için alt seviyede codice_2 ve buna eşlik eden bir dizi araçla birlikte daha üst seviyede APT denilen gelişkin bir paket yönetim sistemi de mevcuttur. İstenilen bir paketin bağımlı olduğu diğer paketlerle birlikte İnternet veya CD-ROM gibi ortamlar üzerindeki paket arşivlerinden otomatik olarak kurulumuna imkân veren APT sistemini, codice_3 adında basit bir komut satırı istemcisiyle veya codice_4 tabanlı bir metin arayüzü sunan codice_5, codice_6 veya GTK+ tabanlı bir grafik kullanıcı arayüzü sunan synaptic gibi uygulamalarla kullanmak mümkündür. Debian'ın on binlerce derlenmiş paket içeren zengin paket depoları sayesinde belirli bir uygulamayı kurmak veya kurulan bir paketi yeni sürüme yükseltmek oldukça basittir. İnternet üzerindeki paket depoları Dünya'nın çeşitli konumlarında yansılanmaktadır. codice_7, codice_8 gibi araçlarla bulunduğunuz konuma en yakın depoyu seçmek ve bu suretle sistemi ağ üzerinden sürekli güncel durumda tutmak mümkün olmaktadır. Debian'ın ihtiyaca uygun kurulum kalıp dosyasını, yazılımın Web sitesindeki edinme bölümünden temin etmek mümkündir. Debian'ın farklı mimarilere yönelik çeşitli kalıp dosyaları bulunmaktadır. Debian'ın Web sitesinde bu kalıplardan codice_9 seçeneği 64-bit işlemciye sahip (AMD veya Intel mikroişlemci) bilgisayara yöneliktir. codice_10 seçeneği ise 32-bit işlemciye sahip (AMD veya Intel mikroişlemci) bilgisayarlar içindir. Debian 4.0 sürümü ile Debian-Installer kurulum aracına grafiksel arayüz seçeneği eklenmiştir. Yazı ve grafik ortamında basit kurulum seçeneğinin yanı sıra gelişmiş kurulum seçenekleri mevcuttur. Debian kurulum medyasını (CD, DVD ya da USB bellek) bilgisayara takıp kurmak istendiğinde ilk ekranda "Install, Graphical install, Advanced Options" gibi seçeneklerin yer aldığı bir ekran görülür. Burada en başta yer alan codice_11 seçeneği, metin tabanlı basit kurulum yöntemini ifade eder. Grafiksel arayüz üzerinden kurulum yapabilmek için bu ekranda "" seçeneği kullanılmalıdır. Debian'ın şu ana kadarki sürüm isimleri Toy Story (Oyuncak Hikâyesi) filmindeki karakterlerden alınmadır. Debian 3 değişik şekilde bulunabilir: "Kararsız, Deneme, Kararlı" Bu sürümün adı sid olup yeni geliştirilen ya da güncellenmiş paketlerin deneme sürümünden önce ilk konulduğu sürümdür. Dolayısıyla en güncel sürüm olmakla birlikte kararsız oluşundan dolayı çalışma garantisi yoktur. Daha çok Debian geliştiricileri tarafından kullanılır. Büyük bir hatası olmayan paketler buradan deneme sürümüne aktarılırlar. Kararsız sürüm olduğu için adı Oyuncak Hikâyesi filminin kötü karakteri olan Sid olarak seçilmiştir. Geliştirilmesi test aşamasında devam eden sürümdür. Tam anlamıyla kararlı değildir. Kararsız sürümden paketler bu sürüme aktarılıp burada denemeye bırakılırlar. Deneme aşaması birkaç yıl devam eder ve sonunda yeni kararlı sürüm olarak ilan edilir. Debian'ın güncel olmasını isteyen kullanıcılar, bu sürümü tercih etmektedirler. Paketlerde günlük yenilemeler olmakta ve kullanıcılar her an işletim sistemlerini güncelleyebilmektedirler. Fakat deneme aşamasında bir sürüm olduğu için dikkatli olmak gerekir. Deneme sürecini bitirmiş kararlı olan sürümlerdir. Birkaç yılda bir yeni sürüm yapılmaktadır. Bugüne kadar sunulmuş ana Debian sürümleri aşağıda sıralanmıştır. 1.0 sürümü asla yayınlanmamıştır. Nedeni ise Infomagic adında bir CD dağıtıcısının Debian'ın geliştirme sürümlerinden birisini
1.0 olarak etiketleyip piyasaya sürmesidir. Karışıklık çıkmaması için ilk kararlı dağıtım 1.1 olarak numaralandırılmıştır. Debian tabanını kullanan çok sayıda Linux dağıtımı vardır. Bu dağıtımların geniş bir listesine Debian'ın Web sitesinden ulaşılabilir. Debian tabanlı başlıca Linux dağıtımları, alfabetik olarak şöyle sıralanabilir: Debian projesinin kurucusu "Ian Murdock" ve sonrasında gelen proje liderleri aşağıda sıralanmıştır. Linux dağıtımları GNU/Linux dağıtımı (kısaca dağıtım); Linux çekirdeği, GNU araçları ve bir masaüstü ortamının bir araya gelmesiyle, bu birlikteliği sürdürülebilir şekilde yönetecek bir yapılandırma araçları seti, yazılım güncelleme araçları vb. ile oluşturularak tam teşekküllü bir işletim sistemi haline gelen uygulamalar bütününü ifade eder. Dağıtım kavramı, özgür yazılım felsefesinin çok alternatifli dünyasının bir sonucu olarak ortaya çıkmış, Linux'a özgü bir terimdir. Yaygınlıkları ve GNU/Linux dünyasına katkılarıyla öne çıkan bazı dağıtımlar vardır: Debian, Ubuntu, Red Hat, Fedora, Linux Mint, openSUSE bunlardan birkaçıdır. Bir GNU/Linux sistemi bilgisayara kurulmadan CD-ROM veya USB Bellek üzerinden çalışabilecek şekilde de tasarlanabilmektedir. Bir dağıtımın bu şekilde kurulmadan kullanılabilen sürümüne "canlı sistem" ("İng. live system"), kullanıldığı medyalara göre de "canlı CD", "canlı USB" denilmektedir. Günümüzde pek çok dağıtımın kurulum medyası aynı zamanda canlı sistem özelliklidir. Bazı dağıtımlar ise sadece canlı sürümü ile yayınlanmaktadır. Bu alanda en çok bilinen dağıtım Debian temel alınarak hazırlanan Knoppix ve bir dağıtımı temel almamış olan Slax örnek olarak gösterilebilir. Kullanıcılar açısından dağıtımları birbirinden ayıran en önemli faktörler dağıtımların kullandıkları paket yönetim sistemleri, masaüstü ortamları ve yönetim araçlarıdır. Paket yönetim sistemleri yazılımların kurulup kaldırılması için kullanılırken, masaüstü ortamları kullanıcıların sistem gereksinimleri ve ihtiyaç duydukları masaüstü araçları ve konforu açısından önemlidir. Örneğin bazı sunucu dağıtımlarında hiçbir masaüstü ortamı bulunmazken Ubuntu gibi ev-ofis amaçlı bazı dağıtımların farklı masaüstü seçenekleri ile kullanılabilme imkânı bulunmaktadır. Dağıtım geliştirme modelleri de paket yönetim sistemleri açısında temelde üç grupta incelenebilir. Bu üç grup ikili paket yönetimi, kaynak paket yönetimi ve melez paket yönetimidir. İkili yöntemde paketler yazılımcıların kaynak kodlarından ilgili dağıtımın özelliklerine uygun şekilde derlenerek ikili hale dönüştürülür ve paket depolarından kullanıcılara sunulur. Kaynak paketlerde ise yazılımlar kaynak kodları ile depolarda bulunur, kullanıcılar derleme işlemini kendi bilgisayarlarında yaparlar. Bu şekildeki pek çok dağıtımın paket yönetim sisteminin yazılımların dağıtıma uygun derlenmesi için dağıtıma özgü bir derleme ve inşa sistemi vardır. Melez yöntemde ise bu iki yöntem de kullanılır. Türkiye'de Fedora üzerinde geliştirilen Turkuaz, Gelecek ve Mandrake üzerinden geliştirilen Turkix, Armador OS 2006 gibi projelerden sonra TÜBİTAK bünyesinde Pardus isimli bir dağıtım geliştirilmektedir. Finansal güç açısından; Novell tarafından geliştirilen SUSE Linux Enterprise ve Red Hat tarafından geliştirilen Red Hat Enterprise Linux dağıtımları milyar dolarlık bütçelere sahiptir. Aynı zamanda, Mandriva'ın arkasında ise dünya devi Vivendi-Universal şirketin bulunmaktadır. Popüler GNU/Linux dağıtımlarından Ubuntu ise Canonical şirketi tarafından finase edilmektedir. Mepis, Ubuntu, Yoper, Knoppix, Libranet, Linspire, Xandros ve Adamantix gibi birçok GNU/Linux dağıtılımında da baz olarak kullanılan Debian; Google da başta olmak üzere birçok web sitesi tarafından başlıca kullanılmaktadır. Hazır dağıtımların yanı sıra, internet depolarından kaynak kodlar alınarak hazırlanan ve deneyimli kullanıcılara hitap eden bir dağıtım modeli daha bulunmaktadır. Bu dağıtımların en popüleri Gentoo, en geniş kapsamlısı Linux From Scratch, kurulumu en rahat olanı da Source Mage'dir. Bunun yanı sıra; Rock Linux kurulması halinde size özel bir dağıtıma dönüşebilmekte ve iso olarak CD'den kurulacak şekilde hazırlanıp sunulabilmektedir. Günümüzde sunulan birçok GNU/Linux dağıtılımı Rock Linux'de kurulmuştur ya da geliştirilmektedir. Sayıları yüzleri bulan bu dağıtımlar gelişiminde temel aldıkları dağıtımlara göre şu şekilde sınıflandırılabilir; Debian Geniş donanım platformu desteği olan köklü bir geçmişe sahip özgür bir dağıtımdır. Debian ve türevi dağıtımlar .deb dosya biçimi ile kullanılan paket yönetim sistemine sahiptir. Knoppix, Debian tabanlı bir dağıtımdır. Ubuntu, Debian tabanlı bir dağıtımdır. Gentoo Portage paket yönetim sistemine sahip ve sınırsız özelleştirilebilmeye imkân veren bir dağıtım. RPM Paket yönetim sistemini kullanan bir dağıtım. RPM Paket yönetim sistemini kullanan bir dağıtım. Yüksek ölçeklenebilirlik özelliği ile öne çıkan ve ileri seviye kullanıcıların veya GNU/Linux sistemleri öğrenmek isteyenlerin tercih ettiği bir dağıtım. Pacman Paket yönetim sistemini kullanan bir dağıtım. Aşağıdaki dağıtımların birçoğu Arch linuxun kurulum aşamasını kolaylaştırma amaçlı geliştirilmiştir. Manjaro, Chakra, Antergos, Netrunner, Aura ve KaOS ise başlı başına özgün hale gelmiş ve son kullanıcı için en ideal formu almış dağıtımlardır. Kendine özgü paket yönetimi sistemiyle veya diğer özellikleri nedeniyle belli bir dağıtımı temel almamış olan dağıtımlar. Galileo Galilei Galileo Galilei (15 Şubat 1564 - 8 Ocak 1642), İtalyan astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçi dir. Rönesans'ın bilimsel devrimine büyük katkıda bulunan bilim insanına “gözlemsel astronominin babası”, “modern fiziğin babası” ve “bilimin babası” gibi isimler takılmıştır. Gözlemsel astronomiye katkılarının arasında Venüs'ün evrelerinin teleskopik kanıtı, Jüpiter'in en büyük dört uydusunun keşfi (Galileo'nun uyduları adı verilmiştir), güneş lekelerinin gözlemi analizi bulunmaktadır. Galileo ayrıca uygulamalı bilim ve teknoloji alanında da çalışmış ve geliştirilmiş bir askeri pusula gibi başka aletler icat etmiştir. Galileo'nun güneş merkezciliği ve Kopernikçiliği yaşadığı dönemde daha çok dünya merkezcilik ve Tycho sistemi yaygın olduğu için tartışma konusu olmuştur. Astronomlar ona sık sık karşı çıkmış ve güneş merkezli bir sistemin yıldızsal paralaks gözlemlenmediği için mümkün olmadığını savunmuşlardır. Bu konu 1615 yılında Roma engizisyonu tarafından soruşturulmuştur ve bunun yalnızca bir olasılık olduğu sonucuna varılmıştır. Galileo daha sonrasında "İki Ana Dünya Sistemi Üzerine Diyalog" kitabında bu görüşünü savunmuştur. Kitabın Papa 8. Urban'a ve Cizvitler'e bir saldırı niteliğinde olduğu düşünülmüş ve Galileo itibar kaybetmiştir. Engizisyon tarafından yargılanan Galileo'nun dalalet suçu işlediğinden şüphelenilmiş ve Galileo hem yazdıklarından caymaya zorlanmış hem de hayatının geri kalanını ev hapsinde geçirmeye mahkum edilmiştir. Ev hapsindeyken en başarılı çalışmalarından olan "İki Yeni Bilim"'i yazmış ve bu kitapta kırk yıl öncesinde yaptığı kinematik ve maddelerin kuvveti ile ilgili çalışmalarına yer vermiştir. Galileo, 1564 yılında,o dönemde Floransa Dükalığı'na ait olan Pisa'da doğmuştur. Altı kardeşin en büyüğü olan Galileo'nun babası ünlü bir lavtacı ve müzisyen olan Vincenzo Galilei, annesi ise Giulia Ammannati' idi. Galileo babasından erken yaşta lavta tekniği, otoriteyi sorgulama yetisini, dikkatli ölçüm ve deney yapma, ritmi müzikal bir şekilde irdeleme ve matematik ile deneysel yollarla sonuca ulaşma becerilerini aldı. Galileo'nun beş kardeşinden ikisi bebekken öldü. Diğerlerinden en küçüğü Michelangelo da yetenekli bir lavtacı ve müzisyen oldu, ancak Galileo'nun gençliğinde mali sıkıntılara yol açtı. Michelangelo babası tarafından kayınbiraderlerine söz verilmiş olan başlık paralarının kendine düşen kısmını ödeyemedi ve ona bu yüzden davalar açıldı. Galileo da zaman zaman kardeşine müzikal projeleri için borç verdi. Bu mali sıkıntılar Galileo'da erken yaşta para edecek buluşlar yapma isteği doğurmuştur. Galileo sekiz yaşındayken ailesi Floransa'ya taşındı, ancak o iki yıl Jacopo Borghini ile yaşadı. Daha sonra Floransa'nın 35 kilometre güneybatısındaki Vallombrosa'daki Camaldolese Manastırı'nda eğitim gördü. Galileo'ya büyük büyük dedesi Galileo Bonaiuti'nin adı verilmiştir. Bonaiuti 1370-1450 yılları arasında Floransa'da yaşamış olan bir doktor, üniversite hocası ve siyasetçi idi. 14. yüzyılın sonunda ailenin soyadı Bonaiuti'den Galilei'ye çevrilmiştir. Galileo, tıpkı kendinden 200 yıl önceki Bonaiuti gibi Floransa'daki Santa Croce Bazilikası'na gömülmüştür. Koyu ve dindar bir Katolik olmasına rağmen Galileo Marina Gamba ile evlilik dışı üç çocuk yapmıştır. Virginia (1600) ve Livia (1601) adında iki kızları ve Vincenzo (1606) adında bir oğulları olmuştur. Evlilik dışı doğdukları için Galileo kızlarını evlendirilemez olarak görmüştür. Bu durumun yol açacağı mali sıkıntıları düşünen Galileo kızlarını hayatlarının geri kalanını geçirdikleri Arcetri'deki San Matteo rahibeler manastırına vermiştir. Virginia buraya girdiğinde adını Maria Celeste olarak değiştirmiştir. 2 Nisan 1634'te ölen Virginia Galileo ile birlikte Santa Croce Bazilikası'nda gömülüdür. Livia ise Rahibe Arcangela adını almıştır. Hayatının çoğunu hasta olarak geçirmiştir. Vincenzo ise sonradan Galileo'nun yasal varisi haline getirilmiş ve Sestilia Bocchineri ile evlenmiştir. Galileo gençken rahip olmayı ciddi şekilde düşünmüş, ancak babasının teşvikiyle Pisa Üniversitesi'nin tıp bölümüne başvurmuştur. 1581 yılında hava akımlarının harmonik harekete ittiği bir avizenin sallanma uzaklığı ne olursa olsun her zaman aynı hızda sallandığını fark etmiş ve eve döndüğünde iki eşit uzunlukta sarkaç alarak ikisinin farklı sallantı uzaklıklarında bile aynı süre içinde sallandıklarını izlemiştir. Ancak 100 yıl sonra Christiaan Huygens'ın bir sarkacın tautochrone hareketini açıklaması ile doğru bir saat yapılmıştır. Hayatının bu noktasına kadar Galileo ailesi tarafından,
bir doktordan daha az para getiren bir kariyer olduğu için matematikten uzak tutulmuştur. Ancak bir geometri dersine girdikten sonra Galileo babasını tıp yerine matematik ve doğa felsefesi okumasına izin vermesi yolunda ikna etmiştir. 1583 yılında, patronu olan Toskana Grandükünün emri ile, "3 zar atıldığında toplam 10, neden toplam 9'dan daha sık geliyor?" gibi soruları yanıtlamak üzere, "Zar oyunları üzerine düşünceler" yazısını yayınlayarak olasılık bilimine katkıda bulunmuştur. Termometrenin atası olan termoskopu keşfetmiş ve 1586'da kendi icat ettiği hidrostatik bir denge hakkında bir kitap yazarak bilim dünyasının dikkatini çekmiştir. Galileo ayrıca güzel sanatı kapsayan bir terim olan disegno kavramını da incelemiş ve 1588 yılında Floransa'daki Accademia delle Arti del Disegno'da perspektif ve chiaroscuro hocası olmuştur. Şehrin sanatsal geleneğinden ve Rönesans sanatçılarının yapıtlarından ilham alan Galileo sanatsal bir mentalite geliştirmiştir. Akademide genç bir hocayken Floransalı ressam Cigoli ile arkadaşlık kurmuş ve ressam Galileo'nun ay gözlemlerine bir tablosunda yer vermiştir. 1589 yılında Pisa'da matematik bölümü başkanı oldu. 1591'de babası öldü ve kardeşi Michelagnolo'nun bakımı Galileo'ya düştü. 1592'de Padova Üniversitesi'ne geçerek burada 1610'a kadar geometri, mekanik ve astronomi hocalığı yaptı. Bu dönemde Galileo hem temel bilimlerde (hareketin kinematiği ve astronomi gibi), hem de pratik uygulamalı bilimlerde (örn. maddelerin kuvveti ve teleskopun keşfi) birçok önemli ilerleme kaydetti. İlgi alanlarının arasında matematik ve astronomiye bağlı olan astroloji de vardı. Kardinal Bellarmine 1615 yılında Kopernik sisteminin 'güneşin dünyanın etrafında dönmediğinin fiziksel bir kanıtı' olmadan savunulamayacağını yazmıştı. Galileo ise kendi gelgit kuramının dünyanın hareketi için gerekli fiziksel kanıtı oluşturduğunu düşünüyordu. Bu kuram onun için o kadar önemliydi ki 'İki Ana Dünya Sistemi Hakkında Diyalog' kitabının başlığını önceden 'Denizin Gelgit Hareketi Üzerine Diyalog' olarak koymayı düşünmüştür. Gelgit hakkındaki kısım Engizisyon'un emriyle kaldırılmıştır. Galileo için gelgit, dünyanın güneşin etrafında dönerken üzerindeki bir noktanın hızlanıp yavaşlaması nedeniyle denizin sularının ileri geri hareketinden ibaretti. Bu teoriyi ilk defa 1616'da Kardinal Orsini'ye sundu. Bu teori, okyanus havzalarının gelgit zamanlaması ve hızına olan etkisini gözler önüne serdi. Adriyatik Denizi'nin ortası ile uçlarındaki gelgit farkı gibi olayları açıklamakta başarılı olsa da teori gelgitlerin genel nedenini açıklama konusunda başarısızdı. Teori doğru olsaydı, günde yalnızca bir met olurdu. Ancak Galileo ile çağdaşları bunun yanlış olduğunun farkındaydı, çünkü Venedik'te 12 saat aralıkla günde bir yerine iki met meydana gelmekteydi. Galileo bu hatayı denizin şeklinden ve derinliğinden kaynaklandığı yönünde yorumladı. Galileo'nun bu yorumunun kandırıcı olduğu iddiasına karşı Albert Einstein onun büyüleyici teorilerini geliştirerek bunları dünyanın hareketini kanıtlamak için sorgulamadan kabul ettiğini savunmştur. Galileo çağdaşı Kepler'in ayın gelgitleri oluşturduğu yönündeki teorisini reddetmiştir. Ayrıca Kepler'in gezegenlerin yörüngesinin eliptik olduğu iddiasını kabul etmemiş ve bunun çember şeklinde olduğunu savunmuştur. 1619 yılında Galileo Peder Orazio Grassi ile bir tartışma içine girmiştir. Meteorların doğası hakkında çıkan tartışma, Galileo'nun 1623'te Il Saggiatore kitabını yayınlamasıyla bilimin kendisi hakkında bir tartışmaya dönüşmüştür. Kitabın baş sayfası Galileo'yu Toscana Grandükasının filozofu ve 'İlk Matematikçisi' olarak tanımlamaktadır. Il Saggiatore, bilimin nasıl uygulanması gerektiği konusunda Galileo'nun birçok fikrini içerdiği için onun 'bilimsel manifestosu' olarak tanımlanmıştır. 1619 yılının başlarında Peder Grassi anonim olarak '1618 yılının üç meteoru hakkında astronomik bir münazara' adlı broşürünü yayınlamış ve o yıl Kasım'da görülen bir meteorun dünyadan sabit bir uzaklıkta bir çemberde, ve aydan daha uzakta hareket ettiğini açıklamıştır. Grassi'nin görüşleri 'Meteorlar Hakkında Görüş' adlı makalede Galileo ve Mario Guiducci tarafından eleştirilmiştir. Çoğunlukla Galileo tarafından yazılan bu makalede özgür bir meteor teorisi sunulmamış ancak şimdi yanlış olduğu kabul edilen varsayımlara yer verilmiştir. Açılış paragrafında Cizvit Christopher Scheiner ve Collegio Romano'nun profesörlerine hakaret eden makale, Cizvitleri gücendirmiştir. Grassi kendi makalesi 'Astronomik ve Felsefi Denge"de öğrencisi Lothario Sarsio Sigensano adı altında Galileo'ya karşı çıkmıştır. Il Saggiatore Galileo'nun bu makaleye cevabı idi. Oldukça yıkıcı olan kitap, bir polemik edebiyat başyapıtı olarak kabul edilmektedir. Sarsi'nin argümanları ağır bir aşağılamaya maruz tutulmuş ve kitap itham edildiği Papa 8. Urban'ı ve genel halkı oldukça mutlu etmiştir. Urban on yıl kadar önce Roma'da Galileo'nun tarafını tutmuştur. Galileo'nun Grassi ile olan polemiği birçok Cizvit'i gücendirmiş ve fikirlerinden soğutmuştur. Galileo ve arkadaşları daha sonra bu Cizvitlerin mahkumiyetinde rol oynadığını düşünse de bu yönde fazla delil bulunmamaktadır. Galileo'nun kilise ile münakaşasından önce Katolik dünyasında çoğu eğitimli insan ya Aristoteles'in dünyamerkezli görüşünü veya Tycho'nun güneş ve dünya merkezli teorilerin karışımı olan görüşlerini kabul etmekteydi. Güneş merkezli teorilerin ana sorunu, doğru olması durumunda yıllık bir yıldız paralaksı gözlemlenmesi gerektiği, ancak bunun var olmadığıydı. Bir yıldızın uzaklığıyla bu gözlemin zorluğunun doğru orantılı olması nedeniyle 19. yüzyıla kadar bu gözlemi yapabilecek hassassiyette aletler bulunmuyordu (ancak 17.yüzyılda sapınçın gözlemlenmesi güneşmerkezciliğin kabul edilmesini sağladı). Güneşmerkezci teoriler eski çağlardan beri var olsa da yakın zamanda Nicolaus Copernicus tarafından canlandırılmışlardı. Kopernik, yıldızların çok uzak olması nedeniyle paralaksın önemsiz olduğunu savundu. Ancak Tycho Brahe yıldızların ölçülebilir bir görünür büyüklüğü olması nedeniyle eğer güneşmerkezcilerin savunduğu kadar uzak olsalardı çok büyük olmaları gerektiğini ve güneşten veya herhangi bir gökcisminden daha büyük gözükmeleri gerektiğini savundu. Tycho'nun sisteminde yıldızların Satürn'ün hemen gerisinde olduğunu ve güneşle aynı boyda olduklarını düşünüyordu. O dönemde hiçbir kurum güneşmerkezciliği yalanlamıyordu ve hatta Papa 13. Gregory 1582'de bunu takvimi düzenlemek için kullandı. Kopernik'ten sonraki yıllarda güneşmerkezcilik tartışmasız bir konuydu, ancak yıldızsal paralaksın yokluğu bunu kabul edilen bir teori olmaktan alıkoydu. Özellikle İtalyanlar için, Karşı Reformasyon'un ertesinde ve 30 Yıllık Savaşlara neden olan olaylardan sonra Papa'ya karşı gelmek tehlikeli bir şeydi. İncil'deki bazı kısımlar da dünyamerkezci teorileri desteklemekteydi. Galileo güneşmerkezciliğin İncil'e karşı gelmediğini savundu. Aziz Augustine'in görüşü olan şiir, şarkı ve eski yazıların her zaman olduğu gibi anlaşılmaması gerektiğini düşündü. Galileo yazarların güneşin doğup battığı sabit bir dünya sisteminden bahsettiklerini ve dönüş hareketi dışında hareketleri açıkladıklarını yazdı. 1615 yılı geldiğinde Galileo'nun güneşmerkezci yazıları Roma Engizisyonu'na verilmişti, ancak asıl suçu İncil'i tekrar yorumlamaya çalışmaktı. Bu Trent Konseyi'nin açık bir reddi ve Protestanlığa yakın bir hareketti. Galileo Roma'ya giderek kendini ve Kopernikçi ve İncil'le ilgili fikirlerini savundu. 1616 başlarında Monsignor Francesco Ingoli Galileo'ya Kopernik sistemini reddeden bir mektup yolladı. Galileo sonradan bu mektubun Kopernik karşıtı hareketi başlattığını düşünmekteydi. Maurice Finocchiaro'ya göre Ingoli büyük ihtimalle Engizisyon tarafından bu konuda uzman görüşünü bildirmek için görevlendirilmişti. Bu mektup güneşmerkezciliğe karşı 18 adet matematiksel ve fiziksel argüman içermekteydi. Öncelikle Tycho'nun argümanlarını ödünç alan mektup özellikle güneşmerkezcliğie göre yıldızların güneşten çok daha büyük olmalarını gerektirdiğini yazdı. Ayrıca dört teolojik argüman içeren makale, 1616'da Engizisyon'un güneşmerkezciliğin felsefi açıdan saçma olduğunu ve kafirce bir teori olduğunu açıklamasına yol açtı. Papa 5. Paul Kardinal Bellarmine'ye bu bulguyu Galileo'ya ulaştırmasını söyledi ve güneşmerkezcilikten vazgeçme emri vermesini istedi. 26 Şubatta Galileo Bellarmine'nin evine çağrıldı ve 'güneşin evrenin merkezinde durarak dünyanın hareket ettiği fikrinden vazgeçme ve bu konuda hiçbir şey söyleyip yazmama' emri verildi. Dizin Topluluğu, Kopernik'in De Revolutionibus ve diğer güneşmerkezci yapıtlarını düzeltilene kadar yasakladı. Bellarmine'nin emirleri Galileo'nun güneşmerkezciliği matematik ve felsefe yoluyla savunmasına engel olmuyordu, ancak bunu fiziksel bir gerçek olarak kabul etmesi yasaktı. İlerdeki on yıl boyunca Galileo tartışmadan uzak durdu. 1623'te bu konuda kitap yazma projesini Kardinal Maffeo Barberini'nin 8. Urban olması ve teşviki ile yeniden canlardırdı. Barberini Galileo'nun arkadaşı ve hayranı idi ve 1616'da mahkumiyetine karşı çıkmıştı. Galileo'nun kitabı, 'İki Ana Dünya Sistemi Üzerine Diyalog' 1632'de Papa ve Engizisyon'un izniyle basıldı. Papa Galileo'dan güneşmerkezcilik lehinde ve aleyhinde argümanlar yazmasını ve bunu sadece savunmamasını istemişti. Ayrıca kendi görüşlerinin de kitapta bulunmasını istemişti. Galileo yalnızca ikinci isteği yerine getirdi. Bilerek veya bilmeyerek, kitaptaki Aristotelesçi karakter Simplicio birçok kez aptal durumuna düştü ve kendi hatalarına yenik düştü. Galileo kitabın başında Simplicio'nun meşhür Aristotelesçi filozoftan esinlendiğini yazsa da İtalyanca Simplicio “alık” anlamına da gelmektedir. Bu nedenle Diyalog Aristotelesçi dünyamerkezciliğe bir saldırı ve Kopernikçiliğin savunması gibi gözükmüştür. Ayrıca Galileo Papa'nın sözlerini Simplicio'nun ağzından yazarak onu sinirlendirmiştir. Birçok tarihçi Galileo'nun kötü niyetli olmadığını ve kitabına tepkiye şaşırdığını düşünmektedir. Ancak Papa a
lenen alay edilmesini ve Kopernik savunmasını affetmemiştir. Galileo en büyük destekçilerinden birini kaybederek Roma'ya savunma yapmaya çağrılmıştır. 1633 yılında Roma'ya gelmiş ve Vinzenco Maculani önüne yargılanmaya çıkarılmıştır. Galileo duruşması boyunca 1616'dan beri sözünü tutarak yasaklı fikirlerin hiçbirini savunmadığını söylemiştir. Ancak sonradan, Diyalog'u okuyan birinin bunun Kopernik savunması olduğunu düşünebileceğini kabul etmiştir. Galileo, 1616'dan sonra Kopernikçi fikirler savunmadığını söylemişse de bu inandırcı olmamıştır. 1633 Temmuzunda işkence tehditi altında bile iken bu savunmasını sürdürmüştür. Engizisyon'un hükmü 22 Haziranda verilmiştir ve üç kısımdan oluşmaktadır: -Galileo'nun ciddi kafirlik şüphesi altında olduğuna ve güneşin hareketsiz olarak evrenin merkezinde durması ve dünyanın hareket etmesi fikrine, İncil'e aykırı bulunmasından sonra bile inanması nedeniyle bu fikrini lanetlemesi ve vazgeçmesi gerektiğine, -Engizisyon'un istediği gibi hapsedilmesine (bu sonraki gün ev hapsine çevrilmiş ve Galileo hayatı boyunca bu şekilde yaşamıştır), -Diyalog'un yasaklanmasına ve diğer yapıtlarının (gelecekte yazacakları da dahil) basılmasının yasaklanmasına karar verilmiştir. Bir efsaneye göre Galileo dünyanın güneşin etrafında döndüğü teorisini yalanladıktan sonra “Ama yine de dönüyor” gibi bir cümle sarf etmiştir. 1640larda İspanyol ressam Bartolomé Esteban Murillo veya onun ekolünden bir ressam tarafından yapılan bir resimde Galileo, hapisteyken duvarda yazılı olan “E pur si muove” sözcüklerine bakmaktadır. Bu hikâye ölümünden yüz yıl sonra çıksa da Stillman Drake'e göre bu sözler Galileo ölmeden önce bile ona itham edilmiştir. Bir süre Ascanio Piccolomini (Siena Başpiskoposu) ile kalan Galileo, 1634'te Floransa yakınlarındaki Arcetri'deki villasına dönmüş ve hayatını ev hapsinde geçirmiştir. Üç yıl boyunca haftada bir kere yedi pişmanlık ilahisi okuma emri verilmiş ancak kızı Maria Celeste bu görevi üstlenerek babasını kurtarmıştır. Galileo ev hapsindeyken en başarılı çalışmalarından biri olan 'İki Yeni Bilim"i yazmıştır. Burada kırk yıl öncesinde yaptığı çalışmalara yer vermiş ve kinematik ile maddelerin kuvveti üzerine açıklamalar yapmıştır. Bu kitap Albert Einstein tarafından övülmüştür. Bu yapıt sonucunda Galileo'ya “modern fiziğin babası” adı verilmiştir. 1638'de tamamen kör oldu ve uykusuzluk ve fıtık şikayetleri yüzünden Floransa'ya tıbbi müdahale için gitmesine izin verilmiştir. Dava Sobel'e göre Galileo'nun 1633'teki duruşması ve kafirlik hükmünden önce Papa 8. Urban kendi güvenliğinden ve devlet problemlerinden endişe duymuştur. Böylece Galileo sorunu papaya onun düşmanları tarafından sunulmuş ve kiliseyi savunmada güçsüzce hareket ettiği iddiası karşısında Galileo'ya karşı öfke ve korku ile saldırmıştır. Galileo 1642 yılına kadar ziyaretçi kabul etmiştir. 8 Ocak 1642'de 77 yaşındayken ateş ve kalp çarpıntısı nedeniyle ölmüştür. Toscana Grandükası II. Ferdinando onu Santa Croce Bazilikası'na gömerek anısına mermerden bir mozole yapmak istemiştir. Bu planlar Papa 8. Urban'ın ve yeğeni Kardinal Francesco Barberini'nin karşı çıkması sonucu iptal edilmiş ve Galileo'nun kafirliği neden olarak öne sürülmüştür. Böylece Bazilika'nın koridorlarından birinde küçük bir odaya gömülmüştür. 1737 yılında anısına bir anıt dikilmiş ve Bazilika'nın ana bölgesine gömülmüştür. Bu süreçte üç parmağı ve bir dişi alınmıştır. Üç parmağından biri şu an Museo Galileo'da sergilenmektedir. Galilo hareket bilimine özgün katkılarda bulunmuş ve matematik ile deneyi birleştirmiştir. O zamanın daha yaygın bilimi William Gilbert'in niteliksel çalışmaları (manyetizma & elektrik) idi. Galileo'nun babası Vincenzo (lavtacı ve müzisyen) bilinen en eski çizgisel olmayan deneyi yapmıştır: çekilmiş bir telde ton, çekim gücünün karekökü ile birlikte değişmektedir. Bu gözlemler Pisagor müziğinin temelinde de yatmaktadır. Bir teli tam bir sayıya bölmek harmonik bir gam oluşturmaktadır. Kısıtlı bir miktar matematik böylece müziği ve fiziği birleştirmiş ve genç Galileo babasının gözlemlerinde bunu görmüştür. Galileo doğanın kanunlarının matematiksel olduğunu söyleyen ilk modern düşünürlerden biridir. Il Saggiatore'de “Felsefe bu büyük kitapta yazmaktadır; evren matematiğin dilinde ve karakterleri üçgenler, daireler ve diğer geometrik figürlerdir.” demiştir. Matematiksel analizleri geç skolastik doğa filozoflarının geleneklerini geliştirmiştir. Galileo bunu felsefe okurken öğrenmiştir. Onun çalışmaları bilimin felsefe ve dinden ayrılmasına katkıda bulunmuş ve insan düşüncesini ileriye taşımıştır. Galileo sıkça düşüncelerini gözleme bağlı olarak değiştirmiştir. Galileo deneylerini yapmak için zaman ve uzunluk standartları oluşturmuş ve farklı gün ve yerdeki deneyleri böylece harmonize etmiştir. Bu da matematiksel yasaları tümevarım yöntemiyle oluşturmanın önünü açmıştır. Galileo matematik, teorik fizik ve deneysel fizik arasındaki bağlantığı iyi anlamıştır ve parabolü hem konik seksiyonlar hem de ordinat'ın (y) absis'in (x) karesine bağlı olarak değişmesi anlamında kullanmıştır. Ayrıca parabolün tek yönde hızlanan bir nesnenin hava rezistansı olmadığı durumlarda ideal yol çizgisi olduğunu bulmuştur. Bu teorinin kısıtlamaları (dünyanın büyüklüğünde bir yolun asla parabol olamayacağı gibi) olsa da, gününün topçuları için fırlatılan mermilerin parabolden çok az değişeceğini savunmuştur. Hans Lippershey'in 1608'de Hollanda'da patentlemeye çalıştığı teleskopun silik bir anlatımından yola çıkarak Galileo bir sonraki yıl 3x büyütmeli bir teleskop yapmıştır. Daha sonra bunu geliştirerek 30x büyütmeli versiyonlar bulmuştur. Galileo teleskopu ile, dünya üzerinde büyütülmüş, düz görüntüler izlemek mümkündür. Ayrıca gökyüzünü incelemek için de kullanılabilir. Galileo bir süreliğine bu amaçla kullanılacak teleskopu üretebilen tek kişi olmuştur. 25 Ağustos 1609'de erken teleskoplarından birini (8x veya 9x büyütme) Venedikli hukukçulara göstermiştir. Bu teleskopları tüccarlara satarak da para kazanan Galileo, Mart 1610'da teleskopik astronomik gözlemlerini Sidereus Nuncius adlı yazısında yayınlamıştır. Tycho ve diğerleri 1572'deki süpernovayı gözlemlemişlerdi. 15 Ocak 1605'teki mektubunda Galileo'ya bu konudan bahseden Ottavio Brenzoni sayesinde Galileo 1604'te Kepler'in süpernovasını izlemeye başlamıştır. Günlük paralaks gözlemlememesi sonucu Galileo bunların uzak yıldızlar olduğunu savunarak Aristoteles'in gökyüzünün değişmezliği teorisini yalanladı. 7 Ocak 1610'da Galileo 3 görünmez, küçük ve sabit yıldızı teleskopuyla gözlemlemeye başladı. Bunların hepsi Jüpiter'in yakınında ve onun içinden geçmekteydi. Daha sonraki gözlemler bu 'yıldızların' Jüpiter'e kıyasla yıldız olsalar açıklanamayacak bir şekilde hareket ettiklerini gösterdi. 10 Ocak'ta Galileo birinin kaybolduğunu gördü ve Jüpiter'in arkasında olduğunu düşündü. Birkaç gün içinde bu objelerin Jüpiter'i yörüngelediğini buldu. Galileo gezegenin en büyük 4 uydusunun üçünü keşfetmişti. Dördüncüyü de 13 Ocak'ta keşfetti. Bu dördüne ilerideki efendisi Cosimo II de' Medici'nin şerefine 'Medici yıldızları' ismini koydu. Ancak sonraki astronomlar bunları Galileo'nun şerefine 'Galileo uyduları' olarak adlandırdı. Bu uyduların şimdiki isimleri Io, Europa, Ganymede ve Callisto'dur. Jüpiter'in uydularının gözlemleri astronomine bir çığır açtı: daha küçük gezegenler tarafından yörüngelenen büyük bir gezegen, Aristoteles'in dünyamerkezci teorisine ters düşüyordu ve birçok astronom ve filozof başta buna inanmadı. Christopher Clavius'un rasathanesi bu gözlemleri kanıtlayınca Galileo 1611'de Roma'da bir kahraman gibi karşılandı. Galileo ilerdeki 18 ay boyunca uyduları gözlemledi ve evreleri hakkında (Kepler'in imkansız dediği bir başarı) çok doğru bilgiler edindi. Eylül 1610'dan itibaren Galileo,Venüs'ün tıpkı ay gibi evreleri olduğunu gördü. Güneşmerkezli modele göre tüm evreler, Venüs'ün güneş etrafındaki yörüngesi nedeniyle aydınlık yüzünün dünyadan görülmesi ile izlenebilirdi. Aynı şekilde güneşin ön tarafındayken karanlık olması Kopernik'in teorisinin diğer bir tahminiydi. Diğer taraftan Ptolemaios'un dünyamerkezli modelinden hiçbir gezegenin yörüngesinin güneşi taşıyan küresel kabuğu kesmesi imkansızdı. Venüs'ün yörüngesi başta tamamen güneşin yakın tarafında olarak düşünülmüş ve sadece hilal ve yeni evreler gösterebileceği kabul edilmişti. Ancak sonradan güneşin diğer tarafında da olabileceği düşünülmüş ve burada da tam veya tama yakın evreler olabileceği tahmin edilmiştir. Galileo'nun hilal, yarı tam ve tam evreleri gözlemlemesinden sonra Ptolemaios'un modeli çürütülmüş oldu. Böylece 17. yüzyılın başında bu buluştan sonra birçok astronom dünya ve güneşmerkezciliği birleştiren modelleri kabul etmeye başladı (Tychonic, Capellan, Uzatılmış Capellan). Tüm bu modeller dönen bir dünya ve Venüs'ün evrelerini, yıldızsal paralakstan bahsetmeden kapsıyordu. Galileo'nun Venüs çalışmaları dünya merkezcilikten karma teorilere ve oradan güneşmerkezciliğe geçmekte çok yararlı olmuştur. Galileo Satürn'ü gözlemledi ve halkalarını gezegen sandı. Daha sonra gözlemlerinde halkalar direk dünyaya dönüktü ve diğer gezegenlerin yok olduğunu düşündü. 1616'da tekrar ortaya çıkan halkalar kafasını daha da karıştırdı. Galileo 1612'de Neptün'ü de gözlemledi. Defterlerinde sönük birçok önemsiz yıldızdan biri olarak geçer. Bunun gezegen olduğunu fark etmedi ancak onu gözden kaybetmeden önce hareketini not aldı. Galileo güneş lekelerini gözlemleyen ilk Avrupalılardan biriydi, ancak Kepler bilmeden 1607'de bir tanesini görüp Merkür sanmıştı. Charlemagne zamanında görülen ve Merkür sanılan bir gözlemi de tekrar yorumladı. Güneş lekelerinin varlığı da geleneksel Aristotelesçi astronomiyi zor durumda bırakıyordu, çünkü gökyüzünün değişmezliği anlamsız kalıyordu. Lekelerin hareketindeki yıllık değişimler Francesco Sizzi tarafından 1612-3'te bulundu ve hem Ptolemaios hem de Tycho'nun sistemini çürüttü. Galileo Cizvit Christoph Scheiner ile güneş lekelerinin keşfi üzerine bir polemik yaşadı. Gerçekte i
