article
stringlengths
7.34k
10k
daim değişen" olduğunu, "Herşey" i doğuranın ise "adlı/algı meselesi" olduğunu anlatır. Duyumsama ve algıdan uzaklaştıkça, çıktıkça, Dao'nun asıl cevherine; duyumsama halinde kalındığında ise onun yalnızca beliren, dışa vurmuş algılanabilir haline tanıklık edilir, der, LaoZi. Bu haliyle doğanın ve tüm kainatın akışının kendisinin algılarla, duyumsamalarla sınırlı olamayacağı öğretinin temel vurgusu olmaktadır. Her şey karşıtıyla vardır. Değişimi sürükleyen titreşimin iki temel taşı Yin ve Yang karşıtlığıdır ve bunlar bir birinin kopmaz parçasıdır. İlerleyen sayfalarda, değişimin döngüleri, boşluk ve doluluk, karşıtların birbiriyle olan temel ilişkileri, "yer" ve "gök" ile ilgili aktarımlar, su ve dao, boşluk ve dao gibi konulardan dem vurulur. Bu öğreti en merkeze Hiçlik'i koyar (batıda gelişen "nihilizm" anlayışıyla karıştırılır). Hiçlik'ten "Bir" doğar. Bir'den de hareketi başlatan "İki" yani Yin ve Yang kopamaz karşıtları ve bu ikisinden "Herşey" türer. Tanrıcı, yaratıcı görüşü kabul eden dinlerde "yaratmak" tanrısal bir iradeyi barındırıyorken, bu öğretilerde "ondan doğmak" kendiliğinden ve zorunlu bir süreç olarak ortaya konmaktadır. Yaratan bir tanrı tarafından gönderilmiş, kutsal atfedilen bir kitabı olan herhangi bir din veya inanç mı, yoksa, halkların toplumların ortak bir kainat gözlemi ile derlenmiş bir öğreti mi olduğu yönünden bakınca, bunun klasik bir din anlayışıyla hiçbir ilişkisi olamayacağı ileri sürülmektedir. Halkların binlerce yıllık yaşam mücadelesi, merakı ve gözlemi ile oluşmuş bir öğreti olduğu görüşü; günümüzde kültürler daha dolaysız tanınmaya başlandıkça ve geçmişteki çevirilerden kaynaklanan bilinçli/ bilinçsiz adlandırmalar ayıklandıkça daha duru bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Taoizmin kurucusu Laozi'ya göre nesnelere ve kavramlara verdiğimiz anlamlar arzuları ve amaçları doğururlar. İyi ve kötü, alçak ve yüksek, aydınlık ve karanlık gibi. Bu anlamlardan kopmamız arzu ve amaçlarımızdan ayrılmamız sonucu eylemsizliğe varırız. Eylemsizlik bir kere kavrandığında uyumlu yaşama geçiş kapısı açılır. Geçmişin pişmanlıkları ve gelecek kaygısı ve planları gibi gerçek yaşamdan koparan etkiler aynı zamanda insan yaşamında bir tür dengesizlik hali yaratır. Uyumlu yaşam ve doğal akış insanın içinde bulunduğu an ile bütünleşerek yaşamasını sağlar. Bu uyuma yolu izlemek denir. Yol anlamına gelen tao kelimesiyle kastedilen budur. İşte bu öğretileri ortaya koyan ve Taoizm’in kurucusu olarak bilinen Laozi’nun hayatı hakkında bilgimiz çok azdır. Onun yaşayıp yaşamadığı bile tartışılmıştır. Hakkında birçok görüş ortaya atılmış ve efsaneler uydurulmuştur. Çinin ünlü tarihçilerinden Sima Qian M.Ö. 100 yılında yazdığı Shiji "(şı-ci)" adlı eserinde Lao-zi’nın biyografisini şu şekilde yazmıştır: ‘‘Lao-Tzu Chou devletinin Ku mıntıkasında Li-hsiangg’da Chü-jen köyünde doğmuştur. Kendi adı Erh, aile adı Li, müstear adı Tan’dır. Chou sülalesi imparatorluğunun tarihçisi ve kütüphane muhafızıdır.” Buna göre onun asıl adı Li Tan (Lao-Tan)’dır. Lao-Tzu, ona verilmiş bir lakaptır; ‘‘İhtiyar Bilge’’ anlamına gelir Çin sözlü geleneğinde M.Ö. 604 diye bilinen doğum yılı, Shı-chı’de kayıtlı değildir. Bu, tarihin daha sonraları belirlendiğini göstermektedir. Bununla beraber bu belge onun yaşadığını gösteren en iyi kanıt olarak kabul edilmektedir. Mitolojiye göre, Laozi’nın annesi nurdan gebe kalmış,hikâyelerin çoğu Budizm’den sonra Budist hikâyelerine rağbet için yazıldığı iddia edilir. Laozi'nin,babasız bir şekilde dünyaya gelişi mitolojisinden yola çıkılarak bazıları bir peygamber olabileceği fikrini ileri sürer. Şamanik Kökler (M.Ö.3000-M.Ö.800) Taoizmde, göçer yaşam süren şamanik toplumların izleri olduğu görüşleri de vardır. Kuzey Çin'de Sarı Nehir yakınlarında bazı kabilelerde vu denilen şamanlar yaşamaktaydı. Şamanlar veya kamlar doğal afetlerlere, hastalıklara karşı doğa ile kurdukları kendilerine has ilişkiyle deva bulabildikleri gözlemlenmiş hatta kullandıkları bazı tekniklerin (moksibüsyon-bardak çekme) Geleneksel Çin Tıbbında da yer aldığı biliniyor. Çou hanedanlığı döneminde şamanların görevleri arasında yağmuru tahmin etmek, şifacılık, önemli olaylarda kehanet de bulunmak bulunuyordu. Klasik Dönem (M.Ö.700-M.Ö.220) Çou imparatorluğunun siyasi ve sosyal yapıları M.Ö.770'de dağılmaya başlamıştı. Sonraki beş yüz yıl feodal beylerin birbirleriyle çatıştığı siyasi kargaşa ve iç savaştığı bir dönem olmuştu. Bu dönemde Çin'in ünlü filozofları Konfüçyüs (Kong Zi / 孔子), Mencius, Mo Zi, Sun Zi ve Taoizmin büyük düşünürleri Lao Zi, Çuang Zi ve Lieh Zi yaşamıştı. Tao öğretisinin kurucusu Lao Zi, güneydeki feodal Çu eyaletinde Li Erh adıyla tanınan, eğitimli ve imparatorluk arşivinde çalışan bir kütüphaneciydi. Tao Tao, hem Lao Zi hem Çuang Zi tarafından anlaşıldığı şekliyle sözle ifade edilemez bu yüzden onunla ilgili sembolik bir anlatım kullanmışlardır. Ne budur ne de şu. Göreceli olacağı için ad verilemez, anlatılamaz, hep akış halindedir, algılardan ve duyumsamalardan uzaklaştıkça Tao olunabilir. Değişim ve dönüşümün dilidir. En etkili iki güç Gök (Uzay dahil) ve Yer'dir. İkisi arasında insan veya tüm canlı alem yer alır. Onları Ti, Hou, Wang, Hsien ve Shen izler. Tao öğretisi ile diğer halk inançları, yerel kültler, halk kahraman ve bilginlerinin nitelikleri binlerce yıldan beri birbirine karışmış ve bir takım kalıplara bürünmüş ritüellere büründüğü de gözlemlenir. Tam olarak bir dini yansıtmaz. Meditasyon Taoistler meditasyonu sağlıklı uzun yaşam yani kendi Tao'su ile bir olmak için kullanıyorlar. Meditasyon (durulma) zihni durultmak, duyguları durultmak, arzuları durultmak, iç beden ve dış çevre enerjisinin kendiliğinden akışına uyumlanmasına koyvermek halidir. Çok sayıda çeşitli yolu vardır. Sıklıkla lotus halinde ayaklar bağdaş kurularak bel uyumunu bozmayacak diklikte tutularak veya ayakta dizler hafif öne bükük ve bedendeki tüm eklemleri hafifçe yuvarlak tutmaya çalışarak yapılır. Tai Çi, yoga gibi uygulamalar kişinin kendi meditasyon (durulma)'sını bulması için önemsenir. Romanya Romanya (Rumence: , Transkripsiyon: "Romıniya"), Orta Avrupa'nın güney doğusunda, Balkan Yarımadası'nın kuzeyinde bulunan bir ülke. Ülke kuzeyde ve kuzeydoğuda Ukrayna, kuzeydoğuda Moldova, kuzeybatıda Macaristan, güneybatıda Sırbistan, güneyde Bulgaristan ile komşudur. Ayrıca ülkenin doğuda Karadeniz'e kıyısı vardır. Avrupa Birliği üyesi olan ülke birlik ülkeleri içinde 7. büyük yüzölçümü, 9. büyük nüfusa sahiptir. Ülkenin başkenti ve en büyük kenti konumundaki Bükreş, 2,2 milyon nüfusu ile Avrupa Birliği'nin en büyük 6. kentidir. Erdel bölgesinin büyük kentlerinden Sibiu, 2007 Avrupa Kültür Başkenti seçilmiştir. Romanya, Avrupa Birliği, Frankofon, Latin Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü gibi uluslararası kuruluşlara üyedir. Ülke adı olan Romanya, Latince "Romanus" (Roman)'dan gelir. Rumenler adları hakkında şunları söylemiştir; adları Romanus'un (Rumence: Român/Rumân) 16. yüzyılda Erdel, Moldova ve Eflak'ı gezen İtalyan hümanistleri de içine alan bir grup yazar tarafından işaret edilen bir türevidir. Romanya, Avrupa'nın en eski insan fosillerinin keşfedildiği ülkedir. 2002 yılında Romanya'nın batısındaki bir mağarada keşfedilen ("Kemikli Mağara" Rumence: "Peştera cu Oase") bu fosillerin 42.000 yıl öncesine ait olduğu tahmin edilmektedir. Romanya topraklarında kurulan ilk devlet Trakların kurduğu Daçya Krallığıdır. Bu devlet 101-107 yılları arasında Roma İmparatoru Trajan'ın orduları tarafından işgal edilerek Roma İmparatorluğu'nun bir eyaleti haline geldiler. Roma İmparatorluğu'nun çökmesinden sonra bu topraklar Gotlar, Hunlar, Avarlar, Slavların istilasına uğradı. 9.-11. yüzyıllar arasında Birinci Bulgar Devleti'nin bir parçası haline geldi. Bu dönemi Macar, Peçenek, Kuman ve Tatar istilaları izledi. Rumenler tarihte ilk defa 14. yüzyılda kendilerine ait devletler kurmayı başardılar. Bu devletler 1310 yılında I. Basarab tarafından kurulmuş Eflak Beyliği ve 1352 yılında Dragoş tarafından kurulmuş Boğdan Beyliğidir. Günümüzdeki Romanya'nın bir parçası olan Erdel ise 10.-16. yüzyıllar arasında Macaristan Krallığı'nın bir parçasıydı. 15. ve 16. yüzyıllarda bu üç ülke de Osmanlı Devleti'nin himayesi altına girdiler. Osmanlı döneminde Eflak ve Boğdan tampon devletlerdi. Osmanlılara vergi verir, savaşlarda asker yardımı yaparlardı. Beyliklerin voyvodaları Rumen soyluları arasından Osmanlı padişahı tarafından atanırdı. Ayrıca bu beylikler İstanbul'un yiyecek ihtiyacını karşılamakta önemli bir rol oynarlardı. Ancak Osmanlılar Romanya'yı hiçbir zaman tamamıyla ilhak etmediler. Bükreş ve Yaş gibi büyük Romanya şehirlerinde sık sık Osmanlı vatandaşlarına rastlandıysa da oranları azdı. Bu şehirler hiçbir zaman Sofya, Belgrad, Selanik veya Üsküp gibi Osmanlı karakteri kazanmadı. 18. yüzyıla kadar Eflak ve Boğdan'ın voyvodaları Rumenlerin arasından seçilirdi. 18. yüzyılda ise Fenerli Rumlar arasından seçildiler. Bu durum 1826 yılında Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanmasına kadar devam etti. Osmanlılar 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı'nı kaybedince 1821 yılında Rusya'yla Bükreş Antlaşması'nı imzalayarak Besarabya'yı Rusya'ya bırakmak zorunda kaldılar. Besarabya Boğdan'ın Prut nehrinin doğusunda kalan kısmıydı. Bu anlaşma Boğdan'ı ikiye bölmüş oldu. 93 Harbi'nde Osmanlıların Ruslar karşısında aldıkları yenilgiden sonra 1878 yılında yapılan Berlin Antlaşması'yla Eflak ve Boğdan Osmanlı Devleti'nden bağımsızlıklarını kazandılar. Romanya adı altında birleştiler. Ancak Rusya 1821 yılında ele geçirdiği Besarabya'yı geri vermedi. Bu bölge daha sonra SSCB'nin Moldova Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti haline gelecekti. 1881 yılında Romanya Krallığı ilan edildi. Alman Hohenzollern Hanedanından Prens Karl Eitel Friedrich Zephyrinus Ludwig Romanya kralı olarak I. Carol adını aldı. Romanya I. Dünya Savaşı'na İtilaf Devletlerinin yanında (Osmanlılara karşı) katılarak savaştan karlı çıktı ve Avusturya-Macaristan'dan Erdel bölgesini aldı. Ancak II. Dünya Savaşı'nda taraf değiştirip Nazi
Almanyası'nın yanında yer alarak faşizme yöneldi. 1944 yılında Kızıl Ordu Romanya'yı işgal etti. 1947 yılında komünist Romanya Halk Cumhuriyeti ilan edildi. 1967 yılında Nicolae Ceauşescu iktidarı ele geçirdi. Romanya'nın devlet başkanı oldu. 1989 yılında Romanya Devrimi'yle Ceauşescu iktidarı son buldu. Ceauşescu ve karısı alelacele düzmece bir mahkemede yargılanıp hemen kurşuna dizildiler. Böylece Romanya Batı tipi demokrasiye geçti. 2004 yılında NATO'ya 1 Ocak 2007 tarihinde de Avrupa Birliği'ne katıldı. 238,391 km'lik bir alana yayılan Romanya, Avrupa'nın en geniş yüzölçümüne sahip 12., dünyanın 82. ülkesidir. Ülke toprakları dünyanın %0.16'sına sahiptir. Bulgaristan ve Sırbistan ile olan sınırının büyük kısmı Tuna Nehri ile çizilen Romanya'nın, Tuna'nın bir kolu olan Prut Nehri ile de, Ukrayna'nın güneyi ile olan sınırı ve Moldova'nın tamamı ile sınırı çizilir. Tuna Nehri'nin, Karadeniz'e döküldüğü delta'nın büyük kısımı Romanya'dan geçmekle beraber ülkenin güneyi, güneybatısı, batısı ve kuzeydoğusu bu nehir ve kolları ile çevrilidir. Ayrıca Tuna Nehri'nin kolu olan Tisza, Romanya'nın Ukrayna ile olan sınırının bir kısmını çizip Macaristan topraklarına girmektedir. Kısacası Tuna Nehri ülke toprakları için paha biçilemez bir öneme sahiptir. Ülke toprakları güney ve doğuda kalan yerler hariç Avrupa'nın en dağlık alanlarından biridir. Dağlar ülkenin kuzeyi ile batısı arasında bir yay çizerek uzanır. En önemli dağlar Karpat Dağları olmakla birlikte ülkede yüksekliği 2,000 metreyi geçen kırktan fazla dağ bulunmaktadır. Özellikle Romanya Krallığı döneminde elde edilen topraklarla, ülke Büyük Romanya olarak adlandırılmıştır. 2007 nüfus sayımı sonuçlarına göre ülke nüfusu 22.276.506 kişidir. Bu nüfusun %89,5'ini Rumenler oluşturur. Macarlar %6,6 ile nüfus içinde ikinci büyük gruptur. Bugün ülkede 535.250 Roman yaşamaktadır. Geri kalan %1,4 içinde en önemli gruplar Ukraynalılar, Almanlar, Lipovanlar, Türkler, Tatarlar, Sırplar, Slovaklar, Bulgarlar, Çerkesler, Hırvatlar, Yunanlar, Ruslar, Yahudiler, Çekler, Lehler ve İtalyanlar'dır. Romanya nüfusu, Avrupa Birliği ülkelerine verilen yoğun göç nedeniyle azalmaktadır. Komünist rejimin yeni yıkıldığı yıllarda -%1,5'i bulan nüfus değişme oranı, 2011 itibarıyla -%0,22'dir. Romanya'da ortalama ömür 72.18 yıl ile Avrupa Birliği'ndeki en düşük rakamdır. Avrupa'daki AIDS'e dayalı ölümlerde Romanya, Ukrayna'dan sonra ilk sırada gelir. Romanya laik bir devlettir ve resmi bir dini yoktur. 2002 sayımlarına göre ülkenin %86,7'si Ortodoks'tur. Bunu %4,7 ile Katoliklik, %3,7 ile Protestanlık ve %1,5 ile Pentekostallık izler. İslam, Romanya'da tarihî bir din olmasına rağmen sadece Dobruca'da yaşayan 67.500-85.000 Türk ve Tatar arasında yaygındır. Bükreş, Romanya'nın başkenti ve en büyük şehiridir. Nüfusu 2007 sayımlarına göre 1.931.838 kişidir. Bu nüfus metropolitan alan da eklenince 2,1 milyona çıkmaktadır. Şehir merkezindeki alanı 20 katı büyüklüğündeki şehir civarına yaymak için birkaç plan vardır. Romanya'nın en büyük beş kenti "Şehir içindeki limit nüfuslarına göre Avrupa Birliği'nin en büyük şehirleri" listesinde sıralmaya girmiştir. Bunlar; Yaş, Kaloşvar, Temeşvar, Köstence ve Brașov'dır. Ülkenin ayrıca nüfusu 200.000'i geçen 5, 100.000'i geçen 13 kenti bulunmaktadır. Komünist rejim geçmişi olan Romanya'nın 2011 yılındaki GSYİH'sı 179,79 milyar dolardır. Bu rakam Türkiye'nin GSYİH'sının dörtte birinden azdır. Bu rakam ülke nüfusuna bölünüp satın alma gücü paritesine göre hesaplandığında kişi başına düşen GSYİH 8.785 dolar çıkmaktadır. Bu rakam Türkiye'nin kişi başı GSYİH'sının yarısına denktir. Nüfusun %0,41'i günde 1.25 dolardan daha az gelirle geçinmektedir ve bu rakam Romanya'yı Avrupa Birliği'nde Estonya'dan sonra en son sıraya taşır. Euro bölgesi'nde olmayan Romanya'nın brüt dış borcunun GSYİH'sına oranı %38,6'dır. Bu da Romanya'nın kredi notunu (yabancı yatırımların güvenliği) olumsuz etkilemektedir (S&P: BB+, Moody's: Baa3, Fitch: BB+). Avrupa kıtasında en fazla petrole sahip ülkelerden bir tanesidir. Sömürgesi olmayan fakat kendi topraklarında petrolü bulunan pek az ülke vardır. Romanyanın 5 adet kullanılan açık havzası vardır. Bu havzalar Alplerin güneyinde Bükreşin kuzeyinde Tirgovişto, Buzau, Proieşti, Braşov ilçelerinde mevcuttur.(National Geographic dergisinin avrupa-asya-arap ülkelerinin petrol havzaları haritasındandır.) Avrupa'da iktisadi üretkenliğin en düşük olduğu ülke Bulgaristan'dan sonra Romanya'dır. Romanya ekonomisi 2011 yılında %0,31 küçülmüştür. Romanya yalnızca 5 adet büyük çaplı ticaret filosuna sahiptir. Bu rakam, Dünya sıralamasında Angola'nın iki altında Eritre'nin bir üstündedir. Romanya'nın doğal ve tarihi güzellikleri her yıl ülkeye milyonlarca turist çekmekte ve bu turistler de ülke ekonomisine büyük katkı sağlamaktadır. 2006 yılında Gayri safi yurtiçi hasıla'nın %4,8'i, ve toplam kârın %5,8'i turizm ile elde edilmiştir. Ticaret, turizmi takiben gelişmiş ikinci büyük sektördür. Turizm ülkenin en dinamik ve hızlı büyüyen sektörüdür. Dünya Gezi ve Turizm Konseyi'ne göre Romanya turizm alanında en hızlı büyüyen 4. ülkedir. Sektörün 2007-2016 yılları arasında yıllık %8 büyümesi beklenmektedir. 2002 yılında ülkeye 4,8 milyon turist gelmiş, bu sayı 2004'te 6,6 milyon olmuştur. Similarly, the revenues grew from 400 million in 2002 to 607 in 2004. Kayıtlara göre 2006'da ülkeye 20 milyonun üzerinde uluslararası turist gelerek en az bir gün geçirmiştir; ve bu rakam 2007 yılında daha da büyümesi beklenmektedir. Turizm 2005 yılında ülke ekonomisine yaklaşık 400 milyon € gelir getirmiştir. Romanya'nın, Orta ve Doğu Avrupa arasında bir geçiş noktasında bulunması kültürüne de yansımıştır. Ülkede hem Balkan hem Avrupa hem de komşu ülkelerin kültürlerinin bir karmaşası vardır. Romanya kültürü, erken dönemlerde Slav kavimlerden, özellikle Sırp ve Ukrayna kültürlerinden, sonraki dönemlerde Türk ve Müslüman kültüründen, 1990lı yıllara kadar da tekrar Slav kültüründen etkilenmiştir. Ülke kültürü son yıllarda özellikle Avrupa Birliği'ne üyelik sürecinde Batı Kültürü'nden oldukça etkilenmiştir. Ülkenin çeşitli yerlerinde Rumen Kültürüne bağlı değişik alt kültürler bulunmaktadır. Ülkenin kuzeybatısında Macar Kültürü, güneye doğru Bulgar Kültürü, güney batıda ise Sırp Kültürü ülke kültürünü oldukça etkilemiştir. Avrupa'nın en yüksek Roman oranına (%3,25) sahip Romanya'nın kültüründe, Çingene kültürü de önemli bir yere sahiptir. Ülkenin idari bölünümü eyaletler, kentler ve komünler biçimindedir; Romanya'da 41 eyalet ve bunlara ek olarak eyalet statüsüne sahip başkent Bükreş, 83'ü belediye statüsüne sahip 263 kent ve 2685 komün (13.285 köy ile birlikte) bulunmaktadır. Önemli kentleri; başkent Bükreş, Köstence, Braşov ve Yaş'tır. ("Bakınız: Romanya'daki şehirler listesi") Işık yılı Işık yılı, (sembol: IY, İng. "light year" ("ly")), ışığın bir yılda boşlukta aldığı mesafedir. Astronomik birim'e kıyasla büyük bir uzunluk birimidir, bu sebeple genellikle yıldızlar arası mesafeleri ölçmekte kullanılır. Uluslararası Astronomi Birliği (IAU), yıl birimi olarak Jülyen yılı'nın kullanılmasını önermektedir. Buna göre bir Jülyen yılı 365,25 gün ya da 31.557.600 saniyedir. "1 IY (km) = Işık hızı (km/s) x bir yıl (saniye)" Feza Gürsey Feza Gürsey, (d. 7 Nisan 1921, İstanbul – ö. 13 Nisan 1992, New Haven). Türk fizikçi ve matematikçi. 7 Nisan 1921' de İstanbul'da Prof. Dr. Remziye Hisar (1902-1992) ve Dr. Reşit Süreyya Gürsey'in (1889-1962) ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Dr. Reşit Süreyya Gürsey, tıp doktoru, fizikçi ve öğretmen olmasının yanı sıra bilime ve sanata büyük ilgisi olan bir aydındır. Annesi Prof. Dr. Remziye Hisar, Darülfünun'un fen okuyan ilk kız öğrencilerinden olup, Avrupa'da kadınların pek azının kariyer yapabildiği bir dönemde Sorbonne'da Devlet Kimya Doktorası yapmayı başarmış bir bilim insanıdır. Feza Gürsey, İstanbul Anadoluhisarı'nda, Remziye Hanım'ın Otağtepe'deki aile evinde doğmuştur. İlkokula Paris'te Jeanne d'Arc okulunda başlamış ve öğretmenlerinin hayranlığını kazanmıştır. Kızkardeşi Deha Gürsey Owen'ın anlattığı üzere, öğretmeni Madam Denizot, her şeyi çabucak öğrendiği için Feza Gürsey'i çok seviyor, onu yanından ayırmıyormuş. İlkokul üçüncü sınıfa Galatasaray Lisesi'nde devam eden Gürsey, okulun sevilen, hayran olunan bir öğrencisi olmuştur. Sınıf arkadaşı Emekli Büyükelçi Özer F. Tevs bir yazısında Feza Gürsey'i şöyle anlatmıştı: ""39 Feza Gürsey, zamanının bütün Galatasaray Liselilerini ve yerli yabancı kıymetli hocalarını etkilemiş bir talebe idi. Ortaokul üçüncü sınıfta, akşam etüdünde, bakardık, Feza bir köşede Proust'un "Yitik Zamanı Araştırırken" adlı felsefi hikâyelerini okuyor veya Cézanne'ın röprodüksüyonlarını inceliyor... Fransız hocalarımız büyük teneffüslerde onu muallimler odasına çağırır sohbet ederlerdi... Bizden iki sınıf daha büyük, çok çalışkan bir öğrenci daha vardı. Mezun olduktan sonra Fransız hocalardan birisine, 'Feza mı yoksa diğer öğrenci mi daha üstündü' diye sormuşlar. O da, 'bir köy öğretmeni ile bir ordinaryüs profesör arasında ne kadar fark varsa, Feza ile diğer öğrenci arasında o kadar fark vardı' demiş." Feza Gürsey, fizik okumaya lise yıllarında karar vermiştir. Galatasaray Lisesi'ni 1940 yılında birincilikle bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi öğrencisi olmuş, 1944 yılında Fizik-Matematik bölümünden de birincilik ile mezun olmuştur. Millî Eğitim Bakanlığı sınavını kazanarak İngiltere Imperial College'a gitmeye hak kazanmış, burada 1945-1950 yılları arasında Prof. Dr. H. Jones'ın danışmanlığı altında doktora çalışmalarını yapmıştır. Bu dönem içerisinde ""Tek boyutlu bir istatiksel sistem"" ve ""İki bileşenli dalga denklemleri üzerine"" başlıklı iki önemli makale yayımlamıştır. 1951-1957 yılları arasında Cahit Arf'ın desteği ile İstanbul Üniversitesi Tatbiki Matematik Kürsüsü'ne asistan olarak tayin edilmiştir. 1953 yılında "Spinli elektronların klasik ve dalga mekaniği" adlı tezi ile doçent unvanını almış, bir yıl sonra Tatbiki Matematik Kürsüsü'ne do
çent olarak atanmıştır. 1952 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi asistanlarından Suha Pamir ile evlenmiş ve 1954 yılında Suha ve Feza çiftinin tek çocukları Yusuf dünyaya gelmiştir. 1957-1961 yılları arasında, eşi ve oğlu ile birlikte Atom Enerjisi Komisyonu'nun bursu ile ABD'de Brookhaven Ulusal Hızlandırıcı Laboratuvarı'nda bulunmuştur. Bu dönemde Brookhaven Ulusal Hızlandırıcı Laboratuvarı, Princeton İleri Çalışmalar Enstitüsü ve Columbia Üniversitesi'nde fizik dünyasında en ileri seviyede çalışma yapanlar ile birlikte çeşitli çalışmalar yapmıştır. Feza Gürsey'un bu çevrede adını duyuran ilk çalışması yük bağımsızlığı ve Baryon korunumu ile Pauli Transformasyonunun ilgisini gösteren makalesidir. Wolfgang Pauli ünlü Rus fizikçisi Landau'ya yazdığı mektupta ilgisini çeken bu makaleden bahsetmekte ve Heisenberg ile çalışmalarında bu simetriyi kendi spinor modellerinde kullanmayı düşündüğünü söylemektedir. W.Pauli, kendisinden Princeton Enstitüsünde çalışmalarına devam etmesi için referans isteyen Feza Gürsey'a gönderdiği mektupta şöyle diyor: ""Ben, seni tavsiye edebilir miyim diye düşünmüyorum, tam tersi, Princeton Enstitüsü'nü sana tavsiye edebilir miyim diye düşünüyorum."" 1961 yılında Türkiye'ye dönen Gürsey, 1974 yılına kadar Prof. Dr. Erdal İnönü'nün ısrarları ve uğraşları sonucunda Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Teorik Fizik Bölümü'nde profesör olarak çalışmıştır. Bu dönem içinde Türkiye'de teorik fizik alanında yapılan çalışmaları canlandırmaya çalışmıştır. Princeton ve Yale üniversitesinden ünlü fizikçileri ODTÜ'ye davet ederek birçok konferansın düzenlenmesini sağlamıştır. 1968 yılında TÜBİTAK Bilim Ödülü'nü almıştır. 1965-1974 yılları arasında Yale Üniversitesi'nin Teorik Fizik Bölümü'ne teklifi üzerine ODTÜ'deki görevinden ayrılmak istemeyen Gürsey, Yale Üniversitesinde konuk profesörlük görevini kabul etmiş ve ODTÜ-Yale üniversiteleri arasında dönüşümlü olarak lineer olmayan kiral modeller, konform simetri, genel görelilik üzerinde çalışmalarını sürdürmüştür. 1974 yılında Feza Gürsey'in Yale Üniversitesi Fizik Bölümün'ndeki profesörlüğü daimi hale gelmiş, izni kaldırılmış ve ODTÜ'den ayrılmak zorunda bırakılmıştır. Gürsey bunun nedenlerini, Prof. Dr. Mustafa Parlar Eğitim ve Araştırma Vakfı'nca verilen Bilim Hizmeti ve Onur Ödülü töreninde anlatmıştır: ""Birincisi, sık sık ve ücretli izinli olarak dışarıdaki bilim merkezlerinde çalışmam ve bu bilimsel alışverişe öğrencilerimi de katmam. İkincisi, Türkiye'mizin seviyesine ve ihtiyaçlarına uygun olmayan üst düzeyde bir araştırma yaparak gençliğe zararlı bir örnek olmam."" Feza Gürsey 1971 yılından 1991 yılındaki emekliliğine kadar Yale Üniversitesi Fizik Bölümü'nde çalışmıştır. 19 Ocak 1977'de temel parçacık fiziğine yaptığı katkılardan dolayı Sheldon Glashow ile birlikte Oppenheimer Ödülü'nü aldı. Ödül için kendisini tebrik eden öğrencilerine "Ödül, Yale ile Harvard arasında paylaşıldı yazıldı. İsterdim ki, ODTÜ ve Harvard arasında paylaşıldı desinler" demiştir. 1991 yılındaki emekliliğinden sonra Türkiye'ye dönmüş, Boğaziçi Üniversitesi'nin davetini kabul ederek Fizik bölümündeki odasına yerleşmiştir. Bu sene içerisinde yakalandığı prostat kanseri nedeni ile 13 Nisan 1992'de Yale Üniversitesi'nin hastanesinde vefat etmiştir. Naaşı Anadoluhisarı'nda aile mezarlığına defnedilmiştir. II. Dünya Savaşı II. Dünya Savaşı, 20. yüzyılda dünya çapında yapılan iki savaştan ikincisi olup birçok milletin yer aldığı, 1939'dan 1945'e kadar süren küresel bir askerî çatışmadır. Savaşa dönemin tüm büyük güçleri olan Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği, ABD, Çin Cumhuriyeti ve Fransa, Müttefik Devletler olarak; Almanya, İtalya ve Japonya, Mihver Devletler olarak katılmıştır. 100 milyondan fazla askerî personelin dâhil olduğu savaşta savaşa katılan ülkeler tüm ekonomik, endüstriyel ve bilimsel güçlerini, sivil ya da askerî kaynak farklılığı gözetmeksizin savaş için seferber etmiştir. Nükleer silahların kullanıldığı tek savaş olmakla kalmayıp, Holokost gibi kitlesel sivil ölümlerin gerçekleştirildiği II. Dünya Savaşı, insanlık tarihindeki en büyük ve en kanlı savaştır ve 1939-1945 yılları arasında 40-50 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Savaşın başladığı tarih olarak genellikle, Almanya'nın Polonya'yı işgal ettiği 1 Eylül 1939 kabul görür. Polonya'nın işgali ile birlikte Fransa ve Britanya İmparatorluğu ve İngiliz Milletler Topluluğu’na dâhil olan çoğu ülke Almanya'ya savaş ilan etti. Almanya, Avrupa'da büyük bir imparatorluk kurmayı amaçlıyordu ki 1939'un sonundan 1941'in başına kadar bir dizi muharebe ve antlaşma ile Avrupa topraklarının çoğunu ele geçirdi ya da bastırdı. Alman-Sovyet Antlaşması sürerken, sözde tarafsız Sovyetler Birliği, 6 komşu ülkesinin topraklarını tamamen ya da kısmen işgal ederek, topraklarına katmıştır. Britanya ve İngiliz Milletler Topluluğu Kuzey Afrika'da ve genişleyen deniz savaşlarında Mihver Devletler'e karşı savaşı sürdüren tek büyük güç olarak kalmıştır. 1941 Haziran ayında Avrupalı Mihver Devletler, Sovyetler Birliği'ni işgal etmeye başladılar. Tarihteki en büyük kara savaşı cephesini başlatan bu işgal sonrası Mihver Kuvvetler askerî gücünün önemli bir bölümü bu savaş için ayırmıştır. 7 Aralık 1941 tarihinde, 1937'den beri Çin'le savaşan ve Asya'ya hükmetmeye çalışan Japonya, Amerika Birleşik Devletleri’ne ve Pasifik Okyanusu'ndaki Avrupalı devletlerin topraklarına saldırmış ve kısa sürede bölgenin büyük bir bölümüne hâkim olmuştur. Japonya'nın Pasifik Cephesi'ndeki bir dizi yenilgisi ve Avrupalı Mihver ordularının Kuzey Afrika ve Stalingrad'daki yenilgileriyle birlikte Mihver kuvvetlerin ilerlemesi 1942 yılında durdurulmuştur. 1943 yılında Doğu Avrupa'daki Alman yenilgileri, İtalya'nın Müttefik kuvvetlerince işgal edilmesi ve Pasifik'teki Amerikan zaferleriyle birlikte Mihver Devletler savaştaki kontrolü kaybetti ve tüm cephelerde geri çekilmek zorunda kalmıştır. 1944'te Batılı İttifak Kuvvetleri Fransa'yı, Sovyetler Birliği ise kaybettiği bölgeleri geri almakla kalmayıp Almanya'yı ve müttefiklerini işgal etmiştir. Sovyetler Birliği ve Polonya kuvvetlerinin Berlin’i ele geçirmesini takip eden Almanya'nın 8 Mayıs 1945'te koşulsuz teslimiyetiyle birlikte Avrupa’da savaş sona ermiş, Japon orduları ise Birleşik Devletler tarafından yenilgiye uğratılmıştır. Bunu takiben Japon Adaları işgal edilmeye başlanmıştır. Asya'da savaş, 15 Ağustos 1945 tarihinde Japonya’nın teslim olmayı kabul etmesiyle sona erdi. Türkiye ise resmî olarak savaşa katılmamasına rağmen Almanlar ve Amerikanlar ile yaptığı dostluk paktları ve ekonomik ilişkiler İkinci Dünya Savaşı'nda ABD ve Almanya'nın işine yaramış, bu sayede Asya'daki güçlere ağır şekilde hasar vermiştir. Savaş, 1945 yılında Müttefik Devletler'in Almanya ve Japonya'ya karşı kesin zaferiyle sonuçlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı dünyanın politik düzenini ve sosyal yapısını derinden etkiledi. Sonraki yıllarda oluşabilecek çatışmaların önüne geçmek ve uluslararası dayanışmayı sağlamak için Birleşmiş Milletler (BM) kuruldu. Savaş sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği gibi süper güçler olarak ortaya çıktı. Bu durum süper güçler arasında 46 yıl boyunca sürecek olan bir Soğuk Savaş dönemini başlattı. Bu dönemde Avrupalı büyük güçlerin etkisi azalmaya başladı ve Asya ve Afrika'daki sömürgeler bağımsızlıklarını kazanmaya başladı. Savaş süresince endüstrisi hasar gören birçok ülke ekonomisini tekrar yapılandırma dönemine girişti. Politik bütünleşme, savaş sonrası ilişkileri düzenlemek amacıyla özellikle de Avrupa'da, önem kazanmıştır. Almanya'nın Polonya'yı işgal ettiği 1 Eylül 1939 savaşın başladığı tarih olarak genel kabul görür. İki gün sonra Birleşik Krallık ve Fransa Almanya'ya savaş ilan eder. Japonya'nın Mançurya'yı işgal ettiği 13 Eylül 1931 ile II. Çin-Japon Savaşı'nın başladığı 7 Haziran 1939 da bazı çevrelerce savaşın başladığı tarih olarak kabul edilir. A. J. P. Taylor, savaşı Doğu Asya'daki Çin-Japon Savaşı ve Avrupa'daki İkinci Avrupa Savaşı olarak ikiye ayırır. Taylor bu iki savaşın 1941’de birleşerek 1945'e kadar süren tek bir küresel çatışma hâlini aldığını savunur. 23 Ağustos 1942'de başlayıp 2 Şubat 1943'te Almanların mutlak yenilgisiyle sonuçlanmış ve tüm Alman 6. Ordusu elimine edilmiştir. Stalingrad Muharebesi ile Almanların taarruz gücü kırılmıştır, bu olay savaşın Doğu Cephesi'nde kırılma noktası olarak kabul edilir. Almanlar, Kursk Muharebesi ile Ruslara karşı son büyük taarruzları gerçekleştirmişler ancak başarılı olamamışlardır. Stalingrad Muharebesi ile Alman kuvvetleri sürekli olarak Berlin'e kadar geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Başını ABD ve İngiltere'nin çektiği Batılı Müttefik Devletler'in 6 Haziran 1944'te Alman işgali altındaki Fransa'nın Normandiya sahillerine çıkarma yapması savaşın Batı Cephesi'nde kırılma noktası olarak kabul edilir. Savaşın bitiş tarihi üzerine genel kabul görmüş bir tarih yoktur. Japonya’nın resmen teslim olduğu 2 Eylül 1945 yerine 14 Ağustos 1945 mütarekesi ile savaşın bittiğini savunan bir görüş vardır. Bazı Avrupalı tarihçilere göre Almanya’nın koşulsuz teslimiyet tarihi olan 8 Mayıs 1945 savaşın bitiş tarihidir. Japonya ile Barış Antlaşması 1951’e kadar imzalanmamıştır. Adolf Hitler'in 1933 yılında iktidara gelmesinden itibaren savaşın sonuna kadar izlediği strateji, üç aşamalı bir stratejidir. Hitler, iktidara gelmesinin hemen ardından Alman ekonomisinin büyümesini hedef almıştır. I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmak ve 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı sonucunda Alman ekonomisi ciddi sıkıntılar içerisine girmiştir. Yaşanan yüksek enflasyon, aşırı boyutlara varan işsizlik ve bunlara bağlı olarak sanayideki üretim-hammadde dengesizliği bu sıkıntıların başlıcalarıdır.Ayrıca orta sınıfların ve iş adamların sol ve komünizm korkusu Hitler'in yükselişinde çok önemli bir rol oynamıştır. Ekonominin düzene sokulmasının ardından stratejisinin ilk adımında Hitler, Alman kara, deniz ve hava kuvvetlerinin, Versay anlaşmasıyla getirilen sınırlamalardan kurtulmasını sağlamaya gayret etmiştir. Ülkede 1898'd
en beri önemli kolonilerin kaybedilmesi ile hızlanan ekonomik ve sosyal çöküntü iç savaş ortamını hazırlamıştır. 1923'te diktatör General De Rivera başa geçene kadar 33 tane kabine değişmiştir. Ülkenin yeni monarşik yapısında politik açıdan istikrarsız bir durumda oluşu, ekonomik ve sosyal durumu çok kötü bir biçimde etkilemiştir. Aynı zamanda asiller ve ordunun karşılıklı çıkarlar nedeniyle kralcı ve dolayısıyla sağ görüşlü olması gibi bir durum söz konusuydu. Ancak bu gruba karşıt Katalonya ve Bask bölgesindeki halk ve komünistler vardı. Bu gruplar De Rivera'nın döneminde biraz daha durulmuş gözükselerde yine de onun kendilerini zaptedememesi sonucu yönetimden gitmesi sonrası kurulan 2. Cumhuriyette Nasyonalistler ve sonrasında Cumhuriyetçiler yönetime gelmişler; ancak ülke içersinde büyüyen karmaşayı engelleyememişlerdir. Bunun sonucunda Cumhuriyetçiler ile Milliyetçiler arasında iç savaş başlamıştır. İlk başlarda Cumhuriyetçiler avantajlı görünmüşlerdir; ancak daha sonra İspanya Afrikası ve İspanyol ordusunun bir kısmı milliyetçilere katılmıştır. Hitler ve Mussolini radikal eylemlerle Alman ve İtalyan pilotlarını savaşa sokmuş ilk zırhlılarını İspanya'da denemiştir. 1939'da General Franco önderliğinde milliyetçi güçler tamamen yönetimi ele geçirdiğinde toplam ölü sayısı 600.000 civarındadır. Japon İmparatorluğu, Sibirya ve Moğolistan sınırlarında Sovyetler Birliği'le(SSCB) sürtüşmektedir. Bu gerilim Almanya'ya Japonya'yla yakınlaşma şansı tanır. 25 Kasım 1936 tarihinde Anti-Komintern Paktı'nı imzalarlar. Buna göre, her iki ülke, içlerinden birisi Sovyetler Birliği (SSCB) tarafından saldırıya uğrarsa diğerine destek sözü verir. Berlin, İtalya'nın da bu anlaşmaya katılımı için baskı yapar. Mussolini bir yıl sonra, 6 Kasım 1937'de anlaşmayı imzalar. 1939 Şubat ayında Macaristan da Anti-Komitern Paktı'na katılır. Franco'nun İspanya'sı da bu ittifaka 27 Mart 1939'da katılır. Ancak, II.Dünya savaşında Almanya SSCB'yle savaşmasına karşın, İspanya bu savaşta tarafsız kalmıştır. Çin-Japon Savaşı, Japonya'nın, Çin ve Mançurya'ya yayılma arzusundan ilerleme kaydetmişler, yerleşim birimlerine karşı zehirli gaz dahi kullanmışlardır. 1937'de Marko-Polo Köprüsü bölgesindeki bir olayı bahane ederek tekrar saldırıya geçen Japonlar, 1937'de Nankin, 1938'de de Kanton ve Hankov'u aldılar. Ancak bu savaşlar klasik askeri taktikler ve strateji açısından özel bir öneme sahip değildir. Japonlar'ın Mançurya üzerinden Moğolistan'a doğru ilerlemeleri, onları Rusya ile karşı karşıya getirmiştir. Bu durum Rusya'yı iki cepheli savaşa zorladığından 1939 yazında Stalin'i Hitler ile ittifak yapmaya zorlamıştır. Ancak Ruslar, 1939'da Kolkin'de Japonları yenmişler ve böylece Japon Kara Kuvvetlerinin modern bir güç karşısında başarılı olamayacaklarını ortaya koymuşlardır. Bu mağlubiyetten sonra Japonlar tekrar Pasifik ve Güneydoğu Asya'ya yöneldiler. İlk kez 1919'larda ortaya atılan Anschluss düşüncesi uzun süre destek görmüştür. Avusturya tarafında Sosyalistler 1933'e kadar Anschluss'u desteklemişlerdir. Ancak Nazi Partisi iş başına geldikten sonra düşünceye soğuk bakılmaya başlanmıştır. Hitler Anschluss'u gerçekleştirmek için 1934'te Avusturya'da Nazilerin iktidarı ele geçirmesine yardım etmiş; ancak bu girişim başarısız olmuştur. 1937 yılında İtalya ile Almanya anlaşınca Hitler, Avusturya üzerindeki isteklerini sertleştirmeye başlamış ve Avusturya üzerinde baskı kurmuştur. Bunun üzerine Avusturya'da 12 Mart 1938'de plebist yapılması kararlaştırılmıştır. Ancak plebisit'ten bir gün önce Alman birlikleri Avusturya'yı işgal etmiş ve Avusturya Ordusu hiçbir direniş göstermemiştir. Ertesi gün yapılan plebisit'te birleşme %99'dan fazla bir oy almıştır. Almanca konuşan nüfusun yaşamakta olduğu bölgelerin, Alman topraklarına katılmasıdır. Bu stratejik evrenin adımları, 12 Mart 1938'de, Avusturya'nın ilhak edilmesiyle başlamıştır. Ardından ikinci adım Çekoslovakya toprakları içindeki Sudet bölgesidir. Hitler'in baskısıyla 29 Eylül 1938 günü imzalanan Münih Anlaşmasıyla Sudet bölgesi Almanya'ya verilmiştir. Konferans, Alman, İtalyan, İngiliz ve Fransız başbakanlarının katıldığı, Çekoslovakya'nın temsilci bulundurmadığı bir anlaşmadır. Anlaşmanın hayata geçirilmesi konusunda Hitler, hiç zaman kaybetmemiştir. Anlaşma, 1 Ekim 1938'de yine silah kullanılmaksızın, uluslararası anlaşmalara dayanılarak, nüfusunun yüzde elliden fazlasını Almanların oluşturduğu Sudet bölgesinin Almanlarca işgal edilmesine dayanmıştır. 15 Mart 1939'da ise Çekoslovakya'nın kalanını da topraklarına eklemeleri anlaşmada yer almıştır. Bu olaylara kadar Hitler, stratejisinin adımlarını atarken, silah kullanmamıştır. Ancak geriye tek sorunlu bölge kalmıştır: Danzig bölgesi. Versay Anlaşmasıyla Polonya'ya verilen Danzig bölgesi, hâlâ Alman yönetiminde olan Doğu Prusya ile Almanya arasındaki kara bağlantısını kestiğinden, Alman Hükümeti, Polonya hükümetinden, Doğu Prusya'yla arada bir kara bağlantısı oluşturulması yönünde bir teklifi görüşmesini istemiş ve böylece Danzig Sorunu ortaya çıkmıştır. 3 Mayıs 1939'da Sovyet Dışişleri Komiseri olan Litvinov görevden alınarak yerine Vyaçeslav Mihayloviç Molotov atanmıştır. Bu atama Sovyet dış politikasında keskin bir dönüşe işaret etmiştir. Litvinov döneminde SSCB, Alman yayılmacılığına karşı Birleşik Krallık ve Fransa ile bir protokol oluşturmak için girişimlerde bulunmuş, ne var ki her seferinde reddedilmişti. Molotov döneminde ise SSCB, Alman hükümeti ile bir saldırmazlık paktı için çalışmıştır. Uzun diplomatik görüşmeler sonucunda 23 Ağustos 1939 günü SSCB ile Almanya arasında bir saldırmazlık paktı imzalanması karara bağlanmiştır. Alman ordusu o dönemin en güçlü ordusuydu. Danzig Sorunu'nun diplomatik yollarla çözümünün uzun sürmesi üzerine Alman orduları 1 Eylül 1939 sabahı Polonya sınırlarını geçtiler. Yıldırım savaşı tekniklerinin ilk kez hayata geçirilişi olan Polonya Seferi, bu ülkenin toprak bütünlüğünü uluslararası platformda garanti etmiş olan Birleşik Krallık ve Fransa'yı harekete geçirmiştir. 3 Eylül'de Birleşik Krallık, bir gün sonra da Fransa, Almanya'ya savaş ilan etmiş ve seferberlik hazırlıklarını başlatmıştır. Ancak Alman panzer birlikleri, harekâtın ilk haftasının sonunda Polonya cephelerini yarmış ve geniş kuşatmalara girişmiştir. Müttefikler'in askeri bir müdahalesi için artık olanak görünmemektedir. 17 Eylül 1939 günü, Sovyet Kızıl Ordusuna bağlı birlikler Polonya'nın doğu sınırlarından saldırırlar. İki ateş arasında kalan Polonya, 27 Eylül 1939'da teslim olur, direnen birlikler de 5 Ekim 1939 günü teslim olurlar. 1940 yılının Haziran ayında Stalin, Baltık Ülkelerine gönderdiği notada, SSCB'ye yakın hükümetlerin işbaşına getirilmesini ister. Hemen ardından da Kızıl Ordu Litvanya, Letonya ve Estonya topraklarına girer. 14 Temmuz'da bu ülkelerde yaptırılan genel seçimlerle işbaşına gelen hükümetler SSCB'ye katılma kararı alacaklardır. Böylece I. Dünya Savaşı sonunda yeni Sovyet hükümetinin elinden çıkan bu topraklar tekrar kazanılmıştır ve bu topraklar SSCB'nin Baltık Denizine açılmasında, Leningrad limanının güvenliği anlamına gelmektedir. Baltık Denizi konusunda Stalin'in öngördüğü diğer bir önlem ise onu, Finlandiya hükümetiyle görüşmelere yönlendirecektir. Görüşmelere 9 Ekim 1939'da başlanmıştır. Görüşmelerden bir sonuç alınamayacağı kanısına varan Stalin yönetimi tarafından, 28 Kasım 1939'da, 1932 yılında imzalanmış olan saldırmazlık anlaşmasının tek taraflı olarak kaldırıldığı Fin hükümetine bildirilir ve 30 Kasım 1939 da Kızıl Ordu Finlandiya'ya saldırır. Bu hareket Paris ve Londra'yı, Moskava'ya karşı takınılacak tavır konusunda düşünmeye sevk etti. Birleşik Krallık hükümeti Moskova ile siyasal münasebetlerıni kesmeyı reddetti. Ancak her iki memleket halkoyunda Finlandiya lehinde şiddetli bir heyecan uyanması, Polonya'nın yok edilmesi sırasında Almanya'yla bir savaşı göze alabilecek kuvvette olmadıkları inancıyla hareketsiz kalmayı tercih etmiş Fransa ve Britanya hükümetlerini, Finlandiya meselesinde harekete geçmeye zorladı. Her iki hükümet de SSCB'ye savaş ilan etmeden Finlandiya'ya 100.000 kişilik bir askeri kuvvet yollama kararı aldılar. Böylece Fransa ve Birleşik Krallık küçümsedikleri Sovyet ordusuyla ve SSCB'yle, Almanya'nın yanı başında savaşmayı göze almış oluyordu. Ancak Sovyet Rusya'dan çekinen İsveç ve Norveç, Müttefik kuvvetlerin kendi topraklarından geçmesine izin vermediler. Bu ret, Müttefikler'in çok hazırlıksız oldukları bir sırada Sovyet Rusya'yla savaşa girişmelerine engel olarak ağır bir tarihi hatayı önlemiş oldu. SSCB'nin Finlandiya Seferi 6 Mart 1940'ta Finlandiya hükümetinin, Ruslarla barış görüşmeleri için masaya oturmak zorunda kalmasıyla son bulacaktır. SSCB’nin Kuzey batıda Baltık Denizine dar bir alanda Leningrad körfezi sahili vardı. Bunun hemen kuzeyinde ise Finlandiya toprakları başlıyordu. Finlandiya sınırı Leningrad'ın sadece 32 km batısından başlamaktaydı. Bu bölge SSCB için hayati önem taşımaktaydı. Bu yüzden Stalin bu toprakların SSCB'ye bağlı olmasının gerekli olduğu görüşündeydi. Stalin’in Finlerden istediği bu topraklar 1.700 kilometre karedir. Bunun karşılığında Finlandiya-Rusya sınırının orta kesimlerinden 3.500 kilometre karelik bir araziyi teklif etmektedir. Finlandiya hükümeti, böyle bir anlaşmaya varmanın, taviz vermek istemedikleri tarafsızlık tutumuyla bağdaşmayacağı gerekçesiyle konuya sıcak yaklaşmadılar. Bunun üzerine Stalin bu toprakları satın almak istedi. Bu önerisi de reddedildi. Finlandiya’nın tutumu karşısında Stalin’in tutumu hızla sertleşti. 28 Kasım 1939'da, 1932 yılında imzalanmış olan saldırmazlık anlaşmasının tek taraflı olarak kaldırıldığı Fin hükümetine bildirildi ve 30 Kasım 1939'da Sovyet orduları savaş ilan etmeksizin Finlandiya’ya saldırdı ve ertesi gün Finlandiya'nın sınır şehri Terijoki (bugün Zelenogorsk)'ye girerek, orada Fin komünist Otto Ville Kuusinen'in başkanlığında kukla bir devlet olan Fin Demokratik Cumhuriyeti'ni ilan ettirdi. 6 Mart 1940'ta Fin hükümeti, Ruslar’la barış görüşmeleri için masaya oturmaya razı oldu
. Bu sırada Rus kuvvetleri Koivisto (bugün Primorsk)'yu ele geçirmiş ve Viipuri'ye dayanmıştı. Fin hükümeti anlaşmayı çaresiz kabul eder. Savaş boyunca Fin kayıpları 25 bin ölü ve yaralıdır. Sovyet kayıpları ise 49 bin ölü, 158 bin yaralı. Ancak Finlerin kaybettikleri toprakları geri alma arzusu yüzünden barış sadece 1 yıl sürdü ve Finlandiya, Almanya'nın yanında savaşa girdi. Fransız Başbakanı Reynaud, Parlamentoda gitgide artan gerginliği ve halkoyunda gizli Stuttgart radyosunun (Bu radyo, Almanlarla işbirliği yapan bir Fransız tarafından işletiliyordu. Stuttgart haini olarak adıyla anılan bu Fransız, savaştan sonra yakalanarak kurşuna dizilmiştir) kışkırtıcı yayınlarıyla çoğalan açık hoşnutsuzluğu gidermek için, bekleme politikasını terk ederek, daha dinamik ve haşin bir politikayı denemek istedi. Bu amaçla Londra hükümetini, İsveç çeliğinin Almanya'ya akmasını önlemek için Norveç'e bir çıkartma yapmaya ikna etti. Ancak Müttefik kuvvetlerden önce davranan Almanlar, 9 Nisan 1940 sabahı Norveç'e, deniz yolunun güvenliği için de Danimarka'ya saldırdı. Norveç'in istilasındaki stratejik amaçları İsveç'ten ithal ettikleri demir cevheri yolunun güven altına alınması ve Norveç fiyortlarında denizaltıları için üsler oluşturabilmekti. Danimarka kısa sürede teslim olurken Norveç direnme gösterdi. 10 Haziran 1940'ta Norveç de teslim oldu. Müttefikler'in Norveç'te oynadığı kumar, askeri bir bozgun ve manevi bir yıkılışla sona ererken, Norveç'i de Alman işgali altında esir bir ülke durumuna getirdi. 24 Nisanda Norveç bir hükümet komiserinin emrine verildi ve Quisling'in başkanlığında bir nasyonal sosyalist hükümet kuruldu. Meclislerin güvensizliği karşısında Reynaud hükümeti 9 mayısta, Chamberlain hükümeti 10 mayısta istifa ettiler. Aynı gün Alman saldırısı beklenmedik bir anda batıya döndü. Reynaud istifasını derhal geri aldı; Chamberlain yerine İngiliz kabinesini Churchill kurdu. Avrupa ve bütün dünya için karanlık ve felaketli günler başlıyordu. Belçika ise 27 Mayıs'ta teslim oldu. 10 Mayıs 1940 günü, 110 yedek tümen tarafından desteklenen 190 tümenden meydana gelmiş bir Alman ordusu; 91 Fransız tümeni, 12 Belçika tümeni, 12 Britanya tümeni, 1 Polonya tümeni ve küçük bir Hollanda ordusu tarafından müdafaa edilmekte olan batı cephesine taarruza geçti. Almanların savaş planı ise ancak şubatta kesin şeklini alıyordu. Belçika ve Hollanda'ya yönelen saldırılarla Manş Limanını (Fransa Seferi) ve Paris'i ele geçirmek. Asıl taarruz ise daha güneyde, Arden Ormanları üzerinden Sedan yönünde Fransa topraklarına yönelikti. Hitler, Birleşik Krallık ve Fransa'nın Almanya'ya Hollanda ve Belçika'yı geçerek hücum edeceğini bildiğinden kuvvetlerinin çoğunu Belçika üzerine sevk etti. Bunun üzerine Fransa ve Birleşik Krallık ordusunun en mükemmel silahlandırılmış motorize birlikleri derhal, Alman ordusunu kuzeyden kuşatmak ve gerisinde Ruhr Bölgesini ele geçirmek amacıyla Belçika üzerinden hücuma geçti. Ancak Alman birlikleri korkunç bir hızla ilerliyordu. Paraşütçü birliklerinin göz açtırmayan hücumları sonunda Meuse üzerinde birçok köprüler ve Hollanda'nın meşhur "Eben Emael" kalesi Almanların eline geçti. Hava bombardımanlarıyla yerle bir edilen Rotterdam ve hemen ardından La Haye işgal edildi. Hollanda bir baştan bir başa Almanlar tarafından işgal edildi. Kraliçe Vilhelmina, Birleşik Krallık'a sığındı, ordu yok edildi, Müttefikler'in zırhlı birlikleri süratle güneye çekilmeye başladı. Bir başka Alman ordusu da Lüksemburg üzerinden geçerek Meuse Nehrine varmış, nehri Namur'la Sedan arasındaki birçok noktadan geçmişti. Sedan Harekâtı 15 Mayıs'ta tam bir bozgun halini aldı. Fransız sınırının delinmesi, Belçika birliklerini Anvers-Louvain müdafa hattını terk ederek Lys'e ve İngiliz birliklerini Douai-Peronne hattına çekilmek zorunda bıraktı. Paul Reynaud 16 mayısta Suriye'de bulunan General Weygand'ı General Gamelin'in yerine tayin etti. Weygand Abbeville'den kuzeye ve Ypres'den güneye giden iki hat üzerinde taarruza geçti; ancak önemli bir sonuç alamadı. Belçika orduları 25 ile 28 mayıs arasında ümitsiz bir savaşla Lys üzerinde karşı koydu. 26 Mayıs'ta İngiliz birlikleri anavatana dönme kararı aldı. 27 mayısta Belçika sınırı birçok noktada delindi. Belçika'nın, düşmana karşı koymasına artık imkân yoktu. Kral Leopold, 28 mayısta Almanlarla teslim anlaşmasını imzaladı. Bu üç ülkenin tümüyle istilasını önlemek için İngiliz Yurtdışı Sefer Kuvveti ve Fransız orduları kuzeye ilerleyince, taarruz çıkış hattı Arden Ormanları olan ve Manş Kanalı yönünde ilerleyen Alman zırhlı birlikleri tarafından kuşatılmış oldu. Gerçek şuydu ki Belçika, Müttefik ordularının mağlubiyeti ile, izleri savaştan sonra dahi silinmeyecek çok ağır ve feci şartlar altında kaderiyle baş başa bırakılmıştı. Belçika'nın işgali üzerine Britanyalılar kıtadaki 235.000 kişilik ordularını ve Fransızlar 115.000 kişiye varan kuvvetlerini Almanların aralıksız bombardımanları altında, büyük zorluklarla, Dunkerque limanından deniz yoluyla tahliye edebildiler; ancak bütün silah, cephane ve mühimmat kaybedilmişti. Bu, Müttefikler'in meşhur kuzey ordusunun sonu demekti. Fransa'da, Başkan Paul Reynaud, kendisini bekleyen çok zor olaylara karşı koyabilmek için 18 Mayıs'ta Mareşal Philippe Petain'i hükümete davet etmişti. 15 haziranda ise orduda zırhlı birliklerin ısrarla kullanılmasını isteyen General de Gaulle'ü Savaş Bakanlığı Müşteşarlığına tayın etti. Hükümetin değişmesi Fransa'nın kaderini değiştirmedi. 14 Haziran 1940'ta Alman birlikleri Paris'e girdi. Aynı gün hükümet Bordeaux'a çekildi. Alman askerleri Paris'e girmeden 4 gün önce (10 haziran) İtalya, Birleşik Krallık ve Fransa'ya savaş ilan etti. Bu sırada Alman ordusu Loire yönünde ilerliyor, Maginot hattını geçerek İsviçre sınırına doğru yürüyordu. Fransa çöküyordu. Reynaud, 16 haziranda istifa etti. Yeni kabineyi Mareşal Petain kurdu ve 17 Haziran'da İspanya aracılığı ile Almanya'dan, Vatikan aracılığı ile de İtalya'dan teslim şartlarını bildirmesini istedi. Bu sırada Münih'te buluşmuş olan Hitler ve Mussolini, Fransa'ya teklif edilecek olan mütareke şartlarını belirliyorlardı. 22 Haziran 1940'ta Fransa ateşkes anlaşmasını Almanya ile imzaladı. Aynı gün Alman orduları Lyon'a girdi. İtalya ile mütareke anlaşmasını 24 Haziran'da Roma'da imzalandı. Alman güçleri kuzey Fransa’yı ve Fransa'nın Atlas Okyanusu kıyılarını işgal etti, Fransa topraklarının üçte ikisi, Alman kontrolüne girdi. İtalyan zırhlı birlikleri de Alpler bölgesinden Fransa'ya girdi. Menton, İtalya'nın kontrolüne girdi. Ayrıca Fransız Somalisi'ndeki Cibuti limanı ve Cibuti-Adis Abela demiryolu üzerinde İtalya'ya tasarruf hakkı tanınıyordu. Fransa bu savaşta 100.000 asker kaybetmiş, sivil halktan 80.000 kurban vermiştir. Fransa'nın savaş dışı kalmasıyla Almanya'nın karşısında tek bir düşman kalıyordu: Birleşik Krallık. 19 Temmuzda Hitler, Birleşik Krallık'a barış teklifinde bulundu; ancak Londra bu teklifi şartsız olarak reddetti. Böylesine bir barış, Almanya'nın kıta üzerindeki hakimiyetini tanıması demek oluyordu. Ayrıca Almanya'nın tüm kuvvetlerini doğu cephesine kaydırmasına imkan veriyordu. Bu red üzerine Hitler, Birleşik Krallık'ı da barış masasına oturmaya zorlamak, gerekirse istila etmek için Britanya Savaşını başlatmıştır. Hitler, İngiliz filosunu imha etmek ya da felce uğratmak konusunda pike bombardıman uçaklarına güveniyordu. Britanya Savaşı, Almanya tarafından, Britanya'nın istilası için hazırlanmış olan Denizaslanı Operasyonu'nun hazırlık evresi olarak düşünülmüş olup, RAF'ın (İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri) imhasını amaçlamaktadır ve esas olarak Luftwaffe (Alman Hava Kuvvetleri) tarafından yürütülmüştür. 8 Ağustosta Goering hava kuvvetlerine hücum emri verdi; ancak Alman uçakları Birleşik Krallık'ta ümit etmedikleri kahramanca bir müdafaayla ve tanımadıkları bir silahla karşılaştılar. Bu yeni silah radardı. Bu yeni aletle İngilizler, Birleşik Krallık'a doğru yola çıkan Alman uçaklarınıın yerlerini ve istikametlerini çok önceden keşfedebiliyorlardı. İngiliz hava filosunu savaş dışı bırakmayı hedef alan Alman uçakları, her hücumdan ağır kayıpla dönüyordu. Bu durum karşısında Almanya, İngiliz hava ve deniz üslerini ve endüstri merkezlerini hedef almaya başladı. 6 eylülde Alman saldırısı, Londra üzerine toplandı. Londra bir ay boyunca her gün bombalandı. Bu bombardımanlar sırasında 14.000 kişi ölmüş, 20.000 kişi yaralanmış olduğu düşünülmektedir. İngiliz havacıları, Alman uçaklarına, Londra'da yarattıkları cehennemi çok ağır bir şekilde ödetti. RAF'ın sert direnci karşısında Luftwaffe, Goering'in emriyle 7 Ekim'de geri çekilmek zorunda kalmış ve harekât başarısız olarak sona erdirilmiştir. Bu savaşta, RAF 700 uçak kaybetmesine karşın, Luftwaffe'nin kaybı 3000 uçağı geçiyordu. Londra savaş süresınce her gün bombardımana tutuldu. Ekimde şehre atılan bomba sayısı 10.000, kasımda ise 7500 olarak tespit edilmiştir. Aralık ayında şehirde büyük hasarlar oldu; 1941 yılı başında Coventry'de ayakta kalmış tek bir duvar yoktu. Ama buna rağmen Hitler, partiyi kaybetmişti. Napolyon gibi o da, hayatının en tehlikeli kumarını oynamak ve Birleşik Krallık ile bir ölüm-kalım savaşına girişmek zorundaydı. Böylece mücadele, karayla denizin çarpışması olarak bir başka cephede yeniden başlıyordu. İtalya'nın 10 Haziran 1940'ta Almanya safında savaşa girmesiyle savaş Kuzey Afrika'ya da sıçramış oldu. Zaten Libya, Eritre ve Somali İtalyan kontrolündeydi. İtalya'nın Kuzey Afrika'da operasyon alanı olarak belirlediği bölge, Nil Nehri ve Tunus arasında kalan Batı Çölü'ydü. 1939 yılı ortalarından itibaren Mısır'daki İngiliz Orta Doğu Kuvvetleri, Libya'daki İtalyan kuvvetlerini yoklama taarruzlarıyla taciz etmekteydi. General Creagh komutasındaki 7. Zırhlı Tümenin askerleri bu çatışmalarla “çöl fareleri” olarak anılacaktır. Libya’daki İtalyan kuvvetleri Mareşal Graziani komutasında 7 tümenlik ve 300 tanklık bir kuvvetle 13 Eylül 1940’da İngilizlere saldırmışlar, Mısır topraklarında az biraz ilerledikten sonra, ciddi bir direnişle karşılaşmamalarına karşın Sidi Barrani'de dur
aklayıp savunma sistemleri oluşturmaya koyuldular. Aralık ayında henüz Nil Irmağına ulaşamadan Wavell’in komutasındaki birlikler tarafından durduruldular. Çarpışmalar sonunda İtalyanlar Bingazi’nin ötesine püskürtüldü. 7 Aralık 1940 gecesi, General O'Connor komutasındaki bir İngiliz birliği İtalyan mevzilerine saldırdılar. Sidi Barrani'nin Britanyalı kuvvetlerinin eline geçmesiyle İtalyan birlikleri dağılmışlardır. 3 Ocak 1941'de yeniden taarruza geçen O'Connor, 22 Ocak da Tobruk limanına ulaştı ve ileri Harekâtını sürdürdü. 7 Şubat 1941'de Bingazi'ye ulaşmıştır. İtalyan birliklerinin Kuzey Afrika'da pozisyonlarını korumaları iyiden iyiye güçleşmişken, Britanya hükümetinin dikkatinin Balkanlar'a yönelmesi nedeniyle Kuzey Afrika'daki harekât durmuştur. 12 Şubat 1941'de General Erwin Rommel Kuzey Afrika'da yeni oluşturulan Alman Kuzey Afrika Kolordusu'nun komutanı olarak Trablusgarp'a ulaşmıştır. Rommel, 31 Mart 1941 günü El Ageyla'daki İngiliz birliklerine sürpriz bir baskın düzenleyerek kenti ele geçirir. 2 Nisan 1941 de, Almanya'nın Balkan Cephesini açmasından iki gün sonra Bingazi yönünde ilerlemesine devam eden Rommel, Britanya 2. Zırhlı Tümenini kuşatma altına alıp teslim olmak zorunda bırakmıştır. Rommel'in birlikleri Batı Çölü'nde 600 km kadar ilerlemişler, fakat Tobruk limanı Britanyalıların elinde kalmıştır. Nisan 1941 ayı içinde Rommel iki kez Tobruk'a yüklenirse de sonuç alamaz. 15 Mayıs 1941 sabahı Britanyalı birlikleri Alman hatlarına "Brevity Harekâtı" kodadıyla bilinen bir taarruzda bulunurlar. Halfaya Geçidi'ni ele geçirmelerine karşın Almanların karşı taarruzları sonucu Brevity Harekâtı başarısız olmuştur. 14 Haziran 1941 gecesi Britanyalı birlikleri ikinci bir taarruza giriştiler. "Savaş Baltası Operasyonu" kod adlı bu harekâtda Britanyalı birlikleri, Halfaya Geçidi'ne ve Rommel'in merkezdeki garnizonuna saldırırlar. Halfaya Geçidi, her iki tarafın askerleri arasında "Cehennem Geçidi" olarak adlandırılacaktır bundan böyle. Her iki taarruz da Britanyalılar açısından başarısız olur. Harekâtın üçüncü günü başlarken Rommel, tüm birliklerini, Britanyalıların geri çekilme hattını tutmak amacıyla Halfaya Geçidi'nin yanından ileri sürecektir. Bu tırpan hareketi durdurulamayınca İngilizler geri çekilmek zorunda kalırlar. Tobruk'taki köprü başına ulaşma yönünde Britanyalıların üçüncü girişimi, "Crusader Harekâtı" olarak kayıtlara geçmiştir. 18 Kasım 1941'de başlatılan harekât bu kez başarılı olur. 4 Aralık 1941'de Rommel, Tobruk önlerinden de çekilmek zorunda kalmıştır. Rommel, daha önce savunma hatları oluşturduğu Gazala Hattı'na çekilmiştir ama, 13 Aralık 1941'deki Britanyalı saldırısı karşısında geri çekilmek zorunda kalır, İngilizlerin 200 tankına karşılık elinde kullanılır durumda 30 tankı vardır. 27 Aralık 1941 tarihinde Rommel, birkaç gün önce ulaşan 30 tanklık takviye kuvvetini kullanarak Britanyalı hatlarını yeniden Gazala Hattı'na kadar ileri itmiştir. Alman Afrika birliklerinin başarılı olamamasının en büyük sebebi Britanyalı casus denizaltılarından biri olan SARAH'ın Almanların deniz yoluyla ulaştırdıkları mühimmatlarının yollarını ve geçiş zamanlarını tespit etmesi ve böylece Alman ve İtalyan deniz ikmalimin kesintiye uğramasıdır. Rommel sipariş ettiği silahların yaklaşık yarısına ulaşabiliyordu. 21 Ocak 1942'de Rommel yeniden taarruza geçmiştir. Bu harekât Britanya birliklerini Bingazi'ye kadar geri atacaktır. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası'nın Yunanistan Savaşı'nda ülkeye saldırması ile Nisan 1941'de başlamış ve Ekim 1944'te Almanya'nın ana topraklardan geri çekilmesi ile son bulmuştur. Geri çekilmenin ardından yine de Girit ve bazı önemli adalar 1945 Haziran'ına dek Alman askerî birliklerinin denetimi altında kalmıştır. Yunanistan'ı ilk olarak işgâl etmeye kalkışan devlet İtalya'dır. Ekim 1940'ta ülkeye saldıran İtalya'nın Yunanistan'ı almada yaşadığı başarısızlığın ardından Alman lider Adolf Hitler, Balkanlar'ı kontrol altına alabilmek için ordusunu doğruca Yunanistan'a yönlendirmiştir. Hızlı bir ""Yıldırım savaşı"" taktiği ile 1941 Nisan'ında ülkeye girilmiş ve Mayıs ayının ortalarına doğru Yunanistan, Almanya, İtalya ve Bulgaristan olmak üzere üç farklı devletin işgâli altında kalmıştır. İşgâl altında olunan süre boyunca sivil Yunanistan halkı birçok zorluk ile karşı karşıya kalmış ve 300.000 sivil açlık ve salgın hastalıklardan dolayı yaşamını yitirmiştir. Ülkenin ekonomisi tamamı ile çökmüştür.Bu güçler ülkeyi denetim altında bulunduran gruplara karşı gerilla atakları ile saldırmışlar ve büyük casusluk eylemlerinde bulunmuşlardır. 1943 yılına gelindiğinde bu direnişçi gruplar birbirleriyle çatışmalara girmişler ve tam bağımsızlığın alındığı 1944 yılında krizde olan ülkede iç savaşın çıkmasına neden olmuşlardır. II. Dünya Savaşı'nda 20 Mayıs 1941 sabahında Fallschirmjäger'lerin (Alman Paraşütçü Hafif Piyadesi) Girit Adasına havadan indirilmesi ile başlamıştır. İşgal amaçları bağlamında başarıya ulaştıysa da, Alman tarafının verdiği kayıpların büyüklüğü nedeniyle, Alman ordusu bir daha hava indirme operasyonu yapmamıştır. Girit Muharebesi dünya tarihindeki en büyük hava indirme operasyonu olarak nitelenmekte olup ve tüm dünyada hava indirme tümenlerinde taktik açıdan öğretilen önemli bir muharebedir. Her ne kadar Müttefikler'in II. Dünya Savaşı'nda yapmış olduğu Market Garden Operasyonu'nda daha fazla sayıda paraşütçü komando kullanıldıysa da söz konusu operasyon zırhlı birliklerle desteklendiğinden, hava desteği dışında destek olmadan yapılan bu Alman saldırısı en büyük hava indirme operasyonu olarak kabul edilir. Norveç, Fransa ve Balkanlar'ın istilasıyla, Batı'dan gelebilecek bir dizi askeri tehdidin önlemini almış olan Hitler, dikkatini bu kez doğuya, Sovyetler Birliği'ne çevirmiştir. 22 Haziran 1941 günü kısa bir hazırlık ateşinin ardından Alman panzer birlikleri Sovyet sınırını geçerler. Böylece II. Dünya Savaşının Doğu Cephesi savaşlarının açılış hamleleri sayılabilecek Barbarossa Harekâtı başlamış olur. Doğu Cephesi 22 Haziran 1941 tarihinde başladı ve harekâtın ilk aylarında Wehrmacht’ın hızlı ilerleyişine ve Kızıl Ordu’nun ciddi ölçüde kayıplarına sahne oldu. Emrindeki tank kolordularıyla hızla Moskova önlerine gelen Mareşal Fedor von Bock, Hitler tarafından zorla geri dönüp Smolensk'teki Rus ordularını esir alması istenince, Moskova'yı terk etmiş olan Stalin zaman kazanıp kendi birliklerini savunma yapmaları için Moskova'ya yığdı. Sonbahar aylarındaki yağışlar, Rus direnişinin giderek kendini toparlaması ve sertleşmesi, ardından da o yıl erkenden bastıran kış şartlarının oluşturduğu zorluklarla Alman ordularının ilerleyişi durma noktasına geldi. 5 Aralık 1941 akşamı, Moskova'ya yönelik Alman saldırıları sonlanmak zorunda kaldı. 1942’de Hitler, Karadeniz'le Hazar Denizi arasında bulunan Kafkasya petrol yataklarını ve bu bölgenin hemen kuzeyindeki Don ve Donets nehirleri arasındaki sahayı ele geçirmeyi hedefledi. Bu planın ilk adımı Mavi Durum kod adıyla bilinecektir. Mavi Durum, Alman ordularına Stalingrad ve Kafkasya yolunu açmak içindir. Mavi Durum'da belirlenen hedeflere ulaşılmasından sonra Alman orduları iki grup olarak operasyonları sürdürdüler. Stalingrad kentinin ele geçirilmesi yönündeki operasyonlar, Stalingrad Muharebesi ile II. Dünya savaşı’nın dönüm noktalarından biri oldu. Stalingrad’ı kuşatan Alman birlikleri Rusların Uranüs Operasyonu kod adını verdikleri karşı taarruzla çembere alındı. Çemberi kırmak amacıyla Alman Don Ordu Grubunun giriştiği Kış Fırtınası Operasyonu ise Kızıl Ordu’nun karşı operasyonu (Küçük Satürn Operasyonu) ile başarısızlığa uğramıştır. Küçük Satürn Operasyonu’nun başarısının hemen ardından Kızıl Ordu, Satürn Operasyonu ile, Kafkasya’da zaten güçlükle ilerlemekte olan Alman ordularının geri bağlantısını kesmek amacıyla taarruzlara başlamıştır. Bu taarruzların durdurulamayacağı ortaya çıkınca Alman birlikleri 1943 yılının Ocak ayı başlarında Kafkasya’dan çekilmek zorunda kalmışlardır. 1943 yılı ocak ayı ortalarına doğru daha kuzeyde Kızıl Ordu’nun giriştiği karşı taarruzlar sonucu, Don ve Donets bölgesi tekrar Rusların kontrolüne geçmiştir Japonlar güçlerine güveniyordu. En güçlü, en modern donanmanın ellerinde oluşu, Çin'in zengin bölgelerinin işgalini tamamlamaları ve Avrupa'daki karışık ve güvensiz durum Japonları Avrupa Uzakdoğu sömürgelerine saldırı arzularını körükledi. Endonezya (Hollanda Hindistanı), Pasifik adaları, Fransız Çinhindi, Burma ve Hindistan iyi bir hedef olarak namluda duruyordu. Ancak kolay gibi görünen bu harekât Japonlara göre güçlü ve resmen olmasa da Müttefik cephesine destek verebilecek bir Amerikan deniz filosu Pasifik'te bulunurken gerçekleştirilemezdi. Bu amaçla bir nevi Amerikan su üstü gücüne suikast olacaktı. Japonlar da Amerika kendini toparlayana dek, kızaklardan yeni binlerce tonluk savaş canavarları çıkarmadan evvel işgal işini bitirmiş halde muzafferiyetlerinin tadını çıkaracaklardı. Bu büyük görev amacıyla o güne dek denizlerde kullanılmamış büyüklükte bir hava gücü Amiral Nagumo'nun yönetimine verildi. Birçok savaş gemisi ve uçakları Oahu yakınına taşıyacak altı uçak gemisi hazırlandı. Torpil uçakları, Vals uçakları, yüksek irtifa bombardıman uçakları; gemileri yok etme işi, avcı uçaklarıysa Amerikan uçaklarını henüz yerdeyken imha için (Alman taktiği) uçak gemilerine yerleştirildi. Toplam 429 uçak kendine güvenle yola koyuldu... Başlangıçta, ABD savaşa doğrudan katılmasa da, Birleşik Krallık'a büyük ölçüde ekonomik ve askeri malzeme yönünden destek sağlıyordu. 7 Aralık 1941’de, bir pazar sabahı, Japon uçak gemilerinden havalanan yüzlerce avcı, torpido ve bombardıman uçağı, Hawaii Adalarından Oafu Adasında bulunan Pearl Harbor deniz üssüne geniş çaplı bir hava saldırısı düzenledi. Japonlar bombaladıkları 8 Dretnoddan 6'sını batırdı ya da kullanılamaz hale getirdi. Amerika donanmasına ait 3 uçak gemisi (CV-5 USS "Yorktown", CV-6 USS "Enterprise", CV-8 USS "Hornet")nin seferde oldukları için bu saldırıdan kaçabilmesinden dolayı, Japonların bu hava taarruzu her ne ka
dar başarılı görünse de esasen Japonya açısından büyük bir şanssızlık olarak kabul edilmektedir. Pasifik Savaşları'nın ilerleyen aşamalarında, deniz savaşlarında hava gücünün belirleyici bir rol oynadığının kanıtlanması da göstermektedir ki, hava unsurlarını taşıyan Amerikan uçak gemilerinin zarar görmemiş olması, savaşın kaderi üzerinde yaşamsal bir rol oynamaktadır. Yine de bu olay üzerine ABD Kongresi 8 Aralık 1941’de Japonya’ya savaş ilan etti. Kaçınılmaz olarak Japonya'nın müttefiki olan Almanya ve İtalya 11 Aralık günü ABD'ye savaş ilan etti. Bir gün sonra ise Japonya, Birleşik Krallık, Kanada ve Avustralya'ya savaş ilan etti. Pearl Harbor baskınıyla aynı gün, Taiwan (Formoza) adasından kalkan Japon uçakları Filipin Adalarına yönelik bir hazırlık saldırısı başlattı. Bu adalara hemen ardından Japon birliklerince çıkarma yapılarak işgal edildi. General Douglos MacArthur komutasındaki ABD ve Filipin güçleri geri çekilmek zorunda kaldılar. Japonlar 1942 Mayısın'da Filipinler'i ele geçirdiğinde 36 bin asker ve 25 bin sivil esir alındı. İzleyen aylarda Japon kuvvetlerinin ileri Harekâtı devam etti. Guam, Wake Adaları, Hong Kong, Malaya işgal etti. Malaya yarımadasındaki Singapur 1942 Şubat'ında Japonların eline geçti. Japon ilerlemesi, Brunei, Saravak, Borneo, Timor, Cava, Sumatra, Selebes, Yeni Britanya, Solomon Adaları, Yeni Gine’nin doğusu, Gilbert Adaları, Andaman Adası, ve Aleut Adaları'na kadar yayıldı. Bu başarılar Japonya'ya, Güneydoğu Asya denizlerinde kesin bir üstünlük sağlamıştır. Nisan 1942 sonlarında Japonlar, Yeni Gine'nin güneydoğusundaki Port Moresby'de ve Solomon Adalarının güneyindeki Tulagi'de hava üsleri kurarak Avustralya ve Yeni Kaledonya arasındaki Mercan Denizinin denetimini ele geçirmeye hazırlanıyorlardı. Japonların Port Moresby'yi ele geçirme planını haber alan Müttefikler eldeki bütün hava ve deniz kuvvetlerini alarma geçirdiler.Japonların 3 Mayıs'ta Tulagi'ye çıkarma yapmaları üzerine, Tuğamiral Frank J. Fletcher komutasındaki keşif kuvvetine bağlı bir uçak gemisinden havalanan ABD uçakları Japon çıkarma grubuna saldırarak bir destroyeri, birkaç mayın tarama ve çıkarma gemisini batırdı. 4 Mayıs'ta Rabaul'den yola çıkan asıl Japon kuvvetlerini oluşturan deniz birliklerinin çoğu doğuya doğru dolambaçlı bir yol izledi. İki tarafın uçak gemileri 5-6 Mayıs günlerini birbirlerini aramakla geçirdi. 7 Mayıs sabahı Japon uçak gemisinden havalanan uçaklar bir ABD destroyeriyle tankerini batırdı. Fletcher'ın uçakları da Japon hafif uçak gemisi Şoho'yu ve bir kruvazörü batırdı. Ertesi gün Japon uçakları ABD uçak gemisi Lexington'ı batırdı ve Yorktaown'a büyük hasar verdi.Buna karşılık ABD uçakları da büyük Japon uçak gemisi Shokaku'yu savaşamayacak ölçüde ağır hasara uğrattı. Çok uçak kaybeden Japonlar, hava korumasının yetersizliği ve karadan havalanan Müttefik bombardıman uçaklarının saldırıları karşısında Port Moresby'ye giden kuvvetlerini Rabaul'de geri çekmek zorunda kaldılar. Zaferle sonuçlanan çarpışmalar boyunca yalnızca uçakları kullanan Müttefik deniz kuvvetleri, hiçbir zaman Japon savaş gemilerine atış menziline girecek kadar yaklaşmadı. (Japon kod adı: MI Harekâtı, MI作戦 / "Emu Ai Sakusen"), Muharebenin amacı stratejik Midway adası'nı almak ve Amerikan uçak gemilerini yok etmekti. Bu amaçla toplanan Japon armadasında 200 parçalık Japon filosunda 8 uçak gemisi ve 11 zırhlı bulunuyordu. Buna karşılık Amerikalılar 3 uçak gemisi etrafında 76 parçalık bir filo hazırlayabilmişlerdi. Ne var ki Japonlar güçlerini dağıttılar. İki uçak gemisini, Amerikalıları kuzeye çekmek için Aleut Adaları’na doğru göndermişler, iki uçak gemisini de esas filonun çok gerisindeki çıkarma filosuna tahsis etmişlerdi. Japon şifresini çözen Amerikalılar birçok bocalamaya ve ’ın bu sefer batmasına rağmen, Japon İmparatorluk Filosu’nun belkemiği olan en önemli dört Japon uçak gemisini batırdılar. Bu savaşın Amerikalılar lehine sonuçlanmasındaki en önemli etken Amerikan ordusunun Japon şifreleme sistemini çözmeleri ve Japonların bundan haberi olmamasıdır. Japon uçak gemilerinin batırılmasındaki etken ise Japon amiralinin hazırda bekleyen silahları yüklenmiş muharebe uçaklarının saldırı filosu geri dönmedi diye bombardıman cephanesi yüklemek amacıyla hangara indirmesi ve bu sırada Amerikan uçaklarının gemilere saldırmasıdır. Bu savaşta ve sonraki savaşlarda Japon donanmasının yenilmesindeki en önemli etkenlerden biri Japon gemilerinde radar bulunmaması olacaktır. Guadalcanal, II. Dünya Savaşı'nda Japonya'nın 3. Ana Savunma Hattının bulunduğu bölge olarak bilinir. Amerikalı donanması Midway zaferinden sonra gözünü Guadalcanal'a çevirdi. Sahil çıkartmasında oldukça zorlanacaklarını sanıyorlardı. Fakat Japon askerlerinden çıkartma anında hiçbir ses gelmedi. O anlık Amerikan askerleri kendilerini şanslı hissettiler. Guadalcanal'da yaşayan yerliler sayesinde Japonların bulunduğu mevzilere kadar ilerlediler. Akdeniz’de Müttefikler, özellikle İngilizler açısından deniz hakimiyeti yaşamsal bir önem taşımaktadır. İngiliz İmparatorluğu'nun Uzak Doğu bağlantısı Akdeniz üzerinden sağlanmaktaydı. Ayrıca Kuzey Afrika'daki askeri varlığının takviyesi ve ikmali açısından da bu deniz yolunun önemi büyüktü. Art arda uygulanan başarılı deniz operasyonları (Mers-el-Kebir Savaşı, Taranto Savaşı, Matapan Yarımadası Savaşı gibi) bu deniz yolunda İngiliz hakimiyetini sağlamış olmakla birlikte bir süre için Uzak Doğu bağlantısı Afrika kıtasının güney ucu dolaşılmak zorunda kalınarak sağlanmıştır. Atlas Okyanusu'ndaki deniz savaşları ise, Bismarck olayı dışında, Alman denizaltılarıyla Müttefik deniz ve hava güçleri arasında sürmüştür. Savaşın genel çizgisi, deniz ticaret hatlarına saldıran Alman denizaltılarıyla onları önlemeye çalışan Müttefik su üstü gemileri ve uçakları arasında geçmiştir. Görüntüler 8 Kasım 1942'de Britanyalı ve ABD güçlerinden oluşan bir görev kuvveti Fas ve Cezayir kıyılarına bir çıkarma yaptı. 6 Ağustos 1942 günü başlayan İngiliz taarruzu karşısında (II. El Alameyn Savaşı), geri çekilmek zorunda kalan Rommel, bu çıkarma harekâtı sonucu iki ateş arasında kalmış oluyordu. General Montgomery komutasındaki Britanyalı 8. Ordusunun ileri Harekâtı, Rommel'in döşemiş olduğu onbinlerce mayın dolayısıyla ağır aksak ilerleyebiliyor. Böylece Britanyalı 8. Ordusu, 13 Aralık 1942'de Tobruk’a ulaşabiliyor. 1943 yılının ocak ayı sonunda ise Libya tümüyle Rommel’in kontrolünden çıkmıştır. Artık Kuzey Afrika’da durum tümüyle ABD ve Ingilizlerin kontrolü altındadır. 10 Temmuz 1943 ve 2 Mayıs 1945 tarihleri arasında Britanyalı ve Amerikalı donanmalarının Husky Harekâtı ile Sicilya'ya yapmış olduğu çıkarmayla açılmış olan cephedir. Müttefikler, Kuzey Afrika’daki Alman askeri varlığını ortadan kaldırdıktan sonra İtalya'ya yöneldiler. İtalya'ya bir çıkarma yapılmasından önce Sicilya adasındaki Alman askeri gücünün de kırılması gerekmişti. İtalya topraklarına Müttefik çıkarması iki noktadan yapılmıştır. General Montgomery’nin 8. Ordusu, Sicilya’dan hareketle dar Messina boğazını geçerek İtalyan çizmesinin parmak ucuna çıkmıştır. İkinci çıkarma operasyonu olan Salerno çıkarması ise, Salerno'nun güneyindeki iki plaja, bir İngiliz, bir Amerikan kolordusu tarafından yapılmıştır. Çıkarmanın üçüncü gününde Müttefik harekâtı durdurulmuş, ancak ilerleyen günlerdeki takviyeler ve ağır bombardımanlar sonucu sağlam bir köprü başı oluşturulabilmiştir. Aynı gün İtalya, Müttefikler'le bir mütareke imzaladı, fakat bu mütareke Salerno çıkarmasına kadar gizli tutuldu. Çıkarma birlikleri esas hedefleri olan Napoli'ye Harekâtın üçüncü haftasında ulaşıyorlar. 22 Ocak 1944'te Müttefikler Roma'nın 40 km güneyinde, Anzio’ya bir çıkarma daha yapıyorlar. Çok çetin çatışmalarla geçen İtalya Cephesi, 29 Nisan 1945'te İtalya topraklarındaki Alman birliklerinin Müttefikler'e yenilmesi ve İtalya'nın kayıtsız şartsız teslim olması ile cephe kapanmıştır. Kursk Savaşı (Almanya'nın verdiği kod adı: Unternehmen Zitadelle / Hisar Harekâtı), II. Dünya Savaşı sırasında Doğu Cephesi'nde, Alman kuvvetlerinin Kursk çıkıntısına karşı 1943 Temmuz ve Ağustos aylarında giriştikleri genel taarruzdur. Bugüne kadar yapılmış en büyük tank çarpışmaları ve bir günde en fazla kayıp verilmiş hava çatışmaları bu muharebede gerçekleşmiştir. Almanların Doğu Cephesi'nde gerçekleştirdiği son stratejik taarruzdur. Sonucundaki Sovyet zaferi, Doğu Cephesi'nde inisiyatifi Sovyetlere vermiştir ve savaşın sonuna kadar da öyle kalmıştır. Kursk çıkıntısı, Almanların Stalingrad'daki yenilgisi sonrasındaki Sovyet taarruzu ve Alman karşı saldırısı sonucu oluşmuştu. Almanlar, çıkıntıyı kuzey ve güney kanatlarından keserek cepheyi kısaltmayı ve Kızıl Ordu birliklerini çembere alarak yeni bir büyük zafer elde etmeyi umuyorlardı. Ancak Sovyetlerin, Hitler'in planları hakkında iyi bir istihbaratı vardı. Bu ve Almanların yeni silahları, özellikle de Panter tankını bekleyerek taarruzu sürekli ertelemeleri Kızıl Ordu'ya derin bir savunma hattı oluşturmak ve karşı saldırı için stratejik rezervleri uygun yerlere konuşlandırmak için yeterli zamanı verdi. Almanlar derin savunma hatları içinde tamamen yorulduktan sonra Sovyetler kendi karşı saldırılarını yaparak 5 Ağustos'ta Orel ve Belgorod'u ve 23 Ağustos'ta da Harkov'u geri alarak Almanları geniş bir cephede geri attılar. Bu savaş 2 yıldır işgal altında kalan Kiev'in 2 Kasım 1943'te kurtarılmasının önünü açmıştır. Sovyetler daha önce kış harekatlarında başarı elde etmişlerse de bu, Sovyetlerin savaştaki ilk başarılı stratejik yaz harekatıydı. Bu stratejik operasyon daha sonra harp akademileri derslerinde yer aldı. Kursk Savaşı, bir Yıldırım savaşının düşman hatlarını yaramadan yenilmesiyle sonuçlanan ilk muharebedir. Normandiya Çıkarması'ndan 16 gün sonra ve Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne savaş ilan ettiği günün üçüncü yıldönümünde, Alman hatlarının merkez bölümünde, 22 Haziran 1944 günü geniş kapsamlı bir Kızıl Ordu taarruzu başlatılmıştır. Stalin, harekâtın kod adı olarak prens Bagration’un adını seçmiştir. Napolyon savaşları sırası
nda, çağın en üstün taktik kumandanlarından biri sayılan Bagration, 1812 de Napolyon ordularına karşı Borodino’da verilen savaşta ölmüştü. Ruslar, 124 tümende 1,2 milyon asker, 5.200 tank, 30 bin top ve 6 bin uçağı bu cepheye sürmüşlerdir. Almanlar bu saldırıya, eksik kadrolu 63 tümende 350 bin dolayında asker, 900 tank ve 10 bin topla göğüs germek durumundaydılar. Taarruzun ilk günü bitmeden Alman hatları iki cephede yarıldı ve 53. Kolorduyla birlikte Vitebsk kenti kuşatıldı. Aynı gece Luftwaffe, Ukrayna’daki Poltava Amerikan üssüne bir hava akını düzenledi. 44 adet B-17 ağır bombardıman uçağı pistde imha edildi. Üsteki yarım milyon galonluk akaryakıt da kullanılamayacak duruma getirildi. Alman 53. Ordu’sunun yarı mevcudunu oluşturan 5 tümen için 25 Haziran'da Hitler, çekilme emrini verdi ama 28 Haziran'a gelindiğinde 53. Kolordu’dan geriye pek bir şey kalmamıştı. 53. Kolordu’nun 5 tümeninden sadece biri, ağır kayıplarla Rus kuşatmasından kurtulabilmiştir. Aynı gün mareşal Rokossovski emrindeki Sovyet kuvvetleri Minsk’in hemen güney doğusundaki Bobruisk kentini ve dolayısıyla Alman 9. Ordusu’nu kuşatırlar. Kuşatma altındaki bu ordudan sadece 15 kişi kurtulabilecektir; Kızıl Ordu 70 bin tutsak alır. 2 Temmuz 1944'te Rokossovski’nin öncü birlikleri, Minsk’in 60 km batısında, Varşova bağlantısını sağlayan kara ve demiryolunu keserler. Kızıl Ordu birlikleri bir haftada 225 km yol kat ederek Alman tümenleri, kolorduları arasından geçip Merkez Ordular Grubu’nun geri bağlantısını kesmiştir. Merkez Ordular Grubu’ndan arta kalan 4. Ordu 3 Temmuz'da Berezina Nehri'nde kalan tek köprüden batıya geçerek imha olmaktan kurtulur. Nehri geçmişlerdir ama Berezina Savaşı Alman 4. Ordu’su için çok ağır kayıplarla sağlanabilen bir geçiş olmuştur. Ne var ki Berezina nehri'nin batısında tutunmak da mümkün olamaz. Zaten aynı gün Minsk’in Rusların eline geçmesiyle de 4. Ordu kuşatılmış duruma düşmüştür. Havadan ikmal girişimleri de başlar başlamaz başarısızlığa uğrar. 11 Temmuz 1944 günü, 4. Ordu’dan sağ kalanlar da teslim oldular. Böylece 1941 yazında Alman işgaline giren Beyaz Rusya bu harekatla kurtarıldı. 12. Kolordu komutanı general Müller, direnmenin intihardan farksız olacağını anlayarak elindeki tüm kuvvetlerle 8 Temmuz 1944'te teslim olmuştur. Berezina bataklıklarını geçip uçsuz bucaksız ormanlarda birkaç kola ayrılan 27. Kolordu, çemberden çıkmak için çabalamaktadır şimdi. 13 temmuzda Vilna kenti Rus'ların eline geçer ve kenti savunan Alman tümeni imha edilir. Merkez Cephede yaşananlar tam bir bozgundur. Üç haftadan kısa bir sürede Kızıl Ordu’nun başardığı bu dev kıskaç harekâtıyla Merkez Ordular Grubu, neredeyse tümüyle savaş dışı kalmıştır. Almanlar, 200 bin asker ve subay ile 22 generalin içinde bulunduğu toplam 55 tümenini kaybetmiştir. Bazı kaynaklarda ise Alman kayıplarının 400 bini bulduğu belirtilmektedir. II. Dünya Savaşı’nın özelliklerinden biri, gerek cephede olsun, gerekse cephe gerisinde, hava unsurlarının yoğun olarak kullanılmasıdır. Cephe gerisine yönelen hava taarruzları, lojistik hedeflere yönelmiştir, silah sanayi tesisleri, destek sanayi tesisleri, enerji santralleri, petrol depolama ve rafineri tesisleri, iletişim ve ulaşım hatları bombardımanın hedefleri olmuşlardır. Britanya Savaşı'nın son bulması ve Doğu Seferi'nin başlamasıyla Alman hava kuvvetlerinin önemli bir bölümü Rusya'da bulunmaktadır. Dolayısıyla Alman hava kuvvetlerinin Batı'daki faaliyetleri, önleme faaliyetleri olarak kalmıştır. Böyle olunca Stratejik Bombardıman, esas olarak Müttefik bombardıman filolarının Alman tesislerine yönelik bombardımanlarıdır. Ne var ki, zaman zaman sivil hedefler de bu bombardımana hedef olmuştur. Köln, Essen, Bremen, Hamburg gibi Alman kentlerine yoğun hava saldırıları düzenlenmiştir. 6 Haziran 1944 gece yarısı Müttefik Paraşütçü Birlikleri'nin Normandiya sahili arkasındaki kritik yerleşim bölgelerine indirme yapmasıyla başlamıştır. Gün ağrırken Müttefikler'in hava ve donanma bombardımanı ile ilk Müttefik askerleri sahilde önceden belirlenen bölgelere çıkarma yapmışlardır. Bu bölgelere Utah, Omaha, Gold, Juno ve Sword kod adları verilmişti. Müttefik kayıplarının en yüksek olduğu çıkarma bölgesi Omaha kumsalıdır. Diğer çıkarma bölgelerinde de, sert bir direnişle karşılaşılmasına rağmen ilerleme sağlanmış, yeterli derinliği olan köprü başları oluşturulmuştu. 26 Haziran 1944'te yoğun çatışmalardan sonra Amerikalıların eline geçen Cherbourg, ibrenin artık Müttefikler'den yana döndüğünün açık göstergesidir. Kuvvet üstünlüğü artık yerine oturmuş, işlemeye başlamaktadır. Amerikan savaş sanayi Avrupa topraklarına oluk oluk akmaktadır. Cherbourg gibi derin bir liman, büyük teknelerin bile yanaşıp yüklerini boşaltmaları için uygundur. Müttefikler için böyle bir liman, tüm kan dolaşımının ana atardamarıdır. General Bradley'in Normandiya'daki ordular grubuna bağlı 3. Ordu'nun komutasına 1 Ağustos 1944'te General Patton atanır. Patton, Müttefik ilerlemesi yönünden yeni bir soluk getirecektir. Hitler'in giriştiği birkaç karşı taarruz ise ağır kayıplarla sonuçlanmış, başarısız girişimler olarak kalmıştır. Market Garden Operasyonu, (17 Eylül – 25 Eylül 1944) II. Dünya Savaşı sırasında, Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık ortak güçlerinin Belçika üzerinden Almanya'ya girmesini amaçlayan operasyondur. Alman birliklerinin düzenli geri çekilişi nedeniyle taktik Alman galibiyeti sağlamıştır. Amerikalılar büyük kayıplar vermelerine rağmen Belçika'yı ele geçirmişlerdir. Ancak Hollanda'ya yönelik harekat Arnhem'daki Alman karşı saldırısı nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. Müttefikler'in planları nisan ayından önce Ren Nehri'ni geçmeyi öngörmemektedir. Fakat 7 Mart'ta Remagen yakınında Ludendorff Köprüsü sağlam olarak ele geçirilince iş değişir. Tam hızla bu köprüden Ren’i geçerler. Bu savaşın gidişatını değiştirecek bir olanaktır. Müttefik tank ve topları, motorize birlikleri, Bonn'un dolayısıyla Ruhr sanayi bölgesinin hemen güneyinden bu su kanalını geçmeye başlamıştır. Patton, 29 Mart 1945'te Frankfurt'u alır, 12 Nisan'da ABD 9. Ordusu, Magdeburg yakınlarında Elbe Nehri'ni geçer. Artık Berlin'e 80 km kalmıştır. 1945 yılı başlarından itibaren Alman orduları gerek Batı'da Amerikan ve Britanyalı orduları karşısında, gerek Doğu'da Kızıl Ordu karşısında gerilemeye devam etmektedir. Ocak ayında Amerikan birlikleri Arden bölgesini ele geçirirken Kızıl Ordu da Vistül nehrine dayanır. Mart ayında Müttefik kuvvetler Ren nehrini geçerek Alman topraklarında ilerlerken Kızıl Ordu da ilerlemesini sürdürür. Nisan ayı ise Nazi yönetiminin sonu olmuştur. 23 Nisan 1945'te Ruslar Berlin'e girmiş, 30 Nisan 1945'te ise Hitler intihar etmiştir. Almanlar, yarım milyona yakın bir kuvvetle Berlin'i 2 Mayıs 1945'e kadar savunsalar da, yoğun Rus taarruzları karşısında 150 bin kayıpla kenti kaybederler. Yalta Konferansı'nda (Şubat 1945) üç büyük Müttefik devlet (Birleşik Krallık, SSCB ve ABD) Polonya'nın SSCB ile sınırını batıya doğru, yaklaşık Curzon Hattı'na kadar çekmeyi kararlaştırdı. Bu düzenlemenin Polonya için yol açtığı toprak kaybı ise batıdaki sınırın Almanya'nın zararına olarak batı yönünde kaydırılmasıyla karşılandı. Josef Stalin Yalta'da, Baltık Denizindeki Świnoujście'den (Swinemünde) güneye doğru uzanarak Szczecin'in batısından geçen, daha sonra Frankfurt (Oder)'ın güneyinde Neisse (Nysa Łużycka) Nehri ile birleştiği noktaya kadar Oder Nehrini (Odra) izleyen, ardından Neisse Nehri boyunca Zittau yakınındaki Çekoslovakya sınırına kadar uzanan Oder-Neisse Hattı'nın sınır kabul edilmesini istedi. Stalin böylece 1939'da (Alman-Sovyet Antlaşması) işgal ettiği ve geri vermek istemediği Curzon Hattının doğusundaki topraklarını yitiren Polonya'nın bu kaybına karşılık bir ödün vermeyi düşünüyordu. Ama yeni sınırın tam olarak nereden geçeceği konusunda Batılı Müttefikler ile SSCB arasında anlaşmazlık çıktı. ABD ile Birleşik Krallık böyle bir düzenlemenin yalnızca çok sayıda Almanın yer değiştirmesine yol açmakla kalmayacağını (Polonya'ya bırakılan topraklarda o sırada 5 milyon Alman yaşıyordu), aynı zamanda gelecekte Almanya'yı kayıplarını geri istemeye yönelteceğini, böylece kalıcı bir barışın kurulmasını önleyeceğini öne sürdü. Onların önerdiği sınır çizgisi Oder Nehri boyunca uzanıyor, sonra Wrocław (Breslau) ile Opole arasındaki bir noktada Oder ile birleşen bir başka Neisse Nehrini (Glatzer Neisse ya da Nysa Kłodzka) izliyordu. Anlaşmazlık nedeniyle Almanya-Polonya sınırı konusunda Yalta'da bir karara varılamadı. Ancak Batılı Müttefikler bu hattı “barış konferansına kadar geçici sınır” olarak kabul etmeye razı oldular (Potsdam, 1945). Temmuz-Ağustos 1945'te Potsdam Konferansı toplandığında, Sovyet ordusu Oder-Neisse Hattı'nın doğusundaki bütün toprakları işgal etmiş ve bu bölgede Sovyet yanlısı geçici bir Polonya yönetimi oluşturulmuş bulunuyordu. ABD ve Birleşik Krallık bu tek yanlı hareketi şiddetle protesto etmekle birlikte oldubittiyi kabul ederek, SSCB'ye bırakılan Doğu Prusya'nın kuzey kesimi dışında, Oder-Neisse Hattı'nın doğusundaki bütün bölgenin Polonya'nın denetimine verilmesini onayladı. Potsdam Konferansı'nda ayrıca bölgedeki Almanların Polonyalılarca Almanya'ya gönderilmesine izin verildi. Ama Polonya-Almanya sınırının nihai olarak gelecekte toplanacak bir barış konferansında çizilmesi kararlaştırıldı. 7 Mayıs 1945 günü General Jodl, Almanya'nın teslim belgesini imzaladı. Almanya resmi olarak 8 Mayıs 1945'te koşulsuz teslim oldu. Bu tarih Zafer Günü olarak kutlanmaktadır. Rusya zaman farkı dolayısıyla 9 Mayıs'ta kutlamaktadır. Görüntüler Almanya'nın teslim töreni Moskova'da Kızıl Ordu'nun Zafer Şenliği Iwo Jima Savaşı (Japonca: 硫黄島の戦い Iwo Tō no tatakai / Iwo Jima no tatakai, İngilizce: Battle of Iwo Jima), 16 Şubat 1945 - 26 Mart 1945 tarihlerinde Pasifik Okyanusunda bulunan Iwo Jima adlı küçük bir adada Japon İmparatorluğu ile Amerika Birleşik Devletleri arasında meydana gelen çatışmadır. Okinawa Savaşı (Japonca: 沖縄戦 Okinawa Sen), Pasifik Savaşı'nın son aşamasında 1945 yılında Okinawa Adalarına ç