kisinden de önce David Fabricius ve oğlu Johannes bunu keşfetmişti. Scheiner Kepler'in 1615'teki teleskop dizaynını benimsedi; bu dizayn daha fazla yakınlaştırma ancak ters resimler sunuyordu. Galileo bu dizaynı hiç kullanmadı. Galileo teleskopunu yapmadan önce Thomas Harriot, İngiliz matematikçi ve gezgin, ayı gözlemlemek için 'perspektif tüpü'nü kullanmıştı. Bu gözlemlerde ayın hilalindeki garip noktaları tanımlayan Harriot nedenini anlamamıştı. Chiaroscuro ve sanatsal bilgisi sayesinde Galileo, bu ışık ve gölge desenlerinin topografik işaretler olduğunu, ve nedeninin ayın yüzdeyindeki dağlar ve kraterler olduğunu anladı. Çalışmasında topografik grafiklerle dağların yüksekliğini tahmin etti. Böylece ayın ne bir gezegen, ne de şeffaf ve mükemmel bir küre olduğu anlaşıldı (Dante: “gök kubbeye muhteşem bir şekilde yükselen ebedi bir inci”). Galileo Samanyolu'nu gözlemledi ve önceki gibi bulutsal olmadığını, birçok yıldızın bir arada olduğu için öyle gözüktüğünü buldu. Çıplak gözle görülemeyecek kadar uzak olan birçok yıldız keşfetti. 1617'de Büyük Ayı'daki çift yıldız Mizar'ı izledi. Sidereus Nuncius'ta Galileo yıldızların saf bir ışık alevi olduğunu ve teleskopta görüntülerinin değişmediğini, buna karşılık gezegenlerin disk şeklinde gözüktüğünü yazdı. Ancak kısa bir süre sonra güneş lekeleri hakkındaki yazılarında gezegenlerin de yuvarlak olduğunu yazdı. Bu noktadan sonra teleskopların yıldızların yuvarlaklığını gösterdiğini ve bunların çapının birkaç ark saniyesi olduğunu savundu. Ayrıca teleskop olmadan bir yıldızın görünen büyüklüğünü ölçmek için bir yöntem geliştirdi. Diyalog'da anlattığı gibi bu yöntem, yıldızla arasına bir ip asmak ve yıldızın gözden kaybolduğu maksimum mesafeyi not almaktı. İpin kalınlığı ve bu uzaklıktan yıldızın görüş noktasında yansıttığı açıyı bulabiliyordu. Diyalog'da ilk büyüklükten bir yıldızın en fazla 5 arksaniye büyüklüğünde, altıncı büyüklükten bir yıldızın ise 5/6 arksaniye olduğunu yazdı. Birçok çağdaş astronom gibi Galileo da ölçtüğü büyüklüklerin yapay olduğunu ve atmosferin ışığı bükmesinden meydana geldiğini fark etmedi. Galileo'nun bulguları yine de Tycho'nun en parlak yıldızların ölçümlerinden daha azdı ve Galileo'nun anti-Kopernikçi argümanlara bu yıldızların yıllık paralakslarının ölçülemez olması için aşırı büyük olmaları gerektiği şeklinde cevap verdi. Başka astronomlar (Simon Marius, Giovanni Battista Riccioli, Martinus Hortensius) da benzer ölçümler yaptı ve Marius ve Riccioli daha küçük büyüklükler bulunmasının Tycho'nun argümanını yalanlamak için yeterli olmadığına karar verdi. Galileo fiziğe yaptığı katkıların yanı sıra mühendisliğe de katkılarda bulunmuştur. 1595 ve 1598 yılları arasında Galileo Geometrik ve askeri bir pusula geliştirmiştir. Bu pusula topçular ve silahşörler tarafından kullanılmıştır. Bu cihaz  Niccolò Tartaglia  ve Guidobaldo del Monte yaptığı aletin geliştirilmiş halidir. Bu cihaz top kullanımı daha keskin ve daha güvenli bir hale getirdi. Barutun türüne ve top güllelerinin cinsine göre ne kadar barut koyacaklarını hesaplayabiliyorlardı. Geometrik bi cihaz olaraksa, herhangi bir çokgen şeklin ya da çember şeklin ve benzeri hesapların yapılmasında kullanılıyordu. Galileo’nun direktifleri altında  Marc'Antonio Mazzoleni bu cihazlardan yüzden fazla üretmiştir. Galileo cihaz için elli lire, kullanım kılavuzu için ise 120 lire istemiştir. 1593 yılında Galileo bir termometre geliştirmiştir. Bu termometre bir tüpün içerisindeki hava baloncuklarının genişlemesi prensibi ile çalışmaktadır. 1609 yılında bir İngiliz olan Thomas Harriot ve diğerleri ile beraber mercekli teleskop ile ilk gözlemini yaptı. Teleskobu kullanarak ayı,yıldızları ve gezegenleri gözlemledi. Teleskop ismi Yunanca “Tele” yani uzak ve “skopein” bakmak, görmek kelimelerinin birleşmesi ile ortaya çıkmıştır. 1610 yılında teleskobu ayrıca böcekleri parçalarını incelemek için kullandı 1624 yılında Galileo mikroskop benzeri bir cihaz geliştirdi. Bu cihazlardan birtanesini o yılın mayıs ayında Bavyara dükü olan Cardinal Zollern’e tanıtması için verdi. Başka bir tanesini ise eylül ayında Prens Cesi’ye yolladı. Linceans üyesi olan Giovanni Faber Galileo'nun icadına Yunanlar tarafından üretilmiş olan mikroskope adını taktı. Mikro Yunanca’da küçük Skopein ise bakmak anlamına geliyordu. Bu kelime yapı olarak teleskopa benziyordu. Galileo mikroskobu kullanarak böcek çizimleri yapıp bunu 1625 yılında yayınlamıştır, mikroskobun kullanılması ilk olarak bu çizimlerle belgelenmiştir. 1612 yılında Galileo jüpiterin uydularının belli periyotlarla döndüğünü tespit etti, eğer yörüngeleri ile ilgili yeterince bilgi toplayabilirse pozisyonlarını evrensel saate göre hesaplayabilceğini öne sürdü. Ve bu sayede tul dairesini belirliyebilmeyi olası kılıyordu. Zaman zaman bunun üzerine çalışıyordu fakat pratik olarak birkaç problem vardı. Bu metot ilk defa 1681 yılında Giovanni Domenico Cassini taradından başarılı bir şekilde uygulanıldı ve sonrasında Fransa’da ve Orta Amerika’da da kullanıldı. Deniz ulaşımında yol bulmak için, teleskobik gözlem yapmapıp tul dairesini bulmak çok zordu ve bunu olası kılmak üzere John Harrison tarafından Marine chronometer geliştirildi. Hayatının ilerleyen safhalarında Galileo tam anlamıyla kör olduğunda, sarkaç saati için bir saat maşası dizayn etti. Fakat bu maşa 1650 yılında Christiaan Huygens tam anlamıyla çalışan sarkaç saatini yapana kadar kullanılmadı. Galileo teorik ve deneysel olarak Kepler ve Rene Decartes’ten bağımsız olarak hareket eden cisimler üzerinde çalışmalar yaptı. Bu çalışmalar ileride Newton tarafından klasik fizik adı altında geliştirilicektir. Galileo sarkaçlarla alakalı deneyler yaptı. Genel bir inanışa göre Pisa kulesindeki şamdanın sallanmasını kendi kalp atışını kullanarak izlemesiyle başlamıştır. Two New Sciences kitabında diğer deneylerinden bahsetmiştir. Galileo basit sarkaçların izokron oldukları iddiasında bulunmuştur. Bu salınımların büyüklüğe bağımsız olarak hep aynı süre zarfında gerçekleştiği anlamına gelmektedir.  Christiaan Huygens’in bulunduğu keşfe gore bu çıkarım doğrudur. Galileo ayrıca sarkacın periyodunun, sarkacın uzunluğu’nun karesi ile doğru orantılı olduğunun farkına varmıştır. Galileo’nun oğlu Vincenzo, babasının 1642 yılındaki teorilerine dayanarak bir saat resmi çizmiştir. Bu saat hiçbir zaman yapılamadı çünkü çok büyük bir Verge escapement parçasına ihtiyaç duyuyordu, ve kötü bir kronometre olurdu. Çok bilinmemekle birlikte, Galileo sesin frekansı olduğunun farkına varan ilk kişi olmuştur.  Keskiyi farklı hızlarda sürterek, oluşan sesin yüksekliğini keskinin boşluklarıyla bağdaştırarak, frekansı ölçmüştür. 1638 yılında Galileo ışığın hızını ölçmek için deneysel bir yöntem ortaya atmıştır. Ellerinde  ışığı kapatıcak kepenk sistemi ile donatılmış fener bulanan iki gözlemci, belli bir uzaklıktan birbirlerinin fenerlerini gözlerler, ilk gözlemcinin fenerini kapattığını gördüğü anda ikinci gözlemci fenerini kapatır, bu aralıkta geçen zaman iki gözlemci arasındaki zaman ile oranlanıp ışığın hızı bulunur şeklindeydi. Galileo bu deneyi bir buçuk kilometre mesafeden yaptığını fakat ışığın bir anlık görünüp görünmediğini gözlemleyemediğni belirtmiştir. Accademia del Cimento ‘daki bir grup öğrenci Galileo’nun  ölümü ve 1667 arasında ışık deneyinin benzerini bir buçuk kilometrenin üzerinde bir mesafede gerçekliştirmişlerdir ve kifayetsiz sonuçlara ulaşmışlardır. Bugün biliyoruz ki ışığın hızı böyle bir yöntem için çok fazla hızlı kalmaktadır. Galileo, Galile Değişmezliği’ni ilerletmiştir. Bu değişmeze göre fizik kanunları ne olursa olsun her sistem için aynıdır sabit hız ve düz bir hat üzerinde ilerler, cismin hızının ve yönünün bir önemi yoktur. Buna göre tam anlamıyla hareket ve sabit duruş söz konusu değildir. Bu prensip Newton’un hareket kurallarının ve Einstein’ın özel görecelik teorisinin yapı taşlarını oluşturmuştur. Galileo’nun öğrencisi Vincenzo Viviani tarafından yazılan biyografide, Galileo Pisa kulesinden attığı farklı ağırlıklı fakat aynı maddeden oluşan topların aynı zamanda yere düştüğünü yazmıştı. Bu durum Aristo’nun düşünceleri ile ters düşmekteydi, o durumun ağırlıkla doğru orantılı olduğunu söylemişti. Bu deney hikâyesi birçok kez tekrar anlatılmıştır, fakat Galileo’nun deney hakkında hiç bahsetmemiştir ve birçok tarihçi bu deneyin hiç gerçekleşmediğini Galileo’nun aklından gerçekleştirdiği bir deney olduğunu düşünmektedir. Bir istisna olarak Drake, deneyin az çok Viviani’nin bahsettiği gibi  gerçekleştiğini düşünmektedir. Bu deneyin asıl olarak 1956 yılında  Simon Stevin tarafından  adhering to the standards of the day. Delft’deki kilisenin kulesinde yapılmıştır. Ancak yaptığı deneylerde eğimli yüzey kullanmıştır buda hem zamanlamada hem de hava sürtümesinde azalmaya neden oluyordu. 1638 yılında Galileo’nun Discorsi de bulunan karakteri Salviati, Galileo’nın sözcüsü , kütleleri aynı olmayan cisimlerin havasız ortamda aynı hızda düşeceğini öne sürmüştür. Fakat bu fikir daha öncesinde Lucretius ve Simon Stevin tarafından öne sürülmüştür. Cristiana Banti sarkaçlar ile yaptığı deneyde ağırlıkların farklı olmasına rağmen hareketlerin birbirine benzer olduğunun farkına varmıştır. Galileo düşen bir cismin ivmesinin düzenli olduğunu öne sürmüştür, tabi bu durum vakumlu bir alanda düşerken veya düşerkenki direnç orta düzeyde ya da yok sayıldığında geçerliydi. Ayrıca Galileo, ivme altındaki cisimlerin aldığı mesafenin hesaplanmasını sağlayacak bir kinematik yasa üretmiştir-alınan yolun ,zamanın karesi ile doğru orantılı olduğu( "d" ∝ "t"  ). Galileo’dan önce, 14. Yüzyılda Nicole Oresme, düzenli ivmede zamanın karesi formülünü üretmiştir ve 16. Yüzyılda Domingo de Soto homojen bir ortamda cisimlerin düzgün hızlarak düştülerini öne sürmüştür. Galileo zamanın karesi kuralını, o günün standartlarındaki matematik ve geometrik kurallarla açıklamıştır. Ayrıca cisimlerin bir engel bulunmuyorsa hızlarını koruduğunun kanısına varmıştır, sonuç olarak Aristonun ortaya koyduğu “doğal olmayan hareket” “zorla oluşan hareket” g
ibi hipotezlerin hepsi “hareket halinde olan” ile ters düşmektedir ve anlamlarını kaybetmişlerdir. John Philoponus ve Jean Buridan tarafından atalet hakkına filozofik düşünceler ileri sürülmüştür. Galileo atalet hakkında şunları demistir; bir parçacık yatay bir yüzeyde hareket ettiğini hayal edin, sonrasıdan önceki sayfalarda açıkladığım gibi bu parçacık eğer düzlemin sonsuz ve sürtünmesiz olduğunu varsayarsak, aynı hızda konumda sonsuza kadar hareket edicektir” demister. Bu görüş sonrasında Newton yasalarına dahil oldu.  Galileo matematiği deneysel fiziğe uygularken, gününün standart matematiksel metodlarını kullanmaktadır. Bu metodlar ters orantı ve  karekök Fibonacci ve Archimedes’den miras kalmıştır. Analizleri ve ispatları Öklid Elementlerinin beşinci kitabında geçen Eudoxian oran teorisine dayanıyordu. Bu teori sadece bir asır öncesinde ortaya çıkmıştı ve Tartaglia ve diğer dillere doğru olarak çevrilmişti. Teori Galileo’nun ölümüne kadar kabul görmüştür, sonrasında Descartes’in cebircel yöntemlerine yerini vermiştir. Bu Galileo paradoks olarak anılan kavram özünde onunla alakalı değildir. O sonucu sonsuz sayıların karşılaştıralmayacağı yönünde vermişti. Artık bu yönerge işe yarar olarak görülmemektedir. Galileo'nun bilimsel aygıtları tanımlayan erken yapıtları 1568'de yayınlanan 'Küçük Denge' (hava veya sudaki objelerin tartılması ile ilgili) ve 1606'da yayınlanan 'Geometrik ve Askeri Pusulanın Kullanılması' adlı yapıtları içermektedir. Dinamik, hareket bilimi ve mekanik hakkındaki erken çalışmaları 1590'da Pisa'da basılan 'Hareket Üzerine' ve 1600 çevresinde Padua'da basılan 'Mekanik' idi. Hareket üzerine yaptığı çalışmalar Aristoteles-Arşimet sıvı dinamiğini kapsıyordu ve sıvının içindeki yerçekimsel düşüş hızının o objenin sıvıdan ne kadar ağır olduğuyla orantılı olduğunu açıkladı. Bir vakumda ise objeler ağırlıkları ile orantılı hızda düşmektelerdi. Ayrıca Philopon'un enerji dinamiğini de benimsiyordu (enerji kendini dağıtmakta ve bir vakumda serbest düşüşün baştaki hızlanmadan sonra ağırlıkla bağlantılı bir esas hızı vardır). Galileo 1610'da yazdığı Sidereus Nuncius, ilk teleskopik gözlem kitabıdır. Bu kitapta aşağıdaki buluşlara yer verilmiştir: -Galileo uyduları -Ayın yüzeyinin pürüzlülüğü -Gözle görülemeyen birçok yıldızın bulunması (özellikle Samanyolu'nun görüntüsünü oluşturanlar) -Gezegenlerle yıldızların görünüşündeki farklar (gezegenler disk gibi görünürken yıldızlar büyütülmemiş ışık noktaları olarak gözüküyordu) Galileo 1613'te güneş lekeleriyle ilgili bir yazı yazdı ve burada güneşin ve gökyüzünün bozulabileceğini savundu. Bu yazı ayrıca 1610'da yaptığı Venüs'ün evrelerinin teleskopik gözlemini ve Satürn'ün kafa karıştırıcı eklentilerini ve bunların yok oluşunu içeriyordu. 1615'te Galileo 'Grandüşes Christina'ya Mektup' adlı bir el yazması hazırladı (1636'ya kadar basılmamıştır). Bu mektup Castelli'ye yolladığının gözden geçirilmiş bir versiyonu olup Engizisyon tarafından Kopernikçiliği fiziksel ve dinsel bir gerçek olarak tanımladığı için kınanmıştır. 1616'da Engizisyon'un Kopernik'i savunmama emri üzerine Galileo Kopernik'in dünya teorisi hakkındaki 'Gelgit Teorisi Üzerine"yi basmış ve bunu Kardinal Orsini'ye göndermiştir. 1619'da Galileo'nun öğrencisi Mario Guiducci Galileo'nun derslerinden birini yayınlayarak (Meteorlar Üzerine Söylem) Cizvitlerin meteor teorilerine saldırıda bulunmuştur. 1623'te Galileo Il Saggiatore'yi yayınlayarak Aristotelesçi teorilere saldırmış ve matematiksel formül ve deneyleri bilimsel fikirlerin oluşmasında kullanmayı desteklemiştir. Bu kitap çok başarılı olmuştur ve kilisenin yüksek basamaklarında bile saygı görmüştür. Bu başarıdan sonra Galileo 'İki Ana Dünya Sistemi Üzerine Diyalog"u yayınlamış ve 1616'daki yasakları çiğnememeye dikkat etse de bu kitaptaki Kopernikçi ve güneşmerkezci teoriler Galileo'nun yargılanmasına ve kitabının yasaklanmasına neden olmuştur. Bu yasağa rağmen Galileo 1638'de Engizisyon'un yetki sınırları dışında olan Hollanda'da 'İki Yeni Bilime Dair Söylem ve Matematiksel İspatlar' kitabını yayınlamıştır. Galileo'nun ana yapıtları aşağıdakilerdir: -Küçük Denge (1586) -Hareket Üzerine (1590) -Mekanik (1600 civarı) -Sidereus Nuncius (1610) -Süzülen Cisimler Üzerine Söylem (1612) -Güneş Lekeleri Üzerine Mektuplar (1613) -Grandüşes Christina'ya Mektup (1615, basım 1636) -Gelgitler Üzerine Söylem (1616) -Meteorlar Üzerine Söylem (1619) -Il Saggiatore (1623) -İki Ana Dünya Sistemi Üzerine Diyalog (1632) -İki Yeni Bilime Dair Söylem ve Matematiksel İspatlar (1638) Galileo’nun Sonraki yıllarda kilise tarafından yeniden değerlendirilmesi Galileo meselesi, Galileo'nun ölümünden sonra büyük ölçüde unutulmuş ve tartışmalar dinmişti. Galileo’nun üzerindeki olan yasak 1718 yılında kaldırılıp yeniden düzenlenmiş halinin basım  izni alınmıştı. 1741 yılında Papa Benedikt Galileo'nun tam bilimsel çalışmalarının tamammını içeren bir baskısı olan Diyalog’un biraz sansürlenmii basımının yayınlanmasına izin vermiştir. 1978 yılında günmerkezliliği savunan kitapları bile yasaklı kitaplar arasından çıkarıldı. Fakat Dialogue ve Copernicus's De Revolutionibus sansürsüz hallerinde özel bir yasak etkisini sürdürmeye devam etti. 1835 yılında kilisenin gücünü kaybetmesi ile günmerkezliliğe karşı olan her şey ortadan kayboldu. Galileo meselesi, 19. Yüzyılın başlarında Protestan polimikçiler tarafından Romalı Katoliklere saldırmak adına yeniden gün yüzüne çıkarılmıştır. Olay gerçekleştiğinden beri ilgi zamanla azalmış ve tekrar yenilenmiştir. Pope Pius XII’un 1939 yılında Pontifical Bilim Akademi’sinde yaptığı konuşmada Galileo’yu şu cümlelerle özetlemiştir; “Araştırmanın en cesur kahramanı… yolundaki hiçbir tehlikeden korkmamıştır, ne mezardan ne günahtan” Papa’nın 40 yıllık danışmanı Profesör Robert leiber “Pius XII bilime yakın olmama noktasında çok dikkatli davranmıştır. Fakat konu Galileo olduğunda heycanlı ve üzüntü hal almıştır.” 15 Şubat 1990 yılında Cardinal Ratzinger’in(sonrasında Pope Benedict XVI olmuştur) Roma Spienza Üniversitesinde yaptığı bir konuşmada Galileo meselesi hakkında bazı güncel görüşleri ile şu sözleri söylemiştir; “ bulgu niteliğinde bir durumdur ki bizi modern çağda bilimin ve teknolojinin bugün nereye geldiğini görerek derin düşüncelere sürüklemiştir”. Bazı görüşleri  Felsefeci Paul Feyerabend’den alıntı yaprak şu sözleri eklemiştir; ““Galileo zamanındaki kilise Galileo’dan çok daha fazla sebebe yakın durdu, ve o Galileo’nun öğretilerinin de sosyal ve etik sonuçlarını dikkate aldı. Galileo’ya karşı aldığı karar mantıklı, adil ve bu kararın revizyonu sadece politik fırsatların ne olduğu gerekçesi üzerine haklı çıkarılabilir.” Kardinal Feyerabend’in iddiasıyla aynı fikirde olduğunu veya olmadığını açıkça belirtmedi. Fakat yine de “Bu tür düşüncelerin temeline düşüncesiz özür inşa etmek aptallık olur.” dedi. 31 Ekim 1992’de Pope John Paul II Galileo meselesinin ele alınış şeklinden pişmanlık duyduğunu açıkladı, ve Galileo Galilei’nin Pontifical Council for Culture tarafından yönetilen bir çalışma sonucu bilimsel pozisyonunu yargılayan Katolik Kilisesi mahkemesinin işlediği hataların kabulünü belirten bir beyanname çıkardı. Mart 2008’de  Pontifical Acadeny of Sciences’ın (PAS) başı, Nicole Cabibbo,  Galileo’nun Vatican duvarları içerisinde bir heykelini dikerek Galileo’yu onurlandırmayı amaçlayan bir tasarı açıkladı. Aynı yılın aralık ayında, Galileo’nun en eski teleskopik gözlemlerinin 400. Yıl dönümü aktivitelerinde, Papa Benedict XVI Galileo’nun astronomiye katkılarını övdü. Bir ay sonra, bir şekilde, Pontifical Council for Culture’ın başı, Gianfranco Ravasi, Vatikan içine dikilecek olan Galileo heykeli planının askıya alındığını meydana çıkardı. Modern Bilime etkisi Stephen Hawking Galileo’nun modern bilimin doğmasında, modern bilimin babası olarak kabul edilen Einstein’dan daha fazla etkisi olduğunu söylemiştir. Galileo’nun astronomik eşifleri ve araştırmaları kopernik teorisi için kalıcı miraslar olmasını sağlamıştır. Galileo tarafında keşfedilen dört büyük Jüpiter Galilean Moons olarak bilinen uyduları (Io,Europa,Ganymede ve Callisto) miraslar içerisindedir. Başka bilimsel çalışmalar ve ilkelerde Galileo ismiyle anılmıştır. Jupiter’in yörüngesine yerleştirilen ilk uzay aracına Galileo spacecraft bunu yanı sıra Sanat ve popüler medya Queen grubunun “Bohemian Rhapsody” isimli şarkısının bir kısmında Galileo’nun ismi geçmektedir. Indigo girls tarafından yapılan “Galileo” ve Amy Grant’ın Heart in Motion albümünde ismi geçmektedir. 1943 yılında Alman Yazar Berltolt Brecht tarafıdnan Galileo’nun yaşamı Life of Galileo adı altında yazıya aktarılmıştır,1975 yılında Berrie Stevis tarafından yazılan Lamp of Midnight sinemaya aktarılmıştır. 2009 yılında Kim Stanley Robinson tarafından Galileo’nun Rüyası adınd a bir bilim kurgu romanı yazılmıştır. Romanda Galileo’yu bilimsel felsefedeki karışıklığı çözmesi adına kendi zamanı ve gelecek arasında bir geleceğe taşımıştır ve bunun yanı sırı büyük oranda biyografik bilgi içermektedir. Galileo Galilei son zamanlarda çok değerli madeni para koleksiyon için bir ana motif olarak seçildi. 25 avro değerinde International Year of Astronomy commemorative coin koleksiyonuna katılmıştır.  Ayrıca bu madeni para Galileo’nun teleskobu icat etmesinin 400. yılını anmak içindir. Ön tarafında portresi ve telekobu, arka tarafında ise çizdiği ilk ay yüzeyi çizimi bulunmaktadır. Gümüş çemberinde ise Isaac Newton teleskobu, Kremsmünster Abbey deki gözlem evi, bir moden teleskop, bir radio teleskobu ve bir de uzay telekobuna yer verilmiştir. 2009 yılında Galileoscope adı altında bir teleskop piyasaya sürüldü.Çok sayıda , ucuza mal edilmiş eğitim amaçlı kaliteli bir teleskoptur. Jeremy Bentham Jeremy Bentham (d. 15 Şubat 1748 – ö. 6 Haziran 1832), İngiliz filozof, hukukçu ve toplum reformcusu. İnsanları, rasyonel bir biçimde kendi çıkarlarını izleyen ve faydalarını en yüksek noktaya getirmeye çalışan canlılar olarak görüyordu. Faydacılığın kurucusu olarak da bilinir. Hayvan
haklarının ilk savunucularındandır ve liberalizmin gelişiminde büyük katkıda bulunmuştur. Ahlak ve Yasama İlkelerine Giriş adlı yapıtında ilk kez faydacılığın bütününü ana hatlarıyla sergiledi. Medeni hukukun reform yoluyla herkese güvenlik, eşitlik ve huzur sağlayacağını düşünüyordu. Bir Ateist idi. Ölümünden sonra mumyalanmayı ve kurulmasına yardımcı olduğu okulun bir salonunda cam bir kutuda sergilenmeyi vasiyet etti. 1791'de dünyanın en kaba adamı seçildi. Az sayıda gardiyanın çok sayıda mahpusu gözetlemesini sağlamak üzere “denetim evi” anlamında "panopticon" adını verdiği daire planlı bir yapı tasarladı. Bu tasarım birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu. Her hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve halkanın dış cephesindeki duvarda birer pencere vardı. Halkanın ortasında mahpuslardan tamamen saklanmış konumdaki gözlemcilerin kaldığı bir nöbet kulesi yer almaktaydı. Panopticon'un temelinde yatan ilke, tek odalı hücrenin içindeki sakine saklanacak hiçbir yer bırakmaması, buna karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahpusun her hareketinin iyi aydınlatılmış bir siluetini izleme olanağını sağlamasıydı. Bentham'ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpusun aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka çabası yoktu. Böylece mahpus bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı. Hopa Hopa (Gürcüce: ხოფა "khopa", Lazca: "Xopa"), Türkiye'nin Karadeniz Bölgesi'nde bulunan Artvin iline bağlı bir ilçe ve ilçenin merkezi olan kasaba. Türkiye - Gürcistan sınırı olan Sarp Sınır Kapısı'na yaklaşık 20 kilometre uzaklıktadır. Kuzeydoğuda Sarpi, doğuda Borçka, güneydoğuda Murgul, güneybatıda Arhavi ve kuzeybatıda Karadeniz ile çevrilidir. Roma dönemindeki adı Anaxoupê'dir. MS ilk yüzyıllarda Hopa bölgesi, Kolhis Krallığı'na aitti. Ardından Halife Osman döneminde Müslümanlar Hopa'yı ele geçirdi. 853 ve 1023 yılları arasında bölge Müslüman Halifeliği'nin altında kaldı. 1023'te bölgeyi Bizanslılar ele geçirdiyse de, 1064'te Selçuklu egemenliğine girdi. Yavuz Sultan Selim'in Kırım seferi sırasında (1490-1512), Artvin bölgesi Osmanlı denetimine girdi. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında bölgeyi Rus Ordusu ele geçirdi. Kurtuluş Savaşı sırasında, 1921'de Hopa Türkiye'ye bağlandı. 1916 yılında İttihat ve Terakki yönetimi Hopa adı yerine "Cihadiye" adını önermiştir. Ancak uygulamaya geçilmemiştir. Hopa'da bulunan en yüksek nokta 1513 m ile Yavuz Sultan Selim Tepesi'dir. İlçenin toplam yüzölçümü 289 kmdir. Deniz kıyısından başlayan Sultan Selim Dağları, Borçka’dan sonra Kaçkar Dağları'na dönüşür. Hopa'nın iklimi ılık ve yağışlıdır. Yılda mye 2,5 kg yağmur düşer. Kar yağışına genellikle Şubat ayında rastlanır. Bitki örtüsü; kışın yapraklarını döken, kızılağaç, kestane, gürgen, kayın, ve meşe ağaçlarından oluşur. Doğal su kaynakları yönünden zengindir. İlçenin nüfusu 2013 genel nüfus sayımına göre 33.724'tür. Bunun 18.487'si ilçe merkezinde, 15.237'si ise belde ve köylerde yaşamaktadır. Nüfusun çoğunluğunu otokton Hopalı halk olan Lazlar ve Hemşinliler oluşturur. Ayrıca az sayıda Poşa, Çerkes ve Türk'de bulunur. Çaycılık ve tarım üzerine kurulu bir ekonomisi vardır. Sarp sınır kapısının açılmasıyla ticaret gelişmiş olsa da ekonomik güç olarak tarım ilk sırada gelir. İlçe dışarıya çok göç vermiştir. 1961 yılında kurulmuştur. Renkleri mor-beyazdır. Hopaspor Artvin ilinde Türkiye Kupasında ve profesyonel liglerde oynayan ilk takımdır. Takım şu anda Bölgesel Amatör Lig'de mücadele etmektedir. Kente en yakın havaalanı 35 km uzaklıkta bulunan Batum Havalimanı'dır. Gürcistanla yapılan anlaşma gereği pasaport olmadan havaalanı kullanılabilmektedir. Buradan İstanbul ve Ankara'ya uçuşlar vardır. Trabzon Havalimanı 150 km uzaklıktadır. Hopa'nın ana karayolu bağlantısı Karadeniz sahil yoludur. Sarp Sınır Kapısı'na 20 km, Arhavi'ye 11 km, Borçka'ya 36 km, Artvin’e 70 km ve Rize'ye 92 km uzaklıktadır. Hopa ilçesinde 17 köy ve 6 mahalle bulunur. Seçildikleri yıllara göre belediye başkanları ve siyasi partileri: Anafilaksi Anafilaksi aniden başlayan ve ölüme neden olabilen ciddi bir alerjik reaksiyondur. Anafilakside genel olarak kızarıklık, kaşıntı, boğaz şişmesi ve kan basıncının düşmesi gibi semptomlar söz konusudur. Yaygın nedenleri böcek ısırmaları, gıdalar ve ilaçlardır. Anafilaksi, bazı akyuvar tiplerinden protein salınmasından kaynaklanmaktadır. Bu proteinler alerjik reaksiyon başlatabilen veya bir reaksiyonu daha ciddi hale getirebilen maddelerdir. Bunların salımına, bağışıklık sistemi reaksiyonu veya bağışıklık sistemi ile ilgisi olmayan başka bir şey neden olabilir. Anafilaksi kişideki semptom ve belirtilere bakılarak teşhis edilir. Öncelikli tedavi yöntemi epinefrin enjekte edilmesidir ve enjeksiyon bazen başka ilaçlarla birleştirilebilir. Dünya üzerindeki insanların yaklaşık %0,05-2’si hayatlarında bir noktada anafilaksi yaşamıştır. Oranların arttığı görülmektedir. Terimin kökeni, Yunanca ἀνά - ana “karşı” ve φύλαξις phylaxis “koruma” kelimeleridir. Anafilakside genelde dakikalar veya saatler içerisinde birçok farklı semptom görülmektedir. Eğer neden doğrudan kan akışına karışan bir madde ise semptomlar ortalama 5-30 dakika içerisinde ortaya çıkmaktadır(damar yoluyla). Eğer nedeni kişinin yemiş olduğu bir gıda ise ortalama süre 2 saattir. En çok etkilenen alanlar şunlardır: deri (%80-90), akciğerler ve solunum yolları (%70), mide ve bağırsaklar (%30-45), kalp ve kan damarları (%10-45) ve merkezi sinir sistemi(%10-15). Genellikle bu sistemlerden ikisi veya daha fazlası etkilenmektedir. Semptomlar genellikle deri üzerinde kabarıklıklar (kurdeşen), kaşıntı, yüzde veya deride kızarma (kızarıklık) veya dudaklarda şişme şeklinde ortaya çıkmaktadır. Deri altında kabarıklıklar (anjiyoödem) olan kişiler derilerinde kaşıntı yerine yanma hissedebilirler. Vakaların %20’sinde dil veya boğaz şişebilir. Diğer belirtiler arasında burun akıntısı ve göz yüzeyi ile göz kapağında mukoza zarının şişmesi yer alabilir (konjonktiv). Ayrıca, deri oksijen yetersizliğinden dolayı mavi renk (morarma) alabilir. Solunumla ilgili semptomlar ve belirtiler nefes darlığı, hırıltılı sesle zorlanarak nefes alma (hırıltı) veya tiz bir sesle zor nefes almadır (stridor. Hırıltılı nefes genellikle hava yolunun (bronş kasları)alt kısmındaki kaslarda oluşan spazmlardan kaynaklanmaktadır. Tiz sesle nefes almanın nedeni ise üst solunum yolunda nefes yolunu daraltan şişmelerdir. Ses kısıklığı, yutkunmada zorluk veya öksürük de görülebilir. Kalpteki kan damarları, kalpte bulunan bazı hücrelerden histamin salgılanması nedeniyle aniden daralabilir (koroner atardamar spazmı). Bu durum kalbe kan akışını kesintiye uğratarak kalp hücrelerinin ölmesine neden olabilir (miyokard enfarktüs) veya kalp çok yavaş ya da çok hızlı atabilir (kardiyak ritim bozukluğu) veya kalp atışı tamamen durabilir (ani kalp durması)). Daha önceden kalp hastalığı geçirmiş olan kişilerde anafilaksi yüzünden kardiyak etki oluşması riski daha yüksektir. Düşük kan basıncından dolayı nabzın hızlı olması daha yaygın iken, anafilaksiden muzdarip insanların %10’u düşük kan basıncında düşük nabız hızına (bradikardi) sahip olabilir. (Düşük nabız hızı ve düşük kan basıncının bir arada olması Bezold-Jarisch refleksi olarak bilinmektedir). Kişi kan basıncındaki düşüş nedeniyle baş dönmesi hissedebilir veya bilincini kaybedebilir. Bu düşük kan basıncının nedeni kan damarlarının genişlemesi (dağılma şoku) veya kalp karıncıklarının aksaması olabilir (kardiyojenik şok). Nadir durumlarda, anafilaksinin tek belirtisi çok düşük kan basıncı olabilir. Mide ve bağırsaklardaki semptomlar arasında kramp benzeri karın ağrısı, ishal ve kusma görülebilir. Kişinin düşünceleri dağınıklaşabilir, idrarını tutamayabilir ve pelvis bölgesinde uterus krampları gibi ağrı hissedebilir. Beyin çevresindeki kan damarlarının genişlemesi bağ ağrısına neden olabilir. Kişi endişe duyabilir veya ölmek üzere olduğunu düşünebilir. Anafilaksi vücudun neredeyse her türlü yabancı maddeye karşı tepkisinden kaynaklanabilir. Yaygın tetikleyiciler arasında böcek ısırmaları ve sokmaları, gıdalar ve ilaçlardan gelen venom sayılabilir. Çocuklar ve genç yetişkinlerde en yaygın tetikleyici gıdalardır. İlaçlar, böcek ısırmaları ve sokmaları yaşı daha büyük yetişkinlerde daha yaygın tetikleyicilerdir. Daha az görülen nedenler arasında fiziksel etkenler, biyolojik etken maddeler (semen gibi), bitki sütü, hormonsal değişiklikler, gıda katkı maddeleri (monosodyum glutamat ve gıda boyası gibi) ve deriye uygulaman ilaçlar (lokal ilaçlar)yer almaktadır. Egzersiz veya sıcaklık da (sıcak veya soğuk) bazı doku hücrelerinde alerjik reaksiyonu başlatan kimyasal maddelerin salınmasına yol açarak anafilaksiyi tetikleyebilir. Egzersizin neden olduğu anafilaksi genelde belirli gıdaların yenilmesi ile de bağlantılıdır. Eğer anafilaksi kişiye anestezi verilirken meydana gelirse, bunun en yaygın nedeni uyuşturmak için verilen bazı ilaçlar (kas sinir blokajı yapan etken maddeler), antibiyotikler ve bitki sütüdür. Vakaların %32-50’sinde neden bilinmemektedir (idyopatik anafilaksi). Birçok gıda ilk defa yenildiği zaman bile anafilaksiyi tetikleyebilir. Batı toplumlarında yerfıstığı, buğday, ağaç yemişi, kabuklu deniz hayvanları, balık, süt ve yumurta yenilmesi veya bunlarla temas edilmesi en yaygın nedenlerdir. Orta Doğu’da, susam yaygın bir tetikleyici gıdadır. Asya’da pirinç ve leblebi sık sık anafilaksiye neden olur. Ciddi vakalar genellikle gıdanın yenilmesi sonucu meydana gelir, ancak bazı insanlarda gıda vücudun bazı yerlerine temas ettiğinde de ciddi bir reaksiyon gelişebilir. Çocuklardaki alerji geçebilir. 16 yaş itibarıyla, süt veya yumurtaya karşı anafilaksisi olan çocukların %80’i ve yer fıstığına karşı bir kez anafilaksi geçirmiş olanların %20’si bu gıdaları bir sorunla karşılaşmadan yiyebilmektedirler. Herhangi bir ilaç anafilaksi
ye neden olabilir. En yaygın olanları β-laktam antibiyotikler (örneğin penisilin) daha sonra aspirin ve NSAID’lerdir. Eğer kişinin bir NSAİİ’a alerjisi varsa, genelde anafilaksiyi tetiklemeyen bir başkasını kullanabilirler. Anafilaksinin diğer yaygın nedenleri arasında kemoterapi, aşılar, protamin (spermde bulunur) ve bitkisel ilaçlar sayılabilir. Vankomisin, morfin ve röntgen görüntülerini iyileştirmek için kullanılan bazı ilaçlar (radyokontrast maddeleri) dokulardaki bazı hücrelere zarar vererek histamin salgılamalarına neden olup(mast hücresi degranülasyonu) anafilaksi meydana getirirler. Bir ilaca karşı reaksiyon meydana gelme sıklığı, kısmen ilacın kişiye ne sıklıkta verildiğine ve kısmen ilacın vücut içerisindeki fonksiyonuna bağlıdır. Penisilin veya sefalosporin kaynaklı anafilaksi, ancak bunların vücut içerisindeki proteinlere bağlanmasından sonra meydana gelir ve bazıları diğerlerinden daha kolay bağlanırlar. Penisilin kaynaklı anafilaksi, tedavi gören her 2.000 ila 10.000 kişiden birinde meydana gelir. Tedavi edilen her 50.000 kişiden birinden daha azında ölüme rastlanır. Aspirine ve NSAID kaynaklı anafilaksi, her 50.000 kişiden birinde meydana gelir. Eğer bir kişide penisiline karşı reaksiyon meydana gelmiş ise sefalosporinlere karşı reaksiyon gelişmesi riski daha büyüktür; ancak risk yine de 1.000 kişide birden daha düşüktür. Eskiden röntgen görüntülerini iyileştirmek için kullanılan eski ilaçlar (radyokontrast maddeleri) vakaların %1’inde reaksiyona neden olmuştur. Daha yeni, düşük ozmolar randyokontrast maddeleri vakaların %0,04’ünde reaksiyona neden olmaktadır. Arı veya yaban arısı (Zarkanatlılar) gibi böceklerin veya kan emen böceklerin (Triatominae) sokması veya ısırmasıyla gelen venom (zehir) anafilaksiye neden olabilir. Eğer kişi geçmişte venoma karşı reaksiyon göstermişse ve sokma bölgesinin çevresinde lokal reaksiyondan fazlası meydana gelmişse, bu kişiler gelecekte daha büyük bir anafilaksi riski taşımaktadırlar. Ancak, anafilaksi nedeniyle ölenlerin yarısında, daha önce yaygın bir (sistemik) reaksiyon görülmemiştir. Astım, egzama veya alerjik rinit gibi atopik hastalıkları bulunan insanların gıda, bitki sütü ve radyokontrast maddelerinden anafilaksi duyarlılığı geliştirme riski daha yüksektir. Bu insanların, enjekte ilaçlar veya iğneler ile ilgili riski daha yüksek değildir. Anaflaksi geçiren çocuklarda yapılan bir araştırma, %60’ının geçmişinde atopik hastalık olduğunu ortaya koymuştur. Anafilaksiden ölen çocukların %90’ından fazlasında astım hastalığı vardır. Dokularında çok fazla veya daha zengin mast hücre bulunmasından (mastositoz) kaynaklanan düzensizliklerden muzdarip insanların riskleri daha yüksektir. Anafilaksiye neden olan maddeye son maruz kalınan tarih ne kadar önceyse, yeni reaksiyon gelişmesi riski o kadar düşüktür. Anafilaksi aniden başlayan ve birçok vücut sistemini etkileyen ciddi bir alerjik reaksiyondur. Mast hücrelerden ve bazofillerden inflamatuvar medyatörlerin ve sitokinlerin salınmasından kaynaklanmaktadır. Bunların salımı genellikle bir bağışıklık sistemi reaksiyonuna bağlıdır, ancak bu hücrelerde bağışıklık sistemi ile ilgili olmayan hasarlardan da kaynaklanabilir. Anafilaksi bir bağışıklık tepkisinden kaynaklandığı zaman, immunoglobulin E (IgE)alerjik reaksiyonu başlatan yabancı maddeye bağlanır (antijen). IgE’nin antijene bağlanması ile mast hücrelerdeki ve bazofillerdeki FcεRI reseptörler etkinleşir. Mast hücreler ve bazofiller histamin gibi inflamatuvar medyatörlerin salımı ile tepki verirler. Bu medyatörler bronşlardaki düz kasların kasılmasını artırır, kan damarlarının genişlemesine (vasodilasyon) neden olur, kan damarlarından sıvı sızıntısını artırır ve kalp damarlarının hareketini zayıflatır. IgE’ye bağlı olmayan bir başka immünolojik reaksiyon daha vardır, ancak bunun insanlarda meydana gelip gelmediği bilinmemektedir. Anafilaksinin bağışıklık tepkisi sonucu meydana gelmediği durumlarda reaksiyon, doğrudan mast hücrelerine ve bazofillere zarar vererek histamin ve genelde alerjik reaksiyonla (degranülasyon) bağlantılı başka maddeler salgılamalarına neden olan bir maddeden kaynaklanmaktadır. Bu hücrelere zarar veren etkenler arasında röntgen kontrast maddeleri, opioidler, sıcaklık (sıcak veya soğuk) ve titreşim sayılabilir. Anafilaksi teşhisi klinik bulgulara dayanır. Alerjen bir maddeye maruz kalınmasından dakikalar/saatler içinde aşağıdaki üç durumdan biri oluşursa, kişinin anafilaksi olması yüksek olasılıktır: Eğer kişi böcek sokmasına veya ilaç tedavisine karşı kötü reaksiyon veriyorsa, anafilaksiyi teşhis etmede triptaz veya histamin (mast hücrelerden salınan) için kan testlerinin yapılması yararlı olabilir. Ancak sebep gıda ise veya kişinin kan basıncı normal ise bu testler çok faydalı olmaz, ve bu testler anafilaksi olmadığı teşhisini koyamaz. Anafilaksinin üç ana sınıfı vardır. Anafilaktik şok, vücut genelinde kan damarlarının genişleyerek (sistemik vazodilasyon) kan basıncının kişinin normal kan basıncından en az %30 ya da standart değerlerden %30 daha düşük olmasına sebep olur. Bifazik anafilaksi, kişinin ilk reaksiyona sebep olan alerjenle tekrar karşılaşmamasına rağmen belirtilerin 1-72 saat içinde geri gelmesi ile tanılanır. Bazı çalışmalar anafilaksi vakalarının yaklaşık %20'sinin bifazik olduğunu iddia etmektedir. Belirtiler genel olarak 8 saat içinde tekrar görülür. İkinci reaksiyon, ilk anafilakside olduğu gibi aynı şekilde tedavi edilir. Psödoanafilaksi veya anafilaktoid reaksiyonlar, alerjik reaksiyona değil mast hücrelerinin doğrudan zarar görmesine (mast hücreleri degranülasyonu) bağlı olan anafilaksinin eski isimleridir. Günümüzde Dünya Alerji Örgütü tarafından kullanılan isim "bağışık olmayan anafilaksi"dir . Bazıları, eski isimlerin artık kullanılmamasını önermektedir. Alerji testi, kişinin anafilaksisine neyin sebep olduğuna karar vermeye yardımcı olabilir. Cilt alerji testleri (yama testleri gibi) çeşitli gıdalar ve venomlar için mevcuttur. Belirli antikorlar için yapılan kan testleri; süt, yumurta, fıstık, ağaç yemişi ve balık alerjisini belirlemede yardımcı olabilir. Cilt testleri penisilin alerjisini belirleyebilir ama başka ilaçlara karşı olan alerjileri belirlemede kullanılabilecek cilt testi yoktur. Bağışık olmayan anafilaksi formları yalnızca kişinin geçmişine bakılarak ya da kişiyi geçmişte reaksiyon göstermesine sebep olmuş bir alerjene maruz bırakarak teşhis edilebilir. Bağışık olmayan anafilaksiler için bir cilt veya kan testi bulunmamaktadır. Bazen anafilaksiyi, astım, oksijen yetmezliğine bağlı bayılma (sinkop) ve panik ataklardan ayırt etmek zordur. Astım hastalarının genelde kaşınma veya mide ya da barsak semptomları yoktur. Bir insan bayıldığında cildi solgundur ve kaşıntısı olmaz. Panik atak geçiren birinin cildi kızarık olabilir ama kurdeşeni olmaz. Benzer semptomları olan diğer durumlar, bozulmuş balık zehirlenmesi (histamin zehirlenmesi) ve belirli parazitlerden kaynaklanan enfeksiyonlardır(anisakiyaz). Anafilaksiden korunmak için tavsiye edilen yöntem, geçmişte reaksiyona sebep olan koşullardan uzak durmaktır. Bunun mümkün olmadığı durumlarda, vücudun bilinen bir alerjene reaksiyon göstermesini önlemek için bazı tedavilere başvurulabilir (desensitizasyon. Zar kanatlı venomlara karşı bağışıklık sistemine uygulanan tedaviler (immunoterapi); arılara, yaban arılarına, eşek arılarına, sarı yabanarılarına ve ateş karıncalarına karşı olan alerjilere karşı hassasiyeti azaltmada yetişkinlerde %80-90 ve çocuklarda %98 oranında etkilidir. Oral bağışıklık tedavisi süt, yumurta, fındık ve fıstık gibi bazı besinlere karşı hassasiyeti azaltmada etkilidir; ama bu tedavilerin genellikle kötü yan etkileri vardır. Hassasiyetin azaltılması çoğu ilaç tedavisiyle de mümkündür ancak çoğu insan ilaç tedavisi probleminden sakınmalıdır. Bitki sütüne alerjisi olan kişilerin bağışıklık tepkisine sebep olan avokado, muz ve patates gibi(karşı reaktif besinler) içeriğe sahip besinlerden uzak durmaları önemlidir. Anafilaksi; hava yolunun açılması, oksijen desteği, damardan yoğun miktarda sıvı verilmesi ve yakın görüntüleme gibi hayat kurtarıcı önlemler gerektiren medikal bir acil durumdur. Epinefrin tercihe bağlı bir tedavidir. Antihistaminler ve steroidler genellikle epinefrine ek olarak kullanılır. Hasta normale döndükten sonra semptomların geri gelmediğinden emin olmak için, hastanede 2 ila 24 saat arasında gözetim altında tutulmalıdır; eğer hastada bifazik anafilaksi varsa semptomlar tekrar görünebilir. Epinefrin (adrenalin) anafilaksi için öncelikli tedavi yöntemidir. Kullanılmaması için herhangi bir sebep yoktur. (hiçbir kesin kontrendikasyon yoktur). Anafilaksiden şüphelenildiği anda, bir epinefrin çözeltinin orta anterolateral kalçadaki adaleye enjekte edilmesi önerilmektedir. Hasta tedaviye iyi şekilde yanıt vermiyorsa, enjeksiyon 5 ila 15 dakikada bir tekrarlanabilir. Vakaların %16-%35'inde ikinci doz gereklidir. İki dozdan fazlası nadiren gerekli olur. Adaleye enjeksiyon yapılması (kas içine uygulama), ilacın daha yavaş emileceği cilt altına enjekte edilmesine (cilt altına uygulama) tercih edilmelidir. Epinefrinden kaynaklanan minör problemler arasında titreme, anksiyete, baş ağrıları ve çarpıntı yer alır. B-Blokör kullanan hastalarda epinefrin etkili olmayabilir. Bu durumda, eğer epinefrin etkili olmazsa, damardan glükagon uygulanabilir. Glükagonun eylem mekanizması içinde β-alıcılar yer almaz. Gerekliyse, seyreltik çözelti kullanılarak epinefrin damara (intravenöz enjeksiyon) enjekte edilebilir. Ancak intravenöz epinefrin, düzensiz kalp atışları (disritmia) ve kalp krizleri ile (miyokard enfarktüs) bağlantılıdır. Anafilaksi hastalarının epinefrini kendi kendilerine kaslarına enjekte etmelerini sağlayan oto epinefrin enjektörler tipik olarak iki doz halinde bulunur: biri 25 kilogramdan ağır ocuk ve yetişkinler için diğeri de 10–25 kg çocuklar için. Antihistaminler genelde epinefrine ek olarak kullanılır. Teorik sebeplere dayanarak etkili oldukları varsayılır, ancak anafilaksi tedavisinde gerçekten etkili olduk
larına dair çok az kanıt vardır. 2007 Cochrane incelemesinde, önerilmeleri için yeterli kalitede herhangi bir çalışmaya rastlanmamıştır. Antihistaminlerin sıvı artışı veya hava yolunda spazm oluşmasında etkili olduğuna dair bir inanış yoktur. Hasta halihazırda anafilaksi nöbeti geçirirken kortikosteroidlerin bir fark yaratması pek mümkün görünmemektedir. Bifazik anafilaksi riskini azaltma umuduyla kullanılabilirler, ancak ileride anafilaksiyi engellemede ne kadar etkin oldukları belirsizdir. Solunum cihazı (nebulizör) yoluyla verilen salbutamol, epinefrinin bronkospazm belirtilerini rahatlatmadığı durumda etkili olabilir. Yumuşak kasları rahatlatabileceğinden dolayı, diğer önlemlere karşılık vermeyen hastalarda metilen mavisi kullanılır. Anafilaksi riski altında olanların bir "alerji eylem planı" hazırlamaları önerilmektedir. Anne babalar, okullara çocuklarının alerjileri ve anafilaktik acil durumda neler yapılması gerektiği hakkında bilgi vermelidir. Eylem planında genellikle epinefrin oto enjektörlerinin kullanılması, medikal uyarı bileziği takılmasının önerilmesi ve tetikleyicilerden nasıl korunulacağına dair danışmanlık yer alır. Belirli tetikleyiciler için, vücudu alerjik reaksiyona sebep olan içeriğe karşı daha az hassas hale getirecek tedavi mevcuttur. Bu tür bir tedavi, ileride oluşabilecek anafilaksi nöbetlerini önleyebilir. Birkaç yıl süren deri altı desensitizasyonunun sokan böceklere karşı etkili olduğu bulunmuştur; oral desensitizasyonun da pek çok besine karşı etkilidir. Sebebi biliniyorsa ve hasta acilen tedavi edilirse düzelme şansı oldukça yüksektir. Sebebi bilinmese bile reaksiyonu durduracak ilaç tedavisi mevcut ise hasta genellikle iyileşir. Ölüm genellikle solunuma (hava yolunun tıkanması) veya kardiyovasküler sebebe (şok) bağlı olarak gerçekleşir. Anafilaksi, vakaların %0,7-20'sinde ölüme sebep olur. Bazı ölüm vakaları dakikalar içinde gerçekleşir. Egzersiz nedeniyle anafilaksi yaşayan hastalar genelde iyi sonuçlar alır; yaşları ilerledikçe daha az sayıda ve daha az şiddetli nöbetler geçirirler. Anafilaksi oranı yıllık olarak 100.000 kişide 4-5'tir ve yaşam boyu riski ise %0,5-2%’dir. Oranların yükseldiği görünmektedir. 1980'lerde anafilaksi oranı 100.000 kişide yıllık yaklaşık 20 iken, 1990'larda 100.000 kişide yıllık 50 olmuştur. Artışın sebebi görünüşe göre besinlerden kaynaklanmaktadır. Gençlerde ve kadınlarda risk daha yüksektir. Günümüzde anafilaksi, Birleşik Devletler’de yılda 500-1.000 ölüme (milyonda 2,4), Birleşik Krallık'ta yılda 20 ölüme (milyonda 0,33) ve Avustralya'da yılda 15 ölüme (milyonda 0,64) sebep olmaktadır. Ölüm oranları 1970'ler ve 2000'ler arasında azalmıştır. Avustralya'da anafilaksiden kaynaklanan ölümler kadınlarda çoğunlukla besinlere erkeklerde ise böcek sokmalarına bağlıdır. Anafilaksiden kaynaklanan ölümler genellikle ilaç tedavisinden kaynaklanmaktadır. "Aphylaxis" (Afilaksi) terimi 1902 yılında Charles Richet tarafından türetilmiştir ve daha sonra kulağa daha hoş geldiği için "anaphylaxis" (anafilaksi) olarak değiştirilmiştir. Richet daha sonra 1913 yılında anafilaksi çalışmaları nedeniyle Tıp ve Psikoloji dalında Nobel Ödülüne layık görülmüştür. Bununla beraber, reaksiyonun varlığı antik çağlardan beri bilinmektedir. Terim Yunancadan gelmektedir |Yunanca sözcükler ἀνά ana, “karşı”, ve φύλαξις phylaxis, “koruma”. Anafilaksi tedavisinde, epinefrinin dil altından (sublingual epinefrin) uygulanabilmesine yönelik devam eden çalışmalar bulunmaktadır. Anti-IgE antikor omalizumabın deri altından enjeksiyonu, tekrar oluşumun önlenmesine yönelik bir metot olarak geliştirilmekte olmakla beraber henüz tavsiye edilmemektedir. Anafilaksi, vücutta alerjen maddelere karşı oluşabilen ciddi bir alerjik reaksiyon biçimidir. Bu alerjen maddelere örnek olarak böcek zehirleri, polenler, yiyecekler, ilaçlar verilebilir. Bu tür maddelere maruz kalınca bağışıklık sistemimizin antikorları bazı kimyasal maddeler (mesela histaminler) salarlar. Bu kimyasal maddeler de vücudumuzda burun akması, deri kızarıklığı, kaşıntı gibi çeşitli alerji bulgu ve belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olurlar. Anafilakside bu belirtiler daha ağır ve ciddi bir biçimde ortaya çıkar. Kimyasal maddeler daha bol miktarda salınırlar; bunun sonucunda saniyeler içinde ani kan basıncı düşüklüğü, solunum yollarında darlaşma ve buna bağlı solunum güçlüğü, şok, şuur kaybı ve sonunda ölüm görülebilir. Anafilaktik şokta, alınan antikor immunglobulinlerle birleşerek, kanda histamin seviyesini yükseltir. Bunun neticesinde kapiller damar geçirgenliği artar. Vazodilatasyon şekillenir ve kan plazmasından intersitisiyel alana (doku sıvısına) plazma geçişi olur. Anaflaksi, aniden ortaya çıkan, vücudu etkileyen, kısa sürede ölümle de sonuçlanabilen, şiddetli antijen-antikor tepkimesidir. Kişinin duyarlı olduğu bir maddeyle(alerjen) karşılaşması nedeniyle ortaya çıkan anaflaksinin kısa sürede oluşturduğu şiddetli belirti ve bulgulara anaflaktik şok denilmektedir. Hafif, orta düzeyde ve şiddetli olmak üzere sınıflandırılabilir. Genellikle, Penicillin, cephalosporinler, sulfonamidler, demir, thiamine, bazı lokal anestezikler vücuda zerk (enjekte) edildiğinde Çeşitli böcek sokmalarında (arı, ateş karıncası vd) Kişilerin duyarlı olduğu bazı besinler(Kabuklu deniz ürünleri, fıstık, ceviz, süt ve süt ürünleri, çilek, mango, çikolata vd) yenildiğinde veya içildiğinde Çevrede bulunan maddelerin (çiçek poleni, toz, duman, parfüm ve benzeri esanslar, toz veya gaz halindeki kimyasal maddeler) koklandığında ve/veya solunduğunda; Anaflaksi 30 dakika içerisinde oluşursa da, bazen kişilere ve etkene göre bu ortaya çıkış süresi “saniyelerle saatler arasında” farklılık gösterebilir. Ölüm nedeni genellikle aniden oluşan bronkospazm(soluk yollarındaki daralmalar) ve bronşlardaki obstruksiyondur (soluk yolunda oluşan tıkanmadır). Hasta hayatta kalırsa belirtiler birkaç saat içerisinde kaybolur. Anaflaktik/alerjik tepkiler, bir bölgede(lokal) veya tüm vücutta(sistemik) oluşabilir. Bölgesel etkilenme kısaca alerji olarak kabul edilirken, tüm vücudu etkileyen tepkiye anaflaktik şok denilmektedir. [1] Bağlama Bağlama, ya da saz Türk Halk Müziğinde yaygın olarak kullanılan telli tezeneli bir çalgı türüdür. Yörelere ve boyutlarına göre "kopuz, cura, saz, çöğür, dombra, ikitelli, tambura, tar" gibi değişik isimlerle tanınır. Kullanılan tekniğe göre mızrap veya parmaklar ile çalınır. Parmaklarla çalma tekniğine "şelpe" ve "dövme" denir. Genellikle altta iki çelik ile bir sırma bam, ortada iki çelik ve üstte bir çelik ile bir sırma bam teli olmak üzere toplam 7 tellidir. Tezene ile çalınır. Bağlama, kullanım amaçlarına göre farklı tür ve boylarda çalınmaktadır. Günümüzde genellikle aşağıdaki türlerle tanınır. Bağlama; Tekne, Göğüs ve Sap olmak üzere üç ana kısımdan oluşmaktadır. Tekne kısmı genelde dut ağacından yapılmaktadır. Ancak dut ağacının dışında ardıç, kestane, ceviz, gürgen gibi ağaçlardan da yapılmaktadır. Göğüs kısmı ladin ağacından, sap kısmı ise gürgen, ak gürgen veya ardıç ağacından yapılmaktadır. Halk müziğinde çoğunlukla karşılaşılan düzenler şunlardır: Elektro gitar Elektro gitar veya elektronik gitar, sesini manyetikleri aracılığı ile elektrik akımına dönüştüren ve bir amplifikatör ile bu akımdan ses elde edilmesine olanak tanıyan gitar türüdür. Oluşturduğu sinyalin değiştirilebilir olması, ve zamanında bir devrim niteliği taşıyan yükseklikte bir sese sahip olması nedeniyle, kullanım alanı çok genişlemiş bir gitar türüdür. Elektronikteki gelişmeler ile tonal olarak sınırları 1960'lı yıllardan özellikleri ve çeşidi artan elektro gitarlar, özellikle 1980'li yılların başlarından itibaren üretilen süperstrat modeller başta olmak üzere günümüzün en bilindik enstrümanlardan biri haline gelmiştir. Boş gövdeli gitarlar, "aynı zamanda kıvrımlı üst yüzeyleri ile Archtop adını da alır", bir yükselticiye gereksinim duymadan, sesin gitardaki boşlukta yankılanarak zengin bir ton çıkarmasıyla çalınan gitarlardır. Her ne kadar bu özelliğe sahip olsalar dahi, bu gitarlar da manyetiklerle kullanılabilmektedir. Üst ve alt ağaç plakaları bir parçadan oyulmuş, yahut ısı ile preslenmiş ağaçlar olabilir. Bu tip gövdelerde keman ailesindeki gibi f delikleri bulunabilir. Bu tarz gövdeyi 1890'da tasarlayan ve dünyaya tanıtan Gibson firmasıdır. Katı gövdeli gitarlar; masif gövdeye sahip, sesin doğal yollardan yükselmesine izin vermeyen tipte gövdelere sahip gitarlardır. Yüksek çıkış gücü olan ses kaynaklarının olduğu yerlerde geri beslemeyi en aza indirgeyen gövde türüdür. Fender firması, Stratocaster ve Telecaster modelleri ile bu tip gövde yapımına katkıda bulunmuştur. Gibson firmasının katı gövdeli Les Paul modeli gitarlarının çoğunda da Archtop özelliği bulunur. [[Dosya:Moonlander.jpg|thumb|181px|[[Moonlander]], [[Lee Ranaldo]], [[Sonic Youth]], [[Yuri Landman]], 2007 [[Kategori:Elektro gitar| ]] [[Kategori:Telli çalgılar]] [[Kategori:Müzik aletleri]] Barselona Barselona (İspanyolca ve Katalanca: Barcelona), İspanya'da Katalonya Özerk Topluluğu ve Barselona ilinin merkezi ve İspanya'nın ikinci büyük kenti. Ülkenin kuzeydoğusunda, İspanya-Fransa sınırının yaklaşık 150 km güneyinde yer alır. İspanya'nın Akdeniz kıyısındaki en önemli limanı ve ticaret merkezidir. Kendine özgü kültürü ve güzelliğiyle ün yapan Barselona'nın, Gaudi'nin başını çektiği modernizm akımıyla planlanmış, 1900'lerden kalma ızgara planlı modern bölümü ilgi çekmektedir. Yaygın dil Katalancadır. 1992 Yaz Olimpiyatları'na evsahipliği yapmıştır. Avrupa Birliği sınırları içindeki altıncı büyük metropoliten alandır. Barselona söylentiye göre MÖ 3. yüzyılda Kartacalılar tarafından eski bir İberya kenti üzerine kurulmuştur. Kentin adı da bir olasılıkla Kartaca'nın ünlü yönetici ailesi Barkaslardan kaynaklanır. MÖ 218'de Romalılar tarafından fethedildi ve MÖ I. yüzyılda sömürge statüsü aldı. Kent Roma döneminde Colonia Faventia Julia Augusta Pia Barcino adını almış, Magriplilerce de Barcaluna olarak adlandırılmıştır. 415'te Vizigotların işgal ett
iği kent, 717 dolaylarında Endülüs Emevi Devletinin topraklarına katıldı. 801'de Karolenj Hanedanı'ndan I. Louis (Dindar Louis) kenti Endülüs devletinden alarak kendi topraklarına kattı. Barselona kontları bu dönemde özerkleştiler ve 10.-11. yüzyıllarda Katalonya'nın geri kalan bölgelerini de denetimleri altına aldılar. 1137'de Katalonya ve Aragon'un birleşmesiyle kentte ticaretle uğraşan varlıklı sınıfların siyasi gücü arttı. Kısa sürede Barselona, Akdeniz ticaretinde Cenova ve Venedik'le boy ölçüşür hale geldi. 1808-13 arasında Napoléon'un egemenliği altında kalan kent, bundan sonraki dönemde hızla sanayileşmeye başladı. Buhar gücüyle çalışan ilk dokuma fabrikası 1832'de açıldı. Kısa sürede Barselona, İspanya Krallığı'nın en önemli kenti haline geldi. İşçi sayısının hızla artmasıyla siyasi ve toplumsal çatışmalar da baş gösterdi. Bunların en önemlileri 1835'te 11 manastırın tahrip olmasına ve 1909'da 60'tan fazla kiliseyle dinsel yapının bütünüyle yakılmasına yol açan olaylardı. Barselona, Katalan ayrılıkçı hareketinin de merkeziydi. 1936'da İspanya İç Savaşı'nın başlamasıyla kent Özerk Katalonya hükümetinin ve Cumhuriyetçi güçlerin merkezi durumuna geldi. Temmuz 1936'da, şehri Francisco Franco'ya teslim etmeyi amaçlayan askeri ayaklanma, sendikacı milislerin kitle halinde harekete geçmeleriyle bastırıldı. Mart 1938'de İtalyan hava kuvvetleri tarafından şiddetli biçimde bombalandı. Ocak 1939'da kentin işgali Cumhuriyetçi hükümetin yenilgiyi kabul etmesine yol açtı. Franco kuvvetlerinin eline geçmesinden sonra Katalonya'nın özerk kurumları feshedildi. İç Savaş sırasında uğradığı yıkıma rağmen Barselona, sanayileşmiş ve zengin bir bölgenin merkezi olarak gelişimini devam ettirdi. 1978'de yeni anayasa uyarınca Katalonya Özerk Topluluğu'nun (Generalitat de Catalunya) merkezi oldu. Bölgede Barselona'yla birlikte Gerona ve Lérida ve Tarragona illeri yer alır. 1992 Yaz Olimpiyatları'na evsahipliği yaptı. Barselona İber Yarımadası'nın kuzeydoğu kıyısında yer alır. Güneydoğu yönünde Akdeniz'e doğru inen hafif eğimli bir arazi üstünde kurulmuştur. Kuzeydoğuda Besôs, güneybatıda Llobregat nehirlerinin arasında kalan verimli ovada yer alır. Kuzeybatıdan, en yüksek tepesi Tibidabo (532 m) olan dağlarla çevrilidir. Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü Barselona'da iklim yumuşaktır. Barselona kent planı düzenli ve uyumludur. Ticaret ve yerleşme alanları eski kentin merkeziyle çevresinde yoğunlaşmıştır. Sanayi bölgeleri bunların dışından çevreye doğru yayılır. Eski kentin ana ekseni, kuzeyde büyük ticaret merkezi Plaza de Cataluña, güneyde ise Paseo Marítimo ve kıyı şeridi arasında uzanan bir dizi bulvardan oluşan Ramblas'tır. Geniş kaldırımları, ağaçlar altındaki bankları ve kitap, gazete, el sanatı ürünleri, özellikle de başta kuşlar olmak üzere ev hayvanları ve çiçek satılan küçük dükkanlarıyla Ramblas sevilen bir gezinti alanıdır. Yeni kent Ensanche (Uzantı), birbirini dikine kesen geniş caddeleriyle kuzeye doğru uzanır. Eski kenti ve Ramblas'ın batısını yarım daire biçiminde çevreleyen Rondas'ın kuzey ucunda Üniversite Meydanı yer alır. Bu meydan geçen geniş Jose Antonio caddesinin her iki başında birer boğa güreşi arenası vardır. Kentteki öbür ana cadde kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunda uzanan Avinguda Diagonal'dır (1979'a kadar Avenida del Generalismo Franco). Barselona'nın nüfusu 20. yüzyılın ilk yarısında yavaş bir artış hızı göstermiştir. 1950'lerden 1980'lerin başlarına kadar İspanya'nın daha az gelişmiş yörelerindne gelen göçle nüfusu hızla artmış, 1980'ler ve 1990'lar boyunca yüksek yaşam standardları nedeniyle nüfus artışı yavaşlamaya başlamıştır. Barselona kentinin nüfusu 2006 yılı itibarıyla 1.673.075, metropoliten alanının nüfusu 3.218.071'tür. Nüfusun üçte ikiye yakını Katalonya doğumludur. Resmi dil olan İspanyolca Berselona'nın hemen hemen her yerinde anlaşılır. Bununla birlikte Barselona'nın yerel dili olan Katalanca nüfusun ezici bir kesimi tarafından konuşulur. Yine nüfusun büyük bir kısmı Katolik Hıristiyandır, bununla birlikte Evanjelist, Ortodoks, Müslüman, Yahudi ve Budist azınlıklar da yaşar. İspanya'daki en büyük Yahudi nüfusa evsahipliği yapar. Katalonya'daki sanayi kuruluşlarının dörtte üçü Barselona ve çevresindedir. Buradaki üretim, toplam ülke üretiminin önemli bir kısmını oluşturur. 18. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak en önemli sanayi kolu olan dokumacılık, sonraları yerini metalurji ve makine sanayilerine bırakmıştır. Ama Avrupa Birliği'ne üye olması dokumacılığın modernleşmesine ivme kazandırmıştır. Başlıca imalat ürünleri otomobil, ağır makineler, kimyasal maddeler, ilaç, kozmetik ve deri ürünleridir. Barselona, borsası ve kentteki yerli ve yabancı baknacılık kuruluşlarıyla önemli bir finans merkezidir. Deniz taşımacılığı da kent ekonomisinde önemli yer tutar. Yüzden fazla denizcilik şirketinin gemileri kenti dünya limanlarına bağlar. Bunların yanı sıra turizm de Barselona'nın önde gelen gelir kaynakları arasındadır. Barselona, bütün İspanya için bir kültür merkezi olmasının yanı sıra, Katalan dili ve kültürünün zenginleştirdiği özgün bir tarihsel geleneğe de sahiptir. Katalonya'nın siyasi ve toplumsal tarihinde belirleyici olan Katalan kültürü kapalı ve yerel bir kimliğe bürünmemiş, tersine dünyadaki öbür akımlarla, özellikle Avrupa'ya açılarak gelişmiştir. 1450'de kurulmuş olan Barselona Üniversitesi ve 1968'de kurulan Özerk Barselona Üniversitesi kentin önde gelen bilim ve araştırma kurumlarındandır. Kentte büyük önem taşıyan müzeler arasında romanesk ve gotik ressamların yapıtlarını barındıran Katalonya Güzel Sanatlar Müzesi, 12-18. yüzyıl heykellerinin sergilendiği Federico Marés Müzesi ve gençliğinde dokuz yıl burada yaşamış olan Pablo Picasso'nun pek çok yapıtının bulunduğu Picasso Müzesi, Deniz Müzesi ve Joan Miró Vakfı önemli yer tutar. Ünlü ressam Picasso da 1895-1900 yıllarında Barselona'da yaşamıştır ve 1900 yılında ayrıldığı Barselona'ya 1901 yılında dönen Picasso 1904 yılına kadar tekrar Barselona'da yaşamış ve "Mavi Dönemim" dediği ürünlerini yaratmış, fakat 1904 yılından sonra Fransa'ya yerleşmiştir. 1973 yılında Fransa'da ölmüştür. Museo Picasso (Picasso Müzesi), 1981 yılında eşinin de Picasso'nun yaptığı seramik çalışmalarını bağışlamasıyla bugünkü halini almıştır. Ünlü ressamın 2.500'den fazla eserini bu şehirde özellikle de Museo Picasso'da görmek mümkündür. 1847'de kurulan Teatro del Liceo kent opera ve balesinin barındırır. Kentte saygın bir senfoni orkestrası da vardır. Geleneksel Katalan halk oyunları yörenin önemli sanat gösterilerindendir. Kentte 130 sinema ve 14 tiyatrodan başka eğlence parkları bulunur. Barselona, uzun spor geleneğine sahip bir şehir olarak 1992 Yaz Olimpiyatları ile İspanya'da düzenlenen 1982 FIFA Dünya Kupası'na iki stadyumuyla evsahipliği yapmıştır. Şehir, 1899'da kurulan, dünyanın en çok tanınan futbol takımı ve dünyanın en zengin ikinci futbol kulübü olan Barcelona Futbol Kulübü'nün (FC Barcelona) evidir. FC Barcelona'nın ayrıca basketbol (Barcelona (basketbol takımı)), hentbol (FC Barcelona (hentbol)), rink hokey (FC Barcelona Hoquei) ve buz hokeyi (FC Barcelona (buz hokeyi)), futsal (FC Barcelona Futsal) ve ragbi (FC Barcelona (ragbi)) takımları da vardır. Kentin diğer önemli futbol takımı RCD Espanyol'dur. Popüler spor olayları arasında uluslararası otomobil yarışları, yüzme, tenis ve futbol karşılaşmaları sayılabilir. 10 binden fazla kişinin katıldığı Barselona Maratonu mart ayında düzenlenir. Şehirde UEFA'nın beş yıldız kategorisindeki iki stadyum bulunur. Bunlar, FC Barcelona'nın maçlarını oynadığı ve 100 bin kişilik kapasiyesiyle Avrupa'nın en büyük stadyumu olan Camp Nou ile 1992 Yaz Olimpiyatları'nın düzenlendiği 55.000 kapasiteli Estadi Olímpic Lluís Companys'tir. Kentin en eski yerleşim alanı, küçük bir tepe olan Monte Taber'dir. Roma dönemi surlarının kalıntıları buradaki bazı sokaklarda hala görülür. Eski kentin ortasındaki Barselona Katedrali'nin yapımına 1289'da kuzey cephesi ile başlanmış büyük bölümü 14. yüzyılda yapılmasına karşın ancak 15. yüzyıl sonlarında tamamlanmıştır. Batı cephesi ise 19. yüzyılda eklenmiştir. Geç gotik kiliselerde görülen mekansal bütünlük endişesi bu yapıda da kendini gösterir. Neflerin genişliği, yüksekliği, geniş aralıklı taşıyıcı ayakların inceliği ve transeptin ana nefe göre çok az dışarı taşması ile iç mekan bütün uzunluğu ve genişliğiyle tek bir hacim olarak kavranmaktadır. İç payandalar arasında şapeller yer alır. Bezemelerde zarif, gösterişli ve egzotik bir üslup egemendir; ışık kullanımı ise kısıtlıdır. Katedralin yakınlarındaki Plaza del Rey'de, büyük bölümü 14. yüzyılda inşa edilen Barselona kontlarının sarayı Palacio Real Mayor ve Aragon krallık arşivinin korunduğu 16. yüzyıl sarayı yer alır. Plaza de San Jaime'de 15. ve 16. yüzyıllrda inşa edilen Kongre Sarayı ve gotik Belediye Meclisi Binası vardır. Puerta de la Paz'daki 65 m'lik Kristof Kolomb Anıtı ve hemen yakınında bugün deniz müzesi olarak kullanılan 14. yüzyıl tersanesi Reales Atarazanas, kentin ilgi çekici yapılarındandır. Barselona'nın belki de en önemli mimari yapısı ve kentin simgesi olan devasa Sagrada Familia Kilisesinin yapımına 1882 yılında mimar Villar başladı. Bir yıl sonra ünlü Katalan mimar Antoni Gaudi görevi devraldı. Gaudi'nin ömrü ancak kilisenin ön cephesi ve planlanan on sekiz kuleden sekizini tamamlamak için yetti. Gotik tarzın örneği olan ünlü kilise hâlâ tamamlanamadığı için 'Bitmeyen Kilise' olarak da bilinir. Kente damgasını vuran yerlerden birisi de Akdeniz'in en hareketli limanı olan Barcelona Limanıdır. Bu limana yılda 700.000'den fazla gemi uğradığı söylenir. Limana çıkan ana yollardan biri, ünlü kaşif Kristof Kolomb Anıtı'na gider. Kent Meydanında yer alan arena, Katalanlar ve turistler için ilgi çekici bir yerdir. Flamenko dansının izlenebileceği gece kulüpleri çok sayıdadır. Aslında Barcelona daha çok bir eğlence şehridir; kentin her yerinde eğlenilebilecek yerler bulmak mümkündür. Kentteki ulaşım otobüs, troleybüs, metro ve banliyö trenleri ile sağlanır. Tramvaylar 1971
'de kaldırılmıştır. 1970'lerde hızlı ulaşıma olanak veren çevre yolları ve Tibidabo Tepesinin altından geçen tünellerle kentin çevredeki tepelerin ötesine doğru genişlemesi sağlanmıştır. 1747'de inşa edilen dalgakıran 17. yüzyılda bir liman haline gelmiştir. Sonraları genişletilen Barselona limanı giderek bugünkü dev boyutlarına ulaşmıştır. Barcelona Uluslararası Havalimanı, kentin 10 km dışında, Llobregat Ovası'nda kurulmuştur. Şehir merkezinden 17 km uzaklıkta yer alan havalimanı, yıllık 35 milyonun üzerindeki yolcu trafiğiyle İspanya'nın ikinci, Akdeniz kıyısındaki en büyük havalimanıdır. Havalimanı çoğunlukla İspanya içine ve Avrupa'ya yapılan seferlerde kullanılır, bunun dışında havalimanını, Latin Amerika, Asya ve ABD'deki destinasyonlara uçan havayolları da kullanır. Barselona'ya 20 km uzaklıktaki Sabadell Havalimanı ise adını aldığı Sabadell kasabasının yakınındadır ve uçuş eğitimi ile özel uçaklar için kullanılır. Barselona'dan 90 km uzakta bulunan, Fransa sınırı yakınındaki Girona-Costa Brava Havalimanı düşük maliyetli havayolları tarafından tercih edilir. Andrey Tarkovski Andrey Arsenyeviç Tarkovski (Rusça: "Андрей Арсеньевич Тарковский") (d. 4 Nisan 1932 - ö. 29 Aralık 1986), Rus film yönetmeni, yazar ve aktör. Sinema tarihinin önemli yönetmenlerinden biridir. Sergei Paradzhanov'la birlikte Glasnost öncesi kuşağın en iyi yönetmeni olarak kabul edilir." Şiirsel sinemanın" önde gelen isimlerindendir. 4 Nisan 1932'de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde doğdu. Sergei Eisenstein'den sonra adı en çok duyulan Sovyet sinemacılardan biri olan Andrei Tarkovsky (Ünlü şair Arseniy Tarkovsky'nin oğlu), VGIK Sovyet Film Okulu'na girmeden önce müzik ve Arapça eğitimi aldı. VGIK'te saygın yönetmen Mikhail Romm'un öğrencisi oldu. Romm öğrencilerini bireysel yeteneklerini geliştirmek yolunda teşvik eden bir entelektüeldi. Tarkovsky uluslararası sinema arenasında, ilk uzun metrajlı yapımı olan "Ivanovo detstvo" (İvan'ın Çocukluğu - 1962) ile dikkatleri üzerine çekti ve Venedik Film Festivali`nde büyük ödül kazandı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında on iki yaşında bir casusun hikâyesini anlatan bu ödüllü film, ikinci yapımı için otoritelerde büyük bir beklenti oluşturdu. İkinci filmi "Andrei Rublyov" (Andrey Rublev - 1969), 1971'e kadar Sovyet yetkililerce yasaklanmış olarak kaldı. Cannes Film Festivali dahilinde, ödül almaması için kasıtlı olarak festivalin son günü sabah saat 4:00'de gösterilmesine rağmen bir ödül kazanmayı başardı. 1972'de ünlü bilim kurgu yazarı Stanislav Lem'in aynı adlı romanından uyarlanan "Solyaris" (Solaris), Stanley Kubrick'in ""'na Sovyetlerin cevabı olarak görüldü ancak Tarkovsky bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Solaris gezegeninin yörüngesindeki bir uzay istasyonunda yaşanan doğaüstü olayların ve insanların hayalleri ve vicdan muhasebeleri üzerine derin bir gerilim-bilim kurgu filmi olan Solaris, diğer yapıtlarına göre daha rahat bir şekilde seyirciyle buluştu ancak 1975'te çektiği "Zerkalo" (Ayna) ile tekrar "Resmi Engeller"e takıldı. Tarkovsky'nin kendi çocukluğundan kalma bazı anıları ile, kırklı yaşların sonundaki bir adamın çocukluğu, annesi ve savaş ile ilgili anılarında Sovyet halkına farklı bir bakış açısı sunan bu film yine pek çok resmi otorite tarafından yasaklanması gereken bir film olarak görüldü. Bir sonraki film "Stalker" (İz Sürücü - 1979), ilk versiyonun bir laboratuvar kazası ile yok olmasından sonra, çok düşük bir bütçe ile yeniden çekilmek zorunda kaldı. Tarkovsky sinemasının belirgin özelliklerinden olan ağır ve uzun planların, özenli kompozisyonların, derin anlamlar içeren diyalogların en güzel şekilde kullanıldığı bu filmi takip eden ve resmi makamların izni ile İtalya'da çekilen "Nostalghia" (Nostalji - 1983) Andrei Tarkovsky'nin sıla özlemini dışa vurduğu ve sürgünde çevirdiği ilk filmidir. Son filmi "Offret" (Kurban - 1986)'in çekimlerini İsveç'te, Ingmar Bergman'ın ekibi ile tamamladı. Aynı sene Cannes Film Festivali'nde tam dört ödül alarak festivale damgasını vurdu. 28 Aralık 1986 tarihinde, Paris'te akciğer kanseri sebebiyle hayata veda etti. 1990'da "sinema sanatına olağanüstü katkısı, evrensel insani değerleri ve hümanist düşünceleri olumlayan yenilikçi filmleri" nedeniyle Tarkovsky'ye Lenin Ödülü verildi. Her ne kadar Tarkovsky'nin kendi mektuplarında ya da yakın çevresinin tanıklığında Tarkovsky Sovyet ideolojisinin bir "kurbanı" olarak görülse de, bu durumun Glasnost'un yarattığı politik atmosferle ilgisi olduğu da düşünülebilir. Her ne kadar sistem tarafından kendisine ayrıcalık verilmemişse de, Alexander Askodlov ya da Kira Muratova gibi filmleri yasaklanan yönetmenler gibi baskı görmemiş ya da Sergei Parazdhanov gibi yargılanıp, hapsedilmemiştir. 1970'lerdeki işsizlik zamanında bile filmler planlamaya, senaryo yazmaya ve hatta 1977'de Hamlet'i sahneye koymaya fırsat bulmuştur. Johnson ve Petrie Tarkovsky'nin günlüğündeki bir tutarsızlıktan söz ederler. Roma'da bulunduğu dönemde günlüğüne yazdığı kimi sayfalarda Tarkovsky gerek Mosfilm stüdyolarındaki, gerekse de genel olarak Goskino'daki bürokratlardan yakınır, film çekiminin bütün adımlarının ne kadar güç olduğundan bahseder, filmlerinin festivallere yeterince gönderilmediğinden ve özellikle de Zerkalo ve Stalker'in Cannes'da resmi olarak engellenmesini acı bulduğunu bildirir. Bununla birlikte yine Tarkovsky'nin günlüğünde Fransa'ya, birçok kere İtalya'ya, İsviçre'ye, İsveç'e ve başka ülkelere genellikle festivallere katılmak üzere yaptığı ve genellikle parti çizgisindeki yönetmenler için mümkün olan gezilerden bahsedilir. Aynı sıralarda Paradzhanov hapistedir. Filmleri Andrey Rublev hariç tamamlandıktan çok kısa bir süre sonra gösterime girmiştir. Filmleri Tarkovsky'nin dilediği gibi birçok festivalde yer alamadıysa da, Tarkovsky'nin günlüğünde belirttiği üzere, 1980 Mart ayı itibarıyla 26 tane ödül kazanmıştır. Johnson ve Petrie bu çelişkiyi yorumlarken bazı yazarların iddia ettiği gibi Tarkovsky'nin "Goskino'nun gözdesi" olmadığını vurgularlar. Bununla birlikte ulaştığı uluslararası başarının ister istemez yönetim tarafından bir saygı görmesine yol açtığını ve bu uluslararası ünün, yönetmenin sorunlarını popülerleştirmekte yardımcı olduğunu belirtirler. Ayak mantarı Ayak mantarı (Tinea pedis), ayaklarda oluşan bir mantar enfeksiyonudur. Sporcularda sık görülen bir rahatsızlık olduğundan bazı dillerde atlet ayağı olarak bilinir. Ayak mantarı rahatsızlığına neden olan cilt mantarı, nemli ortamlarda yaşamakta ve duş gibi ortak kullanım alanlarında ve ortak kullanılan havlu, çorap gibi nesneler vasıtasıyla kolaylıkla bulaşabilmektedir. Dermatofitler ("Trichophyton rubrum", "T. mentagrophytes", veya "Epidermophyton floccosum") denilen mantarlar tarafından yapılan bir enfeksiyondur. Vücudumuzda normalde bakteriler ve mantarlar hastalık yapmadan yaşayabilirler. Uygun ortam bulduklarında hızla çoğalıp, enfeksiyona neden olurlar. Ayak mantarı oldukça sık rastlanan bir cilt mantar enfeksiyonudur. Genellikle ergenlikten sonra daha sık görülür. En sık görülen ve en çok tekrar eden mantar enfeksiyonudur. Diğer mantar enfeksiyonlarıyla birlikte görülebilir. Ayak mantarı ve benzer hastalıklara tinea enfeksiyonları denir ve saç, tırnak ve dış deri gibi dokularda yaşayabilirler. Nemli ve ılık bölgelerde daha kolay ürerler. Sıkı ayakkabılar giyilmesi, cildin uzun süre nemli kalması, küçük tırnak ve cilt sıyrıkları duyarlılığı arttırabilir. Tinea enfeksiyonları bulaşıcıdır, direkt temasla veya aynı ayakkabı, duş zemininin kullanılması ile kişiden kişiye geçebilir. Diabetus mellitus, uzun süreli antibiyotik kullanımı, bağışıklık sisteminin zayıflaması ile birlikte giden ilgili hastalıklar veya durumlarda fırsatçı enfeksiyona yol açan bu tarz mantar hastalıkları daha sık görünür. Tinea grubu bakteriler kullanılan ilaçlara kolay direnç geliştirdikleri için tedaviyi zorlaştırabilmektedir. Katalonya Katalonya (Katalanca: "Catalunya", Oksitanca: "Catalonha", İspanyolca: "Cataluña"), İspanya'ya bağlı İber Yarımadası’nın kuzeydoğusunda yer alan özerk bölge. Katalonya 4 ilden oluşmaktadır: Barselona, Girona, Lleida, ve Tarragona. Barselona en büyük şehir ve başkenttir, İspanya’nın 2. en nüfuslu belediyesi ve Avrupa Birliği içerisindeki en yoğun nüfuslu 17. kentsel alandır. Katalonya günümüzde büyük ölçüde eski Katalan Prensliği’nin sahip olduğu topraklardan oluşmaktadır. Kuzey sınırlarında Fransa ve Andorra, doğusunda Akdeniz, batı ve güney sınırlarında İspanyol özerk bölgeleri bulunmaktadır. Resmi diller Katalanca, İspanyolca ve Oksitanca’nın Aranca lehçesidir. Aranca, Aran Vadisi'nde yaklaşık 7 bin kişi tarafından konuşulur ve Oksitanca'nın bir lehçesidir. 2014 tahminlerine göre Katalonya toplam nüfusu 7.512.982'dir. Bölge nüfusu, İspanya nüfusunun %16,1'ini oluşturur. 27 Ekim 2017 tarihinde Katalonya Parlamentosu'nda yapılan oylamayla 70'e karşı 10 hayır ve 2 çekimser oyla İspanya hükümetinin çağrılarına rağmen tek taraflı bağımsızlık ilan edilmiştir. Tek taraflı bağımsızlık ilanından sonra İspanya Senatosu'nda özerk hükümetin görevden alınmasını sağlayacak düzenlemeler kabul edildi. 8. yüzyılın sonlarında Septimania ve Marca Hispanica derebeylikleri Karolenj İmparatorluğu tarafından Müslüman akınlarını durdurmak üzere Pirenelerin doğusuna kuruldu. İmparatorluğa bağlı Barselona Kontluğu bu derebeyliklerin doğu bölgelerini birleştirdi; bu bölgeler beraberce Katalonya adını aldı. 1137 yılında Katalonya'yla Aragon Krallığı evlilik yoluyla Aragon kraliyeti çatısında birleşti; Katalonya Aragon'un Akdeniz'deki denizcilik faaliyetlerinin merkezi hâline geldi. Orta Çağ'ın ilerleyen yıllarında Katalan edebiyatı büyük etkinlik gösterdi. 1635-59 Fransa-İspanya Savaşı sırasında Katalonya'da İspanyol ordusunun konuşlanmasının getirdiği maliyet ve sıkıntılar dolayısıyla 1640-52 yılları arasında bölge isyan etti. Bir süreliğine Fransa bölgenin hakimiyetini ele geçirdi, bunun Katalonya'ya ekonomik maliyeti büyük oldu. Bölge 1659'da imzalanan Pireneler Antlaşması'nda İspanya'ya iade edilse de Kat