ıkarma yapan Amerika Birleşik Devletleri ile Japon İmparatorluğu arasında meydana gelen savaştır. Japonya, kendi adasına kadar geri çekilmek zorunda kalmasına rağmen, yoğun stratejik bombardımana karşın direnmesini sürdürmektedir. ABD başkanı Truman, Pasifik'teki savaşı bir an önce bitirebilmek için atom bombası kullanmaya karar verildiğini açıklar. 6 Ağustos 1945'te Hiroşima, 9 Ağustos 1945'te ise Nagasaki kentleri atom bombasıyla vurulur. Atom bombası binlerce sivilin kaybına neden olmuştur. Hem psikolojik harp olarak hem de toplu sivil tahrip açısından sıcaklığını günümüzde de korumaktadır. 14 Ağustos 1945'te Japonya, kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul etmiştir. Japonya'nın teslim belgesi ise 2 Eylül 1945'te USS Missouri savaş gemisinde imzalanmıştır. Görüntüler Missouri savaş gemisinde Japonya'nın teslim töreni M45 Pershing İkinci Dünya Savaşı sonunda M26 Pershing orta tank gövdesi üzerine 105 mm obüs ile donatılmış yeni bir taret monte edilerek geliştirilen yakın destek tankı. Neil Armstrong Neil Louis Armstrong (d. 5 Ağustos 1930 - ö. 25 Ağustos 2012), ABD'li astronot, Ay'a ilk ayak basan insan. 5 Ağustos 1930'da Wapakoneta, Ohio'da dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimi sırasında izcilik yaptı. Purdue Üniversitesi'nde havacılık ve uzay mühendisliği okudu. Kore üzerinde Amerikan Deniz Kuvvetleri pilotu olarak 78 saat uçuş yaptı. 1956 yılında evlendi, eşinden üç çocuğu oldu. ABD uzay programına astronot olarak katılmak için başvurdu, denemelerden başarıyla geçti. Gemini 8 uçuşuyla ilk kez uzaya gitti. 20 Temmuz 1969 tarihinde Apollo 11 ile yaptığı ay yolculuğunda aya ilk ayak basan insan oldu. Ay üzerinde yaptığı yürüyüşte ilk söylediği ve tarihe geçen cümle şudur: Bu cümlede "bir" (İngilizce: "a") kelimesi duyulmaz, Armstrong konuşurken unutmuş veya parazit nedeniyle silinmiş olabilir. Armstrong 1971 yılında NASA'dan ayrılarak Cincinnati Üniversitesi'nde çalışmaya başladı. 1979 yılına kadar uzay mühendisliği bölümünde profesör olarak çalışmıştır. 1985'ten 1986'ya kadar Uluslararası Uzay Komisyonu'nda hizmet vermiştir. 1986 yılında Challenger kazasının araştırma komisyonuna başkan yardımcısı olarak atandı. 7 Ağustos 2012'de tıkanan kalp damarlarının açılması için ameliyat olan Armstrong, 25 Ağustos 2012'de hayata gözlerini yumdu. Bozon Parçacık fiziğinde, bozonlar Bose-Einstein yoğunlaşmasına uyan parçacıklardır; Satyendra Nath Bose ve Einstein'a atfen isimlendirilmişlerdir. Fermi-Dirac istatistiklerine uyan fermiyonların tersine, farklı bozonlar aynı kuantum konumunu işgal eder. Böylece, aynı enerjiye sahip bozonlar uzayda aynı mekanı işgal edebilirler. Bu nedenle her ne kadar parçacık fiziğinde her iki kavram arasındaki ayrım kesin belirgin değilse de, fermiyonlar genelde madde ile bileşikken, bozonlar sıklıkla güç taşıyıcı parçacıklardır. Bozonlar ya fotonlar gibi elementer ya da mezonlar gibi karşıt olabilirler. Buçuklu tam sayılı spinlere sahip olan fermiyonların aksine; tüm gözlenen bozonlar tam sayılı spinlere sahiptir. Spin-istatistik teoremine göre; herhangi bir mantıklı Relativistik Kuantum Alan Teorisinde, buçuklu-tamsayılı parçacıkları olan spinler fermiyonken, tam sayılı spinlere sahip olan parçacıklar bozondurlar. Çoğu bozonlar bileşik parçacıklar olmakla birlikte, Standart Model içinde beş temel bozon vardır: Ayar bozonlarının aksine, Graviton henüz deneysel olarak gözlemlenmemiştir.Süperakışkanlık ve diğer Bose-Einstein yoğunlaşmaları uygulamalarında bileşik bozonlar önemlidir. Tanım olarak, bozonlar Bose-Einstein istatistikleri'ne uyan parçacıklardır; iki bozon yer değiştirdiğinde dalga denklemi değişmez.Fermiyonlar ise Fermi-Dirac istatistikleri ve Pauli dışlama prensibine uyar:iki fermiyon aynı kuantum durumuna sahip olamaz, sonuç olarak fermiyonun bu özelliğinden dolayı maddenin "katılığı" ya da "direngenliği" gözlenir.Fermiyonlar maddenin yapı taşı olarak bilinirken, bozonlar etkileşimin yapı taşıkuvvet taşıyıcı) veya radyasyonu meydana getiren olarak bilinirler.Bozonların alanı, kanonik değişim ilişkisine uyan alandır. Laser,maser,süperakışkan helyum-4 ve Bose-Einstein yoğunlaşmasının özellikleri bozon istatistiğinden kaynaklanır. Başka bir sonucu da foton gazının termal dengedeki tayfı Planck tayfıdır.Örneklerden biri kara cisim ışıması, bir başka örnek ise bugün arka plan mikrodalga ışıması olarak gözlenen Evren'in erken opak dönemimdeki termal ışımadır. Temel parçacıklar arasındaki etkileşime temel etkileşimler denir. Zahiri bozonların gerçek parçacıklarla temel etkileşimleri bilinen tüm kuvvetleri yaratır. Bilinen tüm temel ve bileşik parçacıklar spinlerine bağlı olarak fermiyon ya da bozondur:yarım tam sayı spinli parçacıklar fermiyon,tam sayı spinli parçacıklar bozondur.Göreceli olmayana kuantum mekaniğini çerçevesinde bu tamamen deneysel bir gözlemdir.Ancak göreceli kuantum mekaniğinde spin istatistikleri teoremi, yarım tam sayı spinli parçacıkların bozon olamayacağını ve tam sayı spinli parçacıkların da fermiyon olamayacağını göstermiştir. Büyük sistemlerde, bozonik ve fermiyonik istatiklerin arasındaki fark sadece yüksek yoğunlıklarda - dalga denklerlerinin çakışma durumunda ortaya çıkar.Düşük yoğunluklarda her iki istatistiklik de klasik mekanik tarafından tanımlanan Maxwell-Boltzmann istatistikleri ile açıklanabilir. Gözlenen tüm temel parçacıklar fermiyon ya da bozondur.Gözlenen temel bozonlar ayar bozonları:fotonlar,W ve Z bozonları,gluonlardır. Bunlara ek olarak standart model Higss mekanizması sonucu diğer parçacıkların kütleye sahip olmalarını sağlayan bozonunın olduğunu iddia eder. Son olarak, kuantum yerçekimine birçok yaklaşım yerçekimi kuvvetinin taşıyıcısı olan 2 spinli graviton olduğunu iddia eder. Bileşik parçacıklar ((hadronlar,çekirdek ve atomlar gibi) yapı taşlarına bağlı olarak bozon ya da fermiyon olabilirler.Daha net olarak spin ve istatistiksel ilişkilerden dolayı çift sayıda fermiyon içeren parçacıklar tam sayı spine sahip olacağından bozondurlar. Örneğin; Potansiyellerle bağlanan temel parçacıklardan meydana gelen bileşik parçacıklardaki bozon sayısının parçacığın bozon ya da fermiyon olması üzerine bir etkisi yoktur. Birleşik parçacıkların( ya da sistemin) fermiyonik ya da bozonik özelliği büyük uzaklıklarda(sistemle kıyaslandığında) gözlenir.Boyutsal yapısının önemli olduğu yakınlıkta, bileşik parçacık(ya da sietem) bileşenlerine göre davranış özelliği gösterir.Örneğin iki tane Helyum-4 atomu eğer helyum atomunun kendi iç yapısıyla(~10m) kıyaslanırsa, Helyum-4'ün bozonik özelliklerine rağmen uzayda aynı yerde bulunamazlar.Bu sebepten sıvı helyumun, normal sıvı maddelerle kıyasla sonlu bir yoğunluğu vardır. Graviton satndart modelde olmasa da oldukça kabul edilebilir teorik bir Ayar Bozonudur.Ancak gravitonun doğası gereği fiziksel olarak algılanması(ölçülmesi) mümkün değildir. Enerji Fizikte, enerji doğrudan doğruya gözlemlenemeyen fakat kendi konumundan hesaplanabilen fiziksel sistemin geniş ve korunmuş bir özelliğidir. Enerji, fizikte temel önemdedir. Pek çok biçime girebilmesinden dolayı enerjinin kapsamlı bir tanımını yapmak imkansızdır ama en yaygın tanım şudur: Enerji, bir sistemin iş yapma kapasitesidir. Fizikte iş, kuvvetin yer değişim yönündeki bileşeninin etkisinin yerdeğiştirmeyle çarpımı olarak tanımlanır ve enerji, iş ile aynı birimle ölçülür. Enerjinin 3 temel formülü vardır: E=Fd E=mc E=Pt Fizikte, enerjinin önemi için bir sebep; enerjinin korunma özelliğidir. Enerjinin korunumu yasası şöyle söyler: Enerji ne yaratılabilir ne de yok edilebilir, sadece farklı biçimlere dönüştürülebilir. Enerjinin bir hacim alanı içerisindeki bütün biçimlerinin toplamı sadece o hacme giren ya da o hacimden çıkan enerji miktarı ile değiştirilebilir. Enerjinin önemi için diğer sebep; enerjinin alabileceği farklı biçimlerin sayısıdır. Kinetik enerji (hareket enerjisi) ve potansiyel enerji enerjinin iki temel kategorisidir. Kinetik enerji atılan bir beyzbol topu gibi hareketli bir kütle tarafından taşınan hareketin enerjisidir. Potansiyel enerji kütleçekim alanı, elektrik ya da manyetik alan gibi bir kuvvet alanı içerisindeki objelerin konumları tarafından etkilenen enerjidir. Örneğin; yer çekimine karşı kaldırılan bir nesne içerisinde, eğer düşerse kinetik enerjiye dönüştürülen, kütleçekim potansiyel enerjisi depolar. Işık gibi elektromanyetik dalgaların ışıma enerjisi, katı cisimlerin bozulması ya da esnemesi sonucu elastik enerji, örneğin; bir yakıtın yanmasıyla oluşan kimyasal enerji ve ısı enerjisi, maddeyi oluşturan parçacıkların belirli bir rastgele hareketinin mikroskopik kinetik ve potansiyel enerjileri enerjinin özel biçimlerini içerir. Ancak, bir sistemdeki toplam enerjinin tamamı işe dönüştürülemez. Bir sistemin enerjisinin işe dönüştürülebilen miktarına kullanılabilir enerji denir. En fazla bozulan ve enerjinin en yüksek entropi biçimi olarak ısı enerjisi özel bir duruma sahiptir. Termodinamiğin ikinci yasası, enerjinin değişik biçimlerine dönüştürülebilen ısı enerjisinin miktarını belirler. Her cisim durgunken kütleye sahiptir. Buna hareketsiz kütle denir. Eylemsizlik kuvveti, Albert Einstein'ın E=mc eşitliği kullanılarak hesaplanabilir. Enerjinin bir biçimi olan durgun enerji enerjinin başka biçimlerine çevrilebilir. Tüm enerji dönüşümlerindeki gibi, enerjinin toplam miktarı bu durumda da azalmaz ya da artmaz. Bu perspektiften dolayı; evrendeki maddenin miktarı onun toplam enerjisine katkıda bulunur. Benzer bir biçimde, tüm enerji kütlenin bir eşdeğer miktarını gösterir. Güneşimiz (ya da bir nükleer bomba) nükleer potansiyel enerjiyi enerjinin başka biçimlerine dönüştürür; toplam kütlesi haddi zatından dolayı azalır. Çünkü, Güneş büyükçe bir ışık enerjisi olarak hala içerisinde aynı toplam enerjiyi içerir. (Enerji Güneşin çevresinden uzaklaştığı zaman kütlesi azalır.) Enerjinin tüm egzotik biçimleri boş alanı da içeren tüm uzaya nüfuz eder. Örneğin; tüm uzay sıfır noktası enerjisi olarak adlandırılan bir enerji yoğunluğunu içerir. Enerji maddelerin değişmesi için gereklidir. Tüm yaşa
yan şeyler canlı kalabilmek için kullanılabilir enerjiye ihtiyaç duyar. İnsanlar bu enerjiyi oksijen ile birlikte metabolizmanın ihtiyacını karşılayan yiyeceklerden alır. İnsan uygarlığı enerjinin devamlı uygulanışına çalışma gereksinimi duyar. Örneğin; fosil yakıtlar ekonomide ve politikada hayati bir konudur. Dünya'nın iklimi ve ekosistemi ışık enerjisi ile sürdürülür. Dünya ışık enerjisini büyük oranda Güneşten alır ve iklim ile ekosistem alınan enerji miktarı ile hassas bir biçimde değişir. Enerji birçok biçimde var olabilir: Doğa bilimlerinin içerisinde, çeşitli enerji biçimleri tanımlanabilir. Yukarıdaki liste, enerjinin muhtemel listesi tamamlamak zorunda değildir. Ne zaman doğa bilimcileri enerji korunumu yasası ile çelişen bir olay keşfederlerse, durumu açıklayacak yeni biçimler eklenebilir. Isı ve iş, sistemin özelliklerini göstermemeleri fakat transfer edilen enerji süreçlerinde olmalarından dolayı özel durumlardır. Genellikle, bir cisimde ne kadar ısı ya da işin bulunduğunu ölçemeyiz fakat bunun yerine belirli yollarla, verilen durumun olduğu sırada, sadece cisimler arasında transfer edilenin ne kadarının enerji olduğudur. Enerjinin çeşitleri sınıflandırılabilir. Yukarıda sıralananların bazıları listede olanların diğerlerini içerebilir ya da kapsayabilir. Depolanan enerjinin çeşitleri potansiyel enerji olarak adlandırılan doğanın temel kuvvetlerine bağlıdır. Potansiyel enerji, özel bir kuvvet çeşidinin ( kuvvet alanı, alan) etkisi altında olan cisimlerin ya da parçacıkların düzeni içerisinde kaydedilmesidir. Bunlar yer çekimsel enerji ( kütlelerin bir yer çekimsel alan içerisinde toplanması yoluyla depolanan enerji), nükleer enerjinin farklı çeşitleri ( nükleer ve zayıf kuvvetten yararlanarak depolanan enerjidir.), elektriksel enerji ( elektrik alandan...), ve manyetik enerji ( manyetik alandan...). Diğer alışılmış enerji çeşitleri kinetik ve potansiyel enerjinin karışımının değişimidir. Bir örnek: genellikle makroskobik düzeyde kinetik ve potansiyel enerjinin toplamı mekanik enerjidir. Maddeler içerisindeki elastik enerji ayrıca atomlar ve moleküller arasındaki elektriksel potansiyel enerjiye bağlıdır. Kimyasal enerji elektriksel potansiyel enerji haznesinden salınan ve depolanan ve molekülleri ya da atomik çekirdekleri etkileşime sokan enerjidir. Klasik mekanik, bir alan içerisindeki konum işlevi olan potansiyel enerji, hızın bir işlevi olan hareket (kinetik) enerji üzerinden hesaplamalar yapar. Konum ve hız bir gözlemci çerçevesinde seçilmelidir. Gözlemci çerçevesini tanımlamak için gerekli olan şeylerden biri sıfır noktasıdır. Bu sıklıkla, Dünya'nın yüzeyinde isteğe bağlı keyfi bir noktadır. Hareket ya da potansiyel enerjinin bütün biçimleri sınıflandırılmaya girişilmiştir. Richard Feynman şunun altını çizer: Potansiyel ve hareket enerjisinin bu tanımı uzunluk ölçüsünün tanımına bağlıdır. Örneğin; biri, ısıl potansiyel ve hareket enerjisini içermeyen, makroskobik potansiyel ve hareket enerjisinden bahsedebilir. Ayrıca, kimyasal potansiyel enerji makroskobik bir kavramla adlandırılır. Daha yakın incelemeler atomik ve yarı atomik ölçekte, onun gerçekten potansiyel ve hareket enerjisinin toplamı olduğunu gösterir. Benzer yorumlar nükleer potansiyel enerji ve diğer enerji biçimlerinin en yaygın olanlarına uygulanır. Eğer çeşitli uzunluk ölçekleri ayrıştırılırsa, uzunluk ölçeğindeki bu bağımlılık, genelde olduğu gibi problemli değildir. Fakat, farklı uzunluk ölçekleri gruplandırıldığı zaman karmaşa yükselebilir. Örneğin, sürtünme makroskobik işi mikroskobik ısıl enerjiye dönüştürdüğü zaman böyle olur. Enerji, çeşitli verimlerde farklı biçimler arasında dönüştürülebilir. Bu arasında dönüştürülen ögelere enerji dönüştürücü denir. Enerji kelimesi, Yunanca energeia( ἐνέργεια) kelimesinden gelir. Muhtemelen ilk olarak, milattan önce 4. yüzyılda Aristotales'in çalışmalarında görülmüştür. (Antik Yunanca:ἐνέργεια-energeia: “etkinlik, faaliyet”) Enerji kavramı, Gottfried Leibniz tarafından tanımlanan vis visa(canlı kuvvet) fikrinden çıkmıştır. Leibniz, vis visa'yı cismin kütlesiyle hızının karesinin çarpımı olarak tanımladı. Toplam vis visa'nın korunduğuna inandı. Yavaşlamanın sürtünme (Leibniz ısıl enerjinin, maddenin birbirini takip eden parçalarının karışık hareketinden oluştuğunu düşündü.) yüzünden olmasından dolayı, bu görüş Isaac Newton tarafından kabul edilmesine rağmen, bir yüzyıldan daha fazla bir süre boyunca çoğunluk tarafından kabul görmemiştir. 1807'de, Thomas Young günümüzdeki anlamında "enerji" kavramını vis visa yerine ilk kullanan kişidir. Gustave-Gaspard Coriolis, 1829'da hareket enerjisini; William Rankine 1853'te potansiyel enerjiyi günümüzdeki anlamında tanımlamıştır. Enerjinin korunumu yasası'nın ilk olarak 19. yüzyılın başlarında varsayıldığı ve her yalıtılmış sistemde uygulandığı kabul edilir. Noether'in kuramına göre; enerji korunumu fiziğin yıllar boyu değişmeyen yasalarının bir sonucudur. 1918'den beri, enerji korunumu yasası, enerjinin çoklu bileşiminin, zaman olarak bilinen ötelemsel eşbakışımının matematiksel olarak uygulanmasının bir sonucudur. Enerjinin bir madde ya da momentum gibi yalnızca fiziksel bir büyüklük olup olmadığı yıllarca tartışıldı. 1845'te, James Prescott Joule matematiksel iş ve ısı üretimi arasındaki bağıntıyı keşfetti. Bu enerji korunumu kuramına ve termodinamiğin ilk kuralının gelişimine öncülük etmiştir. Sonuçta William Thomson(Lord Kelvin); Rudolf Clausius, Josiah Willard Gibbs ve Walther Nernst'in katkılarıyla, kimyasal projelerin çabuk gelişiminin açıklamaları, bu keşifleri ısı bilgisi yasaları bünyesinde birleştirdi. Thomson ayrıca, Clausius tarafından ortaya atılan entropiyi ve Jozef Stefan tarafından ortaya atılan ışıma enerjisinin başlangıç yasalarını da içeren matematiksel bir formüle öncülük etti. Kalifornya teknoloji enstitüsünde, 1961 sırasında, yüksek okul öğrencileri için bir derste, ünlü fizik öğretmeni Richard Feynman ve Nobel Laureate enerjinin kavrami hakkında şöyle söyledi: "Tarih olarak bilinen, bütün doğal olayları düzenleyen, uzun zamandır kesin olarak bildiğimiz bir etki – ya da dilerseniz yasa da diyebilirsiniz- vardır. Bu yasa enerji korunumu yasası olarak bilinir. Bu, enerji olarak adlandırdığımız, doğada benzeri pek çok yerde görülen belirli bir büyüklüktür. Bu en soyut iddiadır çünkü; herhangi bir şey olduğunda değişmeyen, belirli bir büyüklük olduğunu söyleyen matematiksel bir ilkedir. Enerji korunumu yasası bir mekanizmanın ya da herhangi bir somutlamanın tanımı değildir; Sadece, bazı sayılarla hesaplayabileceğimiz ve bitirdiğimizde doğanın oyunlarına katlanacağımız ve tekrar hesaplayacağımız gizemli bir etkidir. O aynıdır." (Feynman'ın fizik dersleri) Enerji, kütle gibi nicel bir büyüklüktür. Joule Uluslararası birim sisteminde enerjinin ölçü birimidir. O da; bir Newton'luk kuvvetin bir metre mesafe boyunca uygulandıkça artan (ya da işe yarayan) enerjiye eşittir. Ancak, enerji erg, kalori, İngiliz ısı Birimi, kilowatt-saat ve kilokalori gibi başkaca birimlerle de tanımlanabilir. Bu birimler için SI biriminde daima tartışmalı bir faktör vardır. Örneğin; bir kWh 3,6 milyon Joule'a eşittir. Enerjinin bir formu olarak iş kuvvet-yol çarpımıdır. Bu denklem; işin, bir "C" yolu boyunca uygulanan F kuvvetinin çizgi tümlevine eşit olduğunu söyler. Sonuçta, iş ve enerji bu çerçevede birbirine bağımlıdır. Kimyanın içeriğinde, enerji bir maddenin atomik, moleküler ya da bütün yapısının bir özelliğidir. Maddenin içerdiği enerji daima bir enerji artışına ya da azalışına eşlik eder. Çünkü; bir kimyasal değişime bunun gibi bir ya da birden fazla yapının değişimi tarafından eşlik edilir. Bazı enerjiler çevre ve tepkimenin bileşenleri arasında, ışık ya da ısı formunda transfer edilir. Böylece, bir tepkimenin ürünleri, tepkime bileşenlerinden daha çok ya da daha az enerjiye sahip olabilir. Eğer son durumda ilk durumdakinden daha az enerji varsa, tepkimenin ısıveren (egzotermik) olduğu söylenebilir. Isıalan (endotermik) tepkimelerde bu durumun tersi gözlenir. Bileşenler etkinleşme enerjisi olarak bilinen bir enerji sınırını aşamazsa; kimyasal tepkimeler her zaman gerçekleşmez. Bir kimyasal tepkimenin hızı (verilen T sıcaklığında) Boltzmann'ın popülasyon çarpanıyla e ilgilidir. (Yani; verilen sıcaklıkta molekülün etkinleşim enerjisinden daha büyük ya da ona eşit olma ihtimalidir.) Bir tepkimeyi bu üstel bağımlılığını sıcaklığa oranlama Arrhenius eşitliği olarak bilinir. Etkinleşim enerjisi ısıl enerji formunda olabilen bir kimyasal tepkime için gereklidir. Biyolojide, enerji biyosferden en küçük canlı organizmalara bütün biyolojik sistemin bir özelliğidir. Bir organizmanın içinde, enerji bir biyolojik hücrenin ya da biyolojik bir organizmanın bir organelinin büyüme ve gelişmesinden sorumludur. Bu yüzden enerjinin genelde, solunum içerisindeki oksijen ile tepkimeye giren karbonhidratlar(şeker içeren), yağlar ve proteinler gibi maddenin yapı taşları tarafından depolanmış olduğu söylenir. İnsan açısından- verilen enerji tüketimi miktarı için, insani denklik(İ-d)(insani enerji dönüşümü), insan metabolizması için ihtiyaç olan bağıl enerji miktarını gösterir.(Ortalama bir insanın enerji tüketiminin günde 12,500kJ olduğunu ve bazal metabolik oranın 80 Watt olduğunu var sayarsak...) Örneğin, eğer vücudumuz ortalama 80 Watt ile çalışırsa, 100 Watt'ta çalışan bir lamba 1.25 insan denkliğidir(100/80=1.25 İ-d). Bir insan, sadece birkaç saniye süren zor bir iş için, binlerce Watt'ın üzerine çıkabilir. Birkaç dakika süren işler için, normal bir insan yaklaşık 1,000 Watt kullanabilir. Bir saat boyunca sürdürülmek zorunda olan bir etkinlik için çıkış gücü yaklaşık 300 Watt kullanılırken; tüm gün süren bir etkinlik için, maksimum 150 Watt güç harcanır. İnsan denkliği insanda enerji birimleri olarak tanımlanan fizikte ve biyolojik sistemlerdeki enerji akışını anlamayı desteklemek için oluşturulmuş bir birimdir: verilen enerji miktarı kullanımı anlamak için bir his sağlar. Jeoloji, kıtasal sürüklenme, sıra dağlar, volkanlar ve depremler Dün
ya'nın içsel enerji transferi olarak açıklanabilecek olaylardır. Diğer taraftan, rüzgar, yağmur, dolu, kar, aydınlanma, hortumlar, fırtınalar gibi meteorolojik olaylar güneş enerjisinin ve Dünya'nın atmosferinin meydana getirdiği enerji transferinin bir sonucudur. Kozmoloji ve astronomide; yıldız, nova, süpernova, gökcisimleri ve gama ışık patlaması olayları maddenin enerji transferlerinin en yüksek evrensel üretimidir. Yıldızlarla ilgili Güneşi de içeren bütün olaylar çeşitli enerji transferleri tarafından yürütülür. Bu tür enerji transferleri ya astronomik nesnelerin çeşitli sınıflarında (yıldızlar, beyaz cüceler vs.) maddenin yer çekimsel hareketidir ya da ışıksal elementlerin, öncelikli hidrojenin nükleer füzyonundan dolayıdır. Dünya'da yaşayan neredeyse her organizma Güneş'ten dışsal bir enerji ışınıma (radyasyonuna) bağımlıdır. Yeşil bitkiler bu şekilde gelen enerjiyi farklı biçimlerde kimyasal bileşiklere çevirirler. Bitkiler dışındaki canlıların neredeyse tamamı bu kimyasal enerjiyi büyüyebilmek ve yenilenebilmek için kullanır. Yetişkin bir insana oksijen ve besin moleküllerinin(bunlar daha çok glukoz (C6H12O6) ve stearin (C57H110O6) gibi karbonhidratlar ve yağlardır.) İnsana, bitkilerin ürettiği bu enerjiden farklı biçimlerde günlük 1500-2000 kalori(6-8 MJ) enerji alması önerilir. Besin molekülleri mitokondride su ve karbondioksite oksitlendirilir. Ve bu enerjinin bir kısmı ADP'yi ATP'ye çevirmek için kullanılır. Karbonhidrat ya da yağın içindeki kimyasal enerjinin geriye kalan kısmı ısıya dönüştürülür: ATP bir tür "enerji birimi" olarak kullanılır ve bölündüğü ve su ile tepkimeye girdiği zaman içerdiği kimyasal enerjinin bir kısmı başka metabolizma için kullanılır.( metabolik yolların her aşamasında bir miktar kimyasal enerji ısıya dönüştürülür.) Gerçek kimyasal enerjinin sadece küçük bir bölümü iş için kullanılır: Yaşayan organizmaların aldıkları(kimyasal ya da ışıma enerjisi) enerjiyi kullanmada verimsiz(fiziksel anlamda) oldukları görülecektir ve gerçek makinelerin çoğunun daha verimli olduğu doğrudur. Büyüyen organizmalarda, ısıya dönüşen enerji hayati bir amaç sunar: organizma dokularının inşa edildikleri moleküller bakımından oldukça düzenli olmalarına izin verir. Termodinamiğin ikinci yasasına göre: enerji(ve madde) evren karşısında daha düzgün olarak yayılma eğilimindedir: özel bir alanda enerji(ya da madde) toplamak için; evrende("çevrede")4 kalan enerjinin daha büyük bir miktarını yaymak gerekir. Basit organizmalar daha karmaşık olanlardan daha fazla enerjiye ulaşabilir ama karmaşık organizmalar daha küçük bileşenlerine ayrışamayan ekolojik hücreyi işgal edebilir. Kimyasal enerjinin bir kısmının bir metabolik yolun her aşamasında ısıya dönüşümü ekolojide gözlenen biyokütle piramidinin arkasındaki fiziksel bir sebeptir: Besin zincirinin ilk aşamasından alınan karbonun(Fotosentezle sabitlenmiş 124.7 Pg/a karbon olarak hesaplanmıştır.) 64.3 Pg/a(%52)'si yeşil bitkilerin5 metabolizması için kullanılır, kalanı da karbondioksite ve ısıya geri dönüştürülür. Enerji olgusu ve transferi en doğal olayı açıklama ve tahmin etmede hayati önem taşır. Enerjinin bir biçimi sık sık isteyerek bir diğerine dönüştürülebilir. Örneğin; bir batarya kimyasal enerjiden elektrik enerjisine; bir baraj, yer çekimsel potansiyel enerjiden hareket eden suyun kinetik enerjisine ve sonunda elektrik jeneratörü aracılığıyla elektrik enerjisine dönüşür. Enerjinin emek ve ısının iki temel kanunuyla – Carnot teoremi ve termodinamiğin ikinci kanunu- nasıl etkili bir şekilde diğer biçimlere dönüştürüleceği konusunda katı sınırlar vardır. Bir motor çalışması için kullanıldığında bu sınırlar özellikle kanıt olacaktır. Bazı enerji transferleri oldukça etkili olabilir. Enerji transferinin yönü ( hangi enerji türü hangi enerji türüne dönüşür) genellikle entropi ( var olan tüm serbestlik derecesi içinde eşit enerji dağılımı) göz önünde tutularak tarif edilir. Pratikte bütün enerji dönüşümleri küçük ölçekte imkanlıdır fakat belirli büyük dönüşümler imkanlı değildir çünkü enerji ya da maddenin rastgele daha konsantre biçimlere ya da küçük alanlara taşınacağı istatiksel açıdan pek mümkün değildir. Big Bang’den bu yana var olan çeşitli potansiyel enerji türleri, tetikleyici bir mekanizma var olduğunda sonradan “ serbest bırakılmış” olan (kinetik ya da radyan enerji gibi daha aktif enerji türlerine dönüştürülmüş) evrendeki enerji dönüşümlerinin karakterini oluşturmuştur. Uranyum ve toryum gibi ağır izotoplarda saklı bulunan enerjinin nükleosentez yoluyla açığa çıkarıldığı radyoaktif çözülme bu sürecin örneklerinden biridir. Nükleosentez, ağır elementlerin Güneş sistemi ve Dünya’ya dahil edilmesinden önce, süpernova yer çekimi çöküşünden çıkan yer çekimsel potansiyel enerjiyi ağır elementlerin yaratılmasında depolayan bir süreçtir. Bu enerji nükleer fisyon bombalarında ya da sivil nükleer enerji üretiminde tetiklenir ve serbest bırakılır. Benzer olarak, kimyasal patlama durumunda, kimyasal potansiyel enerji çok kısa bir zaman diliminde kinetik ve ısıl enerjiye dönüşür. Buna başka bir örnek ise sarkaçtır. Sarkacın en yüksek noktasında kinetik enerji sıfırdır ve yer çekimsel potansiyel enerjisi en yüksek düzeydedir. En aşağı noktasında ise kinetik enerjisi maksimumdur ve potansiyel enerjisindeki azalmaya eşittir. Eğer sürtünme ve diğer kayıplar göz ardı edilirse,bu süreçler arasında enerji dönüşümü kusursuz olacaktır ve sarkaç sonsuza kadar salınımına devam edecektir. Transferde Enerjinin Korunumu ve Kütle Enerji ölçülebildiği yerde sıfır ivmeyle bir sisteme hapsedildiğinde bir ağırlık yaratır. Bu ağırlık kütleye denktir ve bu kütle ağırlıkla her zaman ilişkilidir. Kütle ayrıca enerjinin belirli miktarına denktir ve kütle enerji denkliğinde belirtildiği gibi aynı şekilde enerjiyle ilişkili görünür. Albert Einstein’ın bulduğu E = mc² formülü özel görelilik içinde durgun kütle ve durgun enerji arasındaki ilişkiyi ölçer. J. J. Thomson (1881), Henri Poincaré (1900), Friedrich Hasenöhrl (1904) ve diğerleri (daha fazla bilgi için: Mass-energy equivalence#History). Madde enerjiye dönüştürülebilir (ya da tam tersi) fakat kütle hiçbir zaman yok edilemez, madde ve enerjinin birbirine dönüştüğü bütün durumlarda kütle- enerji denkliği hem kütle hem de enerji için sabit kalır. Ancak, c² sıradan insan ölçeğine çok büyük ölçüde bağlı olduğundan, sıradan madde miktarının ısı, ışık, digger radyasyon gibi gibi enerji türlerine dönüşmesi, nükleer silah ve nükleer reaktörlerde görülebileceği gibi, çok büyük miktarda enerji bırakır( örneğin 1 kg’dan ~ jul yani 21 megaton TNT üretilir). Aksine, bir birim enerjiye denk düşen kütle denkliği çok küçüktür. Bu da çok büyük bir enerji kaybı olmadıkça, çoğu sistemden enerji kaybını ağırlık aracılığıyla ölçmenin neden zor olduğunu gösterir. Enerjinin maddeye dönüşümünün örnekleri yüksek enerjili nükleer fizikte bulunur. Enerji transferini yararlı bir çalışmaya dönüştürmek termodinamiğin ana konularından biridir. Doğada, enerji transferi temel olarak iki sınıfa ayrılır: ısı bilgisi olarak tersinir ve ısı bilgisi olarak tersinmez. ısı bilgisindeki tersinir süreç, enerjinin daha yoğun biçimlerine geri kazandırılamadığından ( düşük kuantum dereceleri) hiçbir enerjinin bir hacimdeki var olan boş enerji derecelerine dağılmadığı süreçtir. Tersinir bir süreç bu tür dağılmanın gerçekleşmediği bir süreçtir. Örneğin, bir tür potansiyel alandan diğerine gerçekleşen enerji transferi tersinirdir, yukarıda sarkaç sistemi örneğinde de belirtildiği gibi. Isının üretildiği süreçlerde, düşük enerjinin kuantum dereceleri alanda atomlar arasındaki mümkün olan uyarılmaları ifade eder ve 100% etkili bir şekilde diğer enerji biçimlerine dönüşmek için enerji parçası için depo gibi hareket eder. Bu durumda enerjinin bir kısmı ısı olarak kalmalıdır. Enerji evrende tamamen kullanılabilecek enerji olarak geri kazandırılamaz, kuantum derecelerindeki düzensizliğin artışı gibi ısının bazı diğer türlerindeki artışın bedeli istisnai bir durumdur, ( madde patlaması ya da bir kristalde rastgele sıralama gibi) Evren zamanla evrimleştikçe, evrimin enerjisi de tersinmez derecelerde hapsedilmiş olur.( yani ısı ya da diğer türlerin düzensizlikte yükselmesi). Bu durum evrenin kaçınılmaz ısı bilgisi ısıl dengeliliğine işaret eder. Bu ısıl dengelilikte evrenin enerjisi değişmez fakat enerjinin ısı motorlarıyla çalışmaya uygun olan kısmı ya da diğer kullanılabilir enerji türlerine dönüştürülebilen kısmı ( ısı motorlarına bağlı çalışan jeneratörlerin kullanımı yoluyla) daha az büyür. Daha yavaş bir süreçte, Dünya’nın merkezindeki bu atomların radyoaktif ayrışması ısı açığa çıkarır. Bu ısıl enerji orojonez yoluyla levha tektoniklerini hareket ettirir ve dağları yükseltebilir. Bu yavaş yükseltme ısıl enerjinin bir yer çekimsel potansiyel enerji deposu olduğuna işaret eder, tetikleyici bir olaydan sonra bu yükselim toprak kaymasında aktif kinetik enerjiyi de ortaya çıkarabilir. Depremler ayrıca kayalardaki depolanmış elastik potansiyel enerjiyi de ortaya çıkarır, bu depo sonuç olarak aynı radyoaktif ısı kaynaklarından üretilmiştir. Böylelikle, şimdiki anlayışa göre, deprem ve toprak kayması gibi birbirine yakın olaylar Dünya’nın yer çekimi alanındaki ve kayalardaki elastik şekil değiştirmedeki (mekanik potansiyel enerji) depolanmış potansiyel enerjiyi açığa çıkarırlar. Bundan önce, uzun süreli imha edilmiş supernova yıldızlarının çöküşünün bu atomları yaratmasından bu yana, bu olaylar ağır elementlerdeki birikmiş enerjinin ortaya çıkmasını yansıtıyordu. Evrenin şafağında başlayan başka bir dönüşüm zinciri ise Güneş’teki hidrojenin nükleer füzyonlarının Big Bang zamanında yaratılan başka bir enerji deposunu ortaya çıkarmasıdır. Bu zamanda teoriye göre,uzay genişledi ve evren hidrojenin tamamen daha ağır elementlerle kaynaşması için çok hızlı bir şekilde soğudu. Bu hidrojenin füzyon yoluyla ortaya çıkarabilecek bir potansiyel enerji deposu olduğunu gösterir. Hidrojen bulutları yıldızları ürettiğinde, hidrojen bulutlarının yer çekimsel çöküşünden üretilen ıs
ı ve baskı böyle bir füzyon sürecini tetikler. Güneş’ten gelen gün ışığı Dünya’ya çarptıktan sonra belki yer çekimsel potansiyel enerji olarak depolanır. Örneğin, su okyanuslardan buharlaşır ve dağların üstünde depolanır ( bir hidroelektrik barajında ortaya çıktıktan elektrik üretmek için sonra türbinlerin ya da jeneratörlerin hareket ettirilmesi için kullanılır). Güneş ışığı ayrıca birçok hava olaylarını da etkiler, volkanik olaylardan oluşanları da korur. Güneş aracılı hava olaylarına bir örnek ise ılık okyanusların dağların üstünden ısınmış değişken geniş alanlarının birkaç günlük sert hava hareketlerini güçlendirmek için birden kendi ısıl enerjilerini bırakmasıyla gerçekleşen kasırgalardır. Güneş ışığı ayrıca bitkiler tarafından fotosentez sırasında kimyasal potansiyel enerji olarak hapsedilmiştir. Fotosentez ise karbondioksit ve suyun (iki düşük enerjili birleşimin) birleşerek yüksek enerjili karbonhidrat, yağ ve protein bileşimlerini oluşturmalarıdır. Bitkilere ayrıca fotosentez sırasında karbonhidrat yağ ve proteinlerin enerjisini ortaya çıkarmak için canlı organizmalar tarafından elektron alıcısı olarak kullanılan oksijeni üretirler. Fotosentez boyunca ısı ya da ışık olarak depolanın enerjinin ortaya çıkması bir orman yangınında birden bir kıvılcım ile tetiklenebilir ya da enzim hareketleriyle katabolizma tetiklenip bu moleküller sindirildiğinde insan ya da hayvan metobolizması için bu süreç daha yavaş olabilir. Bütün bu enerji dönüşümü zincirlerinde, Big Bang döneminde depolanmış olan potansiyel enerji sonradan ara olaylar tarafından aktif enerji olarak ortaya çıkar. Bütün bu olaylarda, ısı da dahil olmak üzere enerjinin bir türü diğer enerji türlerine dönüşmüş olur. Enerji, enerjinin korunumu yasasına tabidir. Bu yasaya göre, enerji kendi kendine ne var olabilir ne de yok olabilir. Sadece dönüşebilir. Çoğu enerji çeşidi (yer çekimi enerjisi kayda değer bir istisnadır) enerjinin kısmi korunumu yasasına bağlıdır. Bu durumda, enerji sadece uzayın birbirine çok yakın bölgelerinde değiştirilebilir ve tüm gözlemciler, herhangi bir uzayın volumetrik yoğunluğundaki enerjiyi kabul ederler. Bir de evrenin toplam enerjisinin değişemeyeceğini savunan evrensel bir enerjinin korunumu yasası vardır; kısmi yasanın sonucudur; ama tam tersi değildir.6 Enerjinin korunumu zamanın dönüştürülebilir simetrisinin matematiksel sonucudur.(yani, alınan farklı zamanların zaman aralığının ayırt edilemezliği)- (Noether Teoremi) Enerjinin korunumuna göre, bir sisteme giren toplam enerji o sistemden çıkan toplam enerjiye eşit olmak zorundadır. Bu yasa fiziğin temel ilkesidir. Bu kural zamanın dönüştürülebilir simetrisini takip eder, kozmik ölçeğe ait olayları yerlerinden ve zaman koordinasyonlarından bağımsız yapar. Başka bir deyişle, dün, bugün ve yarın fiziksel olarak farksızdır. İşte bu sebeple enerji, zamana enerji koruyan eşlenik olan bir niceliktir. Enerjinin ve zamanın bu matematiksel karmaşıklığı belirsizlik ilkesini de doğurur- belirli bir zaman aralığındaki gerçek enerji miktarını tanımlamak imkansızdır. Belirsizlik ilkesi, enerjinin korunumuyla karıştırılmamalıdır- aksine matematiksel limitler sağlar, bu ilkeyle enerji tanımlanabilir ve hesaplanabilir. Doğanın her bir temel gücü farklı potansiyel enerji türleriyle bağlantılıdır ve tüm potansiyel enerji türleri(diğer tür enerji türleri gibi) sistem kütlesi gibi görünür. Örneğin, sıkıştırılmış bir yay sıkıştırılmadan öncekine göre çok az daha ağırdır. Aynı şekilde, enerji herhangi bir mekanizmayla sistemler arası transfer edildiğinde bağlantılı kütleyle transfer olur. kuantum mekaniğinde enerji Hamilton operatörü ile ifade edilir. Herhangi bir zaman ölçeğindeki enerjideki belirsizlik -Heisenberg'in belirsizlik teoremi'nde olduğu gibi: Parçacık fiziğinde, bu eşitsizlik momentumu taşıyan sanal parçacıkların niteliksel kavrayışına olanak verir. Sanal fotonlar(Kuantum mekanik enerji seviyesi en düşük olan fotonlardır.) da elektriksel yükler(Coulomb yasasının sonucu olan) arasındaki elektrostatik etkileşiminden sorumludur. Enerji, evrensel korunum yasasına sıkı sıkıya bağlıdır;yani, ne zaman bir sistemin toplam enerjisi ölçülse( ya da hesaplansa), sistemin toplam enerjisi daima sabit kalır. Bir sistemin toplam enerjisi çeşitli yollarda bölünebilir ve sınıflandırılabilir. Örneğin; bazen potansiyel enerjiyi(sadece koordinat fonksiyonu olan) kinetik enerjiden (Sadece zaman koordinat türevi fonksiyonu olan) ayırmak elverişlidir. yer çekimi enerjisini, elektrik enerjisini, ısı enerjisini ve diğer formları ayırmak da elverişli olabilir. Bu sınıflandırmalar örtüşür; mesela, ısı enerjisi genellikle kısmen potansiyel kısmen kinetik enerjiden oluşur. Enerjinin transferi çeşitli şekillerde olabilir; aşağıda iş,ısı akışı ve yatay akım gibi örneklerle ele alınmıştır. "Enerji" kelimesi fiziğin dışında birçok yerde de kullanılır ve anlam belirsizliği ve uyumsuzluğa neden olur. Konuşma dili teknik terminolojiyle tutarlı değildir. Örneğin; enerji sürekli korunurken(enerji dönüşümüne rağmen toplam enerjinin değişmemesi bakımından), enerji ısı enerjisi gibi bir biçime dönüştürülebilir. Birisi "daha az araba sürerek enerji korumak" dan bahsedebilir, birisi fosil yakıtları korumak ve enerjinin ısıya dönüşerek kaybolmasına engel olmaktan bahsedebilir. "Korunumun" bu şekilde kullanılması enerjinin korunumu yasasından farklıdır. Klasik fizikte enerji ölçeksel miktar olarak nitelendirilir, zamana enerji koruyan eşleniktir. Özel görecelilikte de enerji ölçekseldir. Başka bir deyişle, enerji uzayın döngülerine nazaran değişmezdir, ama uzay-zaman döngüsüne nazaran değişmez değildir.(=itici güç) Bir sistem sadece maddeyi diğer sisteme aktararak ona enerji aktarabilir. (Çünkü madde kütlesi uyarınca enerjiye eş değerdir). Eğer enerji transferi madde dışında başka yollarla transfer edilirse, transfer üzerinde yapılmış olan işten dolayı bu transfer ikinci sistem içerisinde değişikliklere yol açar. ış kendisini hedef sistem içindeki mesafeler üzerinden uygulanan kuvvetlerin etkisi ile gösterir. Örneğin, bir sistem diğerine elektromanyetik enerji aktararak( radiating- ışın yayarak) enerji yayabilir,ama bu radyasyonu soğrulmuş parçacıklar üzerinde kuvvetler oluşturur. Benzer bir şekilde bir sistem başka bir sisteme fiziksel olarak etkileyerek enerji aktarabilir ama bu durumda nesnenin içerisindeki hareket enerjisi kinetik enerji olarak adlandırılır ki; bu da temas ettiği diğer nesnede görülen kuvvetlerin mesafeler üzerinde etkisi (yeni enerji) ile sonuçlanır. Isı ile ısıl enerji alışverişi şu iki mekanizma ile oluşur: ısı elektromanyetik radyasyon ile transfer edilebilir ya da doğrudan parçacık çarpışmalarındaki fiziksel temasla kinetik enerji aktarılır. Çünkü enerji kesinlikle korunur ve (tanımlanabilir olduğu her yerde) bölgesel olarak da muhafaza edilir, şunu hatırlamak önemlidir ki enerji tanımına göre sistem ve komşu bölgeler arasındaki enerji transferi iştir. Bilinen bir örneği ise mekanik iştir. Basit durumlarda aşağıdaki denklem kullanılarak yazılır: Eğer başka enerji transfer süreçleri içermiyorsa. Burada; ΔE transfer edilmiş enerjinin miktarını ve W sistem üzerinde yapılmış olan işi temsil ediyor. (Wikipedia: Tartışmalı konu(Disputed statement)) Daha genel olarak enerji transferi iki kategoriye ayrılabilir: Burada Q sisteme ısı akışını temsil ediyor. Açık bir sistemin enerji kaybetmesinin ya da kazanmasının başka yolları da var. Kimyasal sistemlerde, farklı kimyasal potansiyelli maddelerin eklenmesi, ki bu daha sonra ekstre edilecektir, ile enerji sisteme eklenebilir. ( bu iki süreç de araca yakıt vermek ile örneklendirilebilir; iş ya da ısı eklemeden bu şekilde enerji kazanan bir sistemdir) Bu terimler yukarıdaki denkleme ilave edilebilir ya da "enerji toplama terimi" diye adlandırılan miktar içerisine toplanabilir ayrıca bu “enerji toplan terimi kontrol hacmi ya da sistem hacmi üzerine aktarılan herhangi bir tür enerjiye değinir. Üstte örnekleri bulunabilir ve bir sürü başkaları da düşünülebilir. (Örneğin, klasik anlamda, iş yapılmadan ya da ısı eklenmeden ya da olmadan, bir sisteme giren parçacıkların kinetik enerjisi, ya da lazer ışınından çıkan enerjinin sistem enerjisine eklenmesi.) Bu genel denklemde E diğer ek adveksiyon enerji terimlerini temsil eder ve sistem üzerindeki yapılan iş ve ısı buna eklenmemiştir. Enerji aynı zaman da potansiyel enerjiden(E p) kinetik enerjiye(E k) transfer edilir ve sonra sürekli bir biçimde potansiyel enerjiye geri döner. Bu enerji korunumu olarak adlandırılır. Bu kapalı sistemde, enerji yaratılamaz ya da yok edilemez. Bu yüzden de başlangıç enerjisi ve nihai enerji birbirine eşit olacaktır. Bu durum aşağıdaki şekilde gösterilir: Bu denklem sonra daha da basitleştirilebilinir. Çünkü formula_8 ( kütle, yer çekimi ivmesi ve yüksekliğin çarpımı) ve formula_9 (Kütlenin yarısıyla hızın karesinin çarpımı). Ve böylece toplam enerji iki terimin toplamına eşit olur: formula_10 Klasik mekanikte, korunmuş bir miktar olarak enerji, kavramsal ve matematiksel olarak kullanışlı bir özelliktir. Mekaniğin çeşitli formülleri enerjiyi kullanarak çekirdek bir kavram olarak geliştirilmiştir. Aşağıdaki gibi: William Rowan Hamilton'dan sonra, bir sistemin toplam enerjisi bazen Hamiltonsal olarak ifade edilir. Hareketin klasik eşitlikleri, yüksek karmaşık ya da kuramsal sistemler için bile, Hamiltonsal olarak yazılabilir. Bu klasik eşitlikler görecelilik olmayan kuantum mekaniğinde dikkate değer doğrudan benzerliklere sahiptir.8 Joseph Louis Lagrange'den sonra, bir diğer ilgili enerji kavramı Langrangesel olarak ifade edilir. Bu Hamilton'a göre daha da temeldir ve hareket eşitlikleri türetmek için kullanılabilir. Bu klasik fiziğin bağlamından bulunmuştur ama genelde modern fizik için daha kullanışlıdır. Langrangesel kinetik enerji eksi potansiyel enerji olarak tanımlanır. Genellikle, Langrangesel biçimcilik, korunumun olmadığı sistemlerde(örneğin sürtünmeli sistemlerde) Hamiltonsaldan matematiksel olarak daha uygundur. Noether'in(ilk) teoremi(1918) bir fizik
sel sistemin sahip olduğu bir korunum yasasına karşılık gelen hareketinin her türevlenebilir simetrisini belirtir. Noether'in teoremi modern teorik fiziğin ve varyasyon hesaplamasının temel bir aracı olmuştur. Langrangesel ve Hamiltonsal (sırasıyla 1788 ve 1833) mekanikte hareket sabitleri üzerine üretilen denklemlerin bir genellemesidir. Bir Langrangesel sistem ile modellenemeyen sistemlerde uygulanamaz. Örneğin; devamlı simetrileri ile yutucu sistemlerinin bir korunum yasasına karşılık gelmesine gerek yoktur. İç enerji bir sistemin tüm mikroskobik formlarının toplamıdır. Bir sistem yaratmak için gerekli olan enerjidir. Potansiyel enerji, vs., molekül yapısı, kristal yapı ve parçacık hareketi, kinetik enerji formunu içeren diğer geometrik etkenler ile ilgilidir. ısı bilgisi iç enerjideki değişikliklerle başlıca ilgilendirilir ve sadece ısı bilgisi ile belirlenmesi imkansız olan değerin bir kesinliği yoktur.9 Termodinamiğin ilk yasası enerjinin( serbest ısı bilgisi enerji olmak zorunda değil) daima korunduğunu ve ısı akışının enerji transferinin bir formu olduğunu ileri sürer. Homojen sistemler için, iyi tanımlanan bir sıcaklık ve basınçta, birinci yasanın sıklıkla kullanılan bir sonucu şudur: sadece basınç kuvvetine ve ısı transferine(mesela, gazla dolu bir silindir) konu olan bir sistem için, sistemin iç enerjisindeki son küçük değişimi (diferansiyel değişim ) olarak verilir. Burada, sağdaki ilk ifade sisteme transfer edilen, sıcaklığı T entropiyi S cinsinden tanımlanan ısıdır(sistem ısıtıldığı zaman, entropi artar ve dS değişimi pozitiftir.), ve sağ taraftaki son ifade, basıncın P hacmin V olduğu yerde, sistemde yapılan iş olarak tanımlandırılır. (negatif işaret, sistemin kendi üzerinde yaptığı işe gereksinen basıncının sonucudur ve böylece hacim değişikliği,dV, sistem üzerinde iş yapıldığı zaman negatiftir.) Bu, tüm kimyasalları, elektriksel, nükleer ve yer çekimsel kuvvetleri yok sayan çok özel bir eşitliktir. Adveksiyon gibi, ısı ve pV-iş dışında, herhangi bir enerji formunu etkiler. İlk yasanın genel u( yani, enerji korunumu) sistemin homojen olmadığı koşullarda bile geçerlidir. Bu sebeplerden ötürü, kapalı bir sistemin iç enerjisindeki değişim genel bir form olarak şu şekilde tanımlanır. Burada, formula_13 sisteme sağlanan ısıdır ve formula_14 sisteme uygulanan iştir. Bir mekanik harmonik salınıcının enerjisi(yayın enerjisi) kinetik ve potansiyel enerjiye alternatiftir. salınım döngüsünün iki noktasında, o tamamen kinetik ve buna alternatif diğer iki noktada tamamen potansiyeldir. Buna enerji eş dönüşümü ilkesi denir: Birçok serbestlik derecesiyle birlikte bir sistemin toplam enerjisi tüm kullanılabilir serbestlik dereceleri arasında eşitçe bölünmüştür. Bu ilke, entalpi denen enerji ile yakından ilişkili bir büyüklüğün davranışını anlamak için hayati öneme sahiptir. Entropi, bir sistem parçaları arasında bir enerji dağılımının eşit ölçümüdür. İzole edilmiş bir sisteme daha fazla serbestlik derecesi verildiği zaman (örneğin; var olan durumla eşit olan yeni kullanılabilir enerji durumu verilmesi), toplam enerji tüm kullanılabilir derecelere, "yeni" ve "eski" derece ayrımı olmaksızın, eşit olarak yayılır bu matematiksel sonuca termodinamiğin ikinci yasası denir. Eş zamanlı olmayan bir salınımcılar topluluğunda, ortalama enerji kinetik ve potansiyel enerji tipleri arasında eşit olarak dağılmaktadır. Katılarda ısıl enerji (genellikle ısı olarak da adlandırılır), mekanik salınıcı işlevi gören ısıl fononlar şeklinde tanımlanabilir. Bu modelde, ısıl enerji yarı yarıya kinetik ve potansiyeldir. İdeal bir gazda, parçacıklar arasındaki etkileşim potansiyeli, enerji depolamayan delta fonksiyonuyla ifade edilebilir: bu yüzden, ısıl enerjinin tamamı kinetiktir. Elektrik salınıcıları (LC devresi) mekanik salınıcıyla benzer olduğundan, ortalama enerji yarı yarıya kinetik ve potansiyel olmalıdır. Manyetik enerjinin kinetik ve elektrik enerjisinin potansiyel olması, ya da bunun tam tersi durum, tamamen rastgeledir. Bu durum, sığaç yaya eşdeğerken ürünleyici kütleye benzetilmesiyle, ya da tam tersi bir benzetmeyle açıklanabilir. 1. Yukarıdaki fikrin bir uzantısı olarak, elektromanyetik alan boş uzayda bir salınıcılar topluluğu olarak düşünülebilir. Bu durumda radyasyon enerjisi yarı yarıya potansiyel ve kinetik enerjiden oluşmaktadır. Bu model, elektromanyetik Lagrange birincil ilgi alanıysa ve potansiyel ve kinetik enerji terimleriyle ifade edilmekteyse kullanışlı bir modeldir. 2. Öte taraftan, anahtar denklemde formula_15'nin katkısına dinlenme enerjisi denir ve enerjiye diğer tüm katkılara kinetik enerji denir. Kütleye sahip bir parçacık için bu kinetik enerjinin, c den çok daha küçük hızda olduğuna işaret eder. Bu; formula_16 √formula_17 eşitlikleri yazılarak ve en düşük sıranın karekökü ile genişleterek ispat edilebilir. Bu hattan akıl yürüterek, bir fotonun enerjisi tamamen kinetiktir. Çünkü, foton kütlesizdir ve dinlenme enerjisi yoktur. Örneğin; enerji-momentum ilişkisi birincil ilgi olduğu zaman, bu tanım kullanışlıdır. Bu iki analiz tamamen tutarlıdır. 1. maddedeki elektrik ve manyetik serbestlik dereceleri hareket yönüne aykırıyken; 2. maddede hareket yönü boyuncadır. görecelilik olmayan parçacıklar için potansiyel ve kinetik enerjinin bu iki kavramı sayıca eşittir. Bu yüzden belirsizlik zararsızdır fakat göreceli parçacıklar için öyle değildir. Nicem mekaniğinde enerji, dalgaişlevinin bir zaman türevi olan enerji operatörü olarak tanımlanır. Schrödinger eşitliği enerji operatörünü bir sistemin ya da parçacığın toplam enerjisine eşitler. Sonuçta, nicem mekaniğinde enerji ölçümünün bir tanımı olarak düşünülebilir. Schrödinger eşitliği nicem sistemlerinin yavaş değişen dalgaişlevini(göreceli olmayan) uzay-zaman bağımlılığıyla tanımlar. Bağlı sistem için bu eşitliğin çözümü kuanta kavramında sonuçlanan soyutluktur(her biri bir enerji seviyesi tarafından tanımlanan bir dizi izinli evre). Herhangi bir salınıcı ve bir vakumdaki elektromanyetik dalgalar için Schrödinger eşitliğinin çözümünde, elde edilen enerji evresi Planck denklemindeki frekansla ilgilidir.( Burada h Planck sabiti ve formula_19 frekanstır.) Elektromanyetik dalga durumunda, bu enerji evreleri ışık ya da foton kuantaları olarak adlandırılır. Kinetik enerji(bir kütleyi sıfır hızdan belirli bir hıza ivmelendirilerek yapılan iş) Newton mekaniği yerine Lorentz dönüşümlerini kullanarak göreceli olarak hesaplandığı zaman, Einstein, sıfır hızda kaybolmayan bir enerji terimi olarak bu hesaplamalardan beklenmedik bir ürün keşfetti. O buna durgun kütle enerjisi dedi. -Durgun kütle enerjisi her kütlenin durgun halde olduğunda bile etkilenmek zorunda olduğu enerjidir.- Enerji miktarı vücut kütlesinin doğrudan özelliğidir: Burada: Örneğin: elektron-pozitron yok oluşu düşünüldüğünde, ki burada özel parçacıklarının durgun kütleleri parçalanır, ama iki parçacığın sisteminin eylemsizlik eşitliği (farklı olmayan kütleleri) kalır(çünkü bütün enerji kütle ile ilişkilendirilir.) ve bu eylemsizlik ve farklı olmayan kütle özel kütlesiz fotonlar tarafından taşınır ama bir sistem olarak kütlesini elinde bulundurur. Bu tersine çevrilebilir bir süreçtir – ters süreç çift oluşturma olarak adlandırılır.- Burada, parçacıkların durgun kütlesi iki(ya da daha fazla) bozulmuş fotonun enerjisinden yaratılır. Ancak, sistemin toplam kütlesi ve enerjisi bu etkileşim süresince değişmez. Genelde görecelilik, manyetik alan için kaynak terimi olarak sunulan stres enerji gergisi, kaba bir kıyaslamayla görecelilik olmayan Newton yaklaşımında kayna terimi olarak kütle yolu için sunulur. Enerjinin kütleye "eşit" olduğunu duymak oldukça yaygındır. Tüm enerjinin bir eylemsizliğe, yer çekimi eşitliğine sahip olduğu ve kütle, enerjinin bir formu olduğu için; kütlenin de kendisiyle ilişkilendirilen eylemsizliğe ve yer çekimine sahip olduğu durumu daha doğru olur. Enerjinin kesin ölçümü yoktur. Çünkü; enerji nesneler üzerinde iş yapabilme yeteneği olarak tanımlanır. Bir durumdan başka bir duruma bir sistemin sadece transferi olarak tanımlanabilir ve sonuçta enerji; görecelilik terimlerle ölçümlendirilir. Taban çizgisi ve sıfır noktası arasındaki yapılacak tercih genellikle isteğe bağlıdır ve sorunun çeşidine elverişli herhangi bir biçimde yapılabilir. Örneğin, diyagramda gösterilen X- ışınlarının bıraktığı enerjinin ölçümünde sıklıkla kalorimetri yöntemi kullanılagelmiştir. Bu bir ısı bilgisi tekniktir ve ısının ölçümünde kullanılan bir termometre ya da radyasyonun yoğunluğunun ölçümünde kullanılan bir barometreye dayanır. Enerji yoğunluğu belirli bir sistemin ya da bir bölgenin birim alandaki boşluğunun içerdiği kullanılabilir enerji miktarı için kullanılan bir terimdir. Yakıtlar için birim hacimdeki enerji bazen kullanışlı bir parametredir. Bazı uygulamalarda, örneğin hidrojen yakıtı ve benzinin tesirliliğini karşılaştırırken, hidrojenin daha yüksek bir spesifik enerjisinin olduğu ancak, sıvı formdayken bile çok daha düşük bir enerji yoğunluğunun olduğu ortaya çıkmıştır. QuickBASIC QuickBASIC, QBASIC ya da QB, Microsoft şirketi tarafından geliştirilmiş, Microsoft QuickBASIC isimli programlama dilinin belli özellikleri (örneğin derleyicisi) çıkarılarak sadeleştirilmiş halidir. MS-DOS işletim sisteminin belli sürümlerinin parçası olarak sunulmuştur. Adından da anlaşılacağı üzere, yapısal bir BASIC türevidir. QBasic önceleri kullanılan MS-Basic, GWBasic ve BASICA gibi eski BASIC derleyicilerinin geliştirilmiş halidir. Ayrıca, eski BASIC derleyicilerinden farklı olarak bir düzenleyicidir. Dil yapısında ufak değişiklikler olduğu gibi farklı olarak güçlü bir editörü de vardır. QBasic bir sistem programcılığı dili olarak değil, yazımı ve kullanımı basit ve kolay programlama ve değişken notasyonları ile kullanıcıyı yormadan ufak bilimsel hesap ve muhasebe gibi uygulamalarda kolayca sonuca götürmeyi sağlar. Qbasic programlama dilinin ilk sürümüdür. O zamanki diğer programlama dillerine göre bir tam sayfa editörü vardı ve bu programla program yazmak oldukça kolaylaşmıştı. Öte y
andan, daha gelişmiş Qbasic sürümlerinde olduğu gibi, BASIC programlma dillerinin oluşturduğu BAS dosyasını çalıştırılabilir EXE dosyasına dönüştürme özelliğine sahip değildi. QBasic 1.1'den sonra gelen QBasic programlama dilidir. Öncekinin özellikleri üzerine, BAS dosyasından EXE dosyasına çevirme, daha çok menü seçeneği eklendi. Qbasic 4.5'ten sonra gelen bir Qbasic programlama dilidir. Önceki sürümlerin özelliklerinin üzerine özel menü yapma seçeneği ve yeni komutlar eklendi. Böylece toplam komut sayısı 255'e ulaştı. Qbasic; VGA, EGA, CGA, MCGA, Olivetti, Hercules ve AT&T görüntü formatlarını desteklemektedir. Fortran Fortran (önceleri FORTRAN), özellikle sayısal hesaplama ve bilimsel hesaplama için uygun olan genel amaçlı, yordamsal, zorunlu programlama dilidir. 1954'te "IBM" tarafından üretilen "IBM" 704 için ilk sürümü "John Backus" ve ekibi tarafından geliştirilmiştir. "Backus" ve ekibi Kasım 1954'te ""The IBM Mathematical FORmula TRANslating System: Fortran"" isimli raporu yayınlamışlardır. "Fortran" ilk yüksek düzey programlama dili olmasa da 1950'deki yüksek programlama dilleri derlenmeden, bir yorumlayıcı("interpreter") yardımıyla çalıştırılıyordu. Bu da makine koduyla yazılan programlardan en az 10 kat daha yavaş çalışmalarına sebep oluyordu. 1950'lerdeki bilgisayarlar için hız çok şey ifade ettiğinden yazması zor da olsa makine kodu bu yüzden hala populerdi. İşte bu noktada "Backus" ve ekibi hem yüksek programlama dilleri gibi kolay yazılabilen hem de makine kodunda yazılmış gibi hızlı çalışan bir programlama dili sözüyle "Fortran" 'ı tanıttılar. "Fortran" 'ı diğer yüksek düzey programlama dillerinden ayıran bir çevirici yerine bir derleyici("compiler") kullanmasıydı. Program yüksek düzey dilde yazıldıktan sonra makine koduna çevriliyor ve böylece hız kaybı engelleniyordu. Her ne kadar ilk derlenebilir yüksek düzey dilin "Fortran" olup olmadığı hala tartışma konusu olsa da, "Fortran" geniş kitleler tarafından kullanılmış ilk yüksek düzey derlenebilir dildir. İlk "Fortran" sürümü Fortran 0 'dır. Fortran 0 : İlk "Fortran" sürümünde hız için esneklikten vazgeçildi. Bu yüzden ilk sürümde program içindeki tüm değişkenlerin önceden tanımlanması gerekiyordu. Fortran I : Ocak 1955'te başlayan çalışmalar Nisan 1957 bitirilerek "Fortran I" tanıtıldı. İlk sürümden farklı olarak değişken isimleri 6 karaktere kadar çıkabiliyordu, veri giriş çıkış sisteminin düzeni değiştirilmişti. Ayrıca "if" ve "do" ifadeleri içeriyordu. Daha önceleri tekrarlama işlemi için özyineleme("recursion") kullanılırken "do" ifadesi sayesinde fonksiyon içinde yineleme("iteration") işlemi gerçekleştirildi. "Fortan I" 'deki değişken isimleri I,J,K,L,M,N ile başlıyordu. Bunun sebebi de o zamanki bilgisayarların bilimsel çalışmalarında kullanıldığından ve bilim insanlarının denklemlerinde değişken olarak bu harfleri çok kullanmalarından kaynaklanıyordu. Fortran II : 1958 baharında tanıtılan "Fortran II", "Fortran I" 'deki birçok hatayı düzeltiyordu. Getirdiği en önemli yenilik alt-programların ayrı ayrı derlenebilmesini sağlamaktı. Böylece alt-programda yapılan küçük bir değişim için tüm programı yeniden derlemek yerine, sadece alt-programın derlenmesi sağlandı. Bu zor olan ve genellikle makine hatası sonucu yarıda kalan derleme işlemine büyük bir kolaylık sağladı. Fortran III : "Fortran III" tasarlanmasına rağmen asla geniş bir kullanım alanı bulamadı. Fortran IV : 1960 ve 1962 yıllarında gelişmiş olan "Fortran IV" zamanın en geniş alanda kullanılmış programlama dili oldu. 1966'da "Fortran" 66 adı altında standart haline geldi("ANSI", 1966). "Fortran IV" büyük bakıma "Fortran II" 'nin gelişmiş haliydi. En önemli değişikliği mantıksal "if" ifadesi ve fonksiyonlara başka fonksiyonların parametre olarak aktarılabilmesiydi. Fortran 77 : "Fortran IV" 'e ek olarak "string" işleme, mantıksal döngüler ve "if" ifadesine "else" ifadesi eklenmişti. Fortran 90 : "Fortran 77" 'den epey farklı özellikleri vardır. En belirgin özelliği diziler için dinamik olarak yer ayrımının yapılabilmesidir. Ayrıca "Case", "Exit", "Cycle", gibi yeni ifadeler eklenmiştir. Bir modul ünitesi eklenmiştir. Bu moduller "Private" veya "Public" ulaşım iznine sahip veri ve fonksiyon saklayabilmektedir. Ayrıca "Fortran 77" 'de olan bazı özellikler de yeni sürümden çıkarılmıştır. "Fortran 90" ile birlikte "FORTRAN" olan yazım şekli "Fortran" olarak değiştirilmiştir. Fortran 95 : "Fortran 95" ile dil hala evrimini devam ettirmektedir... Fortran 2000 Fortran 2003 Fortran 2008 Fonksiyon Fonksiyonun anlamı Giriş Tipi Sonuç Tipi CINT CINT, Masaharu Goto tarafından geliştirilmiş bir C/C++ yorumlayıcısıdır. ANSI C'nin yaklaşık %95'ini, C++'nın yaklaşık %85'ini algılayabilmektedir. Windows ve Linux işletim sistemleri için sürümleri mevcuttur. ROOT paketi CINT'i kullanmaktadır. ROOT ROOT (okunuşu: "ruut"), CERN'de geliştirilmekte olan, yüksek enerji fiziğinde son yıllarda standart haline gelmiş, nesne yönelimli programlama temelli bir istatistik grafik paketidir. CINT C++ yorumlayıcısı paketin bir parçası olarak sunulmaktadır. Ayrıca Python ve Ruby arayüzleri de mevcuttur. ROOT benzeri diğer paketler : PAW (FORTRAN temelli), JAS (Java temelli). JAS JAS (okunuşu: "ceez"), Java temelli bir istatistik grafik paketidir. Adını İngilizce "Java Analysis Studio" sözcüklerinin baş harflerinden alır. JAS benzeri diğer paketler: PAW (FORTRAN temelli), ROOT (C++ temelli). Gauss (birim) Gauss, 10 teslaya eşit manyetik alan birimidir. CGS sisteminin birimlerindendir. Adını Alman matematikçi ve fizikçi Johann Carl Friedrich Gauss' tan alır. PAW PAW (okunuşu: "pov"), FORTRAN temelli bir istatistik grafik paketidir. Adını İngilizce "Physics Analysis Workstation" (Fizik Çözümleme/Analiz İş İstasyonu) sözcüklerinin baş harflerinden alır. PAW "GNU General Public License" sözleşmesi kapsamındadır. PAW benzeri diğer paketler : JAS (Java temelli), ROOT (C++ temelli). Dik üçgen Dik üçgen, iç açılarından biri 90° olan üçgendir. Çemberde çapı gören çevre açı 90°'dir. Pisagor teoremi, herhangi bir dik üçgende kenarlar arasındaki bağıntıya verilen addır. Bu bağıntıya göre, dik kenarların karelerinin toplamı, hipotenüsün karesine eşittir. formula_1pisagor bağıntısında 90 derecenin karşısındaki kenara hipotenüs adı verilir. Hipotenüsün karesi diğer dik kenarların karesine eşittir. Tüm bu kenarlar toplanır ve karekökü alınır yani sonuç budur. 45-45-90 üçgeni bir ikizkenar dik üçgendir. Üçgenin dik kenarları birbirine eşit ve hipotenüsü dik kenarların formula_2 katıdır. Oran aşağıdaki gibidir: formula_3 İspatı ise çok basittir. Bir dik kenara 1 cm denilirse, ikizkenarlıktan dolayı diğer dik kenar da 1 cm olmak zorundadır. Pisagor Teoremi'nden de hipotenüs formula_2 çıkar. Açıları 30-60-90 olan bir dik üçgende hipotenüs, 30°'nin karşısındaki kenar ve 60°'nin karşısındaki kenar arasında sırasıyla aşağıdaki oran vardır: formula_5 30°'nin karşısındaki kenarın formula_6 katıdır. İspatı ise eşkenar üçgen vasıtasıyla yapılır. Kenarları 2 cm olan bir eşkenar üçgende köşeden indirilen dikme kenarı iki eş parçaya bölecektir. Aynı zamanda da açıortay olacaktır. Kenarortay olduğu için oluşan dik üçgenin alt dik kenarı 1 cm olacaktır. Açıortay olduğu için de dik üçgenin bir açısı 30° olacaktır. Eşkenar üçgenin bir kenarı, oluşan dik üçgenin hipotenüsü olacağından yapılacak Pisagor bağıntısı ile de indirilen dikme formula_6 cm bulunacaktır. Bu üçgende ise 22,5°'lik açının karşısındaki dik kenar 1 cm ise, 67,5°'lik açının karşısındaki kenar formula_8 cm olur. İspatı ise 67,5°'lik açıyı 45° ve 22,5° şeklinde parçalayarak yapılır. Bu şekilde altta oluşan ikizkenar dik üçgende alt dik kenar 1 cm olursa hipotenüs formula_2 cm olur. Yukarıda oluşacak ikizkenar üçgende de parçalanan kenarın diğer üst tarafı hipotenüse eşit olur. Alt parçası da ikizkenar dik üçgenden dolayı 1 cm bulunacağından formula_8 elde edilir. Ve yine kaynaklarda pek bahsedilmeyen ama soruların çözümünde kolaylık sağlayan bir özellik: 22,5-67,5-90 üçgeninde hipotenüs, dik köşeden hipotenüse indirilen dikmenin 2 formula_2 katı olur. Bu üçgende 15°'lik açının karşısındaki kenar 1 cm ise 75°'lik kenarın karşısındaki kenar formula_12 cm olur. İspatı ise 22,5-67,5-90 üçgenindeki gibidir. Tek farkı, 75°'lik açının 15° ve 60°'lik açılara bölünmesidir. Ayrıca bu üçgende hipotenüse indirilen dikme, hipotenüsün formula_13 katıdır. Kenarlara göre özel dik üçgenler genelde okullarda soru yazılırken işlem kolaylığı sağlamak amacıyla kullanılır. Bazı özel üçgenler şunlardır: Bu üçgenlerin kenar uzunlukları aynı oranda artırılarak yine uygun dik üçgenler elde edilebilir (örneğin, 3-4-5 ve 6-8-10). Ayrıca herhangi bir tek sayıyı (asal olmak şartı ile) kenar uzunluğu olarak belirlersek karesinin ardışık toplamları da diğer iki kenarı verecektir. Örnek olarak; 7=>7'nin karesi 49=25+24 7,25,24 şeklinde özel bir dik üçgen vardır. 9=>9'un karesi 81=40+41 9,40,41 şeklinde özel bir dik üçgen vardır. Ve dik üçgende kenarların tam sayı olduğu koşulda, en kısa kenarı tek sayı ise kalan kenarların bu kurala uyması şarttır. Arşimet Arşimet (Antik Yunanca: (y. MÖ 287, Siracusa - y. MÖ 212 Siracusa), Yunan matematikçi, fizikçi, astronom, filozof ve mühendis. Antik dünyanın ilk ve en büyük bilim adamı olarak kabul edilir. Hidrostatiğin ve mekaniğin temelini atmıştır. Bir hamamda yıkanırken bulduğu iddia edilen suyun kaldırma kuvveti bilime en çok bilinen katkısıdır. Bu kuvvet cismin batan hacmi, içinde bulunduğu sıvının yoğunluğu ve yerçekimi ivmesinin çarpımına eşittir. Ayrıca, pek çok matematik tarihçisine göre integral hesabın kaynağı da Arşimet'tir. MÖ 287 yılında Sicilya'da dünyaya geldi. Sandreckoner kitabında bizzat Arşimet’in paylaştığı bilgiye göre babası astronom Phidias’tır. Kimi kaynaklara göre soylu bir aileden gelmişti; babası Siraküza Kralı Hiero’nun arkadaşı veya akrabası idi. 12 yaşında İskenderiye’ye gittiği orada eğitim gördüğü ve orada Öklit’in öğrencisi olduğu, arkadaşı Samoslu Konon da bilgil
er edindiği söylenir. Ardından Sicilya’ya dönmüş ve hayatının geri kalanını çeşitli alanlarda araştırma ve deneylere adamıştır. İskenderiye'de bulunduğu dönemde arkadaş olduğu Eratosthenes ile ve Samoslu (Sisam) Konon ile yazışmaları eser haline gelerek günümüze kadar ulaşmıştır. Bu yaptılarda küre ve silindirin hacmini hesaplamak için formül verir; kendinden ikibin yıl sonra gelişmeye başlayacak integral kavramına ilişkin başlangıç uygulamaları, karekök 3 ve pi’nin çok karmaşık yöntemlerle hesaplanmış yaklaşık değeri vardı. Arşimet, teorik matematiğin en değerli konu olduğuna inanıyordu ama ülkesinde matematikçi olarak değil, bir mucit olarak tanındı. Kral Hierro’nun Kral Ptolemy için yaptırdığı ancak bir türlü karaya indiremediği gemiyi kızaktan indirebilmek için ufak bir hareketle büyük ağırlıkları yerinden oynatabilen bir düzenek kurdu. Mısırlılar için taşan Nil sularının adil dağıtımı için Arşimed vidası olarak bilinen aracı geliştirdi. İlk hidrostatik kanununu ortaya koydu ve bunu diğer temel kanunlar izledi. Bunları “Yüzen Cisimler” adlı kitapta topladı. Yaşadığı devirde Akdeniz’de Kartacalılar, Romalılar ve Yunanlar sürekli savaş halinde oldukları için bütün ömrü savaş ve savaş tehlikesi içinde geçti. Çağında insanlar onun teorik bilimle ilgili buluşlarına değil, geliştirdiği savaş silahlarına daha çok değer vermekteydi. Ülkesi Roma’ya karşı Kartaca ile birleşince yaşadığı şehir bir Roma ordusu tarafından kuşatıldı. Arşimet, dehasını yurttaşlarına yardıma yöneltti. İcatları, Yunan bilgeliğinin Romalıların gücünü nasıl yenebildiğinin güçlü bir sembolü haline gelmiştir. Romalılar, ünlü konsüllerinden biri olan Claudius Marcellus'u bir orduyla MÖ 218’de Sirakuza'ya göndermişlerdi. Yaşlı Arşimet, hiçbir zaman katılmadığı siyaset alanından uzakta kendini çalışmalarına vermişti ama hemşerileri şehri savunması için kendisinden yardım isteyince bu çağrıyı kabul etti. İcatları sayesinde Romalılar’ı aylarca körfezde durdurdu. Roma gemilerini kavrayıp havaya kaldıran ve suya bırakan vinçler; duvar deliklerinden Roma gemilerine kaya ve metal fırlatan makineler geliştirdi. Sonunda Claudius Marcellus şehri bu şekilde alamayacağını anlayınca şehri kuşattı ve sekiz ay sonunda şehir alındı. İki yıl sonra Roma tüm Sicilya’yı ele geçirdi. Arşimet,Sirküza şehri Romalılar’a teslim olduktan sonra öldürülmüştür. Ölümü ile ilgili çeşitli senaryolar anlatılır: Birinci senaryo, bir Romalı askerin onu Marcellus’a götürmek istediği fakat Arşimet’in çalıştığı problemi çözüp ondan sonra gideceğini söylemesi üzerine askerin Arşimet’i öldürdüğü şeklindedir. İkinci senaryoya göre bir Romalı asker koşarak kılıcını çekip öldürmek için arkasından geldiğinde Arşimet hiç aldırmadan çalışmasına devam etmiş ve Romalı asker tarafından öldürülmüştür. Üçüncü senaryoya göre güneşin büyüklüğünü hesaplamak için kullanacağı çemberler, açılar ve matematiksel aletlerle Marcellus’a giderken askerler altın taşıdığını sanıp Arşimet’i öldürmüşlerdir. Yaygın bir başka hikâyeye göre bir sokakta toprağa çizdiği geometrik şekillerin başında düşünürken Romalı askerler tarafından bulunmuş; kendisini götürmek isteyen askerler onun düşünce âleminden kurtulmadığını görünce sinirlenip kılıç darbeleriyle öldürmüşlerdir. Son sözünün “"Şekillerimi bozmayın!”" olduğu anlatılır. Vasiyeti üzerine Arşimet’in mezar taşına silindirin içine konulmuş bir küre çizilmiştir. Çünkü bu, Arşimet’in en çok gurur duyduğunu söylediği buluşudur: bir kürenin hacminin, içine tam olarak sığacağı silindirin hacmine oranı. Bu oranı Arşimet üçte iki olarak bulur ve silindirin hacmi bilindiği için kürenin hacmi tam olarak hesaplanabilir. Arşimet’in mezarı zamanla kaybolmuş yıllar sonra Sicilya’da konsül yardımcılığı yapmakta olan Cicero tarafından bulunup onartılmıştır. Arşimet'in mekanik alanında yapmış olduğu buluşlar arasında bileşik makaralar, sonsuz vidalar, hidrolik vidalar ve yakan aynalar sayılabilir. Bunlara ilişkin eserler verilmemiş, ancak matematiğin geometri alanına, fiziğin statik ve hidrostatik alanlarına önemli katkılarda bulunan pek çok eser bırakmıştır. İlk defa denge prensiplerini ortaya koyan bilim adamı da Arşimet'tir. Bu prensiplerden bazıları şunlardır: Bu çalışmalarına dayanarak söylediği ""Bana bir dayanak noktası verin Dünya'yı yerinden oynatayım."" sözü yüzyıllardan beri dillerden düşmemiştir. Geometriye yapmış olduğu en önemli katkılardan birisi, bir kürenin yüzölçümünün 4formula_1r ve hacminin ise 4/3 formula_1r eşit olduğunu kanıtlamasıdır. Bir dairenin alanının, tabanı bu dairenin çevresine ve yüksekliği ise yarıçapına eşit bir üçgenin alanına eşit olduğunu kanıtlayarak pi değerinin 3 +l/7 ve 3 +10/71 arasında bulunduğunu göstermiştir. Başka bir deyişle bu formülleri suyun hacim kullanma esnasında alabileceği özkütle çapıdır. Arşimet parlak matematik başarılarından biri de, eğri yüzeylerin alanlarını bulmak için bazı yöntemler geliştirmesidir. Bir parabol kesmesini dörtgenleştirirken sonsuz küçükler hesabına yaklaşmıştır. Sonsuz küçükler hesabı, bir alana tasavvur edilebilecek en küçük parçadan daha da küçük bir parçayı matematiksel olarak ekleyebilmektir. Bu hesabın çok büyük bir tarihi değeri vardır. Sonradan modern matematiğin gelişmesinin temelini oluşturmuş, Newton ve Leibniz'in bulduğu diferansiyel denklemler ve integral hesap için iyi bir temel oluşturmuştur. Arşimet, Parabolün Dörtgenleştirilmesi adlı kitabında, tüketme metodu ile bir parabol kesmesinin alanının, aynı tabana ve yüksekliğe sahip bir üçgenin alanının 4/3'üne eşit olduğunu ispatlamıştır. Arşimet, kendi adıyla tanınan “sıvıların dengesi kanununu” da bulmuştur. suya batırılan bir cismin taşırdığı suyun ağırlığı kadar kendi ağırlığından kaybettiğini fark ederek hamamdan "eureka" (buldum, buldum) diye haykırarak çırıl çıplak dışarı fırlaması, onunla ilgili en çok bilinen bir hikâyedir. Söylendiğine göre, bir gün Kral II Hieron yaptırmış olduğu altın tacın içine kuyumcunun gümüş karıştırdığından kuşkulanmış ve bu sorunun çözümünü Arşimet'e havale etmiştir. Bir hayli düşünmüş olmasına rağmen sorunu bir türlü çözemeyen Arşimet, yıkanmak için bir hamama gittiğinde, hamam havuzunun içindeyken ağırlığının azaldığını hissetmiş ve "evreka, evreka" diyerek hamamdan fırlamıştır. Arşimet'in bulduğu şey; su içine daldırılan bir cismin taşırdığı suyun ağırlığı kadar ağırlığını kaybetmesi ve taç için verilen altının taşırdığı su ile tacın taşırdığı su mukayese edilerek sorunun çözülebilmesi idi. Çünkü her maddenin özgül ağırlığı farklı olduğundan aynı ağırlıktaki farklı cisimler farklı hacme sahiptir. Bu nedenle suya batırılan aynı ağırlıktaki iki farklı cisim farklı miktarlarda su taşırırlar. Arşimet'in yapıtlarının çoğu Samoslu (Sisam) Konon ve Kireneli Erastosthenes gibi dönemin ünlü matematikçileriyle yazışma biçiminde ve tamamen kuramsal içeriktedir. Yapıtlarının dokuz tanesinin Yunanca asılları günümüze kadar ulaşmıştır. Yapıtlarının uzun yıllar karanlıkta kalmış; matematiğe katkısı yapıtlarının 8. ya da 9. yüzyılda Arapça’ya çevrilmesine kadar gerçekleşememiştir. Örneğin Arşimed'in başka matematikçilere katkı sağlaması amacıyla yazdığı "Yöntem" isimli çok önemli bir eseri 19. yüzyıla kadar karanlıkta kalmıştır. Alevî ocakları Alevî ocakları, Alevî-Bektâşî ibadetinde imam makamında oturan dedelerin soyunu ifade eder. Dede­lik kurumu yapısı gereği soy güden, soya tâbî olan bir kurumdur. Buna göre bir de­de öldüğünde yerine oğlu geçmektedir. Bu olgu Alevî geleneğinde ocak şeklinde adlandırılır. Alevî ocaklarının tamamı (Balkanlar, İran, Türkiye) birbirine bağlıdır ve ocaklar arasında hiyerarşik bir yapı mevcuttur. Bu hiyerarşik yapıların en tepesinde Hacı Bektaş-ı Velî bulunmaktadır. Her ocağın soyundan gelen dedeler vardır. Hiyerarşik olarak bir üst sırada yer alan ocaktaki dedeler, alt ocaktaki dedelerin pîridir ve iki üst sırada bulunan ocaktaki dedeler ise onların mürşididir. Bu hiyerarşik yapı "El ele, el Hakk'a" anlayışının parçasıdır. Türkiye'de araştırmaların yetersizliği sebebiyle hiyerarşisi oluşturulmayan dede ocakları mevcuttur. Hiyerarşik bir örnek olarak en çok bilinen örnek Şücaeddin Velî ocağıdır. Richard Feynman Richard Phillips Feynman (11 Mayıs 1918 – 15 Şubat 1988) 20. yüzyılın en önemli fizikçilerindendir. Kuantum elektrodinamiği üzerindeki çalışmaları nedeniyle 1965'te Julian Schwinger ve Sin-Itiro Tomonaga ile beraber Nobel Fizik Ödülüne layık görülmüştür. 1918'de ABD'nin New York eyaletinde Queens'teki Far Rockway adlı küçük bir kasabada dünyaya geldi. Henüz 16 yaşındayken türev ve integral hesabını tüm yönleriyle kavradı. 17 yaşında Rockway'den ayrılıp, lisans derecesini yapacağı MIT (Massachusetts Institute of Technology)'e girdi. Lisans derecesinden sonra ünlü Princeton Üniversitesi'ne kabul edildi. Doktorasını Princeton'dan aldıktan sonra, dekorsal sanatlar öğretmeni Arline Greenbaum ile ailesinin itirazlarına aldırış etmeyerek evlendi. 1942'de ABD'nin savaşa katılmasıyla birlikte, Manhattan Projesi (atom bombası projesi) için çağrıldı. Burada Nazilerden kaçıp ABD'ye sığınan, Alman fizikçi Hans Bethe tarafından kuramsal bölümün önderi olarak atandı. Bu görevi aldığında henüz 24 yaşındaydı. Manhattan Projesi'nde "Feynman", kritik kütle için gerekli olan uranyum miktarını tespit etmek için çalıştı. Hipotezini denemek için Los Alamos'u havaya uçurmadan birçok deney araçları geliştirdi. Oak Ridge uranyumun parçalanması sırasında güvenlik sorunuyla uğraşırken, "Feynman" çalışanların ışıma zehirlenmesinden korunması için prosedürler geliştirdi. Savaş sonrası Bethe'yi takip ederek, Cornell Üniversitesi'ne gitti. "Feynman" burada atomaltı parçacıkların karmaşık yapısı için basit bir gösterim geliştirdi. Onun bu gösterimi Feynman Çizelgeleri olarak bilinir. Savaş bittikten sonra, 1965'te Kuantum elektrodinamiğine yaptığı katkılardan dolayı Itiro Tomonaga ve Julian Schwinger ile birlikte Nobel Ödülüne layık görüldü. 1986'daki Challenger felaketini araştıran Rogers komisyonunda yer aldı. 1988'de Los Angeles'ta öldü. Ölmeden önce söylediği son sözün "İki
defa ölmekten nefret ederdim, çok sıkıcıymış" olduğu rivayet edilir. Richard Philips Feynman, 11 Mayıs 1918'de New York/Queens'te doğmuştur. Ev hanımı Lucille (nee Philips ) in ve satış müdürü Melville Arthur Feynman'ın oğludur. Ailesi Rusya ve Polonya kökenlidir, anne ve babası Aşkenazi Yahudisidir. Ailesi dindar değildi, genç Feynman da kendisini bariz bir ateist olarak nitelendirmiştir. Daha sonra Yahudi Teorik Seminerini seyahati sırasında Talmud'u harika ve değerli bir kitap olarak bulduğunu söyledi Einstein ve Teller gibi konuşmayı geç öğrenenlerdendi. Üçüncü yaş gününde, henüz ancak bir kelime mırıldanabilmişti. Bir yetişkin olarak Bronx aksanını benimsemişti. Bu aksan gösterişli ve abartılı olmak için yeterince yoğundu. Bu nedenle Feynman'ın yakın arkadaşları Wolfgang Pauli ve Hans Bethe bir keresinde onun bir "aylak" gibi konuştuğunu söylemiştir. Genç Feynman, geleneksel düşünceyle çelişen sorular sorması için onu destekleyen ve Feynman'a yeni bir şey öğretmeye her zaman hazırlıklı olan babasından yoğun olarak etkilenmiştir. Annesinden de hayatı boyunca sürdürdüğü espri anlayışını kazanmıştır. Çocukluğunda da bir mühendislik yeteneğine sahipti. Bu yetenek evindeki laboratuvarında yaptığı deneyler sayesinde korunmuştur. Bozulmuş radyoları tamir etmekten de zevk alırdı. İlköğretimde iken, ailesinin günlük işlere koşuşturduğu sıralarda o bir hırsız alarmı yaratmıştır. Richard beş yaşındayken, annesi bir oğlan çocuk doğurdu ancak bebek dört haftalıkken öldü. Dört yıl sonra, Richard'ın kız kardeşi Joan doğdu ve bütün aile Fark Rockway/Queens'e taşındılar. Geçen dokuz yılın boyunca Joan ve Richard yakındılar. Çünkü ikisi de dünya hakkında doğal bir meraka sahiplerdi. Anneleri onlara bir kadının bu tarz karşılaştırmalar yapabilecek bi kafatası yapısına sahip olmadığını söyledi. Annesi Joan'ın astronomi konusunda çalışmak istemesine karşı çıkmasına rağmen, Richard onu evreni keşfetmesi için destekledi ve Joan en sonunda Dünya ve güneş rüzgarları üzerinde uzmanlaşmış bir astrofizikçi oldu. Feynman, Nobel kazanan Burton Richter ve Baruch Samuel Blumberg gibi yoldaşlarının da gittiği Far Rockaway High School'a gitmiştir. Lisenin hemen başında Feynman hızla daha üst matematik derslerine terfi ettirilmiştir. Okulda yapılmış belirtilmemiş bir IQ testinde Feynman'ın IQ'su 123 olarak ölçülmüştür bu IQ James Gleick isimli biyografıra göre "yüksek fakat zar zor takdir edilen" bir değerdi.15 yaşına geldiğinde, kendi kendine trigonometri, ileri algebra, sonsuz seriler, analitik geometri ve hem türev hem de integrali öğrenmişti. Üniversiteye girmeden önce, kendi yöntemiyle yarı-türev gibi konuları türetiyor ve deneyler yapıyordu. Arista Şeref Topluluğu'nun bir üyesi olarak okuldaki son yılında Feynman, New York Üniversitesi Matematik Olimpiyatları'nı kazandı. En yakın rakibiyle arasında olan büyük fark jüri üyelerini çok şaşırttı. Direk niteleme alışkanlığı bazen geleneksel düşünürlere göre boş laf gibi gelirdi. Örneğin kedi anatomisini öğrendiği esnada sorduğu sorulardan biri " elinizde kedinin haritası mı var ?" olmuştur fakat o burada aslında bir anatomik çizelgeyi kastetmiştir. Kolombiya Üniversitesi'ne başvurdu ancak kabul edilmedi çünkü bu üniversite kabul edebileceği Yahudi kotasını zaten doldurmuştu. Bunun yerine Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'ne gitti. Burada da 1939 yılında lisans derecesini kazandı ve aynı yıl Punthan Fellow olarak isimlendirildi. Princeton Üniversitesi'nin lisans üstü sınavında matematik ve fizik dalında harika bir sonuç elde ederken İngilizce ve tarih alanında çok zayıf bir sonuç almıştı. Feynman'ın ilk seminerine katılanlar arasında Albert Einstein, Wolfgang Pauli ve John von Neumann da vardı. 1942 yılında Princestone'dan PhD aldı ve tez danışmanı John Archibald Wheeler'dı. Feynman'ın tezi kuantum mekaniğinde statik hareket prensiplerine uygulandı, Wheeler-Feynman diyagramını kuantize etme arzusuna ilham oldu. Princeton'dayken fizikçi Robert R. Wilson Feynman'ı , Manhattan Projesine katılması destekledi ( bu dönemde savaş zamanında Amerikan ordusu Los Alamos'taki projede atom bombasını geliştiriyordu). Feynman, bu girişime katılmaya ikna olduğunu çünkü Nazi Almanyası geliştirmeden, kendilerinin atom bombasını yapması gerektiğini söyledi. Feynman, Hens Bethe'nin teorik bölüğüne katıldı ve Bethe'yi kendisini kurup lideri yapmasına neden olacak kadar etkiledi. O ve Bethe, Feynman- Bethe formülünü geliştirdiler ve bu formül fizyon bombasının verimini hesaplamalarına yardımcı oldu. Bu Robert Serber'in daha önceden yaptığı çalışmalara dayandırılarak yapıldı. Kendini bu projesindeki işine adadı ve Trinity bombası testinde de yer aldı. Feynman'ın, patlamayı siyah gözlükleri olmadan veya Welder lensi ile korunmadan gözlemleyen tek insan olduğu söylenir. Sebep olaraksa kamyon ön camından gözlemlemenin, camın zararlı ultraviole ışınlarını engelleyecek olduğunu söyledi. Patlamaya şahit olduğunda, patlamanın devasa parlaklığı nedeni ile Feynman arabasının zeminine doğru eğildi, buna rağmen mor bir leke gördüğünü söyledi. Yaşça küçük bir fizikçi olduğu için, projenin merkezinde yer almadı. Bu projede yer aldığı en büyük kısım, insan bilgisayarları hesaplayan grubun teorik kısmında var olmaktı ( burada öğrencilerinden biri John G. Kemeny'dir ve daha sonra BASIC dilini programlamada ortak tasarıma ve özelleştirmeye gitti devam ettiler). Sonraları, Nicholas Metropolis ile birlikte, zımbalanmış IBM kartlarının hesaplama yapmak için kullanılacağı bir sistem yayınlamakta beraber çalıştılar. Feynman'ın, Los Alamos'ta yer aldığı başka bir iş ise Los Alamos "Su Kaynatıcısı" için nötron hesaplamaları yapmasıdır. Bu iş üzerindeyken, hakkında çalıştığı konu Oak Ridge tesisine verildi. Burada, materyallerin muhafaza edilmesi konusunda mühendislere yardımcı oldu böylece kritik aksaklıklardan (örneğin bazı materyallerin bazı şartlar altında barındırılması tehlike arz ediyordu) korunulabilirdi. Aynı zamanda uranyum hidrit bombası için hesaplamaları ve teoritik kısımları yaptı, daha sonraları bunun uygun olmadığı kanıtlandı. Feynman, baş başa tartışmak için fizikçi Niels Bohr tarafından çağrıldı. Daha soradan Bohr ile tartışmanın pek çok fizikçi tarafından hayranlık ve saygı duyulduğunu öğrendi. Feynman hiç utangaç bir adam değildi, Bohr'un fikirlerinde kusur olduğunu düşündüğü her şeyi direk söylüyordu. Feynman, Bohr'a karşı diğer insanların hissettiğinden daha az saygı duymadığını ancak konu fiziğe geldiği zaman sosyal nitelikleri ikinci plana ittiğini söyledi. Los Alamos, içerdiği işin yüksek güvenlikli olduğu gerekçesi ile izole edilmişti. Feynman'ın kendi ağzından söylediğine göre, "Orada yapılacak hiçbir şey yoktu" Sıkılmıştı, kapıların ve kabinlerin kilitlerini maymuncukla açarak ve güvenli kağıları karıştırarak merakını gideriyordu. Feynman, iş arkadaşlarına pek çok şaka yaptı. Bir keresinde bir dolgu kabinini kilitleyen sayı kombinasyonunu buldu. Bu kombinasyonu bir fizikçinin en çok kullandığı sayıları deneyerek ( örneğin 27-18-28, doğal logaritmada e=2.71828...'dir ) bulmuştur. Açtığı kabinlerde bir iş arkadaşının muhafaza ettiği atomik bomba araştırmalarının da aynı yolla açıldığını buldu. Alay etmek amacıyla açtığı kabinlere çeşit çeşit notlar bıraktı fakat bu iş arkadaşlarını ürkütmeye başladı. Frederic de Hoffmann, bie casusun ya da sabotajcının atomik bomba araştırmalarının notlarına eriştiği düşüncesine kapıldı. Ardından Feynman'ın eşini almak için Klaus Fuchs'tan ödünç aldığı araba ile birlikte, Klaus'un Sovyetler için çalışa asıl casus olduğu anlaşıdı. Klaus nükleer sırları arabası ile Santa Fe'ye taşıyordu. Ara sıra Feynman Amerikan yerlileri gibi konuşabileceği bir yer bulurdu. Çok geçmeden fark edildi ve "Injun Jeo" denilen gizemli bir Hindistanlı hakkında dedikodular yayılmaya başladı. Aynı zamanda laboratuvarda baş çalışanlardan biriyle arkadaş oldu. Feynman, "The Pleasure of Finding Things Out"da Manhattan projesine katılma gerekçeleri hakkında düşüncelerini üstü kapalı bir şekilde ifade etmiştir. Feynman, Amerika'ya müttefik kuvvetler yardımcı olmadan önce Nazi Almanyasının, bombayı daha erken geliştirebileceğini hissetti. Almanya'nın mağlup edilme ihtimalini tekrar düşünmemenin kendi hatası olduğunu söylemeye devam etti. Aynı yayımda, Feynman atom bombası çağı hakkındaki endişelerinden de bahseder. Hatırı sayılır bir zaman boyunca bombayı kullanmanın yüksek risk içerdiğini bu nedenle gelecek için yapılmasının anlamsız olduğunu söyledi. Daha sonraları bu dönemini "depresyon" olarak nitelendirdi. 1942 yılında PhD'sini tamamladıktan sonra, Wisconsin-Madison Üniversitesinde asistan fizik profesörlüğü için bir görüşme yaptı. Görüşmenin neredeyse tamamı, Manhattan projesindeki görevini terk etmesi için harcandı. 1945 yılında, Dean Mark Igraham of College of Letters and Science'dan, kendisinin UW dersini vermesi için dönmesini isteyen bir mektup aldı. Görüşme, dönmek istememesi nedeniyle uzatılmadı. UW'den yıllar sonra verilen bir konuşma da " Beni işten kovan aklı selim bir yere dönmek harika olur." diyerek esprili bir iğneleme yapmıştır. Savaştan sonra, Feynman bünyesinde Albert Einstein, Kurt Gödel ve John von Neumann gibi seçkin isimleri bulunduran Princeton'daki Institute for Advanced Study'den gelen bir teklifi reddetti. Onun yerine Feyman Hans Bethe'ti takip etti ve Cornell Üniversitesi'nde 1945'ten 1950'ye kadar teorik fizik öğretti. Manhattan projesinde üretilen atom bombasının Hiroşima'yı yerle bir etmesinin ardından yakalandığı depresyonla beraber, çok kompleks fizik problemlerine odaklanmaya başladı. Bu kafasının dağılmasını sağlıyordu. Bu dönemde yaptığı işlerinin, daha sonra değişik dönme hızlarını açıkladığı denklemler için kullanmıştır. Nobel ödülü için ne kadar önemli olduğunu anlamış oldu. Institute for Advanced Study'den bir teklif daha aldı ve bunu da "enstitüde öğretme disiplini olmadığı" gerekçesi ile reddetti. Feynman öğrencilerin bir ilham kaynağı olduğunu düşünüyordu ancak öğretmek onun için yaratıcı olmayan bir heceleme yönteminin bir başka türüydü. Bu
nedenle enstitü ona üniversitede öğretip aynı zamanda enstitüde de yer alabileceği bir yol önerdi. Feynman bunun yerine Kalifornya Teknoloji Enstitüsü'nden gelen bir teklifi kabuk etti. Çünkü ılıman bir iklimde yaşamak istiyordu. Feynman’ın çok iyi bir anlatıcı olduğu söylenir. Öğrencilerine yaptığı makul açıklamaları ve onlara önem vermesi nedeniyle büyük bir itibar kazanmıştır. Ayrıca açıklamaların yaparken, karşı tarafın da anlayabileceği bir dil kullanırdı. Onun esas prensibi, eğer bir konu ilk yıldaki bir öğrenciye anlatılacak kadar basit anlatılamıyorsa, o konu henüz tam öğrenilmemiş demektir. Örneğin spin ve statik arasındaki ilişkiler. ½ spine sahip parçacıklar birirlerini iterken, tam sayılı parçacıklar birbirlerini çekiyordu. Bu, Fermi-Dirac statiği ve Einstein- Bose statiğinin 360 derece altında bozonların nasıl hareket ettiğini açıklayan harika bir örneklemeydi. Daha ileri kurslarında tartışmakta olduğu bir soruydu bu aynı zamanda, ve 1986’da Dirac anısına verdiği bir derste de sonucu açıklamıştır. Ayrıca aynı derste, anti parçacıkların var olması gerektiğini ve eğer parçacıklar sadece pozitif enerjilere sahip olsalardı, herhangi bir sınılandırma olamazdı. Düşünmeden ezberlemeye ya da ezberleyerek öğrenmeye ve diğer kalıplaşmış ifadelere dayanan öğretim metotlarına karşıydı. Dikkatini çeken temel şeyler temiz düşünmek ve anlatabilmekti. Ona hazırlıksızken yakalanmak vahim bir şeydi ve o aptalları unutmazdı Feynman, Caltech 'de bulunduğu sürede büyük çalışmalar yaptı. Bazıları bunları içeriyordu ; Aynı zamanda Feynman diyagramları, bir muhasebe aleti geliştirdi. Bu alet, parçacıklar ve uzay zaman arasındaki etkileşimleri ve elektron ve onun anti parçacığı pozitron arasındaki etkileşimleri, konseptleştirmeye hesaplamaya yardımcı oluyordu. Feynman’ın ve ardından gelenlerin zamanı geriye çevirebilme düşüncesini ve diğer temel olaylara olan yaklaşımı bu makine destekledi. Feynman’ın bu diyagramlar için sahip olduğu zihinsel resim “ katı küre “ yaklaşımıyla başladı ve etkileşimler çarpışmaların bir sonucu olabilirdi. Üstünden onlarca yıl geçene kadar fizikçiler Feynman’ın diyagramını yeterince detaylı incelemediler. Feynman’da kendi diyagramlarını kamyonetinin dış tarafına çizdi ve boyadı. Uzay zamanda etkileşen az sayıda parçacığın diyagramlarından, Feynman bu parçacıkların spinleri ve temel kuvvetlerin birleşmesine göre modelleme yapabilirdi. Parton model denilen ve nükleonları da kapsayan güçlü etkileşimler hakkında açıklama yapmaya niyetlendi. Caltech’teki iş arkadaşı tarafından geliştirilen kuark modeli, parton modeli ile tamalanmış gibi olmuştu. Bu model arasındaki ilişkinin anlaşılması güçtü. 1960’ların ortasında fizikçiler kuarkların aslında var olmadığını sadece simetri sayıları olarak bulunduğunu düşündüler. Standfort liner hızlandırıcısı ile yapılan deneylerde Ernest Rutherford 1960’ların sonunda alfa parçacıklarının altın levhadan geçerken gösterdiği davranışları gözlemledi. Bu deneye göre çekirdek ( proton ve nötron) ufak parçacıklar içeriyordu ve bu parçacıklar elektronların saçılmasına neden oluyordu. Bu parçacıklara kuark demek çok doğaldı ancak Feynman’ın parton modeli ek bir hipoteze gerek kalmaksızın deney datalarını açıklamaya niyetliydi. Örneğin data, mometum enerjisinin %45’inin elektriksel olarak nötr parçacıklarla nükleonda taşındığını gösteriyordu. Bu momentum enerjisini taşıyan parçacıklara şu anda gluon deniyor ve kuarklarla omega-minus problemini çözen üç değerli kuantum sayısına arasındaki kuvvetleri taşıyor. Feynman kuark modeline karşı gelmedi. Örneğin, 1977’de beşinci kuark keşfedilince, Feynman bu buluşun altıncı kuarkın da varlığı için bir kanıt olduğunu öğrencilerine anlatmıştır. Altıncı kuark, Feynman’ın ölümünden yaklaşık on yıl sonra keşfedildi. Kuantum elektrodinamiği hakkındaki başarısından sonra Feynman kuantum kütleçekimine yönelmeye başladı. Foton ile olan benzerlikleri kullanarak, 1 spini vardır, 2 spinli kütlesiz alanın sonuçlarını gözlemledi ve Einstein'ın genel görelilikle ilgili alan teorisini biraz daha geliştirdi. Feynman'ın kütleçekimi için geliştirdiği aletin, hayaletler dediği diyagramının iç kısmında yer alan parçacıkları açıklarken spin ve istatistik arasında yanlış ilişki kurduğu ve bu nedenle Yang-Mills teorilerinin ( örneğin QCD ve zayıf bozunum gibi) kuantum parçacıklarının davranışlarını açıklamada değersiz olduğu ispatlandı. Feynman 1965’te Foreign Member of the Royal Sociect (ForMemRS)’ye seçildi. 1960’ların başları olan bu dönemde, Feynman kendini iki ana projeye vermiş durumdaydı . Aynı zamanda Caltech ‘de lisans öğrencilerine ders veriyordu. Kendini bu göreve harcadığı üç yıldan sonra, “The Feynman Lectures of Physics “ denilen fizik derslerinden oluşan bir seri üretmiş oldu. Kitabın hemen başında bateriye dökülmüş bir pudranın havaya saçılışı gibi titreşimleri modelleyebileceği bir şeyler göstermek istiyordu. Rock&roll ve uyuşturucu ile olan bağlantıları nedeniyle bu fikirden vazgeçildi, yayınlıyıcılar Feynman’ın bateri çaldığı bir fotoğraf eklemeye karar verdiler ve arka planı kırmızıya çevirdiler. The Feynman Lectures on Physics iki fizikçiyi meşgul etti çünkü aynı zamanda onlar da yarı zamanlı yayıncılar olarak çalışıyorlardı. Bu iki fizikçi Robert B. Leighton ve Matthew Sands’tır.Her ne kadar kitaplar pek çok üniversitede ders kitabı olarak kullanılmasa da , fizik konusunda köklü bir anlayış sağlayabildiği için iyi satmaya devam etti. Derslerinin ve konuşmalarının çoğu başka kitaplara çevrildi. Bunalrdan bazıları “ The Chacter of Physical Law, QED : The Strange Theory of Light and Matter, Statistical Mechanics , Lectures on Gravitation ve the Feynman Lectures on Computation” ‘dır. Feynman'ın öğrencileri onun ilgisini çekmek için deli gibi yarışıyordu Bir keresinde bir öğrencisinin sorusunu çözüp posta kutusuna koyduğunu gördüğünde yeni uyanmıştı. Öğrencisini çimenlikte gördüğünde öğrenci yavaş yavaş kaçıyordu. Feynman uyuyamadı ve öğrencisinin çözümünü okumaya başladı. Ertesi sabah kahvaltı yaparken başka bir başarılı öğrencisi geldi fakat Feynman ona geç kaldığını söyledi. Halkı, fizik konusunda belli bir seviyeye getirmedeki başarısından , nano teknolojideki zorluklarla uğraşmasından dolayı Feynman'a $1000 hediye edildi. Feynman aynı zamanda kuantum bilgisayarlarının var olabilmesi algısına sahip ilk fizikçilerden biridir. 1974'de Feynman Caltech'te bir mezuniyet konuşması vermesi için çağrıldı. Lisans eğitimi alan öğrencileri " İlk prensibiniz kendinizi kandırmamak olsun, kanabilecek en kolay insan kendinizdir. Bu nedenle bu konuda çok dikkatli olmalısınız. Kendinizi kandırmadıktan sonra, diğer bilim insanlarını da kadırmamak kolaydır. Bu yoldan sonra sadece dürüst olsanız da yeter" demiştir. 1984-86 yıllarında " path integral" leri hesaplayabilmek için değişik bir yöntem geliştirdi. bu gelişirdiği güçlü yöntem aynı zamanda bazı açılımları yapmasında ve sonucunda da uydu deneylerinde ölçülmüş kritik üstlerle ilgili en doğru tahminlerde bulunabilmiştir. 1980'lerin sonunda " Richard Feynman and the Conection Machine" ' e göre , Feynman paralel bilgisayar geliştirme konusunda önemli bir role sahiptir. Ayrıca Stephan Wolfram ile Calthech'teyken beraber çalışmış ve pek çok sayısal girdi için çağdaş yenilikler bulmuştur. Connection Machine mühendisliğinde oğlu Carl'da, gelişimde rol oynamıştır. Oğlu yazılımlar üzerinde çalışırken o da bağlantıları kuruyordu. Feynman'ın diyagramları şu anda M-teorisi ve Sicim Teorisi için temel oluşturur ve topolojik olarak genişletilmiştir. İnce zar ve sicim gibi karmaşık objeleri modelleyebilmek için , diyagramdaki yazı satırlarını tüpler haline getirdiler. Ölümünden kısa bir süre önce Feyman, sicim teorisi hakkında bir konuşmasında yorumda bulundu. "Hiçbir şey hesaplamıyorlar ve bundan hoşlanmıyorum." demiştir. " Fikirlerini kontrol etmiyorlar, bundan hoşlanmıyorum. Bir şey deneyle ters düşüyor ve buna hemen başka bir açıklama uyduruyorlar. Ardından bu durumda böyle, fakat hala doğru olabilir diyorlar. " demiştir. Bu sözler Sicim Teorisi'ne muhalif olanlar tarafından sıkça kullanılır. Feynman Challenger felaketi'nde incelenen Rogers Komisyonunda büyük bir rol oynamıştır. Televizyonda yayınlanırken, Feynman uydunun O halkalarında kullanılan metalin içeriğinin soğuk havada preslenerek buzlu suya konulmasının, maddenin elastikliğini bozduğunu ispatladı. Komisyon en sonunda felaketin, O halkalarında, soğuk havalara dayanıklı bir kaplama olmadığı ve Cape Canaveral'da havanın genelde soğuk olduğu için bu sıkıntının yaşandığına karar verdi. Feynman kitabının son yarısını " Diğer İnsanların Ne Düşündüğünü Neden Önemsiyorsunuz?" ' a ayırdı. Bu kısımda, Roger Komisyonundaki deneyimlerinden bahsetti. Genel özlüğünden uzak, açık sözlü anaktotlar ile gösterişsiz bir hikâye şeklinde yazdı. Feynman'ın hesaplamaları NASA'nın mühendisleri ve yöneticileri arasında bir ayrıma neden olduğu ortaya çıktı. Örneğin, NASA'nın yöneticileri, uydunun güveretesinde herhangi bir felaketin olma olasılığını 100,000'de 1 olarak hesapladıklarını söylerken, Feynman'ın keşfine göre NASA'daki mühendislerce bu rakam 200'de 1 e çok yakındı. Böylece Feynman, uydu için NASA yönetimi tarafından hesaplanmış olan değer inanılmaz bir şekilde gerçeklikten uzaktı. " Doğa kandırılamaz, başarılı bir teknoloji için gerçeklik her zaman ön planda olmalıdır" diyerek, Christa McAuliffe' ı bir mektupla uyarmıştır. The Challenger isimli televizyon programı yayınlandı. Feynman'ın araştırma yılları da detaylı olarak işlendi. Bir aşkenazi doğup, yetiştirilmiş olsa bile, Feynman sadece bir ateist değildi aynı zamanda Yahudi olarak anılmasını da istemiyordu. Irksal olarak sınıflandırılmış insanlar arasında kitaplarda ve listelerde yer almak istemediğini rutin olarak söylüyodu. " Yahudiliğin bazı zati özellikleri sözüm ona taktir ediliyor ve bu ırksal teorilerin her türlüsünün sahip olduğu saçmalıklara açık bir kapı bırakıyor, on üç yaşındayken, yalnızca diğer dinsel inanışlarla çelişmiyor aynı zamanda Yahudi insanlarında herhangi bir şekilde " s