alonya'nın kuzeyinin bir kısmı Fransa'ya bırakıldı ve Roussillon kontluğunun parçası oldu. İspanya Veraset Savaşı'nda Aragon'un V. Felipe'ye karşı saf alması sonucu savaşı kazanan Felipe İspanya topraklarında Kastilya'ya ait olmayan tüm kurumları feshetti ve Latinceyle Katalanca dahil olmak üzere İspanyolca dışındaki dillerin resmî belgelerdeki kullanımını kaldırdı. İber Yarımadası'nın kuzeyinde Fransa ve Andorra ile çevrilidir. Katalonya batıda Aragon, güneybatıda Valensiya bölgesi ile sınırdır. Barselona'nın haricinde Tarragona, Lleida, Girona, Manresa, Igualada, Terrassa ve Sabadell şehirleri Katalonya'nın diğer başlıca şehirleridir. Çeşitli sahilleri ve çok sayıda plajları vardır. Sahil hattının uzunluğu 580 kilometredir. Kasık mantarı Kasık mantarı veya tıbbî ismiyle Tinea cruris, kasık bölgesinde oluşan bir mantar enfeksiyonudur. Genellikle sporcularda ve şişman, çok terleyen kişilerde görülür. "Kasık kaşıntısı" diye de bilinir. İsminden anlaşılabileceği gibi hastalık kasıkta, deri katları arasında veya anusta yanma ve kaşıntı şeklinde başlar. İç kasıklar ve genital bölgede de görülebilir. Etkilenmiş bölge kızarık veya kahverengi olabilir, deride dökülme soyulma ve çatlama görülebilir. Enfeksiyon kasığın kat yerinde, genelde her iki tarafta, yaklaşık 1 cm büyüklüğünde bir alan halinde başlar. Ardından benzer başka alanlar da belirir. Kızarıklık deriden yüksek, kabuk gibi bir tabaka şeklindedir, kenar sınırları belirgin olur, içi su toplayıp sızabilir. Enfeksiyonun yayılması halinde kasık içinden aşağıya doğru ilerler. İlerleyen kenar daha evvel enfekte olmuş kısma kıyasla daha kızarık ve yüksektir, kabuklu yüzeyinin altından sıvı sızabilir. Genişleyen enfeksiyon alanının orta kısımları kırmızı-kahverengi olur ve kabuğunu kaybeder. Kenarlarda sivilce veya apse gibi küçük kabarıklıklar görülebilir. Bunlarin da ortasi kirmizi olup üstelerinde küçük kabuklar olabilir. Hastalığa neden olabilen mikroorganizma başlıca "Trichophyton rubrum"dur. Hastalığa neden olabilen bazı başka mantar türleri ise Trichophyton mentagrophytes" ve "Epidermophyton floccosum" dur. Vücudun başka bölgelerinden mantar (çoğu zaman ayak mantarı) bulaşması yoluyla da meydana gelebilir (kasık mantarı olanların yarısında ayak mantarı da bululunmuştur). Mantar nemli, sıcak ortamda büyür, dolayısıyla deriye sürtünen sıkı, terli giysilerde hastalığın oluşmasına çok katkıda bulunurlar. Kasık mantarı, bağışıklık sisteminin zayıflaması durumlarında sıkça görülür ve ciddi komplikasyonlara yol açabilir. "Candida albicans" da kasık bölgesi dahil olmak üzere katlanmış deriler arasında deri enfeksiyonuna neden olur, bu intertrigo olarak adlandırılır. İntertrigoda enfeksiyonu kasık mantarından daha kırmızı ve nemli görünür ve penise de yayılabilir. Hastalığın tedavisi çabuk sonuç verir ve basittir. Tedavide klotrimazol veya mikonazol içeren anti-mantar merhemler kullanılır. Butenafin içeren yeni ilaçlar da mevcuttur. Bu ilaçlar mantar hücre zarında bulunan ergosterol sentezini engelleyerek mantar hücrelerinin ölümüne neden olur. Eğer deri iritasyonu ve kaşınması rahatsızlık veriyorsa glükokortikoid steroid içeren merhemler de kullanılabilir. Bu merhemler kaşınmadan meydana gelecek ikincil bakteriyel enfeksiyon riskini de azaltır. Eğer ilerleyen safhalarda ise ve kabuk bağlayıp yara oluşuyorsa bu durumda doktorunuza başvurmanız önerilir.Tinactiin sprey veya Travazol merhemde tedavide etkilidir. İyileşme evresinden sonra enfeksiyonun tekrarlanması sık görülen bir durumdur. Mantar dayanıklı olabilir ve geri gelmesini engellemek için uzun süreli dikkat gerekebilir. Kuruluk en önem verilmesi gereken şarttır. Terleyince hemen duş almak, kasıkların kuru kalması için ilaçlı pudra (talk pudrası değil) kullanılması, bunu sağlar. Sık sık iç çamaşırının değiştirilmesi, banyodan sonra kaşınan bölgelerin iyice kurulanması önerilir. Ayrıca giyilen iç çamaşırlarının, naylon türünde ve hava almayan iç çamaşırları olmamasına önem gösterilmelidir, tavsiye edilen pamuklu ve geniş çamaşırlardır. Tere neden olabilecek sentetik kumaşlı iç çamaşırları, deriyi tahriş edecek faaliyetlerden (bisiklet sürmek, sık sık jiletle tıraş olmak) kaçınılmalıdır. Mantar nemli kumaşta da büyüyebileceği için terden nemlenmiş giysiler yıkanmalıdır. Temiz giysiler kuru bir yerde saklanmalıdır. Ayak mantarı kasığa da bulaşabilir ve tersi de olabilir. Bu yüzden iç çamaşırı giyerken kasıktan ayağa veya ters yönde bulaştırmamaya dikkat edilmelidir. Valensiya Valensiya, resmi adi València, (İspanyolca : "Valencia" ; Katalanca : "València"), İspanya'da Valensiya özerk bölgesinin başkentidir. Kendi ismini taşıyan ilin de merkezidir. Valensiya belediye sınırları içinde (2010 tahminlerine göre) şehir nüfusu 809,267 kişidir. Belediye sınırları içindeki nüfus itibarıyla İspanya'nın üçüncü büyük şehridir. Şehir olan Costa del Azahar kıyılarında en büyük endüstri merkezidir. Metropolitan alan nüfusu tahmini 1.807.396'dır. Şehrin Belediye Başkanı Rita Barberá Nolla'dır. Şehrin ilk ismi Latince güç, kuvvet anlamına gelen Valentia'dır. Endülüslüler zamanında şehre Balansiya ismi verilmiştir. Valencia Romalılar tarafından kurulmuş ve birçok farklı kültüre ev sahipliği yapmıştır. Bölgeye Romalılar, Vizigotlar, Berberiler, Endülüs Arapları ve Aragonlar göç ederek şehri ekonomik ve kültürel olarak zenginleştirmişlerdir. 1094'te Rodrigo Díaz de Vivar (El Cid Campeador) Hristiyanlık adına Valencia'yı fethetti. Fakat şehir daha sonra 1102'de Murabıtlar'ın eline gecti. Hemen arkasından Berberi egemenliğinde olan şehir 1238 yılında Aragonlu I. James tarafından ele geçirildi ve Valencia Krallığı kuruldu. 15. ve 16. yüzyıl boyunca Valencia Akdeniz kıyıları boyunca en büyük ve en önemli ticaret merkezi haline geldi. Bu dönem Valencia’nin hem ticârî, hem de sanatsal anlamda altın çağını oluşturur. Joanot Martorell (Tirant lo Blanc yazarı, Avrupa’da ilk modern roman), Ausias March, Roig de Corella, İsabel de Villena, Jordi de Sant Jordi and Jaume Roig gibi sanatkarlar bu döneme damgalarını vurdular. İspanya Veraset Savaşı boyunca Valencia Avusturya arşidükünün yanında yer aldı ve 1707 Nisan'ında gerçekleşen Almansa Savaşı zaferiyle birlikte V. Philip, tüm imtiyazları kaldırdı. 1874'te XII. Alfonso, kuzey Valencia Kralı olarak ilan edildi. Demokrasi tekrar yapılandırıldığında Valencia bölgesi özerklik kazandı. Valencia zenginleşerek ve çeşitli konularda gelişerek İspanya’nın hem kültürel, hem de ekonomik açıdan en önemli şehirlerinden biri oldu. Valensiya İspanya'nın doğusunda Akdeniz kıyısında konumlanmıştır. Valensiya'nin Akdeniz sahillerine Costa del Azahar ismi verilmektedir. Valensiya'da Akdeniz iklimi yaşanır, yazlar sıcak ve kurak, kışlar ise serin geçer. Valensiya şehrinden bazı önemli İspanya şehirlerinin uzaklıkları şunlardır: Valensiya belediye sınırları içinde nüfus (2010 tahmini) itibarıyla 809,267 kişi olup nüfus yoğunluğu 6.010,2kişi/km² olur. Böylelikle Valensiya, nüfus itibarıyla İspanya'da şehir sıralamasında 3. sırayı alır. Avrupa Birliği şehirleri arasında ise belediye sınırları içindeki şehirler arasında Valensiya 15. sırada olur. Fakat şehrin etrafında belediye sınırları dışında şehir varoşları bulunur ve bunlarla bir büyük metropoliten Valensiya oluşur. Valensiya belediye sınırları içinde nüfusun gelişmesi şu gösterimde izlenebilir: Valencia şehrinin en önemli meydanı içinde belediye binası, klâsik filmlerin gösterildiği La Filmoteca ve pek çok barın ve restoranın olduğu Plaça de l'Ajuntament'dir. Bunun dışında Plaça de la Reina ve Plaça de la Verge, şehrin önemli meydanlarındandır. Şehirde özellikle Turia bahçeleri önemli bir yere sahip bir alandır. Bu parkın içinde çocuk bahçeleri, bir çeşme ve spor kompleksleri bulunmaktadır. Valensiya belediye idaresi yerel idareyi halka indirmek maksadi ile şehir yerel idaresi için 15 "bolge (distirito)" kurmuştur. Valensiya bölgeleri ve bunların altında bulunan semt ve köyler su listede gorulebilir: Valensiya'nin şu kardeş şehirleri bulunmaktadır: Arif Sağ Arif Sağ (d. 1945, Aşkale, Erzurum), Türk halk müziği sanatçısı, bağlama virtüözü, akademisyen ve eski milletvekilidir. 1945 yılında Erzurum'un Aşkale ilçesi Dallı köyünde dünyaya geldi. Küçük yaşlarından itibaren saz çalmaya başlayan Arif Sağ, İstanbul'a geldi ve Aksaray Musiki Cemiyeti'nde Nida Tüfekçi'nin öğrencisi oldu. Müzikal altyapısını kısa zamanda oluşturmayı başardı. 1960 ve 70'li yıllar Arif Sağ için müzikte arayış yılları oldu. Arif Sağ, bu dönemin toplumsal hareketlerinin müzikle bağdaşan yanlarından çok, piyasadaki ve resmi kurumlardaki müzik uygulamalarına ağırlık verdi. 60'lı yılların sonunda TRT İstanbul Radyosu'na bağlama sanatçısı olarak başladığı yıllarda piyasadaki faaliyetlerine de devam etti. Çeşitli sanatçılara bağlamasıyla eşlik etmesinin yanında, yine bu dönemde bestelerini de pek çok sanatçıya okuttu. Bununla birlikte kendi çalıp okuduğu plakları da vardır. Yapılan müzik bugünkü terminolojiyle bir tür arabesk-fantazi benzeridir. Bestelerinde ise yerel motifleri (yer yer pasajları) çok sık kullandı. Bu da onun halk müziğinden kopamadığı gerçeğinin bir başka göstergesidir. 1976 yılından itibaren İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuvarı'nda öğretim görevlisi olarak çalışamaya başlayan Sağ, bu görevinden 1982 yılında ayrılarak özel çalışmalara ağırlık verdi. Birçok ünlü sanatçıya kaset çalışmalarında yardımcı oldu. Bu özelliğinin yanında 10'dan fazla kasette sanatçı olarak da ayrıca yer aldı. Musa Eroğlu ve Muhlis Akarsu ile birlikte başladığı, daha sonra Yavuz Top'un da katılımı ile genişleyen "Muhabbet" adlı seri albüm çalışmaları 1980 sonrasında Türk halk müziğinin geniş kitlelere yayılmasında önemli katkı sağlamıştır. 1987 ve 1991 yılları arasında Ankara milletvekilliği yapmıştır ve milletvekillik görevinde bulunan ilk sanatçıdır. 2 Temmuz 1993'te Sivas Katliamı'ndan sağ kurtulmuştur. Almanya Cumhurbaşkanı'nın desteği ile, 1996 yılında Köln Filarmoni Orkestrası'nda konser vererek, bağlama ve Anadolu müziğin
in batıya tanıtılmasında büyük rol üstlenmiştir. 2000 yılında ünlü İspanyol flamenko gitarist Tomatito ile Avrupa'nın 12 şehrinde konser vermiştir. Erdal Erzincan ile birlikte iki ciltten oluşan "Bağlama Metodu" adlı kitabın yazarıdır. Mehmet Erte Mehmet Erte, (d. 1978, İzmir) Türk şair ve yazarıdır. 1978 yılında İzmir'de dünyaya geldi. İlköğrenimini Çeşme Namık Kemal İlköğretim Okulu'nda, lise öğrenimini Ertan Lisesi'nde tamamladı. Sakarya Üniversitesi Fizik Bölümü'nden 2003 yılında mezun oldu. Yayımlanan ilk ürünü “Yıldırımları Beklemek” (Varlık Dergisi , Aralık 1999) adlı şiiridir. 2003 Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü'ne değer görülen “Suyu Bulandıran Şey” adlı dosyası, aynı yıl Varlık Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Öykü, şiir, deneme ve çevirileri Var­lık, Öz­gür Ede­bi­yat, Kül Öy­kü, Milliyet Sanat, Papirüs, Öküz, E, Yasakmeyve, Akşam-lık ve Kitap-lık gibi dergilerde yayımlandı. "Bakışın Kirlettiği Ayna" adlı öykü kitabı Mayıs 2008'de, "Alçalma" adlı ikinci şiir kitabı Şubat 2010'da, "Sahte" adlı romanı Haziran 2012'de YKY'den çıktı. İki yıl Yasakmeyve dergisinin yayın müdürlüğünü yaptı. Halen yayıncılık dünyasında çalışıyor. mehmeterte.wordpress.com Kitap-lık Yapı Kredi Yayınları tarafından hazırlanan ve editörlüğünü Murat Yalçın'ın yaptığı aylık edebiyat dergisidir. Her sayısında işlediği belli bir dosya konusunun yanı sıra, şiir, öykü, deneme ve incelemelere yer verir. 12 senelik bir geçmişi olan dergi içinde Babil Kulesi, Rüzgar Gülü ve Profil gibi bölümler bulunmaktadır. Kitap-lık dergisinin satış rakamları 2003 yılında 10 bin seviyesinin üstüne çıkmıştır ve günümüzün en çok okunan edebiyat dergisidir. Dergi, İlhan Berk, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Güven Turan, Tuğrul Tanyol, Mehmet Erte, Cem Uzungüneş, Mustafa Altay Sönmez, Azad Ziya Eren, Tuncer Erdem, Adnan Binyazar, Nezihe Meriç, Doğan Yarıcı, Hulki Aktunç, Bejan Matur gibi pek çok yazar ve şairin ürünlerine yer vermektedir. Ahmet Kaya Ahmet Kaya (28 Ekim 1957, Malatya, Türkiye - 16 Kasım 2000, Paris, Fransa), Türkiye'de 1980'ler ve 1990'larda çıkardığı albümler ve verdiği konserlerle tanınmış, anne tarafından Türk, baba tarafından Kürt kökenli Türk Halk Müziği ve Özgün Müzik sanatçısı şarkıcı ve besteci. Ahmet Kaya 1957 yılında Adıyaman'dan Malatya'ya göç etmiş olan bir ailenin beşinci çocuğu olarak doğdu. Babası Sümerbank mensucat fabrikasında çalışan bir işçiydi. İlkokulu Malatya'da okudu. Müzikle altı yaşında babasının hediye ettiği bağlama ile tanıştı. Okuldan geri kalan zamanlarında plak ve kaset satan bir dükkânda çalışmaya başladı. Ailesinin geçim sıkıntısı çekmesi nedeniyle 1972'de İstanbul Kocamustafapaşa'ya göç ettiler ve okulu bırakmak zorunda kaldı. İşportacılık ve çeşitli işyerlerinde çıraklık yaptı. Bu dönemde küçük bir yerleşim yerinden büyük bir şehre taşınmanın ve alışmanın sıkıntılarını yaşadı. Bu sıkıntılarını bir belgeselde şöyle dile getirdi: On altı yaşında yasadışı afiş basmaktan hapse atıldı. Daha sonra birkaç arkadaşıyla birlikte Halk Birimleri Derneği'nin çalışmalarına katıldı. Bu çalışmaları sırasında çeşitli etkinliklerde bağlama çalmaya devam etti. Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılan bir etkinlikte Ruhi Su ile tanışma fırsatı buldu ve Mahsus Mahal isimli Ruhi Su türküsünü söyledi. 1978 yılında Gelibolu'da askerlik yaptı, bu arada askeri orkestrada müzik çalışmalarına devam etti. Askerlik dönüşü Emine Kaya ile evlendi ve 1982 yılında kızları Çiğdem doğdu. İşsizlik sebebiyle ekonomik zorluklar çekti. Bu sırada eşi kendisinden ayrıldı. Bu ekonomik sorunlarından kurtulmak umuduyla kendi deyimiyle ""sistemin tersine hareket"" ederek hapse girmeye çalıştı. Nihayetinde uzun uğraşılar sonucu çıkardığı Ağlama Bebeğim albümünü 1984 yılında yayınladı. İstanbul Şan Tiyatrosu'nda küçük bir konser verdi. Yayımlandığı yıl albüm toplatıldı, fakat daha sonra sansürü kaldırıldı. 1985'te ikinci albümü "Acılara Tutunmak" için birinci albümde olduğu gibi Değişim Stüdyosu'yla anlaştı. Stüdyonun sahibi, o sıralarda Metris Askeri Cezaevi'nde olan Selda Bağcan'ın kardeşi Sezer Bağcan'dı. Cezaevinde tanıştığı 12 Eylül Darbesi mağduru Gülten Hayaloğlu ile Ahmet Kaya'nın tanışmasına aracılık etti. Albüm yayımlandıktan sonra evlendiler. Gülten Hayaloğlu hapishanede idam cezasına mahkûm olan Nevzat Çelik'in Şafak Türküsü şiirini Ahmet Kaya'ya iletti. Böylelikle geniş kitlelerce tanınması sağlanan albüm, 1985 yılında yapılıp 1986'da piyasaya çıkan "Şafak Türküsü" oldu. Bu albümde aranjör Oğuz Abadan'la çalıştı ve hemen hemen tüm besteleri kendisi yaptı. Aynı yıl "An Gelir" albümünü yayınladı. 1987 yılında kızı Melis doğdu. Gülten Hayaloğlu ile evlendikten sonra kardeşi Yusuf Hayaloğlu ve şiirleriyle tanıştı. Sözlerinin çoğunluğunun Yusuf Hayaloğlu'na ait olduğu Yorgun Demokrat adlı albümü 1987 yılında yayımlandı. 1988 yılında sadece iki şarkının söz yazarlığını Hayaloğlu'nun yaptığı ve diğer sözlerin tanınmış şairlerin şiirlerinden oluşan Başkaldırıyorum albümü çıktı. Ardından 1989 yılında sadece bağlama ve vokalin ile oluşturduğu konserlerinden bir derleme olan Resitaller-1 yayımlandı. Aynı yıl Osman İşmen'in düzenlemesiyle, sözlerinin büyük çoğunluğunu Hayaloğlu'nun yazdığı İyimser Bir Gül albümü çıktı. 1990 yılında Resitaller-1'in devamı niteliğinde olan Resitaller-2 albümü yayımlandı. Aynı yılın Ekim ayında çeşitli şairlerin şiirlerinden oluşan Sevgi Duvarı isimli albümünü çıkarttı. Şarkılarım Dağlara albümü basılan 2.800.000 bandrolle rekor kırdı. Bu albümde yer alan Özgür Çağrı isimli şarkıda geçen "Abin bir gün dağdan döner, sarılırsın yavrucağım" gibi sözler nedeniyle albümü toplatıldı, konser vermesi yasaklandı. 1990 yılında "Tatar Ramazan" ve 1992 yılında "Tatar Ramazan Sürgünde" filmlerinin müziklerini yaptı. 1994 yılında prodüksiyonunu Gülten Kaya ve Yusuf Hayaloğlu'nun yaptığı, Kanal D'de yayınlanan Ahmet Abi'nin Vapuru programını yaptı. Bu program sadece 13 hafta sürdü. Bu programa Nihat Akgün'ün katılması ve JET-PA'nın sponsorluğunu yapması büyük eleştiriler aldı. İlk dönem albümlerinde genel olarak bağlamaya ağırlık verdi. Ahmet Kaya'nın tarzı pop, Türk halk müziği ve arabesk kategorilerine tam olarak dahil edilemediği için özgün müzik denilmeye başlandı. Kendisi müzik tarzının devrimci arabesk veya protest olarak tanımlanmasına karşı çıktı. Sözlerini kendisinin yazdığı bestelerle beraber, Attilâ İlhan, Can Yücel,Nevzat Çelik, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Enver Gökçe, Ahmed Arif gibi tanınmış şairlerin şiirlerini de besteledi. Genellikle şarkılarında toplumsal meseleleri işledi. Toplam yirmi iki albümünde sadece bir Kürtçe şarkısı ("Karwan") vardır ve bir tane de Kürtçe açılış bulunur. Boğaziçi Üniversitesi'nde Ruhi Su ile tanışıp Mahsus Mahal isimli türküyü çaldığı zaman, Ruhi Su bağlamanın bu şekilde, at teper gibi çalınmayacağını söyler. Yıllar sonra Ahmet Kaya bir konserinde bağlama çalarken bu olaya nüktedan bir gönderme yaparak "Bağlama böyle de çalınır" der. 10 Şubat 1999'da Magazin Gazetecileri Derneği'nin Princess Otel kongre salonunda düzenlenen ödül töreninde "yılın en iyi sanatçısı ödülünü" aldı ve ödül konuşmasında: ""Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayınlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayınlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını biliyorum."" dedi. Bunun sözleri üzerine davetlilerin bir kısmı tepki gösterip, küfretmeye ve kendisine çeşitli eşyalar fırlatmaya başladılar. Kaya, MGD görevlileri tarafından kongre salonundan olağandışı koşullarda dışarıya çıkartıldı. Bu olayın hemen sonrasında Ahmet Kaya'nın 1993 yılında Berlin'de Kürt İşadamları Derneği'nin düzenlediği bir gecede verdiği iddia edilen bir konsere ilişkin fotoğrafların Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanması üzerine "Bölücü PKK terör örgütüne yardım ve yataklık yaptığı ve halkı ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği" iddiasıyla hakkında İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde toplam 10.5 yıl ağır hapis istemiyle iki ayrı dava açıldı. Ahmet Kaya 1999 yılında mahkemeye yaptığı savunmada bu iddialara yönelik olarak "İddianamenin suçlamaya esas aldığı, Hürriyet Gazetesi'nin 14 Şubat 1999 tarihli sayısında yer alan "Ayıp Ettin Gözüm" başlıklı haber gerçekleri yansıtmamaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi, 1993 yılı sonbaharında sanatçı arkadaşım Zuhal Olcay- 'ın da olduğunu hatırladığım bir Avrupa turnesine orkestramla birlikte katıldım. Berlin dahil Avrupa'nın birçok kentinde bu arkadaşlarımla birlikte konserler verdim. Bu konserler arasında Almanya'da sadece PKK'nın katıldığı ve' Kürt İşadamları Derneği' adlı bir kuruluşun düzenlediği ileri sürülen bir konsere katılmadım. Böyle bir derneğin gerçekte var olup olmadığını dahi bilmiyorum. Söz konusu gazete haberi üzerine yaptığım araştırmada 1994 yılı başlarında Berlin'de 'Demokratik Esnaflar Birliği' adlı bir kuruluş tarafından düzenlenen bir geceye katıldığımı tespit ettim. Geceyi düzenleyen 'Demokratik Esnaflar Birliği' tarafından gönderilen yazıda da belirtildiği üzere, bu gecenin hiçbir örgüt ya da başka bir kuruluşla ilgisi bulunmamaktadır. Bu kuruluş, hatırladığım kadarıyla Berlin'deki tüm yabancı esnafların bir araya gelip oluşturduğu bir meslekî kuruluştur. Savcılık ifademde de belirttiğim gibi, sahne sıram gelinceye kadar sahneyi daha önceden görme şansım yoktu. Sahneye çıktıktan sonra fotoğrafta yer alan pankartı görsem dahi hiçbir şey yapamazdım. Konseri iptal etmem halinde salonu dolduran ve benim şarkılarımı dinlemek için gelmiş binlerce dinleyicinin haklı tepkisini alacak ve gecenin o atmosferinde, o salondan rahatlıkla ayrılabilmem bile mümkün olmayacaktı; ama sahneden fark ettiğim kadarıyla salonun çeşitli yerlerinde asılı başka pankartlar da vardı; fakat sahne ışıkları ve yüksek spotlardan dolayı benim onların içeri- ğini de görebilme şansım yoktu. Her zama
n olduğu gibi kendi şarkılarımı söyledim ve sahneden ayrıldım. Bütün titizliğime rağmen bu konser sırasında çekilmiş olması mümkün olan fotoğrafın yıllar sonra ve tamamen gerçek dışı bir haberle birlikte kullanılması beni üzdü. Böyle bir fotoğrafın varlığı ve bunun bugüne kadar yayımlanmaması hiçbir ciddi habercilik anlayışıyla bağdaşmaz ve haberin gerçek dışı oluşunu ve başka amaçlara yönelik bir yayıncılık anlayışı olduğunu açıkça ortaya koyar. Bununla ilgili takdiri Sayın Mahkemenize bırakıyorum." demiştir. 16 Haziran 1999'da Türkiye'den ayrıldı. Yargılamaların sonucunda gıyabında toplam 3 yıl 9 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. Ayrıca, Ahmet Kaya hakkında konserlerinde şarkılarının sözlerini Türkiye Cumhuriyeti anayasasına aykırı olarak değiştirdiği gerekçesiyle birçok dava açıldı. Ahmet Kaya bu suçlamalara yönelik olarak ise 1999 yılında mahkemede yaptığı savunmada şöyle demiştir: "İddianamenin ikinci sayfa, dokuzuncu paragrafında yer alan şarkı sözlerini, Türkiye'deki birçok konserimde de bu şekilde değiştirerek söyledim. Bu küçük değişiklikten başka anlamlar çıkarılmasına sadece çok şaşırıyorum. Bütün samimiyetimle şunun bilinmesini isterim ki bunu yaparken başka bazı şeyler hedefliyor olsam, benim kadar sözünü sakınmadan söyleyen bir insan -takdir edersiniz ki- bu kadar dolaylı bir yola başvurmaz,"şimdilik hoşça kal yaban çiçeğim, yasal mermisiyle bir komiser yaklaşmakta" biçimindeki orijinal sözleri, "şimdilik hoşça kal yaban çiçeğim, yasal mermisiyle bir TC yaklaşmakta" şeklinde söylemem, kanımca iddianamedeki gibi yorumlanamaz. En yalın haliyle; mermiyi polis kullanır, polis Türkiye Cumhuriyeti'- nin polisidir ve devletin polisini şarkının sözel kalıbı içersinde bu şekilde ifade etmemden nasıl farklı bir sonuç çıkarılabilir? Çünkü şarkıdaki sözün özü şudur: 'Yasal mermisi ile Türkiye Cumhuriyeti'nin bir komiseri yaklaşmakta'. 'Başım Belada' adlı bu şarkımın bir başka yerinde; "üstelik göğsümde, yani tam şuramda, kirli sakalıyla bir eşkıya gezinmekte" yerine, "üstelik göğsümde, yani tam şuramda, kirli sakalıyla bir gerilla gezinmekte" dersem, bunun sakıncası ne olabilir? Her ikisi de dağlarda yaşar ve sakalları kirlidir. Kaldı ki şarkının bütünü dikkate alındı- ğında, şarkıdaki mizah ve ironi zaten görülecektir. Sevgili Can Yücel'in 'Sevgi Duvarı' adlı şiirinde, 'sidikli kontes' diye bir nitelemesi vardır. Yıllar önce ben bu şiiri bestelediğimde denetimden geçirilmemiş ve onu 'pasaklı kontes' biçiminde de- ğiştirdiğimizde bu çok önemli (!) sakıncayı ortadan kaldırmıştık. Bu örneği, hukuk tarihi kendi komedisini yazdığında malzeme olması açısından verdim. Dünyanın uğraştığı ve çözüm bulmaya çalıştığı hayatî konularla bizim mahkemelerimizin gündemini işgal eden konular karşı karşıya getirildiğinde, ülke olarak dünyanın gidişatını neden çok geriden takip ettiğimiz daha iyi anlaşılsın ve sıradan bir şarkı sözüyle bir ülkenin bölünebileceği kompleksinden artık herkes kurtulabilsin diye verdim. Bu durumdan benim çıkardığım sonuç şu: Demek ki bundan böyle sahne şovlarımda bunun bir parçası olarak, kendime ait şarkıları biraz değiştirip söylerken ciddi bir çekince yaşayacağım. Örneğin bir şarkımda; "örselendi aşklarım, üstelik çok uzak bir diyardayım" sözlerini, konser verdiğim yere göre 'Hamburg'tayım ya da 'Bayburt'tayım şeklinde yorumlamaktaydım. Bir başka şarkımda; "O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız" (ki müjgan burada kirpik anlamında kullanılmıştır) biçimindeki sözleri "Ayten'le ben ağlaşırız." biçiminde değiştirerek söyleyebiliyorken bundan böyle söyleyemeyeceğim anlaşılıyor. Peki, size göre kendimi böyle daha mı özgür hissedeceğim?" 1999 yılında Münih'te PKK yanlıları tarafından düzenlenen konserde "‘‘Arabamı o şerefsizlerin memleketinde bıraktım’’" dediğini iddia eden Hürriyet Gazetesi haberi için hakkında DGM tarafından bir kez daha soruşturma başlatıldı. 9 Şubat 2000 yılında Zaman Gazetesi'ne yaptığı röportajda ""Ben 3 tane şerefsizin yüzünden ülkemde arabama bile binemedim dedim"" diyerek yalanladı. 1999'da Almanya'nın Münih şehrindeki "Barış, Demokrasi ve Özgürlük Festivali" isimli organizasyonda söylediği ve içinde ""Kürdüz Ölene Kadar, Vallahi biz dostu özledik, Kürdüz sonuna kadar, Vallahi Apo'yu özledik"" sözleri geçen şarkısı nedeniyle eleştirildi. 1999 Mart ayında Ordu Valiliği, Ahmet Kaya'nın kasetlerinin kentte satılmasını ve bulundurulmasını yasakladı. Ahmet Kaya, yasal suçlamaların yanı sıra çeşitli kesimlerce "lüks içinde yaşarken yoksulluk edebiyatı yapmak"la suçlandı. Bu eleştirilerle ilgili olarak yöneltilen bir soruya şu şekilde yanıt verdi: Medyanın büyük kesimi tarafından tepki gören Ahmet Kaya, bunun yanında bu tepkileri hak etmediği düşünüldüğü için kimi köşe yazarları tarafından da destek görmüştür. Bunlara örnek olarak 21 Şubat 1999 tarihli Radikal gazetesinde, Yıldırım Türker'in "Ne Yapmalı" başlıklı yazısı, 18-24 Şubat 1999 tarihli Aktüel dergisinde Defne Asal imzası ile yayımlanan "Sen Demirel misin be Ahmet" başlıklı yazı, Şubat 1999 tarihli Radikal gazetesinde, Arda Uskan imzalı "Ayıptır Ayıp" başlıklı yazı verilebilir. 16 Kasım 2000'de, "Hoşçakalın Gözüm" isimli albümünün kayıtlarını yaparken, Paris'in Porte de Versailles semtindeki evinde bir gece kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. 17 Kasım 2000'de 30.000'in üzerinde kişinin katıldığı törenle Paris'in Père Lachaise Mezarlığı 71. bölüme defnedildi. Her fırsatta “Öldüğümde değil yaşarken anlayın beni” diyen Ahmet Kaya hakkında ölene kadar bir linç kampanyası yürütülmüştür. O öldükten sonra ise kendisine yüzlerce ödül verilmiştir. 2002 yılında Ahmet Kaya'nın şarkılarını 20 ünlü sanatçının söylediği "Dinle Sevgili Ülkem" isimli bir albüm yapılmış , Magazin Gazetecileri Derneği'nin gecesinde duyurduğu Kürtçe "Karwan (Kervan)" parçasının ve klibinin de bulunduğu "Hoşça Kalın Gözüm", "Biraz da Sen Ağla" albümü yayımlandı. Père Lachaise Mezarlığı 71. bölüm'nda bulunan mezarı 2003 yılında tekrar düzenlendi. Ağırlığı 3.5 tonu bulan mezarının üzerinde kardelen motifleri, enstrümanlar, Kastamonu yazması deseni, İstanbul silueti, şarkı sözleri ve büstü bulunmaktadır. "Kalsın Benim Davam." ve "Gözlerim Bin Yaşında (Aralık 2006)" adlarında dört albümü daha yayınlanmıştır. 4 Eylül 2007'de Türkiye'de kendi ismine açılan tek yer olan Ahmet Kaya Halk Evi, Batman'da açıldı. 2009 yılında AK Parti hükümetince mezarının Paris'ten Türkiye'ye taşınması konusunda fikirler ortaya atıldı. Ahmet Kaya'nın kabri halen Paris'in Père Lachaise Mezarlığı'nda yer almaktadır. Ölümünün onuncu yılına denk gelen 2010 yılında Ümit Kıvanç tarafından hazırlanan "Uçurtmam Tellere Takıldı" isimli belgesel gösterime girdi. Haziran 2012'de Magazin Gazetecileri Derneği tarafından Ahmet Kaya Özel Ödülü verileceği açıklandı. İlk ödülü Kaya'nın bağlamacısı Ümit Yılmaz'ın alacağı söylendi. 28 Ekim 2013'te 2013 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’nde ‘müzik’ alanındaki ödül Ahmet Kaya'ya verildi. Liberalizm Liberalizm, bireysel özgürlük üzerine kurulan bir siyasi felsefe veya dünya görüşüdür. Bireysel özgürlük ve bireysel haklar düşüncesiyle yola çıkan liberalizm, daha sonraki yıllarda farklı türlere bölündü ve bireylerin eşitlik ilkesinin de önemini vurgulamaya başladı. Klasik liberalizm bireysel özgürlüklerin rolünü vurgularken, sosyal liberalizm özgürlüğe vurgu yaptığı kadar; bireylerin eşitlik hakkı ilkesinin önemine vurgu yapar ve özgürlük ile eşitlik arasında denge kurmayı amaçlar. Liberal görüşü savunanlar geniş bir görüş dizisi benimsemekle birlikte genellikle ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, basın özgürlüğü, serbest ticaret, sivil haklar, seküler devlet, çoğulcu demokrasi ve özel mülkiyet gibi fikirleri destekler. 18. yüzyılda liberal fikirlerin Aydınlanma Çağı filozofları ve iktisatçıları arasında yayılmasıyla liberalizm ilk kez belirgin bir siyasi hareket olarak ortaya çıkar. Liberal düşünce; kalıtsal ayrıcalık, devlet dini, mutlak monarşi ve kralların ilahi haklarına karşı çıkmaktaydı. 17. yüzyıl düşünürü John Locke sıklıkla ayrı bir felsefe geleneği olarak liberalizmin kurucusu şeklinde yansıtılır. Locke, her insanın hayat, özgürlük ve mülkiyet haklarına sahip olduğunu savundu ve sosyal sözleşmeye göre de hükümetlerin bu hakları ihlal etmemesi gerektiğini belirtti. Dönemlerinin liberal felsefesine sahip devrimciler, bu felsefeyi despot yönetimlerin devrilmesi için başlattıkları silahlı mücadeleleri meşru göstermek için kullandı. Şanlı Devrim, Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi bunların arasındaydı. 19. yüzyılda Avrupa, İspanyol Amerika ve Kuzey Amerika'da liberal devletlerin kurulduğu görüldü. 20. yüzyıla kadar serbest ticaret, laissez faire ekonomiyi destekleyen hükümet, minimum müdahale ile vergilendirme ve dengeli bütçe liberallerin ekonomi görüşlerinin genel hatlarını yansıtmaktaydı. Liberaller bu dönemlerde bireycilik, özgürlük ve eşit haklara yoğunlaşmaktaydı. Ancak 19. yüzyılın sonunda yoksulluk, işsizlik ve modern sanayi kentleri içinde göreli yoksunluk gibi sebepler klasik liberal fikirlere eğilimleri değiştirdi. Sanayileşme ve laissez-faire ekonominin yarattığı sosyal dengedeki değişimlere karşı büyük politik tepkiler bu dönemde güçlenmeye başladı. 1929 yılında başlayan Büyük Bunalım liberal ekonomiye yönelik desteğin azalmasını hızlandırdı. Avrupa ve Kuzey Amerika'da sosyal liberal görüşler bu dönemde yükselişe geçti ve refah devletinin genişlemesinde önemli bir bileşene dönüştü. 20. yüzyılın sonlarında sosyal liberalizme karşı bir reaksiyon genellikle neoliberalizm denilen ekolden geldi. 20. yüzyılda önemli bir ideolojik bölünmeyse Amerika'da bireycilik ve laissez-faire ekonomi fikirlerinin liberteryen okulun temelini oluşturmasıydı. Liberalizmin kökenlerinin İlk Çağ'da Eski Yunan siyasi ve iktisadi düşüncesine dek uzandığı düşünülmektedir. MÖ 5. yüzyılda sofistlerin (Protagoras, Gorgias, Antiphon, Kallikles, Tharsymachos ve diğerleri) düşünce sistemlerinde liberal düşüncenin izleri görülebilir. Yine İlk Çağ'da kimi düşünürler eserleriyle onlardan sonraki düşünürler üzerinde etki oluşturmuş ve libe
ral ideolojinin doğuşuna kaynak yaratmıştır. Örneğin, Aristoteles'nin "Politika" adlı eseri bu konuyla ilişkilendirilir. Orta Çağ'daysa Hristiyan ve İslam dünyasında bazı liberal düşünürlere rastlanılır. Hristiyan dünyasında Saint Thomas d'Aquino ilk kez iktidarın sınırlandırılması ve özgürlüğün korunması yönünde fikirler ortaya atmıştır. Aquino bu anlamda Anayasacılığın, iktidarın sınırlandırılması anlayışının, ilk savunucularından birisi olarak kabul edilebilir. O dönemde Saint Paulus'un "Bütün iktidar Tanrı'dan gelir" sözüne karşılık, Saint Thomas, "Bütün iktidar Tanrı'dan gelir, fakat halkın aracılığıyla kullanılır" görüşünü savunmuştur. Yine Orta Çağ'da büyük İslam düşünürü İbn'i Haldun liberalizmin ilk habercilerindendir. İbn'i Haldun'un "Mukaddime" adlı eserinde liberalizmin bazı temel ilkelerine rastlanır. Liberal kelimesi latince "özgür" anlamına gelen "liber"'den türemiştir. Kelime, önceleri İngiltere kaynaklı, yabancı kaynaklı politikaları ifade etmek amacıyla kötüleyici ve suçlayıcı bir anlamda kullanılmıştır. İzleyen yıllardaysa İspanyollar "Liberal" sıfatını İngiltere kaynaklı politikaların nitelendirilmesi amacıyla kullanmaya başlamış ve Lockecu anayasal monarşi ile parlamenter yönetim ilkelerini savunan milletvekillerini "liberales" olarak isimlendirmiştir. Bir başka görüşe göre, Adam Smith, Ulusların Zenginliği'ndeki "liberal ihracat ve ithalat sistemi" ifadesiyle liberal kavramını ilk kullanan yazar olmuştur. Zamanla kullanımı yaygınlaşan kavram, yüzyılın ortalarına ve sonlarına doğru siyaset sözlüğüne iyice yerleşerek "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" ifadesinin yerini almış ve düşünce özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü ve serbest ticareti savunanların adlandırılmasında kullanılan etiket durumuna dönüşmüştür. Ancak daha sonraları dünyanın çeşitli yerlerinde liberalizmin bir kavram olarak aşırı esneklik kazandığı görülmüştür. Rönesansın vurgusu, onunla birlikte gelişen yeni bir insan anlayışı ve bu anlayışa bağlı olarak vurgulanan özgürlük kavramıdır. Rönesansın asıl önemi özgürlük kavramı etrafında oluşan bireycilik anlayışının gelişimine temel oluşturan yeni bir insan felsefesi doğurmuş olmasıdır. Bu felsefe liberalizmin en önemli ilkeleri olan bireycilik ve özgürlük anlayışının gelişmesine katkıda bulunmuştur. Rönesansın insan anlayışının en önemli özelliği; insanın kendi eylemiyle kendini gerçekleştiren, kendi tarihini kendi yapıp ettikleriyle oluşturan bir varlık olduğu anlayışıdır. Rönesans ile birlikte insan, birey olarak toplumdan ayrı bir varlık halinde anlaşılmaya başlanmıştır. İnsanı cemaat, aile veya toplumsal tabakaların önceden hiyerarşik ve değişmez kalıplarının dışında, ayrı bir varlık olarak anlaşılmasının kökleri atılmıştır. İnsan aklının tek yol gösterici olduğu kabul edilmiş, insan aklının sürekli bir şekilde ileriye doğru geliştiği anlayışı sonucu akıl dışı engellerin kaldırılarak akla uygun “rasyonel” bir düzen kurmanın gerekli olması anlamında projeler ve arayışlar başlamıştır. Liberal arayışlar ve Fransız devrimiyle özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganları bu arayışların tarihsel sonuçları olmuştur. 16. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’nın diğer uluslarının göçmenleri ve İngilizler, Amerika’da ilk sürekli yerleşim yerlerini kurdular. Bu sırada da Myflower gemisi ile 200 İngiliz püriteni Plymouth Rock’a ayak bastı. Bu püritenler aynı yıl çoğunluk ve eşitlik esasına dayanan bir yönetim kurdular. Püritenler, görev dağılımı ve temsilde eşitlik, insan özgürlüğünün sınırlanmaması gerektiği düşüncelerini kıtaya yaymaktaydılar. Göçler kesintisiz devam ediyor, Avrupa ve İngiltere’deki mutlakiyet rejimlerinden kaçan göçmenler, kafalarında umutları ve Avrupa’daki özgürlük düşünceleri ile Amerika kıyılarından karaya çıkıyorlardı. Artan göçlerle beraber çeşitli koloniler arasında milliyetçilik gelişmeye başladı. İngiliz kolonileri toplamda 13 taneydi ve her koloninin başında bir vali vardı. Vali ile beraber koloni halkının seçtiği bir de meclis vardı. Vali ile halk meclisi devamlı çatışma halindeydi. Yedi yıl savaşlarında bozulan bütçe için yeni ve ağır vergilerin konması, kolonileri eyleme geçirdi. İngiltere’ye karşı eylemlerin birincisi 1765’te Pul Kanunu Kongresi oldu. 5 Eylül 1774’te Pennsylvania’nın Philadelphia kentinde toplanan ilk parlamento iki kıta kongresi yaptı. Kongre, şu önemli kararı aldı: "“Sömürge fermanına uygun hareket etmeyen Vali iktidarını kaybeder. Hükümetsiz koloni kendi kaderini kendi tayin eder. Koloni halkı, ayrı, özgür ve bağımsızdır”". 19 Nisan 1775’te başlayan ilk çatışmalarla Amerikan kolonileri, İngiltere’ye karşı bağımsızlık için savaşa başladı. Bütün Amerika’yı etkileyen, oradan da Avrupa’yı etkisi altına alacak olan bir beyanname ile Amerika bağımsızlık savaşı noktalanır. Bu beyanname; siyasi liberalizmin ilk ve en önemli siyasi belgesi olarak tarihe geçmiştir. Bu beyanname Thomas Jefferson, John Adams, Benjamin Franklin, Robert R. Livingston ve Roger Sherman tarafından düzenlenen, büyük bölümünü Thomas Jefferson'ın yazdığı “4 Temmuz 1776 Bağımsızlık Bildirgesi”dir. Bildirge Avrupa’yı da etkilemiş, siyasi liberalizmin temel felsefesindeki gelişmeleri hızlandırmış, halkın özgürlük ve eşitlik taleplerini arttırmıştır. Amerikan Devrimi kıta Avrupasını etkileyerek İngiltere’ye, Fransa’ya yol göstermiş ve Amerikan Devrimi'nden daha etkili olarak 1789’da Fransa’da bir devrim yaşanmıştır. Fransız Devrimi'yle feodal düzenden doğan sosyal hukuki ayrıcalıklar, angarya kaldırıldı ve toprak mülkiyeti sınırlandırılıp bütün insanlar yasalar önünde eşit kabul edildi. Fransız Devrimi'yle İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirisi, Ulusal Meclis tarafından 26 Ağustos 1789’da kabul edildi. Bildiri giriş bölümünde insan haklarının evrensel olduğunu belirtiyor ve insan haklarının doğal haklar olduğunu söylüyordu. Doğal haklar insanın sırf insan olmasından dolayı sahip olduğu haklardır ve insanın dışında hiçbir güçten ve iktidardan kaynaklanmaz. İnsan hakları devredilmez. İnsanlar kendi istekleri ile dahi bu haklardan vazgeçemezler. Bu haklar zaman aşımına uğramaz, kutsaldır, ihlal edilemezler. Devletin amacı da insanların bu kutsal haklarını korumaktır. İnsanların bu doğal hakları; özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir. Bildiri herkesin yasa önünde eşit sayılacağını açıklıyor ve eski düzenin ayrıcalıklara dayanan yapısını yıkıyordu. Yasa önünde eşit sayılan yurttaşların yeteneklerine göre her türlü kamu görevi, rütbe ve mevkilere eşit olarak kabul edilebilecekleri ilan ediliyordu. Bildiri, keyfi tutuklamaları ve cezaları yasaklıyor; konuşma, yazma ve yayın özgürlüğünü getiren bildiri eski düzenin sansürcü sistemini yıkıyordu. Vergi koymayı ulusun veya ulusun temsilcilerinin iradesine bağlayarak eski düzenin keyfi vergileme sistemine, keyfi el koymalarına son veriyor, vergide adalet ve eşitlik ilkesini getiriyordu. Bildiri, eski düzenin Katolik kilise örgütünün insanları vicdanları üzerinde kurduğu tekeli yıkıyor, dini inanç özgürlüğünü getiriyordu. Kimse inançları yüzünden -ki bunlar dini inanç bile olsa- rahatsız edilmeyecektir ilkesini savunuyordu. Bildiri, liberalizmin temel ilkelerini bu şekilde dile getirirken çağdaş hukuk anlayışını da liberalizmle örtüştürüyordu. Devletin, siyasi toplumun ve iktidarın varlık sebebi olan insanların sahip olduğu haklarının ve özgürlüklerinin korunmasıdır. Devlet, iktidar ve halkın menfaati için kurulmuştur. Liberal gelenek içinde negatif özgürlük ve pozitif özgürlük olmak üzere iki tür özgürlük anlayışı bulunmaktadır. Klasik liberal ve liberteryenler “negatif özgürlük” anlayışına sahiplerdir. Negatif özgürlük anlayışı, bireyi başkalarına zarar vermeyen kendi tercihleri konusunda serbest bırakmak dışında ikinci kişilere hiçbir pozitif yükümlülük yüklemez. Bu çerçevede, “bireysel özgürlük, bireyin diğer bireylerden meşru olarak talep edebileceği tek şeydir. Özgürlüğün negatif yorumuna bağlı kalan liberaller sınırlı devleti savunur. Ancak, geniş liberal gelenek içerisinde yer alan bütün düşünürler, özgürlüğün bu negatif yorumuna bağlı kalmazlar. Nitekim, 19. yüzyılda Thomas Hill Green, bireylerin dışarıdan bir baskıya maruz bırakılmamalarının onların gerçekten özgür oldukları anlamına gelmediğini ifade etmiştir. Green’e göre, bireylerin özgür sayılabilmesi için onların kişilik potansiyellerini gerçekleştirme doğrultusunda istedikleri şeyleri yapabilmeye muktedir olmaları da gerektir. Green için özgürlük; yapmaya veya zevk almaya değer bir şeyi yapmak, yahut da zevk almak hususunda olumlu bir güç veya yeterliliktir. Dolayısıyla, insanın gerçekten özgür olabilmesi için, yalnızca ona bu imkânı sağlayan hukuki bir çerçevenin bulunması yeterli değildir. Aynı zamanda fiili imkânlardan, toplumun ürettiği mal ve hizmetlerden pay almalı ve bireyin gücü ortak refaha katkıda bulunacak ölçüde artmalıdır. Örneğin seyahat özgürlüğüne gerçek anlamda sahip olabilmesi için onun seyahat etmek istemesi halinde engellenmemesi yetmeyip, bilet alabilecek maddi imkânlara da sahip olması gerektir. Green, bu bağlamda topluma, bireyi refah devleti benzeri pozitif destekler sağlayarak özgürleştirme amacı yükler. Özgürlüğün bu pozitif yorumuna bağlı kalan liberaller, “modern liberaller” olarak isimlendirilir. Modern liberallere göre bireylerin, kendi iyi hayat anlayışlarını oluşturabilmeleri için onların dış baskıdan korunmaları (negatif özgürlük) yetmez; bireyler aynı zamanda imkânlarla (pozitif özgürlük) da donatılmalıdır. Bireycilik klasik liberal gelenekte önemli bir yer tutar. Başlıca iki türlü anlamı bünyesinde barındırır. Bunlardan ilki toplumun, toplumsal düzenin ve toplumsal yapıların ancak bunların kurucu unsuru veya temel birimleri olan bireylerden, onların davranışları doğrultusunda açıklanabileceğini savunur. Başka bir ifadeyle, liberalizmin bireyciliği onun toplumsal olanın varlığını reddettiği anlamına gelmez; yalnızca toplumsal gerçeğin bireysel elementleriyle açıklanabileceğini söyler. İkinci olarak, liberalizm ahlâki veya normatif anlamda da bireycidir. Normatif bireycilik her bir bireyin ayrı b
ir değer olduğunun kabul edilmesini ifade eder. Her bir birey kendisi için yaşamı neyin değerli kıldığına ancak kendisi karar verebilir. Bu çerçevede, bir soyutlama olarak toplumun onu oluşturan bireylerinkinden ayrı bir varlığı, iradesi ve amaçları yoktur. Bireylere bağımsız bir değer olarak saygı göstermek gereği onların her birinin ahlâki bir statüye sahip olmalarından kaynaklanır. Ahlâki bir değer olarak bireycilik, bireysel insanların kendi potansiyellerini geliştirebilecekleri ve değerlerini belirleyip gerçekleştirebilecekleri bir alanın varlığına ihtiyaç duyar. Kendini geliştirme ancak bireysel olarak başarılabilir. Özgürlük bireysel bir durumu belirtir, özgürlüğün öznesi herhangi bir toplu varlık biçimi (toplum, ulus, grup, cemaat vs.) değil, yalnızca ve her zaman birey olarak insandır. Dolayısıyla, liberallerin “özgür toplum” sözüyle belirttikleri genellikle, özgür bireylerden oluşan ve özgürlüğü güvenceleyen kurumlarla donatılmış olan bir toplumdur. Liberal kuramda özgürlük, temel politik bir değerdir. Politik anlamda özgürlük, siyasi baskıdan korunmuşluk durumunu belirtir. Hoşgörü, insanların onaylamadıkları davranışlara veya eylemlere müdahale etmemeleri gerektiği inancıdır. Bu inancın iki temel niteliği bulunur: belirli bir davranışın onaylanmaması ve kişilerin kendi görüşlerini başkalarına dayatmalarının reddedilmesi. Ahlaki açıdan ikna etmek, muhakemede bulunmak veya argümanlar ileri sürmek gibi bazı müdahele biçimleri meşru olabilir, ancak baskı yapmak veya güç kullanmak değildir. Hoşgörü, bireysel özgürlüğe bağlılığın önemli ifadelerinden biridir. Bireysel özgürlüğün olduğu bir yerde insanlar pek çok insanın görüşünden gayet farklı olsa bile, iyi bir hayat sürmeye dair kendi görüşlerini takip edebilirler. Bireyler bağımsız, kendi hayatları ve içinde bulundukları şartlar üzerinde kontrol sahibi olabilmelidirler. Liberal özerklik çoğu kez kendinin, başkalarının ve toplumsal pratiklerin devamlı olarak akılcı incelemeden geçirilmesiyle ilişkilendirilmiştir. Andrew Mason da buna benzer şekilde, özerkliğin kendi kendini yönetme veya kendi yazgısını kararlaştırmayla ilgili olduğunu belirtmekte ve bunun akıl tarafından yönetilmek ve başkalarının iradesinden bağımsız olmak, kısaca kendisi tarafından yönetilmek gibi iki unsuru bulunduğunu belirtmektedir. Bu ikinci unsurla ilgili başlıca özerklik anlayışları ise “bağımsız düşünceli” olmak ve “eleştirel-düşünme” yeteneğidir. Susan Mendus ise özerkliği, Kantçı bir tarzda, kişinin kendisi için belirlediği bir yasaya itaat etmesi olarak tanımlamaktadır. Onun için, üzerinde düşünüp taşınmadan geleneğe veya günün pratiğine uyan kişinin doğru anlamda özerk olduğu söylenemez, çünkü onun iradesi çevresindekilerin iradesi tarafından belirlenmektedir. Özerkliğin bu anlatımı kişinin yalnızca zordan, sınırlandırmadan ve tehditten uzak olma gibi standart negatif özgürlükleri değil, fakat aynı zamanda toplumsal törenin ve geleneklerin boğucu sınırlarının ötesine geçip özgür olmayı da gerektirmektedir. Kısaca özerklik fikri kişinin seçimlerinin dış etkenler tarafından belirlenmemesini, kendi gerçek iradesinin sonucu olması gerektiğini savunur. Liberalizm, toplumsal ve siyasi tasarımı açısından bakıldığında çoğulcu bir teoridir. Charles Larmore’a göre liberalizm, nihai önemdeki meseleler hakkındaki görüş farklılıklarına rağmen, birlikte yaşamanın zora başvurmayan bir yolunun bulunabileceğine ilişkin umudu simgeler. Ona göre insanlar hayatı neyin yaşanmaya değer kıldığı konusundaki farklı görüşlerini koruyarak öz bir ahlaklılık açısından anlaşmaya varabilir. John Locke’un “öz-sahiplik” düşüncesi liberalizmin temellerinden biridir. Bireyler kendilerinin sahipleridir. Bu, her bireyin bedeni üstündeki bütün kullanım haklarına sahip olduğu anlamına gelir. Ayrıca, yapılmak istenilen her şey için harici malların kullanımına da ihtiyaç olduğundan Locke, bunlar üzerinde de bir şekilde mülkiyet edinilmesi gerektiğini düşünmüştür. Bunun da tabii yolu, sahip olunan emeğin bu harici mallara katılmasıdır. Böylece birey onları mülk edinmiş olur. Ancak, Locke’a göre harici malları özel mülk haline getirebilmenin bir sınırı vardır. “Locke'cu şart” denen bu sınıra göre, sahiplenmenin meşru olması için geriye “başkalarının ortak kullanımı için yeterli miktarda ve iyi durumda” bırakılmış olmalıdır. Klasik liberalizm, sivil özgürlükler ve politik özgürlük ile hukukun egemenliği altında temsili demokrasiyi savunan ve ekonomik özgürlüğü vurgulayan liberalizmin bir dalıdır. Klasik liberaller, bireysel özgürlük üzerine kurulu ve bu özgürlüklerin korunmasıyla sınırlandırılmış, topluma yüksek oranda avantaj sağlayacak bazı hizmetleri sunan bir devletin olması, geriye kalan bütün fonksiyonların düşürülerek serbest piyasa tarafından karşılanması gerektiğini savunur. Klasik liberaller laissez faire ekonomi politikalarını savunur, iktisadi özgürlükler ve serbest piyasa ekonomisini vurgular, devletin görev alanının genişletilmesine karşı çıkar. Sosyal liberalizm, modern liberalizm veya reform liberalizmi olarak da bilinir. Bireysel özgürlük ve sosyal adalet arasında denge kurmayı amaçlayan politik bir ideolojidir. Klasik liberalizm gibi piyasa ekonomisi, sivil ve siyasi hak ile özgürlüklerin genişlemesini onaylaması bakımıyla uyuşur ancak bunlara ek olarak hükümetin meşru rolünün yoksulluk, sağlık ve eğitim gibi ekonomik ve sosyal konuları da içerdiği fikrini barındırır. Sosyal liberalizmde toplumun iyiliği bireyin özgürlüğü ile uyumlu görülür. İkinci dünya savaşı sonrasında sosyal liberal fikirler dünyanın birçok ülkesinde benimsenmiştir. Sosyal liberal düşünceler ile partiler merkez veya merkez sol olarak kabul edilir. Modern liberaller refah anlayışını fırsat eşitliği temelinde savunmuşlardır. Birey ve gruplar, mevcut sosyal koşullardan dolayı zarara uğruyorlarsa, devletin bu zararları azaltmak veya tamamen ortadan kaldırmak için üstlenmesi gereken sosyal sorumlulukları vardır. Yurttaşlar; konut edinme, eğitim ve çalışma hakkı gibi çeşitli refah ve sosyal haklara sahiptir. Sosyal liberallere göre devletin ekonominin yönetiminden, en azından regüle edilmesinden sorumlu olması gerekmektedir. Ludwig Wittgenstein Ludwig Josef Johann Wittgenstein (d. 26 Nisan 1889 – ö. 29 Nisan 1951), Avusturya doğumlu filozof, matematikçi. Mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunmuştur. 20. yüzyılın en önemli filozoflarından sayılır. Asıl adı Ludwig Josef Johann Wittgenstein olan Avusturya asıllı filozof, 26 Nisan 1889’da Viyana’da dünyaya gelmiştir. Wittgenstein, çok önceleri asimile olmuş, Avusturyalı Yahudi fabrikatör Karl Wittgenstein ve onun eşi Leopaldine’nin sekiz çocuğundan en küçüğüdür. Karl Wittgenstein, Avusturya Macaristan monarşisinin başarılı, çelik sanayicilerinden sayılırdı. Bununla beraber, Wittgenstein çifti, o asır içerisinde Viyana’da bulunan en zengin ailelerden biriydi. Wittgenstein’ın babası, çağdaş sanat ve sanatçının hoşgörülü destekçisi iken, annesi de harika bir piyanistti. Wittgenstein’ın büyükanne ve büyükbabalarından sadece biri dışında hepsinin Yahudi kökenli olmasına rağmen, Wittgenstein, Katolik gelenek ve göreneklerine göre eğitilmiştir. Tıpkı diğer kardeşleri gibi (Örneğin Paul ünlü bir piyanisttir.) Wittgenstein da entelektüel yaşam ve müzik dalındaki yetenekleriyle kendini göstermiştir. Bu yeteneklere sahip olmanın yanı sıra, Wittgenstein’ın kardeşlerinden üçü Hans, Rudolf ve Kurt psikolojik sorunlarından dolayı intihar etmişlerdir. Yaşamı boyunca, özellikle 1. Dünya Savaşı esnasında yaşadığı olumsuzluklar, depresif davranışlar sergilemesine neden olmuşsa da Wittgenstein, insan ilişkilerinde otoriter ve inatçı olduğu kadar; aynı zamanda duyarlı ve şüpheli bir yaklaşım sergilemiştir. 14 yaşına kadar eğitimine özel derslerle devam eden Wittgenstein, ortaokulu Linz’de okuduktan sonra, 1906 yılında Berlin-Charlottenburg’da bulunan teknik lisenin makine mühendisliği bölümüne girmiştir. Aslında Wittgenstein, Viyana’da Ludwig Boltzmann’ın yanında okumak istemiş, ancak ortaokul karnesi tahsilini aynı yerde, yani Berlin’de devam ettirmesi gerektiğini göstermiştir. Burada Wittgenstein, kız kardeşi Hermine gibi uçağın teknik sorun ve çözümleriyle uğraşmıştır. Bundan sonra aynı dönem içerisinde ya da çok az bir zaman sonra felsefe ilgisini çekmeye başlamıştır. Bu durum, yani felsefi sorunlar üzerine düşünmek, Wittgenstein’ın arzularına o kadar zıttır ki, içinde yaşadığı bu çelişkiler ona çok acı vermiştir. 1908 yılında mühendis diplomasını aldıktan sonra, uçak motoru yapımı denemelerinin yapıldığı, Manchester mühendislik bilimi bölümüne gitmiştir. Kısa bir süre sonra bu kararından vazgeçen Wittgenstein, 17 Ağustos 1911 yılında patent aldığı “Uçak pervanesini geliştirme önerileri” projesi üzerinde çalışmıştır. Burada Wittgenstein, kendini derinden etkileyen İngiliz matematikçi ve filozof Lord Bertrand Russell’in kendisiyle ve eserleriyle tanışmıştır. 1912 yılında matematik ve mantık alanında, Russell’in yanında okumak için Cambridge Üniversitesi’ne gitmiştir. Kısa sürede Russell, Wittgenstein’ın bir dahi olduğunu anlamış ve Wittgenstein da donanımlarıyla, etkilendiği Russell’in seviyesine ulaşmıştır. Zaten Russell de Wittgenstein’ın mantık ve felsefi eserler verme konusunda, kendinden sonra en uygun kişi olduğu kanısına varmıştır. 1911 yılının kasım ayında Wittgenstein Russell’in de yardımlarıyla Cambridge’de gizli bir topluluk olan seçkin Apostles’e üye seçilmiştir. Bu esnada ilk sevgilisi David Pinsent’le karşılaşmıştır. Kısa zamanda aralarında sarsılmaz bir dostluk oluşmuş ve birlikte Norveç’in Skjolden şehrinde, ahşap bir ev satın almışlardır. Wittgenstein, mantığın sistemleri konusu üzerindeki çalışmalarına birkaç ay burada devam etmiştir. Wittgenstein’ın homoseksüel olduğu, ilk olarak 1973’te William Warren Barley’in biyografisinde bahsettiği, ancak adını zikretmediği bir erkek arkadaşı olmasından, ikinci olarak ise tuttuğu günlüklerindeki gizli yazılarından anlaşılmaktadır. 1912’de başlayıp 1917 yılına kadar t
uttuğu günlüğündeki mantıksal ve felsefi denemeleri Wittgenstein’ın ilk felsefi eserini oluşturmuştur. 1. Dünya Savaşı sırasında gönüllü olarak çalışırken bu eserini yazmaya devam etmiş ve nihayet 1918 yılının yazında eserini tamamlamayı başarmıştır. Eserin tamamlanmamış hali ilk olarak 1921’de Almanya’nın Doğa Felsefesi Dergisi Annalen’da yayımlandıktan sonra, 1922 yılında bugün de daha çok İngilizce adıyla bilinen, orijinal adı Tractatus Logico-Philosophicus’un iki dilde baskısı yayımlanmıştır. Bu eserinin yanı sıra, iki küçük felsefi denemesi, halk okulları için oluşturduğu bir sözlüğü ve mantıksal felsefi denemeleri, Wittgenstein hayatta iken yayımlanmıştır. Wittgenstein, Tractatus’da birden çok anlamlı sözcükler gibi dilin doğal eksikliğini, dilin yapay ve mantıksal olduğu fikrini geliştirmiştir. Onun yeni dili, tıpkı mantık dilinde kullandığı gibi sembollerden oluşmuştur. Eserinin önsözünde tüm felsefi problemlerin dilin araştırılmasıyla çözülebileceğini belirtmiştir. Felsefi analizlerinin hedefi, işlevselliğin açıklanması yoluyla anlamlı ve anlamsız önermelerin farkını ortaya koymaktır. “Felsefenin tamamı dil eleştirisidir.” Tractatus’un temel görüşleri Russell’in aşıladığı fikirlerden oluşmuş ve mantıksal atomculuğun felsefesi olarak sayılmıştır. Wittgenstein’ın erken dönem felsefesinin temelinde dilin resmedilmesi vardır. Daha sonra ise gerçeklikte bir olan şeylerin ayrılması konusu vardır. Her “Şey”in dilde bir adı vardır. Cümlede adların yan yana durması, anlamı oluşturur. Şeylerdeki gerçeklik gibi önermeler de adlarına ayrılırlar. Gerçeklikteki konu ve olguların adlarının resmedilmesi gibi, bir önermedeki göstergelerin adlarının düzeni ya da yapısı, o cümlenin doğru olduğunu gösterir. Örneğin “aRb”, “bRa”dan farklıdır; çünkü “b” göstergesi birinde “R” nin solunda, diğerinde ise sağındadır. Bu nedenle “a” ve “b”nin gösterge adları ayrılmış önermelerin her birinde farklı bir yapıya sahiptir. “bRa”nın resmedilmesiyle, resmedilen olgular arasında nasıl bir gösterge olduğu “aRb” önerme göstergesiyle görülür. Önerme göstergelerinde, gerçeklikteki şeylerin başka bir olgu olarak adlandırılmasıyla oluşturulan önerme yanlış bir önermedir. “Anlamsızlık”, gerçeklikteki olguların bağımsızlığı doğru ya da yanlış olan önermelere, örneğin totoloji ve de kontra diksiyonlara (çelişkiler) karşıdır. Buna karşın şu örnekteki gibi, gerçeklikte, aslında şeyle bağlantısı resmedilmeyen göstergeler anlamsız önerme olarak adlandırılır: “Burada söylediğim önerme yanlıştır.” Bu önerme olası şey ve gerçeklikle bağlantı sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda anlamsızlığın ne olduğunu da açıklıyor. Aynı şey, bir şeyler isteyerek ya da tasvir edilen şeyleri iyi ya da kötü adlandırarak, dünyadaki şeylerin saf düzenini aşmak üzerine söylenen önermeler için de geçerlidir. Çünkü önerme göstergelerinde resmedilen gerçeklik, sadece yapısını güçlendirmekle kalmayan, aynı zamanda ad topluluğunun ortaya çıkmasından dolayı anlam ifade etmeyen bir değere sahip olmalıdır. Wittgenstein’a göre bir değer, içini olduğu gibi dökmez. Konuşulamayan ve üzerinde mantık yürütülemeyen şeyler hakkında susulmalıdır. Wittgenstein mantıksal felsefi denemesinde (Tractatus logico-philosophicus) kendisi şöyle belirtmektedir: Önermelerim, beni anlayan şeyin anlamsız olduğunu açıklıyor. Böylelikle Wittgenstein’ın felsefesi, şeyle ilişkisi olmayan ve gerçek olmayanın araştırılmasının gerekli olduğunu belirtir. Mantıksal felsefi denemesinin tamamı, anlamsız form, gerçeğin olanaklı olup olmadığı ya da düşünülebilen anlam açısından, mantıksal bir çerçeve içerisinde incelenmektedir. Wittgenstein, anlamın sadece kendi başına olamayacağını, anlamı, nelerin mümkün kıldığını açıklamaya çalışmıştır. Daha sonra bunu, öz metre (ideal/soyut ölçüm birimi) kadar uzun olduklarını varsayarak, uzunluğu olan nesnelerle karşılaştırıldığında uzunluğu olmayan öz metrelerin resmedilmesiyle açıklamıştır. Wittgenstein, Gottlob Frege’nin yolunda, Charles S. Peirce’den bağımsız olarak eseri Tractatus’ta bugün okullarda okutulan mantık kitaplarının hiçbirinde bulunmayan, “hakikatin tablosu”nu geliştirmiştir. Bu tablo, bir sistemin betimlemesini konu alır. Wittgenstein: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” görüşüyle yola çıkarak, bilginin temelinde mantığın olduğunu ve bilginin sınırlarını da yine mantığın belirlediğini söyler. Bu bağlamda Wittgenstein, mantıksal felsefi denemesinin önsözünde şunları dile getirir: Bu kitabın mantığı şunun üzerine kurulmuştur: Söylenmek istenen şey açıkça söylenir, üzerine konuşulmayan konular hakkında ise susulmalıdır. Bu cümle, felsefe camiası içerisinde tepkiyle karşılanmıştır. Wittgenstein’ın bu cümlesi aynı zamanda, Friedrich Nietzsche‘nin dünyanın metafiziğini açıklamasına, anlam ve ardıllık açısından karşı çıktığını göstermiştir. Wittgenstein, mantıksal felsefi denemesinin yayımlanmasıyla felsefeye yeterince katkıda bulunduğu kanısına varmış ve daha başka alanlara yönelmiştir. İtalya’daki savaş esiri iken Leo Tolstoy’un eserlerini okumuş ve büyük ihtimalle, onun düşüncelerinden etkilenerek öğretmenlik yapmaya karar vermiştir. Servetini kardeşleriyle paylaşmıştır, bir bölümünü dönemin genç sanatçılarından Adolf Loos, Georg Trakl, ve Rainer Maria Rilke’ye bağışlamıştır. Daha sonra Wittgenstein, 1919/1920 yıllarında Viyana’daki öğretmen eğitim kurumuna gittikten sonra, Viyana’ya 4 saat uzaklıkta, güneyde Trattenbach adında küçük bir kasabada, birkaç yıl ilkokul öğretmenliği yapmıştır. İki yıl sonra Wittgenstein, yeni işini değiştirerek, ilkokul için sözlük yazıp, yayınladığı yere, yani Otterthal’a öğretmenlik yapmaya gitmiştir. 1926 yılının Nisan ayında 11 yaşındaki bir çocuğa tokat atmıştır ve bu düşüncesizce hareketinden dolayı, resmi makamlara gitmeden önce, okul müfettişinin zoruyla Wittgenstein, istifa dilekçesini vermiştir. Bunun ardından birkaç ay, Viyana’nın Hüttendorf kasabasındaki bir manastırda bahçıvan yardımcısı olarak çalışmıştır. Bu süre içerisinde, manastırın bahçesindeki alet hırdavat deposunda kalmıştır. Wittgenstein, başrahibin, rahip olarak tarikata katılma çağrısına cevap verme konusunda kararsızlık yaşamıştır. 1926 yılında Wittgenstein Viyana’ya taşınmış ve burada filozof Moritz Schlick’le tanışmıştır. Modern tarzıyla Viyana’nın gösterişli yapısı Palais, kısa sürede kültürel yaşamın merkezi ve aynı zamanda Viyanalıların, Wittgenstein’la buluşma noktası haline gelmiştir. Wittgenstein bir süre özellikle evlerin iç mimarisi ve dizaynı ile ilgilenmiştir. Bunun yanı sıra heykeltıraşlıkla uğraşmış ve Viyanalı sanatçı Drobil’in tarzıyla bir büst yapmıştır. Bu tarz pratik uğraşlar, Wittgenstein’ın iş ve ilgi alanını göstermiştir. Onun amacı, herkese ait olan toplumsal bir doğa yaratmak değildi. O, hem dünyayı daha da iyileştirmek, hem de insanın içinde bulunduğu ruhsal kurtuluşu sağlamak ve entelektüel, psikolojik saflık ve açıklık için uğraşmıştır. Daha sonra Wittgenstein, geçmişi hatırlayarak şunları yazmıştır: Felsefedeki iş, tıpkı mimarideki bir iş gibi kendi işinden fazlasıdır ve kendi düşüncesini yansıtır. Yani, bir şeyi nasıl görüyorsa öyledir ya da istenen ne ise odur. 1920’li yılların sonunda Wittgenstein, yeniden felsefi konular ve sorunlar üzerinde uğraşmaya başlamıştır. Bu esnada, Wittgenstein “Viyana çevresi” (Wiener Kreis) akımının birkaç üyesinin görüşlerini önemli ölçüde etkilemiştir. Sezgicilik akımına kapılan matematikçi L. E. J. Brauwer’in bir konuşması aracılığıyla, en azından Herbert Feigl’in mektubundan sonra, felsefeye tekrar dönme kararı almıştır. Bu geçiş aşaması esnasında, Wittgenstein kısa bir süreliğine doğruculuk akımının bir şeklinin betimlendiği şu görüşü benimsedi: “Önermelerin anlamının bilinmesi, önemli veri ve delillerin toplanması yönteminin bilinmesiyle bağdaşır. “ Wittgenstein,1929 yılında Russell’in ve Moore’un yanında sözlü sınava girdiği ve Tractatus üzerine doktora yaptığı Cambridge’e filozof olarak geri döndü. 1930’lu yılların başında öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1939 yılında ise, Cambridge’de felsefe profesörü George Edward Moore’un yerini alacak kişi ilan edilmiş ve 1947’ye kadar profesörlük yapmıştır. Bu ilandan kısa bir süre sonra, İngiliz vatandaşı olmuştur. Bu durumun oluşması, 12 Mart 1938’de, Nazi Almanyası’nın Avusturya bağlantısına göre Wittgenstein’ın sadece Alman vatandaşı olduğu ve Nürnberg Yasalarına göre de Yahudi olduğundan kaynaklanmıştır. Wittgenstein 30’lu yıllarda, dilsel anlamdaki ilk eseriyle, başka tartışmaları da içeren yeni düşüncelerini, kitap halinde kaleme almış, çok sayıda el yazması ve daktiloyla yazılmış eser vermek için uğraş vermiştir. Bu bağlamdaki önemli eserler şunlardır: “Mavi Kitap“ (The Blue Book), matematiğin felsefesi üzerine ders notlarıdır. Bir diğeri ise, Büyük Daktilo Yazısı (The Big Typescript), bir kitabın reddedilen planı ve “Kahverengi Kitap” (The Brown Book), dil oyunlarını konu alan bir yazıdır. Bunları takip eden el yazması eserleri ise, “Felsefi Notlar” ve “Felsefi Dilbilgisi”dir. Wittgenstein, 1936 yılında yeni fikirlerini derlemeye başlamıştır. Aynı zamanda, 1953 yılında Wittgenstein’ın vefatından sonra yayımlanan ikinci eseri “Felsefi Soruşturmalar” denemesini oluşturmuştur. Bununla birlikte, Wittgenstein dünya ününe kavuşmuş ve mantıksal felsefi denemesi “Tractatus” ile felsefe tarihini kalıcı bir şekilde etkilemiştir. Analitik dil felsefesi de, temel yapıtlarından bir tanesi olarak kabul edilir. 1940’lı yıllarda ise Wittgenstein, matematiğin temeli hakkındaki el yazması “Felsefi Notlar”ı yazdı. Wittgenstein, İkinci Dünya Savaşı esnasında, yeniden uygulamayla uğraşmaya başlamıştır. Bir Londra Hastanesinde gönüllü bakıcılık yapmıştır. 1943 yılında, yaralı şoklarını araştıran, tıbbi araştırma grubuna laboratuvar asistanı olarak katılarak, laboratuvar araç ve deneylerini tasarlamıştır. Wittgenstein burada, nabız, tansiyon, nefes darlığı ve şiddeti için aletler geliştirmiş ve bu esnada uçak motorlarının yapımında edindiği deneyimlerini kullanmıştır. 1944 yılında Wittgenstein, tekrar Cambridge Üniversitesi’nde ders vermeye b
aşladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Wittgenstein, “Felsefi Soruşturmalar” adlı eserini yazmaya devam etti ve aynı zamanda ‘algının felsefesi’, ‘kesin bilgi’ ve ‘şüphe’ konuları üzerinde çalıştı. Bunun yanı sıra, çok sayıda kültürel ve bilimsel teorik konuların aydınlığa kavuşup açıklanması da yine Wittgenstein sayesinde oldu. 1939 yılında tuttuğu notlar arasında şöyle bir cümle var: “Bilim adamlarının, insanlara bir şeyler öğretmek; müzisyen ve şairlerin ise onları memnun etmek için var olduğuna inanılır, ancak bir şeyler öğretmek durumunda oldukları, kimsenin aklına bile gelmez.” Wittgenstein 1947 Ekim’inde, kendini tamamıyla felsefeye adamak amacıyla üniversitedeki işini bıraktı. Daha sonra İrlanda’da inzivaya çekildi ve zamanının bir bölümünü burada geçirdi. Çalışmalarının esas noktasını, “Felsefi Soruşturmalar” eserinin ikinci kısmı olan “psikolojinin felsefesi” oluşturmuştur. Söz konusu bu eserdeki düşüncelerin ‘Felsefi Soruşturmalar’a dâhil edilmesi, Wittgenstein’ın da isteklerine uyup uymadığı konusu hala kesin değildir. Wittgenstein, 1949 yılında ikinci eserine de son noktayı koyduktan sonra, 1951 yılında, yakalandığı kanser hastalığına yenilerek, hayata veda etmiştir. Wittgenstein, hastalığı süresince bir İngiliz hastanesine gitmeyi reddetmiştir ve son haftalarını doktorunun evinde, onun gözetiminde geçirmiştir. Bu doktor arkadaşının eşi, Wittgenstein’a ölümünden bir gün önce, İngiliz arkadaşlarının kendisini ziyarete gelmek istediğini bildirdiğinde, hasta yatağındaki adam şu sözleri söylemiştir: “Onlara harika bir hayat yaşadığımı söyleyin!” Wittgenstein’ın mezarı, Cambridge’deki Ascension Parish Burial Ground mezarlığındadır. İki filozofa Wittgenstein’ın fikirleri hakkında soru sorulduğunda, genellikle iki değil, tam dört farklı cevap alınır; iki farklı cevap birbirine çok benzeyen Wittgenstein’ın erken dönem eserlerinden, diğer iki cevabı da birbiriyle çelişen geç dönem eserlerindendir. Wittgenstein’ın bu sıra dışı eserini oluştururken, baştan sona kadar çelişki içerisinde olduğunu şu sözleriyle anlıyoruz: “Birkaç başarısız denemeden sonra, elde ettiğim sonuçlarla başarılı olamayacağımı anladım. Felsefi alanda daha iyi yazılar yazdım. Düşüncelerimi kendi yönüne karşıt bir yöndeki düşünceye zorladığımda, düşüncelerim bu zorlamaya yenik düştü hep.” Wittgenstein geç dönem eserlerindeki kısa diyalog bölümlerinin üslup açısından harika olduğunun farkına vardı. Wittgenstein’ın giriş cümleleri geleneksel tarzının dışındaydı. Wittgenstein, geç dönem eserlerini oluştururken, özellikle felsefe tarihi açısından herhangi bir öncü edinmemişti. Felsefede düşünmeye yeni bir tarz getirdi. Felsefedeki bu yeni düşünme tarzı, tıpkı yabancı bir dili yeni öğreniyormuş gibi öğrenilmeliydi. Wittgenstein’ın bu yeni düşünme tarzının arkasından, sadece çok az filozof gitti. Felsefe yaparak, akıl bozukluğunu büyük bir felsefi problem olarak ele aldı. İnsanların uygun olmayan bir dil kullanımına saplanıp kaldıklarını düşündü ve bu yüzden de düşüncelerini kuralların dışında bırakmayı tercih etti. Wittgenstein geç dönem felsefesinin temel eseri olan ‘Felsefi Soruşturmalar’ında, sözcüklerimizin kullanımına dikkat etmememizle birlikte, bizim anlayışsızlığımızın ana kaynağı olduğundan bahsediliyor. “Benim bir sandalyem var.”, “bir izlenime sahibim.”, “diş ağrım var.” şeklindeki önermelerde belirlen benzerlik, “var” sözcüğünü hem duygu içeren ifadeler için, hem de insanın sattığında ya da yaktığında yok olabilecek basit bir sandalye için kullanabileceğini gösteriyor. “İzlenim”, “duygu”, “düşünce” ya da “sayı” gibi kelimeler “sandalye” gibi, görünen bir şey olmasa da, düşünce ya da iç sezgilerde yerlerini alır. Wittgenstein, bilincin oluşmasını örnekleyerek, görünemeyen nesnelerle, iç alanı etkileyen, bilinçsizce ortaya çıkan resimlerin üstesinden gelmeyi, açıklamayı amaçlamıştır. Wittgenstein’ın kendisinin de belirttiği gibi, felsefe yapma, sürekli ona –dilin sınırlarını zorlamakla birlikte- çarptığı için artık başının yara bere içinde olduğu en yalın mantıksızlığın keşfi (aynı zamanda bu etkisizleştirilmesi demek) ile gerçekleşmektedir. Bu noktaya kadar herkes uzlaşma içindedir, ancak çıkarımlar konusunda Wittgenstein’ın düşüncelerini anlamak bağlamında, yorumlar ikiye ayrılır; kendi ifadesine göre, kendi felsefe anlayışı, “her şeyi olduğu gibi bırakma eğilimi içindedir”, “sadece ortaya koyar, üzerine bir çıkarım ve yorum yapmamada kararlıdır; “her şey açık” olduğu için “açıklamaya gerek olmadığını” belirtir. Yorumların bir kısmı Wittgenstein’ın şimdiye kadar dünyanın gizli bağlantılarını açıklamak konusunda, hiçbir yol bulamadığı hususunu ve düşüncelerin karşıtlığı ve sabitliği ya da sadece kötü ve fena olan şeyleri çözüme kavuşturmak istediğini vurgular. Daha sonra bu yorumlar gerçeklere döndüren ve tedavi edici görüş olarak adlandırılmıştır. Buna karşıt görüş olarak da diğer bir kısım, Wittgenstein’ın dünyayı açıklamadığını, fakat mantığın sınırlarını göz önüne alarak gözlemlediğini savunmuştur. Onlara göre Wittgenstein’ın yeni tarzı ve gerekçesi “Dilbilgisel Tasvir”dir. Bu şekilde Wittgenstein, yaşam biçimi ve gelenekleriyle çevrilebilen kelimelerin kullanım biçimlerini dilbilgisiyle anlamaya çalışmıştır. Wittgenstein, dilbilgisini, kullanıcı tarafından düzenlenebilen kurallı, öğrenilebilir şey olarak adlandırarak, dilbilgisinin mutlak olduğunu belirtir. Wittgenstein’ın geç dönemde okuduğu dilbilgisi betimlemelerini içeren bu görüşleri, daha sonra, nedensiz olan şeyin kabul edilmesi konusunu içeren metafiziksel konular olarak adlandırılmıştır. Wittgenstein, herhangi bir şeyi tasvir etmekle kalmamış, aynı zamanda buna karşı olarak, belirli resimlerin sebepsiz kabulünün temeli olarak gördüğü, kesin gibi görünen şeylere çözüm yolu aramıştır. Burada ”Resim”den kasıt, nedeni araştırılmaz, açık ve kesin olan belirli görüşlerin bir araya gelmesidir. Böylece tasvir, şeyler için sayıların teminatıdır. Herhangi bir yer gibi zaman da ölçülebilmelidir. Wittgenstein, bir resmin büyüsünü, cazibesini bozmak için çözüm yolu olarak, bir nesnenin karşıt nesnesinin düşünülmesi fikrini geliştirmiştir. Bu büyüsü bozulmuş resimleri de anlamlandırdıktan sonra, başka felsefi bir problem olarak da zamanın ölçülmesi konusu vardır. Bu anlamda Wittgenstein’ın bu sorunlu resimlere yaklaşımı, aşağı yukarı, metre hesabıyla ölçülen bir şeydir. Örneğin bir mekânın ölçülmesi. Zamanı ölçmek mümkün müdür peki? Zaman ölçülürken hangi ölçüt alınmalıdır? Geçmiş mi yoksa gelecek mi? Zaman ölçülmeye pek de müsait değildir. Ancak, bu durumda 1 saat neyin ölçütüdür o zaman? Wittgenstein içindeki şüphe duygusunu, karşıt nesneleri düşünerek bastırmıştır. Şöyle ki nasıl bir yer ölçmek için hem metre hesabı hem de adım hesabı varsa, zaman için de öyle olmalı. Wittgenstein burada, yandaşlarının, “mekânın bir adımı zamanın ölçütü olabilir” yorumunu kastetmemiştir. O, bunu açıklamak için, sadece karşıt bir nesnenin düşünülmesi gerektiğini söylemiştir. Yani metre hesabı yerine zamanı ölçmek için de, tıpkı mekânı adımla ölçmek gibi benzer bir şey olabilir. Böylelikle sorun ortadan kaldırılabilir. Wittgenstein; “Beni bu denli yetenekli kılan asıl buluşum, istediğim zaman, felsefe yapmaya ara vermemdir.” diyerek bu duruma bir açıklama getirmektedir. Örneklerle birlikte bir yöntem belirlenmiştir, örnekler değişkenlik gösterebilir, bu metotlarla sadece bir problem değil, çok sayıda problem çözülebilir. Wittgenstein’ın metre hesabı kullanımı gibi, dilbilgisinde oluşan “dil oyunları”nın tüm yöntemleri yaklaşımı, metafizik yorumuna destek verenler için, ilk defa elde edilmek istenen yeteneklerin zorluğudur. Bu şekilde Wittgenstein, bir yandan bazı temel kavramların kullanım ilişkilerini ortaya koyup, yaklaşımlarını ‘kural’ ya da ‘anlam’ kavramlarının anlamlarıyla açığa kavuşturmayı tercih ederken, diğer yandan da dil oyunu ya da köken benzerliği ile beraber, keşfettiği dil oyunlarının açıklaması için, dilin nasıl kullanılacağına ilişkin oluşturduğu yöntemdeki özgün kavramları oluşturup bu kavramları netleştirmiştir. Wittgenstein’a göre, filolojik ya da tarihsel eleştirel metotların incelenmesine ait olan ya da anlam, gelişim ve eleştirisinin karşılaştırılması, kullanım ilişkisi ve dil oyunlarının canlandırılmasını açığa kavuşturur. Buna ilişkin olarak, metafizikçiler, Wittgenstein’ın geç dönem felsefesinin can damarı kavramının “dil oyunu” olabileceğini düşünür. Wittgenstein’a göre, hayati gerçeklik belirlenmiş kural sınırının aşılmasıdır. Bu durum, felsefede örnek teşkil eden ya da farklı örneklerin bir arada olduğu dilbilgisini oluşturmayı sağlar. Bu oluşum bazen şaşırtıcı olayları da beraberinde getirir, hiçbir şeyin gizli olmadığı bir hayalin anlaşılır kullanım ilişkisini ortaya çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda insanlar arasında belirlenmiş bir gelişmeyi kastedebilir. Ve bu da 1. tekil şahsın ifadelerinin gerçekte hiçbir değer taşımadığını gösterir. Wittgenstein’ın, her bir yaşam biçiminin kavramsallaştırılmış dünya resmi anlayışının açıklaması, metafizikçilerin düşüncelerinden farklı bir düşüncedir. Wittgenstein’ın, bilgi cümleleri biçiminde oluşan kesin cümlelerin donuklaşması, yöntem olarak ise hiçbir şeyi donuklaştırmayan, hatta akıcı bilgi cümlelerini işlevsel hale getiren, akıcı cümleleri donuklaştırarak, sabitleştirerek zamanla olan ilişkilerinin değiştirildiği, ‘hakikat hakkında’, ”insan kendini tanıtabilir” cümlesi alıntılanır. Metafiziksel tutum, ivedi anlamsızlığının ivedi anlamlılığı yoluyla sınırlamak için donuklaştırılmış cümlelere şu açıdan bakar: “Taş düşünemez” gibi kesin olan ya da yarı kesin olan yargıları tespit etmek. Wittgenstein’ın geç dönem eseri herkesi büyülemiştir, o sadece dil felsefesiyle değil, aynı zamanda insan ruhu ile ilgilenen başka bilim dallarının araştırmaları ile de ilgilenmiştir. Bunlar psikoloji ve psikiyatridir. Wittgenstein’ın fikirleri, psikoterapi yönteminin kullanılması gerektiğini gösteriyor. Çok sayıda psikolog ‘Wittgenstein Yaklaşımı’ olarak adlandırılan bu yaklaşımı çok iyi bilir. Metafizikçiler, Wittgenstein’ın ke
sin tedavi edici görüşünün var olduğu geç dönem felsefesinin etkisini azalttılar. ‘Doğru’nun, ‘izin’in ya da ‘anlamlılık’ın ne olduğunu kanıtlarla göstererek, yanlışların doğrusu, izin verilmeyen dil kullanımının izin verileni, anlamsızın anlamlılığı sınırlamasını ortaya koyar. Wittgenstein kelimelerin anlamları üzerine konuştuğunda, sadece kavramların somutlaştırılması amacına yönelik tedavi edici görüşlerine değil, aynı zamanda ifadesinin hemen ardından nasıl iyi sözlerin çıktığı konusunda entelektüel sorunların çözüme kavuşturulması amacına da yer vermiştir. Burada ‘iyi’den kastedilen nedir ki? Belirli bir özelliği olmalı, aksi takdirde her şey birbirine girer. ‘Dil oyunu’ kavramı konusundaki tartışmalar, ‘anlam‘ kavramıyla sıkı bir ilişkisinin olduğunu gösteriyor. Bu konu hakkında “Felsefi Soruşturmalar” eserinin 43. sayfasında şunlar yazıyor: “Bir kelimenin anlamı, onun dildeki kullanımıdır.” Daha sonraki cümlede ise Wittgenstein, sınırlayıcılığa dikkat çekiyor: Kelimelerin anlamlarına göre kullanım koşullarının büyük bir bölümü için, (kullanım koşullarının hepsi için geçerli değil) şu cümle açıklanabilir: “Bir kelimenin anlamı, onun dildeki kullanımıdır.” Söz konusu cümleye ilişkin yapılan farklı yorumlar, metafizikçilerin ve terapistlerin farklı görüşlerinin olduğunu gösteriyor. Metafizikçiler tarafından bakılacak olursa; Wittgenstein, bu kitapta alfabetik olarak gösterilen kavramların yapısını, anlamın bir açıklaması olarak göstermiştir. Buna göre Wittgenstein’ın eserlerinden sağlam bir görüş çıkarmak asıl görevdir. Wittgenstein’ın tanımlamaları, belirgin bir özellik taşıyan klasik açıklama yöntemiyle değil, aksine belirli kavramların uyumu ya da benzerliğinin oluştuğu açıklama yöntemi ile gösterilir. Burada Wittgenstein’ın düşüncelerinin en önemli noktası olan, her zaman yeterli ve açık olmak konusu ortaya çıkar. Yine “Felsefi Soruşturmalar” eserinin 43. sayfasında bu konuyla alakalı olarak şu tanım yapılmıştır: ‘Her durum için geçerli olmayan’, yazar aracılığıyla, anlamın genişleyen belirginliğini bir liste şeklinde okumak ve “Felsefi Soruşturmalar” eserinin ikinci kısmında, Wittgenstein, ikincil anlamı tanımlayan, psikolojinin felsefesi yaklaşımlarını açıklar ve bunu da kelimenin kullanımının neye göre oluştuğunu tanımlar. Wittgenstein’ın geç dönem eserinde “anlam” kavramının temel ve ikincil kullanımı ile ilgili hiçbir şey yoktur, Wittgenstein’ın herhangi bir genişlemiş yorumunun olmadığı ve anlam kavramının detaylı bir şekilde açıklandığı metafiziksel yorum görüşlerine yandaşları tarafından ilgi gösterilmiştir. Buna karşın, terapötik (tedavi yöntemsel) yaklaşım yandaşları eserinin 43. sayfasında Wittgenstein’ın “anlam”ın varlığı ve çekirdeğini adlandırma konusundaki yaklaşımının mevzu bahis olmadığını savunurlar. ‘Her durum için geçerli değil” sınırlaması yazarın geç dönem eserlerindeki metninde bir uyarı niteliği taşımıyor, aynı zamanda ileride yapılacak adlandırmanın da hiçbir şeyi tam olarak açıklamadığını gösteriyor. Felç olmuş bir düşüncenin sebep olduğu gizem dolu bir resim, mümkün bir araştırma nesnesinin olduğunu açıklar. Bunu da bakış açılarını karşılaştırma yöntemiyle yapmıştır. Böylece ‘betim’ ya da ‘diş ağrısı’ kavramlarının anlamlarının, uzayda bir yere sahip olan ‘araba’ ya da ‘sandalye’ gibi görülemeyeceğini belirtmiş, hatta bunun yerine bunların ‘tasvir’ ve ‘diş ağrısı’ arasındaki anlam ve oluşum kurallarının benzerliklerini göstermeye çalışmıştır. Çözüm yolları ve tedavi edici tutumlara göre, sadece anlam kavramının farklı adlandırılmasının nasıl yapılacağı sorunu ortaya çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda çözüm yolları göstermek için, karşılaştırma yöntemiyle tasarlanmış konularının olup olmadığını ortaya koyuyor. Geç dönem felsefesinin yorumlanması üzerine yapılan tartışmalar, Wittgenstein’ın düşüncelerinin devamlılığını da değerlendirmeyi gerektiriyor. Çünkü her iki dönemde de düşünceleri değişmiştir. Terapistler, ‘Felsefi Soruşturmalar’ adlı eserinin başarısız yöntemleri ve mantıksal-felsefi denemesindeki belirsizliği arasında fark yaratan şeyin varlığını kabul etme eğilimi gösterirler. Metafizikçiler ise, iki eserini de negatif metafizik içerisinde açıklar. Onlar erken dönem eserinde anlamsal açıdan mantığın araştırma nesnesini boşluk olarak görürler. Wittgenstein’ın bu bağlamda şu değerlendirmesi önemlidir: “Benim asıl düşüncem mantıksal bir sabitliğin ve de olguların mantığının olmadığıdır.” Geç dönem eserlerinde ise canlı, günlük bir pratikten, yani ‘dilbilgisi’nden bahseder. Wittgenstein’ın geç dönem eserinde dünya yıkılmıştır, artık dili çözülemez şeyler içerisinde belirginleşir ve bu şeylerin, durum ve önermelerle olabilecek mantıksal bir bağlantısı yoktur. Artık mantığın zamana uyum iddiaları dil yapısını belirlemeyecektir. Wittgenstein, dili eski bir şehirle karşılaştırır. Bunlar, çevresinde tek tek evlerin ve düzensiz upuzun sokakların olduğu kenar mahalle kümeleri ve dar sokak ve mekânlardan oluşan, farklı farklı dönemlere ait yeni ve eski ev yapılarının bulunduğu bir mahaldir. Buna göre, onlar için dil düşüncelerin ve hakikatin yeridir. Bir kelimenin anlamı onun dil içinde nasıl kullanıldığına bağlıdır. Ancak kullanım alışkanlıklardan oluşan bir takım işlevsellik ya da ‘dil oyunu’ içerisinde yok olan bir çeşit yaşam tarzıdır. ‘Dil oyunu’ kavramı ile burada şu vurgulanmaktadır: Dili konuşarak kullanmak bir yaşam tarzıdır. Bir tıpçının, esnaf ya da tüccara göre, ateist birinin inançlı birine göre bambaşka ‘dil oyunları’ vardır. Felsefenin görevi ise, dil aracılığıyla aklımızın büyülenmesine karşı mücadele etmektir. Felsefenin araştırma nesnesi, günlük konuşma dilidir. Biz kelimeleri, günlük kullanım metafizikleriyle bağlantılarız. Felsefenin amacı (iyileştirme) terapidir. Filozof bir problemi tıpkı bir hastalık gibi ele alır, inceler. ‘Dil karmaşıklığı’na esir olmuş biri bu durumdan kurtarılmalıdır. “Felsefedeki amacın ne?” sorusuna cevap olarak ‘sineğe, sinek kavanozundan çıkış yolunu göstermek” diye yanıtlamıştır Wittgenstein. Geç dönem felsefesinde ‘mantık’ kavramı ‘dilbilgisi’ ile yer değiştirmiştir. Aralarındaki fark, mantığa karşılık olarak ‘dilbilgisi’nin yaşam tarzı alışkanlıklarının değişebilmesinden kaynaklanır. Aralarındaki benzerlik ise, ne mantığın ne de ‘dil bilgisi’nin açıklanamadığıdır. Bunun yanı sıra her ikisi de oluşturduğu şeyi sadece ortaya koyar, açıklamaz. Sonuç olarak ise, metafizikçiler Wittgenstein’ın erken dönem eserini geç dönem eserlerinde olduğu gibi, özel olan’ iç ve dış dünyadaki dualizmin reddedilmesi’ ve de ayrıca öznel düşüncelerin esas alındığı, ‘aşkın felsefe’ ya da ‘bilgi kuram’larını açıklama yoluyla özdeşleştirmezler. Erkan Oğur Erkan Oğur (d. Mehmet Erkan Oğur, 17 Nisan 1954; Ankara), Türk müzisyen. Aslen Elazığlı olan Erkan Oğur müziğe 4 yaşından itibaren keman, bağlama, flüt ve cümbüş çalarak başlamıştır. Onu Halk Müziği icrası konusunda teşvik eden ilkokul müzik öğretmeni "İlkokulu bitirdiğinde, bizim yöreden çalmadığı saz kalmamıştı." demiştir. Liseyi Ankara'da tamamlamış, ardından Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü ile başladığı üniversite hayatına Münih Üniversitesi Fizik Mühendisliği'nde okuyarak devam etmiştir. Müzisyen olmaya karar verdikten sonra eğitim görmek için Türkiye'ye dönmüş, İstanbul Devlet Konservatuarı Müzik Teorisi bölümünden mezun olmuştur. Çalışmalarında ağırlıklı olarak kopuz ya da dede bağlama, ud, e-bow, perdesiz gitar, klasik gitar, elektro gitarı ve sesini kullanmıştır. Bunlar dışında birçok enstrümanı da albümlerinde başarılı bir şekilde çalmıştır. Gitar çalışında Jimi Hendrix'in bazı etkileri olmuştur. Telvin Trio ile birlikte çıkardığı "Telvin" albümünde doğaçlama caz denemeleri yapmıştır. "Fretless" albümü çıktığı yıl Avrupa'da yılın yaratıcı albümü seçilmiştir. "Bir Ömürlük Misafir" albümü olarak Türkiye'de daha sonra yayınlanmıştır. Türk müziğine icracı ve yorumcu olarak önemli katkılar yapmıştır. 1976'da icat ettiği perdesiz gitar ile birlikte perdesiz bağlamayı da geliştiren kişi olarak dünya müzik literatüründe yerini almıştır. Oğur, 1984 yılında MFÖ grubunun "Ele Güne Karşı Yapayalnız" albümünde yer alan "Güllerin İçinden" şarkısına perdesiz gitarıyla eşlik etmiştir. Müzik yaşamı boyunca pek çok müzisyene ilham kaynağı olduğu gibi bağlama ustalarına da işlerini yaparken adeta sufle vermiştir. "İnsanın, salt yaşantısı ve yapıp ettiklerinin "doğayla uyumlu" olduğu müddetçe başarıya erişme şansı vardır." diyerek hayattaki duruşu hakkında ipucu vermiştir. Öyle ki saz ustası ve müzisyen Kemal Eroğlu meslek hayatını Erkan Oğur'u tanıdıktan önce ve sonra olarak ikiye ayırmaktadır. Mercedes Sosa Mercedes Sosa (d. 9 Temmuz 1935 - ö. 4 Ekim 2009), Arjantinli şarkıcı. Mercedes, 9 Temmuz 1935'te Arjantin Tucuman’da dünyaya geldi. 15 yaşında profesyonel olarak şarkı söylemeye başlayan sanatçı ilk albümünü 1959’da çıkarttı. 1960'ların ortalarına doğru Latin Amerika müziğini rock ve politik müzikle harmanlayan Nueva canción tarzında yaptığı müziklerle tüm dünyada tanınmaya başlandı. 1976’da Jorge Vileda komutanlığında yapılan askeri darbenin ardından ülkesi Arjantin zor günler yaşamaya başladı. Politik tavrından ve müziğinden ödün vermeyen Sosa 1979’da La Plata’da verdiği konser sırasında sahnede gözaltına alındı. Bu olaydan sonra Arjantin’de şarkı söylemesi yasaklandı ve sanatçı sürgün hayatı yaşamak zorunda kaldı. Sosa, ülkesine ancak 1982’de dönebildi. Bu tarihten itibaren müzik çalışmalarına devam eden sanatçı 30’u aşkın albüme imza attı. Tüm dünyada konserler verdi. Sağlığı bozulana kadar müzik çalışmalarına ve politik mücadelesine devam etti. (Latinbilgi.Net ) İlk albümleri olan La Zafra (1962) ve Canciones con Fundamento (1965) dikkatleri çok çekmemiş olsa da ülkesindeki en önemli festivallerden biri olan Cosquin Festivali’ne katılarak bildiğimiz ününe kavuşmuştu. İlk diktatörlük döneminde “La Negra” albümündeki tüm şarkılar yasaklanmıştı, ama o 1979 yılına kadar ülkesinde kaldı. Ve 1979 yılında çıktığı bir konserde tutuklandı. Bundan kısa bir süre sonra A
vrupa’ya yerleşti ve 1982 yılına kadar orada yaşadı. Arjantin’e geri dönüşüyle birlikte diktatörlük karşısında kültürel ifadenin yolunu açan Buenos Aires Opera ve Tiyatrosu'nda çeşitli konserler verdi. Müzik tairihindeki ünü, sosyal adanmışlığı ve insan hakları için verdiği mücadele ile 2002’de Arjantin’de Sarmiento Ödülü’ne layık görüldü. Victor Heredia ve Leon Gieco ile müzikal-sanatsal bir proje olan Arjantin Şarkı Söylemek İstiyor projesine başladıysa da hastalığı nedeniyle yarım bırakmak zorunda kaldı. “Amerika’nın Sesi”ne tam da bu yıl Şarkıcı 1 ve Şarkıcı 2 adlı konseptsel bir çalışma ile katkı koymuştu. “La Negra”nın hassas olan fiziksel durumu, Joan Manuel Serrat, Julieta venegas, Diego Torres, Shakira ve Gustavo Santaolalla gibi sanatçılarıla düetlerini de içeren bu albümü resmi olarak çıkarmasından onu alıkoydu. Nefron Nefron, böbreğin en küçük yapısal birimi. Nefron böbrekte idrarın yapıldığı morfolojik üniteyi oluşturur. Bir böbrekteki nefron sayısı 1-2 milyon arasındadır. Nefronlar ortak açılma kanalları ile böbrek papillaları üzerindeki deliklere açılırlar. Böylece oluşan idrar ilk olarak kalikslerde ve dolayısı ile pelviste biriktirilmiş olur. Sağ ve sol böbreklere gelen günlük kan akımı 1,5 tonu bulur. Nefronlarda gerçekleşen süzme (filtrasyon), salgılama (sekresyon) ve geri emilme (reabsorpsiyon) aşamalarından sonra idrar şeklinde atılan miktar 1,5 lt kadardır. Ayrıca içindeki süzücü kanallar kanı temizlemekte yardımcıdır.Bir nefronda;Bowman kapsülü,glomerulusa kan getiren afferent damar,glomeruldan kanı uzaklaştıran efferent damar,glomerulus ve tubuluslar bulunmaktadır. Uvertür Uvertür, opera, bale veya konçertonun açılışındaki parçadır. Opera, baştan sona bestelenmiş, sololu, korolu, orkestralı sahne oyunudur. Oyuncuların her şeyi şarkıyla anlattığı oyunun metnine "libretto" denir. Oyun süresinin çoğunu sözlü bölümler oluşturur. Sözler, konunun akışına göre belli başlı şu müzik türleri içinde bestelenir: Arya bir kişinin duygu ve düşüncelerini yansıtır. Düet, terzet, kuartet, kentet vb iki, üç, dört ve beş kişinin duygu, düşünce ve konuşmalannı iletir. Resitatif kişilerin sözlerini konuşurcasına bir şarkıyla söyledikleri bölümdür. Koro ise oyundaki kamu vicdanının sesini ortaya koyar. Bunların dışında oyun başlarken genellikle bir giriş parçasına (uvertür) ve oyun içinde yer yer orkestra bölümleri ya da geçitleri gibi çalgısal bölümlere yer verilir. Bazı operalarda bale sahneleri de bulunur. Operalarda bütün bu müzik tür ve biçimleri genellikle ayrı parçalar olarak arka arkaya gelir. Ama bazılarında (örn. Richard Wagner'inkiler) müzik bir perde boyunca kesintisiz sürer. Erciş Erciş (Kürtce: Erdîş), Van ilinin bir ilçesidir. Van Gölü'nden 5 km içeride, 25 metre yükseklikte kurulmuş olan Erciş'in Van'a uzaklığı ise 100 kilometredir. 101 mahallesi bulunmaktadır bunlardan 15'i Merkez Mahalle 86'sı ise Kırsal Mahalledir. Bugün de çevre il ve ilçelerden yoğun şekilde göç almaktadır. 13. yüzyılda ünlü ticaret yolunun geçtiği Erciş'in bugün doğunun batıya açılan kapısı olması buraya ayrı bir önem kazandırmıştır. İran'dan Ortadoğu ülkelerine giden transit yol buradan geçmektedir. Erciş-Ağrı, Erciş-Bitlis ve Erciş-Van karayoluyla yurdumuzun her tarafından gidilmektedir Erciş Ovası, Van Gölü kıyılarının en geniş ovalarından biridir. Ova, geniş vadiler boyunca içerilere sokulmuştur. Zilan Deresi'nin geçtiği yerlere "Hatun Çukurovası", üzerinde Erciş ilçesinin bulunduğu düzlüğe de "Suluova" adı verilmektedir. Ayrıca bol otlu ve sulu birçok ova ve yaylası bulunmaktadır. Belli başlı akarsuları, ovayı kuzeyden güneye geçen Zilan deresi, Deliçay, İrşad Çayı ve Yekmal Çayı'dır. Kuzeyinde Aladağ ve Tendürek, İlçeye yaklaştıkça Meydan Dağı, Gürgür, Baba Dağı, Zurnaki Tepe, hemen devamında Grekor ve Kızılkaya Tepeleri ilçeye hakim yükseltilerdir 1841 yılında Van Gölü sularının tekrar alçalıp yükselmesi sonucu Erciş halkı, eski yerleşim yerleri olan Erciş Kalesi ve civarını terkederek Yukarı Çınarlı, Gölağzı, Kasımbağı, Alkanat ve Çelebibağı'na, idare merkezi de bugünkü Erciş'in kurulduğu 15-20 hanelik bir köy olan Eganis (Akans) adı verilen yere taşınmış ve burası Erciş adını almıştır. 1910 yılında ilçe olmuş, 18 Mayıs 1915 'te Rus ve Ermeni işbirliği ile işgal edilmiş ve 1 Nisan 1918'de de kurtarılmıştır. Tarihte Arzaşkun, Arsissa, Argişti Khinili, Arciş, Ardişi, Eganis, Erdiş şeklinde geçen ilçenin adını, Urartu Krallarından II. Arsissa veya bu topraklar üzerinde kurulduğu belirtilen Arsissa veya Arzaşkun adlı şehirlerden aldığı tahmin edilmektedir. Bugün Erciş'te birçok tarihi eser ve yer bulunmaktadır. İlçenin Çelebibağı mahallesinde Tunç Çağından günümüze kadar kullanılan ve üzerinde Urartular'a Selçuklular'a Osmanlılar'a, Celayirlilere ve Karakoyunlular'a ait değişik örneklerin bulunduğu mezarlığı, Van Bitlis ve Ağrı yol güzergahlarında bulunan Karakoyunlular'a ait Kadem Paşa Hatun, Zortul ve Akçayuva Kübmetleri, Osmanlı-İran savaşlarında büyük önem kazanan ve şu anda Van Gölü suları içerisinde sadece iki yıkık bedeni kalan Erciş Kalesi, ilçenin hemen kuzeyinde Urartular'dan kaldığı belirtilen Zernaki şehir kalıntısı sadece birkaçıdır. Erciş, 1365-1469 arasında Doğu Anadolu ve Irak ve İran'a egemen olan Azeri Türkmen Karakoyunlu Devleti'nin başkentliğini de yapmıştır. Doğu Anadolu bölgesinin Tatvan'la birlikte en gelişmiş ve düzenli ilçesidir. Ticaret hayatı güçlüdür fakat özellikle kükürt gibi doğal ürünlerini işleyecek bir orta boy sanayiden yoksundur. Şehrin önemli geçim kaynaklarının başında Erciş Şeker Fabrikası gelmektedir. Ayrıca Van Gölü havzasındaki ilçe belediyeler içerisinde ekonomik gelişme itibarıyla ilk sıradadır. Kültürel havza itibarıyla ise, Van kentinden çok Ahlat ve Adilcevaz kuzey Van Gölü hattına daha yakındır. Bu yönüyle Van ve Erzurum arasındaki kültürel geçiş bölgesi özelliği gösterir. Folklorik öğeleri daha çok Bitlis havzasının karakterini gösterir. Bölgesinin demografik ve ekonomik çekim merkezidir. Doğal güzellikleri itibarıyla Ahlat'tan sonra ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Şehrin Osmanlı dönemindeki mahalle düzeni korunmakla beraber daha sonraki yıllarda yüksek katlı yapılaşmaların artmasıyla otantik görünümünü kaybetmiştir. Van Gölü kıyıları da aynı ekolojik sorunla yüz yüzedir. Korunması ve doğal özellikleri geliştirilmesi gereken bir mahalledir. Eylül 2016'da "PKK-KCK'ya yardım ve destek verdiği gerekçesiyle 14 Kasım 2015'te tutuklanan belediye başkanı Diba Keskin'in yerine 1 Eylül 2016 tarihinde yürürlüğe giren 674 sayılı Kanun Hükmünde Kararname uyarınca kaymakam Mehmet Şirin Yaşar kayyum olarak atandı. Aziz Nesin Mehmet Nusret Nesin (d. 20 Aralık 1915, Heybeliada - ö. 6 Temmuz 1995, Alaçatı), bilinen adıyla Aziz Nesin, kısa öykü, tiyatro ve şiir dallarında pek çok yapıtı bulunan Türk mizah yazarı. UNESCO'nun yayınladığı Index Translationum adlı dünya çeviri bibliyografyasına göre Aziz Nesin, Türkçe eser veren yazarlar arasında Orhan Pamuk, Yaşar Kemal ve Nâzım Hikmet'in ardından eserleri yabancı dillere en çok çevrilen dördüncü yazar konumundadır. Aziz Nesin, 20 Aralık 1915'te İstanbul Heybeliada'da doğdu. Babası Abdülaziz Bey Giresun'un Şebinkarahisar ilçesine bağlı Ocaktaşı köyünden gelerek İstanbul'a yerleşti ve bahçıvanlık yaparak geçimini sağladı. Aziz Nesin, 1924'te İstanbul Süleymaniye'deki adı daha sonra İstanbul 7. İlkokulu olarak değiştirilecek olan "Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi'nin 3. sınıfına girdi. İki yıl Darüşşafaka Lisesi'nde okuduktan sonra, 1935'te Kuleli Askeri Lisesi'ni, 1937'de Ankara'da Harp Okulu'nu bitirip teğmen oldu. Son olarak 1939'da Askeri Fen Okulu'nu bitirdi. Bu dönemde bir yandan da Güzel Sanatlar Akademisi Süsleme Bölümü'ne devam etti. Bir röportajında ona bu eğitim hayatının "Fikri takip" dedikleri şeyi getirdiğini belirtmiştir. Aziz Nesin, Ankara Harp Okulu'nu bitirmesinin ardından asteğmen rütbesiyle orduya katıldı. 1941'den başlayarak II. Dünya Savaşı yıllarında 2 yıl Trakya'da çadırlı ordugâhta görev yaptı. 1942'de Erzurum Müstahkem Mevkii İstihkam Taburu Bölük Komutanlığı'na atandı ve bir bomba kazasında yaralandı. Erzincan'da depremde yıkılmış bir cephaneliğin boşaltılmasıyla görevlendirildi. 1944'te Ankara'da Harp Okulu'nda açılan ilk tank kursuna katıldı. Aynı yıl Zonguldak'ta uçaksavar top mevzileri yaptırmakla da görevlendirildikten sonra üsteğmen rütbesindeyken "görev ve yetkisini kötüye kullandığı" suçlamasıyla askerlikten uzaklaştırıldı. Aziz Nesin, iki kere evlenmiş, Vedia Nesin ile yaptığı ilk evliliğinden Oya (d. 1940) ve Ateş (d. 1942), Meral Çelen ile yaptığı ikinci evliliğinden ise Hüseyin Ali (d. 1956) ve Ahmet Aziz (d. 1957) adlarında toplam 4 çocuk sahibi olmuştur. Gazeteci Zeynep Oral'ın Milliyet Sanat Dergisi için yaptığı röportajda, Aziz Nesin; mizahı, sanatçıyı ve sanatını şu şekilde tanımlamaktadır. Askerlikten uzaklaştırılmasının ardından bir süre bakkallık, muhasiplik gibi işler yaptıktan sonra 1945 yılında Sedat Simavi’nin çıkardığı "Yedigün" dergisine girdi; daha sonra Karagöz gazetesinde de yapacağı gibi redaktörlük ve yazarlık yaptı. Aynı yıllarda profesyonel olarak oyun yazarlığı yaptı ve "Tan" gazetesinde köşe yazarlığına başladı. 4 Aralık 1946'da bir grup üniversite gencinin "Tan" gazetesini yakması üzerine, sekiz sayı süren, "Cumartesi" adlı haftalık magazin dergisini çıkarmaya girişti. Bu dergi denemesi de sonlanınca, "Vatan' gazetesinde çalışmaya başladı. Aynı yıl, ilk bağımsız yapıtı olan Parti Kurmak ve Parti Vurmak adlı 16 sayfalık broşürü de yayınlanmıştı. 1946'da Sabahattin Ali ile birlikte Marko Paşa mizah gazetesini çıkardı ve büyük ses getirdi. Dergi dönemin politikacılarını ve tiplemelerini sözünü esirgemeden eleştirmeyi bilmiş, tüm baskıların ve defalarca kapatılmasının getirdiği zor koşullara karşın hedeflediği satış rakamlarına ulaşmıştır. Ancak davalar ve suçlamalar dergi yazarlarına epeyi zor dönemler yaşatmıştır. Nitekim yeni adlarla sürdürmeye çalıştıkları "Markopaşa" ekolünün hararetle eleştirdiği Amerikan yardımının Türkiye ü