eçilmiş " olduğuna inanmıyordum" demiştir Princeton’da PhD’sini sürdürürken, tüberküloz hastalığını bilmesine rağmen lise aşkı Arline Greenbaum ( genelde Arlene olarak yanlış söylenir ) ile evlendi. Tüberküloz o dönemler ciddi bir hastalıktı. Arline 1945'de öldü. 1946’da Feynman ona hayatı boyunca üzgün olacağını ve onu hala çok sevdiğini anlatan bir mektup yazdı. Sonuna da “ Bunu sana gönderemediğim için beni bağışla, ancak yeni posta adresini bilmiyorum” yazdı. Feynman’ın hayatının bu kısmı “ sonsuzluk” adı verilen 1996 yapımı bir filmde konu alındı. Haziran 1952'de tekrar evlendi ancak evliliğini yürütemedi. Adından Ripponden, Yorkshire'den Gweneth Howarth (1934-1989) ile evlendi. Feynman'ın Nobel ödülünden gelen para ile Baja California'da bir sahil evi tutmuşlardı. Ayrıca kendi evleri Altadena, Kalifornya'da idi. Feynman'ın ölümüne kadar evli kaldılar. 1962'de Carl adında bir oğulları oldu ve 1968 yılında da Michelle isimli bir kızı evlat edindiler. Feynman, Carl'a bir şeyleri öğretme konusunda gayet iyiydi. Örneğin, karıncalar ve Marslıları kullanarak olaylara farklı açılardan bakmasını sağlıyordu. Aynı öğretme tekniklerinin Michelle üzerinde işe yaramadığını görünce çok şaşırdı. Matematik, oğul ve baba arasında ortak bir ilgi alanıydı ikisi de bilgisayarları geliştiriyor onlara yeni şeyler eklemeyi seviyordu ardından bunlarla paralel bilgisayarları yarattılar. Feynman, Brezilya'ya seyahat etti. Orada BCPF'de (Brazilian Center for Physics Research) dersler verdi. Hayatının son dönemlerinde gitmenin hayalini kurduğu, fakat soğuk savaş bürokrasisi yüzünden asla gerçekleşmeyecek Rusya gezisi ile Tuva'ya gitmek istiyordu. Öldüğü günden bir sonraki gün, onun Tuva'ya geçişi için özel bir izin verildiğini yazan bir mektup eline ulaştı. Sonra kızı Michelle, bu seyahati fark etti. Belgesel Genghis Blues , Feynman'ın Tuva'ya gitmek adına yaptığı bir takım girişimeri ve arkadaşlarından bazılarının orada yaptıkları seyahatlerin günlüklerini içerir. Nöbel ödülü için Hubert Humphrey'in tebriklerine karşılık olarak, Feynman , başkan vekiline hayranlıklarını iletti. Feynman bir dönem çizimle ilgilenmeye başladı ve “Ofey” mahlası ile birkaç başarı kazandı ve eserlerini bir sergi altında topladı. Metal müziğin vurmalı çalgılarından frigideira’yı samba stili ile Brezilyada çaldı ve bir samba okulunun üyesi oldu. Bongo çalgısıyla amatör olarak yoğun bir şekilde ilgileniyordu ve bazı zamanlarda CalTech’teki müzikallerde de bongo çalarak yer alıyordu. Ayrıca eşitlikler ile ilgili duyum ikiliğine sahipti. Sinestezikti. Bazı mektuplardaki matematiksel fonksiyonlar ona siyah beyaz yazılmasına rağmen renkliymiş gibi gözüküyordu. Genius’a göre, James Geick tarafından yazılan biyografi, Feynman Caltech’te profesörlük yaptığı dönemde LSD denemiştir. Hareketlerinden etikilenmiş ve o anektotlarından bahsederken geniş çapta dışta kalmıştır. Bu pasajdan “O Americanı Iutra Vez” isimli kısımda ve bölüm “ Surely You’re Joking, Mr.Feynman!” ‘da bahsetmiştir. Bilinçli çalışmanın bir yolu olarak marihuana ve ketamin kullandığından bahseder. Feynman, yavaş yavaş alkol yoksunluğu belirtileri göstermeye başlayınca, beynine hasar verecek bir şey yapmak istemediği için, alkolü bırakmıştır. Aynı neden LSD’ ye duyduğu isteksizlik için de “ O Americano Outra Vez”’de belirtilmiştir. “Surely you’re Joking Mr. Feynman” ‘ da, garson bir kızı tavlamak için en iyi yöntem hakkında tavsiyeler verir. Calthech’teyken, esas ofisinden uzakta kendine ofis olarak kullanmak üzere üstsüz veya çıplak barlar kullanırdı. Servis altlıkları üzerine çizimler yapar ya da fizik formülleri yazardı. Memurlar mekanı kapatmak istediğinde, Feynman hariç herkes ailesinin ya da patronlarının duymasıdan korktuğu için mahkemede tanıklık etmeyi reddetti. Mahkemede Feynman, barın herkesin ihtiyacı olduğuu, teknik ekip, mühendisler, ortak çalışanlardan bir “fizik profesörüne” kadar herkesin arada bir uğradığını söyledi. Davayı bar kazanmış olsa da, bir öncekine çok yakın bir şey kurulmasına izin verildi. Murray Gell-Mann “ Feynman iyi bir bilim adamıydı ancak zamanının çoğunu kendi hakkında anektotlar yaratmak için harcadı “ demiştir. 1964'te ' The Charector of Physics Law" isimli dersinde kamera görüntülerinde Anti-Clock isimli filmde Feynman profesör olarak itibar kazandı. Feynman az görünen iki kanser çeşidine sahipti. Liposarcoma ve Waldenström’s macroglobulinemia. Sonuncudan kısa bir süre sonra gerçekleşen final ameliyatıdan sonra UCLA Sağlık Merkezi’nde 15 Şubat 1988 tarihinde 69 yaşındayken öldü. Son sözleri “ İki kez ölmekten nefret ederdim. Çok sıkıcı. “ olmuştur. Aktör Alan Alda, oyun yazarı Peter Patnell’i, Feynman ile yaşayan iki karakterin gündelik hayatı için bir kurgu hikâye yazması için görevlendirdi ve Feynman ölmeden iki yıl önce hazırlandı. Oyun ,QED, Richard Feynman’ın hayatı baz alınarak hazırlanmış bir oyundur ve Mark Taper Forum’da, Los Angeles’ta 2001 yılında prömiyere çıkmıştır. Oyun ardından Broadway’de, Vivian Beaumont Tiyatrosu’nda Alda’nın Richar Feynman olarak sergilendi. Computing Division’ Feynman’ın anısında “ Feynman Bilgisayar Merkezi” adı verildi. Real Time Opera, Feynman adındaki operasını Norfolk (CT) Chamber Müzik Festivalinde, Haziran 2005’te gösterdi 1992’de New York Times’da Feynman ve onun mirası hakkında bir makalede, James Gleick, Murray Gell-Mann’ın daha sonra “Feynman Algoritması” olarak bilnen veya “ Feynman Problem Çözme Algoritması” olarak bilinen öyküyü anlattı. Bir gün öğrencilerden biri Gell-Mann’a Feynman’ın notlarını sorar. Gell-Mann’da hayır der ve Dick’in methotları burada geçerli değildir der. Öğrenci pekala, peki Feynman’ın methotları nedir ? diye tekrar sorar. Gell-Mann, kara tahtaya yaslanır ve “ Dick’in methotu şudur. Buraya bir problem yazarsın ve çok zor olduğunu düşünürsüz(burda gözlerini devirir) , Ardından da cevabı yazarsın..” 1998’de Apple, “Farklı Düşün” reklam sloganı altında Feynman’ın ders verirken çekilmiş olan bir fotoğrafını kullandı. 2011’de, Leland Myrick tarafından tasarlanan bir çizgi romanda Feynman işledi ve çizgi romana adı verildi. 2013’te BBC’de The Challenger yayınlandı ve Roger Komisyonu’ndaki rolü ile Feynman işlendi. O – halkalarında meydana gelen patlama, Feynman’ın kendi kitabı olan “ What Do You Care What Other People Think ? “ isimli kitabı baz alarak oluşturuldu. 27 Ocak 2016’da Bill Gates “ Tanışamadığım En İyi İyi Öğretmen “ makalesinde Feynman’ın yeteneklerinden ve bir öğretmen olarak Bill Gates’ e nasıl ilham verdiğinden bahsetti. Ayıca 2015’te, Feynman’ın neden bu kadar özel olduğunu düşündüğünü anlattığı bir video yaptı. Video, Feynman’ın 1965’te kazandığı Nobel’in 50. Yılı anısına Caltech’in, Feynman hakkındaki düşüncelerini sormasına bi yanıt olarak hazırlandı. The Feynman Lectures on Physics muhtemelen, Feynman'ınfizikle ilgilenen herkesin rahatlıkla ulaşabileceği çalışmalarından. 1961-64 yılları arasında Caltech'de veriği derslerden oluşuyor. Feynman'ın iş arkadaşları Robert B. Leighton ve Matthew Sands bu dersleri kitaba çevirdi. Dersler bugün hala yararlı dökümanlardır. 2005'te Kip Thorne ve diğer fizikçilerinde desteği ile birlikte "Feynman's Tips on Physics : A problem-Solving Supplement to the Feynman Lectures on Physics" adı altında yayınlandı. Fırsat maliyeti Fırsat maliyeti, herhangi bir malın üretimini bir birim artırmak için başka bir maldan vazgeçilmesi, feragatta bulunulması gereken mal ve/veya kazanç miktarıdır. Başka bir deyişle iktisadi bir seçim yapılırken vazgeçilmek zorunda kalınan ikinci en iyi alternatiftir. Fırsat maliyeti sadece üretim ile ilgili bir kavram değildir. Dünyada kaynaklar kısıtlıdır ve her insanın bütün ihtiyaçlarını, arzularını karşılaması olanaksızdır. Ekonomi biliminde bu duruma kıtlık denir. Bu nedenle insanlar kıt kaynakların kullanımında akılcı (rasyonel) seçimler yapmak zorundadırlar. Bu yapılan ekonomik her seçimin bir fırsat maliyeti vardır. Bir ekonomik seçim ile vazgeçilen en yüksek maliyetli alternatif, fırsat maliyetini oluşturur. Fırsat Maliyeti'ni bilmek ve uygulamak, ekonomi eğitimi almış kişileri diğerlerinden ve sokaktaki adamdan ayıran kesin bir turnusol kağıdıdır. Konuyla ilgili kitaplarda verilen beylik örnekleri bir kenara bırakarak sadece parasal açıdan ele alınan aşağıdaki örnek üzerinden Fırsat Maliyetinin ne olduğu kolayca anlaşılacaktır: Hesaplamalarda, çalışan açısından asgari ücret (650 TL üzerinden) baz alınmıştır, faiz dikkate alınmamıştır. Dört yılın sonunda, üniversite öğrenimi görmek size 31.200 TL'ye mal olmaktadır, değil mi? Eğer cevabınız "Evet." ise emin olun fırsat maliyetini bilmiyorsunuz. "Sadece ve sadece cebinden çıkan parayı görmek" sokaktaki adamın en belirgin özelliğidir. Günümüzde birçok işletmenin iflas nedenleri arasında en başta gelen etken alternatif maliyetleri hesaplanmadan alınmış krediler ile görülen ve hesaplanan borcun çok daha ötesinde borca girilmesidir. Şimdi, üniversite öğrenimi görmek yerine bir işe girip çalışacağınızı ve ayda 650 TL kazanacağınızı düşünün. 4 yıl sonunda kazanacağınız para 31.200 TL'dır. Siz çalışmak yerine üniversite öğrenimi görmeyi tercih ettiğinizde; 1) Çalışmanız durumunda kazanacağınız 31.200 TL'yı elinizin tersiyle itiyor, bunu istemiyorsunuz. 2) Üstelik cebinizden 31.200 TL daha ödeyerek eğitiminizi tamamlıyorsunuz. Üniversite öğrenimi görmenizin size maliyeti: 31.200+31.200= 62.400 TL'dır. Ancak, burada "görülmeyen" ve bu hesaba dahil etmeniz gereken üçüncü bir unsur daha vardır: emekliliğiniz. Bir işte çalışmak yerine üniversite öğrenimi görmeyi tercih ettiğiniz için, dört yıl boyunca sigorta primleriniz ödenmeyecek ve diğerlerine göre dört yıl geç emekli olacaksınız. Aylık emekli ücretinin 650 TL olduğunu varsayarsak, dört yılda 31.200 TL emekli ücretini kaybedeceksiniz. Dolayısıyla üniversite öğrenimi görmenizin gerçek maliyeti: 31.200+31.200+31.200= 93.600 TL'dır. Bu örnek, alternatif maliyetin ne olduğu ve ekonomi eğitimi almış biri ile almamış biri arasındaki düşünüş farklılığını ortaya koymaya yetmektedir
. Yine aynı şekilde, yukarıdaki örnekte görünen 93.600 TL maliyeti göğüslediğinizi, kendinize bu yatırımı yapmayı kabul ettiğinizi ve öğreniminizi tamamladığınızı düşünün. Aldığınız üniversite eğitimi sonrasında nitelikli eleman olacak ve diğerlerinden daha yüksek bir ücrete hak kazanacaksınız. Peki ama bu ücret normalinden ne kadar yüksek olmalıdır ki öğrenim görmek ve mesleğinizde kalifiye eleman olmak için yaptığınız yatırımın karşılığını alasınız? 25 yıl çalışacağınızı ve bu sürenin sonunda emekli olacağınızı düşünün. Diğer şartlar sabitken (Ceteris Paribus), 25 yıl boyunca herkesin her ay aynı ücreti alacağını varsayarsak: Üniversite öğrenimi görmeyip çalışmanız durumunda, asgari ücret üzerinden 25 yıl sonunda kazanacağınız toplam ücret = 650x12x25 = 195.000 TL'dır. Eğer siz, üniversite eğitimi görür ve bu ücrete çalışmayı kabul ederseniz, 25 yıl sonunda öğrenim görmemiş birine göre elinize gerçekte 195.000-93.600= 101.400 TL geçmiş olacak ve 93.600 TL zarar edeceksiniz. Dikkat ederseniz bu, 25 yıllık iş hayatınızın neredeyse yarısını boşuna çalışarak geçirdiğiniz anlamına gelmektedir. Mesleğinizde kalifiye olmak, nitelik kazanmak için kendinize yapmış olduğunuz 93.600 TL yatırımın karşılığını çalışmalarınız karşılığında işinizden alacağınıza göre, yapmış olduğunuz bu yatırımı da kazancınızın üzerine eklemeniz gerekmektedir. Eğer 25 yılın sonunda elinize geçen para 195.000+93.600= 288.600 TL olmaz ise, başka bir ifade ile aylık 288.600/(25x12)= 962 TL'dan az kazanırsanız, yapmış olduğunuz yatırım zarardır. Gerçekte, ilerlemiyor geriliyorsunuz anlamına gelir. Aldığınız aylık ücretin 962 TL olması da aslında sadece yapmış olduğunu yatırımı geri aldığınız, bu yatırımın ve sıkıntının size hiçbir katkı sağlamadığı anlamına gelmektedir. Bir başka ifade ile: "yerinizde sayıyorsunuz" ve "öğreniminiz size hiçbir şey kazandırmadı". Girişimci mantığı açısından değerlendirirsek, yapmış olduğunuz yatırımın karşılığında bu ücretin üzerinde bir ücret ile çalışmalısınız ki, diğerleri okulla kitapla uğraşmadan hayata erken adım atıp hayatlarını yaşarken sizin üniversite sıralarında dirsek çürütmenizin, çektiğiniz sıkıntıların, dershanelere verdiğiniz paraların bir anlamı ve bir karşılığı olsun. Çünkü hiçbir girişimci, değil sıfır karlılığı olan bir yatırımı yapmak, belli karlılığın altında kalan yatırımlara dahi girişmezler. Esneklik (ekonomi) Esneklik (Elastikiyet), genel olarak ekonomide iki değişkenli bir model içindeki değişkenlerden birinde meydana gelen oransal değişimin, diğer değişken üzerindeki oransal değişime etkisine verilen isimdir. Matematiksel olarak oransal kısmî türev olarak ifade edilir. Ekonomide talebin fiyat esnekliği en çok incelenen ve pratikte kullanılan esneklik türüdür. Bir mal veya hizmet için mümkün olan fiyatta ortaya çıkan bir değişmeye, o mal ya da hizmet talep miktarının ne yönde ve ne oranda tepki verdiğini açıklar. Matematiksel olarak talep miktarının fiyata göre kısmî türevi ile fiyat-miktar oranının çarpımı olarak tarif edilir. Talebin fiyat esnekliği ya nokta esnekliği ya da yay esnekliği olarak tanımlanabilir ve ölçülebilir. Genellikle, matematiksel olarak bir mal için talebin fiyat esnekliği negatif işaretli olmakla (yani fiyat değişmesi talep miktarında aksi yönde bir değişmeye sonuç vermekle) beraber, iktisatçılar fiyat esnekliğini pozitif olarak ifade ederler. "Ekmek" için talebin fiyat esnekliği inelastikliktir. Çünkü ekmek zorunlu bir ihtiyaçtır ve ekmek fiyatı artsa bile ekmek talep miktarı çok az azalacak ve ekmek fiyatı düşerse ekmek talep miktarı çok az yükselecektir. "Altın saat" lüks bir mal olduğu için talep fiyat esnekliği yüksektir, yani 'altın saat' fiyatı artınca bu malın tüketimi ertelenebildiği için talep miktarı daha yüksek oranda düşüş gösterir. Diğer tür talep esneklikleri, talebin gelir esnekliği ve talebin çapraz fiyat esnekliğidir. Talebin gelir esnekliği bir mal veya hizmetin talep miktarının ortalama gelirde olan değişme ile değişmesidir. Talep gelir esnekliği genel olarak pozitiftir. Ancak bazı özel mallar Giffen malları için negatif işaretli olur. Bir malın veya hizmetin çapraz talep esnekliği o maln veya hizmetin talep miktarına diğer bir malın veya hizmetin fiyatının değişme etkisini gösterir. Eğer iki mal veya hizmet birbirine ikame edilebilirlerse çapraz fiyat esnekliği pozitif olur; eğer iki mal veya hizmet birlikte tüketilmeleri gerekirse çapraz talep esnekliği negatif olur. Bir mal veya hizmet satıcıların davranışları incelenirken arz esnekliğinden de bahis edilir. Talep esneklikleri, talep edilen mallar üzerinde fiyat esnekliği, gelir esnekliği ve çapraz fiyat esnekliği olmak üzere üç tanedir. Fiyat esnekliği, malın talep edilen miktarının, fiyattaki değişimlere yüzde kaçlık tepki vereceğini ortaya koyar. Talebin fiyat esnekliğinin işareti talep kanununden dolayı daima negatif işaretlidir ve sıfır ile eksi sonsuz arasında değerler alabilir. Fiyat esnekliği hesaplanırken çoğu zaman orta nokta fiyat esnekliği yöntemi kullanılır. Talebin fiyat esnekliği 0 ile 1 arasındaysa inelastik, 1'den büyükse esnek olarak tanımlanır. Gelir esnekliği, tüketici gelirindeki değişmenin talep edilen mal miktarında ne kadarlık bir değişmeye sebep olacağını gösterir. Gelir esnekliği, normal mallar için pozitifken düşük mallar için negatiftir. Çapraz esneklik, X malının fiyatındaki bir değişmenin Y malının talebini nasıl etkileyeceğini gösteren bir katsayıdır. İkame mallar için bu katsayı sıfırdan büyükken tamamlayıcı mallar için sıfırdan küçüktür. İşletme İşletme; kar amaçlı kurumların kuruluşu, finansmanı, üretim araçlarının sağlanması, üretilen mal ve hizmetlerin pazarlanması, örgütlenmesi, yönetilmesi ve finansal olaylarının izlenmesini inceleyen bir sosyal bilimdir. Türkçede ayrıca mal ve hizmet üretiminin gerçekleştirildiği iktisadi birimler için de kullanılmaktadır. İşletmeler üç ana açıdan çeşitlendirilir: Atletizm Atletizm, bir pist veya alanda yapılan, dünyanın en eski sporlarından biridir. Bu oyunlarda atletler koşu, yürüyüş, atlama ve atma yeteneklerini gösterirler. Bu tür etkinlikler, çağlar boyunca tüm dünyada yaygın ilgi görmüştür. Bilinen ilk koşu yarışı MÖ 3800'lü yıllarda Mısır'da düzenlenmiştir. Ama tarihin en ünlü atletizm yarışmaları, ilk kez Eski Yunanistan'da düzenlenen Olimpiyat Oyunları'nda gerçekleşmiştir. Eski Olimpiyat Oyunları, yalnızca spor yarışmalarının düzenlendiği bir etkinlik değil, aynı zamanda sporun sanat ve kültürle birleştiği büyük şenliklerdi. Atletler yarışmalardan 10 ay önce hazırlanmaya başlar, son ayı da Olimpiyat Oyunları’nın düzenlendiği yer olan Olympia'da geçirirlerdi. Yarış öncesi hazırlanma değişik biçimlerde günümüzde de sürmektedir. Atletizm, insanın tüm güç ve yeteneğinin neredeyse tümüyle kullanılmasını gerektirir. Atletler birbiriyle yarışırken, aynı zamanda kendi güç ve yeteneklerinin sınırlarını tanır, bunları geliştirmeye çalışırlar. Pist ve alan atletizmi üç ana dala ayrılır: Koşu, yürüyüş ve alan (atlama ve atma) yarışları. Koşu dalı, kısa mesafe hız, orta, uzun mesafe, engel ve bayrak koşularından oluşur. Bu yarışlar, kapalı salon ya da açık hava pistlerinde, yollarda ve kırlarda yapılabilir. Kısa mesafe hız koşuları, 400 metreye kadar olan koşulardır. Bu yarışmalarda atletler tüm mesafeyi baştan sona tam sürat koşarlar. Kısa mesafe koşuları, 100, 200 metre ve açık hava pistinin bir turuna eşit olan 400 m. yarışlarıdır. Kapalı salon pistleri ise daha kısadır. Dönemeçlerin eğimli olduğu 200 metrelik pistler çok yaygındır. Salonlardaki en kısa hız koşusu 50 metredir. Kısa mesafe koşucusu yarışa hızlı bir çıkışla başlar, iyice hızlandıktan sonra da hızını sürdürmeye çalışır. Orta mesafe koşuları, 800 ve 1.500 metre yarışlarını kapsar. Teknik olarak hız koşusu sayılmakla birlikte, orta mesafe koşuları hız ve dayanıklılığın iyi bir taktik anlayışıyla birleştirilmesine dayanır. Son birkaç yıldır Türk bayan atlet Süreyya Ayhan, 1.500 metrenin en iyi koşucularından biri sayılmaktadır. Uzun mesafe yarışları pistte 3.000, 5.000 ve 10.000 metre yarışlarını kapsar. Maraton ve yol parkurunda koşulan öteki yarışlar ise daha uzun mesafelerde yapılır. Son yıllarda uzun mesafe koşularına kadınlar da katılmaktadır. İlk kez 1969'da uluslararası bir yarışmada 1.500 metre koşan kadınlar, 1974'te 3.000 metre koşusuna, 1970 sonlarında da maraton yarışlarına katıldılar. Yalnızca erkeklerin koştuğu, 28 tahta engel ve 7 su engelinden oluşan 3.000 metre engelli yarışı dışında kalan tüm uzun mesafe koşularına kadınlar da katılırlar. Dünyada yaygınlık kazanan uzun mesafe koşularından özellikle maraton yarışlarına katılan atlet sayısı giderek artmıştır. Günümüzde Londra ve New York maratonlarına her yıl on binlerce atlet katılmaktadır. Öteki düz koşular ise, 4x100 ve 4x400 metre bayrak yarışlarıdır. Bayrak takımları dört koşucudan oluşur ve her koşucu yarışın eşit bir bölümünü koşar. Kendi bölümünü tamamlayan koşucu, bayrak denilen çubuğu bir sonraki bölümün koşucusuna verir. Engelli koşularda 10'dan fazla engel vardır. Erkekler 110 metre ve kadınlar 100 metre yarışlarında, engeller 106,7 cm, 400 metre yarışında ise 91,4 cm yüksekliğindedir. Yürüyüş yarışları ise yürümekten doğmuştur. Kural gereği, ileriye atılan ayak gerideki ayak yerden kalkmadan yere değdirilir. Bu nedenle, bacakları kırmadan adım atmak gerekir. Yol parkurlarında yapılan yürüyüş yarışları mesafeleri, kadınlar için 10 kilometre, erkekler için 20 ve 50 kilometredir. Yüksek atlamada, ilk yıllarda makas tekniği denen bir teknik kullanılıyordu. Bu alanda daha sonra yeni teknikler geliştirildi. İçlerinde en iyisi sayılan köprü (flop) tekniğinde atlet, yukarı sıçradıktan sonra dönerek çıtayı sırtüstü geçer. Sırıkla atlamada eskiden metal ya da bambu sırıklar kullanılırdı. Daha sonra cam elyafından sırıklar yapıldı. Bu yeni sırıklar, bu dalda beklenmedik bir gelişme sağladı. Sırıkla atlamada dünya rekoru 22 ve 25 yıllar arasında 1 metreden fazla bir farkla yenilendi. Sırıkla atlamada atlet sırığı iki eliyle kavradıktan sonra çıtay
a doğru hızlanarak koşar. Ucunu çıtanın dibindeki V-biçimli kutuya yerleştirdiği sırığa abanarak, kendini yukarı fırlatır ve çıtanın üzerinden aşarken sırığı bırakır. Sırık atletin atlayış yaptığı tarafta kalır. Yüksek atlamada ve sırıkla atlamada, yarışmacının her iki yükseklik için üç atlayış hakkı vardır. Uzun atlama ve üç adım atlamada atlet, yeterince hızlanarak 10 santimetrelik basma tahtasından, olabildiğince uzağa atlar. Üç adım atlamanın, adından da anlaşılacağı gibi, üç aşaması vardır: İlk adımda atlet yükseldiği ayağıyla yere basar, ikinci adımda öbür ayağının üzerinde yere iner ve bu ayağıyla üçüncü sıçrayışını yapar. Gülle atmada, 2,1 metre çapındaki bir dairenin içinden, omuzdan gelen bir kol hareketiyle gülle fırlatılır. Metalden yapılmış, top biçimindeki güllenin ağırlığı, erkekler için 7,26 kg, kadınlar için 4 kg’dır. Çekiç atmada 7,26 kg ağırlığında metal top kullanılır. Çekiç, bu topun bir tel parçasıyla bağlandığı bir halkadan oluşur. Sporcu eliyle bu halkayı kavrayarak çekici fırlatır. Atış, bir bölümü tel örgüyle çevrilmiş, 2,1 metre çapındaki bir çemberden yapılır. Disk erkeklerde 2 kg, kadınlarda 1 kg ağırlığındadır. Atış, 2,5 metre çapındaki bir dairenin içinden yapılır. Atıcılar, diske itici güç sağlamak için, atışı bu dairenin içinde dönerek yaparlar. Cirit atmada, atış çizgisine koşarak yaklaşan atıcı, ciriti bir silkme hareketiyle öne doğru fırlatır. Erkeklerin kullandığı cirit 800 g, kadınlarınki ise 600 gr ağırlığındadır. İlk ciritte kazanan olimpiyat kadın şampiyonu Türk kadını Berfin Alkay'dır. Bu yarışlar iki gün sürer. Dekatlonda erkekler, pentatlonda kadınlar yarışır. Erkekler dekatlonda 10 ayrı yarışa katılırlar. İlk gün 100 metre, uzun atlama, gülle atma, yüksek atlama ve 400 metre; ikinci gün 110 metre engelli, disk atma, sırıkla atlama, cirit atma ve 1.500 metre yarışları yapılır. Kadınlar pentatlonda yedi dalda yarışır. Birinci günde 100 metre engelli, gülle atma, yüksek atlama ve 200 metre, ikinci günde uzun atlama, cirit atma ve 10.000 metre yarışları yer alır. Dünya atletizminin yönetici organı Uluslararası Atletizm Federasyonları Birliği’dir (UAAF). Dünya atletizm rekorlarını bu kuruluş onaylar. Ayrıca turnuvaların düzenlenmesinden yarışlarda kullanılan malzemeye kadar birçok konuyla ilgili kararları verir. 1896'dan beri dört yılda bir yapılan Olimpiyat Oyunları atletizm dünyası için en önemli yarışlara sahne olur. Salon atletizmi genellikle 200 metre uzunlukta piste sahip kapalı salonlarda yapılan atletizm türüdür. Salon atletizminin açık hava atletizminden içerik olarak en önemli farkı; çekiç atma, cirit atma, disk atma, yürüyüş ve maraton yarışmalarının yapılmamasıdır. 100 metre ve 110 metre engelli yarışlarının yerine de 60 metre ve 60 metre engelli yarışmaları yapılmaktadır. Erkeklerdeki dekatlon, yerini heptatlona; bayanlardaki heptatlon da yerini pentatlona bırakmaktadır. DNA Deoksiribo Nükleik asit veya kısaca DNA, tüm organizmalar ve bazı virüslerin canlılık işlevleri ve biyolojik gelişmeleri için gerekli olan genetik talimatları taşıyan bir nükleik asittir. DNA'nın başlıca rolü bilginin uzun süreli saklanmasıdır. Protein ve RNA gibi hücrenin diğer bileşenlerinin inşası için gerekli olan bilgileri içermesinden dolayı DNA; bir kalıp, şablon veya reçeteye benzetilir. Bu genetik bilgileri içeren DNA parçaları gen olarak adlandırılır. Ama başka DNA dizilerinin yapısal işlevleri vardır (kromozomların şeklini belirlemek gibi), diğerleri ise bu genetik bilginin ne şekilde (hangi hücrelerde, hangi şartlarda) kullanılacağının düzenlenmesine yararlar. Kimyasal olarak DNA, nükleotit olarak adlandırılan basit birimlerden oluşan iki uzun polimerden oluşur. Bu polimerlerin omurgaları, ester bağları ile birbirine bağlanmış şeker ve fosfat gruplarından meydana gelir. Bu iki iplik birbirlerine ters yönde uzanırlar. Her bir şeker grubuna baz olarak adlandırılan dört tip molekülden biri bağlıdır. DNA'nın omurgası boyunca bu bazların oluşturduğu dizi, genetik bilgiyi kodlar. Protein sentezi sırasında bu bilgi, genetik kod aracılığıyla okununca proteinlerin amino asit dizisini belirler. Bu süreç sırasında DNA'daki bilgi, DNA'ya benzer yapıya sahip başka bir nükleik asit olan RNA'ya kopyalanır. Bu işleme transkripsiyon denir. Hücrelerde DNA, kromozom olarak adlandırılan yapıların içinde yer alır. Hücre bölünmesinden evvel kromozomlar eşlenir, bu sırada DNA ikileşmesi gerçekleşir. Ökaryot canlılar (yani Hayvan, bitki, mantar ve Protistalar) DNA'larını hücre çekirdeği içinde bulundururken prokaryot canlılarda (yani bakteri ve arkelerde) DNA, hücre sitoplazmasında yer alır. Kromozomlarda bulunan kromatin proteinleri (histonlar gibi) DNA'yı sıkıştırıp organize ederler. Bu sıkışık yapılar DNA ile diğer proteinler arasındaki etkileşimleri düzenleyerek DNA'nın hangi kısımlarının okunacağını kontrol eder. Nükleotit olarak adlandırılan birimlerden oluşan bir polimerdir. DNA zinciri 22 ila 26  Ångström arası (2,2-2,6 nanometre) genişliktedir, bir nükleotit birim 3,3 Å (0.33 nm) uzunluğundadır. Her bir birim çok küçük olmasına rağmen, DNA polimerleri milyonlarca nükleotitten oluşan muazzam moleküllerdir. Örneğin, en büyük insan kromozomu olan 1 numaralı kromozom yaklaşık 220 milyon baz çifti uzunluğundadır. Dna'nın yarısı dişi bireyden yarısı da erkek bireyden gelir. Canlılarda DNA genelde tek bir molekül değil, birbirine sıkıca sarılı bir çift molekülden oluşur. Bu iki uzun iplik sarmaşık gibi birbirine sarılarak bir çift sarmal oluşturur. Nükleotit birimler bir şeker, bir fosfat ve bir bazdan oluşurlar. Şeker ve fosfat DNA molekülünün omurgasını oluşturur, baz ise çifte sarmaldaki öbür DNA ipliği ile etkileşir. Genel olarak bir şekere bağlı baza nükleozit, bir şeker ve bir veya daha çok fosfata bağlı baza ise nükleotit denir. Birden çok nükleotidin birbirine bağlı haline polinükleotit denir. DNA ipliğinin omurgası almaşıklı şeker ve fosfat artıklarından oluşur. DNA'da bulunan şeker 2-deoksiribozdur, bu bir pentozdur (beş karbonlu şekerdir). Bitişik iki şekerden birinin 3 numaralı karbonu ile öbürünün 5 numaralı karbon atomu arasındaki fosfat grubu, bir fosfodiester bağı oluşturarak şekerleri birbirine bağlar. Fosfodiester bağın asimetrik olması nedeniyle DNA ipliğinin bir yönü vardır. Çifte sarmalda bir iplikteki nükleotitlerin birbirine bağlanma yönü, öbür ipliktekilerin yönünün tersidir. DNA ipliklerinin bu düzenine anti-paralel denir. DNA ipliklerin asimetrik olan uçları 5' (beş üssü) ve 3' (üç üssü) olarak adlandırılır, 5' uç bir fosfat grubu, 3' uç ise bir hidroksil grubu taşır. DNA ve RNA arasındaki başlıca farklardan biri, içerdikleri şekerdir, RNA'da 2-deoksiriboz yerine başka bir pentoz şeker olan riboz bulunur. Çift sarmalı iki ipliğe bağlı bazlar arasındaki hidrojen bağları DNA'yı stabilize eder. DNA'a bulunan dört baz, adenin (A olarak kısaltılır), sitozin (C), guanin (G) ve timin (T) olarak adlandırılır. Bu dört baz şeker-fosfata bağlanarak bir nükleotit oluşturur, örneğin "adenozin monofosfat" bir nükleotittir. Bazlar iki tip olarak sınıflandırılırlar: adenin ve guanin, pürin türevleridir, bunlar beş ve altı üyeli halkaların kaynaşmasından oluşmuş heterosiklik bileşiklerdir; sitozin ve timin ise pirimidin türevleridir, bunlar altı üyeli bir halkadan oluşur. Bir diğer baz olan urasil (U), sitozinin yıkımı sonucu seyrek olarak DNA'da bulunabilir. Kimyasal olarak DNA'ya benzeyen RNA'da timin yerine urasil bulunur. İki sarmal iplik DNA omurgasını oluşturur. Bu iplikler araındaki boşluklar takip edilerek iki tane hayali boşluk veya oyuk daha bulunabilir. Bu oyuklar baz çiftlerine bitişiktir ve onlara bağlanmak için bir yer oluşturabilirler. Bu oyuklar birbirlerinin tam karşısında olmadıkları için büyüklükleri aynı değildir. Bunlardan büyük oyuk (majör oyuk) olarak adlandırılanı 22 Å genişliğinde, küçük (minör) oyuk ise 12 Å genişliğindedir. Küçük oyuğun darlığı nedeniyle bazların kenarlarına erişmek büyük oyuktan daha kolaydır. Bu nedenle, DNA'daki belli baz dizilerine bağlanan, transkripsiyon faktörü gibi proteinler büyük oyuktan bazların kenarlarına temas ederler. Hücredeki DNA'nın bazı bölgelerinde bu durum farklı olabilir (aşağıda "Alternatif çifte sarmal yapılar" bölümüne bakınız) ama oralarda dahi, eğer DNA normal B biçimini alacak şekilde burulsaydı görülecek büyüklük farklılıklarına göre adlandırılır. DNA'nın bir ipliğindeki bir baz tipi, öbür iplikten tek bir baz tipi ile bağ kurar. Buna tümleyici (komplemanter) baz eşleşmesi denir: pürinler pirimidinler ile hidrojen bağı kurar, A yalnızca T'ye bağlanır, C'de yalnızca G'ye bağlanır. Çift sarmalda karşıdan karşıya birine bağlı iki baza bir baz çifti denir. Çift sarmalı kararlı kılan ayrıca hidrofobik etki ve pi istiflenmesi vardır, bunlar DNA dizisisinden bağımsızdır. Hidrojen bağları kovalent bağlardan daha zayıf olduklarından kolayca kopup tekrar oluşabilirler. Dolayısıyla DNA zincirinin iki ipliği bir fermuar gibi kolayca birbirinden ayrılabilir, ya mekanik güç ile veya yüksek sıcaklıkta. Komplementerliğin bir sonucu olarak bir DNA sarmalındaki iki iplikli dizideki tüm bilgi ipliklerin her birinde kopyalanmış durumdadır, bu da DNA kopyalanması için esas bir özelliktir. Aslında komplementer baz çiftleri arasındaki spesifik ve tersinir etkileşimler DNA'nın canlılardaki işlevleri için şarttır. İki tip baz çifti farklı sayıda hidrojen bağları oluşturur, AT'nin iki hidrojen bağı, GC'nin üç hidrojen bağı vardır (bakınız şekil). Dolayısıyla GC çiftleri AT baz çiftlerinden daha güçlüdür. Dolayısyla iki DNA ipliğinin birbirine bağlanma gücünü belirleyen, hem DNA çift sarmalının uzunluğu hem de onu oluşturan GC baz çiftlerinin yüzde oranıdır. Yüksek oranda GC'li uzun DNA'ların iplikleri birbirine daha sıkı bağlıdır, AT oranı yüksek kısa sarmalların iplikleri ise birbiriyle daha zayıf etkileşirler. Biyolojide, DNA çifte sarmalının kolay ayrılması gereken bölgelerinde AT oranı yüksek olur, örneğin bazı promotörlerde bulunan TATAAT Pribnow kutusu. Laboratuvarda bu etkileşimin gücünü ölçmek için hidrojen ba
ğlarını koparmak için gerekli sıcaklık, ergime sıcaklığı belirlenir (bu, "T" sıcaklığı olarak da adlandırılır). DNA çifte sarmalındaki tüm baz çiftleri eridikten sonra iplikler ayrışır ve çözeltide iki bağımsız molekül olarak varlığını sürdürür. Bu iki tek iplikli DNA molekülün tek bir biçimi yoktur, ama bazı biçimler diğerlerinden daha kararlıdır. Bir DNA dizisi, eğer ondan protein sentezlemeye yarayan mesajcı RNA kopyası ile aynı diziye sahipse, "anlamlı" olduğu söylenir. Öbür iplikteki diziye "ters anlamlı" dizi denir. Aynı DNA ipliğinin farklı bölgelerinde anlamlı ve ters anlamlı diziler bulunabilir, yani her iki iplikte hem anlamlı hem anlamsız diziler bulunur. Hem prokaryot ve ökaryotlarda ters anlamlı, yani protein üretimine yaramayan, RNA'nın üretildiği olur, bu RNA'ların işlevi halen tam bilinmemektedir. Bir görüşe göre ters anlamlı RNA, RNA-RNA baz eşleşmesi yoluyla gen ifadesinin düzenlenmesine yaramaktadır. Bazı DNA dizilerinde anlam ve ters anlam kavramları birbirine karışır, çünkü bazen genler birbiriye örtüşebilir. Böyle durumlarda bazı DNA dizileri çifte görev yapar, bir iplik boyunca okununca bir protein kodlar, öbür iplik boyunca okununca ikinci bir protein kodlar. Bakterilerde bu tür gen örtüşmeleri gen transkripsiyonunun düzenlenmesi ile ilişkili olduğuna dair bulgular vardır, virüslerde ise, genlerin örtüşmesi küçük bir viral genoma daha çok bilginin sığmasını sağlar. Süper burulma (İngilizce "supercoiling") tabir edilen bir süreç ile DNA bir halat gibi burulabilir. "Gevşek" halinde DNA'daki bir iplik, her 10,4 baz çiftinde bir, çift sarmalın ekseni etrafında bir tam dönüş yapar. Ama, eğer DNA burulursa iplikler daha sıkı veya daha gevşek sarılı olabilirler. Eğer DNA sarmalı sarılma yönünde burulursa buna pozitif süperburulma denir ve bazlar birbirlerine daha sıkı şekilde tutunurlar. Eğer ters yönde burulursa DNA, buna negatif süperburulma denir ve bazlar birbirlerinden daha kolay ayrışırlar. Doğadaki çoğu DNA molekülü az derecede negatif süper burguludur, bundan topoizomeraz adlı enzimler sorumludur. Bu enzimlerin bir işlevi transkripsiyon ve DNA ikileşmesi gibi süreçler sırasında DNA ipliklerine etki eden burulmayı bertaraf etmektir. DNA'nın çeşitli biçimleri (konformasyonları) mevcuttur. Ancak, canlılarda sadece A-DNA, B-DNA, ve Z-DNA gözlemlenmiştir. DNA'nın hangi biçimi aldığı DNA dizisine, süperburulmanın yönü ve miktarına, bazlardaki kimyasal değişimlere, ve çözeltinin özelliklerine (metal iyonu ve poliamin konsantrasyonu gibi) bağlıdır. Bu üç biçimden yukarıda betimlenmiş olan "B" biçimi, hücrelerde bulunan şartlar altında en sık görülenidir. B biçimine kıyasla DNA'nın A biçimi daha geniş bir sarmaldır, küçük oluk daha geniş ve sığ, büyük oluk da daha dar ve derindir. A biçimli nükleik asitler, fizyolojik olmayan şartlarda, suyunu kaybetmiş DNA örneklerinde görülür, hücre içinde ise DNA ve RNA ipliklerinin birbirine sarılmasından oluşan karma (hibrit) eşleşmelerde, ayrıca bazı enzim-DNA komplekslerinde meydana gelebilir. Metilasyonla kimyasal değişime uğrayan DNA parçaları daha büyük biçimsel değişiklik gösterip Z biçimini alabilirler. Bu durumda iplikler sarmal ekseni etrafında dönerek sol elli bir spiral oluşturur, bu daha yaygın olan B biçimimdekinin tersi yöndedir. Bu sıra dışı yapılar Z-DNA bağlayıcı proteinler tarafından tanınır ve transkripsiyon kontrolü ile ilişkili olduğu sanılmaktadır. Doğrusal kromozomların uçlarında telomer olarak adlandırılan özelleşmiş bölgeler bulunur. Bu bölgelerin ana fonksiyonu kromozom uçlarının telomeraz adlı enzim aracılığıyla kopyalanmasını sağlamaktır. DNA'yı normalde kopyalayan enzimler kromozomların en uç kısımların kopyalayamadığı için bu kopyalama telomeraz aracılığıyla yapılır. Bu özelleşmiş kromozom başlıkları ayrıca DNA'nın uçlarını korurlar ve hücredeki DNA tamir sistemlerinin bunları tamir edilmesi gereken hasar olarak algılanmasını engeller. İnsan hücrelerinde telomerler genelde TTAGGG dizisinin birkaç bin kere tekrarından oluşan tek iplikli DNA uzantılarıdır. Bu guanin zengini diziler normal DNA'daki baz çiftleri yerine, dört bazlı birimlerden meydana gelmiş istiflenme kümeleri ile kromozom uçlarını stabilize ederler. Burada dört guanin bazı yassı bir tabaka oluştururlar, bunlar da birbiri üzerine istiflenerek kararlı bir "G-dörtlüsü" ("G-quadruplex") yapısı oluştururlar. Bu yapıların stabilizasyonu, bazların kenarları arasındaki hidrojen bağları ve her dört bazlı birimin ortasında yer alan bir metal iyonun şelasyonu ile gerçekleşir. Bu G-dörtlüleri başka yollardan da oluşabilir: tek bir ipliğin birkaç kere katlanması ile bu dörtlü birim oluşabilir, veya ikiden fazla farklı paralel ipliğin her birinin ortak yapıya bir baz temin etmesi ile de bu dört baz bir araya gelebilir. Bu istiflenmiş yapıların aynı sıra, telomerler ayrıca telomer ilmiği (T-ilmiği; İngilizce: "telomere loops" veya "T-loops") adlı yapılar oluştururlar. Bunlarda tek iplikli DNA, telomer bağlanıcı proteinler tarafından stabilize edilmiş bir halka olarak kıvrılır. Bir T-ilmiğinin en ucundaki tek iplikli DNA, çift iplikli bir DNA bölgesine bağlıdır. Bu birleşme noktasında tek iplikli telomer DNA'sı, çift iplikli DNA'nın çifte sarmalını bozup iki sarmaldan biri ile baz eşleşmesi yapar. Bu üç sarmallı yapıya yer değişim halkası (İngilizce "displacement loop" veya "D-loop") denir. Kromatin adı verilen bir yapı içinde DNA'nın paketlenmesi ile kromozomlar meydana gelir. Bu paketlenme gen ifadesine etki eder. Baz değişimi (modifikasyonu) bu paketlenmeyle ilişkilidir, öyle ki gen ifadesinin az olduğu veya hiç olmadığı yerlerde sitozin bazları yüksek derecede metilasyona uğramıştır. Örneğin, sitozin metilasyonu ile 5-metilsitozin meydana gelir, bu X kromozomu inaktivasyonu için önemlidir. Ortalama metilasyon düzeyi canlıdan canlıya fark eder: solucan "Caenorhabditis elegans"'da sitozin metilasyonu olmaz, buna karşın omurgalı DNA'sının %1'e ulaşan kadarı 5-metilsitozin içerebilir. 5-metilsitozinin önemli bir baz olmasına rağmen, onun deaminasyonu sonucu bir timin bazı oluşur, bu yüzden metillenmiş sitozinler mutasyona eğilimlidirler. Diğer baz modifikasyonarı arasında bakterilerde görülen adenin metilasyonu ve kinetoplastitlerde urasilin glikozilasyonu sonunda meydana gelen "J-bazı" sayılabilir. DNA çeşitli farklı mutajenler tarafından hasara uğrayabilir, bunun sonucunda DNA dizisi değişebilir. Mutajenler arasında başlıca, yükseltgen (oksitleyici) etmenler, alkilleyici etmenler ve yüksek enerjili elektromanyetik ışınlar (morötesi ışık ve X ışınları gibi) sayılabilir. DNA'da meydana gelen hasarın tipi mutagenin tipine bağlıdır. Örneğin, mor ötesi ışık timin ikilileri (timin dimerleri) oluşturarak DNA'ya hasar verir. Buna karşın, serbest radikaller veya hidrojen peroksit gibi yükseltgen etmenler çeşitli farklı türden hasar oluşturabilirler, baz değişimi (özellikle guanozin) ve iki iplikli kırılmalar gibi. Her bir insan hücresinde günde 500 baz yükseltgeyici zarar görür. Bu yükseltgeyici hasarlardan en zararlısı çift zincirli kırılmalardır, çünkü bunların onarımı zordur, bunlar DNA dizilerinde noktasal mutasyonlara, insersiyonlara ve delesyonlara ayrıca kromozomal translokasyonlara yol açabilirler. Çoğu mutajen, iki baz çifti arasındaki boşluğa girer, buna enterkalasyon denir. Çoğu enterkalatörler aromatik ve düzlemsel moleküllerdir, bunlara örnek olarak etidyum bromür, daunomisin ve doksorubisin sayılabilir. Bir enterkalatörün iki baz çifti arasına girebilmesi için bunların arasının açılması, bunun olabilesi için de DNA sarmalının normalin aksi yönde burularak gevşemesi gerekir. Bunlar olunca transkripsiyon ve DNA ikilenmesi engellenir, zehirlenme ve mutasyonlar meydana gelir. Bu yüzden DNA enterkalatörleri çoğunlukla kanserojendir, bunların iyi bilinen örnekleri olarak benzopiren diol epoksit, akridin türevleri aflatoksin ve etidyum bromür sayılabilir. Tüm bunlara rağmen, DNA transkripsiyonuna engel olma özelliklerinden dolayı bu toksinler aynı zamanda hızla büyüyen kanser hücrelerini engellemek amacıyla kemoterapide kullanılırlar. DNA, ökaryotlarda doğrusal kromozomlar, prokaryotlarda ise dairesel kromozomlar içinde bulunur. Bir hücredeki kromozomlar kümesine onun genomu denir; insan genomu 46 kromozom içinde yer alan yaklaşık 3 milyar baz çiftinden oluşur. Protein ve diğer işlevsel RNA molekülleri kodlayan bilgi, gen adı verilen DNA parçalarının dizisinde yer alır. Genlerdeki genetik bilginin aktarılması baz eşleşmesi ile gerçekleşir. Örneğin, transkripsiyon sırasında bir DNA dizisinin ona komplementer bir RNA dizisi olarak kopyalanması, DNA ile doğru RNA nükleotitler arasındaki çekim ile mümkün olur. Protein çevrimi (translasyon) denen süreç sırasında bu RNA dizisine kaşılık gelen bir protein sentezlenirken, RNA nükleotitleri arasında gene baz eşleşmesi olur. Bir diğer önemli biyolojik süreç, hücredeki genetik bilginin kopyalanması olan DNA ikilenmesidir. Bu işlevlerin ayrıntıları başka maddelerde işlenmiştir; burada DNA ile genomun fonksiyonlarını yerine getiren diğer moleküller arasındaki etkileşimler ele alınmıştır. Genomu oluşturan DNA ökaryotlarda hücre çekirdeğinde, ayrıca az miktarda mitokondrilerde bulunur. Prokaryotlardaki DNA, sitoplazma içinde yer alan, düzensiz şekilli nükleoit denen cismin içindedir. Genom tarafından kodlanan bilgi genlerde yer alır, bir canlı birey tarafından taşınan bu bilginin tamamına onun genotipi denir. Gen kalıtımsal bir birimdir ve organizmanın belli bir özelliğini belirleyen bir DNA dizisi ile tanımlanır. Ayrıca, bu DNA bölgesinin transkripsiyonunu düzenleyen diziler (promotör ve hızlandırıcılar gibi) de vardır. Çoğu biyolojik türde genomdaki dizilerin ancak ufak bir bölümü protein kodlar. Örneğin insan genomunun ancak %1'i protein eksonları kodlar, buna karşın insan DNA'sının %50'si protein kodlamayan, kendini tekrar eden dizilerden oluşur. Ökaryot genomlarında bu kadar çok protein kodlamayan DNA'nın bulunması ve türlerin genom büyüklüğündeki ("C-değeri"ndeki) büyük farklılıkların nedeni henüz anlaşılamamıştır ve "C de
ğeri muamması" olarak bilinir. Ancak, protein kodlamayan ("non-coding") DNA dizileri gene de işlevsel kodlamayan RNA molekülleri kodlamaktadır, bunlar da gen ifadesinin düzenlenmesinde rol oynarlar. Bazı kodlamayan DNA dizileri kromozomlar için yapısal rol oynarlar. Telomer ve sentromerler tipik olarak çok az sayıda gen içerir, ama kromozomların işlev ve stabilitesi için önemlidir. İnsanlarda bulunan kodlamayan DNA'ların önemli bir türü psödogenlerdir, bunlar mutasyon sonucu çalışmaz hale gelmiş genlerin kopyalarıdır. Bu DNA dizileri genelde birer moleküler fosilden ibarettir ama bazen yeni genlerin oluşumuna ham madde olabilirler, gen ikilenmesi ve ıraksak evrim süreçleri sonucu. Genler, işlevsel moleküller kodlayan DNA dizileridir, bunlar canlının fenotipini belirler. Protein kodlayan genler durumunda DNA dizisi bir mesajcı RNA dizisini tanımlar, bu da bir veya birkaç proteinin dizisini belirler. Genlerdeki DNA dizisi ile proteinlerdeki amino asit dizisi arasındaki ilişki, biyolojik çevrim (translasyon) kuralları tarafından belirlenir, bunlar topluca genetik kod ile özetlenir. Genetik kod, üç nükleotitlik dizilere karşılık gelen, üç harfli 'kelimelerden' oluşur (örneğin, ACT, CAG, TTT), bu üçlüler "kodon" olarak adlandırılır. Transkripsiyonda, protein kodlayan bir genin kodonları önce RNA polimeraz tarafından bir mesajcı RNA şeklinde kopyalanır. Bu RNA kopya, ardından bir ribozom tarafından deşifre edilir; ribozom, mesajcı RNA ile amino asit taşıyan taşıyıcı RNA'lar arasında baz eşlemesi yaparak onu okur. Dört bazın 3'lü kombinasyonları olabildiği için 64 olası kodon vardır (formula_1 kombinasyon). Bunlar yirmi standart amino asidi kodlarlar, böylece çoğu amino asite birden çok kodon düşer. Ayrıca, protein kodlayıcı bölgenin sonuna işaret eden üç tane de 'stop' veya anlamsız ("nonsense") kodon vardır, bunlar TAA, TGA ve TAG kodonlarıdır. Canlıların çoğalması ve (çok hücreli canlıların) büyümesi için hücre bölünmesi gereklidir. Ancak bir hücre bölünürken DNA'sını da kopyalamak zorundadır ki iki yavru hücre ana hücredeki genetik bilginin aynısına sahip olsunlar. DNA'nın iki iplikli yapısı DNA ikileşmesi (DNA duplikasyonu) için basit bir mekanizma sağlar. İki iplik ayrışırlar, sonra her bir iplikteki dizinin komplementer dizisi DNA polimeraz adlı bir enzim tarafından imal edilir. Bu enzim, tümleyici ipliği sentezlemek için gereken her bazın doğru olanını baz eşleşmesi yoluyla seçer ve onu uzamakta olan ipliğe ekler. DNA polimeraz bir DNA ipliğini ancak 5' - 3' yönünde uzatabildiği için, bir çifte sarmalın antiparalel ipliklerininin kopyalanması için farklı mekanizmalar mevcuttur. Böylece, eski iplikteki baz, yeni ipliğe eklenen bazları belirler, sonunda hücre DNA'sının mükemmel bir kopyasını elde eder. DNA'nın tüm işlevleri onun proteinlerle olan etkileşimine bağlıdır. Bu protein etkileşimlerinin bazıları özgül-dışıdır (non-spesifiktir), bazılarında ise protein ancak belli bir DNA dizisine bağlanabilir. Enzimler de DNA'ya bağlanabilir ve bunlar arasında DNA baz disini transkripsiyon ve DNA ikilemesi için kopyalayan polimerazlar özellikle çok önemlidir. DNA'ya bağlanan yapısal proteinler, non-spesifik DNA-protein etkileşimlerinin iyi anlaşılmış örneklerindendir. Kromozomlarda bulunan DNA, yapısal proteinlerle beraber kompleksler oluşturur. Bu proteinler DNA'yı kromatin adlı kompakt yapı içinde organize ederler. Ökaryotlarda kromatinin oluşmasında DNA'nın histon adlı küçük, bazik proteinlere bağlanması önemli bir rol oynar; prokaryotlarda ise çeşitli başka protein türleri DNA'ya bağlanır. Histonlar, nükleozom adlı disk şeklinde bir kompleks oluştururlar, çift iplikli DNA buna sarılarak iki kere bunun etrafında döner. Histonların bazik kalıntıları ile DNA'nın şeker-fosfat omurgasındaki asidik fosfatlar arasındaki iyonik bağlar, non-spesifik bir etkileşim oluşturur, baz dizisinden büyük ölçüde bağımsızdırlar. Bu bazik amino asitlerin kimyasal değişimleri arasında metilasyon, fosforilasyon, ve asetilasyon sayılabilir. Bu kimyasal değişimler, DNA'nın histonlarla etkileşimini etkiler, bunun sonucunda DNA'ya transkripsyon faktörlerinin erişimi ve transkripsiyon hızı değişir. Kromatinde bulunan diğer non-spesifik DNA'ya bağlanıcı proteinler arasında bulunan "yüksek hareketli grup proteinleri" (ing. high-mobility group proteins) bükülmüş veya distorte olmuş DNA'ya bağlanır. Bu proteinler, bitişik nükleozom gruplarını bükerek daha büyük ölçekli yapılar oluşturarlar ve kromozomları meydana getirirler. DNA'ya bağlanıcı proteinler arasında bulunan başlıca bir protein grubu, tek iplikli DNA'ya bağlanıcı proteinlerdir (bunlar "tek iplikli DNA bağlayıcı protein" olarak da adlandırılırlar). İnsanda "replikasyon protein A" bu protein ailesinin en iyi anlaşılmış üyesi sayılır, bu protein, cifte sarmalın ayrıştığı durumlarda, örneğin DNA ikileşmesi, rekombinasyon ve DNA tamirinde işlev görür. Bu proteinler tek iplikli DNA'yı kararlı kılar, onun sap-ilmik ("stem-loop") oluşturmasına veya nükleazlar tarafında yıkımına engel olurlar. Yukarıda değinilen proteinlerden farklı olarak başka proteinler belli DNA dizilerine bağlanacak şekilde evrimleşmişlerdir. Bunların en iyi araştırılmış olanları transkripsiyon faktörleridir, bular transkripsiyonu düzenleyen proteinlerdir. Her transkripsiyon faktörü belli bir DNA diziler kümesine bağlanır ve bu dizilere yakın protörleri olan genlerin transkripsiyonu etkinleştirir veya engeller. Transkripsiyon faktörleri bunu iki farklı yoldan gerçekletirir. Birincisi, transkripsiyondan sorumlu olan RNA polimeraz bağlanırlar, bunu ya doğrudan ya da aracı proteinlerle yaparlar, bunun sonucunda polimeraz promotöre yakın bir konuma yerleştitilmiş olur ve transkripsiyona başlaması mümkün hale gelir. Bir diğer yolda ise, transkripsiyon faktörleri promotörde yer alan histonları kimyasal değişime uğratan enzimlere bağlanırlar; bunun sonucunda polimerazın DNA'ya erişimi değişir. Bu DNA bağlanma dizileri bir canlının genomunun her tarafında bulunabileceği için, bir transkripsiyon faktörünün etkinliğinde meydan gelen değişiklikler binlerce gene etki edebilir. Dolayısıyla bu proteinler çoklukla, çevresel değişiklikler, hücresel başkalaşım ve gelişimi kontrol eden süreçlerle ilişkili olan sinyal iletim süreçlerinin hedefidirler. Bu transkripsiyon faktörlerinin DNA ile etkileşimindeki spesifisite, proteinin DNA bazlarının kenarları ile yaptığı temaslardan kaynaklanmaktadır, bu sayede bu proteinler DNA'nın dizisini "okurlar". Bazlarla olan bu etkileşimlerin çoğu, bu bazlara kolaylıkla erişilebilen büyük olukta meydan gelir. Nükleazlar DNA iplikleri kesen enzimlerdir, fosfodiester bağlarının hidrolizini katalizlerler. DNA ipliklerinin uçlarındaki nükleotitleri hidrolizleyen nükleazlare eksonükleaz denir, ipliklerin iç kısımlarındaki bağları hidrolizleyenlere ise endonükleaz. Moleküler biyolojide en sık kullanılan endonükleazlar restriksiyon endonükleazlarıdır, bunlar DNA'yı belli dizilerde keserler. Örneğin soldaki resimde görülen EcoRV enzimi 6 bazlı 5'-GAT|ATC-3' dizisini tanır ve dik çizgi ile gösterilen noktada onu keser. Doğada bu enzimler, restriksiyon modifikasyon sisteminin bir parçası olarak, bakterileri fajlara karşı korumaya yararlar, hücrenin içine giren faj DNA'sını sindirerek. Teknolojide bu enzimler moleküler klonlama ve DNA parmakizlemesi için kullanılır. DNA ligaz enzimleri kesilmiş veya kırık DNA ipliklerini birleştirir. Ligazlar özellikle gecikmeli iplik DNA ikileşmesinde önemli bir rol oynarlar, çünkü replikasyon çatalında meydana gelen kısa DNA parçalarını birleştirirler. Ayrıca DNA tamiri ve genetik rekombinasyonda kullanılırlar. Topoizomerazlar hem nükleaz hem de ligaz etkinliğine sahiptir. Bu proteinler DNA'daki süperburulma derecesini değiştirirler. Bu enzimlerin bazıları DNA sarmalının bir ipliğini kesip bunun öbürü etrafında dönmesini sağlar, sonra da DNA'daki kesiği tekrar birleştirir. Bu enzimlerin diğerleri ise DNA sarmalının bir ipliğini kesip öbür ipliğin bu kesiğin içinden kesmesini sağlarlar, sonra kesiği tekrar birleştirirler. Topoizomerazlar DNA'yla ilgili pek çok süreçte yer alırlar, DNA ikileşmesi ve transkripsiyonu gibi. Helikazlar moleküler motor özellikli proteinlerdir. Nükleozit trifosfatlarda, özellikle ATP'de taşınan kimyasal enerjiyi kullanıp bazlar arasındaki hidrojen bağlarını kırarlar ve DNA çifte sarmalını ters yönde burarak onu tek iplikler halinde açarlar. Bu enzimler DNA bazlarına erişmeye gerek duyan enzimlerin bulunduğu süreçlerde gereklidir. Nükleik asit polimerazları, nükleozit trifosfatlardan polinükleotit zincirler sentezleyen enzimlerdir. Ürettikleri ürünler var olan polinükleotit zincirlerinin (bunlara "kalıp" denir) kopyalarıdır. Bu enzimler, bir DNA zincirindeki en son nükleotitin 3' hidroksil grubuna yeni bir nükleotit ekleyerek çalışır. Dolayısıyla tüm polimerazlar 5' - 3' doğrultusunda ilerler. Bu enzimlerin aktif bölgesinde, gelen nükleozit trifosfat kalıp ile baz eşleşmesi yapar; bu sayede polimeraz, kalıba komplementer bir ipliği doğru bir şekilde sentezleyebilir. Polimerazlar kullandıkları kalıbın tipine göre sınıflandırılır. DNA ikileşmesinde, DNA-bağımlısı DNA polimeraz, bir DNA dizisinin kopyasını yapar. Bu süreçte hata olmaması hayatî önem taşıdığı için bu tip polimerazlarının çoğunda prova okuma aktivitesi bulunur. Bunlarda, sentez reaksiyonunda meydana gelen ender hatalar, baz eşleşmesinin doğru olmamasıyla anlaşılır. Eğer bir uyumsuzluk algılanırsa, 3'-5' yönünde çalışan bir eksonükleaz aktivitesi etkinleştirilir ve hatalı baz çıkartılır. Çoğu canlıda DNA polimerazlar replizom olarak adlandırılan ve yardımcı alt birimler (DNA kıskacı ve helikazlar gibi) içeren büyük bir kompleks içinde yer alır. RNA-bağımlısı DNA polimerazlar RNA ipliğinde bulunan diziyi DNA olarak kopyalayan özel bir polimeraz sınıfıdır. Ters transkiptazlar bu sınıfa dahildir, bunlar viral enzimler olup hücrelerin retrovirüsler tarafından enfeksiyonunda yer alırlar. Telomerazlar da bu sınıfa dahildir, bunlar da telomerlerin ikilenmesi için gereklidir. Telomerazı d
iğer bu tip enzimlerden farklı kılan bir özelliği, kullandığı RNA kalbın kendi yapısının bir parçası olmasıdır. Transkripsiyon, DNA-bağımlısı RNA polimeraz tarafından gerçekleştirilir, bu enzim DNA ipliğindeki diziyi RNA olarak kopyalar. Bir genin transkripsiyonu için RNA polimeraz, DNA üzerinde promotör adlı bir bölgeye bağlanır ve DNA ipliklerini ayrıştırır. Sonra genin dizisini bir RNA zinciri olarak kopyalar, ta ki terminatör (sonlayıcı, İng. 'terminator') adlı bir DNA bölgesine gelip orada durup DNA'dan kopana kadar. DNA bağımlı DNA polimeraz da olduğu gibi, RNA polimeraz II (ökaryotlardaki çoğu genin transkripsiyonun yapan enzim) de çeşitli düzenleyici ve yardımcı proteinlerden oluşmuş büyük bir protein kompleksinin parçası olarak çalışır. Bir DNA sarmalı genelde başka DNA parçaları ile etkileşmez, ve hatta insan hücrelerinde farklı kromozomlar çekirdekte farklı bölgelerde yer alırlar. Farklı kromozomların fiziksel olarak bu şekilde ayrı tutulması DNA'nın kararlı bir bilgi deposu olarak işlev görmesinde önemli bir rol oynar. Kromozomların birbiriyle etkileştiği zamanlar sadece rekombinasyona girdikleri krosover sırasındadır. Krosover sırasında iki DNA sarmalı kesilir, bir bölüm yer değiştirir ve kesik uçlar birleşir. Rekombinasyon sayesinde kromozomlar arasında genetik bilgi takası olur ve yeni gen kombinasyonları meydan gelir, bunun doğal seleksiyonun verimini artırdığı ve yeni proteinlerin hızlı evrimleşmesinde önemli olduğu düşünülmektedir. Genetik rekombinasyon DNA tamiriyle de ilişkilidir, özellikle çift iplikli kırılmalara hücrenin tepkisinde. Kromozom sarılmasının en yaygın şekli homolog rekombinasyondur, bunda iki kromozom birbirine çok benzer dizilere sahiptir. Non-homolog rekombinasyon hücreye zarar verici olabilir çünkü kromozomal translokasyon ve genetik anormalliklere yol açabilir. Rekombinasyon tepkimesi "rekombinaz" olarak adlandırılan enzimler (örneğin RAD51) tarafından katalizlenir. Rekombinasyonun ilk adımı çift iplikli bir kesik oluşturulmasıdır, bu ya bir endonükleaz ya da DNA hasarı sonucunda meydana gelir. Rekombinaz tarafından kısmen katalizlenen bir dizi adım sonucunda iki sarmal en az bir Holliday bağlantısı tarafından birleştirilir: her sarmalın bir ipliği, öbür sarmalda ona komplementer olan öbür iplik ile kaynaşır. Holliday bağlantısı, tetrahedral bir yapıdır, bu şekilde birleşmiş iki kromozomda bir ipliğin bir diğeriyle yer değiştirmesiyle bu yapı kromozomlar boyunca ilerler. Rekombinasyon tepkimesi, bağlantının kesilmesi ve serbest kalan DNA uçlarının tekrar birleşmesi ile son bulur. DNA'da bulunan genetik bilgi tüm modern canlıların işlev görmesine, yani büyümesi ve çoğalmasına olanak sağlar. Ancak, 4 milyar yıldır sürmekte olan yaşamın tarihçesi boyunca DNA'nın bu işlevi yerine getirdiği belli değildir, yaşamın en eski biçimlerinin kullanmış olduğu kalıtsal malzemenin RNA olduğu öne sürülmüştür. RNA, hem genetik bilgi aktarma hem de ribozimlerin parçası olarak katalizör özelliğine sahip olmasından dolayı ilk hücrelerin metabolizmasında merkezî bir rol oynamış olabilir. Nükleik asitlerin hem kalıtımda hem de katalizde rol oynadığı bu eski RNA dünyası, günümüz genetik kodunun dört nükleotit bazından oluşmuş şekilde evrimleşmesine etki etmiş olabilir. Bunun nedeni, bir canlıdaki bazların sayısının azlığının replikasyon verimini artıracağı ama bazların çokluğunun ise ribozimlerin katalitik verimini artıracağı, bu iki zıt etki ile kalıtsal bilgiyi kodlayan baz sayısının dört olarak dengelenmiş olabileceği öne sürülmüştür. Ne var ki, eski genetik sistemler hakkında doğrudan delil mevcut değildir, çünkü çoğu fosillerden DNA elde edilmesi mümkün değildir. Bunun nedeni, çevre etkilerine maruz kalan DNA'nın bir milyon yıldan az süre dayanması ve çözelti içinde zamanla küçük parçalara yıkımıdır. Eski DNA'nın izole edilmiş olduğuna dair iddialar vardır, özellikle 250 milyon evvelden kalma bir tuz kristalı içinde canlı kalmış bir bakterinin izole edildiği iddia edilmiştir ama bu iddialar tartışmalıdır. Modern biyoloji ve biyokimyada rekombinant DNA teknolojisi yoğun bir şekilde kullanılır. Rekombinant DNA başka DNA parçalarından bir araya getirilmiş yapay bir DNA'dır. DNA parçaları, plazmit veya viral vektörler aracılığıyla canlıların içine transformasyon yoluyla sokulabilir. Bu yolla ortaya çıkan, genetik değişime uğramış canlılar kullanılarak rekombinant proteinler üretilebilir, bunlar tibbi araştırmalarda veya tarımda kullanılabilir. Adli bilimciler, bir suç mahalinde bulunmuş kan, meni, deri, tükürük veya saçta bulunan DNA'yı kullanarak bir failin kimliğini belirleyebilirler. Bu işleme genetik parmak izi çıkarma veya genetik profilleme denir. DNA profillemesinde, tekrarlı diziler (mikrosatelit ve minisatelit) içeren DNA'nın değişken kısımlarının uzunlukları belirlenir, bunlar farklı insanlarda karşılaştırılır. Bu yöntem bir suçlunun tanınması için son derece güvenilir bir yöntemdir. Ancak, eğer suç mahaline birde fazla kişinin DNA'sı bulaşmışsa bu kimlik belirleme karmaşıklaşabilir. DNA profillemesi 1984'te Britanyalı genetikçi Sir Alec Jeffreys, tarafından geliştirilmiş ve adli bilimde ilk defa 1988'de Enderby cinayetleri için Colin Pitchfork'un suçlu bulnmasında kullanılmıştır. Bazı tür suçları işlemiş kişiler bir veritabanında depolanmak amacıyla kendi DNA'larından bir örnek vermeye mecbur tutulabilirler. Bu sayede suç mahalinde bulunmuş DNA örneğinden başka elde hiçbir delil bulunmayan bazı eski vakalar çözülebilmiştir. DNA profillemesi katliam kurbanlarının kimliklerinin belirlenmesinde de kullanılmıştır. DNA dizilerinin bilgisayar aracılığıyla işlenmesi, aranması ve analizi, biyoenformatik bilminin konuları arasındadır. DNA dizilerinin depolanması ve aranması için yöntemlerin geliştirilmesi sayesinde bilgisayar bilimlerinde önemli ilerlemeler katedilmiştir, özelikle dizi arama algoritmaları, makine öğrenimi ve veritabanı teorisi konularında. Dizi arama ve eşlendirme algoritmaları harflerden oluşan uzun diziler içinde daha kısa harf dizilerinin bulunmasıyla ilgilidir, bunlar belli nükleotit dizilerinin bulunması için geliştirilmiştir. Yazı editörü programlarının kullandığı algoritmalar DNA dizileri durumunda son derece verimsiz çalışırlar, DNA dizilerini oluşturan farklı karakterlerin küçük sayısından dolayı. Bununla ilişkili olan dizi hizalama problemi ise benzer dizileri bulmayı ve bunları birbirinden faklı kılan mutasyonları tanımlamayı amaçlar. Bu teknikler, özellikle çoklu dizi hizalaması, filogenetik ilişki ve protein işlevi araştırmalarında kullanılır. Bir genomun tamamına karşılık gelen DNA dizilerinin kullanılması için bu dizilerin üzerinde genlerin ve onların düzenleyici elemanlarının yerlerinin kaydedilmesi (İng. "annotation") gerekmektedir. DNA dizilerinde protein veya RNA kodlayıcı genlerin özelliklerine sahip bölgelerin tanınması, gen bulma algoritmaları sayesinde mümkündür, bunlar sayesinde bilim insanları bir genin ürününü önceden tahmin edebilirler, bu ürün laboratuvarda daha saflaştırılmadan. DNA nanoteknolojisi DNA'ya has moleküler tanıma özelliklerini kullanarak faydalı özelliklere sahip, kendi kendini oluşturan, dallı DNA komplksleri imal eder. DNA böylede biyolojik bilgi taşımak için değil, yapısal bir malzeme olarak kullanılır. Bu yolla iki boyutlu periyodik dizilimler ve polihedral şekilli üç boyutlu yapılar yaratılmıştır. Nanomekanik araçlar ve algoritmik olarak oluşan yapılar da gösterilmiş, bu DNA yapıları ile başka moleküllerin (altın nano tanecikleri ve streptavidin proteinlerinin) düzenlenmesi sağlanabilmiştir. Zaman içinde DNA'da biriken mutasyonlar sonra kalıtsal olarak aktarıldığı için, taşıdığı bilgi bir anlamda tarihseldir. Genetikçiler DNA dizlerini karşılaştırarak bir canlının evrimsel tarihi yani onun filogenetiği hakında çıkarımlar yapabilirler. Filogenetik sahası evimsel biyolojide güçlü bir araçtır. Bir türün bireylerine ait DNA dizileri karşılaştırıldığında topluluk genetikçileri o topluluğun tarihine dair bilgiler edinebilirler. Ekolojik genetikten antropolojiye kadar uzanan çeşitli sahalarda bu bilgilerden yararlanılabilir. Örneğin, Tevrat'ta söz konusu olan İsrail'in on kayıp kavmi, DNA bulguları ile tanımlanmaktadır. DNA ayrıca aile ilişkilerini belirlemek için kullanılmıştır, örneğin Amerikan başkanlarından Thomas Jefferson'un kölesi Sally Hemings'in soyundan kişiler ile Jefferson arasında akrabalık olduğunun kanıtlanmasında. Bu amaçlı kullanım, yukarda değinilen suç tahkikatlarında DNA'nın kullanılmasına benzerdir. Nitekim, bazı tahkikatların çözümlenmesi, suç mahalinde bulunan DNA'nın suçlunun akrabalarının DNA'sıyla uyuşması sayesinde olmuştur. DNA ilk İsviçreli hekim Friedrich Miescher tarafından saflaştırılmıştır, kendisi 1869'da atık cerrahi pansumanlardaki irin içinde mikroskopik bir madde keşfetmiştir. Hücre çekirdeklerinde (nükleus) bulunduğu için ona "nüklein" adını vermiştir. 1919'da Phoebus Levene, nükleotit birimleri oluşturan baz, şeker ve fosfatı tanımlanmıştır. Levene DNA'nın, birbirine fosfat grupları ile bağlı olan nükleotit birimlerden oluşan bir zincir olduğunu öne sürmüştür. Ancak, Levene, bu zincirin kısa olduğunu ve bazları kendini tekrar eden bir sıralamaya sahip olduğunu düşünmüştür. 1937'de William Astbury DNA'nın düzenli bir yapıya sahip olduğunu gösteren ilk X ışını difraksiyon görüntülerini elde etti. 1928'de Frederick Griffith, Pnömokok bakterisinin "düz" şeklini belirleyen özelliğin "buruşuk" şekilli Pnömokok bakterilere aktarılmasının mümkün olduğunu, bunun için ölü "düz" bakterilerin canlı "buruşuk" bakterilerle karıştırılmasının yettiğini gösterdi. Bu deneysel sistem kullanarak Oswald Avery ve arkadaşları Colin MacLeod ve Maclyn McCarty 1943'de değiştirici etmenin DNA olduğunu gösterdiler. 1952'de Alfred Hershey ve Martha Chase tarafından Hershey-Chase deneyinde T2 fajının genetik malzemesinin DNA olduğunu göstererek DNA kalıtımdaki rolü teyid ettiler. 1953'te James D. Watson ve Francis Crick DNA'nın bugün kabul görmüş yapısını "Nature" dergisinde öne sürdüler. Çift sarmallı molekül
er modelleri tek bir X-ışını kırınım resmine dayanmaktaydı, bu resim Rosalind Franklin ve Raymond Gosling tarafından Mayıs 1952'de elde edilmişti. Modellerini dayandırdıkları bir diğer bilgi Erwin Chargaff'ın evvelki yıllarda kendilerine özel olarak iletmiş olduğu, DNA bazlarını birbiriyle eşleştiğiydi. Chargaff kuralları hem B-DNA'nın hem de A-DNA'nın çifte sarmallı biçimini tespit etmekte önemli bir rol oynamıştır. Watson ve Crick modelinin destekleyen deneysel kanıtlar "Nature" dergisinin aynı sayısında yayımlanan beş makalede yer aldı. Bunlardan Franklin ve Gosling'in makalesi, Watson ve Crick modelini kısmen destekleyen, kendi X-ışını kırınım verileri ve analiz yönteminin ilk yayımlanmasıydı. Dergini aynı sayısında DNA yapısı hakkında Maurice Wilkins ve iki arkadaşının bir makalesi vardı, onların "in vivo" B-DNA X-ışını kırınım örüntüleri üzerinde yaptıkları analizler, iki sayfa geride Crick ve Watson tarafından önerilen çifte sarmal modelini destekliyordu. 1962'de Franklin'in ölümünden sonra Watson, Crick ve Wilkins birlikte Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü'nü kazandılar. O zamanki Nobel ödülleri ancak hayatta olan kişilere ödülün vermesine izin veriyordu. Keşif için kimlerin kredi alması gerektiği hakkında tartışma devam etmektedir. Crick, 1957'de yaptığı etkili bir sunumda, moleküler biyolojinin "Temel Dogması"nı ortaya koyarak DNA, RNA ve proteinler arasındaki ilişkiyi, bu konuda kanıtlar henüz tamamen toplanmadan, özetledi, ayrıca "adaptör hipotezi"ni dile getirdi. Çift sarmallı yapının ima ettiği kopyalama mekanizmasının teyidi, 1958'de yayımlanan Meselson-Stahl deneyi ile edildi. Crick ve arkadaşları tarafından yapılan diğer çalışmalar genetik kodun, kodon olarak adlandırılan, örtüşmeyen baz üçlülerinden oluştuğunu gösterdi, bu sayede Har Gobind Khorana, Robert W. Holley ve Marshall Warren Nirenberg genetik kodu çözdüler. Bu keşifler moleküler biyolojinin doğumuna karşılık gelir. Çevre mühendisliği Çevre mühendisliği, doğal kaynakların kullanımı ve insan sağlığına uygun çevre koşullarının yaratılması ile ilgili mühendislik dalıdır. Diğer mühendislik dallarından farklı olarak, doğanın kaynaklarını tüketmeyi değil, doğaya sahip olduklarını geri vermeye çalışan bir mühendislik dalıdır. Çevre mühendislerinin başlıca çalışma alanları; su ve atık su arıtma, hava kirliliği kontrolü, katı atık bertarafı, toprak kirliliği vb. dir. Bir "mühendislik" dalı olan Çevre Mühendisliğinin başlıca faaliyet sahası su, hava ve toprağa karışan atıkların bertarafı için teknolojik çözümler araştırmak ve uygulanacak tedbirleri belirlemektir. Daha çok sanayi tesislerinden kaynaklanan bu atıkların arıtılması için uygulanan arıtma projelerinde makine, inşaat, kimya ve biyoloji bilim dallarından da faydalanılmaktadır. Evsel ve sanayi atık su arıtma tesislerinin tasarımı, inşası ve işletilmesi, su şebekeleri, isale hatları, kanalizasyon tesislerinin tasarımı ve inşası çevre mühendislerinin en çok ilgilendiği konular olarak sıralanabilir. Çevre Mühendisliği ayrıca içme suyu arıtımı, atık suların geri çevrimi ve yeniden kullanılması, çevresel etkilerin değerlendirilmesi raporu hazırlanması, hava ve toprak kirliliği, tesis içi proses kontrolü ve temiz üretim teknolojilerinin araştırılması gibi konularla da uğraşmaktadır. Beatles Alaturka D.E.F. Orkestra, (Erdal Kızılçay, Fuat Güner ve Dağhan Baydur) tarafından gerçekleştirilmiş müzik projesi. Erdal Kızılçay daha önce kaydetmiş olduğu, "She Said She Said" demosunu dinletince Dağhan ve Fuat harekete geçti. Projenin ilk canlı performansı 1998'de Lütfi Kırdar Uluslararasi Kongre ve Sergi Sarayı'nda Commercial Union'un sponsorluğu ile gerçekleştirildi. CD'nin Liverpool belediyesine gonderilmesi, ve gelen davet üzerine, 1999 yılında Turizm Bakanlığı, ATV ve Berna Yılmaz'ın katkılarıyla Liverpool Beatles Festivali'nde büyük beğeni topladılar. Bu konseri izlemiş olan BBC prodüktleri, 2002 yılında İngiltere Kraliçesi'nin 50. Yıl Jübile kutlamaları için DEF'i Liverpool'a davet ettiler. DEF'in jubile konserinde Beatles eserlerini canlı yayında seslendirmesini takiben, Paul McCartney ve diğer İngiliz sanatçıları ile konser devam etti. Beatles Alaturka'dan seçme parçalar Ocak 2001 tarihinde Müzikotek/İmaj Müzik aracılığı ile piyasaya sürüldü. Albümün içeriği, "The Beatles"'ın çeşitli parçalarının etnik/alaturka şekline yorumlarından oluşmaktadır. Saint Benoît Fransız Lisesi Resmi adı Özel Saint Benoit Fransız Lisesi. (Fransızca; "Lycée Français Privé Saint-Benoît"). İstanbul'un Beyoğlu ilçesi Karaköy semtinde bulunan ortaöğretim kurumu. Türkiye'nin en eski eğitim kurumlarından biri olan Saint-Benoit, aynı zamanda İstanbul'un en köklü latin-katolik kurumlarından biridir. 1783 yılı Saint Benoît Lisesi'nin resmi kuruluş tarihi olarak gösterilse de, kurumun tarihi aslında 1362'de, Galata henüz bir Ceneviz kolonisiyken başlar. Üstelik başlangıçta Saint-Benoît, Fransız değil; bir İtalyan kurumudur. Monte Cassino'daki Benedikten manastırına bağlı Cenova'lı rahibeler tarafından kurulan "Santa-Maria della Misericordia" ("Monastero della Cisterna de Pera" - Pera Sarnıcı Manastırı olarak da bilinir) isimli bir manastır, bugünkü kurumun temelini oluşturmaktadır. Bu dönemin yegâne maddi hatırası, okul girişindeki çan kulesinden ibarettir. 12 Mayıs 1427 tarihinde Francesco Spinola başkanlığındaki İtalyan Benedikten keşişlerinin denetimine giren ve ismini "San Benedetto" olarak değiştiren kurum, 24 Ekim 1450'de Dom Nicolas Meynet başkanlığındaki Fransız Benedikten keşişlerinin yönetimine geçmiş ve böylelikle "Saint-Benoît" adını alarak bir Fransız kurumuna dönüşmüştür. Saint-Benoît manastırı, 1540 yılında Fransa Kralı I. François'nın talebi ve Kanuni Sultan Süleyman'ın izniyle Fransa Büyükelçiliği Şapeli olarak kabul edilmiş ve böylelikle diplomatik koruma altına girmiştir. 18 Kasım 1583 tarihinde Fransa Kralı III. Henri'nin isteği doğrultusunda Papa XIII. Gregorius, manastırı Benedikten tarikatından alıp Cizvit ("Jésuites") rahiplerine vermiş ve Jules Mancinelli'nin yönetiminde ikisi Fransız ve ikisi İtalyan toplam dört Cizvit rahip, kurumu devralmıştır. Saint-Benoît'da ilk eğitim kurumu, manastıra bağlı olarak yine Cizvit rahiplerin girişimiyle 1583 senesinde kurulmuştur. 1586 yılındaki veba salgını sırasında görevli Cizvit'lerin tamamının ölmesi üzerinde okulu Kapusen ("Capusins") rahipleri devralmıştır. Ancak bu rahiplerden Aziz Joseph de Leonessa'nın Topkapı Sarayı'na giderek Sultan III. Murad'a hıristiyan olma çağrısında bulunması üzerine, Kapusen rahipler tutuklanıp sınırdışı edilmişlerdir. Bu nedenle okul kapanma tehlikesi yaşamış, ancak Cizvitler kısa süre sonra okula geri dönerek kurumu yaşatmayı başarmışlardır. Saint-Benoît bu dönemde, Osmanlı topraklarındaki Cizvit faaliyetlerinin merkezi ("maison-mère") olmuştur. 1610 yılında Saint-Louis adında bir de hastaneye kavuşan kurum, sağlık hizmetini de 1825'e dek sürdürmüştür. Hastane 1696 yılında yanmış ve onarımı Marsilya Ticaret Odası üstlenmiştir. 1686 yılında binadaki kilise yanmış, Fransa Büyükelçisi Pierre de Girardin'in girişimiyle, yeni kilisenin o zamana kadar sadece camilere tanınmış olan bir ayrıcalıktan yararlanarak kubbeli olarak inşa edilmesine ve bunların kurşunla kaplanmasına izin verilmiştir. Fransa'daki iç karışıklıklar nedeniyle Cizvit'ler manastır, okul ve hastanenin yönetimini, Marsilya'dan yola çıkarak 19 Temmuz 1783 tarihinde İstanbul'a ulaşan, Pierre-François Viguier yönetimindeki on yedi Lazarist din adamına devrederek kurumu terk etmişlerdir. Bu tarih günümüzde Saint-Benoit lisesinin resmi kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir. Okulun ilk Lazarist müdürü Antoine Renard'dır. Başlangıçta sadece Fransız uyrukluları öğrenci olarak kabul eden ve tamamen yatılı olan okul, 1831 yılından itibaren gündüzlü kısım da açmış ve Sultan II. Mahmud'un verdiği bir fermanla Osmanlı uyruklu öğrencileri de kabul etmeye başlamıştır. Yine ilk defa bu tarihte öğrencilere okul forması giyme zorunluluğu getirilmiştir. Osmanlı devletinin Fransız kültürü aracılığıyla Avrupa'ya açılmaya başladığı bu dönemde Saint-Benoît lisesi, Fransızca bilen elit bir sınıfın oluşmasına katkıda bulunmuştur. 1834 yılında göreve başlamış olan müdür Louis Florent Leleu, Paris'teki Lazarist rahipler cemiyetine yazdığı bir raporda okulla ilgili ilk gözlemlerini şöyle aktarmıştır: "İstanbul’da bir kolej yönetmenin ne kadar zor olduğunu tahmin edemezsiniz. Sık sık çıkan yangınlar, Levantenlerin kaprisleri ve vefasızlıkları; ama özellikle de veba, çok ciddî sıkıntılar yaratıyor. Ancak elli öğrenciyi bir araya getirmeyi başardık; bu koşullarda çok bile. Yine de her şey bu sayının artacağına ve kurumumuzun epeyce gelişeceğine işâret ediyor. Herkes buradaki çalışmalarımızın tatmin edici, hatta çok başarılı olduğunu ifade ediyor. Buraya gelişimizin iyi bir etki yarattığı söyleniyor. Bir fizik ve astronomi dersi ve odasının açılması büyük yankı uyandırdı. Birçok genç, İstanbul’da bir ilk olan bu derslere kaydolmak için bana geldi". Zamanın müdürü Leleu'nün çağrısı üzerine "Filles de la Charité" teşkilatına bağlı Fransız rahibeler, 8 Aralık 1839 günü Soeur Serviragol'ün yönetiminde İstanbul'a gelmişlerdir. Bu kuruluşa bağlı Bernardine Oppermann ve Louise-Amélie Albertine Tournier isimli iki rahibe, okula bir de kız bölümü eklemişlerdir. Bu tarihten itibaren Saint-Benoit kız ve erkek okulları, bir duvarla ayrılmış olsalar da, aynı binada faaliyet göstermişlerdir. Saint-Benoit böylelikle "Filles de la Charité" teşkilatının İstanbul'daki faaliyetlerinin merkezi haline gelmiş ve buraya bağlı rahibeler daha sonraki tarihlerde Sainte-Pulchérie Fransız Lisesi, Notre-Dame de la Paix (Şişli Lape) Hastanesi gibi kurumlar yanında, günümüze ulaşamamış olan Taksim Pasteur ve Aynalıçeşme Jérémiah Hastaneleri ile Bebek Saint-Joseph Fransız Yetimhanesi'ni kurmuşlardır. Aynı dönemde teşkilata ait okul, hastane ve yetimhanelerin beslenme ihtiyacını karşılamak için Beykoz'da oluşturulan çiftlik, 1842'den itibaren Polonyalı mültecileri barındırmaya başlamış ve zaman
la Polonezköy'e dönüşmüştür. 19. yüzyılda Saint-Benoît'nın öğrencileri genellikle yabancı ve levanten hıristiyan ailelerin çocuklarından oluşsa da, zamanla yerli gayrimüslim çocukların sayısı da artış göstermiştir. Bu dönemde okula özellikle Ermeni Katolik ve Bulgar Katolik cemaatinin ilgi gösterdiği görülmektedir. 1841 yılında okula bir de ilkokul kısmı eklenmiş ve aynı yıl Fransa Dışişleri Bakanı François Guizot'nun maddi desteğiyle 1866'ya kadar faaliyet göstermiş olan bir matbaa açılmıştır. Yine 1841 yılında, Fransa kralı Louis-Philippe tarafından Saint-Benoit lisesine, eğitim kalitesinin yüksekliği dolayısıyla "collège royal" (Kraliyet Koleji) unvanı verilmiş, böylelikle Saint-Benoit diplomasının Fransa'daki lise diploması ile denkliği resmen sağlanmıştır. 1844'te okula bir eczane ve 1862 yılında bir dispanser eklenmiştir. Bilimsel derslere verilen önemin ilginç bir sonucu olarak, Saint-Benoît lisesi Türkiye'de meteorolojik ölçümlerin bilimsel yöntemlerle yapıldığı ilk yer olmuştur. Okulda fizik derslerinin yürütülmesinden sorumlu olan rahip Jean Régnier, 1848-1853 yılları arasında yaptığı ölçümleri kaydederek bir ilke imza atmıştır. Kırım Savaşı (1853-1856) sırasında Saint-Benoît'daki rahibeler, askeri hastanelerde önemli yararlılıklar göstermişler ve onlara duyulan şükranın ifadesi olarak zamanın Bahriye Nazırı okulu ziyaret ederek önemli miktarda maddi bağışta bulunmuştur. Okulun devlet katında prestijinin artmasının sonucu olarak, ilk Müslüman öğrenciler 1855 yılında okula kaydolmuşlardır. Bu tarihte okula kayıt yaptıran 3 müslüman öğrenciden biri Saray Baştabibi'nin oğludur. Saint-Benoît Lisesi, Bulgar Katolik Kilisesi'nin oluşmasında önemli rol oynamıştır. Bu cemaatin liderlerinden Dragan Tsankov 1859-1861 yılları arasında propaganda amacıyla yayınladığı "Bılgariya" gazetesini, zamanın lise müdürü Eugène Boré'nin izniyle burada bulunan matbaada basmıştır. Zaten bu cemaat, kendi kiliselerinin ibadete açıldığı 6 Ocak 1861 tarihine kadar Saint-Benoît'nın kilisesini kullanmışlardır. Lisenin yakınındaki Eskiparmakkapı Sokak'ta bulunan "Sveta Troitsa" Bulgar Katolik kilisesinin bakımından uzun dönem Saint-Benoît'da görevli rahibeler sorumlu olmuştur. 1869 yılında resmî bir ziyaret için İstanbul'da bulunan Fransa İmparatoriçesi Eugénie okulu ziyaret etmiştir. 1874 yılında Saint-Benoît'da 86'sı yatılı, 43'ü yarı-pansiyoner ve 1'i gündüzlü olmak üzere toplam 130 öğrenci bulunmaktaydı. "93 Harbi" olarak da bilinen 1877-78 Türk-Rus Savaşı sırasında, okulda görev yapmakta olan rahibeler askerî hastanelerde çalışmak için gönüllü olmuşlardır. Yaralı askerlerin tedavisi amacıyla hastaneye dönüştürülmüş olan Beylerbeyi Sarayı'nda görev yapan 6 Saint-Benoît'lı rahibe, koleraya yakalanarak hayatlarını kaybetmiş; zamanın sadrazamı Ahmet Vefik Paşa, okul müdürü Eugène Boré'ye bir mektup göndererek bu kayıplardan duyduğu derin üzüntüyü dile getirmiş ve minnet duygularını ifade etmiştir. Savaşın Türkiye'nin aleyhine dönmesi üzerine Balkanlardan başlayan göç akını sırasında, okul yatakhaneleri muhacirlere tahsis edilmiş, ayrıca başrahibe Soeur Mahéo önderliğinde halka ücretsiz yemek dağıtılmıştır. Zamanla yıpranmış ve yer yer yanmış olan okul binaları tamamen yıkılarak 1875-1880 yılları arasında bugünkü haliyle inşa edilmiştir. 14.000 metre karelik bir alana yayılan binalar, Fransa Büyükelçiliği adına tapuya kaydedilmiştir; okul binaları halen de büyükelçiliğin gayrimenkulüdür. Binanın mimarı, Saint-Benoît mezunu olan ve Paris'te mimarlık eğitimi gören Alphonse Cingria'dır. Okulun ana bahçesine bakan saat, Aziz Benediktus yortusuna denk gelen 11 Temmuz 1880 günü saat 12:00'de törenle çalıştırılmış ve inşaat resmen tamamlanmıştır. 1894'teki İstanbul depreminin yarattığı korkunun da etkisiyle, okulun fen bilimleri öğretmeni rahip Jean Guérovitch okula bir sismograf yerleştirmiştir. Aynı dönemde okuldaki bilimsel koleksiyonların sayısı artmış ve bazı sınıflar ile salonlar adeta müzeye benzemiştir. Doldurulmuş kuş, mineral, kelebek ve denizkabuğu gibi nesnelerden oluşan bu koleksiyonlar günümüzde de muhafaza edilmektedir. 23 Aralık 1895 tarihinde okulda bir tiyatro salonu açılmış ve Türkiye'deki tüm Fransız okullarında olduğu gibi, Saint-Benoît'da da tiyatro kolu en çok önem verilen öğrenci aktivitesi olmuştur. I. Dünya Savaşı yıllarında Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu'nun savaş halinde bulunması nedeniyle okul 18 Kasım 1914 tarihinde hükümet kararıyla kapatılmış, Fransız din adamları yurtdışına çıkarılmış ve okul binası dört yüz yataklı bir askerî hastaneye dönüştürülmüştür. Okulun dış cephesi bu dönemde hastane rengi olan sarıya boyanmıştır. Kısa bir süre sonra ise binaya İstanbul Erkek Lisesi yerleşmiştir. Binadaki kilise ise Avusturya Lisesi'nde görev yapan rahiplere devredilmiş ve böylelikle zarar görmeden açık kalması temin edilmiştir. 1919 yılında Fransız rahip ve rahibelerinin dönüşüyle Saint-Benoît Lisesi 594 öğrencisiyle tekrar açılmıştır. 1921 tarihli Ankara Antlaşması ve 1923 tarihli Lozan Antlaşması sırasındaki mektup teatisiyle Türkiye'deki Fransız eğitim, sağlık ve din kurumlarının faaliyetlerine devam etmeleri garanti altına alınmış ve böylelikle Saint-Benoit Lisesi bugünlere ulaşabilmiştir. 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat ve 1935 tarihli Özel Eğitim Kurumları yasalarıyla tüm yabancı okullarda olduğu gibi Saint-Benoit'da da önemli değişiklikler gerçekleşmiştir. Her şeyin başında okul binalarında dinî sembollerin, yabancı devlet adamlarına ait fotoğrafların ve bayrakların bulundurulması; ayrıca okulda görevli din adamları ve rahibelerin okul binasında dini kıyafetle dolaşmaları yasaklanmıştır. Türkçe, Tarih ve Coğrafya derslerinin Türk öğretmenlerce Türkçe olarak okutulması kuralı da bu kanunlarla getirilmiştir. Bunun dışında okulda Müdür Başyardımcısının da mutlaka Türk olması koşulu konmuştur. Bu yeni kuralları benimsemeyen çok sayıda rahip ve rahibe bu dönemde Türkiye'den ayrılmayı tercih etmişlerdir. Okulun girişinde bulunan ve Fransa Büyükelçisi Salignac Baronu Jean de Gontaut-Biron ile Macaristan ulusal kahramanı II. Rákóczi Ferenc'in mezarlarını da barındıran kilise, 1929 yılında onarılmıştır. 1931 yılında yabancıların ilkokul açmalarının yasaklanmasıyla Saint-Benoit ilkokulu kapanmış ve kurum eğitime ilkokul sonrası iki sene hazırlık (o zamanki adıyla "ihsarî"), üç sene orta ve üç sene lise olmak üzere toplam sekiz yıllık bir okul olarak devam etmiştir. 1930'larla beraber daha önceleri öğretmenlerin büyük çoğunluğunu oluşturan Fransız rahip ve rahibelerin sayısı yavaş yavaş azalmış ancak müdürler hep "Lazarist" teşkilatına mensup rahipler arasından atanmıştır. Türkiye'de öğrenci kulüplerinin kurulmasına öncülük etmiş okullardan biri olan Saint-Benoît Lisesi, daha 1950'lerden itibaren Gezi Kolu, Spor Kolları gibi aktiviteler geliştirmiştir. 1948 yılında kurulmuş olan Satranç Kolu, her sene düzenlenen İstanbul Liselerarası Satranç Turnuvalarında 1959 yılına kadar aralıksız birinci olmuştur. Disipline ve öğrencilerinin kılık-kıyafetine verdiği önemle tanınan Saint-Benoît'da uygulanmakta olan kurallar zamanla gevşemiş ve disiplin diğer özel okulların düzeyine inmiş olsa da, 1960'lı yıllara kadar geçerli olan bazı cezalar "(500 satır yazma cezası; okul içinde Türkçe konuşma yasağı ve bu yasağı çiğneyenlere verilen boynunda dev bir paslı anahtar taşıma cezası; dersten sonra "retenu"'ye kalma cezası)" eski mezunların hatıralarında yaşamaktadır. Saint-Benoît Lisesi, 1950'li yılların başında adlî bir olayla gündeme gelmiştir. 30 Mart 1953 tarihinde Dimitri Elefteriadis isminde bir kişi, Saint-Benoit Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra aynı lisede muallim muavini (öğretmen yardımcısı) olarak görevlendirilen kızkardeşi Anastasya'nın Katolik mezhebine geçmesinden okulda görevli rahibeleri sorumlu tutmuş ve lise binasına gelerek, Kız Bölümü Müdiresi Soeur Anna Hubert'i ve Başrahibe Soeur Marie-Sophie'yi tabancayla yaralamıştır. Olayla ilgili davada, saldırıdan yaralı olarak kurtulan rahibeler söz konusu kişinin mezhep değiştirmesinden sorumlu olmadıklarını belirtmişler; saldırgan ise iddialarında ısrar etmiştir. Olayın yarattığı huzursuzluk sonucu özellikle Rum cemaatinden pek çok veli çocuğunu okuldan almıştır. Dönemin basını konuya geniş yer ayırmış, okulda herhangi bir dinî propagandanın yapılıp yapılmadığının tespiti için Millî Eğitim Bakanlığı müfettişler görevlendirmiştir. 1960 yılında erkek bölümünün Lüleci Hendek Caddesi'ndeki girişi kapatılmış ve Kemeraltı Caddesi üzerindeki kapı kullanılmaya başlanmıştır. 1974 yılında okulun yatılı bölümü kapatılmış ve kurum tamamen gündüzlü hale gelmiştir. Yine bu dönemde, okulun kız bölümünde yer alan şapel kapatılarak, kız bölümünün öğretmenler odası olarak düzenlenmiştir. 1976-1977 eğitim yılında kısa süreli de olsa bir öğrenci gazetesi ("Thème") yayınlanmıştır. 1987 yılında Kız ve Erkek bölümleri birleştirilmiş ve karma eğitime geçilmiştir. Bu dönemde öğrenci sayısı toplam 1600'e ulaşmıştır. Aynı yıl, okulun din adamı olan son müdürü Père Yves Danjou, 1977 yılından beri sürdürmekte olduğu görevinden ayrılmış ve okula din adamı olmayan ilk Fransız müdür olarak Michel Goupil atanmıştır. 1991 yılında ÖYS'de kolaylık sağlamak amacıyla daha önce Fransızca okutulan Psikoloji, Felsefe ve Sosyoloji dersleri Türkçeye çevrilmiş ancak Fizik, Kimya, Biyoloji, Geometri ve Matematik dersleri Fransızca olarak devam etmiştir. Saint-Benoit tıpkı Fransızca eğitim yapan Türkiye'deki diğer liseler gibi, 1992 yılında kurulmuş olan Galatasaray Üniversitesi'nde özel bir kontenjana sahiptir. 1995 yılında okulun felsefe öğretmenlerinden Nuran Direk'in girişimleriyle ve Millî Eğitim Bakanlığı'ndan alınan izinle kurulan "Felsefe Kulübü", türünün ilk örneği olarak yurt çapındaki diğer ortaöğretim kurumlarına da öncülük etmiştir. Bir dönem beden salonu olarak kullanılmış olan okulun tarihi tiyatro salonu, 1998 yılında onarılarak eski haline getirilmiştir. Okuldaki dispanserde hemşirelik yapan Fransız rahibelerin azalması nedeniyle 1998 yılında "Suore di Carita dell'Imm
aculata Concezione di Ivrea" (kısa adıyla "les Soeurs d'Ivréa") teşkilatına bağlı, daha önce İtalyan Hastanesi'ni yönetmekte olan İtalyan rahibeler de dispanserde çalışmaya başlamışlardır. Dispanser, 20 Ağustos 2002 tarihinde "Özel Sen-Benua Polikliniği" adıyla T.C. Sağlık Bakanlığı'ndan onaylı bir sağlık kurumuna dönüşmüş, sadece okul öğrencilerine revir hizmeti vermekle kalmayıp Galata semtindeki fakir ailelerin de sağlık hizmetlerini "Caritas Internationalis"'in desteğiyle ücretsiz olarak görmeye başlamıştır. 1997 yılında çıkarılmış olan kesintisiz sekiz yıllık zorunlu ilköğretim yasası nedeniyle okulun ortaokul kısmı aşamalı olarak kapatılmıştır. Bu kanunun bir sonucu olarak Saint-Benoît günümüzde 1 yılı hazırlık ve 4 yılı lise olmak üzere toplam 5 yıllık bir eğitim kurumudur. Sekiz yıl boyunca Saint-Benoit'da okumuş olan son öğrenciler, okulun 222. yılı olan 2005 yılında mezun edilmiştir. Bu büyük değişiklik okulun öğrenci sayısının önemli ölçüde azalmasına yol açmıştır. Öğrenci açığını kapatmak düşüncesiyle 1999 yılında lise mezunlarından oluşan bir grup, Fransızca eğitim yapan ve Saint-Benoît'nın eğitim kadrosuyla desteklenen Sembol İlköğretim Okulu'nu İstanbul'un Bahçelievler semtinde kurmuşlar; ancak mevcut kanunlara göre bu ilkokuldan liseye doğrudan geçiş sağlanamadığından istenen sonuç alınamamıştır. 2000'li yıllarda okul binalarının depreme olan dayanaklılığını arttırmak amacıyla geniş çaplı bir onarım faaliyeti başlamış, eski kız bölümü avlusunun batısındaki, içinde eskrim salonunu barındıran ek bina 2006 yılında yıkılarak yeniden inşa edilmiştir. 2000'li yıllarda yurt dışındaki pek çok liseyle işbirliğini geliştiren Saint-Benoît, bir yandan yabancı dil eğitim programını yeni şartlara uyarlayarak, öte yandan öğrenci değişim programları ve yurtdışı gezilerini teşvik ederek eğitim kalitesini yükseltmeye çalışmış ve Fransızca öğrenimine önemli zarar veren sekiz yıllık eğitim yasasının olumsuz etkilerini azaltmaya çalışmıştır. İkinci yabancı dil olan İngilizcenin yanı sıra, 2006 yılından itibaren İspanyolca üçüncü dil olarak eğitim programına dahil edilmiştir. 2010-2011 eğitim yılından itibaren Almanca da seçmeli üçüncü dil olarak okutulmaktadır. 146 yıl boyunca sörlerin aralıksız hizmet verdiği dispanser 15 Kasım 2008 tarihinde faaliyetlerine son vermiştir. Eski müdür muavini ve Fransızca öğretmeni Soeur Monique Geins'in Aralık 2009'da Türkiye'den ayrılmasıyla da Saint-Benoît'da hiç rahibe kalmamıştır. Voleybol, basketbol, hentbol ve eskrim gibi spor dallarına 2004 yılında bir de ragbi takımı ekleyen Saint-Benoit Lisesi'nde bir okul orkestrası da bulunmaktadır. Günümüzde %55'i kız olmak üzere toplam 904 öğrencisi olan okul, her yıl 197 öğrenci almaktadır. 2016-2017 eğitim yılı ücreti 39.270 TL'dir. Okulun şimdiki müdürü, 2012 yılında göreve başlayan Pierre Gentric'tir. Okul mezunları Saint Benoit'lılar Derneği ("Association Saint-Benoit") çatısı altında örgütlenmişlerdir. Mezunlar 1985'ten bu yana her yıl Haziran ayının ilk cumartesi günü düzenlenen Pilav Günü'nde bir araya gelmektedir. = Dijital Okul Çantası= 2015 yılı itibarıyla bu konu ile ilgili çalışmalara başlayan Monsieur Pierre Gentric, Saint-Benoit Fransız lisesinin eğitim politikasını değitirecek kararlar vererek "Dijital Okul Çantası" projesini başlatmıştır. Bu proje kapsamında eski ve geleneksel eğitim metodları dışında okuldaki tüm öğrencilere tablet temin ederek öğrencilere eğitimde büyük bir değişim sunmuştur. __İÇİNDEKİLERZORUNLU__ Görsel sanat akımları listesi Görsel sanat akımlar ve dönemler Sanat tarihi Sanat Tarihi, en yalın haliyle görsel sanatların tarihsel evrimini inceleyen bilim dalıdır. Bir başka tanım vermek gerekirse tarih koşullarından doğan maddi kültür eşyasını inceleyen bilimdir denebilir. Konusu, çok çeşitli duygu birikimlerinin yaşandığı insan eserleri olan sanat tarihini açıklarken “sanatın tarihidir” gibi kestirme ve kapalı bir tanımlama ile yetinmek doğru olmaz. Bunun nedeni sanat tarihinin eseri tanımlamakla kalmayıp, eserin üretildiği çağ içindeki toplumsal, fiziki ve psikolojik koşulları da göz önünde bulundurarak bu etkenler ile birlikte anlamaya çalışmasıdır. Sanatın tanımına dair fikirler tarih boyunca sürekli değişmesine rağmen, sanat tarihi, sanattaki değişimlere bir sistem çerçevesinde bakarak bunları sınıflandırmayı, yaratıcılık yoluyla şekillendirilmelerini anlamayı ve yorumlamayı amaç edinir. Sanat tarihi sadece resimlerin ve tarihlerinin formel bir şekilde gösterilmesi ya da öğrenilmesiyle değil, analizlerinin yapılması, eser analizinin daha ön plana çıkmasıyla bugünkü çağdaş sanatlarla ilişkiye geçmektedir. Mimari, resim, heykel ve süsleme sanatlarının doğuşundan günümüze değin, birçok farklı ülke ve toplumda ne şekilde, ne tür yapıtlar vererek oluştuğunu inceler. Aynı zamanda sanat yapıtlarının ve onları yapan sanatçıların tarzlarını, sanat anlayışlarını belirleyip değerlendirmeyi, bir yapıdan başka bir yapıya geçerken yitip gideni ve kazanılanı bütün özellikleriyle görüp anlamayı ve değerlendirmeyi amaçlar. Sanat tarihçisi belirli şartların getirdiği durumların madde üzerindeki etkisini anlamak ister. Sanat tarihi, sosyal hatta daha da özele indirgemek gerekirse beşeri bir bilimdir. Bu nedenle diğer çoğu bilime nazaran test edilme, laboratuvar koşullarında incelenme olanağı –arkeolojik materyalleri tarihlendirme için kullanılan C14 metodu dışında- neredeyse yoktur. Bu ve buna benzer sebeplerden ötürü yakın tarih içerisinde sanat tarihinin bilim dalı sayılıp sayılmaması konusunda tartışmalar yaşanmıştır. Çünkü bu bilim dalı, doğada bulunan gerçekleri değil; insanın duygu ve düşüncesinden doğarak yaratılmış nesneleri incelediğinden, diğer bilim dallarından ayrılır. Sanat tarihçisi sanatçıdan ziyade olarak sanatı yaratmakla değil, sanatı incelemekle mükelleftir. Sanatçı ve sanat tarihçisi aynı nesne üzerine farklı boyutlarda yaklaşan, anlayan ve okuyan insanlardır. Bu bağlamda bakıldığında sanat tarihçisinin sanatçıyı da incelemek ve anlamak zorunda olduğu görülebilir. Belli bir sanat yapıtını kimin yaptığını, neden yaptığını ya da yaptırdığını, eserin o kültüre ait değerler arasındaki yerini belirler. Ayrıca sanatçının kendinden önceki sanatçılardan ne ölçüde etkilenip kendinden sonra gelen sanatçıları ne ölçüde etkilediği gibi noktalar üzerinde durulur. Sanat tarihi araştırmalarının başlıca beş ilgi alanı vardır. Bunlardan birincisi şunları kapsar: Sanat tarihi araştırmalarının ikinci önemli ilgi alanı, sanat geleneklerinin üslupsal ve biçimsel gelişimlerinin büyük ölçekte ve geniş bir tarihsel perspektif içinde kavranmasıdır. Bu da temelde çeşitli sanat üsluplarının, dönemlerin, akımların ve tarihsel okulların sayımı ve çözümlemesini içerir. Sanat tarihi ayrıca görsel sanatlarda dinsel simge, tema ve konuların çözümlenmesiyle uğraşan ikonografiyi kapsar. Sanat tarihçiliği büyük ölçüde uzmanların geniş deneyimlerine, içgüdüsel yargılarına ve eleştirel duyarlılıklarına dayanır. Ayrıca sanatın içinde yaşadığı ve çalıştığı tarihsel ortamın ayrıntılarıyla bilinmesi ve sanatçının düşünce, yaşantı ve kavrayışlarının duygudaşlık temelinde anlaşılması gereklidir. Sanat tarihi araştırmalarında çıkarımın kilit bir işlevi vardır; bir yapıtın sanatçısı, bir imza, o döneme ait yazılı belgeler ya da köken belirleyici başka yollarla kesin biçimde saptanabilirse, benzer ya da yakın özellikteki yapıtlar bunun çevresinde gruplandırılabilir, o sanatçıya ya da döneme bağlanabilir. Modern sanat tarihçilerinin çok eski zamanlardan bu yana üretilmiş sanat yapıtlarını kapsayan bilgi birikimi bu tür yöntemlerle sağlanmıştır. Her bilim dalı gibi sanat tarihinin de başlıca yararlandığı bilim dalları vardır. Bu bilim dalları şöyle sıralanabilir: Heykel Heykel, sanatsal bakış açısıyla meydana getirilmiş üç boyutlu formlara denir. Heykel temelde mekânın kapsanması, kavranması ve mekân ile ilişki kurulması ile ilgilenir. Genellikle insan, Hayvan ya da nesnelerin heykelleri yapılır. Taş ve ahşap gibi malzemelerden yontularak yapılabileceği gibi, kil, balmumu gibi ara malzemelerden modellenerek, bronz ve tunç gibi metallerden dökülebilir. Büst, rölyef ve tors gibi heykel türleri vardır. Heykel ve heykelciliğin tarihi eski zamanlara kadar uzanır. Dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan kazılarda mermer, ağaç, taş, pişmiş toprak, maden gibi çok çeşitli malzemelerden yapılmış heykel ve heykelciklere rastlanmaktadır. Bunlar ve diğer heykeller üzerinde yapılan incelemelerden, heykellerin büyük bir kısmının çeşitli kavimlerin ilah olarak tanıdıkları varlıkları tasvir ettikleri, bazılarının kral-kraliçe gibi hükümdar ailelerini, kahramanları ve kahramanlık olaylarını, bilim, sanat ve sporda meşhur olmuş kimseleri, bir kısmının da çeşitli insan ve hayvanları tasvir ettikleri anlaşılmıştır. Tarihi araştırmalar, ilk heykelin ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı hakkında herhangi bir netice vermemektedir. Tarihi çok eski olduğu bilinen heykel ve heykelciliği bu derece yaygınlaştıran asıl sebep, inançtır. Çeşitli devirlerde yaşamış insanların tapındıkları ve ilah tanıdıkları şeylerin ağaç, taş, maden üzerine işlemeleri ve ibadetlerini bunlara karşı yapmaları, heykel ve heykelciliğe cemiyet hayatında geniş yer verilmesine yol açmıştır. İlk çağ topluluklarında sanatçılar genellikle bir geleneği devam ettirir. Ortaya konan eser, toplumun ortak malı olarak kabul edilir. Dolayısıyla eserler sanatçıları değil üretildikleri kavim ve toplulukların adıyla anılırlar. Tarımsal faaliyetlerin başlamasıyla birlikte, verimsizlik sorununa çare olarak, Magna Mater (Ana Tanrıça) heykelcikleri yapılmıştır. Bu heykelciklerin malzemesi ağaç ya da topraktır. Heykeller genel olarak aynı duruşu sergiler, kişisel özellik taşımazlar. Baş oranları vücudun geneline göre büyüktür. Üç boyutlu heykellerde bile uzuvlar çizilerek gösterilir. Heykel yüzeyleri çizilerek süsleme yoluna gidilir. Kültür alanında otuz yüzyıl boyunca süreklilik gösteren Mısır’da heykeltıraşlar ağaç, granit, bazalt, profir gibi dayanıklı malzem
eler kullandılar. Tapınakların ve mezar anıtlarının iç ve dış cephelerini heykeller ve rölyeflerle süslemişlerdir. Mısır’da heykelcilikte zaman içinde gelişen bir üslupçuluk söz konusudur. Bu üsluplaşma özellikle figürlerin duruşlarında ve vücudu kaplayan kumaşların yapımında kendini gösterir. Figürler genel olarak durgun ve hareketsizdir. Frontal duruş hâkimdir. Ayakta duran figürlerde, vücut ağırlığı iki bacağa eşit olarak dağıtılır. Heykelin ortasından bir çizgi çekilirse iki eşit parça elde edilir. Kollar vücuda yapışık şekilde aşağıya sarkar, eller yumruk şeklindedir. Mısır heykelcileri çok büyük ve sert taşlar yontuyorlardı. Bu durum onları çalışmalarında sadeleşme yapmaya yöneltti. Dolayısıyla heykellerde kas gibi detaylar görülmezken, yüzlerde de ifade de yoktur. Yalnızca mezarlara, dini inançlar gereği konan heykeller, ölünün ruhuna ev sahipliği yapacağından sahibine benzemesi zorunluluğu taşır. Kral heykelleri sert taşlardan yapılırken, yumuşak taşlardan ve ağaçtan yapılan prens, rahip ve memur heykelleri bulunur. Yeni imparatorluk döneminin en güzel eser, Amerna şehrinde bulunan Kraliçe Nefertiti’ye ait olan büsttür. Sanatçısı bir yanda geleneğe bağlı kalmaya çalışırken, bir yandan da modelinin şahsi özelliklerini betimlemeye çalışır. Gize piramidinin yanında bulunan Sfenks heykeli ise eski krallığın krallarından olan Kefren’nin portresini taşır. Rölyefler daha çok tapınak ve mezarların duvarlarını süsler. Mısır rölyefleri daima bir olayı anlatır. Rölyeflerde baş, kollar, ayaklar, bacaklar ve gövde profilden; gözler ve omuzlar ise cepheden gösterilir. Yunan heykelinde, kişisel özellikler değil, ortak ideal tip önemlidir. İdeal yüzler, ideal ölçülere uygun insan vücutları Yunan heykelinin başlıca özelliğidir. Başlangıçta kil, taş, fildişi, kemik ve tunç gibi malzemelerden ilkel heykelcikler ortaya koyan Yunan heykelcileri zaman içerisinde bunu geliştirmişlerdir. Heykel sanatının gelişmesinin ve anıtsal heykeltıraşlığın ortaya çıkmasının nedenleri arasında olimpiyatlarda başarı kazanan atletlerin heykellerinin dikilmesi geleneği, gelişen mimariye bağlı olarak, tapınakların taştan yapılması ve bunların iç ve dış cephelerinin kabartmalarla süslenmesi sayılabilir. Yunan heykeli karşıtlıklar ve bunun yarattığı dinamizm üzerine kuruludur. Baş başka sözle, kollar ve bacaklar başka başka yönlere bakarlar. Bu durum gösteriyor ki Yunan heykelcisi vücut nüansları üzerinde çalışmıştır. Yunan heykelcileri örtü altından hissedilen gövdenin formunu ortaya çıkarmanın çekiciliğini fark etmişlerdir. Bundan dolayı, gizlerken göstermek Yunan heykelciliğinde bir motif olmuştur. MÖ 7. ve MÖ 6. yüzyılda iki büyük heykeltıraşlık ekolü görülür: Yunan heykelciliği üç bölümde incelenebilir: Bu dönemden itibaren vücudun ağırlığının bir bacak üstüne verildiği, böylelikle frontal duruşun değiştiği görülür. Bu yeni duruşun gelişmiş örneğine Olimpiya Zeus tapınağında rastlanır. Bu dönem Parthenon tapınağının içinde bulunan altın, fildişi Athena heykelini yapan heykeltıraş Fidyas ile en parlak çağına ulaşmıştır. Bu heykel kaybolmuştur. Günümüze kalan ise zamanında Romalıların yaptığı kopyadır. Sanatçı en çok tanrı heykelleri yapmıştır. Bu dönemde portrecilik gelişmiştir. Özellikle devlet adamlarının portreleri yapılmıştır. Bunlar arasında Büyük İskender portreleri ve bunların sanatçısı Lisppos öne çıkar. Sanatçı o zamana kadar uygulanmakta olan oranlar sistemini değiştirmiştir. Baş küçülmüş, gövde uzamış, baş vücudun 1/6’i olmuştur. Romalılar bu alanda yaratıcılık gösterememişlerdir. Yunanistan'dan heykeller getirtmişler ve bunları kopyalayarak çoğaltmışlardır. Buna karşılık portrecilikte başarı göstemişlerdir. Bu durum dini geleneklerle bağlantılıdır. Roma geleneklerine göre ölen bir kişinin yüzünün balmumundan kalıbı alınır ve cenazeden sonra evin bir köşesinde saklanırdı. Özellikle cumhuriyet döneminde portrecilik çok gelişmiştir. Bu dönemde oldukça gerçekçi bir üslupla yapılan portrelerde her türlü yüz ifadesi ve şahsi özellikler başarıyla işlenmiştir. Romalılar zaferle döndükleri seferler sonrasında, kazandıkları başarıları simgeleyen anıtlar dikmeyi adet edinmişlerdir. Belirli zaman ve yerde gerçekleşen olayları anlatan kabartmalarla üslü bu anıtların en önemlileri Augustos döneminde Roma’da yapılmış olan barış sunağında bulunur. Bir diğer önemli anıtsa İstanbul Sultanahmet meydanındaki Teodesius obeliskidir (m.ö. 4yy.). Bu anıtın kaide kısmında imparator, maiyetiyle beraber hipodrom locasında görülür. Kabartmanın merkezinde imparator bulunurken, diğer figürler imparatora yakınlıklarına derecelerine göre yerleştirilmiştir. Heykelci hem çizici hem de uygulayıcıdır. Heykelcilerin bazıları sadece ellerine verilen şekilleri ya oyarlar veya dökerler. Heykelcilikte; oyma, biçimleme, inşa ve birleştirme, döküm, bitirme gibi teknikler vardır. İnsanların heykellere tapmaya başlamasından sonra, heykelcilik bir sanat ve ticaret metaı olmuştur. Yüzyıllarca insanlar, her çeşit malzeme ve maddelerden heykeller yapmışlar ve hatta bunları başkalarına satarak geçimlerini temin etmek yolunu tutmuşlardır. Arkeolojik kazılarda, çeşitli yörelerde bol miktarda bulunup müzelere konan heykeller bunu ispatlamaktadır. Bilhassa mermerden yapılan heykeller, günümüze kadar sanat özelliklerini korumuşlardır. Avrupa'da başlayan Rönesans hareketi ile heykelcilik ayrı bir önem kazanmıştır. Michelangelo bu devirde yetişen heykeltıraşların en meşhuru olmuştur. Bu zamandaki heykellerin yapımı, süsleme sanatı ile birlikte gelişmiştir. Ayrıca heykeller, şimşir, ıhlamur, meşe ve ceviz gibi sert ağaçlar oyularak çok çeşitli ölçülerde yapılmıştır. Taştan yapılan heykellerin kırılması çabuk olduğundan, eski zamanlardan beri, mermer kullanılması daha yaygındır ve daha çok tercih edilmiştir. Zamanımızdaki heykeltıraşlar tarafından ekseriya mermer, bronz, tunç gibi kırılma tehlikesi daha az olan ve dayanıklılığı bulunan malzemeler kullanılmaktadır. Bunların yanında fildişinden heykel yapmak, eskiden olduğu gibi günümüzde de biblo şeklinde devam etmektedir. B Bb, Latin alfabesinin 2. harfidir. Yumuşak bir sessiz (ünsüz) harftir. P sert sessizi kendisinden sonra bir sesli harf gelirse B sessizine yumuşar. Bu simge Kiril alfabesinin 3. harfidir (B) ve Latin alfabesindeki "v" sesini verir. Fakat bu harfin Kiril alfabesindeki eş değeri, alfabenin 2. harfi "Б" dir ve "Be" şeklinde okunur) (Б). Davut (Michelangelo) Michelangelo’nun Davut Heykeli, Michelangelo Buonarroti tarafından 1501 yılında yapımına başlanmış ve 1504 tarihinde tamamlanmıştır. Geniş çevrelerce, Michelangelo’nun (Pietà ile birlikte) en iyi iki heykelinden biri ve Rönesans heykel sanatının bir başyapıtı kabul edilmektedir. Eser, Davut’un Golyat’a saldırmaya karar verdiği anı simgelemektedir. 5,17 metre yüksekliğindeki mermer heykel Floransa’nın bir sembolü niteliğindedir. Heykelin tamamı 8 Eylül 1504 tarihinde ortaya çıkarılmıştır. Figürün omzunun üzerinde dikkat çeken sapanın yanı sıra figürde neredeyse mükemmel ‘insan oranı’ betimlenmiştir. Heykel, erkek form bilgisi esas alınarak disegno sanatsal disiplini ile temellendirilmiştir. Bu disipline göre heykel en iyi sanat şekli olarak ortaya konmuştur, çünkü ilahi yaratılışı taklit etmektedir. Michelangelo bu disipline olan bağlılığını şu davranış şekliyle ortaya koymuştur: Sanki Davut onun çalıştığı mermer bloğun zaten içindedir ve onu dışarıya çıkarmak ister. Aynen insan ruhunun bedenin derinliklerinde bulunduğuna olan genel inanç gibi. Bu ayrıca contrapposto stilinin de bir örneğidir. Esasında gerçek insan oranları gözetildiğinde heykelin oranları oldukça farklıdır. Baş ve üst-vücut, alt-vücut oranlarına göre daha büyüktür. Kimileri bunu maniyerist stile dayandırsa da, en kabul görmüş açıklama heykelin bir kilise cephesine veya yüksek bir kaidenin üzerine oturtulma amacıyla hazırlanmış olması ve bu şekilde bir açıdan bakıldığında oranların doğru görülecek olmasıdır. Heykel ilk olarak Palazzo della Signoria’nın tam önündeki Piazza Signoria’ya yerleştirilmiş; başına gelebilecek her türlü zararı engellemek için, 1873’te Floransa’daki Akademi Galerisi’ne götürülmüştür. Burada sayısız ziyaretçisini hala etkilemekte olan eserin bir kopyası 1910’da Piazza Signoria’ya yerleştirilmiştir. 1991 yılında bir kişi heykele çekiçle saldırmış, durdurulmadan önce de sol ayak parmaklarına zarar vermiştir. 2003’te heykelin temizlenmesinde su kullanılmasına ilişkin bir tartışma olmuştur. Bu, heykelin 1843’ten beri ilk büyük temizliğidir. Davut’un Kudüs’ü fethinin 3000. yılına ilişkin, heykelin bir kopyası Floransa’dan Kudüs’e armağan olarak gönderilmiştir. Sunulan bu armağan şehirde bir fırtına koparmış, dinsel çatışmalar sonucunda bu çıplak figürün pornografi içerdiğine ve kabul edilmemesi gerektiğine karar verilmiştir. En sonunda bir uzlaşma sağlanmış, Davut yerine başka bir heykelin tamamen "giyinik" kopyası armağan olarak şehre gönderilmiştir. Dünya çapında eserin birebir boyutta kopyaları mevcuttur. Londra’da Victoria ve Albert Müzesi’ndeki alçıdan bir kopyasından, Avustralya’daki Surfers Paradise alıveriş merkezine kadar. Los Angeles Kaliforniya’daki bir malikanenin üzeri ve çevresi heykelin 23 küçültülmüş boyutta kopyası ile çevrilmiştir. Bir kopyası da ayrıca Las Vegas’taki Caesars Palace’da, Appian Way Shops’ı onurlandırmaktadır. Kıta Kıta veya anakara, yeryüzünü oluşturan büyük kara parçaları. Kıta'yı tanımlayan tek bir standart yoktur ve bu yüzden farklı kültürler ve bilimler neyin kıta olarak yorumlanacağına ilişkin farklı listelere sahiptirler. Genelde, bir kıta geniş alanlı olmalı, sualtında olmayan topraklardan meydana gelmeli ve önemli jeolojik sınırları olmalıdır. Bazıları en fazla dört ya da altı kıta olduğunu düşünürken, en yaygın kullanımda yedi kıta sayılır. Ama genelde yedi kıta olarak bilinir. Bazıları Afrika, Avrupa ve Asya'nın birleştiği yeri Avrasya kıtası olarak görür, ancak burası sanıldığı gibi ayrı bir kıta değil sadece o bölgenin takma adıdır. Dünyanın yedi kıtası şunlardır: Ayrı olduğu savunulan
(ara) kıtalar: Takım kıtalar: AIDS HIV virüsü kana bulaştıktan sonra uzun yıllar belirti vermeyebilir ve kişi kendini iyi hissedebilir. Bazı vakalarda, HIV pozitif bir kimsenin 8 ila 10 yıl AIDS'e yakalanmadığı görülmüştür. Bulaşma gerçekleştikten en az 3 ay sonra yapılan ELISA testleri en doğru sonucu verir. Bilinen ilk AIDS vakaları 1981'de ABD'nin New York ve Kaliforniya eyaletlerinde rapor edildi. AIDS teşhisi konulan ilk şahısların çoğu hastalığı cinsel yolla kapan eşcinsel erkekler ve şırıngaları ortak kullanan damardan alınan uyuşturucu bağımlılarıydı. 1983 yılında Amerikalı ve Fransız araştırmacılar hastalığın nedeninin HIV olduğunu buldular ve 1985'e gelindiğinde bu virüsü tespit eden serolojik kan testleri geliştirildi. AIDS muhtemelen Afrika'da ortaya çıktı ve 1980'lerde başta Afrika olmak üzere AIDS vakalarında salgın düzeyinde artış görüldü. Bu hızlı artışta, Afrika'da şehirleşmenin çoğalması, uzun yolculukların ve uluslararası seyahatlerin artması, seks alışkanlıklarının değişmesi, damardan uyuşturucu kullanımının artması önemli rol oynadı. Birleşmiş Milletler'in 2004 raporuna göre dünyada 38 milyon kişi HIV taşıyor, her yıl 5 milyon kişi virüsü kapıyor ve 3 milyon kişi AIDS'ten ölüyordu. 1981-2008 yılları arasında, 20 milyon kişi AIDS nedeniyle hayatını kaybetti. Tüm dünyadaki HIV pozitif vakalarının %70'i Sahra altı Afrika'dadır. Afrika'daki bazı ülkelerde nüfusun %10'undan fazlası HIV taşımaktadır. Bu oranlar dünyanın diğer bölgelerinde bu kadar aşırı olmasa da Doğu Avrupa, Hindistan, Güney Asya, Güneydoğu Asya, Latin Amerika ve Karayipler'de hızlı bir artış görülmektedir. Oranlar Batı Avrupa ve ABD'de de artmaktadır. ABD'de yaklaşık 1 milyon kişi HIV taşımaktadır ve virüsü yeni kapan vakaların yarısı Siyahi Amerikalılardır. Asya ülkelerinde en keskin artış Çin, Endonezya ve Vietnam'da görülmektedir. Dünya Sağlık Örgütü'ne (WHO) göre HIV retroviral tedavisine gereksinim duyan insanların 10 da 9'u tedavi görememektedir. AIDS zoonoz bir enfeksiyondur. İnsanlar ve aşağı omurgalı (İng: "lower vertebrate") hayvanlarda görülür. Genetik olarak HIV'e çok benzer bir virüs, Batı Afrika'da ekvatora yakın bölgelerde yaşayan şempanzelerde bulunmuştur. Maymun bağışıklık yetmezliği virüsü (SIV) olarak adlandırılan bu virüs, henüz şempanzelerde hastalığa neden olmamaktadır. HIV'nin muhtemelen 20. yüzyılın ilk yarısında, maymunların etleri için avlanması ve doğranması sırasında insanlara bulaştığı düşünülmektedir. Afrika yeşil maymunlarında görülen ve SIV'in farklı bir çeşidi olan virüsün ise HIV-2'ye neden olduğu düşünülmektedir. HIV-2 de AIDS'e neden olabilir ancak bu süreç HIV-1'e göre çok daha yavaş gerçekleşir. Şu an dünyada en yaygın insan bağışıklık yetmezliği virüsü HIV-1'dir. HIV-2, başlıca batı Afrika'da görülür. HIV bulaştıktan sonra, AIDS hastalığı belirtileri kişinin yaşam koşullarına ve vücut direncine göre birkaç yıl içinde, hatta bazen daha uzun süre sonra ortaya çıkar. HIV bulaştığı vücutta çeşitli hücrelere, özellikle CD4T kan hücrelerine yerleşerek çoğalır. Zarar gören CD4T hücreleri giderek azalır ve bunun sonucu olarak vücudun bağışıklık sistemi yıkıma uğrar. Vücut direnci zayıflayan hastada, normalde zararsız olan, hafif geçen ya da ender rastlanan bazı hastalıklar belirir. Ayrıca lenf bezlerinde büyümeler, ağız ve deride tekrarlayan uçuk, yara ve lekeler, nedeni bilinmeyen uzun süreli ateş, gece terlemeleri, kilo kaybı, ishal, öksürük görülür. Tüberküloz, pamukçuk, diğer bakteri, mantar ve protozoan hastalıkları fırsatçı enfeksiyonlar ortaya çıkar. Kişide bu belirtilerin ancak birkaç tanesinin bir arada bulunması durumunda AIDS düşünülebilir. Kaposi sarkomu ve bazı lenfomalar da HIV enfeksiyonunu düşündüren önemli belirtilerdendir. Kesin tanı için anti-HIV (ELISA) testi yapılır. HIV; kan ve kan ürünleri, sperm veya diğer cinsel sıvılar üzerinden insandan insana bulaşır. Ayrıca plasenta ya da süt yoluyla anneden bebeğine bulaşabilir. Öksürükle, hapşırıkla ya da el sıkışmak gibi olağan temaslarla bulaşmaz. Bu virüs oldukça hassastır ve vücut dışında havada ve suda uzun süre yaşayamaz. Bu nedenle bulaşması için vücut sıvılarının doğrudan teması gerekir. Frengi, genital herpes (uçuk , bel soğukluğu (gonore) ve klamidya gibi cinsel hastalıkların cinsel bölgelerde yol açtığı yaralar ve doku bozulmaları, HIV bulaşma riskini artırır. Virüsün bulaşması vajinal, anal veya oral seks sırasında gerçekleşebilir. Bununla birlikte hiv öpüşme ile bulaşmaz çünkü tükürükteki HIV miktarı çok düşüktür. Dünyada kayıtlı milyonlarca AIDS vakasından sadece 'bir' tanesinde bulaşma metodu öpüşmedir. Ancak bu vakada da her iki tarafın da şiddetli diş eti kanamasından muzdarip olduğu ve bulaşmanın nedeninin tükürük değil kan olduğu görülmüştür. Ayrıca korunmasız anal ilişki esnasında HIV bulaşma riski, korunmasız vajinal ilişkiden daha yüksektir. Doğru prezervatif kullanımı HIV virüsünün bulaşmasını %80 oranında engeller. HIV hem bir erkekten hem de bir kadından bulaşabilir. Herhangi bir cinsel hastalık, HIV bulaşma ihtimalini daha yükseltir. HIV' in iki tipi mevcuttur. Tip II de kadından erkeğe bulaşma ihtimali Tip I de ise erkekten kadına bulaşma ihtimali daha yüksektir. Afrika' da 2. tip, Avrupa ve Amerika da ise 1 nci tip daha sık görülür. HIV'in, şırıngalarını ortak kullanan damardan uyuşturucu bağımlıları arasında yayılma oranı oldukça yüksektir. Kanda HIV'i tespit ve ısı ile yok etme yöntemlerinin geliştirilmesinden önce virüs, kan nakli ile de bulaşmaktaydı ve geçmişte birçok hemofili hastası bu nedenle virüse yakalandı. Günümüzde kan nakli ile HIV bulaşma riski çok çok düşüktür. Çok nadiren sağlık personelinin de enfekte olmuş iğnelerin kazara batması sonucu bu virüse yakalandığı görülmektedir. HIV, plasenta ya da süt yoluyla virüsü taşıyan anneden bebeğine bulaşır. Günümüzde doğuma yakın dönemlerde anneye ve bebeğe uygulanan antiretroviral ilaç tedavileriyle bebeğin virüse yakalanma riskini %0.5′lere kadar indirebilmektedirler. HIV/AIDS gündelik temaslarla, aynı odada bulunma, aynı okulda okuma, aynı havayı soluma gibi yollarla bulaşmaz. HIV sağlıklı deriden geçmez. Bunun dışında HIV/AIDS şu yollarla da 'bulaşmaz': HIV taşıyan ve tedavi görmeyen annelerin yaklaşık %30'u virüsü bebeklerine de verirler. Eğer anne yeni enfekte olmuş ise ya da AIDS'in ileri safhalarındaysa virüsün bebeğe geçme ihtimali daha yüksektir. Virüsün anneden bebeğe geçmesi üç şekilde gerçekleşir: Dünya genelinde yaklaşık 2.5 milyon çocuk HIV taşımaktadır. 2010 yılı itibarıyla yaklaşık 25 milyon çocuğun AIDS nedeniyle öksüz kalacağı öngörülmektedir. Şu an için kesin olarak geliştirilen bir ilaç söz konusu olmayıp, bilimsel açıdan Hiv virüsüne yapışabilen tek protein kompleksi Gp41 hiv virüsü içeren hücrelerin savunma mekanizması tarafınca tespit edilip yok edilmesine olanak sağlamaktadır. Türkiye'de HIV/AIDS ve diğer cinsel yolla bulaşan hastalıkların (CYBH) oranı oldukça düşüktür. Birleşmiş Milletler HIV/AIDS Tema Grubu’nun 2002 yılında yayınladığı "Türkiye’de HIV/AIDS Durum Analizi" raporunda yer alan tahminlere göre, hastalığın ortaya çıkışından itibaren Türkiye'de en az 7,000 ile 14,000 arasında insan AIDS hastalığına yakalanmıştır. Ancak T.C. Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanan resmi rakamlara göre 1985-2003 yılları arasında HIV/AIDS toplam vaka sayısı 1712’dir. AIDS’li çocuk sayısı kesin olarak bilinmemekle birlikte, 1985-2003 yılları arasında 18 yaş altı resmen bildirilmiş 78 vaka bulunmaktadır. Kayıt ve bildirim sistemindeki problemler nedeniyle AIDS vakaları hakkında güvenilir sayısal bilgi edinmek Türkiye'de oldukça zordur. Türkiye'de nüfusun neredeyse yarısı 25 yaşın altındadır ve gençler cinsel yolla bulaşan hastalıklar hakkında oldukça bilinçsizdir. Korunmasız ve erken cinsel ilişkiye girme açısından kadınlar ve özellikle ergenlik dönemindeki kızlar enfeksiyon riskine daha açıktır. Kayıtsız seks işçilerinin sayısı oldukça yüksektir ve bu durum HIV bulaşma riskini artırmaktadır. Türkiye’ye her yıl yaklaşık 14 milyon yabancı turist gelmektedir ve bunların dörtte biri Orta ve Doğu Avrupa, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ve Baltık Devletleri’ndendir. Komşu Doğu Avrupa ve Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinde CYBH ve HIV/AIDS vakalarının sık görülmesi sebebiyle, Türk halkı da bu sorunların tehdidi altındadır. Tüm dünyada HIV/AIDS programları "önleme, tedavi, bakım ve destek" başlıklarında ele alınmaktadır. HIV/AIDS son yıllarda tedavide meydana gelen gelişmeler sayesinde, düzenli tedavi gerektiren bir hastalık olarak değişim göstermiş, HIV ile yaşayanların sağlıklı bir yaşam sürmeleri mümkün hale gelmiştir. Ancak HIV/AIDS ile ilgili toplumsal önyargılar HIV tanısını ve tedaviyi zorlaştırmaktadır. Bu bağlamda HIV ile yaşayan kişilerin tanıyı kabullenmesi, psikolojik sorunları atlatması ve tedaviyi kabullenip uyumlu bir şekilde sürdürmesi ve kısaca “HIV ile yaşama”ya geçmesi için destek çalışmaları son derece önemlidir. Türkiye'de bu alanda çalışan kurum ise 2005 yılında kurulan ve HIV ile yaşayan bireylere ücretsiz destek hizmetleri sunan Pozitif Yaşam Derneğidir. UNAIDS, UNFPA, MAC AIDS FUND gibi kuruluşlarla ortak proje geliştiren dernek akran danışmanlığı, psikososyal destek gibi birçok alanda HIV ile yaşayanların yaşamlarını kolaylaştırmak için çalışıyor. Modern evrimsel sentez Modern evrimsel sentez (kısaca modern sentez, Yeni Darwincilik veya Neo-Darwinizm), Darwin'in Evrim Kuramı ile Mendel'in kalıtım kuramını modern moleküler biyoloji ve matematiksel popülasyon genetiği ışığında birleştiren modern evrim kuramının adıdır. 1930'lar ve sonrasında daha önce Gregor Mendel tarafından ortaya konmuş olan kalıtım kuramı, moleküler biyoloji'nin kalıtımın moleküler temellerine ilişkin sağladığı bilgi ve Charles Darwin'in kuramının bütünleştirilmesiyle, evrim kuramı çağdaş halini aldı. R.A Fisher , Sewall Wright , J.B.S. Haldane , T. Dobzhansky , kuramın mimarisinde öne çıkan isimlerdir. Güncel bakış açısıyla evrim, bir gen havuzu içinde, bir nesilden diğerine belli bir karakterin oluş
masında etkili olan alellerden birinin sıklığının değişmesi olarak tanımlanabilir. Doğal seçilim, genetik özelliklerin üremeye katkısı, ve popülasyon yapısı bu değişime etki eden faktörlerdir. Bu güncellenmiş evrim teorisinin adı "Sentetik evrim kuramı", veya "Modern Evrimsel Sentez"dir. Modern sentezin ana katkısı kalıtımın ve dolayısıyla evrimin temel birimi olan genler üzerine yeni edinilen bigilerle evrimin mekanizması, yani doğal seçilim arasındaki bağlantıyı kurmuş olmasıdır. Modern sentezin dayandığı genel bulgular 1930 ve 40'larda ortaya çıkan ve bugün kısmen DNA kopyalanması sırasındaki hatalarla oluştuğu bilinen mutasyon ve rekombinasyondur. Bunların dışında modern sentez, gen havuzunun genetik kayma ve gen akımı gibi mekanizmalarla değişime uğradığını ortaya koymuştur. Modern senteze göre, popülasyonlar çevresel nedenlerle (örneğin coğrafi engeller) birbirinden ayrıldığında türleşme meydana gelir. "Çağdaş sentetik evrim kuramı"na göre evrim beş ana evrimsel mekanizmanın etkileşiminden oluşur: Victor Hugo Victor Marie Hugo (; 26 Şubat 1802, Besançon - 22 Mayıs 1885, Paris) Romantik akıma bağlı Fransız şair, romancı ve oyun yazarı. En büyük ve ünlü Fransız yazarlardan biri kabul edilir. Hugo'nun Fransa'daki edebi ünü ilk olarak şiirlerinden sonra da romanlarından ve tiyatro oyunlarından gelir. Pek çok şiirinin içinde özellikle "" ve "La Légende des siècles" büyük saygı görür. Fransa dışında en çok "Sefiller" ve "Notre Dame'ın Kamburu" romanlarıyla tanınır. Gençliğinde şiddetli bir kral yanlısı olsa da, görüşü yıllar içinde değişti ve tutkulu bir cumhuriyet destekçisi oldu. Eserleri zamanının politik ve sosyal sorunlarına ve de sanatsal akımlarına değinir. Hugo'nun cenazesi 1885'te Panthéon'da gömüldü. Hugo hakkında en çok eser yazılan ilk 100 kişi listesinde yer almaktadır. Victor Hugo, Joseph Léopold Sigisbert Hugo (1773–1828) ve Sophie Trébuchet (1772–1821) çiftinin üçüncü oğluydu; Abel Joseph Hugo (1798–1855) ve Eugène Hugo (1800–1837) isminde iki ağabeyi vardı. 1802'de Besançon'da doğdu. Napolyon'un bir kahraman olduğunu düşünen serbest fikirli bir cumhuriyetçiydi. Annesi 1812'de Napolyon'a karşı komplo kurduğu için idam edilen General Victor Lahorie ile sevgili olduğu düşünülen Katolik bir Kralcıydı. Hugo'nun çocukluğu ülkede siyasi karmaşıklığın olduğu bir dönemde geçti. Doğumundan iki yıl sonra Napolyon İmparator ilan edilmiş, 18 yaşındayken de Bourbon Monarşisi yeniden tahta geçirilmişti. Hugo'nun ailesinin ters dini ve politik görüşleri Fransa'da egemenlik mücadelesi veren kuvvetleri yansıtıyordu. Hugo'nun babası İspanya'da yenilene kadar orduda yüksek rütbeli bir subaydı. Babası subay olduğu sürece aile sık sık taşındı ve bu yolculuklar sırasında Hugo pek çok şey öğrendi. Çocukluğunda Napoli'ye giderken geniş Alpler'deki geçitleri ve karlı zirveleri, muhteşem Akdeniz mavisini ve şenlikler yapılan Roma'yı gördü. 5 yaşında olmasına rağmen bu 6 aylık geziyi her zaman aklında tuttu. Aile Napoli'de birkaç ay kalıp doğruca Paris'e döndü. Hugo'nun annesi Sophie evliliğinin başında kocasına İtalya (Leopold Napoli'ye yakın bir vilayette valiydi) ve İspanya'ya (üç vilayette görev almıştı) kadar eşlik etti. Askeri hayatın getirdiği yorucu yolculuklar ve kocasının inancının zayıflığı nedeniyle ters düşmelerinden dolayı Sophie 1803'te Leopold'dan bir süreliğine ayrılıp üç çocuğuyla Paris'e yerleşti. Bundan sonra Hugo'nun eğitimi ve yetişmesi üzerine eğildi. Bu yüzden Hugo'nun kariyerinin ilk dönemindeki şiir ve kurgu çalışmaları annesinin inancının ve krala bağlılığının yansımasıydı. Ama başını Fransa'daki 1848 Devrimi'nin çektiği olaylar sırasında Katolik Kralcı yanlısı eğitime başkaldırıp Cumhuriyetçiliği ve Özgür düşünceyi desteklemeye başladı. Gençliğinde aşık oldu ve annesinin isteklerine karşı gelip çocukluk arkadaşı Adèle Foucher (1803–1868) ile gizlice nişanlandı. Annesi ile yakın ilişkisinden dolayı Adèle ile evlenmek için annesinin ölümüne (1821) kadar bekledi ve 1822'de evlendi. Adèle ve Victor Hugo'nun ilk çocuğu Leopold 1823'te doğdu ama doğduktan kısa süre sonra öldü. Sonraki sene kızları 28 Ağustos 1824'te Léopoldine doğdu. Onu 4 Kasım 1826'da doğan Charles, 28 Ekim 1828'de doğan François-Victor, ve 24 Ağustos 1830'da doğan Adèle takip etti. Hugo'nun en büyük ve en sevdiği kızı Léopoldine, Charles Vacquerie ile evliliğinden kısa süre sonra 19 yaşındayken 1843'te öldü. 4 Eylül 1843'te Seine nehrinde boğuldu. Gemi alabaro olduğundan ağır eteği tarafından dibe doğru çekildi ve kocası Charles Vacquerie de onu kurtarmaya çalışırken öldü. O zaman metresi ile Fransa'nın güneyinde seyahat etmekte olan Hugo kızının ölümünü oturduğu cafede okuduğu bir gazeteden öğrendi. Kızının ölümü Hugo'yu oldukça harap etti. Yaşadığı sarsıntı ve kederi yazdığı "À Villequier" şiirinde betimledi; Sonraları da kızının yaşamı ve ölümüyle ilgili birçok şiir yazdı. Bir biyografi yazarına göre de bundan asla vazgeçmedi. En ünlü şiiri "Demain, dès l'aube" kızının mezarına yaptığı bir ziyareti anlatır. III. Napolyon'un 1851 yılının sonundaki askeri darbesi sebebiyle sürgüne çıktı. Fransa'dan ayrıldıktan sonra, Channel Adaları'na gitmeden önce kısa bir süre Brüksel'de yaşadı. 1852'den 1855'e kadar Jersey'de yaşadı. 1855'te 15 yıl yaşayacağı Guernsey'e taşındı. III. Napolyon 1859'da genel af ilan ettiğinde ülkesine dönme fırsatı elde ettiyse de sürgünde kalmayı tercih etti. Kaybedilen Fransa-Prusya Savaşı'nın sonucu olarak III. Napolyon iktidardan çekilmek zorunda kalınca ülkesine döndü. Paris Kuşatması'ndan sonra hayatının geri kalanını Fransa'da geçirmek için geri dönmeden önce tekrar Guernsey'e taşınıp 1872 ve 1873 arası orada kaldı. Hugo ilk romanını ("Han d'Islande", 1823) evliliğinden bir yıl sonra yayımladı. Üç yıl sonra da ikinci romanı ("Bug-Jargal", 1826) basıldı. 1829 ve 1840 arasında zamanının en iyi şairlerinden biri olarak ününü pekiştiren beş şiir kitabı ("Les Orientales", 1829; "Les Feuilles d'automne", 1831; "Les Chants du crépuscule", 1835; "Les Voix intérieures", 1837; ve "Les Rayons et les ombres", 1840) yayınladı. Zamanının çoğu genç yazarı gibi Hugo da, 19. yüzyılda Romantik Akımın ünlü temsilcisi ve Fransa'da edebi alanın önde gelen şahsiyetlerinden olan François-René de Chateaubriand'dan etkilendi. Hatta Hugo gençliğinde Chateaubriand gibi olamayacaksa bir hiç olmaya karar verdi. Hugo'nun hayatı da örnek aldığı kişiyle benzerlikler gösterir. Chateaubriand gibi Hugo da Romantizmin eksikliklerini gidermeye çalıştı, politikaya dahil oldu (genelde bir Cumhuriyet yanlısı olarak) ve siyasi görüşleri nedeniyle sürgün edildi. Tutkusunu ve belagat yeteneğini ilk dönem eserlerine de yansıtan Hugo bu sayede genç yaşında şöhrete kavuştu. İlk şiir derlemesi "Odes et poésies diverses" 1822'de Hugo yalnızca 20 yaşındayken yayınlandı ve ona XVIII. Louis tarafından kraliyet maaşı bağlanmasını sağladı. Şiirlerin spontane coşkusu ve akıcılığı büyük övgü alsa da asıl dört yıl sonra yayınlanan şiir kitabı ("Odes et Ballades") Hugo'nun muhteşem bir şair ve kelime kullanma üstadı olduğunu açıkça ortaya koydu. Victor Hugo'nun kelimenin tam olarak olgun denilebilecek ilk kurgu eseri 1829'da basıldı. Bu eserde Hugo'nun daha sonraki işlerinde de değineceği toplumsal vicdanı keskin bir biçimde inceleniyordu. "Le Dernier jour d'un condamné" ("Bir İdam Mahkumunun Günlüğü") isimli bu roman Albert Camus, Charles Dickens ve Fyodor Dostoyevski gibi yazarlarda derin bir etki bırakmıştır. Fransa'da idam edilen gerçek bir katilin anlatıldığı kısa öykü "Claude Gueux" 1834'de basıldı. Bu hikâye bizzat Hugo tarafından sosyal adaletsizlik üzerine başyapıtı "Sefiller" romanının öncüsü kabul edilir. Hugo'nun ilk romanı "Notre-Dame de Paris" ("Notre Dame'ın Kamburu)" 1831'de basıldığından büyük başarı kazandı ve çabucak Avrupa'daki diğer dillere çevrildi. Eserin etkilerinden biri de Paris şehrini utandırarak romanı okuyan binlerce turistin görmeye geldiği uzun süredir ihmal edilen Notre Dame Katedrali'nin restore edilmesi oldu. Roman ayrıca Rönesans öncesi yapıların da bakıma girmesi konusunda etki etti. Hugo 1830'ların başında toplumsal sefalet ve adaletsizlik hakkında büyük bir eser üzerine çalışmaya başladı. Ama "Sefiller"'i tamamlamak tam 17 yıl sürdü ve roman nihayet 1862'de yayınlandı. Hugo romanının kalitesinin kesinlikle farkındaydı ve yayın hakkını da en yüksek teklife verdi. Belçikalı yayınevi Lacroix and Verboeckhoven o zaman için nadir görülen bir pazarlama kampanyasına girişti. Eser hakkındaki basın bültenleri yayından tam altı ay önce sunuldu. Başlangıç olarak romanın ilk bölümü (""Fantine"") büyük şehirlerde piyasaya sürüldü. Teslim edilen kitaplar bir saat içinde tükendi ve Fransız halkında büyük etki yarattı. Romana yapılan eleştiriler oldukça düşmancaydı. Hippolyte Taine samimiyetsiz bulmuştu, Barbey d'Aurevilly bayağı olduğundan şikayet ediyordu, Gustav Flaubert'e göre de kitapta ne gerçek vardı ne de cesamet, Goncourtlar yapaylıktan dem vuruyordu, Charles Baudelaire gazetede olumlu eleştiriler yazmasına rağmen şahsi olarak "tatsız ve beceriksizce" bulduğunu söylüyordu. Yine de "Sefiller" vurguladığı sorunların Fransa Ulusal Meclisi'nin gündemine girmesini sağlayacak kadar popüler oldu. Dünya çapında tanınan bir roman oldu ve zaman içinde birçok kere sinemaya, tiyatroya ve sahne gösterilerine uyarlandı. Tarihin en kısa mektuplaşmasının Hugo ve yayıncısı Hurst and Blackett arasında geçtiği söylenir. "Sefiller" yayınlandığında Hugo tatildeydi. Kitabın aldığı reaksiyonu merak ederek yayıncısına sadece "?" yazarak bir telegraf gönderdi. Yayıncısı da ona sadece "!" yazarak romanın ne kadar başarılı olduğunu belirtti. Hugo 1866'da yayınlanan bir sonraki romanı "Deniz İşçileri" 'nde toplumsal/siyasi sorunlardan bahsetmeye ara verdi. Buna rağmen kitap (belki de önceki romanı "Sefiller"'in başarısı nedeniyle) ilgiyle karşılandı. Sürgünde 15 yılını geçirdiği Guernsey adasına adadığı bu eserde, insanın denizle mücadelesini ve denizin derinliklerinde saklanan Kalamar hayvanının Paris'te alışılmadık bir şek
ilde moda olunuşunu anlatıyordu. Kalamar yemekleri ve sergilerinden kalamar şapkaları ve partilerine değin Parisliler o zamanlarda pek çok yönden efsanevi olduğu düşünülen bu nadir deniz yaratığının etkisi altına girmişti. Kitabın etkisiyle Guernsey Fransızca'da kalamar anlamında kullanılır oldu. 1869'da basılan bir sonraki romanı "Gülen Adam"'da ("L'Homme Qui Rit") tekrar siyasi ve toplumsal sorunlara döndü. Aristokrasinin eleştirel bir portresinin çizildiği roman önceki eserleri kadar başarılı olamadı ve Hugo kendisini gerçekçi ve natüralist romanlarının ünü kendininkileri aşan Gustave Flaubert ve Emile Zola ile arasındaki farkın açılmaya başlaması konusunda eleştirmeye başladı. Son romanı "Doksan Üç" ("Quatre-vingt-treize") 1874'te yayınlandı ve Hugo'nun daha önce uzak durduğu bir konu olan Fransız Devrimi'nde meydana gelen Terör Dönemi'ni ele alıyordu. Kitap yayınlandığı zaman Hugo'nun itibarının zedelese de şimdilerde daha fazla bilinen eserleri kadar değerli olduğu düşünülür. Üç başarısız girişimden sonra nihayet 1841'de Fransız Akademisi'ne seçilebildi. Bir grup Fransız akademisyen, özellikle de Etienne de Jouy, "Romantik Devrime" karşı mücadele ediyordu. Hugo'nun akademiye seçilmesini de geciktirmişlerdi. Hugo daha sonra giderek Fransız siyasetinin içine daha fazla girmeye başladı. 1841'de Kral Louis-Philippe tarafınan asilzadeliğe yükseltildi. Ölüm cezası ve toplumsal adaletsizliğe karşı çıkıp Polonya'nın bağımsızlığını ve basın özgürlüğünü savunacağı Soylular Meclisi'ne girdi. Cumhuriyetçi hükümetin destekçisi olup, 1848 Devrimleri ve İkinci Cumhuriyetin kuruluşunu takiben Anayasa Meclisi ve Yasama Meclisi'ne seçildi. Louis-Napolyon (III. Napolyon) 1851'de askeri darbe yapıp gücü ele geçirince anti-parlamenter bir anayasayı yürürlüğe koydu. Bunun üzerine Hugo da onu vatana ihanetle suçladı. Önce Brüksel'e ardından Kraliçe Victoria'yı eleştiren bir gazeteyi savunduğu için sınırdışı edildiği Jersey'e, son olarak da 1855 Ekim'inden 1870'e kadar kalacağı Guernsey'in başkenti Saint Peter Port'a ailesi ile birlikte taşındı. Sürgündeyken III. Napolyon'a karşı "Napoléon le Petit" ve "Histoire d'un crime" adlı ünlü hicivlerini yayınladı. Hicivler Fransa'da yasaklandı ama buna rağmen etkileri büyük oldu. Guernsey'de sürgünde olduğu sırada aralarında "Sefiller"'in de olduğu en iyi romanlarını ve oldukça beğenilen üç şiir kitabını ("Les Châtiments", 1853; "Les Contemplations", 1856; ve "La Légende des siècles", 1859) yayınladı. İngiliz hükümetini terörist faaliyetlerden hüküm giymiş altı İrlandalıyı bağışlama konusunda ikna etti. Bu hareketiyle ölüm cezasının Cenova, Portekiz ve Kolombiya anayasalarından çıkarılmasına katkıda bulundu. Ayrıca Benito Juárez'e I. Maximiliam'ı bağışlaması için ikna etmeye çalışsa da başarılı olamadı. Ayrıca arşivinden çıkan bir mektupta ABD'ye gelecekteki itibarının zedelenmemesi için John Brown'ın hayatının bağışlanması gerektiğini yazdıysa da, mektup Brown infaz edikten sonra yerine ulaşabildi. III. Napolyon 1859'da bütün siyasi sürgünler için genel af ilan etse de, Hugo bunun hükümete karşı eleştirilerinde daha yumuşak olmasına sebebiyet vereceğini düşünerek dönmeyi reddetti. III. Napolyon düşüp Üçüncü Cumhuriyet ilan edildiğinde nihayet 1870'te vatanına döndü ve çabucak Ulusal Meclise seçildi. 1870'te şehrin Prusya tarafından kuşatıldığı sırada Paris'teydi. Halka yemeleri için Paris hayvanat bahçesindeki hayvanlar veriliyordu. Kuşatma uzadıkça yemekler de azalıyordu. Hugo günlüğünde bilmediği şeyleri yemek zorunda kaldığını yazıyordu. Sanatçıların hakları ve telif hakkı hakkında duyduğu endişe sebebiyle Uluslararası Edebiyat ve Sanat Derneği'ni kurdu. Bu dernek Edebi ve sanatsal eserlerin korunmasına dair Bern Konvansiyonu'nun da önünü açtı. Yine de Pauvert tarafından yayınlanan arşivlerinde "Her sanatta iki yaratıcı vardır; karışık duyguların sahibi insanlar ve bu duyguları tercüme eden sanatçılar, ve böylece insanlar sanatçıların kendi duygularına bakış açılarını takdir ederler. Yaratıcılardan biri öldüğünde verilen imtiyazlar diğerine geri dönmeli, yani halka" şeklinde görüşünü açıklıyordu. 1870'te Paris'e döndüğünde Hugo halk tarafından ulusal bir kahraman olarak selamlandı. Popüleritesine rağmen 1872'de Ulusal Meclise giremedi. Kısa bir zaman zarfı içerisinde hafif bir felç geçirdi, kızı Adèle akıl hastanesine kapatıldı (hayat hikâyesi "(The Story of Adele H." filmine ilham kaynağı oldu) ve iki oğlu öldü. Karısı Adèle de 1868'de ölmüştü. Kendi ölümünden iki yıl önce 1883'te sadık metresi Juliette Drouet öldü. Kişisel kayıplarına rağmen yine de siyasetin içinde yer aldı. Yeni oluşturulan senatoya 30 Ocak 1876'da seçildi. Siyasi kariyerinin son demleri başarısızlıklarına sahne oldu. Partisiyle pek uyumsuzdu ve kısa sürede senatodan ayrıldı. 27 Haziran 1878'de hafif bir felç geçirdi. Şubat 1881'de 79. doğumgününü kutladı. Sekseninci yaşı için kutlamalar yapıldı. Kutlamalar Şubatın 25'inde Hugo'ya bir Sèvres vazosu hediye edilmesiyle başladı. Ayın 27'sinde ise Fransa tarihnin en büyük geçit törenlerinden biri yapıldı. Gösteriler yaşadığı yer Avenue d'Eylau'dan başlayıp Paris'in merkezine kadar yayıldı. Geçit törenindeki yürüyüşçüler evinin penceresinde oturan Hugo'nun onuruna altı saat yürüdü. Törendeki her santim ve detay Hugo içindi; resmi rehberler bile "Sefiller"'deki Fantine'nin şarkısına bir gönderme olarak peygamberçiçeği takmışlardı. Ayın 27'sine gelindiğinde Avenue d'Eylau'nun adı Avenue Victor-Hugo olarak değiştirildi. Yazara gönderilen mektuplarda bile artık « Bay Victor Hugo'ya, Onun Paris'teki caddesine » şeklinde adres belirtiliyordu. Victor Hugo 22 Mayıs 1885'te 83 yaşındayken zatürreden öldü. Ülkeye bir yas havası hakim oldu. O sadece saygı duyulan önemli bir edebi figür değil aynı zamanda Fransa'da Üçüncü Cumhuriyet'e ve demokrasiye yön veren bir devlet adamıydı. Zafer Takı'ndan gömüleceği Panthéon'e kadar götürüldüğü Paris'teki cenaze törenine iki milyondan fazla insan katıldı. Hugo, Panthéon'da Alexandre Dumas ve Émile Zola gibi önemli yazarlarla aynı yerde yatıyor. Fransa'da pek çok büyük yere onun adı verildi. Hugo ölmeden önce arkasında son sözleri olarak yayınlanacak beş cümle bıraktı; Bilim ve teknoloji tarihi Bilim ve teknoloji tarihi, teknoloji, bilimin, pratik yaşam gereksinimlerinin karşılanmasına ya da insanın çevresini denetleme, biçimlendirme ve değiştirme çabalarına yönelik uygulamaları. Yunanca tekhne (sanat, zanaat) ve logos (bilgi, söz, sözcük) sözcüklerinden oluşturulan teknoloji terimi, Antik Yunanistan'da "bilgiden gelen zanaat" anlamına geliyordu. Zaman içinde anlamı değişen sözcük, bilimsel araştırmalardan elde edilen somut ve yararlı sonuçları ve bunlara ilişkin araç, yöntem ve süreçlerin bütününü ifade eden bir anlam kazanmıştır. Teknik, temel olarak alet yapımı ve alet kullanarak sonuç alma yöntemleri anlamına gelir. Alet yapma yeteneği, insan türünü Öteki canlılardan ayıran temel niteliktir. Bu niteliği nedeniyle insan, en başından beri teknoloji üreten bir varlıktır ve teknolojinin tarihi insanlığın tüm gelişimini içerir. Kısa bir tanım getirilirse bilim tarihi: sistematize edilmiş pozitif bilginin betimlenmesi ve açıklanmasıdır. 18'inci yüzyıldan itibaren, Giovanni Battista Vico, Montesquieu ve Voltaire gibi tarihçiler ile tarih kavramı gittikçe daha kapsmlı bir hale geldi. Önceleri çoğunlukla siyasi ve askeri tarihle meşgul olunurken sanat, edebiyat, din ve ekonomi tarihlerine de ilgi gösterildi. Bu dönemde siyasi tarih, kültür tarihi denebilecek geniş bir şekle dönüştü. Bu dönemde Daniel LeClerc (1652-1722),Albrecht von Haller (1708-1777), J.C.Barkhausen (1666-1723), J.C.Heilbronner (1706-yaklaşık 1747), Gotthelf Köstner (1719-1800), Joseph Priestly (1733-1804), Adam Smith (1723-1790), Olaf Celsius (1670-1756)Jean Sylvain Bailly (1736-1793) gibi öncü bilim tarihçileri vardır. Bilim tarihçiliğini kamuoyuna mal eden kişi Fransız düşünür Auguste Comte'dur. Cours de Philosophie Positive (1830-1842) adlı kitabında bilim tarihçiliğini tartışır. Antoine Augustin Cournot ve Paul Tannery Comte'un görüşlerini ilerletir. Boğaziçi Üniversitesi Boğaziçi Üniversitesi ya da kısaca BOUN, İstanbul, Türkiye'deki bir devlet üniversitesi. 16 Eylül 1863'te Cyrus Hamlin ve Christopher Robert tarafından Robert Kolej adıyla kuruldu. Yüz yılı aşkın bir süre bu adla bugünkü Güney Kampüsü'nde eğitim verdikten sonra, üzerinde bağımsız bir üniversite kurulması için 10 Eylül 1971'de Türkiye Hükûmeti'ne devredilerek Boğaziçi Üniversitesi adını aldı. Günümüzde toplam 1.672.106 m'lik alana sahip olan ve altı yerleşkesi bulunan Boğaziçi Üniversitesi, İngilizce eğitim verir. Boğaziçi Üniversitesi, Lisans Yerleştirme Sınavı'nda en yüksek puanları alan öğrenciler tarafından tercih edilen üniversitelerden biri olmuştur. Örneğin; 2006, 2007 ve 2009 yıllarında, ÖSS'de tüm puan türlerinde en fazla tercih edilen üniversiteler kategorisinde 1. olmuştur. Amerikalı eğitimci ve mimar Cyrus Hamlin ile Amerikalı tüccar Christopher Rheinlander Robert, 16 Eylül 1863'te bir araya gelerek Bebek'te Robert Kolej adıyla bir kolej açtı. Bu kolej, ABD dışındaki ilk Amerikan koleji olarak kayıtlara geçti ve eğitime dört erkek öğrenciyle eski ahşap bir binada başladı. Kuruluş aşamasında Robert, mali problemlerle ilgilenirken ilk başkan seçilen Hamlin ise ABD'den kaynak sağladı. Kolejin Yönetim Kurulu, herhangi bir ayrım yapılmaksızın tüm öğrencilerin derslere kabul edilmesini ve eğitimin İngilizce verilmesi kararlaştırıldı. 20 Aralık 1868'de Rumeli Hisarı'nda okul binası inşa edilmesi amacıyla Osmanlı Padişahı Abdülaziz'den izin alındı. Bugün Güney Kampüs adıyla anılan Bebek'teki ana kampüste ilk binanın inşası 5 Temmuz 1868'de başlayıp 17 Mayıs 1871'e kadar sürdü. Robert Kolej'in bu ilk binasına Hamlin Hall adı verildi. Erkeklere eğitim veren Robert Kolej'i, aynı yıl kızlara eğitim vermesi için Gedikpaşa'da açılan Amerikan Kız Koleji takip etti. Hamlin Hall'ün açılışını başkan evi olarak 1891'de açılan Kennedy Lodge, hazırlık binası olarak 1902'de açıl
an Theodorus Hall, spor salonu olarak 1904'te açılan Dodge Hall, 1906'da açılan Washburn Hall, 1913'te açılan Anderson Hall ve dispanser olarak 1914'te açılan Sloane Hall izledi. Böylece Güney Kampüs'te yer alan tarihi binaların inşası I. Dünya Savaşı'na kadar tamamlandı. Binaların yapımında bu kampüste bulunan ocaktan çıkarılan mavi kireçtaşı kullanıldı. Bağışlarla gelişen Robert Kolej, 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı öncesi ve sonrasında birçok finansal sıkıntı yaşadı. 1932'de Paul Monroe, aynı anda hem Robert Kolej'in hem de Amerikan Kız Koleji'nin başına geçen ilk kişi oldu. Böylece iki okul da aynı kişinin idaresine girdi. 1935'te ilk Türk müdür Hüseyin Pektaş başa geldi. 1957'de kolej yüksekokula dönüştürüldü. İki yıl sonra Robert Kolej ve Amerikan Kız Koleji tek bir mütevelli heyet tarafından idare edilmeye başladı. 1960'lı yıllara gelindiğinde yöneticiler, iki koleji birleştirip karma eğitim veren bir okul hâline getirmeyi düşünmeye başladı. Bununla birlikte bugün Güney Kampüs olan alanın tamamen Türkiye hükûmetine bırakılması fikirleri gelişti. 26 Ocak 1971'de Yönetim Kurulu, Robert Kolej'in üzerinde Boğaziçi Üniversitesi adıyla bağımsız bir üniversite kurulması için Türkiye hükûmetini teşvik eden önergeyi kabul etti. Ağustos'ta Türkiye Büyük Millet Meclisi okulun devlete geçişi hakkındaki maddeleri görüşmeye başladı, bazı milletvekilleri okulun adının Boğaziçi Üniversitesi yerine Fatih Üniversitesi olması fikrini öne sürse de bu fikir kabul görmedi. Aynı ay kabul edilen kanun tasarısıyla birlikte Boğaziçi Üniversitesi'nde üç yıllık bir geçiş sürecinin ardından Türkiye'de kabul edilen üniversiteler kanununa göre eğitim verilmeye başlanması kararlaştırıldı. 10 Eylül'de, günümüzde Güney Kampüs olan 118 dönümlük alan binalar, kütüphane ve laboratuvarlarıyla birlikte resmen Türkiye'ye devredilerek Boğaziçi Üniversitesi adıyla kamulaştı. Aynı ay Robert Kolej ile Amerikan Kız Koleji birleşerek aynı adla Arnavutköy'de karma eğitim vermeye başladı. Aptullah Kuran, Boğaziçi Üniversitesi'nin ilk rektörü seçildi. 20 Eylül'de üniversite yeni adıyla ilk derslerine başladı. Boğaziçi Üniversite'nin beşi Avrupa Yakası'nda ve biri Anadolu Yakası'nda olmak üzere toplam altı kampüsü vardır. Bu kampüsler toplamda 1,672,106 m'lik bir alanı kaplar. Güney Kampüs, üniversitenin ana kampüsüdür ve büyük kısmı 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın başında yapılan binalardan oluşur. Bebek, Beşiktaş'a kurulmuştur. 118 dönümlük bir alanı kaplar. 1. Erkek Yurdu (Hamlin Hall); 1. Kız Yurdu (Zeynep-Ayşe Birkan Kız Yurdu ya da Theodorus Hall); konferanslarda, konserlerde, başta öğrenciler ya da öğretmenlerin yaptığı çeşitli toplantılarda kullanılan 487 kişi kapasiteli Albert Long Hall; fen-edebiyat fakültesinde yer alan çeşitli bölümlerin derslerinin verildiği Anderson Hall; Bilgi İşlem Merkezi; finansal ofis, iletişim ofisi, iş ofisi, kayıt işleri ofisi ve postaneden oluşan Yönetim Binası ya da diğer adıyla Gates Hall; Hülya Bozkurt Güzel Sanatlar Atölyesi; Kurumsal İletişim Ofisi; Öğrenci Dekanlığı; Mezunlar Derneği (BÜMED); Mithat Alam Film Merkezi; bir spor salonu ve tiyatro içeren Öğrenci Faaliyetleri Binası; Öğretim Üyeleri Merkezi (Kennedy Lodge); 1963'te inşa edilen ve mühendislik fakültesi olarak kullanılan Perkins Hall; sosyoloji ve psikoloji derslerinin görüldüğü Sloane Hall; Üniversite Kültürel Miras Müzesi; rektör, rektör yardımcıları, genel sekreter ofisi ile personel, araştırma ve planlama ofislerinden oluşan 1932'de inşası tamamlanan Van Millingen Kütüphanesi; iktisadi ve idari bilimler fakültesinin derslerinin görüldüğü Washburn Hall ile Yönetim Ofisleri üniversitenin Güney Kampüs'te yer alan birimleridir. Kuzey Kampüs, Hisar Kampüsü ve Uçaksavar Kampüsü üniversitenin Bebek'teki diğer kampüsleridir. Kuzey Kampüs'te merkezi kütüphane koleksiyonlarını içeren Abdullah Kuran Kütüphanesi; Eğitim Fakültesi Binası; YADYOK Hazırlık Birimi; Mesleki Çalışmalar Yüksekokulu'nun elektronik laboratuvarları, üniversitenin yayınevine ait ofisleri ile matbaayı içeren Eğitim Teknolojileri Binası ve öğretim üyelerinin ofisleri, seminer odaları ile laboratuvarlardan oluşan Fen ve Mühendislik Binası ya da diğer adıyla Kare Blok Kuzey Kampüs'te yer alır. Kare Blok'ta bulunan laboratuvarlar bilgisayar mühendisliği, elektrik ve elektronik mühendisliği, fizik, inşaat mühendisliği, kimya, kimya mühendisliği, moleküler biyoloji ve genetik, makine mühendisliği ile nükleer mühendislik laboratuvarlardır. Kuzey Kampüs'te ek derslik ihtiyacına çözüm olması için inşa edilen Yeni Bina (New Hall), dört yurt ve bir kitabevi de bulunur. Üç ana binası olan Hisar Kampüsü, 1990'da açılmıştır. 7,924 m alana sahiptir ve içinde bir spor tesisinin yanı sıra Çevre Bilimleri Enstitüsü ve Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu bulunur. Uçaksavar Kampüsü'nde görevliler için lojmanlar, öğrenciler için bir yurt, Garanti Kültür Merkezi, kapalı spor salonu ve stadyum vardır. Sarıtepe Kampüsü, Kilyos'ta Karadeniz kıyısında yer alır. 1,272,600 m alana sahip olan bu kampüs sadece hazırlık öğrencileri içindir, YADYOK ve üç yurdun yanı sıra bir sosyal tesis içerir. 2014'ün sonundan bu yana üniversiteye ait rüzgâr santrali ile elektrik ihtiyacını karşılar ve bu özelliğe sahip ilk üniversite olarak kayıtlara geçmiştir. Ayrıca burada üniversitenin mezunlar derneğinin işlettiği Burc Beach adlı bir plaj da vardır. Kampüs arazisi 1985'te üniversiteye katılsa da buradaki ilk derslere 2002-2003 akademik yılında başlanmıştır. İyileştirme çalışmalarına rağmen kampüsün İstanbul'un sık nüfuslu alanlarına uzaklığı ve buna bağlı olarak gelişen ulaşım sorunları Kilyos'ta okuyan öğrencilerin birçok kez eylem yapmasına sebep olmuştur. Kandilli Kampüsü, Kandilli Rasathanesi'nin 1982'de Boğaziçi Üniversitesi'ne bağlanmasıyla oluşmuştur ve rasathaneye bir de Deprem Araştırma Enstitüsü eklenmiştir. Üniversitenin Anadolu Yakası'ndaki tek kampüsüdür ve Kandilli, Üsküdar'da yer alır. Boğaziçi Üniversitesi'nde demokratik, katılımcı, özerk ve özgürlükçü üniversite yönetim modeli uygulanır. Üniversite Yönetim Kurulu ve Üniversite Senatosu yönetimde en fazla söz sahibi olan birimlerdir. Yönetim kurulu rektör ve yardımcıları dahil olmak üzere yirmi bir kişiden oluşurken senato, yine rektör ve yardımcıları dahil olmak üzere on dört kişiden oluşur. Bu iki birim tarafından 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu kapsamında katılımcı bir sistem sağlayabilmek için birçok komisyon ve kurul oluşturulmuştur. Akademik yönetim ise dört fakülte dekanı, altı enstitü müdürü, üç yüksekokul müdürü, otuz bir bölüm başkanı ile yirmi altı uygulama ve araştırma merkez müdürü tarafından sağlanır. Rektör, üniversitenin baş yöneticisidir ve Yükseköğretim Kurulu kuralları gereğince görev süresi dört yıldır. Şu anki rektör Mehmed Özkan, önceden yapılan seçimlere aday olmaksızın Kasım 2016'da YÖK'ün önerisiyle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından doğrudan atanarak göreve geldi. Temmuz 2016'daki seçimlerde %86 oy alarak üniversite tarihinin en yüksek oy oranıyla tekrar seçilen önceki rektör Gülay Barbarosoğlu, geçen dört aylık süre içinde göreve atanmamış ve Ekim'de hükûmet partisi AK Parti, olağanüstü hâl kapsamında çıkardığı kanun hükmünde kararname ile üniversitelerdeki rektörlük seçimlerini kaldırmıştı. Rektörlüğe bağlı yirmi üç birim vardır: Araştırma-Planlama-Koordinasyon Şube Müdürlüğü, Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi, Bilimsel Araştırma Projeleri Mali Koordinatörlüğü, Bilimsel Araştırma Projeleri Satınalma Şube Müdürlüğü, Bilimsel Araştırma Projeleri İdari Koordinatörlüğü, Burs Ofisi Koordinatörlüğü, Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü, Engelliler Birimi Danışmanlığı, ERASMUS Kurumsal Koordinatörlüğü, İç Denetim Birimi Başkanlığı, İnsan Kaynakları Geliştirme Birimi Koordinatörlüğü, Kurumsal İletişim Ofisi, Kandilli Kampüsü İdari ve Teknik Koordinatörlüğü, Kilyos Sarıtepe Kampüsü Koordinatörlüğü, Lise Tanıtım Koordinatörlüğü, Mezunlar Ofisi Koordinatörlüğü, Öğrenci Faaliyetleri Koordinatörlüğü Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı Kurum Koordinasyon Ofisi İdari Koordinatörlüğü, Özel Kalem, Spor Koordinatörlüğü, Stratejik Planlama Koordinatörlüğü, Teknoloji Transfer Ofisi, Uluslararası İlişkiler Koordinatörlüğü ve Yaz Dönemi Koordinatörlüğü. Boğaziçi Üniversitesi'nde 2014 rakamlarıyla 11,417 lisans ve 4,267 lisansüstü olmak üzere 15,684 öğrenci okumaktadır. Bu sayının 7511'i kadınken 8173'ü erkektir. Buna ek olarak Türkiye dışındaki yaklaşık 75 ülkeden gelen 755 öğrenci de bulunmaktadır. Boğaziçi, ÖSYS sonucunda öğrenci alır ve Türkiye'nin ÖSYS'deki tüm puan türlerinde en yüksek puanla öğrenci alan devlet üniversitedir. Her yıl 1500'ün üzerinde öğrenci okula kabul edilir, 2015 yılında 1891 öğrenci kabul edilmiştir. Aynı yıl ÖSYS'deki tüm puan türlerinde ilk bine giren öğrencilerden 667'si Boğaziçi Üniversitesi'ni tercih ederek önceki yıl 623 olan bu sayıyı yükseltmiştir. Okulu kazanan öğrencilerden %48'i birinci tercihine, %20'si ikinci tercihine ve %12'si üçüncü tercihine Boğaziçi'ni yazarak yerleşmiştir. Boğaziçi Üniversitesi'nde eğitim dili İngilizcedir. Bu yüzden yeni kazanan öğrencilerden belirli bir İngilizce bilgisine sahip olduklarını Üniversite Senatosu tarafından kabul edilen bir sınavla kanıtlamaları gerekir. Öğrencilerin İngilizce seviyelerini belirlemek amacıyla YADYOK tarafından İngilizce Yeterlik Sınavı (BUEPT/BÜYES) ve Düzey Belirleme Sınavı (DBS) yapılır. Yeni kayıt yaptıran tüm öğrencilerin Düzey Belirleme Sınavı'na girmeleri zorunluyken İngilizce Yeterlik Sınavı'na girmek öğrencinin isteğine bağlıdır. Yeterlik Sınavı'ndan en az C alanlar hazırlık eğitimi görmeksizin bölümlerinde eğitim görmeye başlar. Bu sınava girmeyenler ya da girdiği hâlde yeterli notu alamayanlar ise Düzey Belirleme Sınavı sonucundaki puanlarına göre hazırlık eğitimine alınır. Boğaziçi Üniversitesi'nin tam zamanlı 449 öğretim üyesi, 89 öğretim görevlisi, 79 Türk uyruklu olmayan öğretim elemanı, 322 araştırma görevlisi ve 984 idari personeli vardır. Okulda dört fakülte, iki yüksekokul, altı enstitü bulunur ve bunların içinde 32 lisans, 56 yü
ksek lisans ve 32 doktora programı vardır. En az ilk dört yarıyılı başarıyla tamamlayıp lisans öğrenimini tamamlamadan üniversiteden ayrılanlara başvurmaları hâlinde önlisans diploması verilir. Sekiz yarıyıllık bir programı başarıyla tamamlayanlara ise ilgili oldukları bölümden lisans diploması verilir. Yüksek lisansını başarıyla tamamlayanlara ve derslerini başarıyla tamamlayıp doktora tezini kabul ettirenlere ise sırasıyla ilgili enstitü müdürü ile rektörün imzalarını taşıyan yüksek lisans diploması ve doktora diploması verilir. Ayrıca okul, öğrencilerine çift anadal programı seçeneği de sunar. Boğaziçi Üniversitesi, birçoğu ABD ve Avrupa'da olmak üzere 500'ün üzerinde üniversiteyle karşılıklı değişim anlaşması imzalamıştır ve 2004'ten beri Erasmus'un bir parçasıdır. Bu kapsamda Türkiye dışına eğitim için 1200 öğrenci yollayabilecek kapasiteye sahiptir ve 2013-2014 öğretim yılında yaklaşık 500 öğrencisini Türkiye dışına yollamıştır. Değişim programlarına katılan öğrenciler, gittikleri okuldaki öğrenim harcından muaftır ve kendilerine maddi destek sağlanmaktadır. Okul ayrıca Akdeniz Üniversiteler Birliği (UNIMED), Avrupa Mühendislik Eğitimi Birliği (SEFI), Avrupa Üniversiteler Birliği (EUA), Karadeniz Üniversiteler Ağı (BSUN), Magna Charta Universitatum, Uluslararası Üniversiteler Birliği (IAU) VE Utrecht Ağı kuruluşlarının üyesidir. Boğaziçi Üniversitesi'nde Eğitim Fakültesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ile Mühendislik Fakültesi olmak üzere toplam dört fakülte bulunmaktadır. 1982'de kurulan Eğitim Fakültesi'nde beş bölüm vardır: Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Eğitimi Bölümü; Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık dalında dersler görülen Eğitim Bilimleri Bölümü; Fen Bilgisi Öğretmenliği, İlköğretim Matematik Öğretmenliği ve Okul Öncesi Öğretmenliği dallarında dersler verilen İlköğretim Bölümü; Fizik Öğretmenliği, Kimya Öğretmenliği ve Ortaöğretim Matematik Öğretmenliği dallarında derler verilen Ortaöğretim Fen ve Matematik Alanları Eğitimi Bölümü ile İngilizce Öğretmeni yetiştirmeyi amaçlayan Yabancı Diller Eğitimi Bölümü. En fazla bölümü bünyesinde barındıran Fen-Edebiyat Fakültesi'nde şu bölümler yer alır: Batı Dilleri ve Edebiyatları, Çeviribilim, Dilbilim, Felsefe, Fizik, Kimya, Matematik, Moleküler Biyoloji ve Genetik, Psikoloji, Sosyoloji, Tarih ile Türk Dili ve Edebiyatı. Başta 1958'de İş İdaresi ve Ekonomi adıyla kurulan ve 1971'de İdari Bilimler Fakültesi adını, 1982'de günümüzdeki adını alan İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nde Ekonomi, İşletme, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümleri bulunurken Mühendislik Fakültesi'nde Bilgisayar Mühendisliği, Elektrik-Elektronik Mühendisliği, Endüstri Mühendisliği, İnşaat Mühendisliği, Kimya Mühendisliği ile Makine Mühendisliği bölümleri yer alır. Müendislik Fakültesi'nde yer alan tüm bölümler ABET akreditasyonu almıştır. Ayrıca doğrudan rektörlüğe bağlı olan iki bölüm de vardır: Beden Eğitimi ve Güzel Sanatlar. Fakültelerin yanı sıra Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu ve Yabancı Diller Yüksekokulu adlarını taşıyan iki yüksek okul bulunmaktadır. İlkine Turizm İşletmeciliği, Uluslararası Ticaret ile Yönetim Bilişim Sistemleri bölümleri dahilken, ikincisine İleri İngilizce, İngilizce Hazırlık ile Modern Diller birimleri dahildir. Okulda Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü, Çevre Bilimleri Enstitüsü, Fen Bilimleri Enstitüsü, Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü, Konfüçyüs Enstitüsü ile Sosyal Bilimler Enstitüsü adlarını taşıyan yedi enstitü de bulunmaktadır. Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi, okulun kurulduğu tarihten bu yana gelişen bir koleksiyona sahiptir. Kütüphanenin ilk kitapları 1863'te Harvard Üniversitesi'nden bağış olarak gelen 200 adet kitaptır. Günümüzde Kuzey Kampüs'te hizmet veren kütüphane binası 1983'te açılmıştır ve binaya kurucu rektör Aptullah Kuran'ın adı verilmiştir. Kütüphane, yaklaşık 663,982 materyal barındırır ve 10 bin metre alanda 1000 kişilik oturma kapasiteli açık raf sistemine göre çalışan akademik bir kütüphanedir. Günde ortalama olarak 4500 kişi giriş yapmakta, 660 kitap ödünç verilmekte, 35 kitaba ayırtma işlemi yapılmakta, elektronik ders materyallerinden 192, veritabanlarından 3.550 makale ve kitap okunmaktadır. Her yıl yaklaşık 10,000 yeni kitap satın alma yoluyla, 15,000 kitap da bağış olarak koleksiyona katılmaktadır. Kütüphanede bulunan koleksiyonlar şunlardır: Genel Koleksiyon, Referans Koleksiyonu, Yakın Doğu Koleksiyonu, Süreli Yayınlar Koleksiyonu, Nadir Eserler Koleksiyonu, Görsel İşitsel Koleksiyon ve Braille Koleksiyonu. Üniversitenin ayrıca Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi adıyla faaliyet gösteren bir yayınevi de bulunmaktadır. 1962 yılında elektrik-elektronik mühendisliği ve bilgisayar mühendisliği öğrencilerinin kişisel ve akademik gelişimlerine destek olmak amacıyla Boğaziçi Üniversitesi bünyesinde kurulmuş öğrenci kulübü. BUEC, aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi'nin IEEE Öğrenci Kolu'nu temsil etmektedir. Kulüp, elektrik-elektronik mühendisliğinin çeşitli dallarını Boğaziçi Üniversitesi'nde tanıtmayı ve sevdirmeyi kendisine misyon edinmiştir. BUEC, elektrik-elektronik mühendisliği odaklı bir öğrenci kulübü olmasına rağmen, gerek üyeleri gerekse organizasyon katılımcıları arasında birçok farklı bölümden öğrenciyi barındırmaktadır. BETA Sektör Günleri, kulübün geleneksel ve en geniş kapsamlı etkinliğidir. BETA (Biomedical tech, Energy, Telecommunication, Automotive) geçen yıllarda da kulübün düzenlediği Biyomedikal Günleri ve CONNEXT Telekomünikasyon Günleri etkinliklerimizin birleştirilmesiyle son halini almıştır. Etkinliğin öncelikli amacı yeni teknolojileri ve çalışmaları yetkin sektörlerden öğrenerek öğrencileri sektördeki gelişmelerden haberdar etmektir. Ayrıca öğrencilerin yöneleceği dalı karşılaştırma yaparak seçmelerine yardımcı olmaktır. Geçen yıllarda etkinliğe Apple, Mercedes-Benz, Siemens, Philips, Ford, AVL, ABB, Microsoft ve Vodafone gibi Türkiye’de kendi sektörlerine yön veren şirketler katılmıştır. Etkinlik kapsamında konuşmalar, söyleşiler, workshoplar, ofis ve fabrika gezileri yapılmaktadır. BUEC, bu etkinlik ile enerji sektörünün Türkiye'de ve dünyada ilerleyişinden yeni ve verimli enerji üretme yöntemlerine kadar geniş bir kapsamda enerji sektörünü önde gelen firmalarla beraber geleceğin seçkin mühendislerine tanıtmayı amaçlamaktadır. Geçtiğimiz senelerde kulüp tarafından “Enerji Günleri” ismiyle gerçekleştirilen etkinlik artık genişletilmiş kapsamı ve yenilenmiş vizyonuyla “Boğaziçi Enerji Zirvesi” adı altında yürütülmekte. Etkinlikte, dünyada ve Türkiye’de enerji alanında fark yaratan öncü ve lider firmaları, Türkiye’nin enerji politikalarına yön veren isimleri, ülkemizin en iyi üniversitelerinden gelen akademisyen ve öğrencileri bir araya gelmektedirler. Günümüz bilim ve teknoloji dünyasında kariyerlerine devam eden kadınların erkeklere oranla oldukça az olduğu göze çarpmaktadır. Bilim ve Teknolojide Lider Kadınlar bu dünyayı bir de kadınların gözünden görmek ve gelecekte bilim ve teknoloji alanında çalışmak isteyen kadınları cesaretlendirmek amacıyla yola çıkarak düzenlenen bir etkinliktir. Robotikle ilgilenen gençleri desteklemek ve bu alandaki bilgilerine katkıda bulunmak amacıyla düzenlenen bir etkinliktir. Lise ve üniversite öğrencilerine yönelik robot yarışması ile robotik ve otomasyon sektörünün tanıtılması olmak üzere iki kısımdan oluşur. Öğretim yılı boyunca her ay, bir Boğaziçi Üniversitesi mezunu kulübe davet edilir. Mezunlarımız, soru-cevap tarzında ilerleyen sohbetlerde gelecek planlamasına yönelik birbirinden farklı bakış açılarıyla üyelere faydalı olmaktadırlar. Latin alfabesi Latin alfabesi veya Roma alfabesi, antik Roma tarafından Latince yazmak için kullanılan yazı sistemidir. Latin alfabesi, görsel olarak Eski Yunan alfabelerine benzerdir. Eski Yunan alfabesi ise aslen günümüz modern alfabelerin temeli olan Fenike alfabesinden türemiştir. Roma'nın erken dönemlerinde Etrüksler tarafından kullanılan Cumae Grek alfabesi zamanla Etrüsk alfabesine evrimleşmiş, Romalılar bu alfabeyi benimseyerek geliştirmişlerdir. Latin alfabesinde 23 harf bulunur. Alfabeyi oluşturan büyük ve küçük harfler, sırasıyla aşağıdaki biçimde yazılır. Latin alfabesi şu anda dünyada en yaygın kullanılan alfabedir. Latin alfabesini kullanan ilk dil Eski Latincedir. Günümüzde Latince olarak bilinir. Türklerin kullandığı yazı sistemleri arasında, bir din-inanç sistemi yoluyla seçilmemiş tek yazı türü olması bakımından ayrı bir yere sahip olan Latin alfabesinin, Türkler tarafından yaygın ve resmî olarak ilk kullanımı 1920’li yıllarda gerçekleşmiştir. Türkiye’de 3 Kasım 1928’de gerçekleşen Yazı Devrimi öncesinde, Kafkasya ve Sibirya bölgesine Azerbaycan ve Yakut Türkleri, Latin alfabesini kullanan ilk Türk toplulukları olmuştur. Azerbaycan’ın Latinleştirme yolundaki girişimlerinden önce, Mart 1917’de ünlü dil bilimci S. A. Novgorodov tarafından düzenlenen Latin alfabesi temelli Yakut Türk yazısı 1917’de Yakutsk’ta yayımlanmıştır. Latin alfabesinin tarihi M.Ö 7. yüzyılda Romalı'ların Yunan alfabesini örnek almalarıyla başlar. Batı Yunan alfabesinden 4 harfi çıkararak Etrüsk alfabesinden F ile S almıştı. Doğu Yunan alfabesinden Z ile Y almıştı ve G harfi icat edildi. Latinizasyon (Romanizasyon) tabiri genel olarak Latin alfabesi dışındaki ses sitemlerinin Latin Alfabesine çevrilmesini ifade eder. Latin alfabesine çeviri yapılırken bu uygulamaların hiçbirisinde (fonetik alfabeler hariç) ortak bir uygulama geliştirilememiştir. Çünkü her ülke kendi harflerini esas alan bir çeviri sistemi benimsemiştir. Fakat yine de ana hatlarıyla genel kabul görmüş bazı sesler ve simgeler tercih edilmeye başlanmıştır. Örneğin Türk Devletleri arasında Uniform Türk Alfabesi esas alınarak yapılan bir işaret sistemi büyük oranda geliştirilmiş durumdadır. Fakat yine de çeşitli ülkelerin sesleri simgelerken kullanıdıkları harflerin değişik olması nedeniyle farkılılıklar ortaya çıkmaktadır. Türkçede kullanılm
ayan sesler (aslında söyleyişte mevcut olduğu halde harf olarak bulunmayan sesler de dahil olmak üzere) aşağıda belirtilmiştir. Latinize harfler Farsça, Arapça ve Kiril alfabelerinde yer alan temel seslerin karşılığıdır. Ortak Türkçe Alfabe (veya Uniform Türk Alfabesi, Biçimlendirilmemiş Türki Abece) - 1930'lu yılların başında Sovyetler Birliği içindeki Türk topluluklarının alfabelerini ortak bir yazı sistemi ile Latin alfabesine çevirebilmek amacıyla oluşturulan ve asal sesleri gösteren alfabedir. Uniform sözcüğü "Evrensel Biçim" (Ortak Gösterge) veya ""Biçimlendirilmemiş"" anlamına gelir. Yani bu alfabe henüz biçimlendirilerek ikincil sesler oluşturulmuş değildir. Bunu yapabilmek ve ilgili dillerin tüm ses değerlerini simgeleyecek harfleri belirleyebilmek için noktalama işaretlerinden yararlanarak yeni harfler oluşturmak gerektiği öngörülmüştür. Başlangıç noktası olarak da Türkiye Cumhuriyeti'nin alfabesi esas alınmış fakat bazı değişklikler yapılmıştır. Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından bahsedilen riskler değerlendirilip göze alınarak bazı devletlerce yeni Latin alfabesi çalışmaları yapılmıştır. Nihayet Azerbaycan, Türkmenistan, Gagavuzya, Tataristan gibi ülkeler yeni alfabeye ya bütünüyle geçmişler ya da bir geçiş süreci içinde Kiril tabanlı eski alfabe ile birlikte bir süre kullanmayı öngörmüşlerdir. Günümüzde alfabe çalışmaları dikkate alındığında Türkî Cumhuriyetlerde Latin Alfabesine geçiş yönünde gelişmeler yaşanmaktadır. Örneğin Azerbaycan, ülkemizdeki Türk Alfabesini temel alan bir sistemi kabul etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti alfabesinin üzerine üç tane harf (yeni ses değerleri) ekleyerek kendi alfabelerini oluşturmuşlardır. Vurgu İmi (´): Sağa yatık olarak kullanılır. Aslında sesli-sessiz bütün harflerin üzerine gelebilmesi mümkündür. Kimi zaman işaretli harf üzerinde bir duraksama veya hece bölünmesiyle ortaya çıkar. Türki dillerde iki işlevi vardır: Aksan İmi (ˋ): Sola yatık olarak kullanılır. Sözcüğün aksanlı olarak seslendirilmesine imkan tanır. Türkçede aksanlı okuyuş ancak bazı harflerin inceltilmesiyle mümkündür. Batı dillerinin aksine bu işareti Türkçede yalnızca sessiz harflerde kullanmak mümkündür. Daha çok diksiyona dayalı bir farklılığı gösterir. "Karakter Eşlem" aracında yer alan ve adının başında Combining (Kombine/Eklemlenebilir) yazan işaretler herhangi bir harften sonra eklendiğinde o işaret otomatik olarak harfin üzerine yerleşir. Tüm Combining (Kombine) işaretleri görmek için "Unicode" (Ünikod) bir karakter kümesi seçmek gereklidir. Örneğin "Lucida Sans Unicode" gibi... Burada dikkat edilmesi gereken hususu herhangi işaretin Normal biçimi ile Combining (Kombine) biçiminin görüntüde birbiri ile aynı olduğudur. Normal biçim kullanıldığında harfin üzerine eklenmez, yanında durur. Bu nedenle adının başında Combining (Kombine) yazan işaret seçilmelidir. Örneğin: "Combining Acute Accent", "Combininig Tilde" gibi... Herhangi bir harfe, mesela "M" (veya küçük "m") harfinin üzerine Dalga (Tilde) işareti ( ̃ ) eklenmek istendiğinde bu harfin işaretli biçimi karakterler arasında bulunamıyorsa şu işlemler uygulanır: Bu işaretler aşağıdan kopyalanarak herhangi bir harften sonra yazıldığında harfin üzerine eklenir. Aşağıdaki işaretler kesinlikle bu simgelerin normal biçimleri değildir. Combininig (Eklemlenebilir) halidir. Java (programlama dili) Java, Sun Microsystems mühendislerinden James Gosling tarafından geliştirilmeye başlanmış açık kodlu, nesneye yönelik, zeminden bağımsız, yüksek verimli, çok işlevli, yüksek seviye, adım adım işletilen (yorumlanan-interpreted) bir dildir. Java, Sun Microsystems'den James Gosling tarafından geliştirilen bir programlama dilidir (Sun Microsystem'in şu anda Oracle Corporation ile bağlı ortaklığı bulunmaktadır) ve 1995 yılında Sun Microsystems'in çekirdek bileşeni olarak piyasaya sürülmüştür. Bu dil C ve C++'dan birçok sözdizim türetmesine rağmen bu türevler daha basit nesne modeli ve daha az düşük seviye olanaklar içerir. Java uygulamaları bilgisayar mimarisine bağlı olmadan herhangi bir Java Virtual Machine (JVM)'de çalışabilen tipik bytecode'dur (sınıf dosyası). Java'nın sık kullanılan sloganlarından biri olan, çevirisi "bir defa yaz, her yerde çalıştır" olan "write once, run anywhere" (WORA), Java'nın derlenmiş Java kodunun Java'yı destekleyen bütün platformlarda tekrar derlenmeye ihtiyacı olmadan çalışabileceğini ima eder. 2016 yılında bildirilen 9 milyon geliştiricisi ile, özellikle istemci sunucu web uygulamaları için olmak üzere, kullanımda olan en popüler programlama dillerinden birisidir. Java ilk çıktığında daha çok küçük cihazlarda kullanılmak için tasarlanmış ortak bir düzlem dili olarak düşünülmüştü. Ancak düzlem bağımsızlığı özelliği ve tekbiçim kütüphane desteği C ve C++'tan çok daha üstün ve güvenli bir yazılım geliştirme ve işletme ortamı sunduğundan, hemen her yerde kullanılmaya başlanmıştır. Şu anda özellikle kurumsal alanda ve mobil cihazlarda son derece popüler olan Java özellikle J2SE 1.4 ve 5 sürümü ile masaüstü uygulamalarda da yaygınlaşmaya başlamıştır. Java'nın ilk sürümü olan Java 1.0 (1995) Java Platform 1 olarak adlandırıldı ve tasarlama amacına uygun olarak küçük boyutlu ve kısıtlı özelliklere sahipti. Daha sonra düzlemin gücü gözlendi ve tasarımında büyük değişiklikler ve eklemeler yapıldı. Bu büyük değişikliklerden dolayı geliştirilen yeni düzleme Java Platform 2 adı verildi ama sürüm numarası 2 yapılmadı, 1.2 olarak devam etti. 2004 sonbaharında çıkan Java 5, geçmiş 1.2, 1.3 ve 1.4 sürümlerinin ardından en çok gelişme ve değişikliği barındıran sürüm oldu. Java SE 8 ise Java teknolojisinin günümüz sürümüdür. 13 Kasım 2006'da Java düzlemi GPL ruhsatıyla açık kodlu hale gelmiştir. James Gosling and Patrick Naughton Java projesini Haziran 1991'de başlattı. Java ilk olarak interaktif televizyonlar için tasarlandı ancak dijital kablo televizyon endüstrisi için o zamanlar çok gelişmişti. Java'nın ilk hali Oak ismini taşıyordu ve bu isimi Gosling'in ofisinin hemen yanında bulunan bir meşe ağacından almıştı. Daha sonra projenin ismi "Green" oldu ve en son Java adını aldı. Gosling, Java'yı C/C++'a benzer bir syntax ile tasarladı ve böylece programcılar için kolaylıkla öğrenilebilen bir dil oldu. 2017 itibarıyla sadece Java 8 resmi olarak desteklenmektedir. Java'nın ana sürümleri aşağıdaki gibidir: Bir Java yazılımı şu şekilde geliştirilir; Nesneye yönelik yazılımlama mantığı; Java ilk çıktığında bytecode işletme hızı çok iyi değildi. Yerine göre sistemin öz yazılımlarından 5-10 kat yavaş çalışıyordu. Bu nedenle bazı yazılım geliştirme şirketleri JIT yani "Just-in-time compile", "anında derleme" araçları üretmeye başladılar. Yapılan şey bytecode'u sanal makinenin kurulu olduğu gerçek sistemin diline anında derleme yaparak dönüştürmesiydi. Bu sayede verimde ciddi artışlar sağlandı. Ama 2000 yılından sonra geliştirilen sanal makinelerde (HotSpot gibi) JIT'in işlevi VM içinde yer almaya başlamış, işlemci hızı ve bellek miktarının dramatik biçimde artması ile dış JIT yazılımları popülerliğini kaybetmiştir. Bugün halen birkaç ürün (Excelsior JET gibi) pazarda bulunsa da genellikle bu yöndeki ihtiyaç azalmıştır. Java API, Java yazılımlarında kullanılan yazılım kütüphanelerine genel olarak verilen isimdir. Java API ile disk, grafik, ağ, veri tabanı, güvenlik gibi yüzlerce konuda kullanıcılara erişim imkânı sunulur. Java API J2SDK'nın bir parçasıdır. Atık veri toplama teknolojisi (Garbage Collection) Java'dan önce de var olan ama Java ile adını duyurmuş ve yaygın olarak kullanılmaya başlanmış bir kavramdır. C++, C gibi dillerin en büyük engellerinden birisi dinamik bellek yönetimidir. Yazılımda gösterici (işaretçi; İng., pointer) kullanarak dinamik olarak bellek ayırdıktan sonra o bellek ile işiniz bittiğinde mutlaka ayrılan belleği bellek yöneticiye özel altyordamlar yardımıyla (delete, free vs.) iade etmeniz gerekir. Yoksa bellek sızıntısı (İng., memory Leak) oluşur ve bu bir süre sonra yazılımın ve işletim sisteminin beklenenden farklı davranmasına yol açabilir. Sızıntıların saptanması oldukça güçtür ve bulunması zor hatalara yol açar. Bu nedenle bugünün tüm büyük C ve C++ yazılımları az da olsa bellek sızıntısı içerir (işletim sistemleri dahil). Atık veri toplayıcı sayesinde Java'da bir nesne oluşturulduktan sonra o nesne ile işiniz bittiğinde hiçbir şey yapmanız gerekmez: Sanal makine akıllı bir biçimde kullanılmayan bellek bölümlerini belirli aralıklarla ya da uyarlamalı yöntemlerle otomatik olarak temizler ve sisteme iade eder. Bu işleme çöp toplama (İng., garbage collection) adı verilir. Çöp toplama sistemlerinin yapısı oldukça karmaşıktır ve geçen yıllar içinde büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Çöp toplayıcının varlığı Java'da bellek sızıntısı olmayacağı anlamına gelmez, ama bellek sızıntıları daha ender olarak ve farklı şekillerde karşınıza çıkar ve genellikle tedavi edilmesi daha kolaydır. Jar (İng. "Java Archive"), aslında bir tür sıkıştırma formatıdır. Jar ile derlenen Java kodları ile oluşan yazılımın paketlenip taşınması kolay bir hale getirilir. Jar dosyaları temelde bytecode blokları içerir. Jar dosyaları genellikle kütüphane oluşturmada ya da uygun biçimde hazırlanırsa işletim sisteminden doğrudan çalıştırılabiliecek bir şekilde kullanılabilir (Executable jar, işletilebilir jar) jar dosyalarının içeriğini sıkışıtırma yazılımları ya da java yazılım geliştirme araçları ile inceleyebilirsiniz. Java 1.5 ile yeni bir tür jar oluşturma metodu da kullanıma girdi. Pack200 adı verilen hiper-compression algoritması ile jar dosyaları daha küçük boyutlara indirilebiliyor. Ancak bu teknoloji daha çok ağ üzerinden yapılan transferlerde kullanılıyor. Daha fazla ayrıntı için buraya bakınız. AWT, ilk Java ile birlikte geliştirilen temel grafik arayüz oluşturma kütüphanesine verilen isimdir. AWT işletim sisteminin doğal grafik yapılarına erişimi sağlar. Ancak Java 2 platformu ile birlikte AWT yetersiz görülmüş ve çok daha geniş ve gelişmiş özelliklere sahip Swing kütüphanesi sisteme eklenmiştir. Özellikle