zerindeki emellerine değindiği henüz yayınlanmamış olan "Nereye Gidiyoruz?" adlı yazısı nedeniyle; 12 Ağustos 1947'de 10 ay ağır hapis ve 3 ay 10 gün de Bursa'da "emniyet-i umumiye nezareti" altında bulundurulma cezasına çarptırıldı. Yazılarının bulunduğu bazı gazete ve dergileri illegal ya da masraflı olduğu için meslektaşlarıyla birlikte sattı. Bu yıllarda yazar Kerim Sadi ile ortak bir ev tutarlar. Kerim Sadi'nin ismi Aziz Nesin'in Bir Sürgünün Anıları kitabında sık sık geçmektedir. Aziz Nesin bu eserinde Sadi'nin entelektüel birikimini teslim etmekle birlikte kişiliğini fazlasıyla eleştirmiştir. Nesin'in trajikomik Bursa anılarına göre Kerim Sadi bencil ve kendini beğenmiş bir kişidir. İkinci kitabı Azizname'yi 1948'de çıkardı. Taşlamalardan oluşan bu kitap için İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. 4 ay tutuklu olarak süren dava sonunda mahkûmiyet almadı; ancak 1949 yılında Birleşik Krallık Prensesi II. Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi, Mısır Kralı I. Faruk birlikte Ankara'daki elçilikleri aracılığıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na resmen başvurarak, bir yazısında kendilerini aşağıladığı iddiasıyla aleyhine dava açınca 6 ay hapse mahkûm edildi. 1952'de İstanbul'da Levent'te bir dükkân kiraladı ve Oluş Kitabevi'ni açtı; Levent sakinlerine gazete dağıtma işini sürdürmekle beraber, iki küçük çocuğunun geçimini sağlayamayınca, 1953'te Beyoğlu'nda bir ortağıyla "Paradi Fotoğraf Stüdyosu"'nu kurdu. 1954'te "Akbaba" dergisinde takma adlarla öyküler yazmaya başladı. Zira edebiyat hayatında iki yüze yakın takma ad kullanmıştır. 1955'te 6-7 Eylül faciası olarak tarihimize gelen İstanbul'daki azınlıkların ev ve dükkânlarının korkunç yıkımına suçlu aranmaya başlanmıştı. Demokrat Parti iktidarı olayların bir "Komünist komplosu" olduğunu iddia ederek aralarında Aziz Nesin'in de olduğu, 100'e yakın solcuyu tutuklattı. Aziz Nesin hiçbir gerekçe olmaksızın 9 ay cezaevinde yattı. Dolmuş”, (1955); “Yeni Gazete” (1957), "Akşam" (1958), “Tanin” (1960), "Günaydın" (1969), "Aydınlık" (1993) gibi dergi ve gazetelerde yayımlanan gülmece öyküleri, röportajlar ve fıkralarla Çağdaş Türk edebiyatının tanınmış ve en verimli kalemlerinden biri durumuna geldi. 1956'da Kemal Tahir ile birlikte Düşün Yayınevi'ni kurdu. 1958'de "Dolmuş-Karikatür" dergisi ile birleşerek 1963'e dek yayıncılığı tek başına sürdürdü. Bir yandan da Yeni Gazete, Akşam ve Tanin'de günlük köşe yazıları yazdı. 1962'de 42 sayı yaşayacak olan “Zübük” adlı mizah dergisini çıkardı. 1956 yılında İtalya'da (Bordighera'da) yapılan ve 22 ülkenin katıldığı Uluslararası Gülmece Yarışması'nda ilk ödül olan Altın Palmiye'yi "Kazan Töreni" adlı öyküsüyle kazandı. Ertesi yıl aynı ödülü "Fil Hamdi" adlı öyküsüyle ikinci kez kazandı. İlk ödülünü 1960 yılında devlet hazinesine bağışladı. Düşün Yayınevi'nin Şubat 1963'te yanması üzerine, yazarlığı tek uğraş edindi. İlk kez 1965 yılında -ancak 50 yaşındayken bu hakkı elde edebilmişti- bir pasaport alabildi. Berlin ve Weimar'daki Antifaşist Yazarlar Toplantısı'na davetli olarak katıldı. Altı ay süren bu ilk yurtdışı gezisinde, Polonya, Sovyetler Birliği, Romanya ve Bulgaristan'a gitti. Nesin, 1966'da Bulgaristan'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Kirpi'yi "Vatani Vazife" adlı öyküsüyle kazandı. 1968'de Milliyet Gazetesi'nin açtığı Karagöz oyunu yarışmasında "Üç Karagöz" oyunuyla birincilik ödülü aldı. 1969'da Moskova'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında "İnsanlar Uyanıyor" adlı öyküsüyle Krokodil birincilik ödülü, 1970'te de Türk Dil Kurumu'nun oyun ödülünü "Çiçu" adlı oyunuyla kazandı. Eşi Meral Çelen'in önerisiyle 1972'de Nesin Vakfı'nı kurdu. Vakıf'ta, her yıl belirli sayıda alınan kimsesiz ve yoksul çocukların bakım ve eğitimlerini üstlendi. Kitaplarının tüm gelirini vakfa bıraktı. 1976-1980 arasında her yılın edebiyat ürünlerinden seçmelerin bulunduğu Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı'nı çıkardı. 1974'te Asya-Afrika Yazarlar Birliği'nin Lotus ödülünü kazanan Nesin, 1975 Lotus ödülünü almak için Filipinler'in başkenti Manila'da yapılan törene katıldı. 1976'da Bulgaristan'da Gabrovo kentinde düzenlenen gülmece kitabı uluslararası yarışmasında birinciliği elde ederek Hitar Petar ödülünü kazandı. 1977'de Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı seçilen Nesin, bu göreve uzun yıllar devam etti. 1978'de "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" adlı romanıyla Madaralı Roman Ödülü'nü kazanırken, 1982'de Vietnam'daki Asya-Afrika Yazarlar Birliği toplantısından dönüşte Moskova'da kalp hastalığından hastaneye kaldırılan Nesin, "Kalp Hastalıkları Araştırma Merkezi"nde bir ay kalarak tedavi gördü. 1983'te Amerika Birleşik Devletleri'nde Indiana Üniversitesi'nin düzenlediği uluslararası toplantıya çağrılan Nesin, pasaportu 12 Eylül idaresince geri alındığı için bu toplantıya katılamadı. 20 Aralık 1984'te Şan Sinema Salonu'nda 70. doğum günü töreni yapıldı. 1984'te Aydınlar Dilekçesi girişiminde bulundu. 1985'te Ekin A.Ş'nin kurulması girişiminde bulundu. Aynı yıl, Birleşik Krallık'ta PEN Kulüp onur üyeliğine seçildi ve TÜYAP'ın düzenlediği "Halkın Seçtiği Yılın Yazarı" ödülünü kazandı. Nesin, 1989'da "Demokrasi Kurultayı"nın toplanmasında etkin görev aldı ve oluşturulan "Demokrasi İzleme Komitesi"nin iki başkanından biri oldu. Aynı yıl, Sovyet Çocuk Fonu'nun ilk kez verilen "Tolstoy Altın Madalyası"na değer görüldü. 19 Mart 1990'da Ankara Sanat Kurumu'nda 75. yaşını kutlayan Nesin, 2 Temmuz 1993'te Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmak üzere Sivas'a gitti. 37 kişinin yaşamını yitirdiği Madımak Oteli katliamından sağ kurtuldu. Yazar, söyleşi ve imza günü için gittiği Çeşme Alaçatı’da, 5 Temmuz'u 6 Temmuz'a bağlayan gece sabaha karşı geçirdiği kalp kriziyle hayatını kaybetti. Cenazesi Çeşme Cumhuriyet Savcısı'nın isteğiyle otopsi yapılmak üzere 6 Temmuz'da İstanbul Çapa Tıp Fakültesi'ne getirildi. 7 Temmuz 1995'te vasiyeti gereği hiçbir tören yapılmaksızın ve yeri belli olmayacak şekilde Çatalca'daki Nesin Vakfı'nın bahçesine gömüldü. Ankara Uluslararası Film Festivali çerçevesinde verilen özel ödüllerin arasında "Aziz Nesin Emek Ödülü" verilmektedir. Aşağıda, Aziz Nesin'e özgü başlıca yazım biçimleri verilmiştir. -beri, -buçuk, aradabir, ara sıra, arayer, azbiraz, azçok, azkaldı, azkalsın, başüstüne, beribenzer, bibakıma, bibaşına, biçok, bidolu, bigün, bikaç, bikez, birara, bir arada, birdenbire, biriki, bisüre, bisürü, bişey, bitakım, bitane, bitek, bitürlü, biyana, biyer, buyüzden, candarma, cıgara, çokaz, enaz, ençok, epiy, fotograf, gülegüle, hangibir, herhangibiri, herneyse, herşey, hertürlü, heryan, heryer, herzaman, hiçbirşey, hiçkimse, hoşgeldin, hoşbulduk, Istanbul, ikidebir, işgören, kıravat, kimbilir, nağra, pek az, pek çok, sağol, Sıvas, tiren, yada ve yazıyla gösterilen her sayı bitişik Hayatı boyunca pek çok ödül, mansiyon ve madalya ile onurlandırılan Aziz Nesin'in kazandığı bazı önemli ödüller aşağıda listelenmiştir: ADSL ADSL (İngilizce: "Asymmetric Digital Subscriber Line"), Asimetrik Sayısal Abone Hattı, günümüzde internet bağlantısı için en çok kullanılan bağlantı tekniğidir. Bir dağıtıcı (İngilizce: "Splitter") , tek bir telefon bağlantısı ile hem ADSL hattına hem de gelen çağrılara izin verir. ADSL genellikle merkez ofisten 4 kilometreden uzakta olmayan mesafelere dağıtılabilir. Fakat kablo bağlantısının izin verdiği ölçüde 8 kilometreye kadar ulaşabilir. Telefon santralinde geleneksel telefon ağı için hat genellikle başka bir frekans dağıtıcısının ses bandı sinyalini ayırdığı yer olan Digital Abone Hattı Erişim Çoklayıcısı/Paylaştırıcısı (İngilizce: "Digital Subscriber Line Access Multiplexer") 'nda sona erer. ADSL tarafından taşınan veriler genellikle telefon şirketinin veri ağı üzerinden yönlendirilir ve sonunda internet protokol ağına ulaşır. Asimetrik kelimesi, veri transfer hızının, gönderim ve alım için eşit olmadığını belirtir. Kullanıcının veri alım hızı, gönderim hızından yüksek olur. Mevcut telefonlar için kullanılan bakır teller üzerinden yüksek hızlı veri, ses ve görüntü iletişimini aynı anda sağlayabilen bir modem teknolojisidir. Mevcut telefon hattını daha etkili kullanmak amacıyla sayısal verileme tekniği ile aktarılabilecek veri yeterliliğinin arttırılması yoluyla kullanıcıya geniş veri aktarım olanağı sağlamaktadır. Dolayısıyla bu teknoloji sayısal veri ve ses bilgilerini aynı anda kullanmamıza olanak sağlar. Ses ve veri bilgilerinin birbirlerini etkilememeleri için splitter/ayırıcı kullanılması gerekmektedir. Farklı ADSL protokolleri mevcut, bunlar; PPPoA - VCmux/Null (Point-to-Point Protocol over ATM), PPPoA - LLC (Point-to-Point Protocol over ATM - Logical Link Control) ve PPPoE - LLC (Point-to-Point Protocol over Ethernet - Logical Link Control). Her iki protokol de hız açısından benzer özellikler taşıyor. PPPoA ile PPPoE arasındaki en önemli fark; PPPoA'da yapılan işin büyük kısmının donanım tarafından yapılması. Uzunca bir süredir açılan portların çoğu PPPoE - LLC protokolünü destekliyor. Altea Altea, İspanya'nın Comunidad Valenciana özerk bölgesinde yer alan Alicante'ye bağlı bir kasabadır. Akdeniz kıyısında yer alan şirin kasaba taşlı bir sahile sahip olup, bir tepenin en üst kısmında güzel bir kiliseye sahiptir. 1990'lardan sonra yoğun bir Kuzey Avrupalı nüfus daha sıcak bir yerde yaşama amacıyla Altea'ya ve çevresine de yerleşmiştir. Yerli halkı Katalancanın başka bir ağzı olan Valensiyaca dilinde konuşur ve bu dil aynı zamanda İspanyolca ile birlikte resmi dildir. Ekonomisi turizm ve tarıma dayalıdır. Yoğun olarak badem ve portakal yetiştirilir. DNA bilgisayarları DNA bilgisayarı veya DNA hesaplaması, geleneksel silikon temelli yapı bileşenleri veya bilgisayar teknolojileri yerine, DNA, biyokimya ve moleküler biyoloji kullanarak yapılan bir hesaplama biçimi hesap edilen yeni nesil bilgisayarlardır. DNA hesaplaması veya daha genel olarak biyomoleküler hesaplama, hızla gelişen, disiplinler arası bir sahadır. Bu sahadaki araştırma ve geliştirmenin konuları, DNA hesaplamasının teorisi, uygulaması ve bu konu
da yapılan deneyleri kapsar. Hacmi sadece 1 cm³ olan 1 gram DNA, 750 terabayt bilgi barındırabilir. Nörofizyologlar beynin gizemli mekanizmasını keşfedebilmek için ilk önce yaşamsal fonksiyonlarını nasıl yerine getirebildiğini çözebilmeyi hedeflediler. Algıların yanı sıra, öğrenme ve fonksiyonların gerçekleştiği beynin hippocampus bölgesinin bir protezinin yapılması hedeflendi. Bu saha ilk Leonard Adleman tarafından 1994'te başlatıldı. Adleman, 7 noktalı Hamilton patika problemini çözerek DNA'nın bir hesaplama aracı olarak kullanılabileceğinin kavramını ıspatladı. Adleman'ın bu deneylerinden beri önemli gelişmeler yapılmış ve DNA hesaplaması ile çalışan çeşitli Turing makinaları inşa edilebilmiştir. 1994 yılında ortaya konulan DNA'ya dayanan bilgisayar kavramı kombinasyon temelli problemlerin çözümünü hedefliyor. Yaşamın temel taşı olan ve en basitten en karmaşığına bütün canlıların fonksiyonlarını kodlayan DNA molekülünün basit ve kararlı yapısı, karmaşık matematik problemlerinin çözümü olarak önerilmiş. DNA bilgisayarları ‘Hamiltonian Path Problem’ olarak adlandırılan ve DNA'nın yapısını kullanarak çözüm üreten bir sistem. Kombinasyon temelli problemleri seri olarak çözmeye çalışan geleneksel bir bilgisayarın masif paralel olan DNA bilgisayarının hızına erişmesi asla mümkün olamaz. DNA bilgisayarlarının çok daha az enerji gerektirdiğini ve daha da önemlisi 1000 litre suyun, şimdiye kadar üretilmiş normal bilgisayar hafızalarından daha fazla bilgi tutabileceği ya da 1 kilogram DNA’nın bilişim kapasitesinin şimdiye kadar üretilmiş bilgisayarlardan daha fazla olduğunu göz önünde bulundurursak, bu sistemin kapasitesini anlayabiliriz. 1996’da biyomedikal mühendis Theodore W. Berger, hippocampusun aktivitesini üretebilen, özel olarak tasarlanmış bir DNA çipi üretti. Şimdi ise mikroelektrodlarla bu çipi beyin hücrelerine (neuron) bağlamayı hedefliyor. Berger, kendi kara kutusunu inşa ederek beyni kopya edebilmek ve hippocampusun her algısı karşılığında ürettiği cevabın kusursuz olarak aynısını üretebilmeye çalışıyor. Hippocampusun özel bir bölgesi olan ‘dentate gyrus’ dokusunun taklidi bu yolla yapılmış bulunuyor. Böylece beynin her bölümünün fonksiyonlarını yerine getirebilecek çiplerin yapılabileceği de kanıtlanmış oluyor. Bu yaklaşımı kullanarak gerçek nöronları ve gerçek beyin sistemlerini kurabilmeyi amaçlayan Berger’in ümidi sadece belleği ve öğrenmeyi değil, hareketi ve algıları yöneten beyin bölgelerini de çözümleyebilmek. 1997’de CALTECH’te bir araştırma grubunun sonuçlanan araştırmalarının açıklanmasıyla, geliştirilen neurochip metodunun canlı beyin hücrelerine bağlanması başarıldı. Ayrıştırılan hippocampus hücresinin, yine in vitro olarak neurochipin bulunduğu ortama yerleştirilmesiyle ve beslenmesi için gerekli ortamın sağlanmasıyla, hücre dendritler ve akson geliştirdiğinde hemen yanındaki hücrenin akson ve dendirtleriyle elektrik bağlantısı kurup bilgi iletimini kurar. Bu gelişme neural networkler üzerine yapılan araştırmalarda çok önemli bir adımı belgeliyor. 2002'de, Weizmann Institute of Science'de araştırmacılar, enzim ve DNA moleküllerinden oluşan programlanabilir bir moleküler hesap makinasını duyurdular. 2004'te ise aynı kuruluştan araçtırmacılar yeni bir DNA hesaplayıcısının duyurusunu yaptılar; bu sistem, bir girdi ve bir çıktı modülü ile birleştirilerek, bir hücrenin kanserli olduğunu teşhis edip, bu tanı üzerine bir anti-kanser ilacı salabilmekteydi. 2009'da biyohesaplayıcı sistemlerin standart silikon çiplerle birleştirilebildiği ilan edildi. Bu deneyde, yüzey-etkin silikon çipleri kullanılarak enzime dayalı bir "OR-Reset/AND-Reset" mantık sistemi elde edilmiştir. Bu sistem biyolojik ve elektromekanik sistemlerin hücreden küçük boyutta bütünleşmesinin ilk örneği olmuştur. DNA hesaplaması temelde paralel hesaplama yapmaktadır çünkü pek çok farklı DNA molekülü farklı olanakları aynı anda denemektedir. DNA hesaplaması silikonlu bilgisayarlara kıyasla çok daha az enerji tüketir. Ligasyon reaksiyonu ve hatta DNA'nın iki ipliğinin ayrışması için adenozin trifosfat (ATP) kullanılır. Hem iplik hibridizasyonu hem de DNA omurgasının hidrolizi, DNA içinde depolanmış potansiyel enerjinin etkisiyle kendiliğinden olabilir. İki ATP molekülünün hidrolizi 1.5 x 10 J enerji salar. İkişer ATP molekülü kullanan pek çok geçiş (transition) olayı olsa dahi güç tüketimi düşüktür. Örneğin, Kahan, tasarımını sunduğu sistemin saniyede 109 transisyonu (geçişi) 10 W kullandığını belirtilmiştir. Shapiro da 4000 saniyede 7.5 x 10 çıktı üreten bir sistemini rapor etmiştir ki bu da ~ 10 W enerji üretimine karşılık gelir. Özelleşmiş bazı problemler için DNA bilgisayarları bugüne kadar imal edilmiş tüm bilgisayarlardan daha hızlı ve daha küçüktür. Bazı matematik hesaplamaların DNA bilgisayarı üzerinde çalıştığı gösterilmiştir. Örneğin Strassen'in matris çarpım algoritmasının bir DNA bilgisayarında çalışabilen genel ve ölçeklenebilir bir uygulamasını yayımlanmıştır. Ancak, DNA hesaplaması hesaplanabilirlik kuramı bakımından yeni bir yetenek sağlamamaktadır. Hesaplanabilirlik kuramı farklı hesaplama modelleri ile hangi problemlerin berimsel olarak çözülebilir olduğunun araştırmasıdır. Örneğin, Von Neumann makinalarında bir problemin çözümü için gereken bellek hacmi üssel olarak büyüyorsa (EXPSPACE tabir edilen problemler), DNA makinalarında da üssel olarak büyür. Çok büyük EXSPACE problemlerinde gerekli olan DNA miktarı kullanışlı olamayacak derecede çoktur. (Buna karşın kuantum hesaplaması ilginç yeni berimsel yetenekler sağlamaktadır.) DNA hesaplaması DNA nanoteknolojisi ile örtüşen ama ondan farklı bir sahadır. DNA nanoteknolojisi Watson-Crick baz eşleşmesinin spesifisitesini ve DNA'nın diğer özelliklerini kullanarak DNA'dan yeni yapılar inşa eder. Bu yapılar DNA hesaplamasında kullanılabilir ama bu şart değildir. Buna ek olarak, DNA hesaplaması DNA nanoteknolojisi ile mümkün olan bu tür molekülleri kullanmadan da yapılabilir. DNA temelli bir hesaplama cihazı inşa etmenin çeşitli yöntemleri vardır, her birinin avantajları ve dezavantajları vardır. Bunların çoğu DNA'dan yapılmış temek mantıksal kapılardır (AND, OR, NOT). Sistemin çalışması için ayrıca oligonükleotitler, enzimler, DNA dizilimler ve polimeraz zincir tepkimesi kullanılır. Katalitik DNA (deoksiribozim veya DNAzim), uygun bir sinyal girdisinin (uyuşan bir oligonükleotit gibi) varlığı halinde bir reaksiyonu katalizler. DNAzimler, silikon temelli sayısal mantığa benzer şekilde çalışan mantık kapıları imal etmekte kullanılır. Ancak, DNAzimler 1-, 2- ve 3-girdili kapılarla sınırlıdır ve birbirini seri olarak izleyen önermeleri değerlendirebilecek tasarımlar halen mevcut değildir. DNAzim mantık kapısında, kendisi ile uyuşan bir oligonükleotite bağlandığı ve kendi bağlı olduğu fluorogenik substrat kesilip salınınca bu mantık kapısının yapısı değişir. Başka malzemeler de kullanılabilse de, çoğu modeller flüroresan bir substrat kullanırlar çünkü bunun algılanması kolaydır, tek molekül seviyesinde dahi. Flüoresans miktarı ölçülerek bir reaksiyonun olup olmadığı anlaşılabilir. Değişen bir DNAzim "kullanılmış" olur ve yeni bir reaksiyon başlatamaz. Bu yüzden, bu reaksiyonlar eski ürünün atıldığı ve yeni moleküllerin eklenebildiği, sürekli karıştırmalı tank benzeri bir alet içinde bu reaksiyonlar yer alır. Yaygın kullanılan iki DNAzimi E6 ve 8-17 olarak adlandırılır. Bunların popüler olmasının nedeni, bir substratın herhangi bir yerinden kesilmesine olanak vermeleridir. Stojanovic ve MacDonald, E6 DNAzimini kullanarak MAYA I ve MAYA II makinalarını yaratmışlardır; Stojanovic ise, 8-17 DNAzimini kullanarak mantık kapıları yapılabileceğini göstermiştir. Bu DNAzimlerin mantık kapıları yapmakta yararlı olduğu gösterilmiş olmakla beraber, işlev göstermek için Zn veya Mn gibi bir metal kofaktörüne gerek duymaları onların yaygın kullanımını kisitlar, bunlar in vivo kullanılamazlar. "Sap ilmik" adı verilen bir tasarım, ucunda bir ilmik olan tek bir DNA ipliğinden oluşur, bu ilmik kısmına başka bir DNA ipliği bağlanınca bu dinamik yapı açılıp kapanır. Bu olgudan yararlanılarak çeşitli mantıksal kapılar yaratılmıştır. Bu mantıksal kapılar MAYA I and MAYA II adlı bilgisayarların tasarımında kullanılmıştır. Enzim-temelli DNA bilgisayarları basit Turing makinası şeklinde çalışırlar; enzim, Turing makinasına karşılık gelir, DNA da yazılıma. Shapiro Fok I enzimi ile çalışan bir DNA bilgisayarı üretmiştir. sonra bu çalışmayı geliştirerek prostat kanseri tanısı koyabilen ve ona bir tepki verebilen bir otomat imal etmiştir: otomat PPAP2B ve GSTP1 genlerinin düşük ifadesi ile, PIM1 ve HPN genlerinin yüksek ifadesine duyarlıdır. Bu otomat bu genlerin ifade düzeyini teker teker belirlemekte ve pozitif tanı halinde kendini keserek tek sarmallı bir DNA molekülü salmaktadır. Bu tek sarmallı DNA MDM2 genine ters anlamlıdır (MD2 p53'in bir represörü, yani bir tümör süpresörüdür). Bu sistemin tasarımında, negatif tanı halinde bu otomatın hiçbir şey yapmamasındansa pozitif tanı ilacının bir baskılayıcısını salmasına karar verilmişti. Bu uygulamanın bir sınırlaması, iki farklı otomata gerek olmasıdır, her bir ilaç için ayrı bir otomat gerekmektedir. İlacın salınmasına kadar geçen değerlendirme safhası yaklaşık bir saat sürmektedir. Bu yöntem ayrıca geçiş molekülleri ve FokI enzimin mevcut olmasını gerektirmektedir. FokI enziminin gerekliliği "in vivo" uygulamayı sınırlamaktadır, en azından "üst düzey organizmalarda" kullanım söz konusuysa. Bu tasarımda 'yazılım' molekülleri tekrar kullanılabilmektedir. Bazı DNA bilgisayarlarından bir "girdi" DNA ipliği başka bir DNA molekülündeki yapışkan uca (tutunma yeri) bağlanır, bu sayede o moleküldeki öbür ipliğin yerine geçebilir. Bu tasarım sayesinde modüler AND, OR ve NOT kapıları ve sinyal amplifikatörleri yaratılabilir ve bunlar olabildiğince büyük bilgisayarlara bağlanabilir. Bu DNA bilgisayarları enzim gerektirmez. DNA nanoteknolojisi, kendisiyle ilişkili olan DNA hesaplaması sahasında uygulanmıştır. Çoklu yapışkan uçları olan DNA "kar
oları" tasarlanabilir, bu DNA moleküllerinin dizileri uygun şekilde seçilirse Wang karosu özelliğinde karolar oluşur. "Çifte krosover" (DX kısaltması ile bilinir) parçalarının birleşmesinden oluşan bir dizilimin XOR mantık işlemini kodladığı gösterilmiştir; Bunun sonucunda, DNA dizilimi hücresel otomat gibi davranarak Sierpinski üçkeni olarak adlandırılan bir fraktal üretir. Böylece gösterilmiştir ki DNA dizilimlerine hesap ürünleri de dahil edilebilmekte ve basit periyodik dizilimlerden daha karmaşık yapılar oluşturabilmektedir. Yerel yönetim Yerel yönetimler, ulusal sınırlar içerisindeki değişik büyüklüklerdeki topluluklarda yaşayan insanların, ortak ve yerel nitelikteki gereksinimlerini karşılamak amacıyla kurulan ve hukuk düzeni içerisinde oluşturulmuş olan anayasal kuruluşlardır. "Yerel yönetimler, belli bir coğrafi alan üzerinde yaşayan yerel topluluk üyelerinin kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, ekonomik, sosyal, kültürel zenginliğe ve refaha ilişikin yerel hizmetleri genel yetkiyle, kendi sorumluluğu doğrultusunda yerine getiren, işleyişinde açıklığı, şeffaflığı çoğulcu ve katılımcı demokrasi ilkelerini hayata geçiren, yetkilerin yerel halka en yakın yönetim birimince kullanıldığı, kamu tüzel kişiliğine sahip, özerk, demokratik bir kuruluştur. Belediye, valilik, kaymakamlık örnek olarak verilebilir. İl Özel İdaresi 1982 Anayasasının 126. maddesi "Türkiye merkezi idare ve kamu hizmetlerinin gereklerine göre, illere; iller de diğer kademeli bölümlere ayrılır." hükmünü getirmektedir. Merkezi hükümetin taşrada örgütlenmesinin temelinde iller yer almaktadır. İl Özel İdareleri görevleri bakımından merkezi yönetim ile belediye ve köyler arasında "ara düzey" niteliğe sahip idari birimlerdir. Anayasamızın 127. maddesine göre il yerel yönetimi (İl Özel İdareleri) il halkının yerel nitelikteki ortak ihtiyaçlarını karşılamak üzere, kuruluş esasları yasa ile belirtilen ve karar organları yine yasada gösterilen, seçmenlerce seçilerek oluşturulan kamu tüzel kişileridir. İl Özel İdareleri 04.03.2005 tarihli ve 5302 sayılı kanunla yönetilir. Belediye sınırları dışında olmak kaydıyla aşağıdaki görev ve hizmetleri yerine getirirler. İÖİ tüzel kişiliği olan, idari ve mali özerkliğe sahip kamu kuruluşlarıdır. Tüm tüzel kişilerde olduğu gibi özel idarelerde de tüzel kişilik adına hukuken bağlayıcı eylemlerde bulunacak organlara gereksinim vardır. Bu organlar; Mali tevzin Türk maliye literatüründe, merkezi yönetim ve yerel yönetim arasındaki gelir ve gider bölüşümü, mali tevzin başlığı altında ele alınmıştır. Tevzin, denkleştirme ya da dengeleme anlamına gemektedir. Prof. Dr. Ruşen Keleş bu terim için akçal denkleştirme deyimini kullanmaktadır. Mali Tevzin teriminin İngilizce karşılığı olarak kullanılan ""intergovernmental fiscal relations"" deyimi aslında federal devletler için geçerli olabilecek, iki kademeli mali ilişkileri kapsayacak anlamda kullanılmıştır. Bu terim yerine son dönemlerde ""fiscal federalism"" deyimi kullanılırken, İngiltere'de ise gelirin bölüşümü ""Revenue Sharing"" deyimi kullanılmaktadır. Kaynak Dağılımı Ekonomik ortamı değişmez kabul (Ceteris Paribus) edip belli bir amaca en iyi şekilde ulaşmak için üretim faktörlerinin ne şekilde kullanılması gerektiğini gösteren mekanizmalara "kaynak dağılımı mekanizması" adı verilir. Kıt üretim faktörlerinin (kaynakların) çeşitli kullanım alanları arasında farklı dağılımı, farklı üretim, tüketim, bölüşüm ve yatırım büyükleri ortaya çıkaracak ve bunların sonucunda elde edilecek toplumsal refah düzeyleri de farklı olacaktır. Bu nedenle toplumsal refah maksimizasyonunu sağlamak için, hangi maldan, ne miktarda üretileceği, bunların ne kadarının tüketileceği ve ne kadarının yatırımlara ayrılacağı ve bu yatırımların sektörler arasındaki dağılımının ne olacağı soruları ekonomik sistemlerin özellikleri çerçevesinde kaynak dağılım mekanizması içinde yanıtını bulur. Gelir dağılımı Gelir dağılımı, bir ekonomide ortaya çıkan gelirin, oyunculara nasıl paylaştırıldığını gösteren ekonomik göstergedir. Ülkeler düzeyinde, gelirin sosyal sınıflar arasındaki dağılımıdır. Bir ekonomideki bütün kişiler yaşamları boyunca üretim sürecine emek, sermaye veya servetleriyle katılarak yaşamlarını sürdürmek için yeterli bir gelir sağlamak durumunda olmayabilirler. Hastalık, sakatlık, yaşlılık, işsizlik gibi nedenlerle yeterli bir gelir elde edilemeyebilir ve yeterli servet stoklarına sahip olunamayabilir. Bu nedenle devlet, kendi kusurları olmaksızın geçimlerini tamamen ya da kısmen sağlayamayanların yeterli bir gelire kavuşmalarını mümkün kılan yeniden dağılım tedbirlerini almak zorundadır. Ekonomik süreç içerisinde fonksiyonel gelir dağılımı ile ilk olarak ortaya çıkan gelir brüt gelirdir. Ekonomi teorisi brüt gelirle ilgilenir, buna faktör gelirlerinin dağılımı, birincil dağılım adı da verilmektedir. İkincil dağıtım ise, gelirin doğuşu ile kullanışı arasında geçen yeniden dağılımı ile ilgili konuları kapsamaktadır. Bu nedenle ikincil dağıtım devletin araya girerek sosyal ve etik nedenlerle birincil dağılımı düzenlemesi anlamına gelir. Böylece devletin müdahalesi sonucu ortaya çıkan gelir dağılımı ikincil gelir dağılımı olarak adlandırılır ve birincil dağılıma göre daha eşitçi olduğu kabul edilir. Devletin gelirleri daha eşitlikçi bir düzeye sokma çabaları, gelirin yeniden dağılımı olarak adlandırılabilir. Bu amacı gerçekleştirmek için devletin elinde gelir dağılımının fonksiyonunu ve büyüklüğünü etkileyebilecek çok sayıda araç bulunmaktadır. Mali olmayan politika araçlarının başlıcaları: istihdam, ücret ve fiyat kontrolleridir. Temel maliye politikası araçları ise; vergi ve kamu harcamalarıdır Tam İstihdam Tam istihdam, bir ekonomide mevcut olan tüm üretim faktörlerinin tam olarak kullanılmasıdır. Ancak ekonomik kuramda ve uygulamada tam istihdam üretim faktörlerinden emek üzerinden tanımlanmaktadır. Bununla beraber, tam istihdamı toplam işgücünün hepsinin istihdam edilmesi gibi bir durum olarak düşünmek hatalıdır. Birçok ekonomist geçici veya yapısal unsurlarında göz önünde tutularak makul işsizliğin olduğu bir istihdam düzeyini, tam istihdam durumu olarak kabul eder. Doğal olarak tam istihdam düzeyinde ortaya çıkacak işsizlik (friksiyonel işsizlik) oranı ülkeden ülkeye ve çeşitli koşullara bağlı olarak değişecektir. Klasik iktisata göre, sanayileşmiş ülkelerde tam istihdam durumu, doğal durumdur, ekonominin kendi dinamikleri onu tam istihdam durumuna taşıyacaktır. Adam Smithin Görünmeyen El kuramı, bu dinamikleri ve süreci açıklamaktadır. Dışsallık Dışsallık; bir ekonomik birimin kendi faydasını artırmak için aldığı kararın, aslında hiçbir organik bağı olmayan başka bir ekonomik birimin aldığı kararının sonuçlarını dolaylı ya da dolaysız etkilediği durumlarda ortaya çıkan bir kavramdır. Buna göre bir ekonomik birimin seçimleri, diğer birime fayda ya da zarar olarak etki edebilir. Dışsallıklar genelde pozitif dışsallıklar ve negatif dışsallıklar olarak iki grupta toplanır. Pozitif dışsallık ya da bir diğer adıyla toplumsal yarar gözetimi; bir kişinin ya da kurumun aldığı bir kararın birincil kişi dışında başka kişi ya da kurumlara da yarar sağlayıcı nitelikte olma durumudur. Negatif dışsallık, kişinin ya da kurumun aldığı bir kararın başka bir ekonomik birime zarar verme durumudur. Bu noktada bir birim fayda sağlarken diğer birim bu faydadan açık bir şekilde zarar görür. Kurumlar noktasında negatif dışsallıklar genelde maliyetlendirilen bir unsurdur. Jestiyon yöntemi Jestiyon Yöntemi, bir devlet saymanın yönetim zamanını ifade eden bir kavramdır. Bu yöntemde saymanın yönetim zamanı en çok bir yıl, en az mali yıl içinde görevde kaldığı süre olarak kabul edilmiştir. Bir başka deyimle, bütçe hesabı saymanın yönetim zamanının sonunda kapatılır. Bu yönetim zamanı olağan olarak bir bütçe yılıdır. Sayman, bütçe yılı içinde daha az bir süre yönetim yapmışsa hesaplar, saymanın görevde olduğu süre sonunda kapatılır ve yeni saymana devredilir. Türk bütçe uygulamasında kabul edilen hesapları kapatma sistemi bazı istisnalarla, jestiyon sistemidir. Hesaplar, bütçe yılı sonunda kesin kapatılır. Yürürlüğe giren yeni yılda, uygulaması biten bütçe yılına ilişkin gelirlerin toplanmasına ve harcamaların yapılmasına olanak verilmez. Sayman, bütçe yılı bitmeden görevden ayrılmışsa, hesapları kapatır ve yeni saymana devreder; ancak, yeni saymanda mali yıl sonunda hesapları kesmek zorundadır. Örneğin, 2006 yılına ait bir gelir 2007 yılında tahsil edilirse, tahsil edildiği yılın hesaplarına kaydedilir. Çerkesler Çerkesler veya Çerkezler, Adığeler, Adıgeler, Adigeler (), Kuzey Kafkasya’da, tarihi Çerkesya'da (Çerkezistan), bugün ise Rusya'ya bağlı Adıgey, Karaçay-Çerkes ve Kabardey-Balkar cumhuriyetleri ile Krasnodar Krayı ve Stavropol Krayı'nda Kuzeybatı Kafkas dillerinin "Adığe-Abhaz" grubundan Çerkesçeyi konuşan yerliler ile Çerkes Sürgünü'nde Çarlık Rusyası döneminde Kafkasya'dan Osmanlı İmparatorluğu topraklarına sürülen ve bugün Türkiye, Ürdün, Suriye ve Filistin gibi ülkelerde yaşayan Kuzey Kafkas halkı. Batı Çerkesleri ve Doğu Çerkesleri olmak üzere iki ana kola ayrılan Çerkesler bir düzine ana boydan oluşurlar. Abaza ve Abhazlarla akrabadırlar. Çerkesler 16.-17. yüzyıllardan itibaren Osmanlı Türkleri ve Kırım Tatarları aracılığıyla görece geç Müslüman olan bir toplumdur. Kafkasya’da Kuzey Osetya’nın Mozdok bölgesinde yaşayan 3 bin kişilik bir Hıristiyan Kabardey topluluk dışında Çerkeslerin tamamı Sünni Hanefi Müslümandır. Çerkes boyları üzerine en eski ve en geniş bilgiyi 1667 yılında Evliya Çelebi vermiştir. Dünyada en büyük Çerkes nüfusu Kafkasya'da değil Türkiye'de bulunmaktadır. Rus İmparatorluğu ile Çerkesler ve Kafkasya İmamlığı arasında Rusların Kafkas Savaşı, Çerkeslerin ise Rus-Kafkas Savaşı (1817–1864) ya da Rus-Çerkes Savaşı (1763–1864) dedikleri savaşlardan sonra Ruslara geçen Çerkes topraklarında yaşayanların büyük bölümü Osmanlı topraklarına tehcir ettirilmiştir. Çerkes Sürgünü ya da Çerkes Soykırımı adı verilen bu olayl
ar 20 Mayıs 2011 tarihinde Gürcistan parlamentosu tarafından soykırım olarak tanınmıştır.. Rusya Çerkesleri: Rusya Federasyonunda resmî kullanımda idarî birimine göre üç (2002 yılından beri: dört) ayrı halk olarak kabul edilirler: Türkiye Çerkesleri: Çerkes adı Kafkasya'da Çerkesçe denen lehçe grubunun Batı Çerkesçesi ve Doğu Çerkesçesi olmak üzere iki kolunu konuşan Kuzey Kafkasyalıları nitelendirirken, Türkiye'de (ve Osmanlı coğrafyasında) ise bunlar dışında ayrıca Abazalar, Abhazlar, Osetler, Karaçaylar, Balkarlar, Çeçenler ve Dağıstanlılar gibi farklı diler konuşan Kuzey Kafkasyalıları topluca belirtmek için Çerkes/Çerkez adı yaygın biçimde kullanılır. Osmanlı döneminde Karaçaylar için "Kara Çerkes" (قره چركس), Balkarlariçinse "Dağ Çerkes" (طاغ چركس) adı da kullanılmıştır. Türkiye ve diğer diaspora Çerkesleri Kafkasya'dan sürgün edilmeleri tarihini 21 Mayıs 1864 Çerkes Sürgünü ve Soykırımı Anma Günü olarak kabul etmektedirler. Rusya ve Rusçadaki kullanımı: ISO 639 kodu ady ve kbd olan ve Çerkesçe ortak adıyla anılan dilleri konuşan Kuzey Kafkasyalılar günümüzde Kafkasya'da idari yönden birbirinden bağımsız üç cumhuriyette (Adıgey, Karaçay-Çerkes, Kabardey-Balkar) yaşarlar. Günümüz Rusçasında hepsini için "adıgi" (Adığeler) terimi kullanılırken, resmî olarak Adıgeyli terimi Adıgey Cumhuriyetindekileri, Çerkes terimi Karaçay-Çerkes'tekileri, Kabardey terimi ise Kabardey-Balkar'dakiler için kullanılmaktadır. Bu üç idari birimde yaşayan Çerkesler/Adığeler Rusya'da (ve Rusçadan çeviri yapan dillerde) üç ayrı milliyetmiş (Adıgeyliler, Çerkesler ve Kabardeyler) gibi kabul edilmeye başlanmıştır. Karaçay-Çerkes'te Doğu Çerkesçesini konuşanlar kendilerini ifade ederken "Adığeler" terimi yanında Rusça resmî adlarının uyarlama çevirisi olan "Çerkesler" (шэрджэсхэр Şercesḫer, черкесхэр Çerkesḫer) terimini de kullanırlar. 27 Temmuz 1922 tarihinde kurulan Krasnodar başkentli Çerkes (Adıgey) Özerk Bölgesi "Çerkes" milliyetli iken 24 Ağustos 1922 tarihinde Adıgey (Çerkes) Özerk Bölgesi adını alarak "Adıgey" milliyetli yapılmış ve 3 Ağustos 1928 - 5 Ekim 1990 tarihlerinde Adigey Cumhuriyeti olarak yeniden yapılandırılırken adından da "Çerkes" nitelemesi çıkarılmış ve 1990 yılında da Maykop başkentli günümüzdeki Adigey Cumhuriyetine dönüşmüştür. Türkiye ve Türkçedeki kullanımı: Kendilerini kendi dillerinde ifade ederken Adığeler/Adıgeler/AdigelerAdiğeler terimini kullanan bu halk için Türkçede yaygın biçimde Çerkesler/Çerkezler terimi kullanılır. Çerkes adı Türkçede ayrıca bu Çerkeslere komşu olan ve kültürel olarak da yakınlaşan farklı dilleri konuşan (Abazalar ile Abhazlar, İrani dilli Osetler, Türk dilli Karaçaylar ve Balkarlar) gibi halkları da kapsayacak kadar geniş tutulur. Kimilerine göre son yıllarda Çerkes ifadesinin kullanılması bir şekilde Adığelerle sınırlandırılmıştır. Fakat bu sınırlama Türkiye'deki "Çerkes" kelimesinin içerdiği geniş anlamı yansıtmaz. Zira, günümüzde Rusya Federasyonunda "Çerkes/Adığe" (Rusça "aдыги" «Adığeler») terimi her biri ayrı halklar olarak kabul edilen üç Adığe halkını (hepsi de resmî olarak ayrı halklar kabul edilir: "aдыгейцы" «Adıgeyliler», "черкесы" «Çerkesler», "кабардинцы" «Kabardeyler») topluca ifade etmek için kullanılırken, diasporada ise genellikle "Çerkes "adının kapsamı daha geniştir. Bir kesimin görüşüne göre," " "Çerkes" bütün Kuzey Kafkas halklarının ortak siyasî adıdır ve o yüzden "Çerkes kelimesi ve ulusu tek etniğe (Adığe) indirgenemez ve Çerkesya sadece Adığelerin ülkesi değildir; olmamıştır" Türk Dil Kurumu "Çerkez" yazımını tercih ederken, literatürde daha çok "Çerkes" yazımını yaygındır. Adiğe adının etimolojijisi olarak "atté" («yükseklik» Çerkesçe "лъагэ" «yüksek/высокий») ve "ghéi" («deniz» Çerkesçe "хы") ile kurulu olduğu ileri sürülür ve dağlar ile deniz arasında yaşayanları belirttiği iddia edilen farazî "attéghéi" kelimesine dayandırılır. Orijinali "Adıge" olarak yazılan ve Türkçe kaynaklarda beş farklı imlâda ("Adıge, Adige, Adiğe, Adıghe, Adığe") rastlanan ismin doğru yazımı, "g (г) harfi Çerkesçe/Adığece kelimelerde ğ, Rusçadan geçen kelimelerde g okunur" kuralı gereği "Adığe" biçimidir. Zygii (Ζυγοί, Ζυχοί) halkı ile Çerkeslerin (ve Cigetlerin) ilgisi olduğu sanılıyor. Kafkasolog Georgiy Turçaninov'a (Георгий Фёдорович Турчанинов) göre, Grekçe "Ζυγοί" etnik adı Ubıh dilinde Abazalar-Abhazlar için kullanılan "a'zʁa" adından gelir. Çerkes dil bilimi uzmanı Batırbıy Bırsır'a göreyse "Adığe" kelimesinin Abhazca dengi olan "Adzıhe" (адзыхэ; günümüzde Batı Çerkesçesinde Abhazya için Азгъей "Azğey" adı kullanılır) biçimi Grekçeye "Zyx" olarak geçmiştir. Abhazcada Çerkesler için eskiden "азахә" (pl: "азахәқәа" ya da "азахәцәа") kelimesi kullanılırken, günümüzde "адыга" biçimi kullanılmaktadır. Çerkes adının etimolojisini ise Türkçe "çeri" (چرى «asker») kelimesi ile "kesmek" fiilinin emir kipi olan "kes" (کس) ile kurulu olarak açıklamak bir halk etimolojisi örneğidir. Antikçağ Yunan ve Roma tarihçileri Strabon (Geographia 11.2) ile Büyük Plinius (Chorographia 1.12) tarafından kaydedilen Kerketler/Cercetae (Kerkétai Κερκέται) halkı ile Çerkeslerin ilgisi olduğu düşünülüyor. Dil temelinde iki ana gruba ayrılırlar ve her iki grup da kendilerini "Adığe" (aдыгэ) olarak tanımlar: Rusya’da 1897 yılında yapılan ilk genel nüfus sayımından iki yıl önce "Rus İmparatorluğu’nda Yaşayan Halkların Alfabetik Listesi" başlığıyla bir ön çalışma yapılmış. 1895 yılında Petersburg’ta yayınlanan bu listede Rusya halklarının değişik yayınlarda yer alan ve farklı yıllara ait nüfus bilgileri derlenerek dilleri, dini inançları ve yaşadıkları bölgeyle ilgili kısa bilgiler verilmiştir. Buna göre Çerkeslerin 1891 yılındaki nüfusu 161.950 kişidir. Günümüzde Rusya dışında Çerkes kabul edilen yakın halklar ise Rusya'da Çerkeslerden ayrı tutulmuştur (Nah-Dağıstan dillerini konuşanlar hariç): Ubıhlar 25.000 (1867), Abhazlar 60.000 (1886) {Abazinler yer almamış}, Balkarlar (Балкары) 3.000 (1875), Karaçaylar (Карачаевцы) 25.000 (1891), Osetler (Осетины) 164.490 (1886) Çerkesler, tarihöncesi çağlardan beri Kuzeybatı Kafkasya'da yaşamış olduğu kabul edilen bir halktır. MÖ 6. yüzyıldan bu yana Azak Denizi'ni Karadeniz'e bağlayan Kerç Boğazı'ndan Gürcistan'a kadar uzanan ve Kafkasya diye anılan bölgenin kıyı şeridinde yaşadıkları sanılır. Bu uzun dönem içinde tarihî kaynaklarda Çerkesler için Sindai, Kerketai, Zikkoi, Zyghoi gibi değişik adlar kullanılmıştır. Hattilerden ("Хьатхэр") türedikleri yolunda iddialar bulunsa da, esas olarak kabul edilen teoriye göre, Grek kaynaklarında Sind ve Meot ("МыутӀ, МыутӀэ") olarak geçen halklar Çerkeslerin atalarıdır. Çerkes destanı Nartlarda "Cırt", "Çıt", "Çınt" biçiminde geçen yer ve topluluk adlarıyla anılan halkların Sind ve Meotlar olduğu sanılmaktadır. Ölü gömme kültüne göre, Sind ve Meot varlığı MÖ 3. binyılına değin izlenebilmektedir. MÖ 2000'lerde tarım ve hayvancılığın yanı sıra bakırı kullandıkları, seramik eşya ve daha sonra da tunçtan aletler yaptıkları bilinmektedir. Meotlar, MÖ 8. yüzyılda Kimmerlerle, MÖ 6. yüzyılda da kuzeyde İskitlerle, Karadeniz kıyısında da Greklerle komşuydular. İskit ve Greklerle kurulan ilişkiler, ekonomik ve kültürel gelişmenin yanı sıra Çerkes kentleri ve yazısının ortaya çıkmasını da sağlamıştır. Bugünkü Adigey Cumhuriyeti ile 1864 yılı öncesinin eski Çerkesya coğrafyasında 50 bin kadar höyük, kent kalıntısı, eski kale ve bunun gibi ören yeri bulunmaktadır. Özellikle Adigey’in Maykop ve Adigekale (Adigeysk) kentleri ile Krasnogvardeysk ve Maykop rayonlarında yapılan kazılarda MÖ 3. bin yıla ait (4500 yıl, başka bir görüşe göre de 5500 yıl öncesine ait) Meot arkeolojik eserleri ortaya çıkarılmıştır. Bu arada Adigekale kenti ile yakınındaki Neçerezıy (şimdi baraj suları altında) köyü arasındaki bir alanda yapılmış olan kazılarda da bir Meot tabletleri kitaplığı bulunmuştur. Kırım Hanlığı'nın Kabardeyleri ağır bir vergiye bağlaması Rusya Çarlığı'na yaklaşmalarına yol açtı. Rusya, 1556'da Astrahan Hanlığı'nı ilhak etti ve Kabardeylere komşu oldu. Bundan yararlanan Kabardeyler Kırım egemenliğinden çıkıp 1557'de Rus koruması (egemenliği) altına girdiler. Bu oluşum Terek Irmağı kuzeyinde bulunan toprakların Ruslar tarafından barışçı bir biçimde kolonileştirmesini, Oset, İnguş, Çeçen ve Dağıstanlılar arasında da Rus etkinliğinin artmasına yol açtı. Bu 1557 yılı olgusu, şimdiki Kabardey-Balkar, Karaçay-Çerkes ve Adıgey cumhuriyetlerinde, "Ruslarla Adığelerin gönüllü birleşmelerinin 450 yılı" adı altında düzenlenen etkinlikler çerçevesinde 2007 yılı boyunca kutlanmıştır. Ama yine tarihi Çerkes toprakları olan Krasnodar Krayı ve Stavropol Krayı kutlama dışı tutulmuştur. Kabardey-Rus dostluğu 18. yüzyıl ikinci yarısına (1774'te Kabardey ve Osetya'nın,1783'te de Kırım'ın Rusya'ya ilhak edilmesine) değin sürdü. 1774 yılı sonrasında Osmanlı-Rus dengesi, Osmanlılar aleyhine bozuldu, onun yerini Batı-Rus dengesi aldı. Osmanlı Devleti, bu yeni denge içinde zayıf bir tampon devlet konumuma geldi. Dolayısıyla Çerkeslere gerekli yardımlarda bulunamadı. 1739 Belgrad Antlaşması ile Kabardey'e, Rus ve Osmanlı devletleri arasında "bağımsız" ya da "tarafsız bölge" statüsü verildi. Rus yayılmacılığından kaygı duyan Çerkesler, 1768 - 1774 Osmanlı - Rus Savaşı'nda Osmanlılar'dan yana tavır aldılar, ama savaş Rusların, Osmanlıları yenmeleri, Gürcistan'a girmeleri, Kabardey bölgesi ile şimdiki Kuzey Osetya'yı ilhak etmeleriyle sonuçlandı. Bu arada Kırım'ı ve Kuban Irmağının kuzeyinde, Kuban ve Azak Denizine dökülen Yey ırmakları arasında bulunan ve Kırım'a ait olan Nogay ve Çerkes nüfuslu toprakları da ilhak eden ve bu bölgede bir etnik temizlik ve soykırım uygulayan Ruslar, 1783'te Gürcistan'ı (Kartli ve Kaheti) koruma altına aldılar; ayrıca Mozdok'tan başlayıp Kuban ırmağının sağ (kuzey) yakası boyunca batıda Karadeniz'e, doğuda da Terek Irmağının sol (kuzey) yakası boyunca Hazar Denizi'ne uzanan, üzerinde kale, karakol ve gözetleme kuleleri bulunan müstahkem hatlar inşa ettiler. Bu arada Çerkesya'yı doğudan da, Kafkas Sıradağlarına de