çok platform destekleyen yazılımlarda kullanıcı arayüzü geliştirme aracı olarak swing halen önemini korumaktadır. Swing önceleri işletim sisteminin kullandığı donanım grafik hızlandırma araçlarını kullanmadığından yavaşlığı ile eleştirilere hedef olmuştu. Özellikle Java 1.4 ile Swing, hem genel olarak sanal makinenin hızlanması ve kısmen donanım hızlandırmayı kullanması ile bu kötü şöhretinden sıyrılmaya başladı. Java 5 ve 6 ile donanım özellikle OpenGL-DirectX kullanımı ve yeni arayüz gösterim şekli ile Java'nın masaüstü uygulama geliştirmede popülerleşmesi bekleniyor. AWT halen Swing'in bir alt katmanında, temel iki boyutlu grafik işlemlerinde kullanılmaya devam ediyor. SWT Swing'e bir alternatif olarak IBM tarafından geliştirilen bir gösterim sistemidir. Swing'den en büyük farkı çalıştığı işletim sisteminin grafik kütüphanesi ve komutlarını kullanmasıdır. Bu nedenle SWT uygulamaları Swing'e göre çoğu yerde daha hızlı ve işletim sistemindeki diğer uygulamaları andıran bir şekilde çalışmasını sağlar. Swing'in Java 1.5 ile performans açığını kapattığı iddia edilse de SWT'nin de artık Java camiasında kabul görmüş bir sistem olduğu açıktır. SWT'nin dezavantajı ise Java'nin bir parçası olmamasıdır. Yani SWT uygulamaları SWT kütüphanesi ile birlikte dağıtılmaktadır. Ayrıca SWT farklı işletim sistemlerinde farklı olgunluk ve performansta işlemektedir ve özellikle Windows dışı sistemlerde henüz yeterince olgunlaşamamıştır. En bilinen SWT uygulamaları ünlü Java yazılım geliştirme aracı Eclipse ve BitTorrent uygulaması Azureus'tur. Sun tarafından geliştirilen Java sanal makinesi HotSpot adı verilen özel bir teknolojiyi içinde barındırır. HotSpot, yani "sıcak nokta", bir yazılımda sürekli olarak tekrarlanan ve üzerinden geçilen kod bölümlerine verilen bir isimdir. HotSpot sanal makinesi şu anda iki ayrı modda sanal makinenin çalışmasını sağlamaktadır: İstemci (Client) ve Sunucu (Server) modları. İstemci modunda bytecode büyük ölçüde daha başlangıçta JIT ile sistemin öz makine koduna dönüştürülerek işletilir ama çalışma anında daha fazla iyileştirme işlemi gerçekleştirilmez. Bir uygulamanın hızı istemci modunda zaman içinde bu nedenle değişmez. Sunucu modunda ise sanal makine başlangıçta bytecode'unu sistemin öz koduna dönüştürmekte acele etmez. Bu nedenle sunucu modu başlangıçta istemci modundan oldukça yavaştır. Yazılım çalışmaya devam ettikçe sanal makine yazılımdaki sıcak noktaları tespit edip bytecode'u sadece JIT ile makine koduna dönüştürmekle kalmaz, ayrıca oldukça yoğun bir iyileştirmeye de tabi tutar. Sonuçta sunucu modunda uygulamalar zaman içinde hızlanır, uzun soluklu uygulamaların bu nedenle sunucu modunda işletilmesi önerilir. Mustang kod adlı Java SE 6'da istemci modunda da benzeri bir teknolojinin kullanılması bekleniyor. Dolphin kod adlı Java SE 7'de ise bu iki mod arasındaki fark azalacağından sistemin tek modda çalışması bekleniyor. Uygulamacık (İng., applet), uzaktaki sistem üzerinden indirilip internet tarayıcı üzerinde çalıştırılabilen Java uygulamalarına verilen isimdir. Java'nın son kullanıcılar tarafından tanınması uygulamacık sayesinde olmuştur dersek yanlış olmaz. Uygulamacıklar sisteme zarar veremeyecek bir şekilde tasarlanmıştır ve bugün özellikle oyun sitelerinde halen yaygın olarak kullanılmaktadır. İçerisinde uygulamacık olan bir sayfayı açmaya çalıştığınızda tarayıcınız otomatik olarak Java sanal makinesini çalıştırıp ekranın uygulamacığa ayrılan bölümünde uygulamanın çalışmasını sağlar. WebStart teknolojisi uygulama kurulum, güncelleme ve silme dertlerine deva olmak üzere tasarlanmış bir sistemdir. Özellikle Java 1.5 ile daha yaygın kullanılmaya başlayacağı tahmin edilen WebStart teknolojisi kısaca yazılımların uzaktan yerel sisteme güvenli olarak kurulmasını ve korumalı bir alanda çalıştırılmasını sağlar. Applet'lerin bir sonraki adımı olarak görülebilir. Bir WebStart uygulamasını kurmak için internet üzerindeki özel bir bağlantıya tıklamak yeterlidir. Sistem otomatik olarak WebStart sistemini çalıştırıp yazılımı Java cep belleğine indirir. İstenirse masaüstüne kısayol koymasını da sağlar. Daha sonra sistem çevrimiçi (online) ya da çevrimdışı (offline) olarak çalıştırılabilir ve uzaktaki yazılım güncellendiğinde otomatik olarak -istenirse- yerel makinedeki yazılımın da güncelenmesi sağlanabilir. Kullanıcının özel olarak izin vermesi halinde uygulama yerel sisteme erişim hakkı kazanabilir. Aksi takdirde WebStart uygulamaları sisteme yazma işlemi gerçekleştiremezler (yani virüs ve zararlı yazılım tehlikesini son derece aza indirger.) Sınıf temelli nesneye yönelik bir dil olan Java, yazım olarak C++ ile benzerlikler arz eder. Java'nın yanında C#, Perl, JavaScript gibi diller de aynı dil ailesine aittir. "{}" şeklinde süslü parantezler içerisindeki bloklar, ++ arttırma ve—azaltma işleçleri bu dilin belirgin özelliklerindendir. Java'da yazdığımız yazılımları derlememiz için öncelikle sınıf adı ile aynı adı taşıyan dosya ismine sahip olmamız gerekmektedir. Yukarıdaki örnek yazılımı sınıf ismi olan "MerhabaDünya" ifadesini kullanıp uzantısı ile beraber "MerhabaDünya.java" ismi ile kaydedebiliriz. J2SDK veya benzer bir Java geliştirme ortamı kurulu sistemimizde yazılan uygulama aşağıdaki şekilde derlenebilir. javac, yazılan programı derleyerek ".class" uzantılı bir dosya üretir. ".class" sınıf dosyaları JVM'de çalışabilecek bytecode'lar içeren sınıf dosyalarıdır. Örnek uygulamayı çalıştırmak için: yazabiliriz. Java komutu öncelikle sınıf yolunda (Bkz. Classpath) "MerhabaDünya" sınıfını arayacaktır. Bulduğu takdirde "MerhabaDünya" sınıfında "main" metodunu arayacaktır. Eğer metod bulunur ise bu metod icra edilecektir. Sun Microsystems tarafından geliştirilen Javadoc, Java kodlarının HTML formatında dokumantasyonun oluşturulması için kullanılan kapsamlı bir sistemdir. AspectJ Şarkı Devrimi Şarkı Devrimi, 1987-1991 yılları arasında Estonya, Letonya ve Litvanya'da gerçekleşen ve Sovyetler Birliği'nden bağımsızlık isteyen hareketin adıdır. Estonya'da, devrim sırasında söylenen "Mu isamaa, mu õnn ja rõõm" (Vatanım, mutluluğum ve sevincim) isimli halk şarkısının sözleri ülkenin ulusal marşı olarak kabul edilmiştir. Rize (il) Rize, Türkiye'nin kuzeydoğusunda yer alan ve Karadeniz'e sahili olan bir ildir. Karadeniz Bölgesi'nde yer alan Rize'nin, Batısında Trabzon, Doğusunda Artvin, Güneybatısında Bayburt, Güneyinde Erzurum illeri bulunur. Türkiye'nin en çok yağış alan ilidir. En önemli ürünü çay olan Rize'de, kivi meyvesi yetiştiriciliği de başlamış durumdadır. Fakat kivi üretimi fazla olmadığı için sadece şehrin kendi ihtiyacını karşılar. Rize'de yaz mevsimi ılık geçer. Sonbahar ve kış mevsimleri ise yağışlı geçer. Doğu Karadeniz Bölgesinde yer alan Rize, bölgenin en baskın karakteristik özelliklerini gösterir. Anadolu'nun diğer bölgelerinden coğrafi yapısıyla olduğu gibi kültürel yapısı ile de ayrılır. Dik yamaçlı vadileri, dağları, buzul gölleri, zümrüt yeşili yaylaları, kemer köprüleri, kaleleri ve coşkun akan dereleri ile bir turizm beldesidir. Osmanlı döneminde liman, nahiye ve kaza merkezi olarak önemini korumuştur. 1640 yılında buraya gelen Evliya Çelebi, Rize’den şöyle söz etmiştir: “Trabzon’a bağlı deniz kıyısında bahçeli güzel bir yerdir”. Osmanlı döneminde Batum Kalesi muhafızı Tuzcuoğlu Memiş Ağa (1814-1817) ve Trabzon ağalarının isyanı (1835) gibi isyanlar olmuş ve bastırılmıştır. Rize 19. yüzyılda önemli bir kaza merkezidir. Berlin Antlaşması ile (1878) Lazistan sancağının merkezi olan Batum Rusya’ya bırakılınca Rize Trabzon Vilayetine bağlı sancağın merkezi olmuştur. Rize'nin tarihi öncesi hakkında bilgilerimiz sınırlıdır. Yöreye hakim olan orman dokusu nedeniyle, Rize'nin tarih çağları ile ilgili bilgilere ışık tutacak arkeolojik bulgular da bu güne kadar ortaya çıkarılamamıştır. Rize'nin tarihi ancak komşu illerin ve bölgelerin tarihleri ile bağlantılı olarak ele alınabilmiştir. Rize ilinin adı ile ilgili olarak değişik görüşler ileri sürülmüştür; Yunanca pirinç anlamına gelen Rhisos, Rumca'da "Rıza" olarak dağ eteği anlamında kullanılmıştır. Osmanlıca'da ise "Rize" ufak kırıntı, döküntü anlamındadır. Ayrıca Erzincan'ın Sakalar dönemindeki "Eriza" olan adının başındaki "e" sesinin düşmesi ile adaş olarak Rize için de kullanıldığı ifade edilmektedir. Doğu Karadeniz kıyı sıradağları yayının kuzey yamacında yer alan Rize toprakları genel ifade ile dağlık ve engebelidir. Doğudan Batıya: Doğu Karadeniz dağlık sistemine dahil olan Rize arazisi esas itibarıyla Paleozoik zaman (I. zaman) bir temel üzerinde ve Kretase'de (III. zaman ara devresi) başlayan büyük orojenezle (Dağ oluşumu) yüzeye çıkmış Granodiorit ve kertase flişlerinden ibaret olmakla birlikte yer yer Neojen depolarına da rastlanır. Bütün kıyı kesimi yüzeyde üst Kretase serisi volkanik örtü ve tüflerin fazlalığı ile dikkati çeker. Kıyıya yakın yamaçlarda ise Kretase sedimanları yaygın olmakla beraber, bu sedimanların üzeri yer yer Eosen fliş serileri tarafından örtülmüştür. Yüksek dağlık sahada ise daha çok magmatik elemanlar hakim durumdadır. Granit, andezit ve bazalt kütleleri yüksekliği 3000 m’yi aşan hemen her yerde hakim durumdadır. Yörede alüvyonlara, büyük akarsu vadilerinin denizden itibaren en çok 10 km’ye kadar olan kesimlerinde rastlanır. Rize’de yazları serin ve ılıman, kışları soğuk ve her mevsimi yağışlı bir iklim görülür. Elli yıl boyunca yapılan rasat sonuçlarına göre Rize’nin yıllık sıcaklık ortalaması 14 °C'den biraz fazla olarak tespit edilmiştir. Bu süre içinde kaydedilen en düşük sıcaklık -7 °C derece olup, en yüksek sıcaklık ise 38 C° derecedir. En soğuk ay olan Ocak ayının sıcaklık ortalaması 6,7 C° derece, en sıcak ay olan Temmuz ayının sıcaklık ortalaması ise 22,2 C° derecedir. Ocak en az -5,6 C° derece, Temmuz en fazla 32,5 °C derece olduğu Rize’de yıllık sıcaklık salınımı 25,8 °C derecedir. Bu haliyle Rize, denizsel iklimlerin karakteristik özelliğini taşır. Rize’de aylık ortalama sıcaklık eğrisi bütün yıl 5 °C derecenin üzerinde seyretmekte olup, sadece 4 ayın sıcakl
ık ortalaması 10 °C derecenin altındadır ve Rize çok nemli bir şehirdir. Rize'nin iç kesimlerinde, zengin orman dokusu civarında yer alan yaylalarda mevcut altyapıyı kullanarak yapılabilecek fazla yatırım gerektirmeyen bir turizm çeşididir. Bu aktivite için gerekli potansiyel tüm yaylalarda mevcut olup, Ayder, Anzer, Çat, Elevit, Handüzü gibi yaylalarda yapılmaktadır. Rize’nin güneyindeki Kaçkar Dağları ile yüksek dağların eteklerinde birbiriyle bağlantılı birçok yayla vardır. Bütün bu yaylalar yaz mevsiminde turistler tarafından ziyaret edilir. Bu yaylaların hemen hemen hepsinde de ot biçme şenlikleri yapılmaktadır. Bu şenliklere katılmak mümkün olduğu gibi, yayla eteklerindeki yamaçlarda rehberlerle birlikte doğa yürüyüşü yapma imkânı da bulunmaktadır. Rize İli Nüfusu: 331,048'dir. Bu nüfusun 2016 yılı itibarıyla %71,92'si şehirlerde yaşamaktadır. İlin yüzölçümü 3.835 km²'dir. İlde km²'ye 86 kişi düşmektedir. İlde yıllık nüfus artış oranı %0,63'tür. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 12 İlçe, 18 belediye, bu belediyelerde 202 mahalle ve ayrıca 291 köy vardır. Rize ili nüfusu: 331.041'dir. Bu nüfusun % 72,25'i şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 3.835 km²'dir. İlde km²'ye 86 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkezde 576’dır.) İlin yıllık nüfusu 7 kişi azalmıştır. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 12 İlçe, 18 belediye, bu belediyelerde 202 mahalle ve ayrıca 291 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Kalkandere (% 1,08)- Derepazarı (-% 10,08). Türkiye'nin her yerinden Rize’ye karayolu bağlantısı vardır. Doğu Karadeniz sahil şeridi üzerinde yer alan Rize’de ulaşım karayolu ile sağlanmaktadır. Liman bağlantısı tamamen endüstriyel amaçlar için kullanılır. Turistik amaçlı geziler dışında denizyolu ile sivil taşıma yapılmamaktadır. Demiryolu ağı ve hava limanı şehirde mevcut değildir. Hava yolu ile ulaşım, Rize’ye en yakın il olan Trabzon havalimanından sağlanmaktadır. Ayrıca Pazar-Çayeli arasındaki Rize-Artvin Havalimanı'nın yapımı sürmektedir. 2022 yılında tamamlanması planlanmaktadır. Sivil havayolu sektöründe yaşanan gelişmeler neticesinde kentin göç vermiş olduğu büyük şehirlerle olan ulaşım bağlantısı karayolu ulaşımından çok havayolu ulaşımına kaymıştır. Batıda 76 km ile Trabzon'a, güneyde 251 km ile Erzurum'a, doğuda ise 159 km ile Artvin'e ve 109 km ile de Sarp Sınır Kapısı’na kara yolu ile bağlantılıdır. Doğu Karadeniz limanları içerisinde gelişmeye en müsait topoğrafik konumda olan liman, Rize limanıdır. Liman, konumu itibarı ile karayolu hatlarına bağlı olup; Trabzon, Hopa, Rusya limanları ve İkizdere-Erzurum üzerinden İran bağlantısı ile Karadeniz Bölgesinin en kestirme transit yol merkezidir. 2017-2018 Sezonu sonunda, futbol takımı Çaykur Rizespor, süper lige yükseldi. 3.ligdeki Pazarspor’un yanı sıra BAL’da 2, kadın futbol liginde 1 takımı ligde kalmıştır. Erkekler voleybol 1.liginde Fındıklıspor grup 5. olmuştur. Voleybol kadınlar 2. Liginde, Pazar Kaçkar Sağlık Koleji ve Çaykur Rizespor'a bölgesel ligden çıkan Fındıklı Tenis Doğa ve Su Sporlar takımı da katılmıştır. Hentbol süper ligindeki Ardeşen Gençlik ve Spor Kulübü kadın takımı ligi 5.sırada tamamlamıştır. Pazarspor hentbol kadın takımı da 1. Liginde 5.olurken, Güneysuspor erkek takımı 1.lige yükselmiştir. Erkekler hentbol 2.liginde Rize GSK da yer almaktadır. Ardeşen Gençlik ve Spor Kulübü, Hentbol Challenge Cup Women’de 2016-17 de son 16’da elenmiştir. 2017-18 sezonunda ayni kupaya 3.eleme turundan başlamış ve yarı finale katılarak Avrupa 3.olmuştur. Ziraat Türkiye Kupası’da Rize’nin 3.lig takımı Pazarspor, 2. Turda Bayburt Grup Özel İdare’yi elemiş, 3.turda Şanlıurfa Spor’a elenmiştir. Çaykur Rizespor, 3.turda Nevşehir Gençlik Spor’u elemiş, 4.turda Kahramanmaraşspor’a elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Çaykur Didi Stadı (15.332), Yenişehir Spor Salonu (3.000), Rize Olimpik yüzme Havuzu (1.000)'dur. Almanca Almanca ("Deutsch"; eskimiş "Nemçece"), Hint-Avrupa dillerinin Cermen dilleri koluna bağlıdır ve dünyanın yaygın lisanlarından biridir. Avrupa Birliği'nin resmî dillerinden biri ve en çok konuşulanıdır. Özellikle Almanya, Avusturya, Lihtenştayn, Lüksemburg, İsviçre'nin büyük bölümü, İtalya'nın Güney Tirol bölümü, Belçika'nın doğu kantonları, Polonya ve Romanya'nın kimi bölgeleri ve Fransa'nın Alsas-Loren bölgesinde konuşulmaktadır. Ayrıca bu ülkelerden kimilerine özgü eski sömürgelerde (Namibya gibi; ama Güney Afrika da) dikkate değer ölçüde Almanca konuşan nüfûsa rastlanır. Çeşitli Doğu Avrupa ülkelerinde Almanca konuşan azınlıklar bulunmaktadır. Bunların arasında Rusya, Macaristan ve Slovenya sayılabilir. Ayrıca Kuzey Amerika'nın (özellikle ABD), Latin Amerika'da Arjantin ve Brezilya'nın kimi bölgelerinde Almanca konuşulmaktadır. Almanca ayrıca içinde Fransız kelime kökenli sözcükler taşır. 38 ülkede yaklaşık 120 milyon kişinin konuştuğu Almanca, özellikle Almanya, İsviçre ve Avusturya'da konuşulmaktadır. Türkiye'de 25.000 kadar Alman ikâmet etmektedir. Bu grup eski tâbiriyle "Bosporus-Deutsche" ("Boğaziçi Almanları") ve Akdeniz Bölgesinde yaşayan Alman vatandaşlarından oluşmaktadır. Almanca dersi Türkiye'nin "Anadolu Lisesi", "Sosyal Bilimler Lisesi", "Fen Lisesi" programlarını uygulayan liselerinde minimum 2 saat ortak ders olarak verilmektedir. Ortaokullarda seçmeli ikinci yabancı dil olarak sunulmaktadır. Almanca'nın yaygın bir şekilde öğrenilmesi ve öğretilmesi amacıyla DAAD ve Goethe Enstitüsü kurulmuştur. DAAD Merkezleri genel itibarıyla üniversitelerden, Goethe Enstitüleri de ortaöğretim kurumlarından sorumludur. Hulki Cevizoğlu Mustafa Hulki Cevizoğlu, (d. 1 Mayıs 1958, Giresun), Türk gazeteci, yazar ve televizyon programcısı. Aslen Tirebolu kökenli olan Cevizoğlu, kendisi ile özdeşleşen "Ceviz Kabuğu" programı ile birçok ödüle layık görülmüştür. 1980 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde 'Siyaset Bilimi' lisansı ve ardından 'İşletmecilik' yüksek lisansını tamamladı. 1981'de gazeteciliğe başladığı "Hürriyet"te aralıksız 8 yıl çalıştıktan sonra çeşitli basın kuruluşlarında muhabir ve yönetici olarak görev yaptı. 1994'te başladığı "Ceviz Kabuğu" programına 2 yıllık zorunlu ara vermiştir. Ardından Karadeniz TV'de tekrar başlayan program şu an Ulusal Kanal'da devam etmektedir. 22 Temmuz 2007 Türkiye genel seçimlerinde Ankara 1. Bölge'den bağımsız milletvekili adayı olmuş fakat seçilememiştir. 23 Kasım 2009 tarihinde Demokratik Sol Halk Partisi (DSHP) Kurucu Genel Başkanı olmuş ve 13 Ocak 2010'da istifa etmiştir. Hulki Cevizoğlu, 2011 Türkiye genel seçimlerinde Ankara 1. Bölge'den bağımsız milletvekili adayı oldu. Cevizoğlu, bu seçimlerde adaylık için önce CHP'ye başvurmuş ancak listeye alınmamıştı. 2015 genel seçimlerinde ise Vatan Partisi'nden İzmir 1. Bölge'den milletvekili adayı oldu. Verilen ödüller arasında Hulki Cevizoğlu'nun kabul ettiği bazı ödüller: Hüseyin Vasıf Çınar Hüseyin Vasıf Çınar (1896, Kandiye - 2 Haziran 1935, Moskova) Türk öğretmen, gazeteci, siyasetçi, diplomat. Kurtuluş Savaşı sırasında Türklerin direnişine destek olmuş bir milletvekili ve devlet adamıdır. İki kez Millî Eğitim Bakanlığı yapmış ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun uygulayıcısı olmuştur. Prag, Paris ve Moskova büyükelçiliği görevlerinde bulunmuştur. Altay Spor Kulübü’nün kurucularındandır. 1896 yılında Kandiye’de dünyaya geldi. Bedirhanîler’den Kaymakam Abdullah Hulusi Bey'in oğludur. Lise öğrenimini 1910 yılında İzmir İdadisi'nde (Lise) tamamladı. Yükseköğrenim için İstanbul’a gitti ve İstanbul Hukuk Mektebi’nde okudu. Savaş nedeniyle yarım kalan hukuk öğrenimini İzmir’in işgalinden az önce yeniden İstanbul’a gelerek 1916’da tamamladı. Mustafa Necati Bey ile birlikte 1915 yılında kurdukları Özel Şark Mektebi İdadisi'nde yöneticilik ve tarih öğretmenliği yaparak meslek yaşamına başladı. Burada 3 yıl görev yaptı. Lisede spor yapmaya teşvik ettiği gençlerle Altay Spor Kulübü’nün kurulmasına önayak oldu. İzmir Türk Ocağı’nın aktif bir üyesi oldu. İzmir'in Yunanlar tarafından işgali sırasında Mustafa Necati Bey ile beraber işgalin önlenmesi ve direniş örgütlenmesi için çalıştı; İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti'ni kurucuları arasında yer aldı; işgal üzerine kardeşi Mehmet Esat ile birlikte Balıkesir’e gitti ve Balıkesir Kuvay-ı Milliyesi’ne katıldı. II. Balıkesir Kongresi'nden itibaren toplanan kongrelere "İzmir Türk Ocağı Delegesi" olarak katıldı. Hüseyin Vasıf Bey’in millî mücadeleye verdiği desteğin en önemlisi, Balıkesir’de bulunduğu dönemde İzmir’e Doğru Gazetesi’ni çıkarmasıdır. Millî mücadele basınında seçkin bir yeri olan İzmir'e Doğru gazetesinin sahibi olan Hüseyin Vasıf, burada ateşli makaleler yazdı. "“Ulusal Kurtuluş Hareketinin Destekçisi ve Yürütücüsüdür”" alt başlığı ile çıkan gazeten yazı işleri müdürü kardeşi Mehmet Esat, başyazarı arkadaşı Mustafa Necati idi. Yayına başladığı 16 Kasım 1919’dan itibaren haftada iki gün, Ocak 1920’den sonra haftada üç gün çıkan gazete, 74 sayı boyunca yayın hayatına devam etti. Balıkesir’in işgali üzerine gazetenin yayını sona ermesinin ardından Hüseyin Vasıf şehirden ayrıldı; Maarif Vekaleti Özel Kalem Müdürlüğü’ne atandı. İzmir, Yunan işgalinden kurtulduktan sonra İzmir Maarif Müdürlüğü'ne atandı (1922). Hüseyin Vasıf Bey, İzmir Maarif Müdürü iken TBMM 2. dönem milletvekilliği için seçimlere katıldı ve 1923 yılında Saruhan milletvekili olarak meclise girdi. Cumhuriyetin İlanı ve Hilafetin Kaldırılması tartışmalarında parlamentoda etkili bir milletvekili oldu. Mecliste saltanat ve cumhuriyet tartışmalarının geride bırakılmasının ardından İstiklal Mahkemeleri içinde yer aldı. İstiklâl Mahkemesi savcısı olarak görev yaptı. Hüseyin Vasıf Bey, öğretimde mektep-medrese ikiliğini ortadan kaldırmak üzere öğretimin birleştirilmesi kanunu (Tevhid-i Tedrisat) için 50 arkadaşı ile birlikte önerge verdi. 3 Mart 1924’te teklifin kabul edilmesinden 3 gün sonra Millî Eğitim Bakanı olarak atandı. 8 aylık bakanlığı sırasında Tevhid-i tedrisat’ı uygulamaya geçirdi; medreseler k
apatıldı, okullar laikleştirildi, öğretmen okullarının sayısının arttırılmasına başlandı, yabancı uzmanlar getirtilip eğitimin planlanlanması konusu ele alındı. Özellikle dünyanın en büyük eğitimcisi sayılan John Dewey çağrılmış ve bir rapor hazırlatılmıştı. Yaptığı radikal uygulamalar tutucu çevrelerin eleştirilerine neden olunca 21 Kasım 1924 tarihinde bakanlıktan istifa etti. Hüseyin Vasıf Bey, Millî Eğitim Bakanlığı’nın istifasından sonra Dışişleri Bakanlığı kadrosuna girerek 3 yılda 3 büyük kente elçilik ve büyükelçilik yaptı. 16 Haziran1925 günü Prag Elçisi olarak atandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin Çekoslovakya’daki ilk elçisi oldu. 2 yıl Prag’da görev yaptıktan sonra 11 Aralık 1927’de Budapeşte Elçisi olarak atandı, bir yıl bu görevde kaldı. 3 Kasım 1928 günü Moskova Büyükelçisi olarak atandı ancak bu görevde sadece 3 ay kalabildi. Millî Eğitim Bakanlığı yapmakta olan yakın arkadaşı Mustafa Necati Bey’in ani ölümü üzerine boşalan İzmir milletvekilliğine seçildi ve ikinci kez millî eğitim bakanı olarak atandı. Hüseyin Vasıf Bey, 1932 yılında Millî Eğitim Bakanlığı’ndan tekrar ayrılıp dışişleri bünyesinde çalışmaya başladı; bakanlık tarafından İtalya Büyükelçisi olarak görevlendirildi. 28 Mayıs 1931’de başladığı Roma’daki görevinden Moskova’ya atanması nedeniyle ayrıldı. 10 Eylül 1934 günü Moskova’daki görevine başladı. Bu göreve ek olarak Litvanya Cumhuriyeti yanında Türkiye’yi ortaelçi olarak temsil etti. Soyadı Kanunu çıktığında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, ""Çınar gibi dallı budaklı bir aileye mensup olmasından ötürü"" kendisine Çınar soyadını verdi. Ani bir hastalık sonucu 2 Haziran 1935 günü Moskova'da hayatını kaybetti, cenazesi Ankara’ya getirilercek Cebeci Mezarlığı'na defnedildi. Hürrem Sultan Hürrem Sultan (; tam adı ile: "Devletlu İsmetlu Hürrem Haseki Sultan Aliyyetü'ş-Şân Hazretleri"; Avrupa'da bilinen adıyla "La Rossa" veya Roxelana; 1502–04, Rutenya – 17 Nisan 1558, İstanbul), Osmanlı İmparatorluğu'nun onuncu padişahı ve 89. İslam Halifesi I. Süleyman'ın nikâhlı eşi, sonraki padişah II. Selim ile Şehzade Mehmed, Mihrimah Sultan, Şehzade Abdullah, Şehzade Bayezid ve Şehzade Cihangir'in annesi, Haseki Sultan. Renkli hayatı ile efsaneleşmiş; entrikaları, zekası, cesareti ve ihtiraslarıyla ün salmış bir Hanım Sultan'dır. Hayatı romanlara, tiyatro oyunlarına, opera eserlerine konu olmuştur. Siyasette ve devlet işlerinde aktif rol oynayarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda ""Kadınlar saltanatı"" denilen devri başlattığı rivâyet edilir. Bunun yanında, Osmanlı Tarihinin en güçlü ve en etkili kadın sultanlarından birisi olarak kabul edilmektedir. Topkapı Sarayı'na gelene kadarki yaşamı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Lehistan Krallığı'nın sınırları içerisinde bulunan Rutenya (Ukrayna)'da 1504 yılında doğduğu rivayetler arasındadır, Tatar akıncılar tarafından 1520 tarihinde 15'li yaşlarında Rutenya'den kaçırıldığı, Kırım Hanı'nın himayesine girdikten sonra Topkapı Sarayı'na sunulduğu tarihçiler ve yazarlar tarafından kabul görmüş bir rivayettir. 16. yüzyıl kaynaklarına göre kızlık ismi bilinmiyordu. Ama daha sonraki kayıtlara göre - mesela 19. yüzyılın Ukrayna'daki ilk kayıtlarına göre - "Anastasia" (Kısaca "Nastia") Polonyalıların geleneğinde, "Aleksandra Lisowska" olarak bilinir. Genelde Hürrem Haseki Sultan ya da Hürrem "balsaq" sultan olarak bilinirdi; Avrupa dillerinde Roxolena, Roxolana, Roxelane, Rossa, Ruziac, Ruslana Türkçede Hürrem (Farsça kökenliخرم "Hürrem"), "neşeli olan kişi" anlamına gelir. Roxelana, onun gerçek ismi olmayabilir ama takma adı onun Ukraynalı soyuna ait olan (Günümüze ait yaygın isim "Ruslana") ve doğu slav ismi olan, Roxolany ya da Roxelany, şimdiki Ukrayna halkında 15. yüzyıldan sonra kullanılıyordu. Bunlara ek olarak, bazı tarihçilere göre Hürrem Sultan (Roxelana) Ukrayna sınırları içerisinde bulunan Rohatyn kentinde doğmuş Lehistanlı Ortodoks bir ailenin kızıdır. Bazı kaynaklarda bu konuya dair geniş veriler yer alır. O dönemin Avrupa elçileri tarafından kızıl saçlı, yeşil gözlü ve beyaz tenli olduğu vurgulanmıştır. Eşi Kanuni Sultan Süleyman'ın da kendisine yazdığı gazel ve şiirlerden de bu anlaşılmaktadır. Kendisi adına çizilen portreler tamamen ressamların hayal ürünü olup, gerçeği yansıtmamaktadır. Bunun yanında Osmanlı İmparatorluğu'nda adına en çok portre yapılmış sultandır. Hürrem Sultan’ın saraya gelişi ve Kanuni ile tanışması hakkında kesin bilgiler yoktur. Şehzadeliği sırasında veya padişahlığının ilk senesinde Harem'e girdiği düşünülür. Hürrem Sultan saraya getirildiğinde I. Süleyman'nin Manisa valisi iken birlikte olduğu Mahidevran Sultan'dan "Mustafa" isimli bir oğlu vardı. Sarayın en nüfuzlu kadını padişahın annesi Ayşe Hafsa Sultan, ikinci derece nüfuzlu kadın Mahidevran Sultan idi. Hürrem, saraya girdikten sonra Kanuni ile ilişkisinden 1521’de "Şehzade Mehmed" dünyaya geldi ve böylece Hürrem Sultan saraydaki en nüfuzlu üçüncü kadın durumuna geldi. İki haseki arasındaki rekabet bir gün kavgaya dönüşmüştür. Hürrem Sultan bu kavgayı çeşitli entrikalarla lehine çevirmiştir. Pek çok yazara göre bu olaydan sonra gözden düşen Mahidevran Sultan, 1533’te Manisa Valiliği'ne atanan oğlu veliaht Şehzade Mustafa’nın yanına gönderildi ve Hürrem Sultan, onun yerini aldı. Nikahla birlikte bir ilk gerçekleşir ve Dünya'nın en güçlü imparatorunun resmi karısıdır. Dolayısıysa padişah cariyelerine verilen "Haseki" unvanı, "Haseki Sultan" olarak değiştirilir ve dünyaca kutlanan bir törenle ilan edilir. Hürrem Sultan'ın sarayda pozisyonu Kanuni'nin nikâhlı eşi olması ile arttı ve bu olaydan sonra Mahidevran Sultan'dan daha yüksek bir mevki sahibi oldu. Hürrem Sultan, Şehzade Cihangir’in doğumundan sonra Kanuni ile görkemli bir düğün yapılarak evlendi ve aralarında resmi nikah kıyıldı. Kesin tarihi belli olmamakla birlikte Haziran 1534’te veya daha erken gerçekleştiği düşünülen düğün, Hürrem Sultan'ı Kanuni’nin meşru eşi yapan, Osmanlı geleneklerine aykırı düşen çok önemli ve devrimci bir hareket olarak değerlendirilir. Bu nikah ile Hürrem Sultan, Osmanlı tarihinde padişah tarafından uzun bir süre sonra nikahlanan ilk cariye oldu. Mahidevran ile Hürrem Sultan arasındaki mücadelede Mahidevran Sultan'ı tuttuğu düşünülen ve oğlu üzerinde büyük nüfuzu olduğu söylenen Valide Hafsa Sultan’ın 1534 yılındaki ölümü ile Hürrem’in saraydaki etkisi daha da artmıştır ve Harem yönetimini eline almıştır. Fakat Valide Sultan'ın ölümünden sonra Mahidevran Sultan veliaht annesi olduğu ve Şehzade Mustafa'nın tahta çıkmasına kesin gözle bakıldığı için Valide Sultan'lığa hazırlanmaya başlamıştır. Sadrazam Pargalı Damat İbrahim Paşa, Hürrem Sultan’ın şehzadelerinden birisi yerine Şehzade Mustafa’yı hükümdarlığa aday gösterenlerin arasındaydı. İbrahim Paşa’nın Irakeyn Seferi’nden dönüşte saraya davet edilip 14 Mart 1536 gecesi dairesinde uyurken boğdurulması, Hürrem Sultan için önemli bir engelin ortadan kaldırılmasını sağladı. Çocukluğundan beri Kanuni’nin yakın arkadaşı ve danışmanı olan İbrahim Paşa'nın gözden düşürülüp boğdurulmasında Hürrem Sultan’ın rolü olduğu rivayet edilir. Ancak İbrahim Paşa'nın devlet yönetiminde kendini üstün görmesi ve yükseldikçe yaptıkları hataların da kendi sonunu hazırlamasına sebep olduğu bilinmektedir. Bu olaydan sonra Hürrem Sultan’ın devlet işlerini idare etmeye başladığı kanısı yaygındır Hürrem Sultan’ın devlet işleri ile daha yakından ilgilenebilmek için Harem’i Eski Saray’dan Topkapı Sarayı’na taşıttığı düşünülür ve bu olay, Hürrem Sultan'ın önemli devrimci hareketlerinden birisi olarak kabul edilir. Eski Saray’dan göçün kesin tarihi belli değildir. Eski Saray'da 25 Ocak 1541 gecesi çıkan yangından sonra Harem halkının bir kısmının Topkapı Sarayı'na taşındığı ve harem protokolünün başladığı düşünülmektedir. Şehzadelerin sancak beyliklerine atanmasında da Hürrem Sultan’ın rolü olduğu düşünülür. 1541’de, padişah adaylarının tayin edildiği Manisa Sancağı’nda Sancak Beyliği yapmakta olan Şehzade Mustafa, Manisa'dan alınıp Amasya’ya Sancak Beyi olarak atandı ve ertesi sene Manisa Sancak Beyliği’ne Şehzade Mehmet getirildi. Ancak, halk ve askerler bu duruma tepki gösterdi, bunun üzerine I.Süleyman doğu topraklarının güvenliği için Şehzade Mustafa'nın Amasya'ya gönderildiğini ve Şehzade Mustafa'nın veliahtlığının sürdüğünü açıkladı. Bu gibi ardı arkası kesilmeyen atanmalar da Hürrem’in etkisinde gerçekleşmiş işlerden kabul edilir. Hürrem Sultan, şehzadeleriyle birlikte sancağa gitmesi gerekirken; geleneklere aykırı olarak gitmemiş, İstanbul'da kalmayı seçmiştir. Ama değişik tarihlerde şehzadelerini ziyaret etmiştir. Hürrem Sultan’ın tek kızı Mihrimah Sultan, 1539’da Diyarbakır valisi ve III. Vezir Rüstem Paşa ile evlendirilmişti. “"Damat"” unvanını alan Rüstem Paşa 1544’te sadrazamlığa tayin oldu. Kaynakların çoğunda Sadrazam Hadım Süleyman Paşa’nın azledilmesinin ve yerine II. Vezir Divane Hüsrev Paşa'nın değil de III. Vezir Rüstem Paşa’nın getirilmesinin perde arkasında Mihrimah Sultan ile Hürrem Sultan’ın olduğu ifade edilmektedir. Kanuni’den sonra veliaht Şehzade Mustafa’nın tahta çıkacağından korkan Hürrem Sultan, Şehzade Mustafa’yı babasının gözünden düşürmek için kızı ve damadı Rüstem Paşa yardımı ile komplo kurmuştur. Hürrem Sultanın emriyle hareket eden Rüstem Paşa, Şehzade Mustafa`nın mührünü yaptırarak İran Şahı I. Tahmasb`a mektup yazmış, İran Şahının cevabını da Kanuni Sultan Süleyman`a sunmuştu. Bu ve benzeri bir dizi entrika ile Kanuni Sultan Süleyman, oğlu veliaht Şehzade Mustafa`nın kendisine isyan edeceğine ve tahtı elinden alacağına ikna edilmiştir. "Katledildiği gün, babasıyla görüşeceğini sanarak çadırına gitmiştir malum. İşte o gün bembeyaz giyindiği söylenir; kendisine yapılan iftiralardan haberdardır ve masumiyetine işaret etmek ister. Cebinden de ölümünden sonra babasının onu öldüreceğini ve babasının çadırına gitmemesi gerektiğini belirten bir mektup çıkar." Bu olaya tanık olan Şehzade Cihangir de olayın duygusal etkisini üzerinden atamadı ve hastalandı; babası ile birlikte sefere devam eden genç Şehzade, Halep
’te hayatını kaybetti. Tahta aday olarak Haseki Hürrem Sultan’ın iki oğlu Şehzade Bayezid ve Şehzade Selim kaldı. Kara Ahmed Paşa , Damat Rüstem Paşa'nın sadaretten azli üzerine vezir-i azamlığa tayin edildi (1553). Sefer dönüşünde Rüstem Paşa'nın tekrar sadrazamlığa getirilebilmesi için kışkırtılan padişahın fermanıyla suçlu görülerek bir divan toplantısı sonrasında arz odası önünde idam edildi (1555).Bu olayın arkasında da Hürrem Sultan ve kızı Mihrimah Sultan'ın olduğu iddia edilmektedir. Hürrem Sultan, o zamana kadar başka Osmanlı padişah eşlerinde görülmemiş şekilde dış siyasetle ilgilenmiş, diplomatik yazışmalar yapmıştır ve devlet işlerine karışmıştır. Kanuni’nin padişahlığının ikinci senesinde Rodos şövalyelerine karşı Rodos seferinin açılmasını teşvik ettiği ve sonraki yıllarda İran seferlerine destek verdiği düşünülen Hürrem Sultan, 1548’te Kanuni, İkinci İran seferindeyken Lehistan tahtına çıkan yeni krala tebrik mektubu yazmış; hediyeler göndermiştir. Hürrem Sultan'ın yazdığı mektupların ilki, Kral I. Zygmund'un vefatı üzerine (1548) Lehistan tahtına çıkan II. Zygmund'a gönderdiği taziye ve tebriknamedir. Haseki Sultan'ın, Hasan Ağa isimli özel temsilcisiyle Varşova'ya yolladığı mektubun bazı cümleleri şöyledir: "“Pederinizin vefatı üzerine Lehistan kralı olduğunuzu öğrendik. Allah her şeyin doğrusunu bilir ki; çok sevindik ve memnun olduk. Kalbimize nur, gönlümüze neşe ve sürur (mutluluk) geldi. Saltanatınızın hayırlı, bereketli ve uzun ömürlü olmasını diliyoruz. Emir, Yüce Allah'ındır; Cenab-ı Hakkın hükümleri (emirleri) istikametinde hareket etmenizi tavsiye ederiz…"" Ayrıca, mektubun arkasında mühür de bulunmaktadır. Osmanlı devletinde ilk ve tek kez bir Haseki Sultan, bir kral ile mektuplaştı ve dönemin kaidelerinden birini yıktı. Şüphesiz ki bu bir devrim olarak yorumlanabilir. Bunun sonrasında gelini Nurbanu Sultan ve onun gelini Safiye Sultan kraliçeler ile mektuplaşmış olsa da Hürrem Sultan'dan başka, bir kral ile bizzat mektuplaşan başka bir haseki sultan örneği bulunmamaktadır. Hürrem Sultan, Kral August'tan gelen teşekkür mektubuna karşılık, özel temsilcisi Hasan Ağa ile bir mektup daha göndermiştir ki, cevabî mektubu özetle şöyledir: "“Allah Kral Hazretleri'nin ömrünü uzun, bir gününü bin eylesin… Kıymetli mektubunuz ulaştığında, öylesine mesrur olduk ki, ifade edemiyorum... Mektubunuzda bizlere olan içten muhabbetiniz açıkça görülüyor. Padişahımız Hazretlerine olan samimi yakınlığınızı o derece açık dile getirmişsiniz ki, ferah bulduk. Mektubunuzdaki muhabbeti ve Hasan Ağa kulumuzun anlattığı dostluklarınızı kendilerine arz ettiğimizde, Padişah-ı âlempenah Hazretleri (herkesin dünyadaki tek sığınağı) yakınlık ve iltifatlarınızdan öyle memnun kaldılar ki, sözle anlatılamaz. Dediler ki: Koca Kral'la (vefat eden Baba Zygmund'u kastediyor) iki kardeş gibiydik; İnşallahü'r Rahman, bu kral ile de 'Ata ile oğul gibi' olalım..."" Ayrıca Hürrem Sultan, Omanlı İmparatorluğu'na sığınan Elkas Mirza için mendil ve gömlek dikip hediye olarak vermiştir. İran Şahı'nın kız kardeşi ise Hürrem Sultan'ı Firavun'un eşi Züleyha'ya, Meryem'e ve daha nice kahramanlara benzetip, tüm kadınların övünç kaynağı, güzellikte eşsiz, melek yaratılışlı olarak nitelendiriyordu. Hürrem Sultan sık sık devlet işleri ile alakadar oluyor, bilhassa eşi Sultan Süleyman seferdeyken devletin durumu hakkında onu bilgilendiriyor, önerilerde bulunuyordu. Kendisine İran seferi sırasında gönderdiği bir mektup bunun en güzel örneklerindendir; "'"Benim Sultanım, şehir hakkında soracak olursanız; şimdilik henüz hastalık devam etmektedir. Ancak evvelki gibi değildir... Benim Sultanım, sık sık mübarek mektubunuzu gönderirsiniz diye yalvarırım. Zira ki, billah yalan değil, bir iki hafta geçip de ulak gelmezse alem gulguleye gelir. Türlü türlü sözler söylenir. Yoksa sadece kendi nefsim için istediğimi sanmayınız."" ""Benim Sultanım, şimdi şehirde müjdeci geliyor diye bir gürültü kopmuştur. Cümle alem şehir donanmasına hazır dururlar. Benim sultanım, siz devlet ile Halep'te kışlıyorsunuz, ondan sonra kızılbaşın (Şah Tahmasb'ın) oğlanı, avradı tutulmadı, ortada henüz bir şey yoktur. Şimdi o yok, bu yok; müjdecinin gelmesi kimseye hoş gelmez."" Bunlara ek olarak, Hürrem Sultan'ın, Nahcivan Seferi'ne vezirini gönderen padişahın ""Şaha Şah gerek"" sözüyle sefere katılmasını sağladığı rivayet edilir. Bir mektubunda kocası seferdeyken, ""Şah'ın ailesini esir alamadığınıza üzüldüm."" sözü eşi Sultan Süleyman'ın seferlerinin gidişatını takip ettiğini kanıtlar nitelikte Hürrem Sultan, eşine mektuplarında devlet adamlarının ve İstanbul Şeyhülislamının selamını iletiyor, İstanbul'da yaşanan sorunlardan bahsediyordu. Bir mektubunda ""İbrahim Paşa'ya olan küskünlüğümü sormuşsunuz, gelince anlatırım."" diyor. Rüstem Paşa azledildiğinde ise eşine Paşa'nın görevine geri getirilmesini isteyen bir mektup yazmış. Rüstem Paşa'yı kendisinin sadrazamlığa ilerlettiği ve kızıyla evlendirdiği biliniyor. Hürrem Sultan devlet adamlarıyla ve sorunlarıyla ilgileniyor, bunları mektuplarında da Kanuni'yle tartışıyor ve fikir veriyordu. Hürrem Sultan, Osmanlı tarihinde ilk kez meşru eş durumuna gelmesiyle birlikte kraliçe anlamına gelen "Şah" unvanını kullanmaya başlar. Çoğu raporlarda imzasının "Hürrem Şah" olarak geçtiği görülür. Haseki Hastanesinin kayıtlarında ve Kudüs'teki imaretin ve darüşşifanın kitabesinde bu ifade görülür. ""Devletlu İsmetlu Hurrem Şah Sultan Aliyyetü'ş-şân Hazretleri"". Bu ifadeler ise bu olayın kanıtı olarak gösterilmektedir. Hürrem Sultan, Osmanlı tarihinde devlet işleriyle ilgilenen ilk kadın olarak bilinir. Hürrem Sultan kendi mührünü bastırmış, divan toplantılarını tel örgülü bir pencereden izlemiş ve fikirlerini padişaha sunmuştur. Buna benzer birçok devrimci hareketi ile Kadınlar saltanatı'nı başlatmış oldu. I. Süleyman, nikahlı eşi Hürrem Sultan'a büyük bir aşkla bağlı idi. Bu aşk o kadar derindi ki ilk önce onu kaideleri hiçe sayarak nikahına aldı, sonra da ondan başka bir hatuna bakmaz oldu. Bu Osmanlı da alışılagelmiş bir şey değildi. Kanuni'yi kendine bu kadar aşık ettiği için Hürrem Sultan'ın adı ahali içerisinde büyücü ve cadıya çıktı. Daha sonradan ise yaptığı hayırlar ile halkı sevindirip, duasını alan Haseki Sultan bu namlarını geride bırakarak iyi anılmaya başlandı. Hürrem ve Süleyman'ın aşkı o kadar büyüktü ki, Osmanlı tarihinde onlardan başka bu kadar büyük bir aşk yaşayan bir padişah ve haseki örneği yoktur. Kanuni Sultan Süleyman her defasında karısı Hürrem Sultan'a olan aşkını ve sevgisini verdiği hediyelerle ve ona yazdığı gazellerle gösteriyordu. O sadece aşk gazelleri değil, devlet ve maneviyat konulu gazellerde yazıyordu. Bu gazellerde kullandığı mahlas ise Muhibbi idi. Kanuni'nin Hürrem Sultan'a yazdığı aşk şiirlerinin bazıları günümüze ulaşmıştır. ""Celis-i halvetim, varım, habibim mah-ı tabanım" "Enisim, mahremim, varım, güzeller şahı sultanım" "Hayatım hasılım,ömrüm, şarab-ı kevserim, adnim" "Baharım, behçetim, rüzum, nigarım verd-i handanım" "Neşatım, işretim, bezmim, çerağım, neyyirim, şem’im" "Turuncu u nar u narencim, benim şem’-i şebistanım" "Nebatım, sükkerim, genc,m, cihan içinde bi-rencim" "Azizim, Yusuf’um varım, gönül Mısr’ındaki hanım" "İstanbulum, Karaman’ım, diyar-ı milket-i Rum’um" "Bedahşan’ım ve Kıpçağım ve Bağdad’ım, Horasanım" "Saçı varım, kaşı yayım, gözü pür fitne, bimarım" "Ölürsem boynuna kanım, meded he na-müsülmanım" "Kapında çünkü meddahım, seni medh ederim daim" "Yürek pür gam, gözüm pür nem, Muhibbi’yim hoş halim!"" "Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman’ın mahlası)" Bugünkü dille; ""Benim birlikte olduğum, sevgilim, parıldayan ayım," "Can dostum, en yakınım, güzellerin şahı sultanım." "Hayatımın, yaşamımın sebebi Cennetim, Kevser şarabım" "Baharım, sevincim, günlerimin anlamı, gönlüme nakşolmuş resim gibi sevgilim, benim gülen gülüm," "Sevinç kaynağım, içkimdeki lezzet, eğlenceli meclisim, nurlu parlak ışığım, meş’alem." "Turuncum, narım, narencim, benim gecelerimin, visal odamın aydınlığı," "Nebatım, şekerim, hazinem, cihanda hiç örselenmemiş, el değmemiş sevgilim." "Gönlümdeki Mısır’ın Sultanı, Hazret-i Yusuf’um, varlığımın anlamı," "İstanbul’um, Karaman’ım, Bütün Anadolu ve Rum ülkesindeki diyara bedel sevgilim." "Değerli lal madeninin çıktığı yer olan Bedahşan’ım ve Kıpçağım, Bağdad’ım, Horasan’ım." "Güzel saçlım, yay kaşlım, gözleri ışıl ışıl fitneler koparan sevgilim, hastayım!" "Eğer ölürsem benim vebalim senin boynunadır, çünkü bana eza ederek kanıma sen girdin, bana imdad et, ey Müslüman olmayan güzel sevgilim." "Kapında, devamlı olarak seni medhederim, seni överim, sanki hep seni öğmek için görevlendirilmiş gibiyim." "Yüreğim gam ile, gözlerim yaşlarla dolu, ben Muhibbi’yim, sevgi adamıyım, bana bir şeyler oldu, sarhoş gibiyim. Bir hoş hale geldim."" Bu gazel I. Süleyman'ın, Hürrem Sultan için yazdığı en ünlü ve bilinen gazeldir. Diğer bir bilinen gazeli ise şöyledir; ""Ey benim gülen yüzüm, sevgilim," "Senin güzelliğin dünyaya dedikodudur," "Bu ne güzellik? Bu ne yüz? Bu ne güldür?" "Acaba saçın amberi görüp mis kokulu olmuş?" "Bu ne saç, bu ne kahkül, bu ne zülüftür?" "Aklım saçının kokusuyla doludur," "Bu ne güzel koku, bu ne ıtır, bu ne hoştur?" "Gözyaşı dalgalarım taşıp başımdan aştı," "Bu ne deniz, bu ne ırmak, bu ne nehirdir?" "Muhibbi ansızın divane oldu," "Bu ne aşktır, bu ne derttir, bu ne huydur?"" Daha sonrasında ise bir başka gazel daha yazmıştır. Bu gazel ise Hürrem Sultan'ın ölümünden sonra yazılmıştır. Bu gazel de Kanuni, eşinin ölümünün ardından duyduğu üzüntüyü dile getirmektedir: ""Bezm-i gamda âh edip cânânı andım ağladım," "Yâr ile evvel geçen devrânı andım ağladım."" Bugünkü dille; ""Günde bir kez görmesem halim nolur derken benim," "Bir yıl oldu görmez oldum ânı andım ağladım."" Oğullarını tahta varis yapmayı başaran Hürrem Sultan, 17 Nisan 1558’de İstanbul’da hayatını kaybetti. Hürrem Sultan'ın zehirlenerek ya da kadın hastalığı sonucu öldüğü rivayet edilir. Kayıtlarda eceliyle öldüğü yazılır. Büyük bir cenaz
e töreninin ardından Süleymaniye Camii avlusuna gömüldü. Mezarı üzerine türbesi eşi Süleyman tarafından yaptırıldı. Hürrem Sultan'ın ölümü sonrası çok üzülen eşi Süleyman karısının vefatından sonra günümüzde İran'da bulunan bir şehrin ismini değiştirerek şehre Hürremabad ismini vermiştir. Şehrin ismi günümüzde de hala aynıdır. Hürrem Sultan; Avrupa'da ve Türkiye'de resim, müzik ve bale sanatlarındaki birçok çalışmaya konu olmuştur. Avusturyalı besteci Joseph Haydn'ın 63. Senfonisi bu eserlere bir örnektir. Eser daha çok, ikinci bölümünün adı olan “"Roksalan"” ismiyle anılır. Yusuf Niyazi'nin "Mazlum Şehzadeler", Orhan Asena'nın "Hürrem Sultan" ve "Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe" adlı piyesleri, Hürrem Sultan’ı konu alan Türk tiyatro yapıtlarındandır. 2003 yapımı "Hürrem Sultan" adlı dizide Hürrem Sultan'ı Gülben Ergen canlandırırken, 2011-2014 arasında yayınlanan "Muhteşem Yüzyıl" dizisinde Hürrem Sultan'ı Meryem Uzerli ve Vahide Perçin canlandırmıştır. Türkiye’de yazılan ilk büyük bale eserlerinden Hürrem Sultan Balesi, Orhan Asena’nın “"Hürrem Sultan"” adlı piyesinden ilham alarak Nevit Kodallı tarafından bestelenmiştir. Hürrem Sultan'ın doğduğu yer olduğuna inanılan Ukrayna'nın Rohatyn kentinde bir Hürrem Sultan Anıtı bulunur. 2007 yılında, Ukrayna'daki bir liman kenti olan Mariupol'daki Tatarlar Hürrem Sultan'ın onuruna bir cami açmıştır. Hürrem Sultan'ın adı bilinen 6 evladının yanı sıra ismi bilinmeyen veya küçük yaşta vefat eden diğer evlatlarının olduğu da rivayet edilir. Hürrem Sultan İstanbul'da günümüzde onun adıyla anılan Haseki semtinde, Mimar Sinan'a Haseki Külliyesini yaptırmıştır. 1538-1551 yılları arasında inşaatı tamamlanan külliyenin içinde bir hamam, medrese ve hastane bulunmaktadır; onun ilk ve en önemli hayratlarındandır. Günümüzde T.C. Sağlık Bakanlığı Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi olarak tanınan bu hastane Türkiye'de kesintisiz hizmet vermekte olan en eski hastane olma özelliğini taşır. Hürrem Sultan ayrıca Ayasofya Camii civarında yardıma muhtaç ve fakirlerin karnını doyurmak için bir mutfak yaptırtmıştır. Kabe’de, Şam’da, Bağdat’ta, Konya’da, Kudüs’te, Edirne’de Hürrem Sultan adına çeşitli eserler yapılmıştır. Hürrem Sultan Balesi, Hürrem Sultan'ın hayatından esinlenerek yaratılmış bir Türk bale eseridir. Bunun yanında Hürrem Sultan için birçok opera eseri, tiyatro oyunu, tarihi roman, televizyon dizileri ve bilgi içerikli kaynaklar mevcuttur. 1997-2000 yılları arasında Ukrayna'da çekilen Roksalana adlı dizide Olga Sumskaya tarafından canlandırılmıştır. 2003 yapımı Hürrem Sultan adlı Türk televizyon dizisinde Hürrem Sultan'ı Gülben Ergen canlandırmıştır. 2005 yapımı Die Geliebte des Sultans adlı Alman belgesel-filminde Hürrem Sultan rolünü Sólveig Arnarsdóttir üstlenmiştir. 2011 yapımı "8 Ülke 8 Yönetmen ve Sinan" adlı belgeselde Hülya Avşar tarafından canlandırılmıştır. 2011-2014 yapımlı Muhteşem Yüzyıl dizisinde gençliğini Meryem Uzerli, yaşlılığını ise Vahide Perçin canlandırmıştır. Sigmund Freud Sigmund Freud (, nüfus kaydında Sigismund Scholomo Freud) (d. 6 Mayıs 1856, Příbor, Moravya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu (bugün Çek Cumhuriyeti) - ö. 23 Eylül 1939, Londra, Birleşik Krallık), psikanaliz kurucusu olan Avusturyalı nörolog. Kişiliğin 5 farklı dönemden geçerek geliştiğini öne süren Psikanalitik kuramın kurucusudur. Bir psikoterapi tekniği olarak psikanaliz, hastaların zihinsel süreçlerinin bilinçdışı unsurları arasındaki bağlantıları ortaya çıkarmaya çalışır. Orta halli bir Yahudi yün tüccarının, kırk yaşındayken, kendisinden yirmi yaş küçük bir kadınla yaptığı ikinci evliliğinden dünyaya geldi. Ekonomik bunalımdan dolayı ailesi Viyana'ya yerleşmek zorunda kaldığında, Freud henüz 4 yaşındaydı. 1938 yılına kadar burada yaşadı. Lisede Latince, Fransızca ve İngilizce öğrenirken kendi çabalarıyla da İbranice, İspanyolca ve İtalyanca öğrendi. Başarılı bir öğrenciydi. Goethe'nın yapıtlarından etkilenerek, başlangıçta istemediği halde, tıp okumaya karar verdi. Üniversite yıllarında Yahudi düşmanlığıyla karşılaştı, okuldaki arkadaş çevresinden dışlandı. 1876 yılında fizyolojist Brücke'nin laboratuvarına girdi, burada anatomopatoloji ve insan sinir sistemi üzerine araştırmalar yaptı. 1881'de tıp öğrenimini bitirdi. 1883'te dönemin ünlü beyin anatomisi ve nöropatoloji uzmanı Dr. Theodor Meynert'in yönetiminde psikaytri kliniğinde asistan olarak çalışmaya başladı. 1884'te kokain üzerine bir inceleme yapmakla görevlendirildi. 1884'te kokainin analjezik özelliklerini keşfetti, anestezik niteliklerini ise sezinledi. ("Yaşamım ve Psikanalız" adlı yapıtında kokainin anestezik niteliklerini aslında bildiğini, yalnız tıp çalışmalarını bıraktığından dolayı bunların başkaları tarafından ortaya çıkarıldığını ileri sürer.) Aldığı bir bursla 1885'te Paris'e gitti, Salpêtriê Hastanesi'nde, Jean Martin Charcot'nun yanında staja başladı. Burada histerinin belirtilerini, hipnotizma ve telkinin etkilerini gözlemledi. Charcot'dan çok etkilendi ("Yaşamım ve Psikanaliz" 'de Charcot'ya ne kadar düşkün olduğu görülür). Charcot'nun konferanslarını Almancaya çevirdi ve 1886'da yayımladı. 1886'da Paris'ten ayrılarak Berlin'e gitti. Burada çocuk nöropatolojisiyle ilgilendi. Viyana'ya dönerek özel hekimliğe başladı. 1886 ekim ayında 4 yıldır nişanlı olduğu Martha Bernays ile evlendi. Sinir hastalıkları ve histeri şikayetiyle kendisine başvuranlar üzerinde dönemin ünlü tedavi yöntemlerini, elektroterapi ve hipnotizmayı uyguladı. 1887'de Dr. Bernheim'in "Telkin ve Telkinin Tedavideki Uygulamaları Üstüne" adlı kitabını çevirdi. Elizabet von R. adındaki bir kadın hasta kendisini serbest çağrışım yöntemine zorlayınca hipnozdan vazgeçti. 1892 - 1895 yılları arasında Charcot'nun "Salı Günü Dersleri" adlı kitabının çevirisini, savunma psikonevrozları üzerine bir makaleyi ve saplantılar ve fobiler üzerine başka bir makaleyi Breuer ile ortaklaşa hazırladı. Ancak tıp çevrelerince "Histeri Üzerine İncelemeler" hoş karşılanmadı. Bu yapıtta psikanalizin temel ilkelerine rastlanır. 1896 yılında babasının ölümü üzerine derin bir bunalıma girdi ve sistematik olarak kendini çözümlemeye başladı. Yine aynı yıl Breuer'le nevrozların cinsel açıdan açıklanması konusunda ters düşerek yollarını ayırdı. Histerinin cinsel etiyolojisi üzerine verdiği bir konferans skandala yol açtı. Bu dönemde W. Fliess'le yazışmaları, özçözümleme süreci, hayatı üzerinde önemli etkiler yarattı. (Bu yazışmaları Freud'un ölümünden sonra eşi ve kızı tarafından kamuoyuna duyurulmuştur. Freud psikanalize özel hayatını karıştırmak istemediğinden, kişisel kayıtlar bırakmamış, birçok yazışma ve mektubunu ölümünden önce yakmıştır.) Hayatının 10 yıl süren bu döneminde, Freud hem yandaş, hem öğrenci bakımından yalnız kaldı. Kendini hastaların tedavisine ve psikanalizin yaratılmasına yoğunlaştırdı. Bu sürecin sonucu olarak 1897'de Oedipus Kompleksi, 1900'de Düşlerin Yorumu (iki cilt) adlı eserler ortaya çıktı. 1908'te Viyana Psikanaliz Derneği kuruldu. Bu olay, Freud için bir dönüm noktasıydı, "Yaşamım ve Psikanaliz" kitabında buna büyük yer verdi. Ancak bu tarihten önce bile Freud'un çevresinde çözümlemenin giderek kurumlaştığı görülür. 1902'den sonra "Çarşamba Günleri Psikoloji Derneği", adı altında başta P. Federn, O. Rank, W. Stekel ve Alfred Adler olmak üzere, Freud'un ilk yandaşları bir araya toplandılar. 1904'te E. Bleuer'le yazışmaya başladı. 1907'de Bleuer'in asistanı Carl Gustav Jung tarafından ziyaret edilir. Jung aynı yıl Zürih'te Freud Derneği'ni kurdu. Bu Freud için büyük bir başarıydı, zira psikanaliz artık ülke sınırlarının dışına çıkmıştı. Takip eden yıllarda Jung, 1. Psikanaliz Kongresi'ne katıldı ve psikanaliz üzerine konferanslar vermek üzere Freud ile birlikte ABD'ye yolculuk etti. Freud, 1910 - 1920 yıllarında "Psikanaliz Üzerine", "", "Totem ve Tabu", "Narsizmin İncelenmesine Giriş", "Yas ve Melankoli" adlı eserleri yayımladı. 1923'te kendisine üstçene ve damak kanseri tanısı kondu. İzleyen yıllarda 33 kez ameliyat oldu. Sürekli protez takması gerektiğinden dolayı uzun yıllar konuşma ve yemek yeme sıkıntısı çekti. 1938'de Naziler'in Viyana'ya girmesiyle birlikte en küçük çocuğu Anna ile birlikte Avusturya'yı terk etmek zorunda kalarak Londra'ya yerleşti. Ölümüne dek tedavi ve çalışmalarına burada devam etti. Freud, prensipleri gereği kişisel hiçbir özel belge, anı defteri, mektup bırakmamış, hepsini yakmıştır. Bu nedenle, Freud'a dair ilk ve en kapsamlı bilgiler ilk olarak yakın dostu İngiliz psikaytr Ernest Jones'un 1953'te yayımlanan üç ciltlik "Sigmund Freud'un Yaşamı ve Yapıtları" adlı kitabıyla ortaya çıkarıldı. Ken Thompson Kenneth Thompson, UNIX işletim sistemininin yaratıcısı ve öncü bir bilgisayar bilimcisidir. 1943 yılında New Orleans, Louisiana, ABD'de doğdu. Lisans ve Yüksek Lisans derecelerini elektrik mühendisliği dalında UC Berkeley'den aldı. 1969'da Bell Laboratuvarları'nda çalışırken Thompson ve Dennis Ritchie, UNIX işletim sisteminin temel tasarımcılarıydılar. Thompson ayrıca Dennis Ritchie'nin geliştirdiği dünyanın en çok kullanılan programlama dili olan C programlama dilinin öncüsü kabul edilen B programlama dilini yazdı. UNIX işletim sistemininin ilk üç versiyonunu, yalnızca Thompson tarafından, PDP-7 üzerinde Assembly dili ile geliştirmiştir. Daha sonra Ritchie ve diğerleri projeye dahil olmuş ve UNIX, C ile baştan yazılmıştır. Sistemin çekirdeğini Thompson geliştirirken, C derleyicisi dahil uygulamaların çoğu Ritchie tarafından geliştirilmiştir. Önceden yazılmış olan qed editörünün takipçisi, standart UNIX editörü ed'i geliştirdi. Daha sonra, Bell Laboratuvarları'ndayken Rob Pike ile birlikte Plan 9 işletim sistemini tasarladı. Bu çalışma sırasında UTF-8 karakter sınıflandırmasını yarattı. Thompson ve Ritchie birlikte 1983 yılında "işletim sistemleri teorisini geliştirmeleri ve özel olarak UNIX işletim sistemini tasarlamaları" nedeniyle Turing Ödülü aldılar. Thompson, Bell Laboratuvarları'ndan 1 Aralık 2000'de emekliye ayrıldı. Şu an Google'da Go dilinin geliştirilm
esi ile uğraşmaktadır. Kanada Kanada (İngilizce: '; Fransızca: '), Kuzey Amerika kıtasının en kuzeyindeki ülkedir. Büyüklüğü, Büyük Okyanustan, Kuzey Arktik denizine kadar 9.98 milyon kilometre karedir. Bu özelliğiyle, yüzölçümü bakımından dünyanın en büyük 2. ülkesidir. Amerika Birleşik Devletleri ile Kanada'nın ortak sınırı dünyanın en uzun kara sınırını oluşturur. Kanada'nın topraklarında çoğunlukla ormanlar ve bunun yanı sıra Rocky Dağları'ndaki tundra hakimdir. Nüfusun beşte dördü de güney sınırına yakın yaşamaktadır. Kanada'da zaman genellikle soğuk ya da çok ciddi kış soğuklarıyla geçer, ancak Kanada'nın güneyindeki alanlar yaz aylarında bir o kadar da sıcak olur. Kanada, Aborjinlerin binlerce yıldır yaşadığı bir alan olmuştur. 15. yüzyıl sonlarında, İngiliz ve Fransız kolonileri Atlantik kıyısı civarlarında ilk kolonilerini kurmaya başladılar. Bölge daha sonralarında ise tamamen İngilizlerin kontrolüne girmiştir. Ancak Birleşik Krallık, başta Kuzey Amerika kıtası olmak üzere, bugünkü Kanada'yı da oluşturan topraklardaki gücünü, çeşitli savaşlarla, 18. yüzyılın sonlarından itibaren kaybetmiştir. Buna rağmen Kanada, Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı'nın hala birer parçası konumundadır. Aynı zamanda ülke, 10 eyalet ve 3 bölgeden oluşan, merkezi olmayan, anayasal monarşi ile yönetilen, 1867'de Konfederasyon yasası ile kurulan bir federasyondur. Kanada'nın başkenti Ottawa'dır. Ülke, hem Frankofon, hem de İngiliz Milletler Topluluğuna bağlıdır. Kanada çağdaş ve teknolojik olarak ilerlemiş bir ülkedir, ve fosil yakıt kaynakları, nükleer enerji üretimi ve hidroelektrik güç üretim imkânları ile enerji bakımından genelde kendine yeterlidir. Ekonomisi geleneksel olarak yüksek miktarlardaki doğal kaynaklarına dayalıdır. Her ne kadar çağdaş Kanada ekonomisi çeşitlenmişse de doğal kaynakların kullanımı halen çoğu bölgesel ekonominin önemli bir parçasıdır. Güney komşusu ABD'nin onda biri nüfusu ile, Kanada'nın ekonomik gücünün de onda biri olması beklenirken; gerçekte bu orandan daha fazladır. Kanada'da en az 10.000 yıl boyunca "İlk Halklar" olarak tanınan yerliler yaşamıştır. Avrupalılar tarafından ilk ziyaret 1000 yılı civarında, kısa bir süreliğine Newfoundland'e yerleşen Vikingler tarafından yapılmıştır. Kolonici Avrupalılar, 16. yüzyılın sonu 17. yüzyılın başı gibi Kanada'ya geldi. 1763'de Yedi Yıl Savaşı'ndan sonra Fransa, Karayip Adaları'nı tutup Kuzey Amerikan kolonisi Yeni Fransa'yı Büyük Britanya'ya bırakmaya karar verdi. Amerikan Devrimi'nden sonra Büyük Britanya'ya sadık olanlar Kanada'ya yerleştiler. 1 Temmuz 1867'de İngiliz Kuzey Amerika Yasası'nın geçmesiyle Büyük Britanya, Kuzey Amerikan kolonisi dört eyaletinden oluşan federasyona kendini yerel yönetim hakkı verdi. Bu eyaletlerden “Kanada” ikiye ayrılıp Quebec ve Ontario eyaletlerini meydana getirdi, diğer iki eyalet de New Brunswick ve Yeni İskoçya'ydı. Kanada Konfederasyonu terimi bu birleşimi ifade eder ve genellikle sonuçlanan federasyon için de kullanılır. Diğer İngiliz koloni ve bölgeleri de kısa zamanda Konfederasyon'a bağlandılar. 1880'de Kanada, Newfoundland ve Labrador dışında, şu anki alanına sahipti. Dominyon'un tüm ilişkilerinin kontrolü Westminster Tüzüğü ile 1931'de ve 1982'de Kanada Anayasası'nın kabulü ile sağlandı. 20. yüzyılın ikinci yarısında, çoğunluğu Fransızca konuşan Quebec eyaletinin bazı vatandaşları 1980 ve 1995'teki iki referandum ile bağımsızlık kazanmaya çalıştılar. Her iki referandum da Quebecois Partisi liderliğindeydi ve ilki %60, ikincisi %50.6 hayır oyu ile reddedildi. Kanada parlamenter demokrasi ve anayasal monarşi ile yönetilen bir federasyondur. Devlet Başkanı ve hükümdarı “Kanada Kraliçesi” sıfatı ile Kraliçe II. Elizabeth'dir. Kraliçe'nin Kanada'daki temsilcisi Genel Vali'dir ve genellikle emekli olmuş eski politikacılar veya diğer seçkin Kanadalılar arasından Başbakan önerisiyle Kraliçe tarafından atanır. Genel Vali, siyaset dışı bir figür olup, Avam Kamarası ve Senato'nun çıkardığı kararnamelere kraliyet onayını sağlamak, devlet belgelerini imzalamak, parlamento toplantılarını resmen açıp kapatmak ve seçimler öncesi parlamentoyu feshetmek gibi görevleri vardır. Hem Kraliçe hem de Genel Vali çok az yetkiye sahip sadece göstermelik yöneticilerdir ve hemen her zaman Hükûmet Başkanı Başbakan'ın tavsiyesi doğrultusunda hareket ederler. Bu devlet başkanının siyasi sorumsuzluğunun bir sonucudur. Siyasi sorumluluğu olmayan devlet başkanının bu gibi yetkileri birer şeklî/sembolik yetkidir. Kanada anayasası bu sayfada bulunabilir. Ancak anayasanın bir kısmı yazılmamıştır, metin çeşitli gelenekler ve uzlaşmalar çerçevesinde yorumlanır. Devletin yasama kolu seçilmiş Avam Kamarası ve Başbakan önerisiyle Genel Vali tarafından atanmış Senatörlerin dahil olduğu Senato'dan oluşur. Senato'da 105 Senatör vardır. Bunların 24'ü Ontario'dan, 24'ü Quebec'den, 24'ü deniz eyaletlerinden , 24'ü batı eyaletlerinden , 6'sı Newfoundland'den ve birer kişi de bölgedelerdendir . Kanada'daki katı parti disiplini Başbakan'a Parlamento'dan geçen hemen her yasa üzerinde yüksek kontrol gücü verir. Başbakan "Avam Kamarası" için seçimlerin yenilenmesine kendi takdiri ile karar verir ancak bu bir önceki seçimlerden 5 yıldan daha geç olamaz. "Genel Vali" Başbakan'ı biçimsel olarak atar, atanan kişi genellikle Avam Kamarası'nda en fazla sandalyeye sahip partinin başkanıdır. Daha sonra başbakan Avam Kamarası ve senatodaki partilileri arasından uzlaşmayla belirlenmiş olanlarının Bakanlar Kurulu'na atamasını yapar. Kanada'da üç büyük ulusal parti vardır: merkezci Liberal Parti, sağ-kanat Muhafazakar Parti, ve demokratik sosyalist Yeni Demokrasi Partisi. Bölgesel parti Bloc Québécois Quebec'de birçok sandalyeyi elinde tutar, ayrılıkçı amaçlı ve temelde sosyal demokrat bir partidir. Başka küçük partiler de mevcuttur. Fakat Avam Kamarası'nda nadiren sandalye kazanırlar. Benzer şekilde bağımsız adaylar da nadiren seçilirler. Muhafazakar Parti, şu anki başbakan 'ın Justin Trudeau ve şu anda azınlık hükûmeti olarak görev yapmaktadır. Hükûmet kurabilen diğer tek parti bir önceki hükûmeti kuran Liberal Parti'dir. Son yıllarda Kanada ABD'ye göre sol görüşe daha yakın bir toplum olarak düşünülmekteyse de Ocak 2006'daki seçimlerde ABD yanlısı Muhafazar Parti başarılı olmuş, ancak aldıkları oylar sadece azınlık hükûmeti kurmaya yeterli olmuştur. Devletin yargı erki federal ve eyalet düzeyinde çeşitli mahkemelerden oluşur. Hem federal hem de eyalet mahkemelerinin kararları Yüksek Mahkeme'de temyiz edilebilir. Kanada Birleşmiş Milletler, İngiliz Milletler Topluluğu, Frankofon, NATO, G8, OECD ve APEC üyesidir. Kanada 10 eyalet ve 3 bölgeye ayrılmıştır. Eyaletlerin federal yönetimden geniş oranda özerkliği varsa da bölgelerin bağımsızlığı daha azdır. Eyaletler, Kanada'nin sosyal programlarının çoğundan (örneğin sağlık sistemi, eğitim ve refah) sorumludur; ve toplamda federal hükûmetten daha fazla gelir toplarlar. Federal hükûmetin politikalarından muaf tutulabilirler, ancak bu federal gelirlerden alınan payın kaybı riskini de taşır. Ceza kanunları kesinlikle federal hükûmetin sorumluluğu altında olan az sayıdaki alanlardan biridir ve suç ve ceza Kanada'nın çoğunda tek biçimlidir. On eyaletin eyalet başbakanı tarafından yönetilen seçilmiş yasama kolu vardır, eyalet başbakanları federal başbakanla aynı şekilde seçilirler. Ayrıca her eyaletin federal başbakan tarafından atanan ve Kraliçe'yi temsil eden göstermelik birer vali yardımcısı vardır. Çoğu eyalette federal düzeydeki partilerin karşılığı olan eyalet düzeyinde partiler vardır. Ancak NDP dışında eyalet düzeyi partiler ile federal düzeydekilerin arasında resmi bir bağ yoktur. Bazı eyaletlerde Saskatchewan Partisi ve Labrador Partisi gibi yerel politik partiler de bulunur. Quebec'deki politik durum diğerlerinden çok farklıdır, partiler arasındaki en belirgin fark, Québécois Partisi tarafından temsil edilen ayrılıkçılık ile Quebec Liberal Partisi tarafından temsil edilen federalciliktir. Bu iki parti haricinde sağ görüşlü Quebec Demokratik Eylem Partisi (ADQ) ve sol görüşlü İlerici Güçler Birliği (UFP) adlı küçük partiler de Quebec'de faaliyet göstermektedir. Ancak bunlardan sadece ADQ şimdiye kadar Quebec meclisine üye sokabilmiştir... Anayasa yerine Parlamento kuruldukları için bölgeler eyaletlerden daha az siyasi güce sahiptirler. Bunun sonucu olarak bölgeler Parlamento'da eyaletlere eşit temsil edilmezler. Bölgelerin devlet başkanlarına komisyoner denir. Her ne kadar eyaletlerdeki yardımcı valilere eşit düzeydelerse de Kraliçe'nin temsilcisi değillerdir. Federal hükûmet tarafından atanırlar. Yukon'un eyalet meclisleriyle aynı şekilde çalışan kendi bir meclisi vardır, fakat diğer iki bölge siyasal partisiz uzlaşma yönetimi sistemi kullanırlar. Bu yöntemde her aday seçimlerde bağımsız olarak yarışır, ve bölge başbakanı adaylar arasından ve adaylar tarafından seçilir. Federal hükûmet ve bölgesel hükûmetler arası ilişkiler her zaman gergin olmuştur. Hükûmetler arası uzlaşmazlıkların çoğu kaynakların kullanımı ve finansman hakkında olmuştur. Kişi başına gelire göre bölgeler Kanada'da en yüksek oranda olsa da, bölgelerdeki yoksulluk oranı sosyal yalıtım, mal sağlamadaki aşırı zorluk ve maliyet, işlerin yıpratıcılığı ve sosyal problemlerden dolayı devamlı yüksek olmuştur. Varlıklı ve yüksek teknolojiye sahip endüstriyel bir toplum olarak Kanada bugün, serbest pazar merkezli ekonomik sistemi, üretim modelleriyle ve yüksek yaşam standartları ile ABD'ye çok benzer. II. Dünya Savaşı'ndan bu yana imalat, madencilik ve hizmet sektörlerindeki artış Kanada'yı kırsal ekonomiden endüstriyel ve şehirsel bir toplum haline getirdi. Enerji üretimi bakımından kendine yeterli olan Kanada'nın doğu kıyısında ve batıdaki üç eyaletinde zengin doğal gaz yatakları ve fazlaca diğer doğal kaynakları bulunmaktadır. 1989'daki Kanada-ABD Serbest Ticaret Anlaşması (FTA) ve 1994'deki Meksika'yı da içeren Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) ABD ile olan ticari ve ekonomik bütünleşmede
hızlı bir artışa neden oldu. Bu yakın ilişkiden dolayı, 2001'de ABD'de ekonominin kötüye gitmeye başlaması Kanada ekonomisinde de olumsuz etkiye yol açtı, ancak Kanada ekonomisi beklenenden daha az etkilendi. 1993-2000 arası reel büyüme ortalama %3 iken, bu oran 2001'de azaldı. 2003'te imalat ve doğal kaynaklar sektörlerindeki küçülmeden dolayı işsizlik arttı. Bunlara rağmen Kanada 2001'den sonra ekonomik gerilemeyi durdurmayı başardı ve G7 grubu içerisindeki en iyi ekonomik büyüme oranını tutturdu. Ekonomik durumun üzerine düşmekte olan iki gölgeden birincisi İngilizce ve Fransızca konuşan bölgeler arasında devam eden anayasal çıkmazın federasyonun bölünmesi olasılığını ortaya çıkarmasıdır. Süregelen belirsizlik Kanada'nın borçlarından kimin sorumlu olacağı, ticari ilişkilerin nasıl bir hal alacağı gibi birçok soruyu da beraberinde getirmektedir. Diğer bir uzun vadeli endişe de “beyin göçü” olarak da bilinen profesyonellerin daha yüksek ücret, daha düşük vergi gibi nedenlerle ABD'ye akmaya başlamasıdır. Aynı anda da önemi pek fark edilmese de göçmenlik yoluyla bir “beyin kazanımı” da devam etmektedir . Çoğu batı ülkesinde olduğu gibi Kanada'da da bu durumun faydaları yabancıların niteliklerinin tanınmasi kurallarıyla sınırlanmıştır; çok sayıda eğitimli ve yetenekli göçmen Kanada'da niteliksiz işlerde çalışmaktadırlar, çünkü sicilleri devlet, işverenler ve Kanada Medikal Birliği gibi çeşitli profesyonel kurumlarca tanınmamaktadır. Transparency International adındaki kurum Kanada'yı ahlaki yozlaşmanın en az olduğu 12. ülke olarak sıralamaktadır. 2011 Kanada nüfus sayımı sonuçlarına göre toplam nüfus 33.476.688 kişi oldu. 2006 sayımlarına göre yüzde 5.9'luk bir artış yaşandı. Aralık 2012'de Statistics Canada 35 milyonun üzerinde bir nüfus olduğunu bildirdi. Bu G8 ülkeleri arasındaki en hızlı büyüme oranı anlamına gelir. 1990 ve 2008 yılları arasında nüfus yüzde 20.4 genel artışa eşdeğer olarak 5.6 milyon arttı. Nüfusun artmasının ana sebepleri göç ve daha az oranda doğal büyümedir. Kanada dünyada kişi başına düşen en yüksek göç oranına sahip ülkelerden biridir. Bunun başlıca nedenleri ekonomik politika ve daha az bir ölçüde aile birleşimidir. Kanada halkı büyük siyasi partilerin yanı sıra göçün mevcut seviyesini destekler. 2010 yılında rekor olarak 280.636 kişi Kanada'ya göç etti. Kanada hükümeti 2016 yılı için 280.000 ile 305.000 arasında yeni kalıcı oturma izni vermeyi düşünüyor. Bu sayı son yıllardaki göçmen sayısına benzer büyüklüktedir. Yeni göçmenler genellikle Toronto, Montreal ve Vancouver gibi büyük kentsel alanlara yerleşirler. Kanada ayrıca çok sayıda mülteciyi de kabul eder. Yıllık küresel mülteci yerleştirmenin yüzde 10'dan fazlası Kanada'ya aittir. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü'nün (OECD) 2012 raporlarına göre Kanada dünyanın en eğitimli ülkesidir. Kanadalı yetişkinlerin yüzde 51'i en az bir lisans düzeyinde kolej ya da üniversite derecesinde eğitime sahiptir. Bundan dolayı ülke yetişkinlerin yükseköğretim düzeyinde eğitim alması bakımından dünya genelinde birinci sıradadır. Kanada gayri safi yurt içi hasılasının (GDP) %5.3'ünü eğitime harcar. Ülke yatırımını ağırlıklı olarak yükseköğretime yapar (öğrenci başına 20 000 ABD dolarından daha fazla). , yaşları 25'ten 64'e kadar olan yetişkinlerin yüzde 89'u lise derecesine eşdeğer bir eğitime sahiptir, OECD ortalaması ise yüzde 75. Kanada'da, diğer çoğu Amerika ülkelerinde olduğu gibi, en yaygın din Hristiyanlık'tır. En yaygın mezhep, Katoliktir. Katolikler nüfusun %42'sini oluştururlar. İkinci sırada, %40'lık oran ile Protestanlar gelir. Buna karşılık, Kanada nüfusunun %23.9'u ise, herhangi bir dine inanmamaktadır. Kanada'nın iki resmî dili vardır: İngilizce ve Fransızca. 7 Temmuz 1969'da Kanada federal devletinin tümünde Fransızca ve İngilizce eşit kabul edildi. Bu durum Kanada'nın kendisini federal düzeyde çift dilli ve çok kültürlü bir ulus olarak tanımlamasına yol açtı. Kanada Haklar ve Özgürlükler Beyannamesi belirtir ki: Eyaletler düzeyinde sadece New Brunswick çift resmi dillidir; diğer tüm eyaletlerde çift dillilik federal yasalarla sağlanmıştır. Her ne kadar diğer eyaletler çift resmi dilli değilse de eyalet yönetimlerinin çoğu, İngilizce ya da Fransızca konuşan azınlıklarına hizmet vermektedir. Quebec'in resmi dili Fransızcadır. "Fransızca Dili Beyannamesi", Fransızcanın kullanımını koruyan kurallar ortaya koyar ancak bir yandan da İngilizce ve yerli dillerini konuşanlara da çeşitli haklar verir. Fransızcanın sıklıkla konuşulduğu yerler, Quebec, Ontario, New Brunswick ve güney Manitoba'dır. 2001 nüfus sayımında "6,864,615 kişi" Fransızcayı ana dilleri olarak beyan ettiler, bunların %85'i Quebec'de yaşayanlardı. İngilizceyi ana dil olarak belirtenler de 17,694,835 kişiydi. Resmi diller dışında konuşulan dillerin de Kanada'da önemi vardır, 5,470,820 kişi ana dil olarak resmi diller dışında bir dil beyan etmişti (Bu istatistikler birden fazla ana dil beyan edenleri de içermektedir). En önemli resmi olmayan diller: Çince (853,745) {özellikle Kanton lehçesi (322,315)}; ve İtalyanca (469,485). Kanada'da yerli dillerini konuşan çok sayıda insan yaşamaktadır, ancak bunların birkaçı dışında çoğu azalmaktadır. Bunlardan en önemli olanları Krice ("72,885"); İnuktitut ("29,010"), ve Ojibwe dili'dir ("Cree" ile birlikte toplam 150,000). Kanada'nın ulusal marşı “O Canada”dır. Her ne kadar ilk kez 24 Haziran 1880'de Quebec City'de Aziz Jean Baptiste Günü kutlamalarında söylenmişse de, 1 Temmuz 1980'e kadar Kanada'nın resmi ulusal marşı olmamıştır. Önceki 70 yıl boyunca “O Canada”, “God Save the Queen” ve “"The Maple Leaf Forever"” resmi olmayan ulusal marşlar olarak yarışmıştır, ancak 1960'lardan bu yana “O Canada” açıkça tercih edilmeye başlanmıştır. Resmen ulusal marş olarak ilan edildiğinde birçok Kanadalı, marşın halihazırda bu statüsü olmadığını şaşırarak öğrenmiştir. "God Save the Queen" şu anda Kanada'nın "Kraliyet marşı"'dır. Kraliçe ve kraliyet ailesine mensup kişilerin varlığında çalınır. Ayrıca bir kısmı Genel Vali'nin varlığında da çalınır. Geleneklerin dışında olmak üzere “God Save the Queen” sıkça devlet törenlerinin sonunda da (örneğin devlet üyelerinin cenaze törenleri, ve Anma Günü törenleri) söylenir. Sadece müzik kısmı birçok askeri törende de çalınır, ve bazı üniversiteler mezuniyet törenlerini onunla kapatırlar. Birleşik Krallık'ta da olduğu gibi tahtta bulunan Kral olunca sözleri “God Save the King” olarak değiştirilir. Kanada millî marşında senfonik ve harmonik sesler baskındır. Usenet User's Network'un kısaltmasıdır. News diye de anılır. 1979 senesinden beri kullanılmaka olan Usenet, Dünya′nın en eski yaygın ve heterojen grup iletişim sistemlerinden biridir. Ağ kültüründe SSS ve (ticarî amaçlı) spam gibi kavramların ortaya çıktığı ortam olması bakımından önemli bir rolü olmuştur. NOFX NOFX, 1983 yılında Berkeley'de 3 kişi tarafından kurulmuş ve günümüze kadar 10 albüm, 6 EP ve birçok 45'lik plak çıkarmıştır... İlk görüldüğü anda öne doğru uzamış Misfits tarzı saçları ve yırtık pırtık giyim tarzıyla gerçek bir Misfits hayranı olduğu anlaşılan Mike Burkett ile tanışan Eric Melvin, onun False Alarm adlı bir grupta bass gitarist olarak çaldığını öğrenmiş ve onu gruba çağırmıştır. Daha sonra Caustic Cause adlı gruptan gelen Eric Sandin onlara katılmıştır ve böylece grubun ilk hali ortaya çıkmıştır. Grup bugünkü halini 1991 yılında almıştır. Bu zamana kadarki üye değişiklikleri şöyledir: (sadece iki hafta) (son halleri) Jainizm Jainizm, "Cainizm" veya "Caynizm", geleneksel anlamda Jain Dharma (जैन धर्म) olarak bilinen Güney Asya kökenli din ve felsefe. Bugün modern Hindistan'da azınlık olmakla beraber ABD, Batı Avrupa ve Afrika'da büyüyen topluluklar halinde varlığını sürdürmektedir. Jainistler hâlâ antik Şraman'ı (श्रमण) - bir tür sofu (çileci) gelenek - devam ettirmektedirler. Ruhanî özgürlük ve kurtuluş kavramı temelinde kurulmuş olan Jainizm tüm canlıların eşit olduğunu ve özellikle şiddet karşıtlığını savunur. Özdenetim (व्रत, vrata) Jainlerin "mokşa", "Keval Gnan", veya ruhun gerçek doğasının anlaşılmasına giden yoldur. Jainizm, yaklaşık MÖ 500 yıllarında Hindistan'da başlamıştır. Kurucusu, Nataputta Vardamana ya da diğer adıyla "Mahavir"`dir (veya "Mahavira", "Manavira"). Kutsal metinleri, Jain Agamaları Sidantalar'dır. Bunların dışında başka klasik dinî metinler de bulunmaktadır. Hindistan bölgesini dinî, etik, politik ve ekonomik açıdan neredeyse iki binyıldan fazladır etkileyen Jainizm, özellikle "şiddete başvurmama" konusunu vurgulayarak, ruhanî bağımsızlığı ve eşitliği amaçlar. Jainizm insana ait en yüce mükemmelliğin ortaya çıkarılmasına uğraşır. Bu mükemmellik, orijinal saflığı içinde bütün ıstıraplardan, doğum ve ölüm engelinden bağımsızdır. Özdenetim (व्रत, vrata) ve kuvvetli çilecilik (sofuluk) ile Jainstler mokşa veya yeniden doğma döngüsünden bağımsızlığı elde ederler. "Jain" terimi Sanskrit "Jina" (fatih) kelimesinden çıkarılmıştır ve bu fenomen dünyasında empoze edilen bu sınırların üstüne çıkmayı ima eder. Mürit konumundaki bir Jaine şravaka (श्रावक), "dinleyici", denir. Jain Şangha (संघ) dört unsurdan oluşur: rahipler (साधु), rahibeler, mürit erkek ve kadınlar. Jainizm, mükemmel olan insandan daha yüksek bir varlığı ya da bir Tanrı'yı tanımayı gerekli görmez. Varlıkların ne başlangıcı ne de sonları vardır, hepsi ölümsüzdür. Varlıkları üç ana sınıfa ayırır: Henüz gelişmemiş olanlar; gelişme yolunda olanlar ve tekrar doğuş sürecinden kurtulup özgür hale gelenler. Geleneksel olarak, evren ve zamanımızda, hakikatı ilk fark edenin Lord Rişabha (ऋषभ veya रिषभ) olduğu kabul edilir. Ardından sırasıyla Lord Parşva (MÖ 877-777) ve Lord Vardhaman Mahavira (महावीर) (MÖ 599-527) gelmiştir. Jain inancında her insan eylemlerinden sorumludur ve her canlı, yukarıda belirtildiği gibi ölümsüz, sonsuz bir ruha, jīva'ya sahiptir. Bu "ruh" yaşamın ruhanî doğasına uygun ve saygılı biçimde, doğru şekilde yaşamamızı, düşünmemizi ve hareket etmemizi sağlar. Jainizmdeki "Tanrı" ile kas
ıt her canlının saf ruhunun değişmez özellikleridir. Bunlar başlıca şöyle tanımlanabilir; Sonsuz Bilgi, Feraset, Şuur ve Mutluluk (Anant Gyän, Anant Darshan, Anant Chäritra, ve Anant Sukh). Jainizmde diğer birçok dindekinin aksine her şeye kadir bir üst varlık veya yaratıcı anlayışı yoktur. Jainizm çok güçlü keşişlik ve çilecilik eğilimlerine sahiptir. En yüksekteki ideal Ahimsa'dır, yani her varlığa eşit saygı ve şefkat göstermektir. Jain Agamaları her yaşam biçimine büyük saygı gösterilmesini katı vejetaryen kurallarını, çileciliği, kendini savunurken bile şiddet uygulamamayı ve savaşa karşı olmayı öğretir. Jainizm sevgi ve merhameti yüceltir. Jain metinleri uzun bir zaman dilimi içinde yazılmıştırlar. En bilineni ve kullanılanı Umasvati (veya Umasvami) tarafından kaleme alınmış "Tattvartha Sutra" veya "Gerçek(lik) Kitabı"'dır. Jainlerin çoğu vejetaryendir. Buradaki vejetaryen anlayışı modern "vejetaryenlik"ten çok daha farklıdır. Şiddet karşıtlığı - şiddetsizlik temelinde yükselen bu vejetaryenlikle gereksiz şiddet veya zulüm ile elde edilen her türlü gıda yenilemezdir. Örneğin ortodoks Jain diyetinde çoğu kök sebzeler bulunmaz, zira bunun gereksiz yere canlılığı yok etmek olduğuna inanırlar. Bir diğer sebep de tüm bitkinin yok edilmesini önlemektir; "eğer elma yerseniz ağaçları yok etmezsiniz ama kök sebzeyi yerseniz tüm bitki köksüz kalır, yok olur". Soğan ve sarımsaktan da sakınırlar, zira bunların tutku yani öfke, nefret ve kıskançlık yarattığına inanırlar. Kurallara sıkıca bağlı inananlar gün batımından sonra yemez, içmez veya seyahat etmez. Jainizm iki ana mezhebe bölünmüştür. Bunlar Digambara ile Shvetambara'dır. Her iki gelenek de ahimsa (veya "ahinsā"), çilecilik, karma, sansar ve jivaya inanırlar. Ayrıca iki mezhebin kadın rahipleri (Sadhvis) beyaz giyinir. İki mezhep arası bir başka farklılık da ilk Jain duası, Namaskar Sutra üzerinedir. Bunların dışında iki mezhep arasında bazı küçük farklılık bulunsa da, bunların hiçbiri Jain doktrininin ana noktaları hakkında değildir. Jainlerin bazı temel sembolleri vardır. Bu sembollerden biri Jain Ahimsa Yemini'ni sembolize eder ve bir elin avucunun üstünde bir tekerlek ile tasvir edilir. Bunun dışında, swastika en kutsal sembollerdendir. Ana Jain sembollerinden bazıları: En eski Jain edebiyatı Şauraseni ve Ardha-Magadhi Prakrit'tir. (Agamalar, Agama-tulya, Siddhanta metinleri vs.). Birçok klasik metin ise Sanskritçedir. Sonraki dönem Jain edebiyatı Apabhramsha, Hintçe ("Hindi"), Tamilce, Kannada gibi dillerde yazılmıştır. Hindistan'ın farklı köşelerinde birçok Jain tirthası (hac yeri) bulunmaktadır. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri'nde New Jersey'deki bir tapınak da hac yapılabilecek kadar değerli sayılmaktadır: Siddhachalam. Opera Opera, genellikle konusunu tarihten, mitolojiden, efsanelerden veya güncel olaylardan alan, sözlerinin tümü veya birçoğu müzikle bestelenmiş, içinde görsel sanatların tümünü barındırabilen (Dans, Dekor, Kostüm, Işık vb.), teatral formda bir sahne eseridir. Bir orkestra veya müzik topluluğunun eşliğinde sunulan eserin, yazılı metnine "libretto" adı verilir. Oyun süresinin çoğunu sözlü bölümler oluşturur. Sözler, konunun akışına göre belli başlı şu müzik türleri içinde bestelenir: Arya bir kişinin duygu ve düşüncelerini yansıtır. Düet, terzet, kuartet, kentet vb iki, üç, dört ve beş kişinin duygu, düşünce ve konuşmalarını iletir. Resitatif kişilerin sözlerini konuşurcasına bir şarkıyla söyledikleri bölümdür. Koro ise oyundaki kamu vicdanının sesini ortaya koyar. Bunların dışında oyun başlarken genellikle bir giriş parçasına (uvertür) ve oyun içinde yer yer orkestra bölümleri ya da geçitleri gibi çalgısal bölümlere yer verilir. Bazı operalarda bale sahneleri de bulunur. Bir opera eserinde, genellikle bahsedilen bu müzik türleri ayrı parçalar halinde, ardıl olarak sunulmakla birlikte, bazılarında (örn. Richard Wagner'in eserleri) müzik bir perde boyunca kesintisiz olarak sürer. Opera sanatının anayurdu İtalya'dır. Rönesans'ın başlıca merkezlerinden biri olan Floransa, müzikli sahne eserlerinin de beşiği sayılır. İncelemelerden, opera fikrinin bu şehirdeki bazı müzikçi ve şairlerin birleşerek eski Yunan oyunlarına benzer eserler yazmak istemelerinden doğduğu anlaşılıyor. Örnek olarak “Yunan Trajedisi” alınınca eşlik edecek müziğin nasıl olacağı problemi tartışmalara yol açmış, mısraları Renuccini tarafından yazılan ve Peri tarafından 1594'de bestelenen Euridice adlı ilk opera sanat çevrelerinde büyük heyecan uyandırmıştı. Operada ilk gelişimi Claudio Monteverdi'de görüyoruz. 1607 yılında bestelediği L'Orfeo adlı operasıyla orkestrayı birinci plana almış, ses türlerini zenginleştirmiştir. Burjuvaların da opera istemesi nedeniyle sanatçılar aryalar yazmış ve 30 yıl sonra Venedik'te para karşılığı opera izlenebilen ilk opera binasının açılmasıyla sanatın merkezi Floransa'dan bu şehre geçmiştir. Burada koro ikinci plana alınmış, Venedik üslubu opera doğmuştur. 17. yüzyıl sonlarına doğru Napoli, İtalyan operasının merkezi olmaya başladı. İtalyan operası Avrupa'ya kısa zamanda yayıldı. Opera sanatı en büyük gelişmeyi 19. yüzyılda gösterdi. Yüzyılın ilk yarısında opera buffa (komik opera) İtalya'da Rossini, Donizetti ve özellikle de Mozart ile dikkate değer örnekler kazandı. ° Almanya'da ilk defa Schütz “Daphne” adlı Floransa stili bir opera besteledi. Müzikli sahne eserleri Alman şehirlerinde yer buldu. Oynanan eserler İtalyancaydı. Ulusal Alman Operası, Staden tarafından yazılan ve ilk Almanca opera olan ‘Seelewig’ adlı eserle başlamış, Hamburg, Alman operasının belli başlı ilk merkezi olmuştur. Strung, Kusser ve Keiser gibi besteciler de ilk önderlerdir. Hasse ve Graun “opera buffa – gülünçlü opera” türünde başarı gösterdiler. Gülünçlü opera, Mozart'la en üstün, en zarif örneklerini kazandı. 20. yüzyıl'ın ilk yarısında opera sanatı türlü etkilerle oldukça karışık bir durum gösterir. Bazılarına caz ve romantizm katılmıştır. Bunun nedenlerini çağımızın bestecilerinin daima yenilik yolunda yaptığı denemelerde aramak yerinde olur. Yalnız Hindemith kısa operalarıyla biçim denemelerinin en parlağını yapmış, Orff, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra verdiği sahne oratoryaları ile bu denemelerin son zamanlarda en çok tutulan örneklerini bestelemiştir. Günümüzde opera ikinci bir dünya savaşının sarsıntılarından diğer sanat kolları gibi yavaş yavaş kurtulmaktadır.Bu da operanın gelişimine yardımcı olmaktadır . Reinhard Heydrich Reinhard Tristan Eugen Heydrich (7 Mart 1904, Halle - 4 Haziran 1942, Prag), Alman asker ve siyasetçi. SS-Obergruppenführer. Sicherheitspolizei (kısaca: SiPo, "Güvenlik Polisi") ve Sicherheitsdienst (kısaca: SD, "Güvenlik Teşkilatı")'nin birleşme sonucu kurulan Reichssicherheitshauptamt (kısaca: RSHA, "Reich Güvenlik Başdairesi") başkanı. Reichsprotektorat Böhmen und Mähren ("Reich himayesindeki Bohemya ve Moravya Protektorası") Genel Vali Vekili. Konservatuvar müdürü ve besteci bir babanın oğlu olarak Halle a.d. Saale'de doğdu. Katolik Lisesi mezunu. 1920 yılında Freikorps'a, 1922 yılında da Reich Deniz Kuvvetleri'ne katıldı. 1931 yılında deniz üsteğmen iken, bulunduğu evlenme vaadini yerine getirememekten dolayı ordudan ihraç edildi. 1931 yılında NSDAP ve SS'e girdi. Temmuz 1932'de, Himmler tarafından Güvenlik Teşkilatı'nı (SD) kurmak ve başkanlığını yapmakla görevlendirildi. 1933 yılında Bavyera Siyasi Polis Amiri, 1934 yılında Berlin'de Gizli Devlet Polis Kurumu (Gestapo) Başkanı, Haziran 1936'da Asayiş Polisi ve Eylül 1939'da Reich Güvenlik Başdairesi (RSHA) Başkanı oldu. 1938'den itibaren, Yahudilerin Avrupa'dan sürülmeleri ve katledilmelerinde büyük rol oynayan kilit isimlerden biri oldu. Güvenlik Teşkilatı (SD), Avusturya'nın ilhakından bu yana nüfusun zorunlu göç ettirilmesi uygulamalarının örgütlenmesinde iyice sivrilmişti. 1938 Kasım pogromunun ardından 26 bin Yahudi'nin Almanya'daki toplama kamplarında enterne edilmelerinden sorumludur. 1 Eylül 1939 tarihinde savaşın başlamasıyla beraber Yahudilerin gettolara yerleştirilmelerini ve Polonya'daki bütün Yahudi cemaatlerinin ihtiyar heyetleri oluşturmalarını emretti. Almanya'nın Sovyetler Birliği seferinde, emrindeki işgal kuvvetlerine yetişkin yaştaki komünistlerin ve Yahudilerin katledilmeleri talimatını verdi. Bu talimatları doğrultusunda işgal kuvvetleri, Sovyet bölgesinde yaşamakta olan bütün Yahudileri sistemli ve toplu olarak katletmeye başladı. 31 Temmuz 1941 tarihinde Göring'den aldığı emir uyarınca "Yahudi sorununa nihai bir çözüm" getirmek amacıyla 11 milyon Avrupalı Yahudi'nin katliamını planlamaktaydı. Bu amaçla 1942 yılının Ocak ayında Yahudi sorununun nihai çözümü için üst düzey Nazi yetkililerin katıldığı Wannsee Konferansı'nın başkanlığını yaptı. 29 Mayıs 1942 tarihinde sabah yazlık villasından Prag'taki şatosuna Mercedes marka arabasıyla giderken İngilizlerce eğitilmiş Çek direniş örgütüne bağlı bir özel suikast timi militanları tarafından saldırıya uğradı. Saldırı anında aracına ateş etmesi gereken grubun lideri Jozef Gabcik'in Sten marka silahı tutukluk yaptı. O sırada şoförü Klein'e arabayı sürmesi emrini verse de tabancasını çıkararak Gabcik'e ateş açtı. Bu sırada tim üyelerinden Jan Kubis'in attığı el bombası nedeniyle beline şarapnel parçası isabet etti. Ağır yaralanarak hastahaneye kaldırıldı. Durumu çok ciddi olarak hastahaneye kaldıldı. Yaralarının enfeksiyon kapması sebebi ile 4 Haziran sabahı saat 4:30'da 38 yaşında öldü. Naziler için çok önemli olduğu için suikastı gerçekleştiren timin üyelerini ifşa edenlere 100.000 Çek kronu ödül verileceği açıklandı. Bu süreçte rastgele 10.000 Çek suçsuz yere idam edildi. Ödülün peşinden giden Karel Čurda isimli bir vatandaş, Gabcik ve arkadaşlarının bir kilisede saklandığını ihbar etti ve ödülünü aldı. İhbar doğruydu. Waffen-SS birlikleri kiliseyi kuşattı ve Çeklerle silahlı çatışmaya girdi. Bu çatışmada 14 Nazi öldü ama kilisede tek bir kişi bile bırakılmamıştı. Bazıları ise intihar etmişti. Ayrıca eş zamanlı olarak suikasti gerçekleştiren özel timin üyelerinin ailes
i de öldürüldü. 7 Haziran 1942 tarihinde Prag'da düzenlenen büyük bir cenaze töreninden sonra tabutu, Berlin'e giden trene konuldu. İkinci tören, 9 Haziran tarihinde Reich Başbakanlık binasında gerçekleştirildi. Himmler cenaze konuşmasında ondan övgüyle bahsetti. Hitler'in de katıldığı cenazede, Heydrich'in madalyaları dahil Alman Kan Emir Madalyası, Altın Yara Rozeti ve cenaze yastığının üzerinde 1. Sınıf Savaş Liyakat Haçı madalyaları gösterildi. Heydrich'in ölümü, Nazi propagandasına sebep olmasına rağmen, Hitler dikkatsizliği nedeni ile, kendi ölümünden Heydrich'i suçlayarak: "Zırhsız araçla dışarıya çıkmak aptallıktır ve lanetlenmiş olan korunmasız sokaklarda seyahat etmek gibi kahramanlık hareketleri suikast yapılmasına fırsat doğurmuştur. Heydrich gibi yeri doldurulamaz bir adam gereksiz tehlikeye kendini maruz bırakmasını, sadece aptalca ve saçma bir harekettir" şeklinde belirtmiştir. Berlin Askeri Mezarlığı'na defnedildi. Tam mezar nokta bilinmemektedir. Kızıl Ordu 1945 yılında şehri istila ettiğinde, asla yerini bulamadı. Mezarı Neo-Naziler için bir toplanma noktası haline gelemeyeceği kadar bilinmeyen bir yerdedir. Heydrich'in dul eşi 1956 ve 1959 yılında Batı Alman hükümetine karşı dava açması sonucu emekli maaşı almaya hak kazandı. Çünkü Kocası bir Alman generaliydi ve çatışmada öldürülmüştü. Hükümet, daha önce Heydrich'in Holokost'taki rolü nedeni ile ödeme yapmayı reddetmişti. Çift dört çocuğu vardı: Klaus: 1933 doğumlu, 1943 yılında bir trafik kazasında öldü; 1934 doğumlu Heider; 1939 doğumlu Silke; ve Marte, 1942 yılında babasının ölümünden kısa bir süre sonra doğmuştur. Dul eşi Lina, "Leben mit einem Kriegsverbrecher" isimli anılarını yazdı ve 1976 yılında yayımlandı. O zamanlar yeniden evlendi ve 1985 yılında öldü. Mardin Mardin, (Kürtçe: Mêrdîn, , Arapça: ماردين) Türkiye'nin büyükşehir statüsüne giren bir ili ve en kalabalık yirmi altıncı şehri. 2016 itibarıyla 796.237 nüfusa sahiptir. Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin Dicle Bölümü'nde yer alır. Suriye ile sınır komşusudur. Şehirde uluslararası kuruluşlarca kültür mirası kabul edilmiş, koruma altına alınmış tarihi yapılar mevcuttur. Mardin farklı dini inanışlar paralelinde, sanatsal açıdan da tarihi değeri olan camiler, türbeler, kiliseler, manastır ve benzeri dini eserler barındırmaktadır. Mardin, İpek Yolu güzergâhında olup, ilde beş han ve bir kervansaray mevcuttur. Mardin adı Arapça kaynaklarda Mâridîn, Süryanice kaynaklarda Marde olarak geçmektedir. Kelimenin kökeni hakkında farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı görüşlere göre Mardin kelimesi, savaşçı bir kavim olan ve Ardeşir tarafından 3. yüzyılda buraya yerleştirilen Mardeler'den gelmektedir. Bazı görüşlere göre de "Kaleler" anlamına gelen Merdin'den gelmektedir. Günümüzde kullanılan adı, Arapça kaynaklarda geçen Mâridîn'den gelmiştir. Mardin ilinde tarihin çok eski dönemine uzanan dönemlere ait bulgular yer almaktadır. Artuklu Üniversitesi yerleşkesi içinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan taşlar, Paleolitik Çağ'a tarihlenmiştir. Dargeçit İlçesi Ilısu civarında yer alan Boncuklu Tarla yerleşiminde Cilalı Taş Devrine ait buluntulara rastlanılmıştır. Gene Derik ilçesindeki Kerküşti Höyük’te yapılan kazılar sonucu Kalkolitik Çağ dönemine ait kalıntılar bulunmuştur. Kemaliye höyük ve Tilki tepe Höyüklerinde de Kalkolitik Çağ dönemi seramiklere rastlanmıştır. Nusaybin ilçesindeki Girnavaz Höyük'te Erken Tunç Çağı'na tarihlenen kalıntılara rastlanmıştır. Bunun yanı sıra ildeki 36 höyükte Tunç Çağı' nın çeşitli dönemlerine tarihlenen buluntulara rastlanılmıştır. Mardin-Nusaybin yolu üzerindeki Gırharrin Höyük, Mardin Dağlarının güneyindeki Girnavaz ve Yukarı Dicle havzasındaki Giricano, Kavusan Höyük, Siirt Türbe Höyük, Üçtepe, Ziyarettepe ve Gre Dimse höyüklerinde de bu çağa ait bulgular görülmektedir. Girnavaz höyük, Dargeçit ilçesindeki Zeviya Tivilki höyük ve Kızıltepe-Viranşehir yolu üzerindeki Kerküşti höyük kazılarında Demir Çağı'na tarihlenen kalıntıları bulunmuştur. Nisibis, Midyat, Savur, İzbırak-Zaz, Baskavak-Ahmedi ve Dereiçi (Killit)'de bulunan eski dönem yerleşimlere tarihi kaynaklarda bahsedilmiştir. M.Ö 2000 yılı dolaylarında Asur egemenliğinde olan Mardin ve çevresi daha sonra Hitit ve Urartu egemenliğine geçmiştir. Mardin adı ilk defa 4. yüzyıl Roma tarihçilerinden Ammianus Marcellinus tarafından bahsedilmiştir. I. Justinianus dönemi tarihçisi Prokopius, şehirden Margdis adıyla ikinci derece önemde bir kale olarak bahsetmiştir. Kale, 640 yılında İyâz bin Ganm komutasındaki İslam ordularınca ele geçirildi. Bu dönemde bölgeye yoğun bir Arap nüfusu yerleşimi başladı. Emevî ve Abbâsî döneminde El Cezire valiliğinin toprakları içerisinde yer aldı. 750-751 yıllarında Mardin’e hâkim olan Hariciler’in Harûriyye koluna mensup Benî Rebîa kabilesi reisi Büreyke'nin isyanına sahne oldu. Mardin kalesi, Hamdani hanedanlığının kurucusu Hamdân bin Hamdûn tarafından 885 yılında ele geçirildi. Abbasi Halifesi Mutezid tarafından 894 yılında geri alındı. Daha sonra yeniden Hamdani egemenliğine giren bölge, 10. yüzyılın sonundan 11. yüzyıl sonlarına kadar Mervaniler ile Ukayliler arasında sıklıkla el değiştirdi. 1085 yılında Mardin'in de olduğu bölge Selçuklu egemenliğine geçti. Bu tarihten itibaren bölge yoğun bir Türkmen iskanına sahne oldu. 1103 yılında Artuklu Beyliği hakimiyetine giren Mardin, daha sonra İlgazi Bey liderliğinde kurulan ve yaklaşık üç yüzyıl kadar hüküm süren Mardin Artukluları'nın hakimiyetine geçti. Bu dönemde oldukça gelişen şehir en parlak dönemlerini yaşadı. 1183 yılında Selahaddin Eyyubi şehre ilerlediyse de burayı ele geçiremedi. Ancak 1185'de Mardin Artuklu Beyliği, Eyyubi hâkimiyetini tanıdı. 1198 yılında I. Adil şehri yağmalasa da kaleyi ele geçiremedi. 1203 yılındaki Eyyubi saldırılarına da karşı konulabildi. Daha sonra yapılan antlaşma uyarınca Mardin Artukluları Eyyubiler'e tabi oldu. Mardin Artuklular'ı, I. Alâeddin Keykubad zamanında Anadolu Selçukluları'na tâbi oldu. 1260 yılında İlhanlı hükümdarı Hülagû Han'ın oğlu Yaşmut tarafından sekiz ay kuşatılan Mardin, Mardin hâkimi Necmeddin Gazi Saîd'in oğlu tarafından öldürülmesiyle İlhanlılara teslim oldu. Mardin kalesi, 1366 ve 1383 yıllarındaki Karakoyunlu saldırılarına dayandı. 1394 ve 1401 yıllarında şehir Timur'un kuvvetlerince tahrip edildi. 1409 yılında Mardin Artukluları'nın yıkılmasıyla Mardin, Karakoyunlular'ın kontrolüne geçti. 1432 yılında Mardin kalesi Akkoyunlular'a teslim oldu. 1451 yılında Karakoyunlular kaleyi kuşatsa da, şehri tahrip ederek geri çekildiler. 1507 yılında Şah İsmail tarafından Mardin şehri ve kalesi ele geçirildi. 1515 yılında şehir Osmanlı kuvvetlerine teslim olsa da kale ele geçirilemedi. 1516 yılında yeniden kuşatılan kale, 1517 yılında Osmanlı kuvvetlerince ele geçirildi. Osmanlı döneminde nispeten sakin bir dönem geçiren Mardin, 19. yüzyıldan itibaren karışıklıklara sahne oldu. Osmanlı ile Mısır Hidivliği arasındaki mücadele döneminde Mardin bir süre Milli aşiretine bağlı isyancıların denetiminde kaldı. 1847 ve 1865 yıllarında yaşanan kolera salgınlarında şehirde çokça ölümlere yol açtı. 1891 yılında kapalı çarşısı yandı. 1895 yılında isyancıların saldırısına uğrasa da bu durum kısa sürede bastırıldı. Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin askeri yerleşimi olmadı. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile Mardin'de sınırları il mülki sınırları olan büyükşehir belediyesi kuruldu ve 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesi çalışmalarına başladı. Mardin ili Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin Dicle Bölümü'nde yer alır. Suriye ile sınır komşusudur. Güneyinde Suriye, batısında Şanlıurfa ili, kuzeyinde Diyarbakır ve Batman illeri, kuzeydoğusunda Siirt ili ve doğusunda Şırnak ili bulunur. İl genelindeki başlıca akarsular; Buğur çayı, Çağçağ suyu, Savur çayı ve Zerkan deresidir. Derik ilçesinin Buğur köyü yakınlarında doğan Buğur çayı 53,65 km uzunluğunda olup, akarsuyun tamamına yakını il içerisinde akmaktadır. 103 km uzunluğundaki Çağçağ suyunun tamamı il içerisinde akmaktadır. Savur ilçesinden kaynağını alan 92 km uzunluğundaki Savur çayının 60,5 km lik bölümü il içerisinde akmaktadır. 2013 yılı verilerine göre il genelinde 126.908 hektar alanda orman arazileri görülmektedir. Orman arazilerinin büyük bölümü bozuk baltalıklardan oluşmaktadır. Mardin ilindeki mera arazileri insan faaliyetleri nedeniyle azalmaktadır. 2011 yılı verilerine göre ilde, çayır ve meraların kapladığı alan 115.447 hektardır. Mera arazileri zayıf vasıflı olup, tarla açmaları nedeniyle azalmaktadır. İl genelinde karasal iklim özellikleri görülmektedir. Kış ayları soğuk geçmektedir. Yaz aylarında güneyden gelen çöl iklimi etkisi altında olduğu için kurak geçer. İlde ölçülen en yüksek sıcaklık 42,5 °C'dir (31 Temmuz 2000). İlde ayrıca Türkiye sıcaklık rekoru kırılmıştır (48,8 °C Mardin, Kızıltepe). İlde ölçülen en düşük sıcaklık -14,0 °C'dir (22 Şubat 1985). Ayrıca bölge ilkbahar yaz gibi çöllerden gelen toz taşınımı etkisi altına girer. Derik, Nusaybin ve Savur ilçelerinde Akdeniz iklimi özellikleri de görülür. Ortalama en yüksek sıcaklık 34,9 °C ile temmuz ayında, ortalama en düşük sıcaklık 0.5 °C ile ocak ayında görülür. 1960'lı yıllarda şehre göç başlamış ve kır nüfusu oran olarak azalmaya başlamıştır. 1990 yılında dört ilçenin komşu illere bağlanmasıyla nüfus %14,4 oranında azalmıştır. 2000 nüfus sayımında ilk defa kır nüfusu, kent nüfusunun gerisinde kalmıştır. Bunda en önemli etkenler ekonomik kaygılar ve 90'lı yıllarda başlayan terör faaliyetleridir. Güvenlik kaygıları nedeniyle hem ildeki kırsal kesimlerden, hem de diğer illerden Mardin şehrine göç hareketleri başlamıştır. Şehir nüfusu oranı %60, kırsal nüfus oranı %43'tür. Nüfusu en yüksek ilçeler sırasıyla Kızıltepe, Merkez, Nusaybin ve Midyat'tır. Genç bir nüfus yapısına sahiptir. 2000 yılına göre 15 yaşın altındaki nüfusun oranı %44,8'dir. Türkiye'deki en farklılaşmış nüfusa sahip illerinden biridir. İlde Kürtler, Hıristiyan Süryaniler, Sünni Araplar, Türkler, Yezidiler ve Ermeniler yaşamakta
dır. Zaman içinde Süryani ve Yezidi nüfusu göçler sebebiyle azalmıştır. Lübnan'ın başkenti Beyrut'ta Mardin ve Midyat bölgesinde az sayıda Süryani yaşamaktadır. Bölgede birçok Süryani Manastırı ve Kilisesi vardır: Deyrüzzaferân Manastırı, Mor Gabriel, Mor Yakub ve Meryem ana Kilisesi. Mardin İl Nüfusu: 796.237'dir (2016). İlin yüzölçümü 8.780 km²'dir. İlde km²'ye 91 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 196 kişi ile Kızıltepe’dır) İlde yıllık nüfus artış oranı %-0,04 olmuştur. 2016 yılında TÜİK verilerine göre 10 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 696 mahalle bulunmaktadır. Mardin il nüfusu: 809.719 (2017 sonu). İlin yüzölçümü 8.780 km2'dir. İlde km2'ye 92 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 200 kişi ile Kızıltepe’dir) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,69 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre 10 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 696 mahalle bulunmaktadır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Artuklu (% 2,98)- Yeşilli (-% 3,66) Ekonomisi tarım, hayvancılık ve ticarete dayalıdır. 2001 yılına göre ildeki iktisadi faaliyetlerin %66,8'i tarım, çiftçilik ve hayvancılık alanlarında gerçekleşmiştir. Suriye sınırındaki organik tarıma elverişli topraklar mayınlı olması nedeniyle Mardin ekonomisine katkı sağlamamaktadır. Tarımdan sonraki en önemli sektörü devlet hizmetleri oluşturmaktadır. 2001 yılına göre ilde kişi başına düşen gayri safi yurtiçi hasıla 983 Dolardır. İlde "Mardin Serbest Bölgesi" ve "Mardin Organize Sanayi Bölgesi" adlarında üretim ve sanayi bölgeleri bulunmaktadır. Bölgenin en önemli projesi olan Güneydoğu Anadolu Projesi'nin tamamlanamaması nedeniyle tarım ürünlerine dayalı sanayi gelişmemiştir. Sanayinin toplam gelir içindeki payı %5,5'tir. İlde kültür turizmi, inanç turizmi imkânları olmasına karşın Mardin ekonomisinde önemli bir yere sahip değildir. 2010 yılından beri bienal düzenlenmektedir. 2017-2018 Sezonu sonunda, Mardin’in futbolda BAL’da iki takımdan Mardin 47 Spor küme düşmüştür. Derikspor grubunda 10. olmuştur. Kadın liglerinde de 1 takımı vardır. Basketbol liglerinde takımı yoktur. Voleybolda erkekler 2.liginde 8 takımı, kadınlar 2.liginde 4 takımı kalmıştır. Bölgesel ligde 13 takımı yer almıştır.. Hentbol erkekler 2.liginde 2 takım yer almış, kadınlar 2.liginde 2 takımı 1.lige yükselmiştir. (1947 Sağlık ve SK. ve Mardin BŞB) Mardin 47 Spor , Ziraat Türkiye Kupası birinci turunda Siirt İl Özel İdare Spor’a elenmiştir. Önemli spor tesisleri: 21 Kasım Stadyumu (5.700) ve Artuklu Yeni Spor Salonu (2.300)'dur. Mardin, Haziran 2015 Türkiye genel seçimleri'ne göre Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde altı milletvekili ile temsil edildi. Milletvekillerinin ikisi Adalet ve Kalkınma Partisi adayı, dördü Halkların Demokratik Partisi olarak seçildi. 1990 yılında Cizre, Silopi ve İdil ilçeleri Mardin'den ayrılarak yeni il olan Şırnak'a, Gercüş ilçesi ise Batman iline bağlanmıştır. Bu değişiklikler sonucu ilin yüzölçümü %30 daralmış ve Şırnak'a bağlanan ilçeler nedeniyle Mardin'in Irak ile sınırı kalmamıştır. Mardin'deki ilçe sayısı 9, belediye sayısı 31, köy sayısı 579'dur. 2014 yılında gerçekleşen Mardin Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini bağımsız aday olan Ahmet Türk kazanmıştır. Hakkında "devletin birliğini ve bütünlüğünü bozmak, silahlı terör örgütüne para temin etmek ve üye olmak, görevini kötüye kullanmak, Türk milletini, Türkiye Cumhuriyeti'ni, TBMM'yi alenen aşağılamak" suçlamalarından soruşturma açılan Ahmet Türk, 17 Kasım 2016 tarihinde İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alınmış ve büyükşehir belediye başkanlığı görevine kayyum olarak, aynı zamanda Mardin valisi olan Mustafa Yaman vekaleten getirilmiştir. Diyarbakır yolu üzerinde, Mardin şehir merkezinde yer alan Mardin Artuklu Üniversitesi 2007 yılında kurulmuş ve 2007-2008 döneminde eğitim öğretime başlamıştır. Mardin ilinde Sağlık Bakanlığı'na bağlı 11 hastane bulunmaktadır. Mardin şehir merkezinde "Mardin Devlet Hastanesi", "Mardin Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi" ve "Mardin Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi" bulunmaktadır. Derik ilçesinde "Derik Devlet Hastanesi", Dargeçit ilçesinde "Dargeçit Devlet Hastanesi", Kızıltepe ilçesinde "Kızıltepe Devlet Hastanesi", Mazıdağı ilçesinde "Mazıdağı İlçe Hastanesi", Midyat ilçesinde "Midyat Devlet Hastanesi", Nusaybin ilçesinde "Nusaybin Devlet Hastanesi", Ömerli ilçesinde "Ömerli İlçe Entegre Hastanesi", Savur ilçesinde "Savur İlçe Entegre Hastanesi" sağlık hizmeti sağlamaktadır. Özel kurum olarak Mardin şehir merkezinde 1 hastane hizmet vermektedir. Kızıltepe ve Nusaybin ilçelerinden geçen doğu-batı yönündeki karayolu, ildeki en önemli karayoludur. Şanlıurfa ve Şırnak illerinden bu yolla ulaşılabilir. Şehir merkezine 20 km uzaklıktaki Mardin Havalimanı'na Türkiye içi tarifeli uçak seferleri düzenlenmektedir. Rubidyum Rubidyum metali bıçak ile kesilebilecek kadar yumuşak bir metaldir. Yüzeyi parlaktır. Fakat havadaki oksijen ve nem ile teması sonucunda matlaşır. Havada yandığı zaman Rubidyum süperoksit (RbO) oluşturur. Rubidyum metalinin su ile hızlı reaksiyonunun sonucunda renksiz rubidyum hidroksit çözeltisi (RbOH) ve hidrojen gazı oluşturur. Bu çözelti baziktir ve reaksiyon çok ekzotermik bir reaksiyondur. Bu nedenle reaksiyonun gerçekleştiği cam kap kırılabilir. Seyreltik sülfürik asit ile hızlı bir şekilde reaksiyona girerek hidrojen gazı ve sulu Rb(I) çözeltisini oluşturur. Rubidyum metalinin su ile hızlı reaksiyonunun sonucunda renksiz rubidyum hidroksit çözeltisi ve hidrojen gazı oluşturur. Bu çözelti çözünmüş hidroksit nedeniyle baziktir ve reaksiyon ekzotermik bir reaksiyondur. Geometri Geometri, matematiğin uzamsal ilişkiler ile ilgilenen alt dalıdır (Eski adı: Hendese). Yunanca Γεωμετρία "Geo" (yer) ve "metro" (ölçüm) birleşiminden türetilmiş bir isimdir. Geometri, arazi ölçümü sözcüklerinden türetilmiştir. Herodot (MÖ 450), geometrinin başlangıç yerinin Mısır olduğunu kabul eder. Ona göre geometri kavramı Mısır kö­kenlidir. Sözcüğün kullanımı da "Eflatun, Aristo ve Thales"’e kadar gider. Yalnız Öklid geometri sözcüğü yerine Elements sözcüğünü yeğlemiştir. Elements sözcüğünün Yunanca karşılığı "stoicheia" sözcüğüdür. Bir kümenin üzerine konan ve kümenin ögelerini birbirleriyle ilişkilendiren bir uygun yapı, geometri yapılmasını olanaklı kılar. Bir düzlemin üzerine doğal olarak konacak ve sezgisel uzaklık duygusunu gözetecek "lise geometrisi"nin adı Öklid geometrisidir. Bu geometrinin tarihsel olarak ilginç ve önemli bir özelliği paralellik aksiyomudur. Bu aksiyomu sağlamayan ama geri kalan tüm aksiyomları sağlayan geometrilere Öklid dışı geometriler denir. Bunlara örnek olarak Hiperbolik geometri ya da küresel geometri verilebilir. Ayrıca ölçeksiz bir cetvel, üçgen ve pergelden başka bir şey kullanmadan çalışılan ölçü dışı geometri de vardır. Günümüzde kullanılan doğru, yay, ışın, açı ortay, kenarortay gibi birçok temel geometri teriminin Türkçesi Mustafa Kemal Atatürk'ün Geometri adlı eserinde yazılan eserde önerdiği terimlerden yararlanılarak kullanılmaya başlanmıştır. İlk geometrilerin tümü, kendi doğası nedeniyle sezgiseldir. Bunlar daha çok ilk insanların çevresinde görünen doğal şekillerdir. Bu geometriler daha çok görsel tür­dedir. İkinci olarak şekillerin ölçülmesi aşaması gelir. Dörtgenlerin ve üçgenlerin ölçül­mesi ilk kez Mısır’da Ahmes’in (MÖ 1550) papirüsünde görülür. Bu papirüs MÖ 1580 tarihinden önce yazılmıştır, b tabanlı ve h yükseklikli ikiz kenar üçgenin alanının bh/2 olduğu verilmiştir. formula_1 Yine aynı papirüste d çaplı bir dairenin alanının (d-d/9)2yazımına eş değer olduğu yazılmıştır. Bu yazımlara göre pi sayısı yaklaşık olarak 3,1605 dolay­larındadır. Bu formül geometrik şekilden yaklaşık olarak elde edilmiştir. formula_2 Bu formülün tabletlerde de olduğu söylenmektedir. Çin’in yerli geometrisi de gelişkin örnekler içerir. MÖ 1100 yıllarında yazıldığı sanılan Çinlilerin ünlü Nine Sections (Do­kuz Bölüm) kitabında dik açılı üçgen ve ispatsız olarak Pisagor teoremi vardır. Daha sonraki Çin geometrilerinde ölçümleri içeren çok zeki buluşlar vardır. Yine geometrik görünümle Pisagor teoreminin ispatı yapılmıştır. Bu geometrik şekille verilen kitabın MÖ 2000 yıllarında yazıldığı sanılıyor. Hintlerin yerli geometrilerinde de matematiksel bir ispat yoktur. Daha çok görsel ve deneysel ölçülere dayanan kuralları vardır. Bunlar da o kadar ileri bir geometri oluş­turmaz. Bin yıllık bir süre boyunca kullanılan Yunan geometrisi ise daha çok görseldir. Eski Roma geometrisi daha çok kullanım alanlarına yöneliktir. Arazi ölçümleri, şehir yerleşimleri, su kanalları ve savaş sanatında geometriyi Romalılar iyi kullanmışlardır. Fakat bunlar görsel geometriyi fazla kullanmamışlardır. Zaten görsel geometrinin kökeni Yunanistan’da başlamıştır. Bu çalışmalar ilk kez Thales'in (MÖ 600) yapıtlarında görülür. Thales bu teoremleri Mezopotamya’da ve Mısır’da kullandıklarını görür. Altı teoremle önderlik eder ve bu teoremlerin ispatını yapar. Matematikte ispat yapma Thales’le başlamıştır. Thales’in bu ispatları zamanla kaybol­muş ama ondan sonra bunları öğrenenler gelecek kuşaklara aktarmıştır. Bin yıl süren bu görsel Yunan geometrisi zamanla gerilemiş ve yeni bir çalışma getirilmemiştir. Batı Avrupa’nın uyanmasından önceki yüzyıla kadar Yunan kültürünü ve geomet­risini tam olarak Müslümanlar anlamıştır. Yunan klasiklerini, geometrilerini, fen bilimlerini ve felsefelerini Arapça’ya çevirmişlerdir. Fakat ne Öklid’in ne de Apollonius’un çalış­malarına gözle görünür bir katkı yapmışlardır. Okullaşma olma­dığı için gelecek gençlere bu çeviriler öğretilmemiş, bu kitaplar sadece neredeyse bir süs olarak sarayda kalmıştır. Yaptıkları hizmet, kaybolmaya yüz tutmuş Yunan klasiklerini, matematiksel üretimini ve düşüncelerini Arapça çevirileriyle Avrupa’ya iletmişlerdir. Avrupa’daki karanlık çağda biri Boethius’un (510) diğeri de Öklid’in (MÖ 300) Sements isimli kitabı vardı. Bunlardan sonra Gerbert’in (1000) ve Fibonacci’nin (1202) geometrileri sayılabilir ama bu geometrile
r İskenderiye geometrilerinden ileri bir dü­zeyde değildi. Avrupa’nın geometrisine büyük katkı 1242 yılında ilk baskısı yapılan Öklid geometrisi oldu. Zaten çok iyi düzenlenmiş ve yazılmış olan bu geometriler Avrupa’ya hızla yayıldı ve her tarafında bilinir oldu. Öklid’in geometrisinin ardından yavaş yavaş geometri ürünleri ortaya çıkmaya başladı. On yedinci yüzyılın başlarında analitik geo­metri ve 1639 yılında da Desargues’ın (1593-1662) izdüşüm geometrisi basıldı. Ana­litik geometri Descartes (1596-1650) ve Fermat (1601-1665) tarafından aynı dönem­lerde yapıldı. Fermat yaptığı çalışmaları yayınlamadığı için analitik geometrinin bulun­ması onuru Descartes’e verildi. Analitik geometri kısaca geometri ile cebir arasındaki ilişkidir diyebiliriz. Geometri ile cebir arasındaki ilişkiyi ilk kez Descartes çıkar­dığı için büyük bir matematikçi olmuştur. Desargues’ın izdüşüm geometrisi matematikçilerin dikkatini çekmiş ve on dokuzuncu yüzyılda çıkacak olan geometricilere coşku ve esin kaynağı olmuştur. Analitik geometri bulunduktan sonra Apollonius’un (MÖ 262-190) konikleri sen­tetik ve analitik olarak yeniden incelenmiştir. Sadece konikler değil, eski Yunan geo­metrisi yeniden analitik olarak gözden geçirilmiştir. Sentetik geometrinin tüm problemleri bir kez de analitik olarak kanıtlanmıştır. Geometri günlük yaşamın hemen her alanında gereklidir. Geometride uzunluk, alan, yüzey, açı gibi kavramlar bazı nicelikleri belirlemede kullanılır. Geometrinin en çok iç içe olduğu dallar; cebir ve trigonometri, mimarlık, mühendislikler (Yol, köprü, yapı, makine, gemi ve uçak yapımı; maden, su ve elektrik işleri gibi bayındırlık ve zanaatla ilgili teknik çalışmalar vb.), endüstriyel alanlar, simülasyonlar, bilgisayar programları ve grafikleri, sibernetik, tasarım, sanat vb.dir. Geometrinin kullanılmadığı meslek ya da alan yok gibidir desek yerinde olur. Sanat eserlerinin geometrik olması onlara estetik değerler kazandırmıştır. Ünlü ressam Leonardo da Vinci’nin resimde vücut oranları üzerine yaptığı çalışmalar, çizdiği eskizler bulunmaktadır. Bu orana Altın Oran denmektedir. Sakaryaspor Sakaryaspor, Sakarya'da bulunan ve 2. Lig'de mücadele eden futbol kulübü. Adını şehre ismini veren Sakarya Nehri'nden almıştır. 17 Haziran 1965 tarihinde il merkezi Adapazarı'nda; İdman Yurdu, Ada Gençlik, Gençler Birliği, Güneşspor kulüplerinin birleşmesi ile Sakarya ilini, aynı yıl kurulan Türkiye 2. Futbol Ligi'nde temsil etmek amacıyla kurulmuştur. İlk amblemi "futbol topu üzerinde iki adet S harfleri ve 1965" dir. 1987 yılında dönemin kulüp başkanı Erkal Etçioğlu tarafından tasarımı yaptırılan ve halen kullanılan amblemi ise "Sakarya Nehri'nin S harfini andırarak kıvrılarak Sakarya Köprüsü'nün altından akması ve iki yakayı yeşil ve siyah renklerle boyaması" figürüdür. İlk başkanı Ethem Boran, ilk teknik direktörü ve aynı zamanda takımın kalecisi ve kaptanı, kulübün kuruluşunda da önemli pay sahibi olan Fikret Aldinç'tir. Sakaryaspor kendi sahasındaki ilk resmi lig maçını 1965-66 sezonunda Mersin İdman Yurdu ile oynamış, maçın son dakikalarında teknik direktör/kaleci Fikret Aldinç'in penaltı golü ile 1-0 lık skorla sahasındaki ilk resmi golünü atmış, tarihindeki ilk resmi galibiyetini almıştır. 1973-74 sezonunda 1. Lig'e çok yaklaşan ama Trabzonspor'a geçilen Sakaryaspor, 1980-81 sezonunda 2. Lig A Grubu şampiyonu olarak 1. Lig'e çıkmıştır. 1. Lig'de en iyi derecesini 1981-82 sezonunda 5. olarak yapan Sakaryaspor aynı sezon, Fenerbahçe'yi deplasmanda 1-0, Galatasaray'ı deplasmanda 2-0 geçmiş, Beşiktaş'la ise İstanbul'da 1-1 berabere kalmıştır. 1985-86 sezonunda sondan 3. olarak 2. Lig'e düşmiştür. Ancak ertesi sezon 2. Lig C Grubu'nda Konyaspor'u averajla geçerek yeniden 1. Lig'e dönmüştür. Ertesi sene, 1987-88 sezonunda, Necdet Niş teknik yönetiminde; Aykut Kocaman, Oğuz Çetin, Turan Sofuoğlu, Engin İpekoğlu, Serdar Şenkaya, Sinan Turhan, Kemal Yıldırım'lı kadrosu ile takım tarihindeki en büyük başarısına Türkiye Kupası şampiyonu olarak ulaşmıştır. İlk turda Konyaspor'u (4-0, 1-0), ikinci turda Fenerbahçe'yi (5-1, 1-2), çeyrek finalde Beşiktaş'ı (4-0, 1-0), yarı finalde Zonguldakspor'u (5-0, 0-1) ve nihayet finalde Samsunspor'u (2-0, 1-1) lik skorlarla geçerek bu tarihi başarıya ulaşır. Özellikle farklı Fenerbahçe ve Beşiktaş galibiyetleri ses getirmiş, sezonun kupa şampiyonluğuyla tamamlanmasının ardından; Oğuz, Aykut, Turan ve Serdar Fenerbahçe'ye transfer olmuş; Fenerbahçe'nin bir sonraki 1988-89 sezonundaki 103 gollü efsane şampiyonluğunda başrolü oynamışlardır. Sakaryaspor ertesi sene Türkiye'yi UEFA Kupa Galipleri Kupası'nda temsil ederek, tarihinde ilk kez uluslararası bir kupada boy göstermiştir. Kupanın ilk turunda Macar temsilcisi Spartakus takımını Duşan Pesiç ve Yücel Çolak'ın golleriyle 2-0, sonraki maçı ise 0-1 kazanarak geçmiştir. Ancak 2. turda Alman Eintracht Frankfurt takımına 3-1 ve 3-0'lık skorlarla boyun eğerek elenmiştir. 1989-90 sezonunda sonuncu olarak 2. Lig'e düşmüştür. Yeniden 1. Lig'e 1997-98 sezonunda 2. Lig yükselme maçlarında önce şimdiki ismi Marmaris Belediyespor olan Marmarisspor'u 3-0, sonra Erzincanspor'u 4-1, finalde İstanbul Büyükşehir Belediyespor'u 1-0 yenerek dönmüştür. Ama ertesi sezon sondan 3. olarak 2. Lig'e tekrar düşmüştür. 1999-2000 sezonunda şehri ciddi şekilde etkileyen Marmara Depremi yüzünden 2. Lig maçlarına çıkamamıştır. 2001 yılında 2. Lig A Kategorisi'ne kabul edilmiştir. 2002-03 sezonunda Sivasspor deplasmanına giderken geçirilen kaza yüzünden yardımcı antrenör Aykut Yiğit ve iki futbolcusunu kaybetmiştir. Süper Lig'e 2003-04 sezonunda 2. Lig A Kategorisi şampiyonu olarak dönmüştür. Ancak ertesi sezon sondan 3. olarak 2. Lig A Kategorisi'ne tekrar dönmüştür. 2005-06 sezonunda 2. Lig A Kategorisi'ni normal sezonda 4. bitirerek yükselme maçlarına katılmaya hak kazanmıştır. İlk maçta lig 5.si İstanbulspor'la karşılaşan Sakaryaspor, normal süresi golsüz, uzatması 2-2 biten maçta rakibini penaltılarla 5-3, toplamda 7-5 yenerek final oynamaya hak kazanmıştır. Finaldeki rakibi lig 6. sı Orduspor'u 1-0 yenen lig 3.sü Altay olmuştur. Rakibini 4-1 yenen Sakaryaspor, düşmenin ertesinde yeniden Süper Lig'de oynamaya hak kazanmıştır. Ancak, 2006-07 sezonunda, Süper Lig'e çıkan kadrosunu büyük ölçüde değiştirmesinin faturasının ağır ödeyen kulüp, Beşiktaş'la 2 maçla berabere kalmasına ve evinde Fenerbahçe ve Trabzonspor'u yenmesine rağmen 22 puanla sonuncu olarak yeniden 1. Lig'e düşmüştür. 2007-08 sezonunda Hüsnü Özkara yönetimindeki kulüp, 1.Lig'i 58 puanla 3.sırada tamamlayarak play-off oynamaya hak kazanmıştır. Play-off'a lig 3.sü olarak katılan Sakaryaspor, lig 6.sı Boluspor ile eşleşmiş, Ali Sami Yen Stadı'nda oynanan play-off müsabakasında normal süre ve uzatmalar 2-2 bitmiş, penaltılarla gülen taraf Boluspor olmuştur. Bu maç kulüp için de dönüm noktası olmuş ve zor günler başlamıştır. Mali problemlerin arttığı 2008-2009 sezonunda takım ikili averajla tarihinde ilk kez 2. Lig'e düşmüştür. 2010 yılında defalarca haciz yaşayan kulüpten, 1987-88 Federasyon Kupası dahi haczedilmek istenmiş ama taraftarlar bu duruma mani olmuştur. 2010-11 sezonu sonunda ise play-off maçlarında Antalya Mardan Stadı'nda Konya Torku Şekerspor'u 3-1, Bugsaşspor'u normal süresi 1-1 biten maçta penaltılarla 6-5 ve finalde Bandırmaspor'u 5-1 yenerek tekrar 1. Lig'e dönmüştür. Ancak transfer yasağı nedeniyle kulüp zor günler geçirmiş ve 2011-2012 sezonunda 3 yıl aradan sonra mücadele ettiği 1. Lig'de ligi 17.sırada tamamlayarak tekrar 2. Lig'e düşmüştür. Mali olarak zor günlerin devam ettiği 2012-2013 sezonununu 2. Lig Kırmızı Grup'u son sırada tamamlayarak, tarihinde ilk defa 3. Lig'e düşmüştür. 2013 Şubat ayında mali problemler nedeniyle genel seçimde aday çıkmayınca bir ilk yaşanmış ve Taraftarlar ve Futbolcular yönetime seçilmişlerdir. Sakaryaspor, 2013-2014 sezonunu 3. lig 2. grupta 37 puan ve -12 averajla 15. sırada bitirmiştir. 2014 Eylül ayında yıllarca süren transfer yasağı kalkmıştır. 2014-2015 sezonunda uzun süre liderlik mücadelesi verdiği 3. Lig 2.grubu 3.sırada bitirmiş ve play-off'a hak kazanmış, yarı finalde BB Erzurum'u elemiş ancak finalde Ankara Demirspor' a yenilmiştir. 2015-2016 sezonunda 3. Lig 2.grupta mücadele etmiş ve lige çok iyi başlamasına rağmen ligi 12.sırada bitirmiştir. Sakaryaspor'un kuruluşunun 51.Yıldönümü şerefine şampiyonluk için 2016-2017 sezonu seçilmiştir. Kadrosuna Ferhat Yazgan, Erçağ Evirgen ve Murat Hacıoğlu gibi Tecrübeli futbolcuları, teknik Heyetine ise Tuncay Şanlı, Mehmet Aurelio gibi eski millî futbolcuları katmıştır. Tuncay Şanlı ayrılıp Osman Özdemir takımın başına geçmiştir. Sezonu grupta 2. tamamlamış Play-Off finalinde Diyarbekirspor'u 2-1 mağlup ederek Spor Toto 2. Lig'e yükselmiştir. Sakaryaspor, 1987-2016 yılları arasında üzerinde Sakarya Köprüsü ve "S" harfini barındırır şekilde Sakarya Nehri'nden oluşan bir tarafı Yeşil, bir tarafı Siyah olan amblemi kullanıyordu. Fakat 2016 yılında yeni sezona başlarken Diriliş Yılı adına logosunu da değiştirmiştir.Kulüp Diriliş Yılında 1987 öncesi kullandığı eski logosunu kullanmaya başlamıştır. Sakaryaspor logosu, isimde yer alan "S" harflerinin sembolize edilmesiyle oluşturulmuştur. Yeşil renk Sakarya'nın doğasını, siyah renk şehrin geçmişte yaşadığı yasları imlemektedir. Logonun ortasındaki beyaz şerit Sakarya Nehri'ni sembolize etmektedir. Yeşil S harfinin üst bölümünde, sola doğru bakan ok işareti Sakaryaspor'un tarihine atıfta bulunur. Siyah S harfinin alt bölümünde, sağa doğru bakan ok işareti Sakaryaspor'un gelecek hedeflerine gönderme yapar. Geometrik tasarımın ortaya koyduğu keskin hatlar Sakaryaspor'un savaşçı ruhunu gün yüzüne çıkarmaktadır. Logonun geneli kare şeklini oluşturmaktadır. Karenin köşeleri kuzey, güney, doğu ve batıyı sembolize ederek, Sakaryaspor'un Türkiye'nin dört bir yanında yer alan taraftar grubunu kucaklar. Tatangalar, 1990 yılında Sakaryaspor Altyapı oyuncuları tarafından kurulan ve adını Kurtlarla Dans filminden alan taraftar grubu.Grubun liderliğini Keçi Yılmaz yapmakt
adır. Tatangalar, şehrin en büyük sivil toplum örgütüdür. Yaptıkları farklı pankartları ve sloganlarıyla nam salan Tatangalar yalnız tribün faktörleriyle değil sosyal yardım kampanyalarıyla da adından sıkça söz ettirmektedir. Sakaryaspor taraftar grubu Tatangalar'ın Göztepe taraftarıyla dostluğu vardır. 1981-1986, 1987-1990, 1998-1999, 2004-2005, 2006-2007 1965-1981, 1986-1987, 1990-1998, 1999-2004, 2005-2006, 2007-2009, 2011-2012 2009-2011, 2012-2013, 2017- 2013-2017 Şampiyonluk (3) : 1980-1981, 1986-1987, 2003-2004 Play Off Şampiyonluk (2) : 1997-1998, 2005-2006 Play Off Şampiyonluk (1) : 2010-2011 Play Off Şampiyonluk (1) : 2016-2017 Şampiyon (1) : 1987-1988 Yarı Final (2) : 1985-1986, 1998-1999 Çeyrek Final (1) : 1982-1983 Şampiyonluk (1) : "2003-2004" İkincilik (1) : "2006-2007" *Kademe-Klasman grubu olan sezonlar birleştirilerek yazılmıştır. *Play Off maç sonuçlarıda dahildir sezona Piyano Piyano (veya nadir olarak kullanılan İtalyanca ismiyle Pianoforte), tuşlu bir çalgıdır. Piyanoda ses, teller vasıtasıyla elde edilir. Piyanonun tuşlarına basıldığında içindeki tahta çekiç tellere vurarak sesi oluşturur. Tahta çekicin tellere vurmasından dolayı piyano vurmalı müzik aleti sanılır. Piyano klasik ve caz müzikte yaygın olarak kullanılır. Solo performanslar, ansambl, oda müziği, eşlik, bestecilik ve prova için oldukça uygun bir enstrümandır. Piyano taşınabilir bir enstrüman olmamasına ve genelde pahalı olmasına rağmen çok yönlülüğü ve aynı anda birçok yerde bulunma özelliği ile dünyanın en yaygın olarak kullanılan enstrümanlarından biridir. Akustik piyanolar genellikle ses tahtasını ve metal telleri çevreleyen aynı zamanda koruyan ahşap kasadan oluşmakla birlikte 88 tuşa (52 beyaz tuş, 36 siyah tuş) sahiptir. Piyano, tuşlarına basıldığında içerisindeki teller aracılığıyla ses çıkarır, tuş bırakıldığında ise teller damper (titreşim azaltan parça) yoluyla susturulur. Fakat pedallar yardımıyla tuşlardan parmaklar kaldırmasına rağmen sesi uzatmak mümkündür. Piyanoda herhangi bir tuşa bastığımızda keçe ile kaplanmış çekiç o tuşa ait tellere vurur, ardından geri gelir ve çekiç eski konumuna gelmesine rağmen teller titreşmeye devam eder. Bu titreşme bridge ( köprü ) yoluyla ses tahtasına iletilir ve ses tahtası sesi yükselttikten sonra havaya yayar. Parmak tuştan çekildiğinde damper ( titreşim azaltan parça ) tellerin titreşmesini durdurur ve sesi keser. Yukarıda bahsedildiği gibi akustik piyano içerisinde bolca tel bulundurmasına rağmen vurmalı çalgı olarak sınıflandırılır çünkü teller çekme yoluyla ( harpsikord ya da epinet ) gibi değil vuruş yoluyla ses çıkartır. Hornbostel-Sachs enstrüman sınıflandırma sistemine göre piyano chordophone ( telleri ve onu ileten gövdeleri olan enstrümanlar ) olarak sınıflandırılmıştır. Örneğin arp telleri çekme yoluyla çalınan, gitar telleri tıngırdatma yoluyla çalınan, keman yayı (arşe) tellere sürtme yoluyla çalınan, piyano da tellere çekiç ile vurulması yoluyla çalınan chordophone bir enstrümandır. Teknolojik gelişmelerle birlikte chordophone bir enstrüman olan piyano akustik olmasının yanı sıra elektrikli, elektronik ve dijital olacak şekillerde de geliştirilmiştir. İlk piyano 1700'lü yıllarda İtalya, Floransa'da Bartolomeo Cristofori tarafından yapıldı. Cristofori'nin en büyük başarısı, piyanonun temel mekanik sorunu olan, çekicin tellere vurması anında sesin çekicin etkisi ile sönümlenmemesi ve çekicin çok çabuk bir şekilde tellerden ayrılarak notanın yeniden çalınabilmesi sorununa bir çözüm üretmesidir. Öldüğü 1732 yılına dek 20 civarında piyano üretti. Fransız Marius'un bu çalgıya katkısı, tokmaklı klavseni bulmak oldu. Saksonyalı Silbermann ise, Schröter' in çekiç sistemini geliştirdi ve Bach'ın da değerli öğütlerinden yararlanarak, klavyenin tüm ses genişliğinde eşit bir ötüm elde etmeyi başardı. Augsburg' da org yapımcısı Johann Andreas Stein Alman veya Viyana usulü denen mekanizmalı piyanolar meydana getirdi. 1789'da Stein, ayrıntıları belirtmek için kullanılmakta olan dizliklerin yerine pedal koydu. Andreas ve torunu Johann Baptist Streicher, piyanonun yapısını (Beethoven'in arzusu üzerine) daha sağlamlaştırdı ve ikinci bir otum kapağı ekleyerek daha dolgun bir ses sağladı. Piyano sanayinin gerçek kurucusu Alman Zumpe' dir, "kılavuzlu" denen mekanik piyanoyu gerçekleştirdi. İlk düz piyanoyu, 1789'da İrlandalı William Southwell yaptı. Sebastian Erard 1822'de piyano yapım tekniğini geniş ölçüde etkileyen bir yenilik getirdi (ikili itme dilleri). Henri Pape, çapraz tel ve keçeli çekici buldu. James Thom, ekleme demir çatıyı kurdu. Bu çalgı, büyük bestecilerin en yakını olmuştur, dolayısıyla bu çalgı için verilen bestelerin sayısı ciltler tutar. "Piyanistler, diğer çalgıları çalanlara nazaran, çıkaracakları sesleri piyano üzerinde hazır bulurlar" gerekçesiyle, küçük yaştan (altı-on) başlayarak, öğrenebilecek çalgılardan birisidir. Hatta günümüzde çok daha küçük yaşlara yönelik piyano eğitimi verilebilmektedir. Ünlü piyanist Sigismund Thalberg: "Çalarken, sesleri uzatmayı, iyi bir ses çıkarmayı ve ses çıkarırken gerekli olan değişiklikleri yapabilmek için, zorunlu olan ilk şartlardan biri her türlü sertlikten uzak bulunmaktır. Kolda, elde ve parmaklarda yetenekli bir şarkıcının sesinde sahip olduğu incelik ve bükülmeler bulunmalıdır" diyor ve şöyle devam ediyor: "İhmal edemeyeceğimiz bir konu varsa, o da, çalarken vücudun hareketlerinde büyük bir ölçü olmasının; kolları, elleri büyük bir sükunetle yönetmenin, piyanoya çok yüksekten vurmamanın; kendi kendini dinleyebilmenin ve hüküm verebilmenin gerekliliğidir. Genellikle, parmaklarla fazla çalışılmakta, fakat kafa ile yeter derecede çalışılmamaktadır." Piyano pedallarının kullanılması hakkında, Antoine Marmontel şöyle diyor :"Pedalları kullanmasına izin verilen öğrencilerin büyük bir kısmı onları usulleri saymak için kullanırlar veya ayaklarını pedalın üzerine basarlar ve bir daha çekmezler. Şüphesiz ki, her ikisi de kusur sayılan bu alışkanlıklara sahip olmamak gerekir." Lavignac ise: "Pedal sanatı ayağın nasıl konulacağını değil, nasıl çekileceğini bilmektir" diyerek, gerekli öğüdü vermiştir. Kent Pitman Kent M. Pitman HyperMeta şirketinin başkanıdır ve uzun yıllar boyunca Lisp ve Scheme programlama dillerinin tasarımına, geliştirilmesine, standartlaştırılmasına katkıda bulunmuştur. KMP olarak da tanınır. Pitman, X3J13 komitesinde teknik danışmanlık yapmanın yanı sıra ANSI Common Lisp'i standartlaştıran altkomitede de çalıştı. ANSI Common Lisp olarak bilinen belgeyi ve Common Lisp HyperSpec isimli belgeyi hazırladı (standardın hipermetin hali). bunlara ek olarak ISO ISLISP standardını da hazırladı. Kent Pitman'ın katkıda bulunduğu bir başka önemli proje ise en önemli bilgisayar destekli cebir sistemlerinden biri olan Macsyma yazılımıdır. Şu anda Substandards başlığı ile tanımlanan standartların geliştirilmesi için bir organizasyon hazırlama çalışmalarını sürdürmektedir. Kent Pitman aynı zamanda "Another Way Out" isimli CBS parodisinin de yazarıdır. Pitman'ı genellikle Usenet'teki comp.lang.lisp grubunda bulabilirsiniz. Pek çok insan Pitman'ın katkılarına değer verir çünkü Common Lisp standartlaştırılması konusunda uzmandır. Bir grup insan da onun özgür yazılım modeline göre geliştirilmiş Lisp derleyicilerine ve Scheme diline karşı takındığı tavrı küçümser. Pazar, Rize Pazar, Karadeniz bölgesindeki Rize'nin bir ilçesidir. Rize'nin 37 km doğusundadır. MÖ 64 yılında Pompeius tarafından Athena adıyla kurulmuştur. İlçenin eski ismi Yunanca bir sözcüktür; akıl güzellik ve hikmet anlamına gelmektedir. 1928 yılına kadar "Atina" olan ilçenin adı, bu tarihte "Pazar" olarak değiştirilmiştir. Pazar, yüksek iç dağlarla kıyılara paralel uzanan bir Karadeniz sahil şerididir. Bu sahil, sıcak yazlarıyla ılımlı bir iklime sahiptir. (22 °C Ağustos'ta) ve serin kışlarıyla (7 °C Ocakta, kıyıda nadiren kar yağar), ancak çok ıslak ve nemlidir, yazın başlangıcından ayrı olarak (Nisan–Mayıs–Haziran) yıl boyunca yoğun yağışlıdır. Yılda ortalama 50 gün güneşli geçer. Karadeniz rüzgarı sonbaharda soğuk, yazın ise ıslak ve nemlidir. Tüm bu yağışlarla birlikte alan çok daha yeşil bir bölgeye sahip oluyor. Pazar Irmağı da dahil olmak üzere Karadeniz dağlarından gelen yağmur suyu ve kar erimi ile oluşan birçok akışla bölgeye daha fazla su gelir. Burası tepelik bir bölgedir ve ana ekonomik faaliyeti çay yetiştiriciliğidir. Aynı zamanda Pazar ilçesinde balıkçılık, ticaret ve hafif sanayi (çay işleme)si bulunur. Çay, 1944 yılında ilçede dikilmiş ve şu anda mahsulü işlemek için Pazar'da üç fabrika bulunmaktadır. Pazar'daki ekilebilir arazinin% 65'i çay yetiştirmek için kullanılır. Çay dikimine başlanmadan önce, turunçgiller ve elmalar yetiştirildi, ancak günümüzde çoğunlukla durdu. İnsanların sebze ve kümes hayvanlarını yetiştirdikleri aile bahçelerindeki ağaçlar dışında, tütün, mısır, patates ve fasulye gibi bitkilerin ekimi için küçük alanlar vardır. Pazar, yüksek otlak alanlarında yaz otlatma de dahil olmak üzere otlak arazisine (yayla) sahiptir. Daha yüksek rakımlarda ağaç dikmek daha zordur. Günümüzde Pazar bir pazar kasabası ve yerel çay ticaretinin merkezi konumundadır. Balıkçılık bir zamanlar ilçedeki önemli faaliyetlerden biriydi. Karadeniz kirlendiğinde geleneksel hamsi, kefal, ve kırmızı kefal dahil olmakla birlikte birçok balık türü soyunun tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Çay ekimi başlayana kadar bu bölgedeki insanlar fakirleşmeye başladı ve yeni nesil daha iyi bir hayat için Avrupa ya da İstanbul'a göç etmeye başladı. Hayat ilçede hala zordur ve insanlar yaz aylarında çay hasadı olmasına rağmen ilçeyi hala terk etmektedir. İlçenin en yüksek dağı 3737 metre yüksekliğiyle güneydeki Kaçkar dağıdır. Diğer önemli yükseltiler Verçenik, Altıparmak ve Hipot'tur. Bu dağlar arasında yollar patikadan ibarettir. Kaçkar dağının üzerinde sürekli "buzul" vardır. İlçede yaylacılık doğal şartların sonucu olarak asırlardır sürdürülen ekonomik bir faaliyettir. Özellikle orta kesim ile kıyı kesiminde yer al
an bazı köylerin sakinleri yaz aylarında hayvan otlatmak ve ürünlerini saklamak amacıyla Fırtına Deresi'nin yukarı çığırında yer alan yaylalara gitmektedirler. Bu yaylaların en önemlileri: Kito, Ambarlı, Kızılhaç, Çelmeç, Verçenbek, Kaleibala, Başyayla, Çiçekli, Elevit, Kelevit, Palovit ve Samistal'dır. Dağlar kıyıya paralel uzandığından düz, tabiî ve kuytu limanlardan mahrum olan "boyuna kıyılar" sınıfındandır. Bütün akarsular "Daimi" akarsular olup, geçtikleri yerler fazla eğimli ve rejimleri düzensizdir. Yıl boyu fazla çekilme göstermezle, yağmurlarla birlikte dağlarda kar suları da eklendiğinde kabarırlar. İlçe topraklarının büyük bir kısmını içine alan Pazar Deresi, dar, fakat derin bir vadi içinde akar. Güney-Kuzey yönünde akan doğudaki Fırtına Deresi ilçenin doğu sınırını oluşturur. Çakalkaya tepesinden doğarak ilçeyi ikiye böldükten sonra denize dökülen Pazar deresinden başka Merdivenli bölgesinden denize dökülen Melyat Deresi vardır. İlçe ekonomisinde en büyük payı çay alır. Bunun yanında balıkçılık ticaret, sanayi, bankacılık ve tarımda ekonomik kaynak yaratıcı işler olarak yapılmaktadır. Çayın halkın geçiminde bu kadar önemli olması yöredeki az kireçli toprağın bu bitki için ideal olmasından kaynaklanmaktadır. 1944 yılında Hisarlı, Örnek, Merdivenli, Kuzeyce, Sivrikale ve Subaşı köylerindeki 50,5 dekarlık alanın "Çay Bahçesi" olarak ayrılmasıyla başlayan çay tarımı ilçede tarımda yeni bir sayfa açılmasını sağlamıştır. 1945 yılında Güney ve Tektaş köylerinde de başlayan çaycılık günümüzde tarımın tek ürüne "Uzmanlaşma" gelmesini yaratmıştır. 1980'de 4.073 dekarlık dikim alanı ile %11,2'lik bir paya sahip durum da olan ilçe Rize Merkez ve Çayeli dışında "En büyük çay alanlarına" sahipti. Hektarda 9.449 kilo verim ile merkezden sonra 2.durumda olan ilçenin çay üretimindeki payı %10.8 düzeyindedir. İlin en eski çay bahçelerine sahip olan ilçede tekniğe uygun koşullarda işlenmeye de önem verilmektedir. Bunun için çay teknolojisinin her evresinde teknik ve ekonomik gereksinim karşılanması ve tekdüze bir uygulamanın gerçekleştirilmemesi gerektiği ifade edilmekte ve işleme evreleri şöyle sıralanmaktadır: Bu evreler gerektiği gibi yapıldığında elde edilen ürün kaliteli olmakta ve iyi demlenmeyle "Gerçek Çay İçme zevki" alınmaktadır. Kirazlık Çay Fabrikası, 1939 yılında elma kurutma ve konserve fabrikası olarak kullanılan tesisi 1955 yılında çay işleme atölyesine dönüştürülmüştür. 1979 yılında ise üretim kapasitesi artırılarak bağımsız bir fabrika haline gelmiştir. 1984'te de "Kirazlık Çay fabrikası" adıyla modernize edilerek hizmete açılmıştır. Çay üretimi günlük 140 tondur. Fabrikaya bağlı köy sayısı: 16, çaylık alan: 18.000 dekar, Üretici Sayısı ise 4.885'tir. Çay üretiminin artması sonucu atölye biçiminde varlığını sürdürürken, Kirazlık Çay Fabrikasının yetersiz kalışı yüzünden 1973 yılında kurulmuştur. Rize-Hopa karayolu üzerindeki fabrikanın günlük çay işleme kapasitesi 140 tondur. Fabrikaya bağlı köy sayısı: 31, Çaylık alanı: 21.523 dekar, Üretici Sayısı ise 6.510'dür. Pazar'ın batısında Rize karayolu üzerinde 1979 yılında yapımına başlanmış ve 1983 yılında üretime geçmiştir. Günlük çay işleme kapasitesi 140 tondur. Fabrikaya bağlı köy sayısı: 23, Çaylık alan: 21.000 dekar, üretici sayısı ise 6.510'dür. Kıyıda oldukça verimli olan toprak iç kesimlere gidildikçe bu özelliği kaybeder. yağışın bol, arazinin ise % 80-90 engebeli oluşu yüzünden ekonomik değerde tarım ürünleri yetiştiriciliğin yapılamadığı ilçede 5100 çiftçi ailesi vardır. Tarım kesiminin uğraş konularına göre dağılımı ise şöyledir: İlçe ekonomisinde en büyük payı çayın alması yüzünden tarla ziraatı ve bağ-bahçecilik çok küçük alanlarda, aile ihtiyacının karşılanma ihtiyacına yönelik yapılmaktadır. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde ilçede büyük alan kaplayan mandalina ve portakal bahçeleri ile elmalık günümüzde çok azalmıştır. 1939 yılında ürünlerinin değerlendirilmesi için kurulan elma kurutma ve konserve fabrikası da ha sonra çayın devreye girmesiyle ekonomik olarak devreden çıkmıştır. 10-15 yıl gibi uzun sürede meyve vermeye başlayan ve şeker oranının düşük olma özelliğine sahip bulunan Laz elma (Demir elma) gibi "İzebella" adı ile anılan kokulu siyah üzümler iklim şartları yüzünden zamanında olgunlaşamamaktadır. Günümüzde bağcılık çaylık alanların yanında, armut ve elma ağaçları ile birlikte aile ihtiyacı için sürdürülmektedir. Trabzon hurması olarak adlandırılan meyve ise konserve ve pekmez yapılmak üzere Erzurum'a yollanmaktadır. Tarla ziraatına ayrılan 2.000 hektarlık alanda mısır, fasulye ve patates ekilmektedir. "Mısır": İlçenin çaydan sonra gelen en önemli bitkisidir. Eskiden çok geniş alanlarda ekimi yapılırken günümüzde sadece 450 hektarlık bir alanda üretilmektedir. "Fasulye": Genellikle bahçe kenarlarında yetiştirilir, toplam ekim alanı 20 dekarla sınırlıdır. Arazinin engebeli, çayır ve mer'anın az olduğu, çay bahçeleri nedeniyle yem bitkilerinin ekilmemesi yüzünden hayvancılık "ahır hayvancılığı" şeklinde yapılmaktadır. Kıyı kesimlerdeki bu durumun aksine yüksek yerleşimlerde hayvancılık asıl uğraş olarak dikkat çekmektedir. Kıyı kesimde az sayıda aile kendi süt ihtiyacını karşılamak amacıyla Jersey inek türü beslemektedir. Hayvansal ürünü satmak amacıyla yetiştiren aile sayısı oldukça azdır. Hayvancılık yapanlar yem ihtiyacını Doğu Anadolu Bölgesinden ot getirerek ya da suni yem alarak karşılamaktadır. Koyun ve keçi ise çaylık alanlarda hiç bakılmakta, yüksek alanlardaki yayla ve mer'alarda ise küçük sürüler halinde görülmektedir. İlçenin et ihtiyacının %85'i Doğu Anadolu Bölgesinden karşılanmaktadır. İlçe tarım müdürlüğünün kuluçka makinelerinde üretilen ve vatandaşa maliyetine verilen civcivler ise aile ihtiyacının karşılanması için yetiştirilmektedir. Bazı aileler tarafından küçük işletmeler tarafından sürdürülen tavukçuluk da yöre ihtiyacını karşılamaktan uzaktır. Gerek mahalle, gerekse köy yollarının yapılması yüzünden eskiden taşımacılıkta kullanılan at ve katır yetiştiriciliği de ortadan kalkmıştır. sahil kesiminde rutubetin çok olması yüzünden iç kısımlardaki dağlık ve yaylalık alanlarda yapılan arıcılık 3600 civarında fenni ve iptidai kovanla sürdürülmektedir. Orman İşletme Müdürlüğü 1967 yılında kurulmuştur. Bünyesinde oluşturduğu Orman İşletme Şeflikleri ile çalışmalarını sürdüren müdürlüğün sorumlu olduğu alan 198,673,5 hektardır. 8171,5 hektarlık alandaki ladin, kayın ve kızıl ağaç bakımını sürdüren işletme 56.702,2 hektarlık alanda ağaçlandırma, 2.072 hektar alanda da temsil çalışması sürdürmektedir. Ormanlık alanların çok sarp ve engebeli, yağışların ise sürekli ve çok olması yüzünden ağaçlandırma çalışmaları istenene düzeyde sürdürülememektedir. Planlanan orman içi yolarlıda olumsuzlukların çokluğu yüzünden planlandığı şekilde gerçekleştirilememektedir. Ormanlık alanlarda halkın "Orman Gülü" olarak tanımladığı "Kumar" ağacı topluluk olarak bulunmaktadır. Yaygın ağaç türler: Kayın, Ladin, Köknar ve kızılağaçtır. İlçenin özgü bir endüstri bitkisidir ve Pazar adıyla anılan puroların yapımında kullanılır. Toprak yapısı gereği yalnızca 26 köyde ekimine izin verilmiştir. Puro tütününü diğer tütünlerden ayıran en büyük özellik yapraklarının 1 metre civarında oluşudur. Diğer tütünler gibi kıyılmayan bu tütün "iç sargılık", "Dış sargılık" ve "Dolguluk" olarak üç aşamada kullanılır. İlçede kurulan fideliklerde kaliteli tütün fideleri yetiştirilerek çiftçi ihtiyacı karşılanmaktadır Son zamanlarda kurutma yerlerinin ilkel olması yüzünden düşen üretim teknik ve sağlık işletmelerin kurulması halinde yeniden canlandırılabilecektir. Günümüzde ise Pazar ilçesinde puro tütünü yok denecek kadar azalmış bunun yerini çay üretimi almıştır. İlçenin gelir getiren kaynaklarından biri de balıkçılıktır. Pazar'lı denile bütünleşmiş gibidir, onsuz yapamaz. Fakat deniz kirliliği yüzünden balıkçılık eski önemi ve yerini kaybetmektedir. Eskiden Pazar'lı hem balığı tutar yerdi,hem de satarak geçimini sürdürürdü. Bu gün dededen kalma mesleği sürdüren 150-200 civarındaki balıkçı ailesi geçim sıkıntısı içinde yaşama savaşı vermektedir. Bundan 10-15 yıl öncesi hamsi, kefal, barbun, kalkan, karagöz, yelken, mezgit, palamut, istavrit gibi deniz ürünleri bakımından zengin olan Karadeniz'de denetimsiz, bilinçsiz avlanma ve çevre kirliliği yüzünden ortaya çıkan bu durum gerçekten içler acısıdır. Balıktan umduğunu bulamayan Pazar'lı deniz özlemini küçük balıkçı tekneleri ile lüks yat yapımını sürdürerek gidermektedir. Bahçedeki daracık alanlarda yöre insanının becerisi ve bir keser-testere yardımıyla sürdürülen tekne yapımı önemli bir ekonomik değer yaratmaktadır. Deniz balıkçılığı yanında tatlı su balıkçılığı da ilçede önemli bir yer tutmaktadır. Alabalık yanında son zamanlarda salmon yetiştiriciliği önemli bir faaliyet alanıdır. Karadeniz'de oksijenin yatay ve dikey dağılımı yanında doymuşluk oranının yüksekliği salmon üreticiliği için son derece elverişli bir ortam yaratmaktadır. İlçedeki geniş alanların varlığı ve müteşebbis vatandaşların hevesi ile bu bakımdan da büyük bir üretim değerine ulaşılacağına mutlak gözü ile bakılmaktadır. Eskiden beri oldukça canlı olan ticarette en büyük payı çay alırken bunu deri ve kereste izlemektedir. İlçe adının "Pazar" oluşu da ticaretin odak noktası olmasından gelmektedir. Her türlü bakkaliye, manifatura, tuhafiye, kavafiye, züccaciye, mensucat yanında sebze-meyve ve ot ilçe dışından getirilmektedir. Yöre insanının en önemli ihtiyacını karşılayan çay makası, teleferik, yayık makinesi gibi küçük sanayi ürünleri ilçede yapılıp kullanılmakta, çevre ilçelere de yollanmaktadır. Ayrıca mobilyacılıkta ilçede çok gelişmiştir. El becerisi ve zevkin kaynaşması ile ortaya çıkan birbirinden güzel mobilyalar dayanıklıkları ile tanınmaktadır. Etnik köken olarak Hemşinliler ve Lazlar vardır. Yaygın olarak Lazca ve Türkçe konuşulur. Ulus-devlet politikaları sebebiyle Lazca yok olma tehlikesi altındadır. İlçenin en belirgin yanı dış çevreyle sürekli ve yoğun ilişkidir. Yörede "Gurbetçilik" denen göç olg
usu çeşitli biçimlerde etkinliğini sürdürmektedir. Toplumsal yapıda köklü değişikliler yaratan çay ekimi öncesinde deniz; ana geçim kaynağıydı. Daha sonra taşımacılı gibi hizmetlerde denize açılan ilçe insanı öteden beri "Ev dışı" bir yaşama biçimine yönelmiştir. Başsız, erkeksiz kalan ailenin öbür bireylerindeyse içine kapanık bir yaşama düzeni görülmüştür. Yörenin dağınık yerleşim düzeni de içe kapanmayı yaratmaktadır. Kapalı yapıda toplumsal değerler ve ilişkiler, büyük ölçüde geleneksel-dinsel düşüncelerle biçimlenmektedir. Nüfus yoğunluğu ve toprakların yetersizliği yüzünden göç sürmüştür. (Çaylığı bu alanda yarattığı değişim, il dışına çalışmaya gidenlerin yaz aylarında ilçeye dönmesidir.) Aynı etkenler ailenin parçalanmasını ve ölüm sonuçlanan etkenler çatışmaları ve yöre yaşamının tipik özellikleri haline getirmektedir. Dağ ve iklim koşularından kaynaklanan, taş ve ahşaba dayalı özgün ev yapısı bile yerini kırsal kesimde betonarmeye bırakmıştır. Dağınık yerleşme anlayışı sürdürülürken, bomboş alanlarda birkaç katlı, villa tipi evler geçim düzeyinin bir göstergesi olmuştur. Çay gelirleriyle il dışında ya da işinde yatırıma yönelirken tüketim eğilimi de giderek yükselmiştir. Ancak tarıma dayalı uğraşlarla biçimlenen geleneksel değerler, toplumsal ilişkilerde günlük yaşamı belirleyiciliğini korumaktadır. İlçe insanını geleneksel giyim, kuşamında Lazlığın etkisi belirgindir. Daha çok içlik "fanile" gibi iç giysilerde kullanılan Rize bezi" ve keten dokumaları yöremize özgüdür. Başlıkların iklim koşullarınca biçimlendiği bir gerçek. "Laz için başlık, bir süsü değil bir şemsiyedir. Şık olmak kaygısı ile değil, fesinin etrafına sardığı mendil, fırtına ve rüzgara karşı yeterli olmadığı zaman başını korumak için başlığını kullanır. Erkek giyiminde geleneksel özellikler yitmekte, çağdaş giyim kuşam belirmektedir. Kadın giyiminde değişim çok kısıtlıdır. Çarşaf kalktıktan sonra aynı örtünme biçimi atkı ya da peştemalle sürdürülmüştür. Entariler oldukça uzun ve bol dikimlidir. Keşan ve Peştamal; desen biçiminde bir parça bele sarılır, öbürüde başa alınır. ilçenin yüksek kesimde veya eskiden benimsenen bu giyside, çevre etkilerinin yoğunluğundan kaynaklanan bir değişme görülmektedir. Hazır giysiler kadın giyim-kuşamına giymiştir. Bunların dışında takılarda ilçenin kadın giyim-kuşamında değişmeyen öğelerdir. Geçmişte ilçede dokumacılık önemli bir yer tutardı. Öyle ki sepet, sandalye örücülüğü gelişmişti. En gelişmiş dokuma türü bezdi. Kenevir ipliğinden dokunan bezler iç çamaşırı yapımında kullanılırdı. Sepet ve sandalye örücülüğü günümüzde de sürdürülmektedir. Sepetlerin el sepeti, Gamal-kaşıklık gibi türleri vardır. Meyve sepeti incedir, uzundur, koni biçimindedir. "Gamal" ise daha çok Trabzon da yaygın olmasına karşın ilçe insanı tarafından genellikle kola takılarak taşınır. Yavuz, Tütüncüler köylerinde örgü koltuk, sandalye ve iskemle yapımı yaygındır. Bu sandalyelerin örgülerinde mısır kosanı yaprağı ya da sarmaşık, ayaklarında fındık dalları kullanılır. Durusu Gölü Durusu (Terkos), İstanbul ilinin Avrupa yakasında bulunan bir göl ve mahalle İstanbul’un kuzey-batısında, kente yaklaşık 40–50 km. uzaklıkta olup, 40’ 19’’ kuzey ve 28’ 32’’ doğu koordinatları arasında bulunan, lagün kökenli, az tuzlu bir göldür. Gölün denizden yüksekliği +4,5 ile -2 metre arasındadır. Fındık Dere, Deli Yunus deresi ve çok sayıda kaynak suyu ile beslenen Durusu’nun, 39 km² su alanı vardır ve en derin yeri 11 metredir. Gölün ortalama genişliği 5 km, uzunluğu 12 km, yağış havzası 744 km²'dir. Gölün gideğeni olan Boğazdere çıkışına set yapılmış, göl suları yükseltilmiştir. 162 milyon m³/yıl su potansiyeli ile İstanbul çevresindeki tatlı su rezervlerinin %22’sine sahiptir. Şehir kullanım suyunun önemli bir bölümünü karşılamaktadır. Durusu yerkabuğunun şekillendiği dönemlerde Karadeniz’de bir koy iken günümüzde alçak bir kumsalla denizden ayrılmış, içinde yüzlerce canlının barındığı bir göle dönüşmüştür. Dalgaların biriktirdiği kıyı setti ile denizle bağlantısı kesilmiş, göle dönüşmüştür. Gölü denizden ayıran kum tepeleri 2 km genişliğindedir. Köyün tarihi yaklaşık 1000 yıl öncesine kadar dayanır. Bugünkü köyün kuzey batı istikametinde göl kenarında kale içi olarak bilinen yarımada üzerinde Cenevizliler tarafından bir korsan yatağı olarak kurulmuştur. O zamanlar deniz ve gölün irtibat halinde olduğu, daha sonraları doğal etkenler ile bir birinden ayrıldığı anlaşılmaktadır. Kaleiçi olarak bilinen yarımada üzerinde bulunan kale kalıntılarında kale içinde Trikos adında bir manastırın bulunduğu ve köy ile gölün adının buradan geldiği anlaşılmaktadır. 19 yy. da İstanbul’a gelen bir Fransız elçisi şehrin susuzluğunu gözlemler ve Osmanlı Sarayından bir heyeti Fransa’ya davet eder. Fransızlar istenirse şehrin su probleminin çözümlenebileceğini belirtirler. Çizilen krokilerde Terkos Gölü'nü su kaynağı olarak gösterirler. 1855 yılında şimdiki fabrika binasının temeli atılır ve 2 sene süresinde fabrika inşaatı bitirilerek İstanbul'a su sağlanır. Madball New York`ta 1980lerin sonuna doğru kurulan Hardcore-Punk grubu. Küba göçmeni olan freddy cricen büyük kardeşi roger(miret)desteği ve agnostic front elemanları vinnie stigma, whil shapler mathanderson ve eski dostu hoya yı alarak kurmuştur genelde new york şehrinin sorunlarını orda yaşadıklarını sert ve tavizsiz anlattığı sözler ilgi çekmektedir NYHC un en gözde örneklerinden biridir genelde çok eleman değiştirmiştir en son kadro şu şeklidedir; Eş Güdümlü Evrensel Zaman Eş Güdümlü Evrensel Zaman (UTC), pek çok ülkede baz alınan medenî ve bilimsel zaman. 1963 yılında kullanılmaya başlanmıştır. UTC, Fransızca ' ve İngilizce ' kavramlarının kısaltmasıdır. Fransızca (TUC) veya İngilizce (CUT) kısaltmaları üzerinde fikir birliği sağlanamadığı için UTC üzerinde karar kılınmıştır. UTC, atomik olarak hesaplandığından Güneş zamanına göre hesaplanan GMT ile arasında çok küçük farklılıklar vardır. Ancak bunlar gündelik kullanımı etkilemez. Türkiye, (Türkiye Zaman Dilimi)'ndedir; bu yüzden Türkiye saati , yani UTC'den üç saat ileridedir. Yaz saati uygulaması 08/09/2016 tarihinde kaldırılmıştır. Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsü Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsü (İngilizce: National Institute of Standards and Technology, kısaca NIST), Amerika Birleşik Devletleri federal devletinin standart enstitüsüdür. Endüstriyel standartlardan ziyade (ABD'de onlarla özel bir kuruluş olan ANSI ilgilenir) ölçüm metot ve standartları yayınlar. NIST, ağırlık ve zaman referanslarını da bünyesinde barındırır. Fahri Korutürk Fahri Sabit Korutürk (13 Ağustos 1903 - 12 Ekim 1987), Türk siyasetçi, Türk Deniz Kuvvetleri eski komutanı ve Türkiye'nin 6. cumhurbaşkanı. 1957–1960 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak görev yapmış olan Korutürk, 1973–1980 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı görevini sürdürmüştür. 1903 yılında İstanbul'da eski askerlerden Erzincanlı Osman Sabit Bey ile Nesrin Hanım'ın oğlu olarak doğdu. Annesini küçük yaşta kaybedince üvey annesi Nuriye Korutürk (1873-6 Kasım 1973)'ün gözetiminde büyüdü. 1916 yılında Bahriye Mektebi'ne girdi. 1923 yılında Deniz Harp Okulu'ndan, güverte mühendis teğmen rütbesiyle mezun oldu. 1 Mart 1923 ile 15 Ekim 1924 tarihleri arasında Hamidiye ve Yavuz gemilerinde tahsil ve staj gördü. Çeşitli gemilerde görev yaptıktan sonra, 1931 yılında girdiği Deniz Harp Akademisi'ni 1933 yılında bitirerek kurmay subay oldu. Akabinde 18 Mart 1934 tarihinde bizzat Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından "Korutürk" soyadı verildi. 11 Kasım 1934 tarihinde Genelkurmay XI. şubeye, 11 Aralık 1935 tarihinde Roma Büyükelçiliği deniz ataşeliğine tayin edildi. Montreux (Montrö) Boğazlar Konferansı'nda Türk heyetinde deniz müşaviri olarak bulundu. 25 Aralık 1936 tarihinde görevi Berlin Büyükelçiliği deniz ataşeliğine nakledildi. 3 Kasım 1938 tarihinde bu görevinden ayrılarak Denizaltı Gemileri Komutanlığı kurmay başkanlığına getirildi. 29 Ocak 1942 tarihinde ikinci defa Berlin Büyükelçiliği deniz ataşesi oldu. Stockholm deniz ataşeliğini de ek görev olarak yürüttü. 1950 yılında tuğamiral rütbesine terfi etti. Bu rütbe ile "İstanbul Deniz Komutanlığı ve Denizaltı Filosu Komutanlığı" görevlerini yürüttü. 1953 yılında tümamiral rütbesine terfi etti. Bu rütbe ile Harp Filosu Komutanlığı, Deniz Eğitim Komutanlığı, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı görevlerini yürüttü. 1956 yılında Koramiral rütbesine terfi etti. Bu rütbe ile donanma komutanlığı ve Boğazlar ve Marmara Deniz Kolordu Komutanlığı görevlerinde bulundu. 13 Aralık 1957 tarihinde deniz kuvvetleri komutan vekili atandı. 1958 yılında Oramiralliğe terfi etti ve 17 Kasım 1959 tarihinde Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevine atandı. Bu görevini yürütürken meydana gelen 27 Mayıs 1960 Darbesi sırasında Askeri hükümet tarafından Dışişleri Bakanlığı'na getirildiyse de daha sonra bundan vazgeçilerek 27 Haziran 1960 tarihinde Moskova Büyükelçisi olarak görevlendirildi. 27 Ağustos 1960 tarihinde askerlikten emekli edilerek Dışişleri Bakanlığı'na kadrosuna nakledildi. 5 Eylül 1964 tarihine kadar kadar dört yıldan fazla Moskova Büyükelçiliği görevinde bulundu. 1 Ağustos 1965 tarihinde meslekten büyükelçi olmadığını ileri sürerek Dışişleri Bakanlığı'ndan istifa etti ve emekli oldu. 7 Haziran 1968 tarihinde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından Cumhuriyet Senatosu kontenjan senatörlüğüne getirildi. 6 Nisan 1973 tarihinde Cumhurbaşkanı seçilinceye kadar görev yaptı. Cevdet Sunay'ın süresinin dolmasından sonra cumhurbaşkanlığına aday olan Tekin Arıburun ile Faruk Gürler'in mecliste gerekli oyu alamamaları üzerine Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi ve Cumhuriyetçi Güven Partisi'nin ittifakıyla Cumhurbaşkanlığı görevine aday gösterildi. 6 Nisan 1973 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminin 15. turunda 365 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti'nin altıncı Cumhurbaşkanı seçildi. Cumhurbaşkanlığı devrinde Türkiye'nin çalkantılı bir döneminde oluşu ro
lünü kilit konumuna getirmişti. Zira bu devirde kurulan koalisyon hükümetlerinin oluşumu ve yaşaması için büyük çaba gösterdi. Kendisinin de deyimiyle Türkiye'yi bu devirde hükümetsiz bırakmadı. Devrinde Kıbrıs Harekâtı gerçekleştirildi ve ülkedeki sağ-sol siyasi çatışması tüm hızıyla yayıldı. Cumhurbaşkanlığı döneminde Boğaziçi Köprüsü açılarak hizmete girdi. Özellikle devletin itibarını yeniden tesis için uğraş verdi. 7 yıllık cumhurbaşkanlığı boyunca 8 hükümet kuruldu. 1980 yılında, yedi yıllık hizmet süresini doldurarak Cumhurbaşkanlığı görevinden ayrıldı ve Anayasa uyarınca "Tabii Senatör" sıfatıyla Cumhuriyet Senatosu'nda görev aldı. 12 Eylül Darbesi sonrası Anayasa'nın ve Meclisin feshedilmesi üzerine tabii senatörlük görevi de sona erdi. Cumhurbaşkanı Korutürk Lozan Antlaşması hakkında şunu yazar: 12 Ekim 1987 günü geçirdiği bir kalp krizi sonucu vefat etti. Mezarı Ankara'daki Devlet Mezarlığı'ndadır. Almanca, İngilizce ve İtalyanca bilmekteydi. 1 Mart 1944 tarihinde eski Milletvekili Salah Cimcoz'un kızı ve Moralı İbrahim Paşa'nın torunu ressam Emel Korutürk ile evlenen ve Osman (1944-), Salah (1949-), Ayşe (1955-) adlarında üç çocuğu oldu. Oğulları Osman Korutürk ve Selâh Korutürk ile gelini Zergün Korutürk diplomat olarak görev yapmaktadırlar. NATO Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (kısaca KAAÖ; İngilizce: North Atlantic Treaty Organization, kısaca NATO; Fransızca: Organisation du Traité de l'Atlantique Nord, kısaca OTAN), 4 Nisan 1949'da 12 ülke tarafından imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması'na dayanarak kurulan ve farklı dönemlerde 17 ülkenin daha katıldığı uluslararası askerî ittifak. Örgüt üyeleri herhangi bir dış güçten gelebilecek saldırıya karşı ortak savunma yapmaktadır. NATO'nun merkezi, örgütün Kuzey Amerika ve Avrupa'daki 29 üyesinden biri olan Belçika'nın başkenti Brüksel'de bulunmaktadır. 21 ülke NATO'nun "Barış İçin Ortaklık" adlı girişiminde yer alırken 15 ülke kurumlaşmış diyalog programlarına dâhildir. Tüm NATO üyelerinin toplam askerî harcaması, dünyadaki savunma harcamalarının %70'inden fazladır. Üyelerin savunma harcamalarının GSYİH'lerinin %2'si kadar olması gerekmektedir. NATO, Kore Savaşı üye ülkeleri harekete geçirene ve yüksek rütbeli iki ABD'li komutanın yönlendirmesiyle birleşik bir askerî yapı kurulana kadar siyasi bir ortaklıktan ötesi değildi. Soğuk Savaş süreci, 1955'te kurulan Varşova Paktı'na üye ülkelerle çekişmelere yol açtı. Avrupa ülkeleri ile ABD arasındaki ilişkilerin gücü üzerindeki şüpheler, bağımsız Fransız nükleer caydırıcılığına ve 1966'da Fransa'nın NATO'nun askerî kanadından çekilmesine yol açan NATO savunmasının olası bir Sovyet işgaline karşı güvenilirliğine olan şüpheler ile birlikte zaman zaman artış gösterdi. 1989'da Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra örgüt, Yugoslavya'nın dağılması sürecine karıştı ve ilk askerî müdahalelerini 1992-1995 yıllarında Bosna-Hersek'te ve daha sonra 1999'da Yugoslavya'da gerçekleştirdi. Politik olarak ise eski Varşova Paktı ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Bu ülkelerin bir kısmı 1999 ve 2004'te ittifaka katıldı. Kuzey Atlantik Antlaşması'nın örgüte üye ülkelerin silahlı bir saldırıya uğrayan herhangi bir üye ülkeye yardım etmelerini öngören 5. maddesi, NATO tarihinde ilk ve tek kez 2001'deki 11 Eylül saldırılarından sonra uygulandı. Gerçekleştirilen bu saldırıların ardından askerler, NATO liderliğindeki ISAF'in emrinde Afganistan'a konuşlandırıldı. Örgüt aralarında Irak'a eğitmen yollanması, korsanlığa karşı operasyonların desteklenmesi ve 2011'de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 1973 sayılı kararı uyarınca Libya üzerinde uçuşa yasak bölgenin uygulanması gibi çeşitli ek rollerde yer aldı. NATO üyelerini istişareler için toplantıya çağıran daha az etkili 4. madde, Türkiye tarafından 2003'te Irak Savaşı sırasında, 2012'de Suriye İç Savaşı sırasında silahsız bir Türk F-4 keşif jetinin düşürülmesinin ve Suriye'den Türkiye'ye havan topu atılmasının ardından ve 2015'te Irak ve Şam İslam Devleti'nin ülkenin toprak bütünlüğüne yönelik tehditleri nedeniyle ve Polonya tarafından 2014'te Rusya'nın Kırım'a müdahalesinden sonra olmak üzere toplamda beş kere uygulandı. Belçika, Birleşik Krallık, Fransa, Hollanda ve Lüksemburg tarafından 17 Mart 1948'de imzalanan ve Soğuk Savaş'ın başındaki Sovyet tehdidine karşı ortak bir savunma antlaşması olan Brüksel Antlaşması, NATO'nun kuruluşunun öncüsü olarak değerlendirilmektedir. Sovyetler Birliği'nin gerçekleştirdiği Berlin Ablukası, Eylül 1948'de Batı Avrupa Birliğinin Savunma Organizasyonunun kurulmasına yol açtı. Fakat taraf devletler, Sovyetler Birliği'nin askerî gücü karşısında zayıf konumdaydı. Ayrıca komünistlerce gerçekleştirilen 1948 Çekoslovakya askerî darbesi ile ülkedeki demokratik hükûmetin devrilmesinin ardından Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, benzer bir durumu önlemek için en iyi yolun Batılı ülkeler arasında ortak bir askerî strateji geliştirmek olduğunu belirtti. 1948'de Avrupalı liderler, ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall'ın talimatıyla Pentagon'da Amerikalı askerî ve diplomatik yetkililerle görüştü. Yeni bir askerî ittifak için yapılan bu görüşmeler, Kuzey Atlantik Antlaşması'nın 4 Nisan 1949'da Washington, DC'de imzalanmasıyla sonuçlandı. İmzalayanlar arasında Brüksel Antlaşması'na taraf olan beş devlet ile ABD, Danimarka, İtalya, İzlanda, Kanada, Norveç ve Portekiz bulunmaktaydı. İlk NATO Genel Sekreteri Lord Ismay, 1949'da yaptığı bir açıklamada örgütün amacının "Rusları dışarıda, Amerikalıları içeride ve Almanları aşağıda tutmak" olduğunu belirtti. Antlaşma, her kesim tarafından olumlu şekilde karşılanmadı. Bazı İzlandalılar Mart 1949'da gerçekleştirilen tarafsızlık yanlısı, üyelik karşıtı ayaklanmaya katıldı. NATO'nun oluşturulmasının birincil kurumsal sonucu olarak Atlantikçilik adı verilen ve Kuzey Amerika ile Avrupa arasındaki iş birliğinin önemine vurgu yapan düşünce tarzının ortaya çıkışı gösterilmektedir. Üye ülkeler, herhangi bir üyeye karşı yapılan bir silahlı saldırıyı tüm üyelere yapılmış sayacakları konusunda anlaştılar. Dolayısıyla bir silahlı saldırı olması durumunda her bir üye, bireysel veya kolektif savunma hakkının kullanılmasında saldırıya uğrayan üyeye yardım edecek ve gerekli görüldüğünde Kuzey Atlantik bölgesinin güvenliğini sağlamak ve sürdürmek için silahlı güce başvurabilecekti. Antlaşma, üyelerin bir saldırgana askerî eylem ile yanıt vermesini gerektirmemekteydi. Yanıt vermeleri zorunlu olsa da, üyeler bunu nasıl yapacaklarını belirleme özgürlüğüne sahipti. Bu durum Brüksel Antlaşması'nın yanıtın askerî olacağını açıkça belirten 5. maddesi ile farklılık göstermektedir. Yine de NATO üyelerinin saldırıya uğrayan üyeye askerî yardımda bulunacakları varsayılmaktadır. Antlaşma daha sonra Fransa'nın bazı denizaşırı illeri de dâhil olmak üzere üye ülkelerin Yengeç Dönencesi'nin üstünde kalan toprakları ile "gemi, asker veya uçaklarını" kapsayacak şekilde açıklığa kavuşturuldu. NATO'nun oluşturulması, Avrupa ülkelerinin ABD uygulamalarını benimsemeleriyle müttefiklerin askerî terminoloji, yöntem ve teknolojilerine bir standartlaştırma getirdi. Yaklaşık 1.300 Standartlaştırma Anlaşması NATO'nun gerçekleştirdiği pek çok ortak uygulamayı sistemleştirdi. Bunun sonucu olarak 7,62×51mm NATO tüfek kalibresi, pek çok NATO ülkesinde standart ateşli silah kalibresi olarak 1950'lerde tanıtıldı. FN Herstal tarafından üretilen ve 7,62mm NATO kalibresi kullanan FAL adlı silah, 75 ülkede kullanılmaya başlandı. Uçak manevra işaretlerinin standartlaştırılmasıyla birlikte NATO uçakları tüm NATO üslerine inebilir konuma geldi. Diğer standartlar arasında bulunan NATO heceleme alfabesi, NATO sınırlarını aşarak sivil kullanıma yayıldı. Haziran 1950'de Kore Savaşı'nın patlak vermesi, birlikte çalışan tüm komünist ülkelerin belirgin tehdidini arttırması NATO'yu somut askerî planlar geliştirmeye zorladı. Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargâhı (SHAPE), Avrupa'daki kuvvetleri yönlendirmek için kuruldu ve Ocak 1951'de Yüksek Müttefik Komutanı Dwight D. Eisenhower'ın altında çalışmalarına başladı. Eylül 1950'de NATO Askerî Komitesi, Sovyetler Birliği ile denge sağlamak için konvansiyonel kuvvetler kurulması çağrısı yaptı ve daha sonra Şubat 1952'de, Lizbon'daki Kuzey Atlantik Konseyi toplantısında bu durumu yeniden ifade etti. NATO'nun Uzun Dönem Savunma Planı için gerekli olan güçleri sağlamayı amaçlayan Lizbon konferansında tümen sayısının 96'ya çıkarılması çağrısı yapılsa da, bu gereklilik bir sonraki yıl nükleer silah kullanabilecek yaklaşık otuz beş tümene düşürüldü. O zaman için NATO, Orta Avrupa'da on beş civarı, İtalya ve İskandinavya'da ise on hazır tümeni çağırabiliyordu. Lizbon'daki konferansta örgütün en rütbeli sivil amirliği olan NATO Genel Sekreterliği pozisyonu da oluşturuldu ve bu göreve Hastings Ismay getirildi. Eylül 1952'de, Danimarka ve Norveç'in savunulmasının uygulaması olan ve 200 gemi ile 50.000'den fazla personelin katıldığı, NATO'nun ilk büyük deniz tatbikatlarından biri olma niteliği taşıyan Mainbrace Tatbikatı başladı. Takip eden diğer büyük tatbikatlar arasında Akdeniz'de gerçekleştirilen deniz ve amfibik tatbikatları olan Grand Slam Tatbikatı ile Longstep Tatbikatı, Kuzey İtalya'da gerçekleştirilen hava-deniz-kara tatbikatı Italic Weld, İngiliz Ren Ordusu (BAOR), Hollanda Kolordusu ve Orta Avrupa Müttefik Hava Kuvvetleri'nin (AAFCE) katıldığı Grand Repulse, Merkez Ordu Grubu'nun katıldığı simüle edilmiş atomik hava-kara tatbikatı Monte Carlo ve ABD, Birleşik Krallık, İtalya, Türkiye ve Yunanistan deniz kuvvetlerinin katıldığı Akdeniz'deki amfibik karaya çıkma tatbikatı Weldfast yer aldı. 1952'de ittifaka katılan Türkiye ve Yunanistan'ın askerî komuta yapısına nasıl dâhil edileceği konusu ABD ve Birleşik Krallık'ın başı çektiği bir dizi tartışmalı görüşmeye yol açtı. Bu belirgin askerî hazırlık devam ederken başlangıçta Batı Avrupa Birliği tarafından yapılan ve başarılı bir Sovyet işgalinden sonra karşı koymaya devam edecek olan, aralarında Gladio Operasyonu'nun da bulunduğu gizli "stay-behind"
düzenlemeleri NATO kontrolüne geçirildi. Sonuç olarak NATO'nun silahlı kuvvetleri arasında NATO Kaplan Birliği gibi gayriresmî bağlar ve Canadian Army Trophy gibi yarışmalar oluşmaya başladı. 1954'te Sovyetler Birliği, Avrupa barışını korumak için NATO'ya katılması gerektiğini öne sürdü. Sovyetler Birliği'nin ittifakı zayıflatmayı amaçladığından korkan NATO ülkeleri, bu öneriyi reddetti. 17 Aralık 1954'te Kuzey Atlantik Konseyi, NATO'nun nükleer düşüncesinin gelişimi ile ilgili olan MC 48 adlı belgeyi onayladı. MC 48, Sovyetler Birliği ile bir savaşın başlangıcından itibaren ilk olarak Sovyetler tarafından kullanılıp kullanılmadığına bakılmaksızın NATO'nun atom silahlarını kullanması gerekeceğini vurguladı. Böylece Avrupa müttefik kuvvetleri yüksek komutanına nükleer silahların otomatik kullanımı konusunda ABD'deki Strategic Air Command ile aynı yetkiler verilmiş oldu. Batı Almanya'nın 9 Mayıs 1955'te örgüte dâhil edilmesi, dönemin Norveç Dışişleri Bakanı Halvard Lange tarafından "kıtamızın tarihinde kararlı bir dönüm noktası" sözleriyle tanımlandı. Almanya'nın ittifaka katılmasının önemli bir nedeni Alman iş gücü olmadan bir Sovyet işgaline karşı koymak için yeterince konvansiyonel kuvvet göndermenin imkansız olmasıydı. Bu hareketin ani sonuçlarından biri buna resmî bir yanıt olarak 14 Mayıs 1955'te Sovyetler Birliği, Macaristan, Çekoslovakya, Polonya, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk ve Doğu Almanya'nın imza koyduğu Varşova Paktı'nın kurulması oldu. Böylece Soğuk Savaş'ın iki tarafı da belirlenmişti. 1957 sonbaharında, NATO tarafından kuzeyde eş zamanlı üç büyük tatbikat gerçekleştirildi. Norveç'ten Türkiye'ye kadar olan bölgede 250.000 asker, 300 gemi ve 1.500 uçağın katıldığı Operation Counter Punch, Operation Strikeback ve Operation Deep Water tatbikatları ittifakın bugüne kadarki en iddialı girişimleriydi. NATO'nun birliği ilk yıllarında, Charles de Gaulle'ün Fransa Cumhurbaşkanı olduğu dönemde ortaya çıkan bir kriz ile bozuldu. De Gaulle, ABD'nin örgütteki güçlü rolünü ve kendi algısıyla bu ülke ile Birleşik Krallık arasındaki özel ilişkiyi protesto etti. ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower ile Birleşik Krallık Başbakan Harold Macmillan'a 17 Eylül 1958'de gönderdiği bir memorandumda, Fransa'yı ABD ve Birleşik Krallık ile eşit bir temele oturtacak üçlü bir yapı oluşturulmasını önerdi. Memorandumuna aldığı yanıtı yetersiz bulan de Gaulle, ülkesi için bağımsız bir savunma gücü kurmaya başladı. Batı Almanya'ya yapılacak bir Doğu Alman akını durumunda Fransa'ya daha büyük bir NATO-Varşova Paktı savaşının içine çekilmek yerine Doğu Bloku ile ayrı bir barış yapma seçeneği vermek istedi. Şubat 1959'da Fransa, Akdeniz'deki filosunu NATO komutasından aldı. De Gaulle daha sonra yabancılara ait nükleer silahların Fransa topraklarında konuşlandırılmasını yasakladı. Bunun sonucunda ABD, iki yüz askerî hava aracını Fransa dışına çıkarmak ve 1950'den beri kullandığı Fransa'daki hava üslerini 1967'de Fransızlara vermek zorunda kaldı. Fransa'nın 1962'deki Küba füze krizi sırasında NATO'nun geri kalanı ile dayanışma göstermesine rağmen de Gaulle, Fransa'nın Atlas Okyanusu ve Manş Denizi'ndeki filolarını NATO komutasından alarak bağımsız savunma işini devam ettirdi. 1966'da Fransa'nın tüm silahlı kuvvetleri NATO'nun bütünleşik askerî komutasından çekildi ve Fransız olmayan tüm NATO askerlerinin Fransa'dan ayrılması istendi. ABD Dışişleri Bakanı Dean Rusk, daha sonraları yaptığı açıklamada de Gaulle'e, açıklamasının "Fransa'daki mezarlıklarda yatan ABD askerlerini" kapsayıp kapsamadığını sordu. Bu çekilme 16 Ekim 1967'de Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargâhı'nın Paris yakınlarındaki Rocquencourt'dan Belçika'da Mons'un kuzeyinde yer alan Casteau'ya taşınmasına yol açtı. Fransa ittifakın bir üyesi olarak kalmaya devam etti ve Almanya Federal Cumhuriyeti'nde konuşlandırılmış kuvvetleri ile Soğuk Savaş boyunca olası Varşova Paktı saldırılarına karşı Avrupa savunmasına katkı sağladı. ABD ile Fransa arasında yapılan ve Lemnitzer-Ailleret Anlaşmaları olarak bilinen gizli anlaşmalar, Doğu-Batı çatışmalarının patlak vermesi hâlinde Fransız güçlerinin NATO'nun komuta yapısına nasıl geri alınacağını ayrıntılı olarak düzenlemekteydi. Fransa, örgütün bütünleşik askerî komutasına yeniden tam katılım sağlayacağını 2009 Strazburg-Kehl zirvesinde duyurdu. Soğuk Savaş'ın büyük bir kısmında NATO'nun Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı'nı gözlemesi, doğrudan bir askerî eyleme yol açmadı. 1 Temmuz 1968'de Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması imzaya açıldı. Silahların kontrolü bir savaş kararı alınıncaya kadar ABD güçlerinde olduğu ve bu noktada antlaşmanın denetimi olmadığı için NATO, kendi nükleer paylaşım düzenlemelerinin antlaşmayı ihlal etmediğini öne sürdü. O zamanlarda çok az devlet NATO'nun nükleer paylaşım düzenlemelerinden haberdardı ve genel olarak bu düzenlemelere itiraz edilmiyordu. Mayıs 1978'de NATO ülkeleri, ittifakın iki tamamlayıcı hedefini güvenliği sağlamak ve yumuşama politikasını sürdürmek olarak resmen tanımladı. Bu hareket yeni bir silahlanma yarışına yol açmadan savunmaları Varşova Paktı'nın saldırı yeteneklerinin gerekli kıldığı seviyeye denk hâle getirmek anlamına geliyordu. Varşova Paktı'nın Avrupa'daki nükleer kapasitesinin artması sonrasında, ABD'nin GLCM seyir füzeleri ile Pershing II nükleer silahlarının Avrupa'ya konuşlandırılması bakanlar tarafından 12 Aralık 1979'da onaylandı. Yeni savaş başlıkları Batı'nın nükleer silahsızlanma görüşmelerindeki konumunu da güçlendirecekti. Bu politikaya Çift Yön politikası adı verilmişti. Benzer şekilde NATO, 1983-84 yıllarında Varşova Paktı'nın SS-20 orta menzilli füzelerini Avrupa'ya konuşlandırmasına yanıt olarak modern Pershing II füzelerini bir savaş durumunda askerî hedefleri vurmakla görevlendirdi. Bu hareket Batı Avrupa genelinde barış hareketi protestolarına yol açtı ve pek çok kişinin konuşlandırmada ısrarcı olunmasının sürdürülebilir olup olmadığı konusunda şüpheye düşmesi konuşlandırmaya olan desteği azalttı. O yıllarda örgüte üyelikler genel olarak durgundu. 1974'te Türkiye'nin Kıbrıs Harekâtı'nın bir sonucu olarak Yunanistan, kuvvetlerini NATO'nun askerî komuta yapısından çekse de 1980'de Türkiye'nin iş birliği ile geri döndü. Birleşik Krallık ile Arjantin arasındaki Falkland Savaşı, ittifakın savaşa dâhil olması ile sonuçlanmadı, çünkü Kuzey Atlantik Antlaşması'nın 6. maddesinde kolektif savunmanın üye ülkelerin Yengeç Dönencesi'nin kuzeyinde kalan topraklarına yapılan saldırılarda geçerli olduğu belirtilmektedir. 30 Mayıs 1982'de NATO, demokrasiyle yeni tanışan İspanya'nın bir referandum sonucu ittifaka katılmasıyla yeni bir üyeye sahip oldu. Soğuk Savaş'ın zirve yaptığı dönemde 16 üye ülke, dört kademe hâlinde organize olmuş 78 karargâha ulaşan bir komuta yapısı altında, ABD'nin 435.000 ileri konuşlandırılmış askeri dâhil yaklaşık 5.252.800 etkin güç bulunduruyordu. 1989 Devrimleri ve Varşova Paktı'nın 1991'de dağılması, NATO'nun "de facto" ana rakibini ortadan kaldırdı ve NATO'nun amacında, doğasında, görevlerinde ve Avrupa kıtasına odaklanışında stratejik bir yeniden değerlendirmeye neden oldu. Bu değişim, 1990'da Paris'te NATO ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan, belirli askerî azaltmaları zorunlu kılan ve Aralık 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrasında da devam eden Avrupa'da Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması ile başladı. O zaman için Avrupa ülkelerinin NATO'daki askerî harcamaları %34 düzeyindeydi; 2012'ye gelindiğinde bu %21'e düştü. NATO ayrıca yeni özerk olan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini kapsayacak aşamalı bir büyümeyi başlattı ve etkinliklerini daha önce ilgilenmediği politik ve insancıl durumlara genişletti. NATO'nun Soğuk Savaş sonrası ilk genişlemesi, 3 Ekim 1990'da Alman yeniden birleşmesi sonucunda eski Doğu Almanya'nın Batı Almanya'ya ve ittifaka katılmasıyla gerçekleşti. Bu olay, aynı yıl içinde imzalanan İki Artı Dört Antlaşması'nda kabul edilmişti. Birleşmiş bir Almanya'nın NATO'da kalması konusunda Sovyet onayını güvenceye almak için yabancı askerler ile nükleer silahların doğuda konuşlandırılmayacağı kararlaştırıldı ve müzakerecilerin NATO'nun doğuya daha fazla genişlemesiyle ilgili herhangi bir söz verip vermedikleri konusunda farklı görüşler ortaya çıktı. Sovyetler Birliği'nin son yıllarında ABD'nin ülkedeki büyükelçisi Jack Matlock, Batı'nın genişlememek konusunda "açık bir taahhütte" bulunduğunu ve Sovyet müzakerecilerde Çekoslovakya, Macaristan veya Polonya gibi ülkelerin NATO üyeliğinin söz konusu olmadığı izlenimi uyandırıldığını gösteren belgelerin gizliliğini kaldırdığını söyledi. Dönemin Batı Almanya Dışişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher, Eduard Şevardnadze ile yaptığı bir görüşmede "Bizim için kesin olan bir şey var: NATO doğuya doğru genişlemeyecek." dedi. Eski Sovyetler Birliği Cumhurbaşkanı Mihail Gorbaçov, 1996'da kaleme aldığı anı kitabında "Almanya'nın birleşmesi müzakereleri sırasında NATO'nun operasyon bölgesini doğuya genişletmeyeceği konusunda güvenceler verdiler." diye yazdı ve bu görüşü 2008'deki bir röportajda yineledi. İki Artı Dört görüşmelerinde yer almış bir Dışişleri Bakanlığı çalışanı olan Robert Zoellick'e göre, bu bir yanlış algıydı ve genişlemeyle ilgili resmî bir söz verilmemişti. Soğuk Savaş sonrası yeniden yapılanmanın bir parçası olarak NATO'nun askerî yapısı azaltıldı ve Avrupa Müttefik Komutanlığı Acil Müdahale Kolordusu gibi yeni kuvvetler oluşturulacak şekilde tekrar organize edildi. Sovyetler Birliği'nin çöküşünün Avrupa'daki askerî dengede meydana getirdiği değişiklikler, 1999'da İstanbul'da imzalanan Uyarlanmış Avrupa'da Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması ile tanındı. Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin politikaları Fransa'nın askerî pozisyonunda, ülkenin 4 Nisan 2009'da tam üyeliğe dönüşü ile sonuçlanan büyük bir değişime yol açtı; NATO'nun bütünleşik askerî komutasına tekrar katılan Fransa, bağımsız nükleer caydırıcılığını sürdürdü. 1994 ve 1997 arasında, NATO ve komşularının bölgesel konularda iş birliği yapması için Barış
İçin Ortaklık, Akdeniz Diyaloğu girişimi ve Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi gibi daha geniş forumlar oluşturuldu. 1998'de NATO-Rusya Daimi Ortak Konseyi kuruldu. 8 Temmuz 1997'de eskiden komünist olan Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya NATO'ya davet edildi; üç ülke de 1999'da örgüte katıldı. Genişleme, Orta ve Doğu Avrupa'dan yedi ülkenin daha katılmasıyla devam etti: Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya. Bu ülkeler ilk olarak 2002 Prag zirvesi sırasında katılım görüşmelerine davet edildi ve NATO'ya 29 Mart 2004'te, 2004 İstanbul zirvesinden kısa süre önce katıldı. Bu karar o zaman için ABD'de askeri, siyasi ve akademik liderler tarafından eleştirildi. Amerikalı diplomat ve önleme politikasının savunucularından George F. Kennan, bu kararın "Rus demokrasisinin gelişimi üzerinde ters etki yapmasının, Soğuk Savaş atmosferinin Doğu-Batı ilişkilerine yeniden yerleşmesinin, Rus dış politikasının kesinlikle kendilerinin hoşuna gitmeyecek yönlere itmesinin beklenebileceğini" ifade etti. Eski NATO yapıları ortadan kaldırılırken yenileri kuruldu. NATO 1997'de komuta yapısındaki altmış beş merkezin yirmiye düşürülmesini kararlaştırdı. NATO Mukabele Kuvveti (NRF) 21 Kasım 2002'de, eski bir COMECON üyesi ülkede gerçekleştirilen ilk zirve olan 2002 Prag zirvesinde kuruldu. 19 Haziran 2003'te Allied Commander Atlantic'in ortadan kaldırılıp yerine Norfolk, Virginia, ABD'deki Müttefik Dönüşüm Komutanlığı'nın (ACT) kurulması ve Avrupa Müttefik Kuvvetleri'nin (SHAPE) dönüştürülerek Müttefik Harekât Komutanlığı'nın (ACO) oluşturulmasıyla NATO'nun askerî komutasındaki yeniden yapılandırma devam etti. NATO'daki dönüşümü ACT gerçekleştirirken mevcut operasyonlardan ACO sorumludur. İstenmeyen hava ihlallerine yanıt vermek için savaş uçağı sağlayarak Estonya, Letonya ve Litvanya'nın egemenliklerini destekleyen NATO'nun Baltık Hava Polisliği görevi Mart 2004'te başladı. 2014'te sayıları dörtten sekize yükselen çok uluslu savaş uçakları Litvanya'da bulunmaktadır. Ayrıca 2004 İstanbul zirvesinde NATO, Basra Körfezi'ne komşu dört ülkeyle birlikte İstanbul İş Birliği Girişimi'ni başlattı. Riga, Letonya'da gerçekleştirilen 2006 Riga zirvesi enerji güvenliği konusunu öne çıkardı. Bu zirve eskiden Sovyetler Birliği'nin parçası olan bir ülkede yapılan ilk NATO zirvesi oldu. Bükreş, Romanya'daki Nisan 2008 zirvesinde NATO, Arnavutluk ve Hırvatistan'ın örgüte üyeliğinde uzlaştı ve bu ülkeler Nisan 2009'da NATO'ya katıldı. Ayrıca Gürcistan ve Ukrayna'ya gelecekte örgüte üye olabilecekleri söylendi. Gürcistan ve Ukrayna'nın NATO'ya üyeliği konusu ile NATO'nun bir füze savunma sistemi planlaması Rusya'nın sert eleştirilerine neden oldu. Bu sistemle ilgili çalışmalar 2002'de başladı; görüşmeler anti-balistik füzelerin Çek Cumhuriyeti ve Polonya'ya yerleştirilmesi üzerine odaklandı. NATO liderleri ise Vladimir Putin ve Dmitri Medvedev'in tehdit olarak eleştirdikleri sistemin Rusya'yı hedef almadığı konusunda güvence verdi. 2009'da ABD Başkanı Barack Obama, gemilerden oluşan Aegis Savaş Sistemi'nin kullanılmasını önerdi; ancak bu plan yine Türkiye, İspanya, Portekiz, Romanya ve Polonya'ya istasyon yapılmasını içermektedir. NATO ayrıca "taktiksel" B61 nükleer bombalarının hedef yeteneğini yükselterek ve bunları görünmez F-35 Lightning II uçaklarına yükleyerek Avrupa'daki nükleer caydırıcılığında şimdiki durumu sürdürecektir. NATO, 2014 Kırım krizinin ardından Estonya, Letonya, Litvayna, Polonya, Romanya ve Bulgaristan'da konuşlanacak 5.000 kişilik yeni bir "öncü" güç kurma kararı aldı. 2014 Galler zirvesinde NATO üyesi ülkelerin liderleri, ülkelerinin gayrisafi yurt içi hasılasının en az %2'sini savunmaya harcayacakları yönündeki sözlerini teyit ettiler. 2015'te yalnızca beş üye ülke bu hedefe ulaştı. NATO, 15 Haziran 2016'da siber savaş kavramını, kara, deniz ve hava savaşı gibi savaşın operasyonel bir alanı olarak resmen tanıdı. Böylece NATO üyelerini hedef alan herhangi bir siber saldırı, Kuzey Atlantik Antlaşması'nın 5. maddesinin uygulanmasına yol açabilecektir. 5 Haziran 2017'de Karadağ, Rusya'nın itirazlarına rağmen NATO'nun 29. ve en yeni üyesi oldu. Soğuk Savaş sırasında NATO tarafından hiçbir askerî operasyon gerçekleştirilmedi. Soğuk Savaş sona erdikten sonra ilk operasyonlar 1990 ve 1991'de, Irak'ın Kuveyt'i işgali nedeniyle yapıldı. Havadan erken uyarı özellikli uçaklar Türkiye'nin güneydoğusuna gönderildi ve kısa süre sonra bölgeye birlikler sevk edildi. Yugoslavya'nın dağılmasının bir sonucu olan Bosna Savaşı 1992'de başladı. Kötüleşen durum 9 Ekim 1992'de Bosna-Hersek'in iç kesimlerinde uçuşa yasak bölge ilan eden Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 816 sayılı kararının alınmasına yol açtı. NATO bu kararı 12 Ağustos 1993'te Uçuş Yasağı Harekâtı ile uygulamaya başladı. Yugoslavya Federal Cumhuriyeti'ne karşı alınan silah ambargosu ve ekonomik yaptırım kararları, Haziran 1993'ten Ekim 1996'ya kadar Sharp Guard Harekâtı ile denizden de uygulandı. 28 Şubat 1994'te NATO, uçuşa yasak bölgeyi ihlal eden dört Bosnalı Sırp uçağını düşürerek savaş zamanındaki ilk eylemini gerçekleştirdi. 10-11 Nisan 1994'te Bosna Savaşı sırasında Birleşmiş Milletler Koruma Gücü, Gorajde güvenli bölgesinin korunması için hava saldırısı çağrısı yaptı ve NATO yönetimindeki iki ABD F-16 jeti Gorajde yakınlarındaki Bosnalı Sırp askerî komuta karakolunu bombaladı. Bu saldırı, 14 Nisan'da 150 Birleşmiş Milletler personelinin rehin alınmasına neden oldu. 16 Nisan'da bir Britanya Sea Harrier'ı Gorajde üzerindeyken Sırp güçleri tarafından düşürüldü. Srebrenitsa Katliamı'ndan sonra Sırp Cumhuriyeti Ordusu'na karşı Ağustos 1995'te Kararlı Güç adı verilen iki haftalık bir NATO bombardıman operasyonu başlatıldı. O yıl yapılan NATO hava saldırıları, 14 Aralık 1995'te Dayton Anlaşması'nın imzalanmasıyla Yugoslav Savaşları'nın sonlanmasına yol açtı. Bu anlaşma çerçevesinde NATO, Operation Joint Endeavor kapsamında BM komutasındaki IFOR barış gücünü bölgeye gönderdi. Yaklaşık 60.000 NATO askerinden oluşan barış gücüne NATO üyesi olmayan ülkelerin askerleri de katıldı. Bir süre sonra bu, 32.000 asker ile başlatılan daha küçük SFOR kuvvetine dönüştürüldü. SFOR tarafından Aralık 1996'dan beri sürdürülen görev, Aralık 2004'te European Union Force Althea'ya geçti. Üyelerinin öncülüğünün ardından NATO, bu operasyonlar için NATO Madalyası adlı bir hizmet madalyası dağıtmaya başladı. KKO ayrılıkçıları ve Kosova'daki Arnavut sivillere Slobodan Milošević'in Sırp güçleri tarafından yapılan baskıları durdurmak için, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 23 Eylül 1998'de ateşkes talep eden 1199 sayılı kararı geçirdi. ABD Özel Temsilcisi Richard Holbrooke öncülüğünde yapılan müzakereler 23 Mart 1999'da koptu. Holbrooke konuyu NATO'ya devretti ve örgüt 24 Mart 1999'da, 78 gün sürecek olan bir bombardıman başlattı. Müttefik Güç Harekâtı o zamanki Yugoslavya Federal Cumhuriyeti'nin askerî gücünü hedef aldı. Kriz sırasında NATO, uluslararası tepki güçlerinden biri olan Avrupa Müttefik Komutanlığı Mobil Kuvveti'ni de Albania Force (AFOR) adıyla, Kosova'dan gelen mültecilere insani yardım yapması için Arnavutluk'a konuşlandırmıştı. Operasyon aralarında Belgrad'daki Çin Büyükelçiliği'nin bombalanmasının da bulunduğu yüksek sivil kayıplardan dolayı eleştirilse de, Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Milošević'in 3 Haziran 1999'da uluslararası bir barış planının şartlarını kabul etmesiyle Kosova Savaşı sona erdi. 11 Haziran'da ise Milošević, BMGK'nin 1244 sayılı kararını kabul etti ve NATO'nun KFOR barış gücü BM öncülüğünde kuruldu. Bir milyona yakın mülteci Kosova'yı terk etti. Şiddet caydırıcılığının yanında KFOR, insani görevleri korumakla da görevliydi. Ağustos-Eylül 2001'de ittifak ayrıca Makedonya'daki etnik Arnavut milisleri silahsızlandırmak için Zorunlu Hasat Harekâtı'nı başlattı. 1 Aralık 2013 itibarıyla 31 ülkeden 4.882 KFOR askeri, bölgede görev yapmaya devam etmektedir. ABD, Birleşik Krallık ve pek çok diğer NATO üyesi, 1999'da Sırbistan'a karşı gerçekleştirilen eylem gibi NATO askerî müdahalelerinin BM Güvenlik Konseyinin onayına gereksinim duyduğu yönündeki çabalara karşı çıkarken Fransa ve diğerleri, ittifakın BM onayına ihtiyacı olduğunu iddia etti. ABD-Birleşik Krallık tarafı bunun ittifakın otoritesini sarsacağını, Çin ile Rusya'nın Güvenlik Konseyi'ndeki veto haklarını Yugoslavya'ya yapılan müdahaleyi engellemek için kullanabileceğini ve aynısını NATO müdahalesi gerektiren gelecekteki çatışmalarda da yapabileceğini, böylece kuruluşun tüm gücünün ve amacının etkisiz hâle geleceğini belirtti. Soğuk Savaş sonrası askerî ortamı tanıyan NATO, Nisan 1999'daki Washington zirvesinde çatışmaların önlenmesi ve kriz yönetimini vurgulayan İttifak Stratejik Konsepti'ni kabul etti. 2001'de ABD'de gerçekleştirilen 11 Eylül saldırıları, NATO tarihinde ilk kez Kuzey Atlantik Antlaşması'nın 5. maddesinin uygulanmasına neden oldu. Maddeye göre bir üyeye yapılan saldırı tüm üyelere yapılmış sayılmaktaydı. 4 Ekim 2001'de NATO, saldırıların 5. madde hükümlerine uygun olduğuna karar verdi. NATO'nun saldırılara karşı gerçekleştirdiği sekiz resmî eylemin arasında Eagle Assist Harekâtı ile teröristlerin veya kitle imha silahlarının dolaşımını engellemeyi ve genel olarak gemi trafiğinin güvenliğini arttırmayı hedefleyen, 4 Ekim 2001'de başlatılan Akdeniz'deki Etkin Çaba Harekâtı da bulunmaktaydı. NATO, 16 Nisan 2003'te 42 ülkenin askerlerinden oluşan Uluslararası Güvenlik Destek Gücü'nün (ISAF) komutasını almayı kabul etti. Bu karar o zaman ISAF'te en çok askere sahip olan Almanya ve Hollanda'nın ricası üzerine ve on dokuz NATO elçisinin tamamı tarafından oybirliği ile alındı. Kontrolün 11 Ağustos'ta NATO'ya geçişiyle birlikte NATO, tarihinde ilk kez kuzey Atlantik bölgesi dışında bir görevin komutasını almış oldu. ISAF başlangıçta Kâbil ve çevresini Taliban, El-Kaide ve benzeri gruplardan korumak ve böylece Hamid Karzai'nin başını çektiği Afganistan Geçiş Yönetimi'nin kurulmasını sağlamakla görevliydi. Ekim 2003'te BM Güvenlik Konseyi, ISAF görevinin Afga