ğin uzanan müstahkem hatlarla çember içine aldılar. Bunun üzerine Çerkesler Türklerden yardım talebinde bulundular, böylece Türk-Çerkes ittifakının ve Anapa kalesinin temeli atılmış oldu (1781). Kuzey Kafkasya halkları (yani Çerkes, Çeçen ve Rus korumasındaki hanlık toprakları dışındaki özgür Dağıstanlılar) artan Rus yayılmasına karşı bir tepki olarak İmam Mansur önderliğinde direniş hareketlerini başlattılar, 1787- 1792 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Osmanlıların yanında savaştılar, ama savaş Ruslar'ın Anapa'yı ve buradaki İmam Mansur'u ele geçirmesiyle sonuçlandı (1791). Anapa, 1792 Yaş Antlaşması ile Osmanlılara geri verildi. 1829 Edirne Antlaşması ile Osmanlılar Kuban ve Poti ırmakları arasında bulunan kıyı kesiminin denetimini Ruslara devrettiler. Ruslar bunu, tüm Çerkesya'nın uluslararası hukuka göre kendilerine bırakılmış olduğunu ilan ettiler. Çerkesler ise, Osmanlı yönetimine bağlı olmadıklarını, örneğin vergi vermediklerini, sadece müttefik olduklarını öne sürerek, 1829 Edirn[[e Antlaşması hükümlerini tanımadılar,ama hukuksal anlamda bir dayanak bulamadılar. Çerkesya tamamı Rusya toprağı sayıldı. Ruslar, 1837'de Karadeniz kıyısı boyunca Anapa'dan Sohum'a değin uzanacak bir kıyı hattı kurma çalışmalarını başlattılar. 1838'de Çerkeslerle çarpışarak, Soçi ve Tuapse ırmakları ağızlarını ele geçirip kıyı boyunca kale ve karakollar kurmaya başladılar. Ayrıca, Gelencik limanından başlayıp ülke içinden geçen ve şimdiki Krasnodar kenti batısına (Kuban'ın kuzey yakasındaki Olginsk Kalesi'ne) uzanan bir hat daha inşa ettiler. 1839 yılı sonunda Çerkesya hem karadan ve hem de denizden tam bir kuşatma altına alınmış, üstelik içeriden ikiye bölünmüş oldu. Ayrıca, doğudan,Yukarı Kuban Irmağından,sınırdan batıya doğru savaşarak ilerleyen Ruslar, Çerkesya'nın Base Ovası'nı işgal ederek Laba Irmağı'na ulaştılar. Laba ve Kuban ırmakları arasında bulunan Base Ovası'nı [[katliam]] ve [[etnik temizlik]]ten geçirdiler, buralarda Kuban Kazaklarına ait [[stanitsa]]lar oluşturdular. [[Dosya:Pyotr Nikolayevich Gruzinsky - The mountaineers leave the aul.jpg|thumb|400px|right|[[Çerkes Sürgünü]]nde köylerini bırakan dağlı Çerkesler, [[Pyotr Gruzinskiy]]'in tablosu, 1872]] 1853-56 [[Kırım Savaşı]] sırasında Çerkesler, Müttefik baskısı nedeniyle Rusların tahliye ettikleri kıyı kalelerini, bu arada Navaginsk (şimdi Soçi), Novorossiysk ve Anapa kaleleri ile Taman Yarımadası'nın bir bölümünü geri aldılar. Ama Müttefikler'in savaşa son vermeleri, kendi çıkarları ile yetinmeleri sonucu, Çerkesler ve Şamil kuvvetleri, eşitsiz güçleriyle Ruslarla başbaşa kaldılar. İmam Şamil'in 1859'da şartlı teslim olmasından (6 Eylül 1859) sonra, naibi Muhammed Emin de Ruslara anlaşmaya vardı (Aralık 1859). [[1859]]'da Çerkeslerin Bjeduğ, Çemguy, Besleney, Abzeh ve 1860'ta Anapa yöresindeki Natuhay topluluğu Ruslara teslim oldu. 1860'ta Rusya hükümeti, Karadeniz kıyısında yaşayan Çerkeslerin Türkiye'ye gönderilmeleri ve onlardan boşanacak yerlere Rusların yerleştirilmeleri kararını aldı. 1861'de Rusya hükümeti, içeride yaşayan ve boyun eğmiş olan Abzehler de sürgün kapsamına alındılar. Bu durumda Belaya ırmağı batısındaki topraklar ve Karadeniz kıyıları Çerkes nüfusundan boşaltılacaktı. Şapsığlar, 1828'den beri savaşı kesintisiz olarak sürdürüyorlardı. Rusya hükümetinin Mayıs 1862'de yürürlüğe giren bir karar gereğince, topraklarından ayrılmayı reddeden Abzeh ve Şapsığlara yönelik büyük bir askeri harekât başlattı. Böylece insanlık tarihinin en acı sayfalarından birini oluşturan Çerkes sürgünü başladı (3). [[Dosya:Çerkez sürgününün anılması 6.jpg|thumb|300px|left|Çerkesler sürgünü anarken, İstanbul Taksim, 2011]] 21 Mayıs 1864'te Rus birlikleri, Mzımta ırmağı yukarısındaki [[Kbaada]] vadisinde (şimdiki Krasnaya Polyana) toplandılar, dini ayin ve askeri tören düzenleyerek Kafkas Savaşı'nın zaferlerle sona erdiğini ilân ettiler. Ele geçirilen yeni topraklar "Kuban Ordusu Yönetim Bölgesi"ne bağlandı (4). Boşaltılan bu topraklarda Çerkeslerin Abzeh, Şapsığ, Natuhay, Ubıh toplulukları ile Abhaz Sadz (Ciget) ve Aibga, Pshu, Ahçipsou toplulukları yaşıyorlardı. 859 yılı öncesinde Rus işgaline uğramış olan Orta Kuban ve Orta Laba ırmakları solundaki ovalarda küçük bir Çerkes nüfusu, kısmen de iç sürgün (relocation) yoluyla Kuban Oblastı'nda bırakıldı. Bu yerlerde bırakılan Çerkes sayısı 1864'te 80 bin dolayında tahmin ediliyordu (5), ülke dışına göç ettirme politikasının daha sonra da sürdürülmesi nedeniyle Kuban Oblastı'ndaki Çerkes sayısı 1897'de, 30 bini şimdiki [[Adigey|Adıgey]] ve [[Şapsığ]] (Tuapse ve Lazarevsk) bölgelerinde, ayrıca 13 bini de şimdiki [[Karaçay-Çerkesya|Karaçay-Çerkes]]'te olmak üzere 43 bine düşmüştü. [[Dosya:Ibrahim pash cherkess.jpg|thumb|250px|[[Çerkes İbrajim Paşa]] ve iki oğlunun posta kartı. [[Fransız Suriye ve Lübnan Mandası]] dönemi]] Asıl Çerkes nüfusu ise deniz yoluyla Osmanlı topraklarına deporte (sürgün) edildi. Gemilere bindirilen Çerkesler, Karadeniz'in Anadolu kıyılarındaki limanlara (Batum, Trabzon, Samsun, Sinop ve şimdiki Akçakoca) indirildi. Bir bölümü de [[Varna]] ve [[Köstence]]'ye götürülerek Balkanlar'a yerleştirildi. Göç sırasında açlık ve salgın hastalıklar yüzünden çok sayıda Çerkes öldü. Balkanlar'a yerleştirilen Çerkesler de, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Balkanları terk etmek zorunda kaldılar. Anadolu'ya ve Ortadoğu'ya yerleştirildiler. 19. yüzyıldaki [[Çerkes Sürgünü]] sırasında Kafkasya'daki yurtlarından [[Osmanlı İmparatorluğu]]na sürgün edilen Çerkeslerin boy-kabile düzenleri yerle bir edildiği gibi şiveleri de bu yıkımdan etkilenmiştir; zira, sürgün öncesi Kafkasya’da ve bugün diasporada ("хэхэс") konuşulan en yaygın Batı Çerkesçesi ağzı, nüfusları itibarıyla [[Abzehler]]in konuştuğu ağız iken, Kafkasya’da Abzeh ağzı konuşan tek köy Adigey Cumhuriyeti’nde bulunan Hakurine Hable (Şovgenovski)’dir ve Kafkasya’da kalmadığı için Çerkes diyalektolojisinde adları geçmeyen Hatukaylar birkaç köy dışında [[Kayseri]]-[[Pınarbaşı, Kayseri|Pınarbaşı]]’nda yaşarlar (18 köy). Bugün Kafkasya'da [[Batı Çerkesçesi]] konuşanlar [[Doğu Çerkesçesi]] konuşanların beşte biri kadar iken; Kafkasya dışı Çerkes [[diaspora]]sının yoğun olduğu Osmanlı coğrafyasında kurulan [[Türkiye]], [[Ürdün]], [[Suriye]] ve [[İsrail]]'de ise bunun tersidir. Günümüzde Kafkasya'da yaşayan Çerkeslerin çoğu [[Doğu Çerkesleri]]nden Kabardeyler ile [[Batı Çerkesleri]]nden Bjeduğ ve Çemguy boylarından oluşurken, Kafkas'ya dışı diasporada yaşayanlar ise Batı Çerkeslerinden Abzeh ve Şapsığ gibi boylardan oluşur. En çok Çerkes barındıran ülke Kafkasya değil Türkiye'dir. [[Dosya:Sati kazanova.jpg|180px|left|thumb|[[Adıgeler|Adige]] asıllı Rus şarkıcı [[w:en:Sati Kazanova|Sati Kazanova]]]] [[Çerkesya]] ya da [[Çerkezistan]] olarak adlandırılan Çerkes toprakları iki kolda gelişim göstermiş olup, Doğu Çerkesya (ya da Kabardey) 1822'den beri, Batı Çerkesya ise 1864 yılından beri Rusya'ya bağlıdır. 2010 yılı rakamlarına göre [[Rusya]]'da Çerkeslerin nüfusu 712.072 kişi olup bölgelere göre dağılımı şöyledir: [[Kabartay-Balkarya|Kabardey-Balkar]] 490.453, [[Adigeya|Adıgey]] 109.699, [[Karaçay-Çerkesya|Karaçay-Çerkes]] 56.466, [[Krasnodar Krayı]] 13.800, [[Stavropol Krayı]] 10.380 Çerkes kaynaklarına göre, Rusya Federasyonunda bugün idarî ve kültürel olarak birbirinden bağımsız altı Çerkes/Adığe grubu bulunmaktadır: Rus kaynaklarına göre, Rusya Federasyonunda yaşadıkları cumhuriyet ve bölgeler esas alınarak resmî olarak birbirinden bağımsız üç (2002 yılından beri dört) ayrı halk ayırt edilir: Günümüzdeki Adıgeyliler ve Çerkesler 1897, 1926 ve 1939 nüfus sayımlarında sadece "Çerkes" (ya da "Adıgeyli") adı altında ortak bir sayı olarak verilmiş, 1959 nüfus sayımı ile birlikte nüfus toplamı,"Adıgeyli" ve "Çerkes" adları altında birbirinden ayrı verilmeye başlanmıştır. 2002 sayımından beri "Şapsığ" etnik adı da eklenmiş ve böylece Çerkeslerin/Adığelerin etnik ad listesi dörde çıkmıştır: [[Batı Çerkesleri|Adıgeyliler]], Çerkesler, [[Doğu Çerkesleri|Kabardeyler]], [[Şapsığlar]]. [[Sovyetler Birliği]]’nin dağılmasından sonra Rusya Federasyonu, [[Çarlık Rusyası]] dönemi de dahil olmak üzere, tarihinde görülmemiş şekilde etnik yapı bakımından homojen (% 81,5 Rus) duruma gelmiş olup, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının yarattığı ağır travmanın etkisi altında bulunan Rusya Federasyonu’nun siyasi ve askerî kadroları, Slav kökenli (Rus, Ukraynalı, [[Kazaklar (Slav)|Slav Kazağı]]) nüfusun Moskova yönetimi ve yerel yönetimler üzerindeki milliyetçi baskısı altında kalmaktadır. Ancak, federe cumhuriyetlerin ve diğer idari birimlerin (kray, oblast, okrug ...) yönetimleri, Moskova’nın merkezî güçlendirme çabalarının aksine, Sovyetler Birliği döneminde elde edilen ekonomik, siyasi ve kültürel özerklik sınırlarını genişletmeye çalışmaktadır. Rusların "merkezin ağırlığını hissettirme" çabaları ile Rus olmayan yerel halkların "merkezden uzaklaşma" çabaları gerilim yaratmakta ve olası bir kırılmadan korkulmaktadır. 1864 yılındaki Çerkes Sürgününden 65 yıl sonra, 1929 baharında Adigey'e bilimsel çalışma üzerine giden Gürcü tarihçi [[Simon Canaşia]]’ya Şapsığların bölgesi Cubga’da karşılaştığı 91 yaşında bir ihtiyar o günleri şöyle anlatmıştır: Günümüzde [[Adigey Cumhuriyeti]]’ndeki Çerkeslerin çoğunu [[Bjeduğlar]] ve [[Çemguylar]] oluşturur. Bjeduğ ve Çemguy ağızlarını konuşanların sayısı Kafkasya’daki nüfuslarıyla ters orantılı olarak Türkiye’de ve diğer ülkelerde nispeten azdır; Temirgoylar (Çemguylar) diasporadaki en küçük Çerkes topluluğudur. Günümüzde Adigey'de yaşayan Çerkesler yedi topluluğa ("tlepk/лъэпкъ") ayrılırlar: Adıgey Cumhuriyeti'nde Nüfus: [[Krasnodar Krayı]]ndaki nüfus: Diasporada [[Şapsığlar]]ın sayısı Abzehlere yakın olup onlardan sonra gelirler. Şapsığların tarihi topraklarının büyük bölümü bugünkü Adigey Cumhuriyeti’nin sınırları dışında kalmıştır ve Adıgey’deki küçük bir grup dışında Şapsığlar bugün [[Krasnodar Krayı]]’nın [[Tuapse]] ve Lazarevsk ilçelerine bağlı köylerde yaşamaktadırlar(yaklaşık 10 bin). 1924-1945 yıllarında feshedilene kadar [[
Şapsığ Ulusal Rayonu]] döneminde Şapsığcanın gelişimi için adımlar atılsa da, Adigey Cumhuriyeti’nin dışında kaldıklarından günümüzde anadillerinde eğitim ve yayın hakkından yararlanamamaktadırlar. Şapsığlara 1999’da “Koruma Altında Küçük Yerli Toplum Statüsü” verilmiştir. Diaspora’da ve Kafkasya’da 1920’den önce Şapsığca ve Kabardeyce başlıca yazı dilleri idiler ve [[Adıgece Mevlid]] bir ibadet dili olan Şapsığ lehçesinde kaleme alınmıştır. [[Besleneyler]]in Krasnodar Krayı'nın Uspensk rayonunda 2 köyü vardır: Kurgokovki ve Konokovski [[Stavropol Krayı]]'ı eski [[Çerkesya]] sınırları içerisinde kalmıştır ve bu yüzden sürgünden sonra burada yaşayan Çerkeslerin büyük bir bölümü göç ederken bir bölüm Çerkes ise dağlara sığınmış diğer Çerkesler ise Hıristiyan olduğu için göçe zorlandırılmamıştır. Stavropol Krayı'ndaki nüfus: [[Karaçay-Çerkesya|Karaçay-Çerkes]]'de [[Karaçaylar]] ve Çerkesler büyük çoğunluğu oluşturmuştur. Bölgede daha çok [[Kabardeyler]], [[Abazalar]] ve [[Besleneyler]] bir de cumhuriyetin diğer büyük etnik grubunu oluşturan Karaçaylar vardır. Karaçay-Çerkes Cumhuriyetindeki nüfus: [[Besleneyler]]in Karaçay-Çerkesya'da 2 köyü vardır: Бесленей, Вако-Жиле [[Kabartay-Balkarya|Kabardey-Balkar]] Cumhuriyetindeki nüfus: Diasporada Doğu Çerkesçesi konuşanların sayısı az olup Kafkasya'dakiyle ters orantılıdır. Türkiye’deki Çerkesler içinde dillerini en iyi koruyan grup olan Kabardeylerin en yoğun yaşadığı bölge, esas olarak Kayseri ve [[Sivas]]’a bağlı köylerin bulunduğu [[Uzunyayla]] ile [[Kahramanmaraş|Maraş]]-[[Göksun]] ilçesidir. [[Kuzey Osetya]]'nın [[Mozdok rayonu]]nda yaşayan Mozdok Kabardeyleri Rusya'ya ilk (250 yıl kadar önce) bağlanan Çerkesler olup Hıristiyandırlar. Kuzey Osetya Cumhuriyetindeki nüfus: [[Dosya:Die Tscherkessen. Konstantinopel - Schwarzes meer, eine reise in Bildern.jpg|thumb|250px|right|[[Papak]]lı Çerkes, İstanbul, 1911]] Osmanlı'da (ve ondan miras Türkiye ile Orta Doğuda) "Çerkes" nitelemesi Adığeler dışında ayrıca [[Abazalar]], [[Abhazlar]], [[Osetler]], [[Karaçaylar]] ve [[Balkarlar]] gibi farkli dil ailelerinden dilleri konuşan Kuzey Kafkasyalıları topluca belirtmek için yaygın biçimde kullanılır ve bu tanıma [[Çeçenler]] ile [[Dağıstan dilleri]]ni konuşan Kafkas halkları da dahil edilir. Ancak, son yıllarda Çerkes ifadesinin kullanılması bir şekilde Adığelerle sınırlandırılmıştır. [[Gürcistan]]'dan ayrılıp bağımsızlıklarını ilân eden [[Abhazya]] ile [[Güney Osetya]] halkı kendini Çerkes olarak görmez ve Çerkes günümüzde Adığe ile sınırlanmıştır. Türkiye'de ve diğer Osmanlı diasporasında Çerkes terimi dar ya da geniş anlamda kullanılıp kullanılmamasına göre farklı tanımlanır ve daha çok Kuzey Kafkasyalıları kapsayacak kadar geniş tutulur: 1774 [[Küçük Kaynarca Antlaşması]]’ndan itibaren Çarlık Rusyası ile Osmanlı İmparatorluğu arasında şiddetli bir mücadele alanı hâline Kafkasya'da Çerkesler, Osmanlı tarafını tutarak, Ruslara karşı amansız bir savaşım içine girmişlerdir. [[Kırım Savaşı]]’ndan sonra ise Ruslar, Kafkaslar yönünde kararlı şekilde ilerlemiş, diğer Kafkas kavimleri ile birlikte Çerkesleri de hâkimiyetleri altına almışlardır. Bunun üzerine yurtlarından ayrılmak zorunda kalan Çerkesler, Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli yerlerine yerleştirilmişlerdir. Sürgünden yaklaşık yirmi yıl sonra Sultan II. Abdülhamit döneminde 1882 yılında kaleme alınan "Çerkesistan Tarih-i Umûmiyesinin Sûret-i Tanzîmine Dair Lâyihadır" başlıklı kapsamlı bir Çerkes Tarihi tasarısı, gerek Osmanlı [[tarih yazımı]] gerekse Çerkes tarih yazımı açısından önemli bir girişimdir. Bu girişim, geleneksel Osmanlı tarih yazımı çizgisinde ve ümmetçi-milletçi nitelikte bir tarih anlayışının ürünü sayılabilir. [[Şapsığca]] Türkiye’de 1923 yılına değin, Kabardeyler dışında Osmanlı Adiğeleri arasında bir yazı ve ibadet dili olarak kullanılıyordu. Osmanlı topraklarına yerleştirilen Çerkes muhacirleri ile yerliler arasındaki çıkar çatışmasının en bilindik örneklerinden biri [[Kayseri]] [[Pınarbaşı, Kayseri]]'ndaki [[Uzunyayla]]'ya yerleştirilen Çerkesler (Kabardeyler, Hatkoylar) ile bölgenin yerlisi olan [[Avşarlar]]dır. [[Türkiye Türkmenleri]]nden olan Avşarların padişaha yazdıkları söylenen dilekçede Çerkeslerle olan farklılık şöyle dile getirilir: [[Dosya:Ismail Hakki Bey-Berkok.jpg|thumb|150px|Kabardey kökenli Türk generali ve milletvekili [[İsmail Hakkı Berkok]] (1890-1954), 1918 öncesi]] Türkiye'deki bütün Çerkes/Adığe boyları İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük illerde yaşasa da, Anadolu'da yoğun bir şekilde yerleşik bulunduğu iller şöyledir: 15. yüzyılda Memlûk Çerkesleri olarak [[Kıbrıs]]'a ayak basan Çerkesler, 19. yüzyılda ise bir sürgün sonucu gelmiş ve yerleştirilmişlerdir. Kıbrıs'ta Çerkes denildiğinde gerek halk arasında gerekse araştırmacılar arasında hem Adığeler hem de Abhazlar algılanmaktadır. Eylül 1864'te İstanbul'da 3 Yunan gemisine bindirilen kadınlı erkekli 2.700 Çerkesten oluşan grup iki haftalık yolculuğun ardından Kıbrıs’a varmış, 1.400 den fazla Çerkes ise yolculuk sırasında can vermiştir. Ocak 1865’e gelindiğinde hayatta kalan Çerkeslerin sayısı sadece 300 kişi idi. Gelen Çerkeslerin sayısının o dönemde daha fazla olabileceğine rağmen, o dönemde gerek Kıbrıslı Rumların, gerekse Kıbrıslı Türklerin tepkilerinden dolayı, Çerkeslerin Kıbrıs'a iskânı sınırlı tutulmuştur. Gemilerle getirilen Çerkesler Larnaka civarındaki günümüzde Kuzey Kıbrıs'ta [[Lefkoşa]]'ya bağlı Erdemli (Tremeşe) ve Yiğitler (Arçoz) köyleri ile 1974 [[Barış Harekatı]] öncesi çoğu [[Kıbrıslı Türkler]]den oluşurken bugün Güney Kıbrıs'ta kalan [[Vuda]] köyünün yanı sıra, bir kısmı da toplu olarak [[Limasol]]'da daha sonra Çerkez Çiftliği olarak adlandırılan bölgeye yerleştirilmişlerdir. 1856 sonrası Kırım ve Kafkasya’dan gelen göçmenlerin bir kısmı Osmanlı yetkilileri tarafından [[Varna]] üzerinden Kosova’ya sevk edilmiş, ilk etapta bu göçmenlerden 5 bin ailenin [[Kosova Ovası (ova)|Kosova sahrasında]] yerleştirilmesi planlanmıştır. Rumeli Eyaleti Valisi [[Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa]] 600 göçmen ailesinin kışı geçici olarak Priştine ve [[Vıçıtırın|Vuçıtrın]] kazalarında geçirmelerini sağlamıştır. Geleneksel Çerkes kaynaklarına göre Kosova sahasına gelen Çerkes sayısı toplam 12 bin (2.000 aile) kadardı. Çerkesler Kosova sahasında bir iki tanesi 100 haneli diğerleri ortalama 40–50 haneli 30 kadar köy kurmuşlardır. Kosova’daki Çerkesler [[Bulgar İsyanları|1876 Bulgar isyanının]] bastırılmasında ve [[93 Harbi]] (1877–1878) sırasında takviye kuvvet olarak kullanılmıştır. [[Niş, Sırbistan|Niş]] tarafına yerleştirilen Çerkesler [[Sırplar]] tarafından sürülünce Anadolu ve Suriye’ye gitmiş, Kosova’da meskûn olanlar da bunları takip etmiştir. 1890’ların sonunda Kosova’daki Çerkeslerin sayısı asağı yukarı 6.400’e (Avustralya istatistiklerine göre 6 bin) gerilemiştir. 1912 sonrası Çerkesler daha büyük oranda göç etmiş, 1918’den sonra da yine büyük bir göç olmuş ve sonuçta 1930’larda 50 haneye düşmüşlerdir. Çoğu Arnavutlaşan bu Çerkeslerin Balkanlar'daki son canlı kalıntısı Kosova'da [[Priştine]]'ye yakın mesafede Stanovça ve Miloşevo köylerinde yaşayan 300-400 kişilik Çerkes/Adığe topluluğudur. 1995’te Hasan Mercan'ın Prizren'de yayımlanan [[Kosova Türkleri]]nin "Çığ" adlı dergisinde Kosova'daki bu Çerkes topluluğuyla ilgili röportajın yayımlanmasından sonra Çerkeslerin varlığı duyulmuş oldu. [[1998-1999 Kosova Savaşı]]nda seslerini duyuran [[Abzehler|Abzeh]] boyundan Çerkesler, 1999 yılında ilk kafile olarak Adigey Cumhuriyeti ile Çerkes kuruluşlarının desteğiyle ata topraklarına getirilmiş ve onlar için [[Maykop]]'un dört kilometre yakınlarında çoğunluğu nüfusunun önemli bir kısmı [[Çerkes Ermenileri|Ermeni]] olan Rus köylerinin ortasında Mafehabl adlı yeni bir Çerkes köyü kurulmuştur. Kosovalıların Adıgey’den kısa sürede gideceklerine dair karamsar tahminlerin aksine, Adigey’e gelen yaklaşık 200 Yugoslavyalı Çerkesten sadece 30 kadarı Almanya’ya ve Türkiye’ye gitmiştir. Kuzey Kafkasya'dan sürgün edilen Çerkesler (Kuzey Kafkasyalıların toplu adı olarak) Osmanlı Devleti’nin iskân politikasının bir sonucu olarak 1864 yılından itibaren [[Irak]]'a yerleştirilmeye başlanmıştır. Bu Kuzey Kafkasyalılar Çeçen, Dağıstanlı ve Adığe kökenli olup [[Kerkük]], [[Diyala]], [[Bağdat]], [[Musul]] ve [[Felluce]] bölgelerine yerleştirilmişlerdir. Ayrıca, Kuzey ve Güney Dağıstan'dan gelen aileler [[Duhok]], [[Erbil]] ve [[Süleymaniye, Irak|Süleymaniye]]'ye yerleşmişlerdir. Günümüzde Irak'ta "Çerkes" adıyla bilinen Kuzey Kafkasyalıların % 75'ini Çeçenler oluşturmaktadır. Irak'ta en fazla tanınan 18 Çerkes aşiretinden üçü Çeçen kökenli olup diğerleri El-Lezgi, Avar, Kumuk, Tebesaran, Abzeh, Kabardey, Şapsığ, Nahşoy olarak ifade edilebilir. Irak Çerkesleri ayrı bir kimlik olarak tanınmadıkları gibi birçok haktan da mahrum durumdadırlar. [[Dosya:Circassiantroopswiththeirfrenchofficer.jpg|thumb|250px|left|Levant Ordusuna bağlı Çerkes süvarileri]] [[Memlûklar]] döneminde Mısır’ın hâkimiyeti altında bulunan Suriye’deki garnizonlarda önemli sayıda Çerkes vardı ve bunlar varlıklarını Osmanlı döneminde de sürdürmüş olsalar da, Suriye’de bugün Çerkes diasporasını oluşturanlar 19. yüzyılda, [[Çerkes Sürgünü]]nde buraya gelenlerin torunlarıdır. Osmanlı yönetimi birkaç amaç güderek tampon Çerkes yerleşimleri kurmuş, yerli halka kıyasla daha yüksek tarım tekniğine sahip Çerkeslerle boş toprakları değerlendirmiştir. Osmanlı Devleti’nin iskân politikasının bir sonucu olarak 1860’lı yılların ortasında [[Suriye]]’ye yerleştirilmeleri Kuzey Kafkasya’dan doğrudan ve Balkanlar’dan olmak üzere iki aşamada gerçekleşmiştir. 1860 ortalarında Kuzey Kafkasya’dan gelen ilk gruplardan biri Suriye’nin kuzeyine, Maraş sancağına yerleştirilmiştir. Daha sonra, 1872 yılında bine yakın Çerkes, [[Hama]] ve [[Humus, Suriye|Humus]] şehirleri civarına ve Havran Sancağı sınırları içindeki [[Golan Tepeleri]]’ne yerleştirilmiştir. Çerkeslerin Kuzey Kafkasya’dan Suriye’ye göçü küçük ölçülerde de olsa 1920’li yılların başına kadar sürmüştür. Çerkesler yoğun olarak Gol
an Tepeleri’ne Mavera-i Ürdün’e, Hama, Humus ve Halep kentlerinin yakınlarına yerleştirilmişlerdir. Kurdukları Amman, Ceraş, Kuneytra ve Mumbuc köyleri zamanla büyüyerek kentlere dönüştür. Son grup Çerkes göçmeni [[II. Dünya Savaşı]]’ndan sonra gelen ve çoğunlukla [[Almanlar]]a esir düşen ve savaştan sonra Kuzey Kafkasya’ya dönmeyen [[Kızılordu]]’nun eski askerleri ile 1942’de Kuzey Kafkasya’nın [[Nazi Almanyası]] tarafından işgalinde Alman ordusuna alınan gençlerdir. Bugün Suriye’de çoğunluğu Şam, Halep ve Humus’ta yaşayan 90 ilâ 100 bin Çerkes vardır ve bu "Çerkes" nitelemesi geniş anlamda olup Adığeler dışında ayrıca [[Osetler|Oset]], [[Çeçenler|Çeçen]] ve [[Kafkasya Avarları|Avarları]] da kapsar. [[Ürdün]]’de 120.000 kadar Çerkes bulunuyor ve bunların büyük çoğunluğu da başkent [[Amman]]’da yaşamaktadır. 1868’den başlayarak Kafkasya'dan Osmanlı Anadolusuna sürülen ve oradan da Osmanlı Ürdününe yollanan ilk Çerkesler daha çok [[Şapsığ]]lardan oluşuyordu. Bu ilk gelen Çerkesler iki farklı güzergâh izlemişlerdir; deniz yoluyla gelenler [[Şam]] üzerinden, kara yoluyla gelenler ise [[Halep]] üzerinden Ürdün'e ulaşmışlardır. Ürdün’de Çerkeslik, yönetim tarafından resmen tanınan bir siyasî/kültürel kimliktir. Monarşik yapı içerisinde faaliyet gösteren Meclis’te Çerkeslere ayrılmış üç koltuk vardır. Seçilenlerden bir tanesi Bakanlık makamına getiriliyor. 8 adet Çerkes Derneği var ve bunlardan hemen hepsi devletten maddi yardım almaktadır. Özellikle [[Kral Hüseyin]]’in oğlu [[Prens Ali]], Çerkeslerin yönetim nezdindeki fahri temsilcisi gibi davranmaktadır. Bugün Ürdün'de "Emir Hamza" ve "Abdülmalik Şeref" olmak üzere iki tane Çerkes okulu vardır ve bunlar bütünüyle Çerkes Hayır Cemiyeti’nin yönetimindedir. [[Kuzey Kafkasya]]'dan [[Osmanlı İmparatorluğu]] topraklarına sürülen ve Osmanlılar tarafından 1864 yılında [[Balkanlar]]a yerleştirilen Çerkeslerden bir grup, buralardaki yerli halk­la yaşanan sorunlar yüzünden 1870 yılında ikinci defa göçe tabi tutulmuşlar ve deniz yoluyla bugün İsrail toprakları olarak bilinen bölgeye gönderilmişlerdir. Günümüzde [[Şapsığlar]]dan oluşan 3500 nüfuslu belediye [[Kfar Kama]] ile [[Abzehler]]den oluşan 850 nüfuslu [[Rehaniya]] adlı iki yerleşimde yaşarlar. [[Ebu Guş]] yerleşimindekiler ise [[Memlûkler]] dönemi Çerkeslerine dayanır. Kfar Kama'dakiler [[Kfar Kama Şapsığcası]] denen ağızları okulda öğretilmektedir. [[Mısır]] ve [[Suriye]]’de 267 yıl varlık gösteren [[Memlûk Devleti]], sultanlarının eğitim aldıkları askerî okullara (tıbâk) göre, Bahrî Memlûkler ya da Türk Memlûkler (1250–1382) ve Burcî Memlûkler ya da Çerkes/Çerkez Memlûkler (1382–1517) olmak üzere iki dönem halinde ele alınır. [[Nil Nehri]]ndeki bir adada bulunan tıbâkta yetiştirilen memlûkler (kölemenler) dönemi Bahrî olarak adlandırılırken Kahire’de bulunan Kalat’ul-Cebel’de eğitimini almış olan memlûkler dönemi Burcî olarak tanımlanır. Bahrîler döneminde Mısır’a getirilen memlûkler Kıpçak ülkesi ve Mâveraünnehr gibi Türk havzalarından satın alındığı için bunların çoğu Türk kökenli (özellikle de [[Kıpçaklar]]) olurken, Burcî Memlûkler Kafkasya’dan getirildiği için Çerkesler (geniş anlamda Kuzey Kafkasyalılar) ve [[Gürcüler]] gibi Müslüman değişik Kafkas halklarından olmakta idi. [[Mısır]]’da Çerkeslerin varlığı Memlûk döneminde başlamıştır. Burcî Memlûkler ya da Çerkes/Çerkez Memlûkler (1382–1517) denen ikinci dönemde iktidara gelip yönetimde ve orduda büyük bir nüfus oluşturan Çerkeslerin (geniş anlamda Kafkasyalılar) hanedanlığı Osmanlı egemenliğine kadar sürmüştür. 1517’de [[Yavuz Sultan Selim]] Mısır’ı Osmanlı’ya bağladıktan sonra yönetimi yine bir Çerkes’e bırakmıştır. Çerkes Emirleri İstanbul’a bağlı olarak Mısır'ı 1871 yılına kadar yönetmiştir. Çerkeslerin Mısır’daki etkinliği 1871’de 500 Çerkes komutanın Kahire kalesinde tuzağa düşürülerek öldürülmesinden sonra sona ermiştir. Ülkede başlayan Memluk avı üzerine Çerkeslerin bir kısmı Suriye’ye, bir kısmı [[Sudan]]’a sığınmış, bazıları da yeni yöneticinin hizmetine girerek Mısır’da kalmıştır. [[Mısır Hidivliği]] döneminde 1830’larda, [[Kavalalı Mehmet Ali Paşa]]’nın iktidarında Çerkeslerin devlet içinde askerî-idarî kademelerde etkisi tekrar artmıştır. 19. yüzyıldaki [[Çerkes Sürgünü]]nde Osmanlı toprağı Mısır’a da Çerkes yerleştirilmiştir. Fakat bu dönemde Mısır’da toplu yerleşim olmadığı için Suriye ve Ürdün’deki gibi bir Çerkes topluluğu oluşmamıştır. Çoğunlukla ordu ve devlet içinde seçkinler kesimini oluşturan Çerkesler [[Cemal Abdül Nasır]]’ın darbesinden sonra hem mal varlıklarının çoğunu hem de etkinliklerini kaybetmişlerdir. Bugün Mısır’da dedelerinin Çerkes olduğunu bilen, ama artık Araplaşmış çok sayıda insan yaşamaktadır. Çerkes toplumu, kendi içinde gelenek ve göreneklerinden oluşmuş habze ya da "Çerkes âdetleri" denen yazılı olmayan sözlü örfî hukuk kurallarıyla biçimlenir. Geleneksel toplumsal yapı Çerkeslerde soy topluluğu (klan) ve boy-kabile yapılanması özellikleri taşır. Ortak bir atadan geldiğine inanan ve aynı soyadını taşıyan aileler "tlepk" ("lhepk" olarak da yazılır; "лъэпкъ") denen soy topluluklarını yani [[sülale]]leri oluşturur. Aynı tlepk'ten olan herkes birbirini yakın akraba sayar ve aralarında kesin evlenme yasağı uygulanır. Evlenme yasağı anne tarafından tlepk için de geçerlidir. Her tlepkin kendine ait bir damgası vardır. [[Macarca]]da olduğu gibi, Çerkesçede de sülale adı önce şahıs adı ise sonra gelir: Tevune Haçim. Sülale adlarında «... oğlu» anlamındaki takı ("-ka, -ko, -kua, -kue") Doğu Çerkesçesinde "-kwue", Batı Çerkesçesinde " kwo" biçiminde yazılır. Çerkeslerin en önemli değerlerinden bir tanesi de [[saygı]]dır. Çerkeslerle yapılan bir mülakatta “Çerkes denilince aklınıza gelen ilk özellik nedir?” sorusuna çoğu “saygı” karşılığını vermiştir. [[Dosya:Circassian Lady. Edmund Spencer. Turkey, Russia, the Black Sea, and Circassia.jpg|thumb|250px|left|Çerkes kızı, 1855]] [[Ortaçağ]] ve izleyen çağlarda [[derebeyi]]/köy beyleri (pşı "пщы") ve bu beylerin birincil [[soylu]]ları/lekopleş ("лӀэкъолӀэш"), ikincil soyluları ya da soylu kahyaları/özdenleri/verkleri ("оркъ"), onların toprak köleleri yani [[serf]]leri/pşıtlı ("пщылӀы"), beylerin koruma ve egemenliği altında yaşayan köylüler/fekotl ("фэкъолӀ") ve [[köle]]ler/vıneut ("унэӀут") toplumun ana sınıflarını oluşturuyorlardı. Adığelerde iki farklı toplum yapılanması görülür: aristokratik Çerkesler olarak da adlandırılan ve beyleri/kahyaları olan ve yalnızca köleleri çalışan Doğu Çerkesleri (Kabardey, Besleney) ve Batı Çerkesleri (Bjeduğ, Çemguy) ile demokratik Çerkesler olarak da adlandırılan ve beyleri olmayan ve köleleriyle birlikte kendileri de çalışan Batı Çerkesleri (Şapsığ, Hakuç, Abzeh). Çerkes Sürgününde Kafkasya'da kalanlar esas olarak ilk grup iken, Kafkasya'dan çıkıp diasporayı oluşturanlar ise ikinci gruptaki Çerkeslerdir. Yarı feodal Adiğe toplulukları (Kabardey, Besleney, Bjeduğ, Çemguy) içinde serf ve köleler çoğunluğu oluşturur ve bunlarda köle emeği önemli bir yer tutardı. Ubıh ve Abazalar (Abazin) arasında da köle emeği ve ticareti önemliydi. Ancak Ubıhlarda soylu (bey) sınıfı yoktu, onun yerini "kuaşkha" denilen köle tüccarı ya da köle sahibi zengin bir köylü sınıfı almıştı. Bu tür toplumlarda bey ("pşı") ya da soylu kahya ("verk") sınıfından olanların çalışmaları ayıp sayılırdı. Bunlar günlerini uyumak, eğlenmek, konuk ağırlamak ve ava gitmekle geçirirlerdi. Köylü sınıfı ("fekotl") kadınları da ev işleri dışında çalıştırılmazdı. Bu yüzden bu tür toplumlardaki üst sınıflar arasında yaygın bir tembellik durumu bulunuyordu. Toplumun yükünü serfler, köleler ve yoksul köylüler sırtlanmış durumdaydılar. Son dönemlerde köle (esir) ticareti Abzeh ve Ubıhların tekeline geçmiş gibiydi, Osmanlı esir tüccarları onlarla, özellikle dürüst kişiler olarak güvendikleri Ubıhlarla ticaret yapıyorlardı. Buna karşın Karadeniz kıyısında ve dağlarda yaşayan [[Natuhaylar|Natuhay]], [[Şapsığlar|Şapsığ]], [[Hakuçlar|Hakuç]] ve [[Abzehler]] gibi sınıfların yeterince belirmediği Adığe topluluklarında arkaik demokratik toplum yapısı büyük ölçüde korunmuştu. Egemenlik Hase denilen halk meclisleri eliyle köylü sınıfı ("fekotl") tarafından kullanılırdı. Daha çok ataerkil köleci ilişkiler söz konusuydu. Ataerkil kölecilikte köle sahibinin kendiside dahil kadın erkek herkes ev dışında ve tarlada çalışır, köylülere hükmeden bir bey ya da soylu (kahya/оркъ) sınıfı yoktu. Köle ve serfler (toprak kölesi) bulunsa bile sayıları azdı. En çok köle Abzehler arasında bulunurdu. Bazı yazılı kaynaklara göre Ubıhların dörtte biri, Abzehlerin onda biri, Şapsığların da yirmide biri doğrudan köle ("vıneut") ya da toprak kölesi ("pşıtlı") idi. [[Karaçaylar]], [[Balkarlar]], [[Tatarlar]], [[Başkurtlar]], [[Kazaklar]], [[Kırgızlar]] ve [[Oğuzlar]] gibi [[Türk halkları]]nda kullanılan [[Damga (işaret)|damga]] ([[GökTürkçe]]: [[Dosya:Old turkic letter A.png|13px]][[Dosya:Old turkic letter G1.png|13px]][[Dosya:Old Turkic letter M.svg|13px]][[Dosya:Old turkic letter T1.png|13px]] "tamga") geleneği Tatarların komşusu [[Çirmişler|Mariler]]de (Çirmişler) görüldüğü gibi Karaçay-Balkarların (sülale damgası: "tukum tamğa") komşuları olan Çerkesler (Batı "дамыгъ", Doğu "тамыгъэ"), [[Abazalar]], [[Abhazlar]], [[Osetler]] gibi Kafkas halklarında da görülür. Çerkes sülale damgaları günümüzde de bilinmekte olup her sülale/tlepk farklı damga şekline sahiptir. [[Dosya:Traditional Kabardinian House.jpg|thumb|250px|Geleneksel Kabardey Çerkes evi]] Aile reisi ve bütün kararları alan [[baba]]dır ve onun kararları emir niteliğindedir. Erkeğin ailedeki otoritesi yaşı ilerledikçe artar ve kabilede de etkili olmaya başlar. Çerkeslerde “ikili aile‟, yani baba ve oğlun çocukları ile birlikte yaşadığı aile yapısı büyük çoğunluğu oluşturmaktadır. Baba ve iki oğlun, aileleri ile birlikte oluşturdukları “üçlü aile‟, nüfusu az olan ailelerde daha fazla görülür. Öğrenim veya çalışmak için şehre gitme söz konusu olunca, kardeşlerden biri, özellikle de öğrenime önem vermeyen kardeş baba ocağında kalır. Bugün Çerkes ailelerinde