nistan geneline yayılmasını onayladı ve ISAF bu görevi ülkenin tamamında dört ana aşamada genişletti. 31 Temmuz 2006'da ISAF, Afganistan'ın güneyinde ABD yönetimindeki terör karşıtı bir koalisyonun gerçekleştirdiği askerî operasyonları da devraldı. Güneydeki çatışmaların şiddetinden dolayı, 2011'de Fransa ittifakın çabalarını güçlendirmek için Mirage 2000 savaş uçaklarından oluşan bir filonun Kandehar'a gönderilmesine izin verdi. 2012 Chicago zirvesinde NATO, Afganistan'daki savaşı bitiren ve NATO öncülüğündeki ISAF güçlerinin Aralık 2014'ün sonunda ülkeden ayrılmasını içeren bir planı destekledi. Aralık 2014'te ISAF dağıtıldı ve Kararlı Destek Misyonu hayata geçirildi. Ağustos 2004'te Irak Savaşı sırasında NATO, Irak güvenlik güçlerini ABD öncülüğündeki MNF-I ile birlikte desteklemek için NATO Eğitim Görevi - Irak adlı görevi başlattı. NATO Eğitim Görevi - Irak (NTM-I), Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 1546 sayılı kararı uyarınca görev yapan Irak Geçici Hükûmeti'nin ricası üzerine oluşturuldu. NTM-I'ın amacı, Irak'ın kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek etkili ve sürdürülebilir bir kapasiteye ulaşabilmesi için Irak güvenlik güçlerinin eğitim yapı ve kurumlarının gelişimine katkı sağlamaktı. Bir savaş görevi olmayan NTM-I, NATO'nun Kuzey Atlantik Konseyinin siyasi kontrolündeki farklı bir görevdi. Çalışmalarının ağırlığı eğitim ve danışmanlık üzerine olan misyonun etkinlikleri Iraklı yetkililer ve aynı zamanda NTM-I'ın komutanlığını yapan ABD yönetimindeki Deputy Commanding General Advising and Training ile birlikte düzenlenmekteydi. Eğitim görevi 17 Aralık 2011'de resmen sona erdi. 17 Ağustos 2009'da NATO, Aden Körfezi ve Hint Okyanusu'nun deniz trafiğini Somalili korsanlardan korumak ve bölge ülkelerinin donanma ve sahil güvenliğine destek olmak için savaş gemileri gönderdi. Diğer ülkelerin gemilerinin yanında çoğunlukla ABD savaş gemilerinin katıldığı bu operasyon Kuzey Atlantik Konseyi tarafından onaylandı. Okyanus Kalkanı Harekâtı, Dünya Gıda Programı'nın bir parçası olarak Somali'de yardım dağıtan Müttefik Destek Harekâtı gemilerini korumaya odaklanmaktadır. Çin ve Güney Kore de etkinliklere katılmak için savaş gemilerini gönderdi. Harekât ile korsan saldırılarının kesilmesi, gemilerin korunması ve bölgedeki genel güvenlik seviyesinin yükseltilmesi amaçlanmaktadır. Libya İç Savaşı sırasında protestocular ile Muammer Kaddafi yönetimindeki Libya hükûmeti arasında şiddet arttı ve 17 Mart 2011'de ateşkes ve sivillerin korunması için askerî müdahale çağrısı yapan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 1973 sayılı kararı kabul edildi. Aralarında pek çok NATO üyesinin de bulunduğu bir koalisyon kısa süre sonra Libya üzerinde uçuşa yasak bölgeyi uygulamaya başladı. 20 Mart 2011'de NATO üyeleri, Birleşik Koruyucu Harekâtı ile NATO Daimi Deniz Görev Grubu 1 ve NATO Daimi Mayın Karşıtı Tedbir Grubu 1 gemilerini ve ek olarak NATO üyelerinin gemi ve denizaltılarını kullanarak Libya'ya silah ambargosu uygulanmasını kararlaştırdı. Operasyonun amacı, yasak silah veya paralı asker taşıdığından şüphelenilen gemilerin takibini, bildirimini ve gerekirse bağlantı kesimini yapmaktı. NATO 24 Mart'ta uçuşa yasak bölgenin kontrolünü koalisyondan devralmaya karar verirken, karadaki birimlerin komutası koalisyon güçlerinde kalmaya devam etti. 27 Mart 2011'de, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar'ın desteğiyle BM kararı NATO tarafından resmen uygulanmaya başlandı. Haziran ayında ittifak içindeki ayrışmanın raporları ortaya çıktı ve 28 üyenin sadece sekizinin askerî operasyonlara katıldığı anlaşıldı. Bunun sonucunda ABD Savunma Bakanı Robert Gates ile Hollanda, İspanya, Polonya, Türkiye ve ittifakın çatışmalardaki yetkisini aştığını düşünen Almanya gibi ülkelerin arasında daha fazla katılım konusunda tartışmalar yaşandı. 10 Haziran'da Brüksel'de yaptığı son ilkesel konuşmada Gates, müttefik ülkeleri NATO'nun sonunu getirebilecek davranışlarından dolayı eleştirmeye devam etti. Almanya Dışişleri Bakanlığı "Almanya'nın NATO'ya ve NATO öncülüğündeki operasyonlara yaptığı önemli katkılara" ve Başkan Obama'nın bu katılıma ne kadar değer verdiği gerçeğine dikkat çekti. Operasyon Eylül aynına kadar uzatılırken aynı gün Norveç, katkısını azaltmaya başlayacağını ve 1 Ağustos'ta çekilmeyi tamamlayacağını açıkladı. Aynı haftanın başında Danimarka savaş uçaklarının bombalarının bitmek üzere olduğu bildirildi. Bir sonraki hafta Kraliyet Donanması'ndan yapılan açıklamada ülkenin çatışmadaki operasyonlarının sürdürülebilir olmadığı ifade edildi. Ekim 2011'de operasyonun sonunda, Kaddafi'nin ölümünün ardından, NATO uçakları Kaddafi yanlılarına ait hedefleri yaklaşık 9.500 kez vurdu. Mayıs 2012'de İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından yayımlanan bir rapor, operasyonda ölen en az 72 sivilin kimliğini ortaya koydu. Ekim 2013'teki bir darbe girişiminin ardından Libya Başbakanı Ali Zeydan, devam eden güvenlik sorunlarına destek olması için NATO'dan teknik tavsiye ve eğitmen istedi. NATO'nun, topraklarının büyük bir kısmı Avrupa ve Kuzey Amerika'da bulunan yirmi dokuz üyesi vardır. Kuzey Atlantik Antlaşması'nın 6. maddesine göre NATO'nun "sorumluluk bölgesi" Atlas Okyanusu'ndaki Yengeç Dönencesi'ne kadardır ve bu yüzden bazı üye ülkeler tamamen kapsanmamaktadır. Antlaşmanın ilk görüşmeleri sırasında ABD, Belçika Kongosu gibi sömürgelerin antlaşmaya dâhil edilmemesi konusunda ısrar etti. Buna rağmen Fransız Cezayiri, 3 Temmuz 1962'de bağımsızlığını elde edene kadar örgütün parçası olarak kaldı. Bu yirmi dokuz üyenin on ikisi, örgüte 1949'da katılan kurucu üyelerdir; diğer on yedi üye ise yedi genişleme süreci sonunda örgüte katıldı. Az sayıda NATO üyesi ülke GSYİH'sinin yüzde iki ve daha fazlasını savunmaya harcamaktadır, ABD ise NATO savunma harcamalarının dörtte üçünü gerçekleştirmektedir. 1960'ların ortasından 1990'ların ortasına kadar Fransa, "Gaullo-Mitterrandism" olarak adlandırılan bir politika izleyerek NATO'dan bağımsız bir askerî strateji benimsedi. Nicolas Sarkozy, 2009'da ülkesinin bütünleşik askerî komutaya ve Savunma Planlama Komitesine dönüşünü müzakere etti, adı geçen komite bir yıl sonra dağıtıldı. Fransa günümüzde Nükleer Planlama Grubu dışında olan tek NATO üyesidir ve ABD ile Birleşik Krallık'ın aksine nükleer silaha sahip denizaltılarını ittifakın kullanımına sunmayacaktır. Yeni üyeliklerin çoğu, aralarında eski Varşova Paktı üyelerinin de bulunduğu Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden gerçekleşmektedir. Örgüte katılım, bireysel Üyelik Eylem Planları ile yürütülmektedir ve şu anki üyelerin ayrı ayrı onayını gerektirmektedir. Şu anda Bosna-Hersek ve Makedonya olmak üzere NATO'ya katılma sürecinde olan iki aday ülke vardır. Makedonya'nın katılımı, üyeliğin gerekliliklerini Arnavutluk ve Hırvatistan ile aynı anda yerine getirmesine rağmen Makedonya adlandırma sorunu çözülmediği için Yunanistan tarafından engellendi. Yeni ve olası üyeler, bu süreçte birbirlerine destek olmak için 2003'te Adriyatik Sözleşmesi'ni oluşturdular. Örgüte üyeliği hedefleyen bir diğer ülke olan Gürcistan'a, 2008'de Bükreş'te düzenlenen zirvede ittifaka davet edileceğine dair söz verildi; ancak 2014'te ABD Başkanı Barack Obama, ülkenin "şu anda üyelik yolunda" olmadığını söyledi. Rusya örgütün daha fazla genişlemesine, Sovyetler Birliği Cumhurbaşkanı Mihail Gorbaçov ile Avrupalı ve Amerikalı müzakereciler arasında gerçekleşen ve Almanya'nın barışçıl bir şekilde yeniden birleşmesine izin veren uzlaşmaya aykırı olduğu gerekçesiyle karşı çıkmaktadır. NATO'nun genişleme çabaları genellikle Rusya hükûmeti tarafından, bir Soğuk Savaş girişimi olan Rusya'nın kuşatılması ve izole edilmesinin devamı olarak görülmektedir, gerçi Batı'dan da bu yönde eleştiriler gelmektedir. Ukrayna'nın NATO ve Avrupa ile olan ilişkileri, siyasi açıdan bölünmelere yol açtı ve 2014'te Rusya yanlısı Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç'in devrilmesiyle sonuçlanan "Euromaidan" protestolarının düzenlenmesinde etkili oldu. Mart 2014'te Başbakan Arseniy Yatsenyuk, Ukrayna'nın NATO üyeliği peşinde koşmadığı konusunda hükûmetin duruşunu yineledi. Ukrayna Cumhurbaşkanı Petro Poroşenko, NATO üyeliği hedefi doğrultusunda 29 Aralık 2014'te ülkesinin bağlantısızlık durumunu ortadan kaldıran tasarıyı imzaladı; ancak katılımdan önce referandum düzenleneceğini belirtti. Ukrayna, Bireysel Ortaklık Eylem Planına (BOEP) sahip sekiz Doğu Avrupa ülkesinden biridir. 2002'de başlatılan BOEP'ler, NATO ile ilişkilerini derinleştirme yeteneğine ve siyasi iradesine sahip ülkelere açıktır. Barış İçin Ortaklık (BİO) programı 1994'te başlatıldı ve her ortak ülke ile NATO arasındaki ikili ilişkiler üzerine kuruldu: her ülke katılımının kapsamını belirleyebilir. Bağımsız Devletler Topluluğunun şimdiki ve eski tüm üyelerini içermektedir. Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi (AAOK) 29 Mayıs 1997'de kurulan ve elli katılımcı ülke arasında düzenlenen olağan eşgüdüm, danışma ve diyalog forumudur. BİO programı Avrupa-Atlantik Ortaklığı'nın operasyonel kanadı olarak değerlendirilmektedir. Afganistan gibi diğer üçüncü ülkelerle de BİO çerçevesinde bazı çalışmalara katılmaları konusunda temasa geçilmektedir. Avrupa Birliği (AB), NATO ile 16 Aralık 2002'de Berlin Plus anlaşmasının altında bir dizi düzenlemeyi imzaladı. Bu anlaşmayla AB'ye uluslararası bir krizde bağımsız hareket etmek istediğinde, NATO'nun görev almak istememesi durumunda örgütün varlıklarını kullanma olasılığı tanındı. Örneğin 1982 tarihli Lizbon Antlaşması'nın madde 42(7) hükmüne göre "Eğer bir üye devlet kendi topraklarında silahlı bir saldırıya uğrarsa, diğer üyeler ellerinden gelen bütün yollarla yardım yükümlülüğü altındadır". Antlaşma NATO'nun altıncı maddesi gereği küresel olarak Yengeç Dönencesi'nin kuzeyi ile sınırlı olan bölgelerde uygulanmaktadır Böylece aynı zamanda AB üyesi de olan BİO ülkeleri için bir "ikili yapı" sağlandı. Ek olarak NATO, pek çok NATO üyesi olmayan ülkeyle iş birliği yapmakta ve çalışmalarını tartışmaktadır. Akdeniz Diyaloğu İsrail ve Kuzey Afrika ülkeleri ile benzer şekilde iş birliği yapmak için 1994'te kuruldu. İstanbul İş Bir
liği Girişimi 2004'te Orta Doğu ülkeleri için Akdeniz Diyaloğu ile aynı doğrultuda bir diyalog forumu olarak oluşturuldu. Katılımcı dört ülke ayrıca Körfez İş Birliği Konseyi üyesidir. Japonya ile siyasi diyalog 1990'da başladı ve o zamandan beri ittifak, bu iş birliği girişimlerinin hiçbirine dâhil olmayan ülkeler ile kademeli olarak ilişkilerini geliştirdi. 1998'de NATO, ilişkilerin kurumsallaştırılmasına izin vermeyen, fakat müttefiklerin iş birliğini arttırmaya yönelik arzularını yansıtan bir genel kurallar bütünü oluşturdu. Kapsamlı tartışmaların ardından 2000'de müttefikler "Temas Ülkeleri" terimi üzerinde uzlaştı. 2012'de ittifak bu grubu, korsanlığa karşı operasyonlar ve teknoloji takası gibi konuları görüşmek üzere bir araya gelen, "küresel ortaklar" adlı bir gruba dönüştürdü. Temas ülkeler olan Avustralya ve Yeni Zelanda ayrıca AUSCANNZUKUS stratejik ittifakının üyesidir ve temas ülkeler ile NATO üyeleri arasındaki benzer bölgesel veya ikili anlaşmalar iş birliğine katkı sağlamaktadır. NATO'nun ortaklarına sunduğu tüm iş birliği etkinliklerine erişimi olan Kolombiya, NATO ile iş birliği yapan ilk ve tek Latin Amerika ülkesi oldu. NATO'nun ana merkezi Belçika'nın başkenti Brüksel'in Haren belediyesinde yer alan Léopold III/Leopold III-laan Bulvarı, B-1110 numaralı binadır. İnşaatı 2010'da başlayan ve 2016 yazında tamamlanan €750 milyonluk yeni merkez binasının açılışı 25 Mayıs 2017'de yapıldı. Jo Palma tarafından tasarlanan 250.000 m²'lik komplekste 3.800 kişi çalışmaktadır. İlk binadaki sorunlar, 1967'deki inşaatın aceleye gelmesinden kaynaklanmaktaydı; çünkü o dönemde NATO, Fransa'nın çekilmesi nedeniyle merkezini Paris'ten taşımak durumunda kaldı. Merkezdeki çalışanlar üye ülkelerin ulusal delegelerinden oluşmaktadır. Bunlara sivil ve askerî irtibat büroları ile buradaki görevliler, partner ülkelerin diplomatik misyonları ve diplomatları ile üye ülkelerin silahlı kuvvetlerinin çalışanlarının yer aldığı Uluslararası Personel ve Uluslararası Askerî Personel bölümleri dâhildir. NATO'ya destek olmak için Atlantik Konseyi/Atlantik Antlaşma Derneği hareketi altında sivil toplum üyelerinin grupları da ortaya çıkmıştır. Yeni merkez binasının maliyeti NATO'nun web sitesindeki 23 Mayıs 2017 tarihli "NATO'nun yeni merkezi" adlı sayfada yer almazken Daniel Halper, NATO'nun web sitesindeki Şubat 2017 tarihli "Yeni NATO merkezi" adlı sayfayı kaynak göstererek "The Washington Free Beacon"ın 25 Mayıs 2017'deki sayısında maliyetin $1,23 milyar olduğunu bildirdi. 29 üye ülke tarafından yönetilen NATO içinde kararların nasıl alınacağı Kuzey Atlantik Antlaşması ve diğer sözleşmeler tarafından belirtilmektedir. 29 üyenin her biri NATO'nun Brüksel'deki merkezine bir delegasyon veya misyon göndermektedir. Her delegasyonun üst düzey kalıcı üyesi Daimi Temsilci olarak bilinmekte ve genel olarak üst düzey bir memur veya deneyimli bir elçi olmaktadır. Pek çok ülke Belçika'daki elçiliği yoluyla NATO'da diplomatik misyon bulundurmaktadır. Haftada en az bir kez toplanan ve NATO'da etkili yönetim ve karar yetkisi bulunan bir idari organ olan Kuzey Atlantik Konseyi Daimi Üyeler'den oluşmaktadır. Zaman zaman konsey, dışişleri bakanları, savunma bakanları ile devlet ve hükûmet başkanlarının katıldığı daha üst düzey toplantılar gerçekleştirmektedir ve NATO'nun politikaları ile ilgili önemli kararlar genellikle bu toplantılarda alınmaktadır. Fakat toplantıların seviyesi, konseyin yönetim ve karar alma yetkisi ile kararlarının statüsü ve geçerliliğini etkilememektedir. ABD, Almanya, Birleşik Krallık, Fransa ve İtalya gayriresmî bir tartışma grubu olan Quint üyesi kabul edilmektedir. NATO zirveleri de genişleme gibi karmaşık kararların alındığı bir platformdur. Kuzey Atlantik Konseyinin toplantılarına NATO Genel Sekreteri başkanlık etmektedir ve karar alınması gerektiğinde oybirliği ve genel uzlaşı aranmaktadır. Çoğunlukla oy veya karar bulunmamaktadır. Konseyde veya konseyin alt komitelerinde temsil edilen hiçbir ülke tam bağımsızlığını ve kararlarının sorumluluğunu kaybetmemektedir. NATO'nun geniş stratejik hedeflerini NATO Parlamenter Asamblesi (NATO-PA) belirlemektedir. Yıllık oturumlarda ve yıl içinde bir kez daha bir araya gelen asamble, Daimi Üyeler veya NATO'ya büyükelçi atayan üye ülkelerin ulusal hükûmetlerinin parlamenter yapılarıyla direkt olarak etkileşim kurmaktadır. NATO Parlamenter Asamblesi, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü üyelerinin yasa koyucularından ve on üç yedek üyeden oluşmaktadır. Bundestag'ın Savunma Komitesi'nin Başkan Yardımcısı ve Hristiyan Demokrat Birliği'nin bir üyesi olan Alman siyasetçi Karl A. Lamers, 2010'da asamblenin başkanı oldu. Fakat asamble resmî olarak NATO'dan farklı bir yapıdır ve NATO Konseyi'nin güvenlik politikalarını tartışmak için NATO ülkelerinin temsilcilerini bir araya getirmeyi amaçlamaktadır. Asamble NATO'nun siyasi bütünleşme kuruluşudur ve NATO Konseyi'nin siyasi politika ve gündemini beş komitesinin raporlarıyla oluşturmaktadır: Bu raporlar, ulusal siyasal süreçler yoluyla üye ülkelerin ulusal hükûmetleri ve NATO yönetimini ve örgütsel yönetim varlıklarını etkileyenler tarafından kabul edildiği üzere, hız ve yön sağlamaktadır. NATO'nun askerî operasyonları NATO Askerî Komite Başkanı tarafından yönetilmektedir ve NATO içinden gelen personel tarafından desteklenen kıdemli bir ABD subayı ile kıdemli bir Fransız subayı tarafından komuta edilen iki Stratejik Birlik'e bölünmüştür. Stratejik Komutanlar tüm yönetimde ve kendi komuta alanlarına giren ittifakın tüm askerî işlerinin idaresinde Askerî Komite'ye karşı sorumludur. Her ülkenin delegasyonunda bir Askerî Temsilci ile o ülkenin Uluslararası Askerî Personel tarafından desteklenen silahlı kuvvetlerinden kıdemli bir subay bulunmaktadır. Üye ülkelerin gönderdiği Askerî Temsilciler, NATO'nun siyasi otoritelerine NATO bölgesinin ortak savunması için gerekli görülen önlemleri önermekle sorumlu olan Askerî Komite'yi oluşturmaktadır. Komitenin asıl rolü askerî politika ve stratejilere yön vermek ve bu konularda önerilerde bulunmaktır. Komite ayrıca temsilcileri kendi toplantılarına katılan ve konseyin otoritesi altında ittifakın askerî işlerini idare eden NATO'nun Stratejik Komutanları'na askerî konularda rehberlik etmektedir. NATO Askerî Komite Başkanlığını 2015'ten beri Çek Petr Pavel üstlenmektedir. Konsey gibi bazen Askerî Komite de daha yüksek seviyeli toplantılar yapmaktadır. Bu toplantılara her ülkenin silahlı kuvvetlerinin en kıdemli subayı olan Genelkurmay Başkanları katılmaktadır. 1966'da NATO'nun bütünleşik askerî komutasından ayrılan ve 1995'te yeniden katılan Fransa, 2008'e kadar Askerî Komite'de yer almamaktaydı. Fransa, NATO'ya tekrar katılana kadar Savunma Planlama Komitesi'nde temsil edilmemekteydi ve bu Fransa ile NATO üyeleri arasında anlaşmazlıklara yol açıyordu. Irak Savaşı'na giden süreçte yaşananlar bu durumu gözler önüne serdi. Komitenin operasyonel çalışmaları Uluslararası Askerî Personel tarafından desteklenmektedir. NATO'nun komuta yapısı Soğuk Savaş boyunca ve bunun sonrasında gelişme gösterdi. NATO için bütünleşik bir askerî komuta yapısı NATO'nun olası bir Sovyet saldırısına karşı uzun vadede savunmasını arttırması gerekeceği netlik kazanınca ilk kez 1950'de kuruldu. Nisan 1951'de Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargâhı (SHAPE) ve bunun merkezi kuruldu. Daha sonra dört ikincil merkez Kuzey ve Orta Avrupa, Güney Bölgesi ve Akdeniz'e eklendi. 1950'li yıllardan 2003'e kadar Stratejik Komutanlar Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Komutanı (SACEUR) ve Atlantik Müttefik Yüksek Komutanı (SACLANT) idi; fakat şimdiki düzenleme üstün sorumluluğunu, NATO güçlerinin dönüşümü ve eğitiminden sorumlu olan Müttefik Dönüşüm Komutanlığı (ACT) ile dünya genelindeki NATO operasyonlarından sorumlu olan Müttefik Harekât Komutanlığı (ACO) arasında ayırmaktadır. 2003'ün sonundan başlayarak NATO, birliklerin komuta edilişini ve dağıtımını, aralarında Avrupa Kolordusu, Alman/Hollanda Kolordusu, Kuzeydoğu Çok Uluslu Kolordusu, NATO İtalyan Hızlı Dağıtım Kolordusu ile Müttefik Harekât Komutanlığı'na rapor veren Yüksek Seviyede Hazırlıklı Acil Müdahale (HRF) deniz güçlerinin de bulunduğu pek çok NATO Hızlı Dağıtım Kolordusu kurarak yeniden yapılandırdı. 2015'in ilk aylarında, Donbass Savaşı'nın yeni başladığı dönemde, NATO bakanlarının toplantılarında, gerektiğinde Baltık ülkelerini savunmak için Kuzeydoğu Çok Uluslu Kolordusu'nun büyütülmesine ve Romanya'da yeni bir Güneydoğu Çok Uluslu Tümeni kurulmasına karar verildi. Ayrıca NATO'nun Doğu Avrupa'daki yeni üyelerinin savunması için yapılacak hazırlıkları düzenlemek için altı tane NATO Kuvvet Entegrasyon Birimi kurulacaktı. Güneydoğu Çok Uluslu Tümeni, 1 Aralık 2015'te etkinleştirildi. UTF-8 UTF-8 8-bitlik bir Unicode dönüşüm biçimidir (İng: "Unicode Transformation Format" 'ın kısaltması). Unicode karakterlerini değişken sayıda 8 bitten oluşan bayt (kod birimi) gruplarıyla kodlamakta kullanılır. Rob Pike ve Ken Thompson tarafından geliştirilmiştir. UTF-8 kodlaması Unicode karakterlerini 1-6 bayt uzunluğunda diziler olarak kodlar. ASCII kodlaması içinde 0-127 arasında kalan karakterler, Unicode standardında aynı kod noktalarıyla ifade edildiğinden aynen kendi kodları ile kullanılır, diğerleri ise bayt dizileri haline gelir. Karakterlerin her birinin kendilerine Unicode tarafıdan atanan bir kod noktası vardır. Her kod noktası 0 ile 1.114.111 arasında bir sayıdır. Bu kod noktaları iki tabanına dönüştürülürken doğrudan taban dönüşümü yapılmak yerine çeşitli yöntemler kullanılmaktadır. Bu yöntemlerin her biri ayrı birer karakter kodlama biçimi olarak adlandırılır. UTF-8 kodlama biçimi kod noktalarını değişken sayıda kod birimlerinden oluşacak şekilde iki tabanına dönüştürmeye olanak vermektedir. Kod birimlerinin her biri 8 bit uzunluğundadır. Dolayısıyla UTF-8 ile kodlanan bir metinde her karakterin uzunluğu 8'in katıdır. Kodlama yapılırken kodlanmış metni işleyecek bir bilgisayar yazılımının karakterlerin başlangıç ve bitiş noktalarını bilebilmesine olanak sağla
mak için kod birimlerinin içine işaretçi bazı bitlerin yerleştirilmesi gerekmektedir. UTF-8 kodlama biçimi şu kurallara göre çalışmaktadır: UTF-8'in tasarımı ilk olarak Dave Prosser'ın önerdiği ve daha sonra Ken Thompson'ın üzerinde değişiklikler yaptığı aşağıdaki tabloda görülebilir. Bu tablodaki kalıplar kullanılarak kod noktasının bit sayısına uygun olan kalıp seçilip codice_1 ile işaretli kısımlara sağa dayalı olacak şekilde bitler yerleştirilmek ve geriye kalan kısımlar 0 ile doldurulmak suretiyle karakter kodlanmış olur. Orijinal şartname 31 bite kadar olan tüm sayıları kapsamaktadır. Teorik olarak 31 bite kadar uzunluktaki sayıları UTF-8 ile kodlamak mümkün olsa bile, Kasım 2013'te çıkan RFC 3629 standardı ile UTF-8'in üst sınırı U+10FFFF olarak belirlenmiştir. Bunun nedeni diğer bir karakter kodlama biçimi olan UTF-16'nın kodlayabileceği en büyük kod noktasının U+10FFFF olmasıdır. Kodlama standartları arasında uyumluluk sağlanması ve hepsinin uzak gelecekte de sorunsuz olarak kullanılmaya devam edebilmesi için UTF-8'in üst sınırı da uygulamada U+10FFFF olarak belirlenmiştir. Ayrıca Unicode ve ISO 10646 yine UTF-16 ile uyumu korumak için karakterlere U+10FFFF'den daha büyük kod noktası atamamaya karar vermişlerdir. Bu yüzden yukarıdaki tabloda 5 ve 6 bayttan oluşan kalıpların tamamı ve 4 bayttan oluşan kalıpların da yarıya yakını günümüzde geçersizdir. UTF-8 kodlamasının göze çarpan başlıca özellikleri aşağıdaki gibi listelenebilir: İlk 128 karakter (US-ASCII kümesindeki karakterlerin aynısı) tek baytla kodlanır. Sonraki 1.920 karakter ise iki baytla kodlanır. Bu 1.920 karakter neredeyse tüm Latin alfabeleri ve ayrıca Yunan, Kiril, Koptik, Ermeni, İbrani, Arap, Süryani ve Thaana alfabelerini ve eklemlenebilen diyakritik işaretleri kapsamaktadır. Yaygın kullanımdaki hemen hemen tüm karakterleri bulunduran Temel Çokdilli Düzlemin bir ve iki baytla kodlananlar dışındaki tüm karakteri için üç bayt gerekir. Çin Japon ve Kore karakterlerinden pek yaygın kullanılmayanlar, çeşitli tarihi yazı biçimleri, matematiksel simgeler, ve emojinin bulunduğu diğer Unicode düzlemlerindeki karakterler de dört bayt ile kodlanır. ş harfinin UTF-8 ile nasıl kodlanacağını inceleyelim: Bit Bit sözcüğü ile şunlardan biri kastedilmiş olabilir: Microsoft Microsoft Corporation, ABD merkezli bir çok uluslu teknoloji şirketidir. Bilgisayar yazılımları, elektronik cihazlar, kişisel bilgisayarlar ve bilişim hizmetleri geliştirir, üretir, lisanslar ve satar. Şirketin en çok bilinen yazılımları Microsoft Windows işletim sistemi ailesi, Microsoft Office paketi, Internet Explorer ve Edge web tarayıcılarıdır. Öne çıkan donanım ürünleri ise Xbox video oyun konsolları ve Microsoft Surface tablet serisidir. Microsoft, 2016 itibarıyla dünyanın en büyük yazılım geliştiricisi ve dünyanın en değerli şirketlerinden birisidir. Şirketin adı, "microcomputer" (mikrobilgisayar) ve "software" (yazılım) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelir. Microsoft, 4 Nisan 1975'te Paul Allen ile Bill Gates tarafından kuruldu. İkilinin amacı a Altair 8800 bilgisayar sistemi için BASIC yorumlayıcıları geliştirip satmaktı. Şirket, 1980'lerin ortalarında MS-DOS ile kişisel bilgisayarlara yönelik işletim sistemi pazarını domine etmeye başladı ve ardından Microsoft Windows ile liderliğini sürdürdü.1986'da halka açıldı. Hisse değerleri hızla yükselince üç dolar milyarderi yarattı, Microsoft çalışanlarından 12.000 kişi de dolar milyoneri oldu. Şirket, 1990'lardan bu yana işletim sistemi pazarının dışına çıkarak genişlemekte, ayrıca büyük çaplı kurumsal alımlar yapmaktadır. En büyük satın alımları Aralık 2016'da 26,2 milyar dolara aldığı LinkedIn ve Mayıs 2011'de 8,5 milyar dolara aldığı Skype Technologies'dir. 2015 itibarıyla Microsoft, PC işletim sistemleri pazarında ve ofis yazılımları pazarında pazar lideridir, ancak tüm işletim sistemleri hesaba katıldığında liderliği Android'e kaptırmıştır. Şirket ayrıca masaüstü bilgisayarlar ve sunucular için hem bireylere hem de kurumlara yönelik çeşitli yazılım ve hizmetler geliştirmektedir. Bunlar arasında Bing arama motoru, MSN adlı dijital hizmetler pazarı, HoloLens adlı karma gerçeklik platformu, Azure buluş bilişim platform ve Visual Studio yazılım geliştirme platformu sayılabilir. 200 yılında Gates CEO'luk görevinden ayrıldı ve yerine Steve Ballmer geldi. Ballmer, Microsoft'u bir "cihaz ve hizmet şirketine dönüştürme" stratejisini benimsedi. Bu kapsamda Microsoft, 2008'de Danger Inc.'i satın alarak kendi bilgisayarlarını üretebilir hale geldi ve Haziran 2012'de Microsoft Surface tablet bilgisayar serisini duyurdu. Ardından'dan Nokia'nın cihaz ve hizmetler bölümünü satın alarak Microsoft Mobile'ı oluşturdu. 2014'te CEO'luk görevine Satya Nadella geldikten sonra şirket, donanım bölümünü küçültmeye ve bulut bilişime odaklanmaya başladı. Bu hamleyle birlikte şirketin hisse değeri Aralık 1999'dan beri en yüksek noktaya ulaştı. Şirket 1975 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nin Washington eyaletindeki Seattle kentinde iki üniversite öğrencisi tarafından kurulmuştur. Bu iki girişimcinin vizyonu "her ev ve her masada bir bilgisayar"dı. Popular Electronics dergisinin 1 Ocak 1975 tarihli sayısında Altair 8800 bilgisayar sisteminin tanıtımını okuduktan birkaç gün sonra Bill Gates, bilgisayarın tasarımcısı MITS (Micro Instrumentation and Telemetry Systems) ile temasa geçti. Ekibi ile birlikte Altair 8800 üzerinde çalışan BASIC yazılımlama dili geliştirdiklerini belirtti. Paul Allen MITS'e yazılımın tanıtımını yapmaya gitti. Paul Allen Altair 8800'i daha önce kullanmamış olmasına karşın tanıtımı başarılı oldu. Tanıtımın sonunda MITS(Micro Instrumentation and Telemetry Systems) Bill Gates ve Paul Allen'dan Altair bilgisayarları için BASIC yazılımlama dilinin telif hakkını satın aldı. Kârlı bir iş fırsatı yakaladıkları düşüncesiyle Bill Gates Harvard Üniversitesi'ndeki hukuk eğitimini yarıda bırakıp New Mexico eyaletinin Albuquerque şehrinde Microsoft şirketini kurdu. Şirket, ilk uluslararası bürosunu 1 Kasım 1978'de Japonya'da açtı. 1 Ocak 1979'da şirket merkezini Washington eyaletinin Bellevue şehrine taşıdı. Aradan geçen yıllar içinde Microsoft bir dünya devi olmuş, sahibi Bill Gates'i dünyanın en zengin insanı haline getirmiştir. Ancak bu zenginliği herkesin düşündüğü şekilde sadece geliştirdiği işletim sistemini satarak değil ayrıca sektördeki büyük açıkları kapatabilecek nitelikte yazılan yazılımların daha kendisi için tehlike teşkil edecek aşamaya getirmeden satın almasıyla başarabilmiştir. Microsoft , başarılı İsveçli yapımcı Mojang şirketini de 2.5 milyar $ fiyatına satın almıştır. Microsoft artık sadece bir yazılım şirketi değil ayrıca iş ve eğlence dünyası için geliştirdiği donanımlar ile de adından söz ettirmektedir. Visual Studio ve FSX (Microsoft Flight Simulator) gibi büyük ve önemli çalışmaları da bulunmaktadır. Microsoft 17 Eylül 2007 tarihinde Avrupa Birliği Microsoft rekabet davasını kaybetmiştir. 3 Eylül 2013 tarihinde Microsoft, Nokia'nın Cihazlar ve Servisler birimlerini ve bazı Nokia patentlerini 7.2 Milyar Dolar karşılığında satın alınmıştır. Bu satın almayla birlikte Nokia'nın 18 bin'i üretimde olmak üzere, 32 bin çalışanının da Microsoft tarafına geçeceği açıklandı. 18 Mayıs 2016'da ise Microsoft akıllı telefonlardan beklediği verimi alamadığını belirterek Nokia'yı 350 Milyon Dolara Foxconn'a sattığını açıkladı. 14 Haziran 2016 tarihinde Microsoft sosyal medya platformu olan LinkedIn'i 26.2 Milyar Dolara satın almıştır.LinkedIn Microsoft'un satın aldığı 196. şirket olmuştur. Mozilla Mozilla, 1998 yılında Netscape çalışanları tarafından kurulan bir özgür yazılım topluluğudur. Mozilla topluluğu; Mozilla ürünlerini kullanma, geliştirme, yayma ve destekleme yollarıyla özgür yazılımların ve açık standartların kullanımını teşvik eder. Topluluk, örgütsel olarak Mozilla Vakfı ve onun alt kuruluşu Mozilla Şirketi tarafından desteklenir. Mozilla'nın geliştirdiği ürünler arasında web tarayıcısı Firefox, e-posta istemcisi Thunderbird, mobil işletim sistemi Firefox OS, hata takip sistemi Bugzilla, sayfa oluşturma motoru Gecko ve birçok farklı proje bulunur. Mozilla Vakfı, kâr amacı gütmeyen ve açık kaynaklı Mozilla tasarılarına destek sağlayan bir kuruluştur. 15 Temmuz 2003'te kurulmuştur. Mozilla Şirketi (Orijinal adıyla "Mozilla Corporation") 3 Ağustos 2005 Mozilla Vakfı'nın iştiraki olarak kurulan bir şirkettir. NASA NASA, () (Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi) Amerika Birleşik Devletleri'nin uzay programı çalışmalarından sorumlu olan kurum. 29 Temmuz 1958 tarihinde ABD Başkanı Dwight Eisenhower tarafından kurulmuştur. Daire, 1 Ekim 1958 tarihinden itibaren askeri amaçlardan ziyade sivil alanda barışçıl bir şekilde faaliyet göstermeye başlamıştır. NASA, Ay'a dönük Apollo uçuşlarında, Skylab uzay istasyonu ve daha sonra uzay mekiği gibi çalışmalarla her zaman ABD'nin uzay çalışmalarına yön vermiştir. Günümüzde NASA, Uluslararası Uzay İstasyonu'nu desteklemekte ve yeni Ares I ve Ares V iniş araçlarını geliştirmektedir. Uzay programı çalışmalarının yanı sıra uzun vadeli sivil ve askeri roket çalışmaları da NASA'nın çalışma alanlarının arasındadır. NASA'nın öncüsü olan NACA 1915 yılında kuruldu. NACA (National Advisory Committee for Aeronautics/ Havacılık Alanında Ulusal Danışma Komitesi) uçaklar üzerinde çalışmaktaydı. Uçak kanatları ve çeşitli cisimlerin hava ile etkileşimlerini araştıran kurum, zamanla birçok rüzgar tüneli inşa etmiş ve Amerika Birleşik Devletleri'nin bütün savaş uçaklarının tasarımlarını yönlendiren bir birim haline gelmiştir. 1946'dan beri de Bell X-1 gibi süpersonik roket uçaklar üzerinde çalışıyordu. 1950'li yılların başlarında Uluslararası Jeofizik Yılı'nda(1957-58) uzaya uydu gönderilmesi konusunda ülkeler arasında bir rekabet vardı. 4 Ekim 1957'de Sovyet Uzay Programı çerçevesinde uzaya ulaşmayı başaran ilk insan yapımı uydu (Sputnik 1) sayesinde bu rekabeti Sovyet Rusya kazanmıştı. Bu olay (Sputnik Krizi) ABD'nin uzay alanında kendi başarılarını e
lde etme çabalarının tohumlarını oluşturur. II. Dünya Savaşı'nın ardından NACA'ya katılan Alman aerodinami uzmanları kuruma büyük katkılar sağlar. Özellikle jet motorları ve süpersonik uçakların tasarımında ilerleme kaydedilir. 29 Temmuz 1958'de ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower, kurumun adını NASA olarak değiştiren yasayı onayladı. 1 Ekim 1958'de NASA, 4 laboratuvar, 8.000 çalışanı ve yıllık 100 milyon dolarlık bütçesi ile 46 yıllık geçmişe sahip bir kurumun (NACA) ve liderliğini Wernher von Braun'un yaptığı Alman roket programının önemi tartışmasız katkılarıyla, köklü bir kurum haline gelir. Wernher von Braun halen Amerikan Uzay Programının babası olarak nitelendirilir. Ajansın çalışmalarının askeri amaçlarla kullanılması için Şubat 1958'de The Advanced Research Projects Agency (ARPA) [İleri Araştırma Projeleri Ajansı] kurulur. Askeri Balistik Füze Ajansı (Army Ballistic Missile Agency) ve Donanma Araştırma Laboratuvarı'nın bir kısmı da yine NASA'ya dahil edilen birimler arasındadır. Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri'nin araştırmalarının bir kısmı da NASA'ya transfer edildi. Aralık 1958'de Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü'nün Jet Propulsion Laboratory (Jet İtki Laboratuvarı) NASA'ya bağlandı. Cape Canaveral diye bilinen dev uzay üssünde fırlatma rampaları, uzay kontrol merkezleri, telekomünikasyon sistemleri gibi sayısız tesis yer almaktadır. NASA'nın şimdiye kadar yaptığı uzay çalışmaları, büyük oranda başarıyla sonuçlanmış fakat ABD'ye milyarlarca dolara mal olmuştur. Özellikle Ay'ın fethiyle sonuçlanan Apollo programı, Skylab, uzay mekiği programları çok büyük harcamaları gerektirmiştir. Ancak 21. yüzyıla doğru gerçekleştirilmesi beklenen büyük uzay istasyonları, Ay istasyonu ve Mars seferi programları yanında, önceki harcamaların çok küçük kalacağı hesaplanmaktadır. NASA bugüne kadar pek çok insanlı ve insansız uçuş programı gerçekleştirmiştir. İnsansız uçuş programları kapsamında bilimsel ve iletişim amaçlı ilk Amerikan uydularını yörüngeye oturttu. Venüs ve Mars ile başlayarak Güneş Sistemi'ni keşfetmek için uzaya çeşitli sondalar yolladı. İnsanlı uçuş programı kapsamındaysa ilk defa Amerikalı astronotları Alçak Dünya yörüngesi'ne yolladı. 1969 - 1972 yılları arasında Apollo Projesi kapsamında Ay'a on iki astronot göndererek Sovyetler Birliği ile girdiği "Uzay Yarışı'nı" kazandı. NASA, NACA tarafından başlatılan deneysel roket gücüyle çalışan uçak programını uzaya insan gönderme programını desteklemek için büyüttü. Bunu tek kişilik roket programı izledi. Sovyetler Birliği'nin uzay alanındaki gelişmişliği hem Amerika'nın ulusal onuruna zarar veriyordu hem de bir güvenlik sorunu oluşturuyordu. Bu sorunların üzerine 1961 yılında Başkan John F. Kennedy'nin 60'ların sonunda Ay'a bir insan gönderip geri getirme hedefini getirdi. Bu hedef 1969 yılda Apollo Projesi kapsamında gerçekleşti. NASA bu defa Mars'a insan gönderme projesini gerçekleştirmek istedi ama yaşanan gelişmelerle politik önceliklerin değişmesi üzerine pek çok proje rafa kaldırılmak zorundaydı. NASA, yeniden kullanılabilir uzay mekiği ve yörüngede kalıcı bir istasyon projesine döndü. 1990'larda kalıcı uzay istasyonu için bütçe çıktı. Bu projede diğer ulusal uzay ajanları ve eski rakibi Rusya ile iş birliği içinde çalıştı. Bugüne kadar 166 insanlı görev ve USAF uzay sınırı 260,000 feet (yaklaşık 80 km) üstünde on üç tane X-15 uçuşu gerçekleştirdi. X-15 aslında NACA'nın deneysel hipersonik roket uçak projesi olarak başladı. Proje Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri ve Donanması da katkıda bulundu. 30 Aralık 1954'te gövde, 4 Şubat 1955'te motor için ihale düzenlendi. Gövde yapım işini North American Aviation, XLR30 motorunun yapım işini ise Reaction Motors üstlendi ve üç uçak yapıldı. Uçak NASA'ya ait iki Boeing B-52 Stratofortress'in kanatları arasından 45,000 feet (~14 km) yükselikten ve 500 mph (~508 km/s) hızla bırakılarak ilk defa test edildi. Program için Donanma'dan, Hava Kuvvetleri'nden ve NACA'dan (sonrasında NASA) on iki pilot seçildi. 1959 - 1968 arasında yüz doksan dokuz uçuş gerçekleştirildi. Bu uçuşlar sırasında insanlı bir hava aracıyla yapılan hız rekoru 6.72 Mach (7,273 km/s) kırıldı (günümüz 2014'te kadar geçerli). X-15'in irtifa rekoru ise 354,000 feet (107.96 km). Sekiz pilot 260,000 feet (80 km) üstünde uçtuğu için Hava Kuvvetleri tarafından astronot rozeti ile ödüllendirildi. Joseph A. Walker tarafından 100 kilometre (330,000 ft) üstünde gerçekleştirilen iki uçuş sayesinde, Uluslararası Havacılık Federasyonu standartlarına göre X-15 uzay aracı sıfatını kazandı. Program gelecek çalışmalar için uzay aracının duruşunu düzenleyen reaksiyon kontrol sistemi jetleri, basınçlı uzay giysisi ve ufuk tanımlı navigasyon gibi pek çok teknik buluş ortaya koydu. Atmosfere giriş ve iniş sırasında toplanan veriler gelecek uzay araçlarının tasarımına büyük katkı sağladı. Uzay Yarışı'ındaki ilk hedeflerden biri Dünya yörüngesine bir insanı ilk göndermekti. Bu hedefe ulaşmak için Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri Men in Space Soonest (en kısa sürede uzayda insan) projesini hazırladı. Yörüngeye gidebilmek için X-15 gibi uçaklar ya da küçük balistik uzay kapsülleri kullanmayı uygun görüldü. 1958 yılına gelindiğinde proje için uzay kapsülü tasarımları seçildi. Aynı yıl NASA kurulunca proje NASA'ya devredildi ve "Mercury Projesi" olarak yeniden adlandırıldı. Proje için ilk yedi astronot Donanma, Hava Kuvvetleri ve Deniz Piyade test pilotlarından seçildi. 5 Mayıs 1961 günü astronot Alan Shepard Freedom 7 roketiyle uzaya çıkan ilk Amerikalı oldu. 20 Şubat 1961 günü John Glenn Atlas roketi Friendship 7 ile örüngeye yollanan ilk Amerikalı astronot oldu. Dünya'nın etrafında üç defa döndükten sonra yeryüzüne geri döndü. Son olarak 15-16 Mayıs 1963 günlerinde Gordon Cooper Faith 7 ile Dünya'nın etrafında 22 kere döndü. Sovyetler Birliği bu yarışa kendi tek pilotlu uzay aracı Vostok ile dahil oldu. Kosmonot Yuri Gagarin'i Nisan 1961'de Vostok 1 ile uzay göndererek Amerika'yı bir aylık farkla yarışın bu aşamasında yendiler. Ağustos 1962'de Andrian Nikolayev'i Vostok 3 ile yaklaşık dört günlük bir rekor uçuşla uzaya yolladılar. Eş zamanlı olarak Pavel Popoviç'i Vostok 4 ile uzaya göderdiler. Mercury uzay aracının kapasitesinin arttırılıp uzun süreli uzay uçuşlarına hazırlanmak, uzay randevusu tekniklerini geliştirmek ve Dünya'ya hassas inişi sağlayabilmek temellerine dayanan bir projedir. 1962 yılında Sovyetleri geçmek, Apollo Projesi'ne destek olmak, uzay taşıtı dışı etkinlik (UTDE), randevu ve uzayda araçlara bağlanmayı sağlama hedefleriyle kuruldu. Görevler iki astronotla gerçekleştiriliyordu. İlk insanlı Gemini uçuşu Gemini 3 23 Mart 1965'te Gus Grissom ve John W. Young tarafından gerçekleştirildi. 1965 - 1966 yılları arasında dokuz görev yapıldı. On dört günlük dayanıklılık görevi kapsamında randevu, bağlanma, UTDE ve yer çekimsiz ortamın insan sağlığı üstündeki etkileri konusunda tıbbı veri toplandı. Nikita Kruşçev yönetimindeki Sovyet Rusya Gemini Projesi'ne karşı Vostok uzay aracının tasarımını değiştirerek iki veya üç kişilik Voskhod uzay aracını geliştirdi. Gemini'nin ilk uçuşundan önce iki kişilik bir uçuşu başardılar. Ayrıca 1963 yılında üç kozmonotlu uçuşu ve 1964 yılında ilk UTDE'yi gerçekleştirmeyi başardılar. Bundan sonra program iptal edildi ve Gemini arayı kapattı fakat bu sırada Sergey Korolyov Apollo Projesi'nin karşılığı Soyuz uzay aracını geliştirdi. Amerikan kamu oyunun gözünde Sovyetler'in Ay'a ilk kozmonotu göndererek Uzay Yarışı'nı kazanması kesin görünüyordu. Bu nedenle Başkan John F. Kennedy 25 Mayıs 1961'de Kongre'ye federal hükumetin 1960'ların sonuna kadar Ay'a astronot göndermesi için bir proje tasarısı sundu. Bu proje daha sonra Apollo Projesi adını aldı. Apollo Projesi, en pahalı Amerikan bilimsel programlarından biridir. Tahmini olarak $ [milyar] tutmuştur(günümüz ABD doları ile;karşılaştırırsak, Manhattan Projesi tahmini $ [milyar] tutmuştur , enflasyon hesaplandığında). Önceki projelere göre daha uzağa fırlatabilen Saturn roketleri fırlatma rampası olarak kullanıldı. Uzay gemileri de daha büyüktü; iki ana bölümden, birleştirilmiş komuta ve servis modülü (CSM) [command and service module] ve Ay'a iniş modülünden (LM) [lunar landing module] oluşuyordu. LM aya inildiğinde ayrılmaktaydı ve sadece komuta modülü (CM) [command module] içindeki üç astronotla Dünya'ya geri dönecekti. İkinci insanlı uçuş görevinde, Aralık 1968'de Apollo 8 astronotları Ay'ın çevresine getirdi. Bundan kısa bir süre önce, Sovyetler Ay'ın çevresine insansız bir uzay gemisi göndermişti. Sonraki iki görevde Ay'a iniş için gerekli kenetlenme manevraları çalışıldı. Sonunda Apollo 11, Temmuz 1969'da Ay'a iniş yaptı. Ay'a ilk ayak basan insan Neil Armstrong oldu. Arkasından Buzz Aldrin Ay'a ayak bastı.Bu sırada Michael Collins Ay yörüngesinde tur atıyordu. Sonraki beş Apollo görevinde astronotlar Ay'a indi. Sonuncusu Aralık 1972'de gerçekleşti. Bu altı Apollo görevi sırasında, 12 astronot Ay üzerinde yürüdü. Bu görevler sonucunda çok değerli bilimsel verilere ulaşıldı ve Ay'dan 381.7 kilogram (842 Ib) örnek alındı. Apollo Projesi insanlığın uzay macerasındaki önemli noktalardan biridir. İlk defa Alçak Dünya yörüngesi dışında insanlı bir görev yapıldı ve ilk defa bir insan başka bir astronomik cisme yollandı. İlk defa Apollo 8 ile bir astronomik cismin yörüngesinde insanlı bir uzay aracı tur attı. Apollo 17 ise son Ay yürüyüşü ve Alçak Dünya yörüngesi dışında yürütülen en son insanlı görev olması bakımından önemlidir. Proje sırasında roket ve insanlı uzay aracı teknolojilerinin yanında havacılık, iletişim ve bilgisayar teknolojilerinde de önemli gelişmeler yaşandı. Proje mühendisliğin pek çok alanına ilgi duyulmasını sağladı. Projeye ait eşyalar ve eserler başta Smithsonian Ulusal Havacılık ve Uzay Müzesi olmak üzere Dünya'da çeşitli yerlerde sergilenmektedir. Skylab, Birleşik Devletler'in bağımsız tek uzay istasyonudur. Saturn IB roketinin üst tarafına eklenen bir çalışma atölyesi olarak 1965 yılında tasarlandı. Dünya'da inşa edilen 69,950 l
b (77,088 kg) ağırlığındaki istasyon 14 Mayıs 1975'te Saturn V roketinin en üst iki kademesine yerleştirilerek 435 km yükseklikteki yörüngeye gönderildi. Kalkış sıranda termal koruması ve elektrik üreten güneş paneli kaybeden istasyon mürettebatı tarafından tamir edildi. 1973 - 1974 arasında 171 gün boyunca üç ekip tarafından başaralı bir şekilde kullanıldı. Micro yer çekimi ve Güneş gözlemi için laboratuvarları vardır. NASA istasyona uzay mekiği bağlanma noktası ekleyip istasyonu daha güvenli bir yüksek yörüngeye taşımayı planladı ancak uzay mekiği Skylab'in 11 Haziran 1979'daki geri dönüş tarihine kadar hazırlanamadı. NASA tasarruf edebilmek için aslında iptal edilmiş bir Apollo görevi için ayrılmış bir Saturn V roketiyle Skylab'i uzaya yolladı. Astronotların Skylab'e gidiş gelişleri sırasında Apollo uzay araçları kullanılıyordu. Üç kişilik mürettebat 28, 59 ve 84 günlük periyotlarla uzayda kalıyordu. Skylab'in yaşam alanı 320 metreküp ile Apollo komuta modülünün 30,7 katına denk gelmektedir. 24 Mayıs 1972'de ABD Başkanı Richard Nixon ile SSCB Başkanı Aleksey Kosigin ortak bir insanlı uzay görevi anlaşması imzaladılar. Bu anlaşmanın hedefi gelecekte uluslararası uzay araçlarının birbirine kenetlenmesini sağlayabilmekti. Proje kapsamında Dünya yörüngesinde ihtiyaç fazlası bir Apollo Komuta/Servis Modülü ile bir Soyuz uzay aracının uzayda buluşup kenetlenmesi hedefleniyordu. Operasyon Temmuz 1975'te gerçekleşti. Bu görev Nisan 1981'deki uzay mekiği ile ilk yörünge uçuşuna kadar gerçekleştirilen son Amerikan insanlı uzay görevidir. Görev dahilinde hem ortak hem de ayrı bilimsel deneyler yapıldı. Aynı zamanda gelecekteki Mekik-Mir Programı ve Uluslararası Uzay İstasyonu gibi Amerikan - Rus uzay uçuşları için önemli mühendislik deneyimi sağladı. 1970'lerin sonunda ve 1980'lerde uzay mekiği NASA'nın ilgilendiği başlıca konu oldu. 1985'e kadar sürekli uzaya yollanabilecek, yeniden kullanılabilecek ve yörüngede dolaşabilecek kapasitede dört adet uzay mekiği yapıldı. İlk kullanılan uzay mekiği "Columbia", Yuri Gagarin'in uzaya çıkışının 20. yıl dönümü 12 Nisan 1981 günü uzaya yollandı. Uzay mekiği temel olarak dört bölümden oluşur. Bunlar uzay uçağı, harici yakıt tankı ve iki adet itici roket olarak sıralanabilir. Harici yakıt tankı, uzay aracından bile büyüktür ve yeniden kullanılamayan tek ana bölümdür. Mekik 185 – 643 km yükseklikte, yörüngede dolaşabilir. Alçak yörüngeye 24,400 kilograma kadar yük taşıyabilir. Görevler 5 ile 17 gün arasındadır ve mürettebat iki ile sekiz astronot arasında değişir. 1983 - 1998 arasında uzay mekikleri 20 görev boyunca Spacelab'i taşıdılar. Spacelab Avrupa Uzay Ajansı (ESA) [European Space Agency] ile iş birliği içinde tasarlandı ve kullanıldı. Spacelab bağımsız uzay uçuşu için tasarlanmamıştı. Bu yüzden mekiğin kargo alanında kullanıldı. Astronotlar giriş ve çıkışlarda bir hava kilidinden geçiyordu. Başka bir ünlü görev serisi ise Hubble Uzay Teleskobu'nun uzaya gönderilmesi ve başarılı bir şekilde tamir edilmesidir. 1995'te Rus - Amerikan iş birliği Mekik-Mir Programı ile devam etti (1995-1998). Yine bir Amerikan aracı bir Rus aracına bağlanacaktı ama bu defa tam teşekküllü bir uzay istasyonu söz konusuydu. Bu iş birliğinin sonucunda Uluslararası Uzay İstasyonu (UUİ) inşa edildi, zira Rusya ve Amerika projenin en büyük iki ortağıdır. Bu iş birliğinin gücü ve önemi 2003'te meydana gelen ve uzay mekiği filosunun iki yıl kullanıma kapanmasına neden olan Columbia uzay mekiği kazası sırasında daha belirgin hale gelmiştir. Çünkü o dönemde NASA UUİ'ye astronot göndermek Rus uzay araçlarını kullandı. Mekik filosu kullanımı boyunca gerçekleşen iki kazada iki araç parçalanmış ve 14 astronot hayatını kaybetmiştir: 1986 "Challenger" ve 2003 "Columbia". 1986'daki kazadan sonra Endeavour Uzay Mekiği inşa edilmesine rağmen 2003'teki kazadan sonra kaybedilen mekiğin terine yeni bir mekik inşa edilmedi. 30 yıl süren program boyunca 135 görev gerçekleştirildi ve 300 astronot uzaya gönderildi. Son görev 21 Temmuz 2011 tarihinde "Atlantis mekiğinin Kennedy Uzay Merkezi'ne inmesiyle tamamlandı. Uluslararası Uzay İstasyonu (UUİ) [International Space Station (ISS)] NASA'nın "Freedom Uzay Üssü", Sovyet/Rus "Mir-2" istasyonu, Avrupa "Columbus" laboratuvar modülü ve Japon "Kibo" laboratuvar modülünün birleşiminden oluşur. Aslında 1980'lerde NASA "Freedom"'u tek başına yapmayı planladı ama bütçe kesintileri yüzünden program 1993'te uluslararası hale getirildi. Projenin ortakları: NASA, Rusya Federal Uzay Ajansı (RKA), Japonya Uzay Araştırma Ajansı (JAXA), Avrupa Uzay Ajansı (ESA), Kanada Uzay Ajansı (CSA). İstasyon basınçlı modüller, dış bağlantı parçaları, güneş panelleri ve diğer başka modüllerden oluşur. Bütün parçalar Rus Proton ve Soyuz roketleri ve Amerikan uzay mekikleri ile taşınmıştır. Günümüzde Alçak Dünya yörüngesinde montajı devam etmektedir. Yörüngedeki inşası 1998'de başladı ve 2011'de Amerikan bölümü tamamlandı. Rusya'ya ait bölüm 2016'da tamamlanması bekleniyor. Uzay istasyonun kullanımı ve sahipliği uluslararası antlaşma ve kurallarla belirlenmektedir. Uzun süreli görevler Uluslararası Uzay İstasyonu Seferi olarak adlandırılır. Sefer üyeleri genellikle yaklaşık altı ay boyunca istasyonda kalır. Normal üye sayısı üçtür fakat 2003'teki Columbia kazasından sonra geçici olarak ikiye düşürüldü. Mayıs 2009'dan beri keşif görevi mürettebatı sayısı altıdır. Ticari Mürettebat Programı aktif hale gelince UUİ planlandığı gibi yedi kişilik mürettebat tarafından kullanılabilecek. UUİ 2 Kasım 2000'den beri kesintisiz bir şekilde kullanılarak Mir uzay istasyonunun kullanılma rekorunu kırmıştır ve bugüne kadar 15 farklı ülkeden astronotu ve kozmonotu ağırlamıştır. Ticari Tedarik Servisi (TTS) araçlarının geliştirilmesi 2006 yılında başladı. Bu programın amacı UUİ'ye hizmet edecek insansız ticari araçlar geliştirmekti. Programa katılan şirketler belli hedefleri gerçekleştiren araçlar ürettiklerinde bir para ödülü alır. Yine de şirketlerin bir miktar sermaye ortaya koyması gerekmektedir. NASA 28 Aralık 2008'de Ticari Tedarik Servisi programı kapsamında ödül olarak SpaceX ve Orbital Sciences Corporation şirketleri ile kontrat imzaladı. SpaceX nakliye için kendi geliştirdiği Falcon 9 roketini ve Dragon uzay aracını kullanır. Orbital Sciences Corporation ise bu iş için kendi geliştirdiği Antares roketini ve Cygnus uzay aracını kullanır. İlk "Dragon" teslimat görevi Mayıs 2012'de gerçekleşti. İlk "Cygnus" teslimat görevi ise Eylül 2013'te gerçekleşti. Günümüzde Amerika'nın UUİ'deki pek çok ihtiyacı TTS aracılığıyla gerçekleşir. Bazı özel teslimatlar ise Avrupa yapımı OTA veya Japon HTA ile taşınır. Ticari Mürettebat Geliştirme Programı 2010 yılında UUİ'ye dört kişilik bir uzay aracı göndermek, ekibin 180 gün orada kalmasını sağmak ve Dünya'ya geri getirmek amacıyla kuruldu. Programın aynı zamanda ileride yapılacak bir ticari uzay istasyonuna da insan taşıması planlanıyor. Ticari Tedarik Servisi gibi bu programda da belli hedeflere ulaşınca para ödülü verilmekte. Programı Amerikan Hükumeti finanse edip NASA yürütüyor. NASA 2010 yılında programın ilk aşamasının kazananlarını açıkladı. Toplamda 50 milyon dolar beş Amerikan şirketine insanlı uzay araçları teknolojilerini araştırması ve geliştirmesi için teşvik olarak verildi. 2011 yılda ikinci aşamanın birincileri açıklandı ve toplamda 270 milyon dolar dört şirkete verildi. 2012 yılında üçüncü aşamanın birincileri açıklandı ve NASA mürettebat transfer sistemlerini geliştirmesi için kazanan üç şirkete toplamda 1.1 milyar dolar verdi. Programın bu aşamasının 3 Haziran 2012-31 Mayıs 2014 arasında gerçeklemesi beklenmekte. Son aşamanın galipleri SpaceX'in Dragon modelinin Falcon 9 roketi ile gönderilmesi, Boeing'in CST-100 modeli ve Sierra Nevada'nın Dream Chaser modelinin Atlas V toketi ile gönderilmesi planlanıyor. NASA'nın sadece bir üreticiyi tercih edeceği ve 2017'ye kadar da seçtiği aracı kullanmaya başlayacağı tahmin ediliyor. Alçak Dünya Yörüngesi Ötesi (ADYÖ) [Beyond Low Earth Orbit] görevleri kapsamında NASA bir Saturn V tipi roket ve Orion uzay aracından oluşan Space Launch System'i (SYS) geliştirmesi istendi. 2010 Şubat'da Obama yönetimi Constellation Program'ın bütçesini azalttı ve UUİ'ye hizmet edecek özel şirketlere aktardı. 15 Nisan 2010'da Kennnedy Uzay Merkezi'nde yaptığı konuşmada Başkan Obama iptal edilen Ares V uzay aracının yerine geçecek yeni ağır yük aracını (AYY) tanıttı ve projenin 2015'e kadar biteceğini açıkladı. Aynı zamanda Birleşik Devletler'in 2020'li yıllara kadar bir asteroite ekip gönderileceğini ve 2030'lara kadar Mars yörüngesine bir mürettebat gönderileceğini açıkladı. 2010'da Kongre'den geçen ve Başkan'ın Ekim ayında imzaladığı kanun ile Constellation Program'ı resmen sona erdi. Yasaya göre yeni bir AYY geliştirilmeli ve yasa Başkan tarafından onaylandıktan 90 gün sonra inşasına başlanmalı. Bu yasa yeni AYY'yi Uzaya Yollama Sistemi (Space Launch System) olarak adlandırdı. Ayrıca Constellation programı kapsamında geliştirilen Orion aracının da geliştirilmesi gerekiyordu. Uzaya Yollama Sistemi'nin Orion dışında başka kargoları da uzaya götürmesi gerekiyordu. Dünya ve Güneş Sistemi'ni keşfetmek için NASA tarafından 1000'den fazla insansız görev gerçekleştirildi. Keşif görevleri dışında iletişim uyduları da NASA tarafından gönderilirdi. Görevler ya doğruca Dünya'dan ya da yörüngedeki uzay mekiklerinden gönderilen araçlarla gerçekleştirilirdi. İlk Amerikan insansız uydusu Explorer 1 Uzay Yarışı'nın erken dönemlerinde yollandı. Ocak 1958'de Sputnik 1'den iki ay sonra yollandı. NASA kurulduğu zaman Explorer projesi NASA'ya aktarıldı ve günümüze kadar sürdürüldü. Projedeki görevlerin başlıca odakları Dünya, Güneş, manyetik alanları ölçmek ve Güneş rüzgârlarını incelemektir. Günümüze yakın Dünya'dan yönetilen ama Explorer Projesi'ne bağlı olmayan Hubble Uzay Teleskobu 1990 yılında uzaya gönderildi. Güneş Sistemi en az dört insansız uzay programının ana hedefi olmuştur. Birinci proje 1960 ve 70'li yıllarda yürütülmüş Marn
ier Programı'dır. Program kapsamında birkaç defa Venüs ve Mars'a, bir defa da Merkür'e sonda gönderildi. Yollanan sondalar ilk defa gezegen etrafında uçma (Marnier 2], ilk defa başka bir gezegenin fotoğraflarını çekmek (Marnier 4), ilk defa başka bir gezegenin yörüngesinde dönme (Marnier 9), ilk defa yer çekimi yardımlı manevra (Marnier 10) gibi çeşitli ilklere imza atılmıştır. Yer çekimli manevra sisteminde sondalar diğer gezegenlerin yer çekimi ve hızını kullanarak ilerler. Mars'a ilk başarılı iniş 1976 yılında Viking 1 sondası tarafından yapıldı. Bundan yirmi yıl sonra Mars Pathfinder robotu Mars'a indi. Mars'ın dışında Jüpiter'e ilk defa 1973 yılında Pioneer 10 gitti. Bundan yirmi yıldan fazla bir süre sonra "Galileo" sondası gezegenin atmosferine girdi ve gezegenin yörüngesinde gezen ilk uzay aracı oldu. Pioneer 11 1979 yılında Satürn'e giden ilk uzay aracı oldu. Voyager 2 1986 ve 1989 yıllarında ilk defa (ve bugüne kadar tek) Uranüs ve Neptün'ü ziyaret etti. Pioneer 10 aynı zamanda 1983 yılında ilk defa Güneş Sistemi'ni terk eden sonda oldu. Voyager 1 ve Voyager 2 tarafından geçilene kadar en uzağa giden sonda olma özelliğini korudu. 26 Kasım 2011'de Mars Bilim Laboratuvarı başarılı bir şekilde Mars'a gönderildi. 6 Ağustos 2012'de "Curiosity" başarılı bir şekilde Mars'ın yüzeyine indi ve Mars'ta daha önce yaşamış veya şu anda yaşamakta olan canlı formları bulmak için araştırmaya başladı. NASA'nın devam eden çalışmaları arasında Mars ve Satürn'ün derinlemesine incelenmesi, Dünya ve Güneş üzerine çalışmalar da vardır. Yukarıda değinilenler dışında Merkür'e yönelik MESSENGER, Jüpiter, Plüton ve ötesine yönelik New Horizons (Yeni Ufuklar), ve asteroit kuşağı için Dawn aktif olan diğer uzay aracı programlarıdır. Plüton'a yönelik Yeni Ufuklar görevi 2006 yılında başladı. 14 Temmuz 2015 tarihinde New Horizons (Yeni Ufuklar) uydusu Plüton'a vardı. Sonda Şubat 2007'de Jüpiter'den yörünge desteği aldı. Bu sırada hem Jüpiter'in bazı aylarını inceledi hem de uçuş sırasında taşıdığı aletleri denedi. NASA 4 Aralık 2006'da kalıcı bir ay üssü kurma planlarını açıkladı. Hedef 2020 yılında üssün inşasına başlanması ve 2024 yılında tam kapsamlı çalışan bir üs olaması planlanıyordu ancak Birleşik Devletler İnsanlı Uzay Uçuşları Planlama Komitesi 2009 yılında projenin sürdürülemez olduğunu açıkladı. 2010 yılında ABD Başkan'ı Barack Obama var olan planları durdurdu ve daha çok asteroidlere ve Mars'a insanlı uçuş programları ve Uluslararası Uzay İstasyonu için para harcanmasına karar verdi. 2011'den beri NASA'nın hedefleri: NASA Ağustos 2011'de Ulusal Keşif Ofisi'nin iki teleskop bağışını kabul etti. Uzayda tıp hakkında çeşitli araştırmalar yürütülmektedir. Bunlar arasında Mikro Çekimde Ultrasonla İleri Tanı araştırması öne çıkar. Araştırmada astronotlar dünyadan aldıkları komutlarla ultrason taramaları gerçekleştirip uzayda gerçekleşebilecek sağlık sorunlarını çözmeleri beklenmektedir. Genellikle Uluslararası Uzay İstasyonu'nda doktor bulunmadığı için herhangi bir tıbbi sorunda teşhis koymak zordur. Astronotlar uzayda vurgun, barotramva, kas ve kemik kaybı, uyku bozukluğu ve radyasyondan dolayı yaralanma gibi çeşitli sağlık risklerine açıktır. Ultrason bu tür sorunların tanımlanmasında uzayda eşsiz bir rol oynar. Bu çalışmada öğrenilen teknikler profesyonel ve olimpik spor sakatlanmalarında uygulanır. Ayrıca tıp ve lise öğrencileri gibi uzman olmayan operatörlere de bu yöntemler öğretilir. Bu uygulama Dünya'da uzman bir doktorun zor bulunduğu bir afet anında veya kırsal kesimde kullanılabilir. 1975 yılında NASA'ya üst atmosferi inceleme yetkisi ve görevi verildi. Bu kapsamda önce Üst Atmosferi İnceleme Programı sonrasında Dünya Gözlem Sistemi (DGS) doğdu. DGS uyduları 1990'larda ozon tabakasında incelmeyi gözlemledi. İlk dünya çapında kapsamlı ölçümler 1978 yılında Nimbus 7 uydusu ve NASA bilim insanları ile yapıldı. Doğanın ve insanların çevreye etkilerinin küresel ölçekte anlaşılması NASA'nın yer bilimleri programlarının ana hedefidir. NASA günümüzde yörüngede bulunan ondan fazla uzay aracı ve sondayla Dünya'daki sistemleri (okyanuslar, karalar, atmosfer, biyosfer, kriyosfer) her açıdan incelemektedir. Önümüzdeki yıllarda daha fazla uydunun bu işler için fırlatılması planlanmaktadır. NASA, Ulusal Yenilenebilir Enerji Laboratuvarı ile birlikte çalışarak yüksek detaylı bir küresel güneş enerjisi kaynağı haritası hazırlamaktadır. Ayrıca tehlikeli atık maddeleri uzaklaştırma kapsamında Amerika Birleşik Devletleri Çevre Koruma Ajansı, Amerika Birleşik Devletleri Enerji Bakanlığı ve Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri ile birlikte çalışmaktadır. Değinilen bu ajanslara gerekli testleri yapabilmeleri için 6 Nisan 1996 yılında imzalanan bir anlaşmayla John F. Kennedy üssünü kullanma izni verilmiştir. 8 Mayıs 2003'te Çevre Koruma Ajansı ilk defa NASA'yı çöplük gazından enerji üreten federal ajans olarak tanıdı. NASA bu uygulamayı Goddard Uzay Uçuş Merkezi'nde gerçekleştirdi. NASA'ya ait tesisler inşaat, araştırma ve iletişim faaliyetleri gösterir. Bazı tesisler tarihi veya idari nedenlerden dolayı birden fazla etkinlik gösterebilir. NASA ayrıca Kenndy Uzay Merkezi'nde kısa bir demir yolu hattına ve uzay mekiği taşımak için iki adet özel yapım Boeing 747'ye sahiptir. John F. Kennedy Uzay Merkezi tanınmış tesislerden biridir. Bu tesis 1968'den beri bütün Amerikan insalı uzay uçuşlarına ev sahipliği yapmıştır. Bu tarz uçuşlara ara verilmiş olmasına rağmen tesis Amerikan sivil uzay programı kapsamındaki roket fırlatmalarına ev sahipliği yapmıştır. Bir diğer büyük tesis ise Huntsville, Alabama'daki Marshall Uzay Uçuş Merkezi'dir. Bu tesiste Saturn V roketi ve Skylab geliştirilmiştir. NASA'nın bütçesi 1970'lerden beri yaklaşık olarak Amerikan federal bütçesinin %1'in alır. 1966'da Apollo Programı için bütçenin federal bütçedeki payı %4.41'e çıkmıştır. Yapılan araştırmalara göre halk NASA'nın bütçesinin daha yüksek olduğu düşünmektedir. 1997'de yapılan bir araştırmaya göre halk NASA'nın bütçesinin federal bütçenin %20'sini teşkil ettiği düşünüyordu. NASA'nın bütçesinin federal bütçedeki oranı 1966'dan beri düzenli olarak azalmaktadır. 2012 yılında federal bütçedeki yeri %0.48'dir. Mart 2012'de Birleşik Devletler Senato Bilim Komitesi'nde Neil deGrasse Tyson yaptığı açıklamada NASA'nın bütçesinin ödenen vergilerin sadece "bir peninin yarısı" kadar olduğunu ve eğer bu bir "tam peniye" çıkarsa ülkeyi mutsuz ve ekonomik sorunlarla boğuşan halden 20. yüzyılda hayal edilen parlak yarınlara taşınabileceğini söyledi. NASA'nın aktif programlarından bazıları: IPv4 İnternet Protokol Versiyon 4 (IPv4), İnternet Protokolü gelişiminde dördüncü gözden geçirilmiş ve geniş bir alana yayılan ilk versiyondur. IPv6 ile birlikte, İnternetin standart-tabanlı çalışma metotlarının çekirdeği olmuştur. IPv4 hala şu ana kadar en geniş alana yayılmış olan İnternet Katman Protokolüdür. 2010 itibarı ile IPv6'nın yayılması hala başlangıç aşamasındadır. IPv4 RFC 791'de tanımlanmıştır (Eylül 1981). Bir önceki tanımı ise RFC 760'dır (Ocak 1980). IPv4 paket anahtarlamalı bağlantı katman ("") ağları üzerinde kullanım için bir bağlantısız protokoldür. En iyi çabayla dağıtım ("") modeli üzerinde çalışır. Bilgi bütünlüğü içeren bu yönleri bir üst katman ("") taşıma protokolü tarafından adreslenirler. (örn : TCP) IPv4, 32 bitlik adresleri kullanır. 32 bitlik adresler, adres uzayını 4,294,967,296 (2) tane muhtemel tek adreslerle sınırlarlar. Bununla birlikte, bazıları özel ağlar ("") (~18 milyon adres ) ya da çok yöne yayın ("multicast") adresleri (~270 milyon adres ) gibi özel amaçlarla ayrılmıştır. Bu, genel internet üzerinde yönlendirme için muhtemelen ayrılacak olan adres sayısını azaltır. Ağ adresleme mimarisinin sınıflı ağ ("") dizaynı aracılığıyla yeniden düzenlenmesine, sınıfsız alanlar arası yönlendirme ("") ve ağ adres çevirisinin (NAT) kaçınılmaz tüketimi büyük oranda ertelemesine rağmen adresler artarak son kullanıcılara verildikçe bir IPv4 adres eksikliği ortaya çıkmaktadır. IPv4 uzayındaki adres sınırı, yeni yeni kullanılmaya başlayan fakat bu konuda uzun dönemli tek çözüm olan IPv6'nın gelişimini teşvik etmektedir. IPv4 adresleri, genellikle periyotlara ayrılan ve onluklar şeklinde ifade edilen 4 oktetli adreslerden oluşan onluk tabanlı notasyonda yazılırlar. Bu, aşağıdaki tabloda dönüştürmede kullanılan ana formattır: Bu formatların çoğu bütün tarayıcılarda çalışmalıdır. Bununla birlikte, nokta tabanlı formatta her oktet farklı temellerden herhangi birisine sahip olabilir. Örneğin, 192.0x00.0002.235 yukarıdaki adreslerin geçerli bir karşılığıdır. Aldığı son hal aslında bir notasyon değildir. Çünkü nadiren bir ASCII karakter dizisi notasyonunda yazılır. Bu form, ikili tabanda on altılık notasyonun ikili bir formudur. Bu fark sadece "0xCF8E83EB" ile 0xCF8E83EB'nin temsili bir farklılığıdır. Bu form bir yazılım programındaki hedef ve kaynak alanlara atama için kullanılır. Orijinal olarak bir IP adresi iki kısımdan oluşur: adresin en anlamlı oktetinde temsil edilen ağ tanımlayıcısı ve adresin geri kalanını kullanan host tanımlayıcısı. İkincisine bu nedenle kalan alan (İngilizce: rest field) da denir. Bu (ikinci alan) maksimum 256 ağın oluşumuna olanak sağladı. O zamanlar bu yetersiz görüldü. Bu sınırı aşmak için, adreslerin yüksek sıralı oktetleri sonradan sınıflı ağ (İngilizce: Classful Network ) olarak bilinen bir sistemde bir küme ağ sınıfı oluşturmak için yeniden tanımlandı. Sistem 5 sınıf tanımladı: Sınıf A,B,C,D ve E. A, B ve C sınıfları yeni ağ tanımlanması için farklı bit uzunluklarına sahiptiler. Bir adresin kalanı, öncesinde hostları adreslemek için her ağ sınıfının farklı bir kapasiteye sahip olduğu anlamına gelen bir ağ içerisinde hostu tanımlamak için kullanıldı. D sınıfı, çok yöne yayın adreslemesi için ayrıldı ve Sınıf E gelecek uygulamaları için saklandı. 1985 yılı civarları başlangıç kabul edilerek, metotların IP ağlarına yeniden bölünmesi planlanmıştır. Esnekliğini kanıtlamış bu metotlardan biri de değişken u
zunluklu alt ağ maskeleme (variable-length subnet mask ()) kullanımıdır. 1993’te yayınlanan IETF standardı temel alınarak bu kategoriler sistemi resmi olarak sınıfsız alanlar arası yönlendirme (CIDR)’nin yerini aldı ve aksine sınıflandırma temelli düzene sınıflı adreslendirme ("classful") adı verildi. CIDR herhangi bir adres yüzeyinin yeniden parçalara ayrılmasına izin vermesi için tasarlanmıştı. Böylece tüm kullanıcılar için daha küçük ya da daha büyük adres blokları tahsis edilebilirdi. CIDR tarafından yaratılan hiyerarşik yapı ve tarafından idare edilmektedir. Her bir RIR, IP adresi görevleriyle, hakkında bilgi sağlayan alenen incelenebilir bir veri tabanı tutar. IP uzaylarının alt sınıflara ayrılması işlemine alt ağlandırma ("subnetting") diyoruz. Alt ağlara bölme işleminin bize sağladıklarını 1. "Ağ trafiğini azaltır." Yönlendiricilerin kullanıldığı ortamlarda yoğun ağ trafiği mevcuttur ve yönlendiriciler yayın alanı yaratmaktadır. Yayın alanı ("broadcast domain"), ağda bir ağın üyesi olan istemcilerin yönlendiriciye ulaşmadan diğer istemci cihazlarla veri iletişiminde bulunabildiği yapıdır. Yayın alanı sayısı arttıkça o alan içerisindeki ağ trafiği, tek bir yayın alanına sahip yapıya göre azalacaktır. 2. "Ağ performansını optimize eder." 3. "Ağın yönetimini kolaylaştırır." İzole edilmiş ağlarda problemlerin tespit edilmesi daha kolay ve anlaşılır olmaktadır. şeklinde sıralayabiliriz. Subnetting İşlemi Bir ağı alt ağlara bölerken sıklıkla kullanacağımız iki formül vardır. Birincisi alt ağda yer alacak host sayısı, ikincisi ise kaç adet alt ağ olacağını bulmamıza yarar: Örnek: 192.168.0.0 255.255.255.0 ağını 2 alt ağa ayıralım. Alt ağların sayısını bildiğim için “2^m >= alt ağ sayısı” formülünü kullanacağım. 2^m >= 2 ifadesinde m değeri için 1 vermek yeterlidir. 1 değeri yeni ağların yeni alt ağ maskesini hesaplarken kullanılacaktır. Bu host bitlerinden 1 bitin kullanılacağı anlamına gelmektedir. Host biti alt ağ maskesindeki 0'lar ile gösterilen alandir. Ağ biti ise 1'ler ile gösterilen alandır. Örnekte verilen maske bilgisi 255.255.255.0 Yeni durumda host bitlerinin sayısı 7 oldu. Bu durumda her ağda kullanılacak IP sayısı ise 2^7-2= 126 olacaktır. Burada sayıyı 2 eksiltmemizin sebebi bir tane IP'nin alt ağ kimliği için, bir tanesinin de yayın adresi için kullanılacağıdır. Alt ağ kimliği ve yayın adresleri bu amaçlarla özel olarak ayrılmış adresler olduğundan bu adresleri bir hosta vermek mümkün değildir. Peki alt ağ kimliği ve yayın adresi nasıl bulacağız? Alt ağlandırma alt ağ kimliği ve yayın adresini bulmak için alt ağ kimliği, ilk IP, son IP, yayın adresi sıralamasını kullanınız. Subnet ID+1 = İlk IP Son IP + 1 = Broadcast Adresi Subnet ID -1 = Broadcast Adresi Ilk networkun Subnet ID’ si ile ikinci networkun Subnet ID’ si arasındaki fark 2^n kadardır. Bu bilgiler doğrultusunda rahatlıkla Subnet ID ve Broadcast adresi bulabilirsiniz. Son durumda 2 alt networkum aşağıdaki gibi olacaktır: 1987'de tanıtıldı. Değişken uzunluklu alt ağ maskesi (İngilizce:Variable Length Subnet Mask )farklı boyutlardaki alt ağları gerçekleştirmek için kullanılır. 1993 yılında adres sınıfından bağımsız yönlendirme (CIDR) (İngilizce : Classless Inter-Domain Routing )tanıtıldı.CIDR üst ağ oluşturma ( İngilizce: Supernetting )yı gerçekleştirmek için kullanılır. Üst ağ oluşturma yön kümeleme ( İngilizce: Route Aggregation ) ye olanak sağlar. CIDR, CIDR notasyonu olarak da bilinen önek notasyonunu tanıttı. Önek/CIDR notasyonu sınıfsız IP adreslemenin 3 şeklinde kullanılıyor: Alt ağ oluşturma , VLSM/farklı boyutların alt ağları ,CIDR / Üst ağ oluşturma . IP adres sınıflarının orijinal sistemi CIDR ile yer değiştirdi ve sınıf-tabanlı şema karşılaştırma amacıyla sınıflı (classful) olarak adlandırıldı. CIDR'ın en temel avantajı; herhangi bir adres alanının,daha küçük ya da daha büyük adres blokları kullanıcılara ayrılabilmesi amacıyla yeniden bölümlendirilmesine izin vermesidir. CIDR tarafından oluşturulan, IANA (Internet Assigned Numbers Authority ) ve RIRs (Regional Internet registry) tarafından denetlenen hiyerarşik yapı, internet adreslerinin dünya çapında uygulamasını yönetir. Her RIR, IP adresi uygulamaları hakkında bilgi sunan genel araştırılabilen WHOIS veritabanını muhafaza eder. Bu veritabanlarından gelen bilgi IP adreslerini coğrafik olarak konumlandırmaya çabalayan çok sayıda araçta merkezi bir rol oynar. IPv4'de yer alan yaklaşık 4 milyar adresin üç dizisi özel ağ (Private Networks) kullanımı için ayrılmıştır. Bu diziler özel ağların dışında yönlendirilebilir değildir ve özel makineler genel ağlarla direk iletişim kuramazlar. Ancak, ağ adres çevirisi (Network Address Translation) ile bunu yapabilirler. Aşağıda özel ağlar için ayrılan 3 dizi adresler yer almaktadır (RFC1918): Özel adreslerle adreslenen paketler bütün genel yönlendiriciler tarafından reddedilir. Dolayısıyla ,özel kolaylıkları olmayan genel internet aracılığıyla iki özel ağ arasında iletişim kurmak mümkün değildir. Bu Sanal Özel Ağlar (Virtual Private Network) (VPN) la gerçekleştirilir. VPN'ler genel ağ üzerinden tünel fonksiyonu kurarlar.Şöyle ki tünelin son noktaları özel ağ paketleri yönlendirici görevi görürler. Bu yönlendiricilerin, tünelin diğer ucundaki karşı yönlendiriciye genel ağ aracılığıyla verilebilmeleri, genel adresleme başlıklarından soyutlanmaları ve yerel olarak hedefe ulaşması için yönlendirilebilir genel ağda başlıkla birlikte özel olarak adreslenmiş paketleri oluşturur ya da bünyesinde içerir. İsteğe bağlı olarak içerilen paket genel ağ üzerindeyken veri güvenliği için şifrelenebilir. RFC 5735 169.254.0.0/16 adres bloğunu yerel bağlantı adreslemede özel kullanım için tanımlar. Bu adresler yalnızca hostun bağlı olduğu noktadan noktaya bağlantı ve yerel ağ segmenti gibi linklerde geçerlidir. Bu adresler yönlendirilebilir değildir ve özel adresler gibi internette dolaşan hedef ya da kaynak paketler olamazlar. Yerel bağlantı adresleri, bir host bir IP adresini DHCPserverından ya da diğer içsel yapılandırma methodlarından alamadığında yerel olarak adres oto yapılandırılması için kullanılır. Adres boğu ayrıldığında, adres oto yapılandırılmasının mekanizmaları için herhangi bir standart oluşmaz. Microsoft Otomatik Özel IP Adresleme - APIPA adında bir uygulama oluşturarak bu boşluğu doldurmuştur. Microsoft'un pazarlama gücüne göre APIPA milyonlarca makineye yayıldı ve dolayısıyla endüstride Defacto standardı haline geldi. Pek çok yıl sonra IETF ,IPv4 yerel bağlantı adreslerinin dinamik yapılandırılması olarak anılan RFC 3927 fonksiyonellik için resmi bir standart tanımladı. 127.0.0.0–127.255.255.255 (127.0.0.0/8 CIDR notasyonunda) adres bloğu [localhost] iletişimi için ayrılmıştır.Bu blok içerisindeki adresler host bilgisayarı dışında asla dışarı çıkmamalıdır ve bu adrese gönderilen paketler aynı sanal ağ aygıtında gelen paketler olarak çevrilirler (geri döngü veya "loopback" olarak bilinir). 0 veya 255 oktetiyle biten adreslerin hiçbir zaman hostlara atanamadıkları yaygın bir yanlış anlaşılmadır. Bu sadece en azından 24 bitlik alt ağ maskeli ağları,eski sınıflı adresleme şemasındaki C sınıfı ağlar ve /24'den /32'ye maskeli ağlar içeren CIDR için doğrudur. Sınıflı adreslemede (CIDR'ın ortaya çıkmasıyla yürürlükte olmayan) sadece üç tane muhtemel alt ağ maskesi vardır:A ,B ve C sınıfı. Örneğin 192.168.5.0/255.255.255.0 (or 192.168.5.0/24) alt ağında 192.168.5.0 tanımlayıcısı bütün alt ağı temsil eder ve dolayısıyla aynı anda o alt ağdaki bireysel bir aygıtı temsil edemez. IP paketleri başlık kısmı ve veri kısmı olmak üzere iki kısımdan oluşur. IP paketlerinde, bazı veri bağlantısı katmanı protokollerinde olduğu gibi veri sağlama sayısı veya başka herhangi bir altlık içermez. Genellikle veri bağlantısı katmanı tarafından IP paketlerinin sarmalandığı paketlerin döngüsel artıklık denetimi altlıkları tarafından birçok hata tespit edilir. Ayrıca uçtan uca TCP katmanı sağlama toplamı birçok diğer hatayı tespit etmektedir. IPv4 paket başlığı 14 alandan oluşur. Bunlardan 13 tanesinin doldurulması zorunludur, (tabloda kırmızı arka plan ile gösterilen) 14. alan ise isteğe bağlıdır seçenekler alanı olarak adlandırılır. Başlıktaki alanlar yüksek basamaklı bayt başta olacak şekilde sıralanır ve diyagram ve tartışmalarda da yüksek basamaklı bitler önce yazılır. En yüksek basamaklı bit 0 numaralı olandır. Dolayısıyla sürüm alanı ilk baytın dört en yüksek basamaklı bitinde bulunur demek daha doğru bir tanımdır. IP paket başlıklarındaki ilk alan dört bit uzunluğundaki sürüm alanıdır. IPv4 için bu alana konacak değer 4'tür. (IPv4 adındaki v4 versiyon 4'ü temsil eder) 4 bit uzunluğundaki bu ikinci alan başlıkta bulunan 32 bitlik ("word") sayısıdır. Yani bu alandaki değer başlığın kaç adet 32 bitten oluşabileceğini göstermektedir. Başlıkta uzunluğu değişebilen tek alan seçenekler alanı olduğundan başlığın uzunluğunu bu alana belirler. Uzunluğun 32 bitin katı olmaması durumunda en yakın katına yuvarlanacak şekilde doldurma bitleri eklenir. Bu alanın alabileceği en düşük değer 5'tir (RFC 791). Bu da 5×32 = 160 bit = 20 bayta karşılık gelir. Bu alan 4 bitlik uzunlukta olduğundan gelebilecek en büyük değer 15'tir (yani 15×32 bit = 480 bits = 60 bayt). Aslında ilk olarak Hizmet Türü (ToS veya "Type of Service") alanı olarak tanımlanmıştır. Ancak RFC 2474'ten itibaren Sınıflandırılmış Hizmetler (DiffServ veya "Differentiated Services") alanı olarak tanımlanmıştır. Gitgide gerçek zamanlı veri akışı gerektiren ve dolayısıyla DSCP alanını kullanan yeni teknolojiler kullanıma girmektedir. Etkileşimli ses verisi takasını sağlayan Voice over IP (VoIP) buna bir örnek olarak gösterilebilir. RFC 3168 ile tanımlanan bu alan, paketleri düşürmeden uçtan uca ağ tıkanıklığı bildiriminin yapılmasını sağlar. İsteğe bağlı olarak kullanılan ECN yalnızca iki üç noktanın da bu özelliği desteklemesi ve kullanmak istemesi durumunda uygulanabilir. Yalnızca üzerinde olunan ağ tarafından desteklenmesi durumunda etkilidir. Paketteki başlık ve verinin birlikt
e toplam uzunluğunu belirten bu 16 bitlik alanın alabileceği en küçük değer 20 (20 bayt başlık + 0 bayt veri), en büyük değer ise 65.535 bayttır (16 bitlik bir sayının alabileceği en büyük değer). IP paketlerinin mümkün olan en büyük uzunluğu 65.535 olsa da bu paketleri çerçeve adı verilen iletim birimlerine sarmalayıp taşıyan alt katman protokollerinin taşıyabileceği maksimum çerçeve uzunluğu değişkenlik göstermektedir. Standartlara göre tüm hostlar 576 bayta kadar olan tüm veri bloklarını kabul edebilmelidir. Günümüzde birçok host çok daha büyük paketleri taşıyabilmektedir. Ancak bazen bazı alt ağlar maksimum paket büyüklüğü üzerine kısıtlama koymaktadır. Bu durumda bu sınırı aşan veri bloklarının parçalara ayrılarak taşınması gerekmektedir. Bu işleme parçalandırma ("fragmentation") denmektedir. Desteklenen maksimum paket büyüklüğünün 576 bayttan az olamayacağı standartla sabitlendiği için 576 bayta kadar olan tüm paketlerin parçalandırılmaya gerek kalmadan taşınabileceği kesindir. IPv4 protokolünde parçalandırma işlemi hostlarda veya yönlendiricilerde gerçekleştirilebilir. Tanımlama alanı olarak adlandırılan bu alan parçalandırılmış paketlerin hangi IP paketine ait olduğunu anlamak için her pakete eklenen ve aynı paketin parçaları olan paketlerde aynı olan sayının bulunduğu alandır. Bazı deneysel çalışmalar tanımlama alanının başka amaçlar için de kullanılmasını önermiştir. Örneğin bu alanın kaynak adresi alanında sahte bilgi içeren veri bloklarının takip edilmesini kolaylaştırma amacıyla kullanılabileceği önerisi yapılmış, ancak RFC 6864 tarafından bu tür kullanımlar yasaklanmıştır. Üç bitlik bu alan paket parçalarının kontrol edilmesi ve tanımlanabilmesi amacıyla kullanılmaktadır. Yüksek basamaktan düşüğe doğru sıralı olmak üzere bayrak bitleri su şekildedir: Eğer DF bayrağı ayarlanmışsa ama paketin aktarımı esnasında yönlendirilebilmesi için parçalandırılması gerekiyorsa, paket düşürülür ve hata iletisi gönderilir. Bu ayar parçalandırma işlemleriyle ilgilenecek miktarda kaynağı bulunmayan bir hosta paket gönderirken kullanılabilir. Bir diğer kullanım alanı da paketin aktarım yolunun desteklediği maksimum paket boyutunu ölçmektir. Bu ölçme IP yazılımı tarafından kendiliğinden veya ping veya traceroute gibi bazı ağ tanılama araçlarıyla kullanıcı tarafından gerçekleştirilebilir. MF biti, kendisinden sonra gelecek başka parçaların olduğu paketlerde 1 olarak, son paketlerde ise 0 olarak işaretlidir. Parçalandırılmamış paketler de kendilerinin ilk ve son parçası olarak düşünülebileceğinden bu paketlerde MF biti 0'dır. Parçalandırılmış paketlerin de son parçaları hariç tüm parçalarında bu bit 1 olarak ayarlıdır. MF biti 0 olan bir paketin tek başına bir paket mi yoksa bir paketin parçası mı olduğu Parçanın Başlangıç Konumu alanından anlaşılır. Zira o alan tek parçadan oluşan paketlerde 0 olacaktır. Orijinal paketin başlangıcına göre parçanın bağıl konumunu belirten bu alandaki 13 bit uzunluğunda olan sayının birimi sekiz bayttır (64 bit). Yani parçanın, orijinal paketin kaçıncı 64 bitlik kısmından itibaren olan kısmını içerdiğini belirtir. Bu alanla en fazla (2 – 1) × 8 = 65.528 bayt uzunluğunda konum belirtilebilir ancak bu başlık da dahil edildiğinde maksimum IP paket boyutunu (65.535) aşmaktadır (65.528 + 20 = 65.548 bayt). Sekiz bitten oluşan yaşam süresi paketlerin internet üzerinde döngülere takılarak sonsuza kadar kalmasını engeller. Teorik olarak bu alan paketin kalan ömrünü saniye türünden belirtir ve yol üzerinde paketin üzerinden geçtiği her düğüm yaşam süresi alanından paketin işlenmesi sırasında geçen süreyi düşer. 1 saniyeden kısa geçen süreler 1 saniyeye yuvarlanır. Günümüzde paketler yönlendiriciler üzerinden 1 saniyeden çok daha küçük sürelerde aktarıldığından uygulamada bu alan atlama sayısının ölçüsü olarak kullanılır. Yönlendiriciler paketi teslim aldığında TTL alanını bir azaltır. Sayı sıfır olduğunda paket düşer ve göndericiye ICMP Zaman Aşımı (ICMP Time Exceeded) iletisi gönderilir. Traceroute yazılımı da paketin kaynaktan hedefe giderken üzerinden geçtiği yönlendiricilerin listesini oluştururken yönlendiricilerden gelen ICMP Zaman Aşımı iletilerini kullanır. Bu alan IP paketlerinin veri kısmında hangi protokolün kullanıldığını tanımlar. İnternet Tahsisli Sayılar ve İsimler Kurumuna bağlı çalışan İnternet Tahsisli Sayılar Otoritesi, RFC 790 ile belirenmiş IP protokol numaralarının bir listesini tutmakktadır. 16 bit uzunluğundaki sağlama toplamı alanı başlıkta hata denetimi yapmak amacıyla kullanılır. Yönlendiriciye bir paket vardığında, yönlendirici paket başlığının sağlama toplamını hesaplar ve başlıkta yazan sağlamayla karşılaştırır. Eğer değerler bağdaşmıyorsa yönlendirici paketi yok sayar. Veri kısmındaki hatalarla veriyi sarmalayan protokol ilgilenmelidir. Hem UDP'nin hem TCP'nin sağlama toplamı vardır. Yönlendiriciye bir paket vardığında yönlendirici paketin TTL alanını bir azaltır. Sonra da yeni sağlama toplamını hesaplar. RFC 1071 sağlama toplamının hesaplanmasını şöyle tarif etmektedir: Örneğin on altılık gösterimi şu şekilde olan başlık verisini ele alalım: 4500003044224000800600008c7c19acae241e2b. Bu veri toplamda 20 bayt uzunluğundaki bir IP paketi başlığıdır. Standart ikinin tümleyeni artimetiğini uygulayan bir makinede: Başlığın sağlama toplamını doğrulamak için aynı algoritma kullanılabilir – doğru bir sağlama toplamı bulunduran bir başlığın sağlama toplamı hesaplandığında tamamen 0'dan oluşan bir sözcük elde edilir: Bu alan paketi gönderenin IPv4 adresidir. Ulaştırma esnasında bu adresin ağ adresi çözümleme aygıtı tarafından değiştirilebileceğine dikkat edin. Bu alan paketin alıcısının IPv4 adresidir. Kaynak adresi gibi bu adres de bir ağ adresi çözümleme aygıtı tarafından ulaştırma esnasında değiştirilebilir. Seçenekler alanı çok sık kullanılmaz. IHL başlğında bulunan 32 bitlik sözcüklerin uzunluğunun tüm seçenekleri kapsayacak kadar büyük olması gerektiğine dikkat ediniz, toplam uzunluğun 32 bitin katı olmaması durumunda başlık gereken miktarda dolgu verisiyle doldurulmalıdır. Seçenekler listesi EOL (Seçenekler Listesi Bitimi, 0x00) seçeneği ile bitirilebilir ancak bu yalnızca seçeneklerin sonu başka türlü başlığın sonuyla denk gelmiyorsa gereklidir. Başlığa konulabilecek seçeneklerin listesi şöyledir: Loose Source and Record Route (LSRR) ve Strict Source and Record Route (SSRR) seçeneklerinin kullanılması güvelik kaygıları nedeniyle önerilmemektedir. Bu seçenekleri barındıran paketleri birçok yönlendirici engellemektedir. Kanada demografisi 32,207,113 (Temmuz 2003 tahmini); 30,007,894 (2001 Nüfus Sayımı) "(2001 Sayımı)" "toplam:" 37.8 yıl "erkek:" 36.9 yıl "kadın:" 38.8 yıl (2002) Eyalet ve bölgelere göre (2001 Sayımı) 0.94% (2003 tahmini) Eyalet ve bölgelere göre değişim (1996-2001) 10.99 doğum/1,000 kişi (2003 tahmini) 7.61 ölüm/1,000 kişi (2003 tahmini) 6.01 göçmen/1,000 kişi (2003 tahmini) 4.88 ölüm/1,000 doğum (2003 tahmini) 1.61 doğum/kadın (2003 tahmini) Hristiyan %77: Katolik %43, Kanada Birleşik Kilisesi %9.7, Anglikan %6.9, Baptist %2.5, Lutheran %2.1, Ortodoks %1.6, diğer Hrıstiyan %8.0; Müslüman %2.0; Yahudi %1.1; Budist %1.0; Hindu %1.0; Sikh %0.9; dinsiz %16 İngilizce %59.3 (resmi), Fransızca %23.2 (resmi), İtalyanca %1.6, Almanca %1.5, Kanton lehçesi %1.1 Macsyma Macsyma bir bilgisayar destekli cebir sistemidir ve 1967-1982 yılları arasında Project MAC isimli bir projenin parçası olarak MIT AI Lab bünyesinde gerçekleştirilmiştir. 1982 yılında MIT Macsyma'nın bir kopyasını bu yazılımın geliştirilmesi için en çok desteği veren kurumlardan biri olan ABD Enerji Bakanlığı'na vermiştir. Yazılımın bu sürümü DOE Macsyma olarak bilinir. DOE Macsyma, 1982 yılında Symbolics'e lisanslanmıştı. Symbolics yıllarca Macsyma'yı geliştirmiş ancak daha sonra bunu esas işi olan Lisp makineleri satışlarına odaklanmasını engelleyen bir durum olarak görmeye başlamıştır. 1992 yılında eski bir Symbolics çalışanı tarafından Macsyma Inc. şirketi kurulmuş, yazılımın lisansını alıp geliştirmeye devam etmiştir. 1999 yılında Macsyma Tenedos LLC tarafından alınmıştır. Şirket şu anda Macsyma'yı yeniden çıkarmamış ve satmamıştır. 1982 DOE Macsyma sürümüne dayanan özgür yazılım modeline dayanan ve Maxima ismi altında geliştirilen benzer bir ürün mevcuttur. Maxima GNU Maxima özgür yazılım modeline göre geliştirilmiş, Common Lisp (CL) dili ile yazılmış bilgisayar destekli cebir sistemidir (BCS). Maxima dünyanın ilk genel amaçlı BCS si olan Macsyma sistemine dayanır.Macsyma, Massachusttes Institute of Tecnology (MIT)de 1963'te başlatılan Yapay Zeka (AI) çalışmalarının 1968' de bilim dünyasına tanıtılan ürünüdür. 1982, Macsyma' nın bir versiyonu Symbolics Inc. ye satılır. Bir versiyonu da Amerikan Enerji Bakanlığı (Departmen of Energy) tarafından alınarak DOE Macsyma adını alır. Enerji Bakanlığı ve bazı diğer devlet kuruluşları tarafından kullanılan ve desteklenen bu versiyonu William Schelter tarafından geliştirilir. MIT deki Macsyma grubunun bir üyesi olan Wiliam Schelter, Maxima'yı kendi geliştirdirdiği Common Lisp'te (CL) tekrar yazar. Schelter 1998'de enerji bakanlığından gerekli izinleri alarak Maxima'nın GNU Kamu Lisansı ile özgür yazılım statüsü kazanmasını sağlamıştır. Ölümüne kadar (2001) yine Schelter tarafından yönetilen Maxima projesi, birçok Maxima gönüllüleri tarafından geliştirilmektedir. http://maxima.sourceforge.net/ web sitesinden inidirilen Maxima paketi içinde komut satırı karakterli Xmaxima ve grafiksel arayüz olan wxMaxima beraber bulunmaktadır. wxWidgets ile geliştirlen wxMaxima en popüler grafiksel kullanıcı ara yüzüdür.GNU TeXmacs matematik editörü Maxima için kullanılabilecek etkileşimli arayüzlerden biridir. Maxima ile etkileşime geçmek için, bunların dışında "imaxima" ya da Emacs da kullanılabilir . Maxima Common Lisp dili ile yazıldığı için Lisp programlama ortamlarından da Maxima'ya erişmek mümkündür. Arkeometri Arkeometri, insanlığın kültür tarihini anlamada arkeologlara yardımcı olabilmek için antik es
erlerin ve materyallerin pozitif bilim yöntemleriyle incelenmesidir. Arkeometri, geçmiş yaşamı anlamaya ve yeniden kurmaya çalışan arkeolojiye doğru bilgi almasında yardım eden ve önemi giderek artan bir bilim dalıdır. Arkeometri genel bir tanım olarak, arkeolojinin, doğa bilimleriyle bağlantısını kuran bir yöntemdir ve gelişimi de arkeolojiden çok doğa bilimlerinin gelişmesine bağlıdır. Antik eserlerin nasıl, ne zaman, nerede, kimler tarafından ve ne için yaratıldığını anlayabilmek amacıyla arkeologlar çok çeşitli alanlardan uzman kişilerin yardımını istemektedirler. Arkeometri, fen bilimleriyle arkeolojinin ilişkisine de denebilir. Arkeolojiyi tarihten uzaklaştırıp doğa bilimlerine yaklaştıran da arkeometridir. Örneğin arkeologlar kazılarda buldukları organik maddelerin yaşını belirlemek için karbon-14 yöntemiyle tarihleme yaparlar. Bu yöntem doğrudan doğruya arkeologların kendi başlarına yapabileceğinden daha karmaşıktır. Arkeometrinin işlevi ise, genel olarak, optik (hava fotoğrafı, fotogrametri vb.) ve jeofiziksel (rezistivite, elektrik sondası vb.) yöntemlerle ören yerlerinin saptanması; radyoaktif (karbon-14, potasyum-argon, termolüminesans, elektron spin rezonans vb.) ve radyoaktif olmayan (arkeomanyetizma, obsidien hidrasyonu, dendrokronoloji, palinoloji vb.) yöntemlerle yaş tayini ve mutlak tarihlendirme yapılması; radyoaktif (nötron aktivasyonu, atomik soğurma spektrometresi vb.) ve bazı fiziksel yöntemlerle (optik mikroskobi, x-ışını floresansı, kızılötesi soğurma vb.) hammadde saptanması; paleoantropoloji, arkeobotanik, arkeozooloji, toprak analizleri, jeomorfolojik ve jeokronolojik yöntemlerle doğal çevre, biyolojik ortam ve nüfus gibi koşulların belirlenmesi; çeşitli kimyasal ve fiziksel analizlerle restorasyon ve konzervasyon yapılmasında yardımcı olunması; matematiksel kümeleme ve serileme yöntemleriyle tipolojik sınıflandırmanın ve teknolojik düzeyin belirlenmesidir. Ayrıca, teknolojik gelişimin doğrultusunda geliştirilen manyetometreler ile mikro seviyeli arkeolojik kalıntılar yüzey araştırmalarıyla belirlenebilmektedir. Adenin Adenin, toplam iki tane olan pürin bazlarından biridir. DNA ve RNA nükleik asitlerinin nükleotidlerinde bulunur. Adenin, DNA'da timine, RNA'da ise urasile hidrojen bağlarıyla bağlanarak içinde bulunduğu nükleik asidin yapısını sabitleştirir. Adenin, riboz'a bağlandığında bir nükleosit olan adenozin'i, deoksiriboz'a bağlandığında deoksiadenozin'i oluşturur. Adenozine üç fosfat grubu bağlanınca adenozin trifosfat (ATP) oluşur. ATP, hücre metabolizmasında tepkimeler arasında enerji taşınmasını sağlayan temel yöntemlerden biri olarak kullanılır. Geçmişte adenin, literatürde bazen vitamin B olarak adlandırılmaktaydı, ancak artık gerçek bir vitamin olarak düşünülmemektedir (bkz. B vitamini). Kimyasal formülü CHN'tir. Urasil Urasil, RNA'nın yapısındaki dört bazdan birisidir. Üç pirimidin'den birisidir. DNA'da urasil yerine timin kullanılır. Timin gibi, urasil de adenin ile iki hidrojen bağı kullanarak bir baz çifti oluşturabilir. Urasil ile timin arasındaki fark, urasilde timindeki metil grubunun olmamasıdır. Urasil, timinle karşılaştırılırsa, sitozin'e daha kolay bozunur. Urasil 2-oksi-4-oksi pirimidin olarak da bilinir. Timin Timin (CHNO, 2-oksi-4-oksi-5-metilpirimidin, 2,4-dioksi-5-metilpirimidin, 5-metilurasil), DNA'daki nükleik asitlerin bazlarından birisidir. Adenin ile bir baz çifti oluşturabilir. Adenin ile aralarında 2 adet zayıf Hidrojen bağı bulunur. Timin, deoksiriboz ile birleşince bir nükleosit olan timidin'i oluşturur. Timidin, bir, iki ya da üç fosforik asit grubuyla birleşerek sırasıyla TMP, TDP ve TTP'yi (timidin monofosfat, timidin difosfat ve timidin trifosfat) oluşturur. RNA'da timin yerine urasil bulunur. DNA ikileşmesi DNA ikileşmesi (veya DNA replikasyonu) tüm organizmalarda meydana gelen ve DNA kopyalayarak kalıtımın temelini oluşturan biyolojik bir süreçtir. Süreç, bir adet çift iplikli DNA molekülüyle başlar ve iki özdeş DNA'nın oluşumuyla son bulur. Orijinal çift iplikli DNA'nın her ipliği, tamamlayıcı ipliğin üretiminde (yarı korunumlu replikasyon olarak adlandırılan bir süreç) kalıp görevi görür. Hücresel proofreading ve hata kontrol mekanizmaları replikasyonun neredeyse hatasız gerçekleşmesini sağlar. Günümüzde yapılan araştırmalar sonucu, aynı tip hücrelerde DNA'nın kimyasal özelliğinin ve toplam miktarının nesilden nesile değişmeden aktarıldığı bilinmektedir. Buna göre DNA'nın tüm özellikleri aynı ata hücreden gelen benzer hücrelerde aynı kalmak zorundadır. Bu yüzden ister prokaryotik ister ökaryotik olsun her bir hücre mitoz bölünmeye hazırlanırken, DNA'lar kural olarak tüm uzunlukları boyunca bir ucundan diğer ucuna doğru kendilerini ikiler. James Watson ve Francis Crick'in 1953'te yayımladıkları makaleleri, ikili sarmalın nasıl kendini eşleyeceği konusunda fikir vermektedir. "Yarı-saklı ("semikonservatif") çoğaltma" olarak bilinen bu modelin geçerliliği o zamandan bu yana değişmemiştir. Çoğalmanın genel tarzı açıklık kazandıktan sonra araştırmalar, DNA sentezinin tüm ayrıntıları üzerine yoğunluk kazanmıştır. Günümüzde bilinen, DNA'nın kendini eşlemesi için sayısız enzim ve birçok proteine gerek duyduğudur. Sentez sırasındaki olayların karmaşıklığı bu araştırma alanının son derece aktif kalmasını sağlamıştır. Watson ve Crick, sarmal açıldığı takdirde, iki atasal zincir boyunca sıralanan bazların eşlenebilecekleri proteinleri kendilerine çekebileceklerini önermişlerdir. Buna göre, bazlar hidrojen bağlarıyla kendine uygun olan (örn. Adenin-Timinle 2'li hidrojen bağı, Guanin-Sitozinle 3'lü hidrojen bağı) bazı çeker ve eşleşir. Her iki kalıp boyunca bu nükleotitler kovalent bağlarla polinükleotit oluşturdukça, birbiriyle özdeş iki DNA zinciri oluşacaktır. Kopyalanan her bir DNA molekülünde bir "eski" bir "yeni" zincir bulunacağından, bu tip bir çoğalma "yarı-saklı (semikonservatif) replikasyon" olarak tanımlanır. DNA kopyalanması için, yine atasal zincirlerin kalıp olarak görev görmesine dayanan iki ayrı yol daha düşünülmüştür. Bunlar; 1958'de Meselson ve Stahl "E.Coli" 'de yeni sentezlenen bir DNA'nın bir yeni bir de eski zincir içerdiğini göstererek yarı-saklı çoğalma konusundaki sorunu çözmüşlerdir. Taylor, Woods ve Hughes, baklanın kök uçlarıyla yaptıkları deneyde ökaryotlarda da yarı-saklı çoğalma olduğunu göstermişlerdir. Aynı dönemde Kornberg, "E.Coli" 'den DNA Polimeraz I'i saflaştırmıştır. Kalıp ve öncü nükleozit trifosfatların bulunduğu ortamda, bu enzimin "in vitro" DNA sentezi yapabileceğini göstermiştir. Daha sonra DNA Polimeraz II ve III izole edilmiş ve polimeraz III, "in vivo" DNA kopyalanmasından sorumlu enzim olarak tanınmıştır. DNA, tüm hücrelerde bulunan, nesilden nesile aktarılabilen çift bir moleküldür. Bu çift molekül, bir sarmaşığın dalları gibi birbiri çevresinde dönerek bir sarmal oluşturur. Sarmaşık dalına benzer her molekül, bir DNA "ipliği"dir. Bu iplikler birbirlerine kimyasal olarak bağlanmış nükleotitlerden oluşur. Nükleotitler ise bir şeker, bir fosfat ve bir de dört çeşit azotlu bazlardan birisinden oluşur. Bu dört çeşit baz, adenin, timin, sitozin ve guanindir. Sırası ile "A", "T", "C" ve "G" harfleri ile kısaltılırlar. Her baz diğer bazların yalnızca bir çeşidi ile hidrojen bağları kurabilir, kural olarak; A ile T, C ile ise G bağ kurabilir. DNA molekülünün ikileşmesinde, sarmalın kollarnı birbirine bağlayan zayıf hidrojen bağları fermuar gibi açılır; her iki kolda, eşlerinden ayrılan pürin ve pirimidin uçlarını açıkta bırakır. Hücrenin sitoplazmasında bulunan çeşitli nükleotitlerin iki kol açıldıkça, kollarda bulunan uygun bazların karşılarına gelmeleriyle kendini eşleme başlamış olur. DNA'nın ikili sarmalı birbirinden ayrıldığı zaman, kural olarak Adenin grubu Timin grubuyla, Guanin grubuysa Sitozin grubuyla birleşerek yerlerini alırlar. Diğerleri uymadıkları için geri çevrilirler. Yine aynı şekilde, eski zincirdeki Adeninler Timinlerle, Sitozinler Guanin gruplarıyla ikili sırayı tamamlamak için birleşirler. Bütün nükleotitler eşlendiğinde ise, yeni zincir oluşturulmuş, "DNA kendini eşlemiş"tir. Kopyalanan yeni DNA iplikleri tamamen aynıdır, ancak nadiren çoğalmadaki hatalar nedeniyle kopyalama mükemmel olmaz (bkz. mutasyon). Kromozom üzerinde replikasyonun başladığı bölge ""replikasyon orijini"" olarak adlandırılır. Kromozom üzerinde replikasyonun olduğu noktada sarmala ait zincirlerin açılmasıyla meydana gelen çatala ""replikasyon çatalı"" denir. Bu çatal, önce sentezin orijin noktasında meydana gelir ve replikasyon devam ettikçe ilerler. Replikasyon çift yönlü ise, orijinden itibaren zıt yöne doğru ilerleyen iki replikasyon çatalı oluşur. Replikasyonun orijini ve yönü ile ilgili kanıtlar açıktır. DNA replikasyonunda, ikili sarmal açılır ve sentezin başladığı yer olan replikasyon çatalı oluşur. Proteinler açılan sarmalı kararlı kılar ve replikasyon çatalının önünde oluşan sarılma gerilimini hafifletirler. Sentez, kalıp boyunca belirli bölgelerden RNA Primazın, DNA Polimeraz III'ün polimerizasyonu başlatabileceği serbest 3'-OH ucunu sağlayan kısa bir RNA parçasını sentezlemesiyle başlar. İkili sarmalın antiparalel yapısından dolayı polimeraz III, kesintisiz zincirde 5'-3' yönünde sürekli DNA sentezi yapar. Kesintili zincir denen karşı zincirde kısa Okazaki fragmanları sentezlenir ve bu fragmanlar daha sonra DNA Ligaz ile birleştirilir. DNA Polimeraz I, RNA primerini uzaklaştırır ve yerine DNA sentezler, ortaya çıkan polinükleotidler (DNA parçaları) DNA Ligaz ile birleştirilir. DNA replikasyonunda yer alan birçok molekülü etkileyen pek çok mutant bakteri ve faj genlerinin izole edilmesi, tüm replikasyon işleminin karmaşık genetik kontrolünün aydınlanmasına yardımcı olmuştur. Cairns, izotoplar kullanarak, otoradyografi yöntemiyle replikasyonu izlemiş ve "E. coli"'de replikasyonun tek bir noktadan (orijinden) başladığını göstermiştir. Bu özgül bölgeye oriC denilmiştir. Bu bölgenin konumu "E. coli" üzerinde haritalanmış ve 245 baz içerdiği saptanmştır. Bu konuda yapıl
an başka araştırmalarda da, replikasyonun iki yönlü olduğu ve oriC'nin her iki yönünde hareket ettiği gösterilmiştir. Bu durumda replikasyon ilerledikçe ayrı yönlere doğru birbirinden uzaklaşan iki replikasyon çatalı oluşturur. Bu çatallar tüm kromozom yarı-saklı eşleştikten sonra, ""ter"" olarak adlandırılan sonlanma bölgesinde birbiriyle birleşir. Bir orijinden replikasyon başladıktan sonra eşleşen DNA'nın uzunluğunun bir birim olduğunu belirten terim ""replikon""dur. Buna göre, bakteriyofaj ve bakterilerde DNA sentezi bir noktadan (oriC), başlayıp bir noktada (ter) biter. Bakteriler, tek ve büyük bir kromozoma sahip oldukları için, kromozomun tümü bir ""replikon""dur. Replikasyonun yarı-saklı ve iki yönlü olduğu anlaşıldıktan sonra, birçok moleküler çalışma DNA kalıbı üzerinden tamamlayıcı uzun polinükleotit zincirlerinin gerçek sentezinin nasıl olduğunu anlamaya yönelmiştir. Bu çalışmalarda kullanılan mikroorganizmalarda, sentezde gerekli olan, DNA Polimeraz I, II ve III olarak bilinen enzimlerin varlığı görülmüştür. (bkz. DNA Polimeraz) J.H. Taylor, P.Woods ve W.Hughes; 1957'de ökaryotlarda da replikasyonun yarı-saklı olduğunu gösteren kanıtı sunmuşlardır. "Vicia faba" (bakla) bitkisinin kök uçlarıyla yaptıkları deneyde DNA'yı H-timidin ile işaretleyip, otoradyografisini çekmişler ve replikasyonu izlemeyi başarmışlardır. Buradaki replikasyonun yarı-saklı olduğunu kanıtlamışlardır. Ökaryotlardaki DNA replikasyonu prokaryotlardakine benzer ancak daha karmaşıktır. Her iki sistemde de DNA ikili sarmalı "replikasyon orijini"nden açılarak iki "replikasyon çatalı" meydana gelir. DNA polimerazın yönlendirdiği sentez, kesintisiz zincirde ve kesintili zincirde çift yönlü olarak devam eder. Prokaryotlardan en önemli fark olarak, ökaryotlada birçok "replikasyon orijini" ve sentezi yönlendiren daha farklı DNA Polimerazlar bulunmasıdır. Bunun nedenleri şöyle açıklanır: Çoklu replikasyon orijini ile ilk bulguların çoğu bir maya olan "Saccharomyces cerevisiae"'den elde edilmiştir. Mayadan elde edilen bu repliksyon orijinlerine ""özerk replike olan diziler"" (ARS) denir. Hücre döngüsünün G1 fazı sırasında bütün ARS dizilerine bazı protein grupları bağlanır ve ""orijin tanıma kompleksi"" (ORC) meydana gelir. Bu tanıma kompleksleri G1 fazında oluştuğu ve S fazından önce sentez başlamadığı için, sentezin gerçek başlama sinyalinde yer alan daha başka pronteinler de bulunmaktadır. Bu proteinlerin en önemlileri özgül kinazlardır. Kinazlar, hücre döngüsünün ayrılmaz bir parçası olan fosforilasyonun kilit enzimleridir. Kinazlar, ORC'ye bağlandıklarında, DNA polimerazın bağlanmasına açık olan bir ""ön tanıma kompleksi"" (pre-RC) oluşur. pre-RC'ye bağlanacak DNA polimerazlar, ökaryotik replikasyonun en karmaşık yönüdür. Buna göre, 6 farklı tipte DNA polimeraz formu saflaştırılıp, çalışılmıştır: Ökaryotlarda doğrusal kromozom uçlarının (telomerler) replikasyonda ortaya çıkan özel sorun, RNA içeren özgün bir enzim olan telomeraz enzimiyle çözülür. Genetik moleküller arasındaki rekombinasyon, DNA zincirlerini kesen, tekrar sıraya koyan ve tekrar birleştiren bir dizi enzim varlığına dayanır. Gen dönüşümü olayı, bu değiş-tokuşlar sırasında yanlış eşleşme onarımı ile gerçekleştirilen sentez ile en iyi şekilde açıklanabilir. Kanada coğrafyası Yeri: Kuzey Amerika'nın kuzeyinde, kuzey Atlas Okyanusu ve kuzey Büyük Okyanusu arasında, ABD'nin kuzeyinde. Rusya'dan sonra Kanada dünyanın ikinci en geniş ülkesidir ancak topraklarının çoğu kullanım dışıdır ve seyrekçe yerleşilmiştir. Kanada ayrıca dünyanin en uzun kıyı şeridine sahiptir. 50-60 kuzey paralelleri 140-70 batı meridyenleri arası 202,080 km 12 deniz mili Kanada iklimi her zaman bir tartışma konusudur. Dünya, Kanada'yı hep soğuk bir yer olarak tahayyül etmiştir. Her ne kadar bu doğru ise de - sıcaklığın -25 dereceye kadar düşmesi olağandır- sıcaklıklar yıl içerisinde değişir ve Kanada, en az soğuk günleri kadar sıcak yaz günleri yaşar. Kanada'da, iklimi İstanbul ile benzerlik gösteren Vancouver'dan, 70. Kuzey paralelin sürekli buzlarla kaplı bölgelerine, British Columbia'nın batı kıyılarındaki verimli bitki örtülerine kadar pek çok farklı iklim bölgesi mevcuttur. Bununla beraber, Kanada'nın ABD ile sınır bölgeleri boyunca uzanan kesimlerinde dört mevsim yaşanmaktadır. Bitki örtüsünün yenilenmesi, göçmen kuşların yuvalarına dönmeleri ve uzun ve sıcak günlerin habercisi olan ilkbahar Kanada'da her zaman heyecan verici bir dönemdir. Yazlar genellikle sıcak ve güneşlidir, sıcaklık 35 derece ve üzerine çıkabilir. Sonbahar daha serin ve birçokları için daha rahat bir mevsimdir. Sonbahar yaprakları mükemmel tabiat manzaralar oluşturur. Mevsim ne olursa olsun Kanada'da size uygun bir yer ve etkinlik muhakkak bulunur. Kanada'nın yapısı çok değişkendir. Ülkenin batısı dağlıktır ve Canadian Rockies en büyük sıradağlarıdır. Orta bölgesi engin bir ovadır ve Alberta, Saskatchewan, ve Manitoba'nın çoğunu kaplar. Manitoba, Ontario ve Quebec'in kuzeyi Kanada Kalkanı olarak bilinen kayalık bölgede bulunur. Bu bölge tarıma elverişli değildir ancak geniş mineral kaynakları vardır. Saskatchewan ve Manitoba'daki ovalar büyük tarımsal alanları nedeniyle "ekmek sepeti" olarak tanınır. Büyük Göller-St. Lawrence Nehri havzasındaki Ontario ve Quebec'in güneyi sulu tarım ve mandıracılık açısından zengindir ve ülkenin en çok yerleşilmiş bölgesidir. Appalachian Dağları, nehir vadileriyle girintili inişli çıkışlı tepeler oluşturarak New Brunswick, Yeni İskoçya, Quebec'deki Gaspe Yarımadası ve Newfoundland içinden dolaşır. == natural demir cevheri, nikel, çinko, bakır, altın, kurşun, molibdenyum, potas (potasyum hidroksit), gümüş, kömür, petrol, doğal gaz, hidroelelektrik, balıkçılık, ormancılık,ipek böcekciliği,odunculuk,kömürcülük,çaycılık ve fındıkçılık tarımı çok fazla aşırı derecede gelişmiştir 7,200 km² (2008) Kuzeydeki sürekli buzlanma gelişmeye karşı ciddi engeldir; Rocky Dağları doğusundaki şiddetli fırtınalar Arktik, Pasifik ve Kuzey Amerika'nın iç kesimlerindeki hava kütlelerinin karışımı sonucudur ve ülkedeki yağmur ve karın çoğunun nedenidir. Hava kirliliği ve sonucundaki asit yağmuru gölleri ciddi olarak etkilemekte ve ormanlara hasar vermekte; maden arıtımı, kömür yakan işletmeler ve taşıtların egzoz yayımı tarımsal ve ormansal üretimi etkilemekte; okyanus suları tarımsal, endüstriyel, madencilik ve ormancılık faaliyetleri nedeniyle kirlenmektediR. Sitozin Sitozin (C) ("2-oksi-4-aminopirimidin" ya da "4-amino-2(1H)-pirimidinon)" guanin, adenin ve timin (RNA'da urasil) ile beraber DNA ve RNA'daki temel azotlu bazlardan biridir. Kimyasal formülü CHNO'dur. Bir heterosiklik aromatik halka ve iki substituentten (4. pozisyona bağlanmış bir amin ve 2. pozisyona bağlanmış keton) oluşan bir pirimidin türevidir. Sitozin'in nükleosidi sitidin'dir ve Watson-Crick baz eşleşmesine göre guanin ile 3 hidrojen bağı ile bağlanmış baz çifti kurar. Sitozin Albrecht Kossel tarafından 1894 yılında, buzağının timüs dokusundan hidrolize edilerek keşfedilmiştir. 1903 yılında yapısı bulunmuş ve aynı yıl içinde laboratuvarda sentezlenmiştir. Sitozin son zamanlarda kuantum ölçümlerinde kullanım bulmuştur. Molekülün kuantum mekanik özelliklerinden yararlanılarak ilk kez bilginin kullanılması, 1 Ağustos 1998'de, Oxford Üniversitesinden araştırmacılar, David Deutsch'ın algoritmasını, 2 qubit'lik NMRQC (Nükleer Manyetik Rezonans Kuantum Bilgisayarı)'nda sitozin molekülüne dayanarak uyguladığında başarılmıştır. Sitozin DNA, RNA ya da bir nükleotidin parçası olarak bulunabilir. Sitidin Trifosfat (CTP) olarak bazı enzimlerin kofaktörü olabilir ve Adenozin Difosfat (ADP) molekülüne bir fosfat aktararak Adenozin Trifosfat (ATP)'ye dönüşmesini sağlayabilir. DNA ve RNA'da, Guanin ile baz çifti oluşturmuş şekilde bulunur ancak özünde kararsızdır ve deaminasyon yoluyla urasile dönüşebilir. Bu durum, urasil glikosilaz gibi DNA'daki Urasili ayıran DNA onarım molekülleri tarafından tamir edilmediği durumlarda, nokta mutasyonlarına yol açar. Ayrıca DNA metiltransferaz enzimi yardımıyla sitozine metil bağlanarak 5-metilsitozin oluşturulabilir Guanin Guanin (IUPAC ID: 2-amino-1H-purin-6(9H)-one) DNA ve RNA nükleik asitlerinde bulunan , diğerleri sitozin, timin, adenin ve urasil olmak üzere beş asıl azotlu bazdan biridir. CHNO formullü bir pürin türevi olan guanin, Watson-Crick baz eşleşmesinde sitozin ile 3'lü hidrojen bağı kurar. Çift bağlarla eşlenmiş bir pirimidin-imidiazol çember sistemi içerir ve doymamış bi-siklik hali düzlemseldir. Guanin nükleotitine guanozin denir. Timin genellikle DNA'da, Urasil ise yalnızca RNA'da görülmesine karşın guanin, adenin ve sitozin ile beraber hem RNA hem de DNA'da bulunur. Guaninin esas keto ve ender endo form olmak üzere iki formu bulunmaktadır. Sitozin'e 3 hidrojen bağı ile bağlanır. Bu bağlanmada sitozinde amino grubu hidrojen vericisi, C-2 karbonil ve N-3 amin hidrojen-bağ alıcısıdır. Guaninde ise c-6 grubu hidrojen alıcısı, N-1 grubu ve C-2'de bulunan amino grubu hidrojen vericisidir. Guanin ilk kez 1844 yılında, İspanyolcada guano olarak isimlendirilen deniz kuşlarının dışkılarından izole edilmiş ve gübre olarak kullanılmıştır. Bundan yaklaşık elli yıl sonra Fischer guaninin yapısını belirlemiş ve ürik asitin guanine çevrilebileceğini göstermiştir. Guanin kuvvetli asit ile glisin, amonyak, karbondioksit ve karbonmonoksite hidrolize edilebilir ve ilk kez ksantine deamine edilmiştir. Guanin, DNA'daki diğer pürin türevi olan adeninden daha kolay okside olabilir. Erime noktası 350 °C gibi yüksek bir değerdir ki bu, okso ve amino grupları arasındaki molekül içi hidrojen bağlarının kristalize bir şekilde düzenli olduğunu gösterir. Bu molekül için bağlar dolayısı ile guanin suda tam olarak çözünmez ancak seyreltik asit ve bazlar ile çözünebilir. Guanin ayrıca bazı balıkların pullarında, memelilerin karaciğer ve pankreasında ve kuş pisliğinde bulunan beyaz, şekilsiz bir maddenin de ismi olarak bilinir. Eşit miktarda guanin amonyum siyanidin (NHCN) polimerizasyo
nu ile oluşabilir. Levy "et al." tarafından yapılan iki deneyde görülmüştür ki, 10 mol·L NHCN 'nin 80 °C'de 24 saat ısıtılması 0.0007%'lik bir ürün ortaya çıkarmıştır, 0.1 mol·L NHCN 'nin -20 °C 25 yıl boyunca soğutulması ile de 0.0035%'lik bir ürün elde edilmiştir. Bu bulgular eski dünya koşullarında donmuş bölgeleri guaninin kendiliğinden oluşabileceğine işaret etmektedir. Yuasa'nın bulgularına göre NH, CH, CH, 50 mL suyun elektrikle muamele edilmesi ve ardından asit hidrolizi ile 0.00017% ürün oluştuğu gözlenmiştir. Ancak yine de guaninin ortaya çıkışının yalnızca reaksiyonunun kontaminasyonu ile olup olmadığı tam olarak bilinememektedir. 5NH + CH + 2CH + HO → CHNO (guanine) + (25/2)H Bir Fischer-Tropsch sentezi de adenin, urasil ve timin ile beraber guaninin de oluşmasını sağlayabilir. CO, H ve NH içeren eşmolar bir gaz karışımının 700 °C'ye 15-24 dakika boyunca ısıtılıp, hızlıca soğutulup daha sonra 100 ila 200 °C de alumin katalisti ile 16-44 saat boyunca bekletildiğinde açığa guanin ve urasil ürün olarak çıktığı gözlenmiştir. 5CO + (1/2)H + 5NH → CHNO (guanin) + 4HO Diğer mümküm abiyotik sentez yolu ile 90% N–10%CO–HO gaz karışımının yüksek ısılı plazma haline, yüksek basınçla sıkıştırılmasıdır. 1656 yılında, Paris'te François Jaquin (Bir gül üreticisi) inci esansı olarak adlandırdığı, guanini bazı balıkların pullarından ayıklamıştır. Kozmetik endüstrisinde, kristalize guanin birçok üründe parlak inci etkisi veren katkı maddesi olarak kullanılmıştır (Ör: Şampuan). Ayrıca, plastik, metalik boya ve sahte incilerde de parlaklık ve renk vericisi olarak, rimel ve tırnak cilası ürünlerinde de parlaklaştırmayı sağlamak üzere kullanılmıştır. Sprey, boya ve daldırılacak sıvı madde (oje) olarak kullanılabilmektedir, alternatifleri ise mika, alüminyum, bronz partikülleri ve suni inci'dir. Örümcek ve akrepler daha az su kaybı sağlamak için atık metabolizma ürünü olarak hücre içinde amonyağı guanin'e çevirir ve vücut dışına bu şekilde atarlar. Teşkîlât-ı Esâsîye Kanunu (1924) 20 Nisan 1924'te yürürlüğe giren 1924 Anayasası ya da resmî adıyla Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasîye Kanunu'nu yürürlükten kaldırmıştır. Birkaç önemli değişiklikle (Altı ilkenin eklenmesi, devletin dininin İslam olduğuna dair ibarenin kaldırılması ve kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının verilmesi gibi) 1961'e dek yürürlükte kalmıştır. 1 Ekim 1945'te içeriği değiştirilmeden, dili Türkçeleştirilerek yeniden kabul edilmiştir. 27 Mayıs 1960 ihtilalinin ardından, yeni bir anayasa hazırlanarak 1961'de kabul edilmiş ve 1924 Anayasası yürürlükten kalkmıştır. "Hükümet sistemi" yerine "kabine sistemi" getirilmiştir. 1928 yılında "Devletin dini İslamdır." ibaresi çıkarılmıştır. 1930 yılında seçme ve seçilme hakkı kadınlara da tanınmıştır. 1937 yılında laiklik ilkesi anayasaya girmiştir. Cumhuriyet İlkesi: 1924 Anayasası Cumhuriyet ilkesini temel almıştır. Nitekim anayasanın 1. maddesi “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” demektedir. Bu hükümle devletin yönetim şeklinin “cumhuriyet rejimi olduğu” belirtilerek, ülkeyi idare edeceklerin ancak seçim yoluyla bu hakkı elde edebilecekleri kabul edilmiştir. Millî Egemenlik İlkesi: 1924 Anayasası 3. maddesinde “hâkimiyet kayıtsız milletindir” denilmektedir. Bu hükümle anayasa millet egemenliğini kabul etmiştir. Bu hüküm aynı zamanda demokratik bir devlet düzeninin ilk hareket noktası olmuştur. Türk Milleti, egemenliğinin sahibi olduğunu verdiği Millî Mücadele ile bütün dünyaya kabul ettirmiştir. Bu egemenlikte artık hiçbir kişinin veya dini inanç ve kurumun ilişkisi yoktur. Millet egemenliğinin sahibidir. Bu egemenlik Türkiye Büyük Millet Meclisi aracılığıyla kullanılır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olup millet adına egemenlik hakkını kullanmaya yetkili tek organdır. Güçlerin Birliği ve Büyük Millet Meclisi’nin Üstünlüğü: 1924 Anayasası da güçler birliği sistemini kabul etmiştir. Anayasanın 5. maddesi “yasama yetkisi ve yürütme gücü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde belirir ve toplanır” demektedir. Bu anayasada da kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsenmemiştir. Büyük Millet Meclisi’nin üstünlüğü vardır. Meclisin üstünde bir kuvvet yoktur. Bu nedenle meclis ancak kendini fesh edebilir. Türkiye Büyük Millet Meclisi devletin organları içinde en üst organdır. Milletin tek temsilcisidir, yasama yetkisini meclis doğrudan kendisi kullanır. Yürütme yetkisini kendisi tarafından seçilecek bir cumhur başkanı ve onun atayacağı bakanlar kurulu aracılığıyla kullanır. 1924 Anayasası’nın 2. maddesinde; Türkiye Devleti’nin dininin İslâm olduğu ibaresi yer almış, Türkiye Devleti’nin dilinin Türkçe olduğu ve devlet merkezinin Ankara olduğu açıklanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren gerçekleştirilen köklü atılım ve devrimlerle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sosyal ve ekonomik karakteri de ortaya konmuş ve bunlar 1937’de Anayasa’nın 2. maddesinde yapılan değişikliklerle anayasaya dahil edilmiştir. Böylece Türkiye Devleti’nin “Cumhuriyetçi, milliyetçi, laik, halkçı, devletçi ve inkılâpçı” bir devlet olduğu anayasayla da belirtilmiştir. Bu özellikleri ile Türkiye, hukuksal olarak çağdaş ve modern bir devlet olmuştur. 1924 Anayasası’na göre yasama organı Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Meclis egemenliği millet adına kullanacak olan tek yetkili organdır. Meclis yasama görevini doğrudan kendisi yapmaktadır. Bu görevler arasında; “Kanun koymak, tefsir etmek, kanunları değiştirmek, kaldırmak, devletlerle sözleşmeler yapmak, barış yapmak, savaş ilan etmek, devlet bütçesini incelemek, para basmak, genel ve özel af çıkarmak, idam kararlarını onaylamak” gibi yasama görevleri bulunmaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa’yı, üyelerinden 1/3’nün teklifi ile 2/3’nün çoğunluk oyuyla değiştirebiliyordu. Ayrıca yürütme meclisi feshedemiyordu. 1924 Anayasası’nın beşinci maddesi ile yürütme kudreti Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde toplanmıştır. Ancak Meclis bu görevini kendisi tarafından seçilen bir Cumhurbaşkanı ve onun tayin edeceği İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu) aracılığıyla kullanmaktadır. Yürütmenin en üst organı olarak Cumhurbaşkanı öngörülmüş ve yürütme görevini yapacak organ olarak bugünkü anlamda bir Başbakan ve onun belirlediği bakanlardan oluşan Bakanlar Kurulu olarak belirtilmiştir. Bakanlar, Başbakan tarafından belirlenir, Cumhurbaşkanınca tasdik edilir ve meclisin onayına sunulurdu. Türkiye Büyük Millet Meclisi her zaman hükümeti denetleyebilir ve düşürebilirdi. 1924 Anayasası yargı yetkisini bağımsız mahkemelere vermiştir. Anayasa yargı organlarının verdiği kararların, Türkiye Büyük Millet Meclisi ile İcra Vekilleri Heyeti’nce değiştirilemeyeceğini ve yerine getirilmesine mani olunamayacağını hüküm altına alarak, yargı kararlarına hem teminat hem de bağımsızlık getirmiştir. 1924 Anayasası, 1921 Anayasası’nın aksine yargı kuvvetini Meclise vermemiş, bağımsız mahkemelere bırakmıştır. 1924 Anayasası’nda 1924’ten 1960’a kadar bazı değişiklikler yapılmıştır. Bu değişiklikler şunlardır: 10 Nisan 1928 tarihinde yapılan değişiklikle Anayasa’nın 2 maddesinde yer alan “Türkiye Devleti’nin dini İslâm’dır” hükmü çıkarılmıştır. Ayrıca milletvekillerinin yeminlerindeki vallahi kelimesi “namusum üzerine söz veririm” ifadesiyle değiştirilmiştir. Yine Meclisin görevleri arasında yer alan “ahkam-ı şer’iye’nin tenfizi” (dinsel hükümlerin yerine getirilmesi) hükmü anayasadan çıkartılmıştır. Bu değişikliklerle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik bir devlet olması amaçlanmış ve laik devlet anlayışına yönelinmiştir. 5 Aralık 1934’te yapılan değişikliklerle kadınlara milletvekili seçme ve seçilebilme hakkı verilmiş ve seçmen yaşı 18’den 22’ye çıkartılmıştır. 5 şubat 1937’de aslında Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilkeleri olan “Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılâpçılık” Anayasanın 2. maddesine dahil edilerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel nitelikleri olarak belirtilmiştir. 10 Ocak 1945’te ve 24 Aralık 1952’de yapılan düzenlemelerle Anayasa’nın dili üzerinde değişikliklere gidilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun süre yürürlükte kalan Anayasası niteliğindeki 1924 Anayasası, 27 Mayıs 1960 hareketine kadar yürürlükte kalmış ve bu hareketle birlikte yürürlükten kalkmıştır. Modern hukuk kurallarını benimsemek durumunda olan genç Cumhuriyet, aynı zamanda laiklik ilkesini hukuk alanına da uygulamak ve kanun koyarken dini esaslara bağlı kalmadan, kanunları, modern çağın gereklerine dayandırmak zorundaydı. Adıyaman Adıyaman, Adıyaman ilinin merkezi olan ilçedir. Yerleşimin eski adı Hısnımansûr (Mansur'un kalesi) olup, Cumhuriyet döneminde bugünkü adını almıştır. Adının 7. yüzyılda buraya gelen Emevî kumandanlarından Mansûr bin Ca'vene’den geldiği düşünülmektedir. Başka bir rivayete göre bu isim Abbâsî Halifesi Mansur’un adından gelmektedir. Uzun yıllar boyunca Hısnımansûr adıyla anılan şehrin içinde olduğu bölgede yerleşimin tarihi oldukça eski dönemlere kadar uzanmaktadır. Bölgede tarih boyunca Hitit, Hurri, Mitanni, Kummuh, Asur, Pers, Seleukos, Kommagene Krallığı ile Roma ve Bizans hakimiyeti görülmüştür. 7. yüzyıldan itibaren İslâm akınları bölgede görülmeye başlamış ve 670 yılında yerleşiminde içerisinde olduğu bölge Emevî hakimiyetine geçmiştir. Emevî kumandanlarından Mansûr bin Ca'vene tarafından bugünkü kale inşa ettirildi. 758'de Abbâsî egemenliğine geçen Hısnımansûr, 926-958 yılları arasındaki Hamdaniler döneminden sonra yeniden Bizans hakimiyetine geçti. 11. yüzyılda Türk akınlarına uğrayan yerleşim, ilk defa 1066’da Selçuklu kumandanı Gümüştekin tarafından alındı. Artuklu, Eyyûbî ve Selçuklu, İlhanlı, Akkoyunlu, Dulkadiroğulları ve Memlüklü hakimiyetinden sonra 1515 yılında Osmanlı egemenliğine geçti. Osmanlı idaresinde 1519'da Maraş eyaletine bağlı sancak olan yerleşim, 1531 yılında Elbistan sancağına bağlı bir kaza haline getirildi. 1519 yılında yerleşimin ilk tahririnde 1000 civarında müslüman nüfusun yanında yerleşimde 400 civarında da gayri müslim nüfus bulunmaktaydı. Hısnıma
nsûr, 1563'te yeniden Maraş’a bağlandı ve uzunca yıllar bu konumda kaldı. Tanzimattan sonraki düzenlemede 1841'de kaza olan yerleşim, 1849'da Diyarbekir vilayetine bağlı bir sancak durumuna getirildi. 1859'da Malatya sancağına, 1883’te de Mamuret-ül-Aziz Vilayetine bağlandı. Cumhuriyet döneminde Hısnımansûr, 1923'ten 1954 yılına kadar Malatya’nın ilçesi olarak kaldı. 22 Haziran 1954'te Adıyaman ilinin kurulmasıyla merkez ilçe oldu. Atatürk Barajı'nın büyük bir kısmı Adıyaman ili sınırları içerisinde yer alır. Afyonkarahisar Afyonkarahisar, eski ve halk arasındaki ismiyle Afyon, aynı isimli ilin merkezidir. Mermercilik ve gıda sektöründe Türkiye içinde ve dışında isim yapmıştır. 2005 yılında eski ismi Afyon olan şehrin ismi Afyonkarahisar olarak değiştirilmiştir. Yerleşimin eski adı Karahisâr-ı Sâhib' dir. Karahisar ismi, şehrin ortasında yükselen koyu renkli volkanik kayaların renginden ve üstünde bulunan hisardan gelir. Sâhib adı ise, Anadolu Selçukluları’nın son devirlerinde yaşayan ve Moğol istilası sırasında buraya gelen Sahip Ata Fahrettin Ali’nin unvanından gelmektedir. Günümüzde kullanılan Afyon adı da bölgede eskiden beri büyük alanda yapılan haşhaş ekimine dayanmaktadır. Kentin tarihi M.Ö. 3000 yılına kadar uzanmaktadır. M.Ö. 2000 ilk dönemlerinde Hattiler' in egemenliğinde bulunan yerleşim, M.Ö. 2. bin yılın ortalarında Hititler' in denetimine geçmiştir. Hitit devleti yıkılınca M.Ö. 1000 yılı dolaylarında yerleşim Frigler' in egemenliği altına girdi. Frigler döneminde kale içine "Akronium" ismi verilmiş daha sonra bu isim şehir içinde kullanılmaya başlanmıştır. M.Ö. 6. yüzyılın sonlarına doğru Frigler'in egemenliği bitmiş ve yerleşim Pers hakimiyetine geçmiştir. Pers egemenliği, M.Ö. 333 yılında Makedon Kralı III. Aleksandros'la yapılan İssos Savaşı'nda alınan yenilgiyle son bulmuştur. M.Ö. 30 yıllarından itibaren yerleşiminde içinde olduğu bölge Roma İmparatorluğu egemenliğine girmiştir. Romalılar döneminde yerleşim "Akroenos" adını almıştır. Roma İmparatorluğu' nun M.S. 395 yılında bölünmesiyle yerleşim Bizans İmparatorluğu topraklarında kalmış ve yerleşime "Akronion" ismi verilmiştir. 12. yüzyıl sonlarına doğru yerleşim Türk egemenliğine geçmiştir. Anadolu Selçuklu Devleti' nin Kösedağ Muharebesi' nde aldığı yenilgi sonucunda Afyon' un da içerisinde olduğu bölge vezir Sâhib Ata Fahreddin Ali denetimine verilmiş ve 1275 yılında Afyonkarahisar' ın başşehri olduğu Sâhib Ataoğulları Beyliği kurulmuştur. 1341 yılında Germiyanoğulları Beyliği topraklarına katılan yerleşim 1390 yılında Osmanlı egemenliğine geçmiştir. 1402 Ankara Savaşı sonucunda Afyonkarahisar yeniden Germiyanoğulları'nın eline geçmiştir. II. Yakub Bey'in vasiyeti üzerine yerleşim 1429 yılında yeniden Osmanlı egemenliğine katılmıştır. Osmanlı döneminde ilk önceleri "Karahisar-ı Devle", "Karahisar" ve "Karahisar-ı Sahib" adıyla sancak merkezi olarak anılan yerleşim, 1684 yılındaki belgelerde ise "Afyonkarahisar" adıyla da anılmaya başlamıştır. "Yerleşim 1833 yılında Kavalalı İbrahim Paşa kuvvetlerince ele geçirilmiş, ancak aynı yıl içerisinde tekrar Osmanlı egemenliğine geçmiştir. Afyonkarahisar mermer tesisleri ile, 2005 yılı itibarıyla büyüklü küçüklü 356 mermer işletmesinin faaliyet gösterdiği Afyonkarahisar'da, zengin ve kaliteli mermer yataklarının işletilmesi ve işlenmesi, sektörün hızla gelişmesini sağlamıştır. Gıda sektörü de gelişmiş durumdadır. Özellikle kaymaklı kadayıfı ve Afyon lokumu meşhurdur. Bunun yanında sucuk da diğer önemli gıda maddesidir. Ayrıca patates ve yumurta üretiminde de adını duyurmuştur. Afyonkarahisar konumuna ve nüfusuna oranla çevresindeki illere göre daha az sanayileşmiş durumdadır. Kalkınmada öncelikli yöre kapsamına girmesine rağmen ciddi bir yatırım almamıştır. Ömer-Gecek, Hüdai, Heybeli ve Gazlıgöl termal alanları Kültür ve Turizm Bakanlığınca Termal Turizm Alanı olarak ilan edilmiştir. Bu kapsamda son yıllarda termal turizme yönelik olarak özel sektör tarafından birçok otel ve konaklama yerleri yapılarak hizmete girmiştir. Afyon Kocatepe Üniversitesi, Afyonkarahisar'da toplam üç yerleşkede eğitim ve öğretim faaliyetlerini sürdürmektedir. 2015-2016 akademik yılında üniversite fakültelerinde 42.803 öğrenci öğrenim görmektedir. 1. Lig'te mücadele eden bir Afjet Afyonspor futbol takımı ve Türkiye Basketbol 1. Liginde yer alan Afyonkarahisar Belediyespor ve Türkiye Erkekler Voleybol 1. Liginde mücadele eden Afyonkarahisar Belediyespor voleybol takımı bulunmaktadır. 2001 yılından beri Afyonkarahisar Caz Festivali düzenlenmektedir. Bulunduğu konum itibarıyla şehire dört bir yandan demiryolu ulaşımı bulunmaktadır.Şehire demiryolu ilk olarak Osmanlı Devleti'nin yaptığı yatırımlar sonucunda bu gün Afyonşehir istasyonu olarak adlanlandırılan istasyon kurulmuştur.İlerleyen yıllarda Türkiye Cumhuriyeti döneminde demiryollarına yapılan yatırımlar sonucunda bugün halen kullanılmakta olan Afyon Gar binası yapılmış ve işletmeye alınmıştır. Afyonkarahisar'a Ankara-İzmir Yüksek Hızlı Tren hattı çalışmaları neticesinde yüksek hızlı tren hattı şehirden geçecek ve ayrıca şehirde yükek hızlı tren istasyonu kurulacaktır.Çalışmalar TCDD kontrolünde devam etmektedir. NATO'nun 2. ve Türkiye'nin en büyük askeri havaalanına sahiptir. Ancak sivil amaçlı kullanılmamaktadır. Sivil amaçlı olarak Kasım 2012'de hizmete açılan Zafer Havalimanı'ndan yararlanılması düşünülmektedir. Bu havaalanı Türkiye'nin 4. büyük havalimanıdır. 29 Ekim 2012 tarihinde hizmete açılmıştır. Kütahya'ya 39 km, Afyonkarahisar'a 60 km, Uşak'a 103 km ve Eskişehir'e 113 km uzaklıktadır. Şehir bulunduğu konum itibarıyla kavşak noktada olan bir yer olduğundan kara yolu ulaşımı çok kolay ve gelişmiştir.İl genelinde bulunan yollar iyi durumdadır.Bunun haricinde toplu ulaşım otagardan yapılmaktadır.Otogar Aftaş tarafından işletilmektedir. Afyon "Afyon", aşağıdaki anlamlara gelebilir: Ağrı (il) Ağrı (Kürtçe: Agirî), Türkiye'nin Doğu Anadolu Bölgesi'nde bulunan bir ildir. Adını kısmen sınırları içerisinde bulunan Ağrı Dağı'ndan almıştır. 1834 yılında bucak, 1869 yılında ilçe olan Ağrı, 1927 yılında il olmuştur. İlin doğusunda İran, kuzeyinde Kars, kuzeybatısında Erzurum, güneybatısında Muş ve Bitlis, güneyinde Van ve kuzeydoğusunda Iğdır bulunmaktadır. İl Nüfusu: 536.285'dir. Bu nüfusun %58,7'si şehirlerde yaşamaktadır. (2017). İlin yüzölçümü 11.099 m²'dir. İl merkezi Ağrı'nın denizden yüksekliği: 1630 m.'dir. İlin rakımı en yüksek ilçesi Diyadin'dir (1933 m.). 2017 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 8 İlçe, 12 belediye, bu belediyelerde 99 mahalle ve ayrıca 562 köyü vardır. Orta Asya'dan gelen kavimlerin Anadolu'ya girişleri sırasında Ağrı, bir geçiş oluşturmuş, dolayısıyla birçok medeniyete sahne olmuştur. Ancak bu medeniyetler Ağrı'yı bir giriş kapısı olarak gördüklerinden burada çok köklü bir uygarlık oluşturamamışlardır. Bölgede egemenlik kurdukları sanılan Hititler'in güçlerini yitirmeleri üzerine, MÖ 1340 - MÖ 1200 tarihleri arasında Hurriler bölgeye yerleşmişlerdir. Hurriler krallık merkezi olan Urfa'dan uzak olan Ağrı'yı ellerinde tutamamışlardır. En köklü uygarlığı Urartular oluşturmuştur. Urartu'nun Van Gölü'nün kuzey ve kuzeydoğusundaki ülkeler üzerine, Kral İspuini döneminde (MÖ 825 - MÖ 810) seferlere başlamış, Kral Menua döneminde (MÖ 810 - MÖ 786) ise bu akınlar daha da ağırlık kazanmıştır. Kuzeye ve kuzeydoğuya giden yollar üzerinde inşa edilen kaleler, buraya yapılan seferlerin önceden planlandığını göstermektedir. Ağrı Dağı'nın yamaçlarında, Karakoyunlu ve Taşburun köylerinin arasında ele geçen bir Urartu yazıtı Kral Menua'nın bu bölgedeki egemenliğinin kesin kanıtıdır. MÖ 712 yıllarında Kızılırmak boylarına kadar uzanan Kimmerler, Ağrı'da geçici de olsa bir hakimiyet kurmuşlardır. Medler (MÖ 708 - MÖ 555) Asur Devleti'nin yıkılması ile birlikte bir yayılma sürecine girmiş, bunun sonucu olarak da Ağrı ve çevresini topraklarına katmışlardır. Medler'in yıkılması ile birlikte Persler; Büyük İskender'in Pers Kralı lll. Darius'u MÖ 331'de yenerek Anadolu'yu ele geçirdiği zamana kadar yaklaşık iki yüzyıl kadar bölgede yaşamışlardır. Büyük İskender'in ölümü üzerine oluşan boşluktan faydalanan Ermeniler ve Gürcüler bölgeyi ele geçirmişlerdir. Murat Nehri ve Doğubayazıt çevrelerine kısa sürede yerleşmişlerdir. Daha sonraları Arsaklılar ve Artaksıyaslı Krallığı, Ağrı ve çevresine hakim olmuştur. Bölge, Halife Osman zamanında İslam orduları tarafından fethedilmiştir. 872 yılına değin Abbasiler'in kontrolü altında kalan Ağrı, daha sonra Bizans'ın kontrolüne geçmiştir. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi sonrası bölgeye Türk boyları gelmeye başlamıştır. Ağrı, yüzyıla yakın bir süre Sökmenli Devleti'nin sınırları içine girmiştir. 1027 - 1225 yılları arasında Ani Atabekleri, 1239'da Cengizliler, 1256 - 1358 yılları arasında İlhanlılar ve Celaliler Ağrı'da hüküm sürmüşlerdir. İlhanlılar bazen kurultaylarını Ağrı Dağı'nda yapmış, Anadolu ve İran'ı buradan yönetmişlerdir. 1393'te Moğol hakanı Aksak Timur, Ağrı bölgesini ele geçirmiştir. 1405 - 1468 tarihleri arasında Ağrı, Karakoyunlu toprakları içinde yer almış, Karakoyunlular yıkılınca Ağrı Akkoyunlular'ın egemenliğine geçmiştir. Ağrı, 1514'te yapılan Çaldıran Muharebesi sonrası Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı döneminde "Şorbulak" olarak anılan ilin adı, Ermeniler zamanında "Karakilise" olarak değiştirilmiştir. Kâzım Karabekir Paşa zamanında ise Karakilise ismi değiştirilerek "Karaköse" diye adlandırılmıştır. Nuh Tufanı ile ilgisinden dolayı Tevrat'ta adı geçen Ararat Dağı ve ülkesinin, Ağrı ve çevresinin olduğu sanılması dolayısıyla Ağrı'ya batılılar tarafından Ararat da denilmektedir. 5165 m. yüksekliğiyle Türkiye'nin en büyük dağı olan Ağrı Dağı da il sınırlarındadır. Ağrı ili nüfusu: 536.285'dir. Bu nüfusun %58,7'si şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 11.099 km²'dir. İlde km²'ye 48 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 88’dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı - % 1.10 olmuştur. 2018 yılında T
ÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 8 İlçe, 12 belediye, bu belediyelerde 99 mahalle ve ayrıca 562 köy vardır. İlin tüm ilçelerinde nüfus azalmıştır. Nüfus azalma oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Eleşkirt (-% 3,30), Doğubayazıt (-% 0,07) 2017-2018 Sezonu sonunda, Ağrı 1970 Spor, BAL (Bölgesel Amatör Lig) de ligi 10.sırada bitirmiştir. Futbol Kadınlar 3.ligindeki 3 takımdan, Ağrı Dicle Aslan 2.lige çıkmıştır. Ağrı kros yarışlarında ve kayakta başarılı olan bir ildir. İlin önemli spor tesisleri: 10.000 kişi kapasiteli Vali Lütfü Yiğenoğlu Stadyumu (2010), 2500 kişilik Ağrı Kapalı Spor Salonu (2017), Güneykaya ve Küpkıran Kayak Merkezleridir. Ağrı (anlam ayrımı) Ağrı şu anlamlara gelebilir: Amasya (il) Amasya, Türkiye'nin Karadeniz Bölgesi'nde bulunan bir ildir. Merkezi Amasya'dır.Bölümü Orta Karadeniz'dir. İl Nüfusu: 326.351'dir. Bu nüfusun %72,3'ü şehirlerde yaşamaktadır. (2016). İlin yüzölçümü 5628 m²'dir. İlde km²'ye 58 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 74'dür.) İl merkezinin denizden yüksekliği: 400 m.'dir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 7 İlçe, 8 belediye, bu belediyelerde 107 mahalle ve ayrıca 372 köyü vardır. Amasya'nın bilinen ilk adı ""Amaseia""'dır. Bu isim dünyanın ilk coğrafyacısı olarak bilenen Strabon tarafından verilmiştir. "Amaseia" amozonlardaki yaşayan halkın kraliçelerine verdikleri isimdir. Yapılan arkeolojik araştırma ve bulgulara göre Amasya'da ilk yerleşme MÖ 4000 yıllarında başlayıp Hitit, Frig, Kimmer, İskit, Lidya, Pers, Hellen, Pontus, Roma, Bizans, Danişmend, Selçuklu, İlhanlı ve Osmanlı dönemlerinde de kesintisiz olarak devam etmiştir. Pontuslar (MÖ 333 - MÖ 26) tarafından yapılan Kral Kaya Mezarları, günümüze kadar ulaşarak kentin anıt eserleri arasına girmiştir. 700 yıl Bizans egemenliğinde kalan Amasya, Melik Ahmet Danişmend Gazi tarafından 1075 yılında fethedilerek bu kentte ilk Türk - İslam Egemenliği kurulmuştur. Osmanlı Anadoluda Türklerin ilk şehir hayatına geçiş yaptıkları yerlerden birisi de Amasya olup öz be öz Türk oymaklarının Amasya ve civarında yerleşmiş olması, korunaklı bir yapıya sahip olması nedenleri ile Osmanlı Şehzadelerinin Amasyada yetiştirilmesi uygun bulunmuştur. Bu Sebeplerledir Şehzade Çelebi Mehmet Timur nedeni ile dağılan Anadolu birliğini Amasya ve civarındaki Türkmenlerden sağladığı güçle tekrar sağlamıştır. . Şehzade Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmet, Şehzade Murat (II), Şehzade Ahmet Çelebi, Şehzade Mehmet (II), Şehzade Alâeddin, Şehzade Bayezid (II), Şehzade Ahmet, Şehzade Murat, Şehzade Mustafa, Şehzade Bayezid ve Şehzade Murad (III) çeşitli tarihlerde Amasya'da Valilik yapmışlardır. Bu dönemde kentte birçok ilim admı yetişip saray, çeşme, medrese, cami, türbe v.b. kalıcı eserlerle, şehir bir kültür merkezi olarak tarihteki yerini almıştır. Tarihin akışı içerisinde önemli roller üstlenen Amasya, Kurtuluş Savaşı sırasında yine ön plana çıkmış, Kurtuluş mücadelesinin planları bu kentte hazırlanmıştır. Amasya ili nüfusu: 329.888'dir. Bu nüfusun %73,1'i şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 5.628 km²'dir. İlde km²'ye 59 kişi düşmektedir. (En çok Suluova'da 102'dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,08 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 7 İlçe, 8 belediye, bu belediyelerde 107 mahalle ve ayrıca 372 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Amasya merkez (% 2,90), Hamamözü (-% 1,08). 2017-18 sezonu sonunda, futbol takımı Yeni Amasyaspor, BAL (Bölgesel Amatör Lig)da grubunu 3.sırada bitirmiştir. Ayrıca Merzifon Belediye Hentbol SK Hentbol erkekler süper liginde 11. olmuştur. Futbol kadın, hentbol kadın ve erkek 2.liglerinde birer takımı vardır. Yeni Amasyaspor , Ziraat Türkiye Kupasında ilk turda Sinopspor’a elenmiştir. En önemli spor tesisleri, 7.810 kişilik 12 Haziran Stadı ve 2.500 kişilik Yeni Amasya Spor Salonudur. Amasya Amasya, Karadeniz Bölgesi'nde Amasya ilinin merkezi olan kenttir. 2014 yılı itibarıyla toplam 321.913 nüfusa sahiptir. Merkez ilçe ise 135.950 nüfusa sahiptir. Orta Karadeniz Bölümü'nde yer alır. Anadolu'nun eski yerleşim alanlarından biridir. Hititlerden başlayarak çeşitli uygarlıkların merkezi olmuştur. Kentin bilinen en eski adı, söylendiği biçimi ile günümüze kadar hiçbir değişikliğe uğramadan gelen Amasya’dır. Eski kayıtlarda ve buluntularda Amesseia - Amacia - Amaccia ismi okunmaktadır. Amasya isminin açık bir şekilde okunduğu, Pers, Pontos ve Roma İmparatorluğu dönemlerinde ticarette kullanılan gümüş ve bronz sikkeler (paralar) üzerinde görmek mümkündür. Bazı sikkeler üzerinde Amaccia veya Amacia isimlerine rastlanılmaktadır. Amasya’nın fethinden önce ve sonrasında da Türkler, Amasseia’yı veya "Amaccia, Amacia" Türkçede söylendiği gibi Amasya yapmışlardır. Tahminen MÖ 60 ve MS 19. yıllarda Amasya'da doğduğu bilinen ve Coğrafya ilminin mucidi olarak tanınan Strabon, yazdığı ünlü coğrafya kitabında Amasya’dan Amasseia olarak söz etmektedir. Strabon'a göre Amasya ismi, burada yaşamış olan bir Amazon kraliçesi olan Amasis'den gelmektedir. Bulunan Yunan ve Roma sikkelerinde görüldüğü üzere isim zamanla Αμάσεια, Amaseia, Amassia ve Amasia olarak değişmiş ve sonunda Türkler Amasya olarak adlandırmışlardır. Amasya'da bugüne kadar 19 farklı devletin yaşadığı söylenmektedir. Amasya şehrinin kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte yerleşimin Hitit dönemine kadar uzadığı tahmin edilmektedir. Seloukoslar döneminde önemli bir konuma sahip olan yerleşim daha sonra M.Ö 281 yılında kurulan Pontus Krallığı'na bir süre başkentlik yaptı. M.Ö 70 yılında general Lucius Licinius Lucullus tarafından Roma topraklarına katıldı. Diocletianus sonra M.S 3. yüzyılda gelişen yerleşim önemli bir dini merkez konumuna yükseldi. 4. yüzyılın ikinci yarısında Roma İmparatorluğu' nun ikiye bölünmesiyle yerleşim Doğu Roma İmparatorluğu topraklarına katıldı. 712 yılında Arap ordularınca ele geçirilen yerleşim kısa süre sonra III. Leon tarafından yeniden Bizans topraklarına katıldı. Yerleşim bu tarihten 11. yüzyıl sonlarına kadar Bizans hakimiyetinde kaldı. 1071 yılında yaşanan Malazgirt Meydan Muharebesi sonrasında Anadolu'nun birçok şehri gibi Amasya'da 11. yüzyıl içinde Türkler'in egemenliğine geçti. Artuk Bey tarafından ele geçirilen yerleşim daha sonra Danişmend Gazi 'nin denetimine bırakıldı. 1080 yılında da yeni kurulan Danişmendliler Beyliği topraklarına katıldı. Şehir II. Kılıç Arslan tarafından 1175 yılında Anadolu Selçuklu Devleti topraklarına katıldı. Kılıçarslan tarafından oğlu Nizâmeddin Argunşah'a bırakılan yerleşim 1193 yılında Kılıçarslan'ın diğer bir oğlu olan Rükneddin Süleyman tarafından ele geçirildi. 1237 yılında başlayan Babai Ayaklanması'nda isyancıların denetimine giren yerleşim 1240 yılında Selçuklu kuvvetlerince yeniden ele geçirilmiş, isyanın ele başlarından Baba İshak'da yakalanarak Amasya Kalesinde idam edilmiştir. Babai Ayaklanması ile iyice güçsüzleşen Selçuklular 1243 yılında meydana gelen Kösedağ Muharebesi ile Anadolu'da güç kaybetmeye başlamış, 14. yüzyıl başlarında da Amasya şehri Moğol valilerce yönetilmeye başlanmıştır. Kısa süreliğine II. Gıyaseddin Mesud'un oğlu Tâceddin Altınbaş tarafından ele geçirilen yerleşim sonrasında Eretna Beyliği topraklarına katıldı. 14. yüzyılın ikinci yarısında yerleşim Emîr Hacı Şadgeldi tarafından ele geçirildi. Şadgeldi’nin ölümünden sonra oğlu Ahmed, Osmanlı hükümdarı I. Bayezid'tan destek istemiş ve şehri Kadı Burhâneddin’e karşı savunmuştur. Osmanlı-Kadı Burhaneddin mücadelesi sonrasında Amasya 1393 yılında Osmanlı topraklarına katıldı. Şehrin idaresine de şehzade Çelebi Mehmed getirildi. 1402 yılında gerçekleşen Ankara Savaşı sonrasında Çelebi Mehmed Amasya'ya çekildi. Fetret Devri olarak adlandırılan dönemde kardeşleriyle ve diğer beyliklerle mücadelesini 1413 yılına kadar Amasya'dan sürdürdü. Osmanlı İmparatorluğu döneminde birçok padişah Amasya'da dünyaya gelmiş ve şehzadelik yapmıştır. Bu sebeple Amasya'nın Osmanlı tarihi açısından da büyük öneme sahiptir. I. Mehmet, II. Murat, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim gibi padişahlar Amasya'da şehzadelik yapmışlardır. 15. yüzyılda bir süre Rum Eyaleti merkez şehri konumunda bulundu. Ayrıca Amasya 16. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlılar'ın doğu sınırında stratejik bir öneme sahip olmuştur. 1520 yılı tahririnde Amasya 48'i Müslüman, 4'ü gayrimüslim olmak üzere toplam 52 mahalleden oluşan bir şehir konumundaydı. 1555 yılında Amasya Antlaşması burada imzalanmıştır. Şehir, Celali isyanları sırasında 17. yüzyıl başlarında tahribata uğradı. Bundan sonra önemli bir olayın yaşanmadığı bir sancak merkezi olarak sakin bir dönem geçirdi. 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun'da başlayan Kurtuluş Savaşı'nın (Millî Mücadele)'nin ilk adımı, 12 Haziran 1919 tarihinde Mustafa Kemal'in Amasya'ya gelmesiyle devam etmiştir. Kurtuluş mücadelesinin planları hazırlanmış, Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi'nin toplanmasına burada karar verilmiş, 22 Haziran 1919 tarihinde yayınlanan "Amasya Genelgesi" ile "Milletin İstiklâlini Yine Milletin Azim ve Kararı Kurtaracaktır" denilerek Millî Mücadele burada fiiliyata geçirilmiştir. Bu itibarla, Amasya, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda da ilk önemli adımın atıldığı yer olmuştur. 1923 yılında yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti' nin idari taksimatı sonucunda Amasya ilinin merkez şehri oldu. Amasya Karadeniz'in hemen gerisinde yer alır. Şehir vadi tabanı üzerine kurulmuştur. Anadolu’nun iç kesimlerini Samsun Limanı’na bağlayan yol üzerinde bulunan Amasya, 1930’da inşa edilen demiryolu ile Samsun’a bağlanmaktadır. İlde Karadeniz iklimi - kara iklimi arasında bir geçiş iklimi hüküm sürer. Yazları kara iklimi kadar kurak, Türkiye'de Karadeniz iklimi kadar yağışlı değildir. Kışları ise Karadeniz iklimi kadar ılıman, kara iklimi kadar sert değildir. Ayrıca Yeşilırmak ve vadinin verdiği yumuşatıcı etki de yadsınamaz boyuttadır. Kış mevsiminde vadinin verdiği özellikten dolayı yükseklerde kar olsa bile şehir merkezinde kar etkisizdir. Artvin (il) Artvin, T
ürkiye'nin Karadeniz Bölgesi'nin Doğu Karadeniz Bölümü'nde yer alan, Karadeniz'e kıyısı bulunan bir ildir. İl, Türkiye'nin Gürcistan'la olan sınırında yer alan kuzeydoğu köşesidir. Doğusunda Ardahan ili, güneyinde Erzurum ili ve batısında Rize ili vardır. İl Nüfusu: 168.068'dür. Bu nüfusun %62,4'ü şehirlerde yaşamaktadır. İlin yüzölçümü 7.393 m²'dir. İlde km²'ye 23 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 30'dur.) İl merkezinin denizden yüksekliği: 530 m.'dir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 8 İlçe, 9 belediye, bu belediyelerde 38 mahalle ve ayrıca 320 köyü vardır. Coğrafi ve kültürel yapısıyla Anadolu'nun diğer bölgelerinden keskin çizgilerle ayrılır. Yüzey şekilleri çok engebelidir. İklim çeşitliliği fazladır. İlin en önemli akarsuyu, 1956 yılına kadar adını veren Çoruh Nehridir. Artvin boğalarıyla meşhur bir il olup simgesi boğadır. Artvin il topraklarının yaklaşık %55’ini ormanlık alanlar kaplamıştır. Murgul'da bakır madeni vardır. Tarihte genellikle "Livane" ve "Çoruh" adıyla bilinir. Artvin il nüfusunu Gürcüler, Hemşinliler, Kıpçak Türkleri, Ahıska Türkleri ve Lazlar oluşturur. Millî parklarıyla ünlüdür. Şavşat ilçesinde bulunan Karagöl Sahara Millî Parkı içerisinde bulunan Şavşat-Karagöl ve Borçka-Karagöl görülmeye değerdir. Efeler-Gorgit Tabiatı Koruma Alanı esas olmak üzere Camili yöresi Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü tarafından biyosfer rezerv alanı olarak belirlenen Türkiye'deki tek bölgedir ve bir dünya mirası olarak görülmektedir. Artvin ili, adını merkezindeki Artvin şehrinden almaktadır. Bir inanışa göre İskit beylerinden birinin adını alarak, önce "Artvani", sonra Osmanlı zamanında Artvini adını almıştır. İlin bir önceki adı Çoruh olup, 15 Şubat 1956 tarih ve 6668 sayılı kanunla Artvin olmuştur. Toprak yapısının elverişsiz olması ve bilim merkezlerinden uzaklığı nedeni ile planlı ve bilimsel tarzda arkeolojik çalışmalar yapılamamıştır. 1933 ve 1955 yıllarında Yusufeli ve Şavşat yörelerinde halkın bulduğu bakır baltaların MÖ 3000-4000 yıllarına ait olduğu sanılmaktadır. Aynı yörede bulunan tunç baltaların MÖ 3000-2000 yıllarına ait oldukları bilinmektedir. Artvin ve çevresi tarih öncesi devirleri Cilalı Taş Devri'nden başlayarak Bakır, Tunç ve Demir çağlarını sırası ile yaşamıştır. MÖ 10 bin ile 8 bin yıllarından kalma Cilalı Taş Devri'ne ait insan izleri Artvin’de de bu çağlarda insanların yaşamış olduğu izlenimini vermektedir. Bulunan madeni eşyalar ise tarih öncesi devirlerin sırası ile yaşandığını belgelemektedir. Artvin’e egemen ilk kavim Hurrilerdir. MÖ 2000 yılından başlayarak Hurriler Artvin ve çevresinde site devletleri kurmuşlardır. Hititler MÖ 1360’tan itibaren 20 yıl sürdüğü seferler ile Artvin’i ele geçirmiştir. Urartular, kuzey sınırlarını Artvin’e kadar genişlettiler. Ancak doğudan büyük göçlerle gelen İskitlerin baskısına dayanamadılar ve yıkıldılar. Artvin bu kez Kafkasya merkezli İskit devletinin batı sınırında yer aldı. İskitler, Artvin’i ele geçirerek bu alanı askeri üs olarak kullanmaya başlamışlardır. İskitler sonrası Arsaklar adı verilen sülale Artvin’e egemen oldu. Şamanist dini öğretiye inanan bu sülale MS 350’li yıllarda Bizans etkisinde kalarak İsevi dini kabul ettiler. Daha sonra da Bizans’ın tahakkümü altına girdiler. 575 yılında Hazar Türkleri Çoruh boylarına egemen oldular. Osman döneminde İslam orduları kumandanı Mesleme Oğlu Habib Bizans’ı yenerek Şavşat, Ardanuç, ve Artvin’i ele geçirdi. Emeviler döneminde Hazarlar ile birleşen Artvin halkı İslam ordularına karşı direndi. 786’da Abbasi Halifesi Harun Reşid Çoruh bölgesini başkenti Bağdat’a bağladı. 853-1023 yıllarında Artvin'de Bagratlar ve Sac adlı Abbasilere bağlı iki beylik kuruldu. Sac emirliği yıkılınca Artvin tekrar Bizans’ın eline geçti. Alparslan 1064’te Gürcistan seferine çıkarak Çoruh boylarını ele geçirdi. Alparslan’ın ölümü üzerine Bizans’tan yardım alan Gürcü Kralı Gorgi Artvin’i tekrar ele geçirdi. Fakat 1081’de Melikşah’a yenilince Melikşah’ın desteği ile Çoruh’uda içine alan Erzurum - Bayburt - Kars merkezli Saltuklu Beyliği kuruldu. Türk nüfusunun Artvin’e yayılması hızlandı. Büyük Selçuklu Devletinin yıkılışı sonrası Artvin Azerbaycan merkezli İldeniz oğlu Atabeyliğine bağlandı. 1263’te Kubilay Artvin’i ele geçirerek bu yöreyi İlhanlı topraklarına kattı. 1265’te Kıpçak Türkü olan Sark is bu yörede Çıldır Atabeyliğini kurdu. Artvin ilinin Osmanlı yönetimine ne zaman geçtiği konusunda kesin bir bilgi ya da belge yoktur. II. Mehmed’in Trabzon İmparatorluğu'nu yıkarak Karadeniz bölgesinin sahil kıyısını Artvin ilinin kıyı kesiminden itibaren ele geçirdiği bilinmektedir. Bu sırada Artvin, Yusufeli, Ardanuç, Borçka, Çıldır Atabeyliği'nin elinde bulunuyordu. I. Selim Trabzon valisiyken Gürcistan’a yaptığı seferde Batum’un güneybatısında bulunan Güney Kalesini ele geçirmiştir. Bu kalenin adı ile sancak kuran I. Selim sancağa Borçka, Hopa ve Artvin’i bağlamıştır. 1534'te Erzurum beylerbeyi Mehmed Han, Yusufeli civarına akınlar yapmıştır. Ardanuç Atabeyi II. Keykavus ayaklanınca I. Selim’in oğlu padişah I. Süleyman ikinci veziri Kara Ahmet Paşayı isyanı bastırmakla görevlendirmiştir. Kara Ahmet Paşanın ikinci seferi ile Pert-Eğekte adlı ilk Livane Sancağı kuruldu. 1549-51 yılları arasında Şavşat-Yusufeli arasındaki Ardanuç bölgesi iki yıl kadar II. Keykavus’un elinde kaldı. 13 Haziran 1551 günü Ardanuç Kalesini de fetheden Erzurum Beylerbeyi İskender Paşa bu bölgeyi de Osmanlı'ya kattı. Artvin ve çevresi yaklaşık 250 yıl Osmanlı Devletinin egemenliğinde kalmıştır. 1828 Osmanlı-Rus savaşı ve savaş sonucu imzalanan Edirne Anlaşması ile Ahıska Osmanlı elinden çıkınca Çıldır eyalet teşkilatı bozuldu. Anlaşma gereği Çıldır eyaletinin bir kısmını Osmanlı kaybetti. Buna karşılık Artvin, Borçka, Ardanuç, Şavşat ve Yusufeli Osmanlı elinde kaldı. Rusların güneye inme ve dünya imparatorluğu yaratma planı ile 1877-78 (93 Harbi) Osmanlı-Rus savaşı çıktı. 24 Nisan'da Rusya Kars, Ardahan ve Batum’u işgal ettikten sonra Türk topraklarına doğru ilerlemeye başladı. 2 Mayıs 1877’de 800’den fazla askeri şehit ettiler. Ardahan çevresini ele geçiren Ruslara karşı Artvin halkı Ardanuç ve Şavşat’a doğru göç etmeye başladılar. Şıpka geçidinde hatalı hatlar kuran Süleyman Paşa yüzünden Ruslar bu hatları delerek Doğu Anadolu içlerine kadar ilerlediler. Osmanlı barış teklifinde bulunmak zorunda kaldı. 3 Mart 1878’de Osmanlı ile Rusya arasında 29 maddeden oluşan Ayastefanos Antlaşması imzalandı. 19. maddesinde yer alan 245.207.301 altın tazminatını ödemeyen Osmanlı, Kars, Ardahan, ve Batum topraklarını Rusya’ya tazminat karşılığı vermek zorunda kaldı. Bu barış Avrupalı devletlerin çıkarına aykırı düşünce 23 Aralık 1878’de Berlin Antlaşması imzalandı. Bu barış ile Elviye-i Selâse denen Kars, Ardahan, ve Batum Rusya eline geçti. 8 Şubat 1879’da Osmanlı ile Rusya arasında imzalanan Büyük Muhaide anlaşması ile Kars, Ardahan, ve Batum’da yaşayan Türkler batıya doğru göç etmeye başlamışlardır. Artvin mutasarrıfı tarafından 1922 yılının Haziran ayında düzenlenen cetvellere göre, Merkez, Borçka, Şavşat, Hopa, Arhavi, Ardanuç kazaları ve bunlara bağlı nahiyelerinin nüfusları aşağıdaki gibidir. 1924 yılında sancaklar vilâyet haline dönüştürülünce Artvin de vilâyet oldu. Ancak Artvin vilâyeti 1 Haziran 1933'te lağvedildi ve burası bir kaza merkezi olarak merkezi Rize olan Çoruh vilâyetine bağlandı. Bu durum 3 yıl kadar sürdü. Artvin 4 Ocak 1936 tarihinde yeni kurulan Çoruh vilâyetinin merkezi oldu. 1956 yılında ise Çoruh adı kaldırıldı ve ilin adı Artvin haline getirildi. Artvin'in iklimi Türkiye'de Karadeniz iklimi dir. Kıyı kesimlerinde ılık ve yağışlı iklim tipi egemendir. Artvin merkezinin de ılık ve yağışlı bir iklim tipi vardır. İlin yüksek kesimleri diğer Karadeniz Bölgesi illerinde de olduğu gibi kışları kar yağışlıdır. Sahil kesiminde örneğin Hopa’da en soğuk ay ortalaması 8,4 °C, en sıcak ay ortalaması 22 °C’dir ve bugüne dek sıcaklığın 18 Ocak 1964 ve 2 Şubat 1967 günlerinde -4,8 °C’ye düştüğü, 4 Haziran 1966’da 42,2 °C’ye yükseldiği saptanmıştır. Ancak bütün yıl yağışlı ve serindir. Artvin'in genelinde görülen Türkiye'de Karadeniz iklimi , Şavşat'ın, Ardanuç'un ve merkez ilçenin rakımı yüksek olduğu yerlerde kışları daha sert geçer. Bu bölümde ise en soğuk ay ortalaması 3,4 °C, en sıcak ay orta-laması ise 21,1 °C olup, bugüne dek en düşük sıcaklık 14 Ocak 1950’de -16,1 °C ,en yüksek sıcak-lık ise 18 Ağustos 1961’de 43 °C olarak saptanmıştır. Artvin deprem bölgesi değildir. İlin sahil şeridi 4. derece, iç bölgeleri ise 3. derece deprem bölgesidir. Ardahan sınırında ise küçük bir bölüm 2. derece deprem bölgesidir. Kentteki sarsıntılar küçük çaplıdır. Artvin'in, 1980-1997 yılları arasında artan oranda dışa göç veren iller arasında yer alırken, 1998 yılında Deriner Barajı ile 1999 yılında Borçka ve Muratlı barajlarının inşasına başlanması sonrasında yaratılan yeni istihdam alanlarının yanında, göçün ağırlıklı olarak görüldüğü Marmara bölgesinde yaşam güçlüklerinin etkisi ile dışa göç eğiliminde azalış olmuştur. Artvin ili nüfusu: 166.143'dür. Bu nüfusun %62,9'u şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 7.393 km²'dir. İlde km²'ye 22 kişi düşmektedir. (Bu sayı Hopa'da 206’dır.) İlde yıllık nüfus artış oranı -% 1.15 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 9 İlçe, 9 belediye, bu belediyelerde 38 mahalle ve ayrıca 320 köy vardır. 2017 yılı içersinde yeni bir ilçe (Kemalpaşa) kurulduğundan, nüfus artış oranları tam verilememiştir. Artvin'in ekonomisi tarım açısından incelenecek olursa çay, fındık ve son dönemlerde kivi tarımına dayalıdır. Ayrıca Yusufeli ilçesinde zeytin ve pirinç tarımı yapılmaktadır. Az da olsa narenciye üretimi mevcuttur. Aynı zamanda Karadeniz mısırı Şavşat ve Murgul gibi ilçelerde ön plana çıkmaktadır. Ancak küçük aile işletmeciliği yapılmaktadır. Yeni yapılan baraj sayesinde bu ilçenin ve Artvin'in kışları sert geçen yerlerinin artık daha ılık geçeceği öngörülmekte, çay ve kivi üretimine olanak sağlayacağı düşünül
mektedir. Artvin endüstri yoğun bir şehir değildir. çay ve fındık fabrikaları mevcuttur. Aynı zamanda Murgul'da bakır çıkarıldığı için bakır işletmeciliği yapılmaktadır. Artvin'de tarıma dayalı sanayi gelişmiştir. Başta çay ve fındık işlenmektedir. Bunun dışında Murgul'da bakır madenini işleyen sanayi kuruluşları vardır. İlçelerde ise küçük çaplı atölye ve imalathaneler bulunur. Buralarda ise metal ürünleri, kereste, dokuma ve mobilya ürünleri işlenir. Bunun dışında ilde büyük bir sanayi kuruluşu yoktur. Artvin önemli maden yataklarına sahiptir. MTA, kentte 81 maden yatağı tespit etmiştir. Başlıca madenler Bakır, Altın, Gümüş ve Çinko'dur. Madenler Artvin ve Murgul ilçelerinde yoğunlaşır. İlin karayolları T.C. Karayolları 10. Bölge Müdürlüğü'ne bağlı olup il sınırları içinde otoyol bulunmamaktadır. İlde havalimanı ve demiryolu yoktur. Merkez ilçe dahil 8 ilçe, 1belde 312 köyü bulunmaktadır. İlde Millî Eğitim Bakanlığına bağlı 241 kurum ve 1 üniversite vardır. Artvin'de Karadeniz ve Kafkas kültürü hakimdir. Kafkas kültürü Kıpçak Türklerinde ve kısmen Gürcülerde vardır, Karadeniz kültürü ise Laz, Hemşinli ve Gürcülerde vardır. Mısır unu yaygın kullanılır. Ayrıca kıyıda hamsinin her çeşidi tüketilir. Kara lahana Artvin'de Gürcü ve Laz larda vazeçilmez bir üründür. Yöresel çalgılar, kemençe tulum akordiyon,davul ve zurnadır. Artvin yöresinde Bar oyunları ve adı Artvin Barı olan fakat Atatürk'e ithafen adı Atabarı olarak değiştirilen halk oyunu, Artvin ile özdeşleşmiştir. Artvin ilinin simgesi Boğa'dır. Her yıl Geleneksel Boğa Güreşleri Festivali yapılır, Kafkasör festivali bunların içinde en ünlüsüdür. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinden beri Artvin ilinde güreş ve cirit sporları yaygın iken günümüzde unutulan birer spor dalları haline gelmiştir. Hatta Cumhuriyetin ilk yıllarında Ruslarla yapılan güreş müsabakaları olmuş bu müsabakalarda kazanan güreşçilere devlet tarafından çeşitli ödüller verilmiştir. Cirit sporu arazinin engebeli olmasından dolayı Artvin ilinde pek yaygın değildir fakat Artvinli Ciritciler Erzurumda yapılan Cirit sporlarına katılmışlar ve halende katılmaya devam ediyorlar. 2017-2018 Sezonunda, Futbol takımı Artvin Hopaspor, BAL (Bölgesel Amatör Lig'den 3.lige yükselmiştir. Arhavi Belediyesi erkek voleybol takımı 1.ligden süper lige yükselmiştir. Artvin Belediyespor erkekler basketbol 2.liginde play-off oynamıştır. Artvin Hopaspor , Ziraat Türkiye Kupası ilk turda Serhat Ardahanspor’u elemiş, 2.turda Trabzon Baysal İ.Düzyurtspor’a elenmiştir. Önemli spor tesisleri. Artvin Şehir Stadyumu (10.000), Hopa Şehir Stadyumu (3.200), Çoruh Üniversitesi Spor Salonu (1.000), Kapalı Yüzme Havuzu (Y.olimpik-500), Karakucak Güreş Alanı (3.000) ve Atabarı Kayak Merkezi. Artvin Artvin ( ("artvini"), ("Ardvin"), ("Ardvin "), ); Türkiye'nin Karadeniz Bölgesi'nde bulunan Artvin ilinin merkezi olan şehir. Dağlık bir alanda Çoruh vadisinin sol yamacında meyilli bir arazide kurulmuş olan Artvin kenti, Borçka'ya değin olan kesimde Çoruh vadisini izleyen, Borçka’dan sonra da Doğu Karadeniz kıyı dağlarını Cankurtaran Geçidi ile Karadeniz kıyısındaki Hopa ilçesine bağlanmaktadır. Bir inanışa göre İskit beylerinden birinin adını alarak, önce "Artvani", sonra Osmanlı zamanında Artvini adını almıştır. Tarihi Batum-Kars yolu üzerinde yer alan ve Osmanlı dönemindeki adı Livane olan yerel ağızda Artavani olarak da bilinen Artvin bir Ortaçağ kentidir. Bununla birlikte 1944 yılında Kılıç Kökten'in yaptığı kazılarda il çevresinde MÖ 3500-2200 yıllarına tarihlenen Kura Araxes (Erken Trans-Kafkasya Kültürü) ile ilişkilendirilen yerleşim izlerine rastlanmıştır. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Rus Çarlığı'na terk edilen yerleşim; 27 Şubat 1921'de Türkiye topraklarına katılmış, 4 Ocak 1936 tarihinde yeni kurulan Çoruh ilinin, 17 Şubat 1956 tarihinde yeni kurulan Artvin ilinin merkezi yapılmıştır. İklim tüm yıl boyunca yağışlıdır ve kışları ılık, her mevsim bol yağışlı bir iklim hüküm sümektedir. Çoruh nehrinin de etkisiyle daha az yağışlı, kışları pek sert geçmeyen ılıman bir iklim görülür. Aydın Aydın, Türkiye'nin bir ili ve en kalabalık yirminci şehri. 2016 itibarıyla 1.068.260 nüfusa sahiptir. İlin yüzölçümü 8.116 km²'dir. İlde km²'ye 132 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe:452 kişi ile Efeler'dir) Aydın Valiliği'nin denizden yüksekliği: 92 m.'dir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre 17 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 670 mahalle bulunmaktadır Ege Bölgesi'nde yer alan, turizm ve tarım açısından en gelişmiş illerdendir. Ege Denizi'ne kıyısı vardır. Didim ve Kuşadası Türkiye'nin iki önemli turizm merkeziyle turizm potansiyeli yüksek bir ildir. Plaka kodu 09'dur. Aydın, Türkiye'nin ilk demiryolu kurulan şehridir. Aydın'da çok sayıda tarihî eser bulunur. Türkiye'nin en uzun üçüncü tüneli, Türkiye Otoyolları üzerindeki en uzun ikinci tüneli burada bulunmaktadır. Nüfus bakımından Ege Bölgesi'nin İzmir ve Manisa'dan sonraki 3. büyük ilidir. İlde 17 ilçe bulunur. Aydının eski isimleri "Tralleis" ve "Güzelhisar" olup 14. yüzyılda Anadolu Beylikleri döneminde kurulan Aydınoğulları beyliği döneminde ismi Aydın olarak değişmiştir. Herodot Aydın ili ile ilgili “Bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzünün altı ve en güzel iklimin bulunduğu yer” demiştir. Evliya Çelebi ise “Dağlarından yağ, ovalarından bal akar.” demiştir. Aydın; çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış, Antik Çağda Afrodisias, Milet, Didyma, Nysa, Priene, Magnesia gibi önde gelen kentlerdir. Bugünkü Aydın, Tralleis Kenti ile birlikte MÖ 2500 yılında Hititler zamanında gelişmiş, 8. yüzyılda Lydia zamanında da en parlak çağını yaşamıştır. Selçuklularla birlikte Türk uygarlığının kültür varlığı ve eserleriyle donatılmıştır. Aydınoğulları zamanında şehrin adı Aydın Güzelhisarı olmuş, daha sonra Aydın adını almıştır. 1811’de İzmir, Saruhan (Manisa), Menteşe (Muğla), Antalya, Isparta sancaklarını kapsayan eyaletin merkezi oldu. Kurtuluş Savaşından sonra 1923 yılında Aydın müstakil vilayet olmuştur. 1987 yılında çıkarılan 3392 sayılı kanun ile Buharkent ve İncirliova, 1990 yılında çıkarılan 3644 sayılı kanun ile de Karpuzlu, Köşk ve Yenihisar ilçeleri kuruldu. Yenihisar ilçesinin adı 1997 yılında 4235 sayılı kanun ile Didim olarak değiştirildi. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile merkez ilçe kaldırılarak aynı sınırlara sahip Efeler ilçesi kuruldu. Yine aynı kanun ile Aydın'da sınırları il mülki sınırları olan büyükşehir belediyesi kuruldu ve 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesi çalışmalarına başladı. Kuzeyinde İzmir ve Manisa, doğusunda Denizli, Güneyinde Muğla yer alır. Batı sınırları ise Ege Denizi kıyıları çizer. İlin denizden yüksekliği 64 metredir. Akdeniz ikliminin etkisindedir. Bu iklim şartları ve topografik yapı Aydın ve çevresinde iki ayrı bitki topluluğunun (maki ve orman) gelişmesine neden olmuştur. Aydın’da 395.494 hektar alanda sulu tarım yapılmaktadır.Zeytin ve meyvelikler en geniş alanı kaplar. İlde 6 Baraj (Kemer Barajı, Çine Topçam Barajı, Yaylakavak Barajı, İkizdere Barajı, Çine Adnan Menderes Barajı, Karacasu Barajı) mevcuttur. Aydın, zeytin, incir, kestane üretiminde Türkiye’de 1. sırada, pamuk üretiminde ise 3. sırada yer almaktadır. En yağışlı mevsim kıştır. Yaz mevsiminde yok denecek kadar az yağış almaktadır. Kar yağışı ender görünür. Aydın İl Nüfusu: 1.080.839 (2017 sonu). İlin yüzölçümü 8.116 km²'dir. İlde km²'ye 133 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 461 kişi ile Efeler’dir) İlde yıllık nüfus artış oranı %1,18 olmuştur. 2017 yılında TÜİK verilerine göre 17 ilçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 670 mahalle bulunmaktadır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Didim (%2,98)- Karacasu (-% 1,61) *Metropol ilçelerin merkeze uzaklıkları, kaymakamlık ile valilik arasındaki uzaklıktır. Turizm, tarımdan sonraki ikinci önemli gelir kaynağıdır. Aydın'da Aydın Müzesi ve buna bağlı Yörük Ali Efe Etnografya Müzesi, Afrodisias Müzesi ve buna bağlı Karacasu Etnografya Müzesi, Milet Müzesi,Çine Kuva-i Milliye Müzesi, Çine Arıcılık Müzesi ve Nazilli Etnografya Müzesi olmak üzere 8 müze ile 21 önemli ören yeri mevcuttur. Önemli ören yerleri Afrodisias (Karacasu), Alabanda (Çine), Alinda (Karpuzlu), Apollon Tapınağı (Didim), Gerga (Çine), Harpasa (Nazilli), Magnesia (Germencik-Ortaklar), Mastaura (Nazilli), Milet (Didim), Nysa (Sultanhisar), Priene (Söke), Tralleis (Efeler)’dir. Yaklaşık 680 konaklama tesisinde 78 000 yatak kapasitesi bulunmaktadır. Ayrıca Kuşadası'nda 54.000, Didim'de 42.000 yazlık konut bulunmaktadır. 2011 yılında 5,5 milyon turist Aydın iline gelmiştir. Dilek Yarımadası Milli Parkı (Kalamaki), Kuşadası ve Didim plajları önemli sahillerdir. Efeler'de Forum Aydın, Kipa Extra AVM, Söke'de Ege Outlet mağazaları ve Novada Alışveriş Merkezi, Kuşadası'nda ise Kuşadası AVM, Scala Nouva ve Kipa AVM yer almaktadır. 2017-2018 sezonu sonunda, futbol takımı Aydınspor 1923, 3.ligden BAL'a. Nazilli Belediyespor 2.ligden 3.lige düşmüştür. 1.lig ve Süper liglerde takımı bulunmamaktadır. Kadın 3.futbol liginde 4, erkek basketbol, voleybol ve hentbol 2.liglerinde birer takımı vardır. "Ziraat Türkiye Kupası"’nda ilin 3. lig takımı Aydınspor 1923, ikinci turda Muğlaspor’a elenmiştir. İlin 2.lig takımı Nazilli Belediyespor, ise 3.turda Fethiyespor’a elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Adnan Menderes Stadyumu (10.988), Mukan Perinçek Stadyumu (10.500), Kuşadası Özer Türk Stadı (8.000), Atatürk Spor Salonu (2.000), Mimar Sinan Spor Salonu (2.000), Kardeşköy Sentetik Atletizm Pisti ve 3 adet yarı olimpik kapalı yüzme havuzu. Aydın ilinde 17 ilçe bulunur. Aydın ilinin ilçeleri şunlardır: Balıkesir Balıkesir, Türkiye'nin bir ili ve en kalabalık on yedinci şehri. Marmara Bölgesi'nin Güney Marmara Bölümü'nde, topraklarının bir kısmı ise Ege Bölgesi'nde yer alan ilin hem Marmara hem de Ege Denizi'ne kıyısı bulunur. Türkiye genelinde ise iki deniz ile komşu olan sadece 6 il vardır. İl, Kuzeybatı Anadolu'da bulunmaktadır. Doğusund
a Bursa ve Kütahya illeri, güneyinde Manisa ve İzmir illeri ve batısında Çanakkale ili vardır. Ayvalık ilçesinden de Yunanistan'ın Midilli Adası'na komşudur. İl nüfusu 2016 itibarıyla 1.196.176'dır. İlin yüzölçümü 14.583 m²'dir. İlde km²'ye 82 kişi düşmektedir. Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe, 254 kişi ile Karesi'dir. İlin denizden yüksekliği 145 metredir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre 20 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 1129 mahalle bulunmaktadır. Tarihte genellikle "Misya" ve "Karesi" adlarıyla bilinen Balıkesir yöresi, zamanla Roma, Bizans, Anadolu Selçuklu, Karesi Beyliği ve Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılık olup bamya, börülce, kavun, zeytin, zeytinyağı, kelle peyniri gibi zirai ürünleri ile ayrıca daha çok yerli turizmde öne çıkan sahil kasabalarıyla meşhurdur. Yağcıbedir halısı, kolonyası, kaymaklısı, kozak üzümü, ayvalık tostu, saçaklı mantısı ve höşmerimi diğer bilinen yöresel ürünleridir. Türk Silahlı Kuvvetleri Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nın ilk jet üssü olan 9. Ana Jet Üs Komutanlığı ile 6. Ana Jet Üs Komutanlığı Balıkesir'de bulunmaktadır. Balıkesir, adını günümüzde ikiye ayrılan eski merkez ilçesinden almaktadır. İlin eski adı "Karesi" olup 24 Ekim 1926 tarih ve 4248 sayılı Kararname ile "Balıkesir" olmuştur. "Balıkesir" kelimesinin kökenine dair çeşitli rivayetler mevcuttur. Roma İmparatoru Hadrianus, Balıkesir şehri çevresinde sahip olduğu bir bölgede avcılık yaptığı için "Adriyanutere" lakabını almıştır. Ardından yine burada bir şato yaptırmıştır. Bu şatonun adı "Paleo Kastro" olarak bilinmektedir. Balıkesir adının bu kelimeden geldiği düşünülmektedir "Paleo Kastro" 'nun anlamı ise "Eski Hisar" 'dır. Bazı kaynaklar Balıkesir kelimesinin "Balak Hisar" veya "Balık Hisar" kelimelerinden geldiğini söylemektedir. Eski Türkçede "balık" kelimesi şehir anlamına geldiği için "Balık Hisar" kelimesinin anlamı "Hisar Şehri" 'dir. Fakat Balıkesir il merkezinde hisar veya harabe yoktur. Ayrıca Balıkesir şehrinde Hisariçi Mahallesi bulunmaktadır. Bir rivayete göre bölgeye akın yapan Pers hükümdarı Balı-Kisra'dan gelmektedir. Bazı kaynaklara göre ise balı çok, güzel anlamına gelen "Bal-ı Kesr" kelimesinden türediği belirtilmektedir. Yeni ortaya atılan bir teze göre ise, "Bağıkesir" 'den geldiğine yöneliktir. Zira 17. yüzyıla değin şehir merkezinde en önemli tarım faaliyetinin bağcılık olduğu Balıkesir kadı sicilleri ve tereke kayıtlarından doğrulanmaktadır. Balıkesir genelindeki pek çok höyük, mağara ve düz yerleşim yerlerinde yapılan araştırmalarda bu topraklara MÖ 8000-3000 yılları arası yerleşildiği ortaya çıkmıştır. Havran'a 8 km. mesafedeki İnboğazı mağaralarında Paleolitik, Neolitik ve Kalkolitik devirlerinden kalma kalıntılar bulunmuştur. Babaköy (Başpınar) kazılarında, Yortan mezarlığında, Ayvalık Dikili yolu üzerindeki Kaymak Tepe'de Bakır Çağı'na ait kalıntılar ve yerleşim yerleri bulunmuştur. Bu bölgede ilk defa adı geçen şehir Agiros (Achiraus)'dur. Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından sonra bölgede Karesi Beyliği kurulmuş, ardından bölge Osmanlı Devleti'nin eline geçmiştir. Balıkesir'in bulunduğu bölgenin adı eski çağlarda Misya'dır. Bu kelimenin Lidya dilindeki anlamı "Kayın Ağacı" 'dır. Bölgenin sınırları zamanla çeşitli değişikliklere uğramış olup, kuzeyde Marmara Denizi, batıda Çanakkale Boğazı ve Ege Denizi, doğuda Atranos Çayı ve güneyde de Lidya ile çevrilmiştir. Keşiş Dağından itibaren Marmara Denizi sahilini takiben Çanakkale Boğazı'na kadar olan kısıma "Küçük Misya", geri kalan kısma ise "Büyük Misya" denilmiştir. Büyük Misya; Pergam (Bergama), Adramitiyum (Edremit), Arjiza (Balya-Pazarköy), Assos (Behramkale), Teruvad (Truvada), Gargar, Antandos (Avcılar civarı), Belodos (Dursunbey) ve Adriyanatere (Balıkesir) şehirlerinden oluşmaktadır. Küçük Misya ise Sizik (Belkız), Lâmpesak (Lapseki), Perkot (Bergoz), Abidus, Milotopolis (Mihaliç), Apoloni, Periyapos (Kara Biga), Pemaninos (Eski Manyas), Artemea (Gönen), Zeleya (Sarıköy), Artas (Erdek) ve Panormos (Bandırma) şehirlerinden oluşmaktadır. MÖ 3000-1200 yılları arasında bu bölgede farklı diller konuşan Pelasg ve Leleg kolonileri kurulmuştur. Bu bölgede yaşayan Misyalıların soyu da Pelasglardan gelmektedir. Misyalılar bu bölgeye geldiklerinde Bitinyalıları yendikten sonra Misya'ya hakim olmuşlardır. Serbest yaşamayı sevdikleri için şehir kurmamışlardır. MÖ 1120'lerde Hitit kralı IV. Tuthalya devrinde, Misya Hitit egemenliğine girmiştir. Hititler bölge için "Assuva" adını kullanmıştır. MÖ 1200 yıllarında Akalar ile Troya arasında çıkan ve dokuz yıl süren Truva Savaşı'nda, başlarında Khromis ve bilici Ennomos bulunan Misyalılar Troya'yı destekleyerek Troya'nın egemenliğine girmişlerdir. Troya'nın dağılmasından sonra Misya, Lidya egemenliğine girmiştir. MÖ 546 yılında, Büyük Kiros ve halefleri zamanında Misya, Ahameniş İmparatorluğu'na dahil olmuştur. Büyük İskender MÖ 334 yılında Biga Çayı civarında Ahameniş İmparatorluğu ile yaptığı Granikos Savaşı'nı kazanarak Misya'yı ele geçirmiştir. Bu tarihten sonra Misya halkı paralı asker olarak ün kazanmıştır. O dönemde Mısır ordusunda bile Misya süvari birliği vardır. İskender'in ölümünden sonra kumandanları birbirleri ile savaşmıştır. Savaş sonunda Misya'yı Lisimakus ele geçirmiştir. O da Korupedyon Savaşı'nda I. Selevkos Nikator tarafından öldürülmüştür. Misya, Nikator'un eline geçse de Lisimakus'un emrinde çalışmış Paflagonyalı Fletairos, Bergama'yı ele geçirmiş, Misya'ın bir kısmına da egemen olmuştur. Fletairos'dan sonra yeğeni I. Eumenes geçmiştir. MÖ 278 yıllarında Galyalılar Misya'ya gelmiştir. I. Eumenes'den sonra Bergama Krallığı'nın başına geçen I. Attalos, Misya'nın geri kalan kısmını da ele geçirmiştir. Bergama Krallığı egemenliğinde Misya ekonomik yönden rahat bir dönem yaşamıştır. MÖ 133 yılında Misya, Bergama kralı III. Attalos'un vasiyeti ile Roma İmparatorluğu hakimiyetine geçmiştir. Misya Roma egemenliğine girdikten sonra MÖ 133 yılında konsül Manius Aquillius tarafından Roma'ya bağlı Asya Eyaleti kurulmuş ve Misya'nın bir kısmı bu eyalete bağlanmıştır. Romalılar Misya'yı, uzun süre vergi ve kölelikle sömürmüş, baskı altında tutmuşlardır. Bunlara karşı halkın da desteklediği Pontus kralı VI. Mithridates'in başlattığı hareket başarılı olduysa da çok uzun sürmemiş ve MÖ 85 yılında bölge tekrar tamamen Roma idaresine girmiştir. Kavimler Göçü'nün etkisi nedeniyle M.S. 395 yılında Roma İmparatorluğu doğu ve batı diye ikiye ayrılmış ve Misya yeni kurulan Doğu Roma İmparatorluğu'un yani Bizans'ın egemenliğine girmiştir. Misya topraklarının büyük bir kısmı Bizans egemenliği döneminde Opsikion Theması'nda yer almıştır. 675 yılında İstanbul Kuşatması sırasında Araplar, Misya'ya saldırmışlardır. 716-718 yıllarındaki İkinci İstanbul Kuşatması'nda Suriye sahillerinden hareket eden Araplar, Bergama ve Edremit yörelerini yağmalamışlardır. 1015 yılından itibaren Selçuklu Türkleri, Bizans İmparatorluğu egemenliğindeki Anadolu'da görülmeye başlamıştır. 1048 tarihli Pasinler Muharebesi ile Türklerin Anadolu'ya yaptığı akınlar hız kazanmıştır. 1071 tarihli Malazgirt Meydan Muharebesi'den sonra da Türkler Anadolu'ya yerleşmeye başlamışlardır. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, İzmit çevresi ve Marmara sahillerinde Malazgirt Meydan Muharebesi'nden dört yıl sonra 1075 yılında İznik merkezli Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurmuştur. 1076 yılında da Misya'nın şehirlerinden Sizik ve Edincik'i ülkesine ilhak etmiştir. 1081 yılında Türkler nehir yolu ile Apollonia (Gölyazı)'ya gelen bir Bizans birliğini yok etmişlerdir. Fakat başka bir Bizans birliği Sizik ve Poimanenon (Manyas)'ı Türklerden geri almıştır. 1085 yılında Süleyman Şah doğudayken, ona bağlı emirlerinden biri olan İlhan Bey, kısa bir süre önce ellerinden çıkmış olan Sizik, Apollonia, Poimanenon ve Edincik'i geri almıştır. 1086 yılında Süleyman Şah'ın Halep'i kuşatması üzerine kardeşi Melikşah tarafından görevlendirilen Tutuş, Ayn Seylam (Ayn Selm veya Aynı Salem) mevkiinde Süleyman Şah'ı yenmiş, bunun üzerine Süleyman Şah, 5 Haziran 1086 tarihinde intihar etmiştir. Ardından vezir Ebu'l-Kasım devletin başına geçmiştir. Sizik'i üst edinerek Marmara sahillerinin hakimi olmuştur. 1090 yılında I. Aleksios'un Eufuryanis Alexaders'ı göndermesiyle bölgede savaşlar olmuştur. Ebu'l-Kasım, Gemlik'i alarak burada gemiler yaptırmaya başlasa da burası Bizans'ın eline geçmiştir. Ebu'l-Kasım'dan sonra Anadolu Selçuklu Sultanı olan I. Kılıç Arslan, Marmara kıyılarını ve Edremit Körfezi'ne kadar olan kısmı ülkesine ilhak etmiştir. Kılıç Arslan'ın kayınpederi İzmir Beyi Çaka Bey ise Edremit'den Abydos'a kadar olan kıyılar ile Sakız ve Midilli Adası'nı ele geçirmiştir. Fakat verilen bir ziyafette Kılıç Arslan tarafından öldürülmüştür. Kılıç Arslan, bölgeyi 1099 yılında gelen Haçlılar'a karşı savunmuştur. 1107 yılında Kılıç Arslan ölünce Türkler Batı Anadolu'dan çekilmek zorunda kalmştır. Misya'yı yeniden ele geçiren Bizanslılar, Marmara sahillerinde bulunan bütün Türkmenlere savaş açmışlardır. 1115 yılına kadar bölgede Türk-Bizans çekişmesi yaşanmıştır. 1175 yılında Eskişehir ovasında toplanan 100.000 çadır Türkmen'in bir kısmı bu bölgeye gelmiştir. 1206 yılında Türkmenler Misya kentlerine akın etmeye başlamış ve Bizans ahalisi bölgeyi terk ederek Türkmenler bölgeye yerleşmiştir. 1237 yılında II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Misya'daki uç beylerini teftiş etmiştir. 1280'li yıllarda, daha sonra Karesi Beyliği'ni kuracak olan ve soyu Danişmend Gazi'den gelen Karesi Bey, babası Kalemşah ve büyük bir Türkmen grubu Misya'ya gelmiştir. Bunların yanında Germiyanoğlu Yakup Bey de vardır. Kara İsa adıyla da bilinen Karesi Bey, muhtemelen 1296–1297 yıllarında Erdek, Biga, Edremit, Bergama, Çanakkale hariç büyük Misya sahasını Germiyan kuvvetlerinin desteğiyle ele geçirmiştir. 1306 yılında (bu tarih kesin değil) bir grup Türkmen, Ece Halil önderliğinde Trakya üzerinden Karesi topraklarına gelmiştir. Karesi Bey'den sonra yerine oğlu olan Aclan Bey'in geçtiği söylense de Aclan Bey'in kimliği henüz netlik kazanmamıştır.
Aclan Bey'in oğlu olduğu düşünülen Demirhan Bey hükümdar olduğu dönemde kardeşi Yahşi Bey de Bergama taraflarını yönetmektedir. Diğer kardeşi Dursun Bey ise Osmanlı hükümdarı Orhan Gazi'ye sığınmıştır. Dursun Bey, Orhan Gazi'ye Karesi Beyliği'ne saldırırsa Balıkesir, Edincik ve Bergamayı vereceğini ve kendisinin sadece Kızılca Tuzla ile Makhram'ı alacağını söylemiştir. Makhram denilen yer ise Makhramion yani Behram Kale batı yakınında, Strabon'un andığı Tragasai Tuzlası'dır. Bu teklifin üzerine Orhan Gazi, Dursun Bey ile birlikte Balıkesir'e doğru gelmiştir. Orhan'ın hareketini duyan Demirhan Bey, Balıkesir'den Bergama'ya kaçmıştır. Burada Dursun Bey kaleden atılan bir ok yüzünden ölmüştür. Karesi'nin Osmanlı'ya ilhakı 1361 yılında Çanakkale'nin alınmasıyla tamamlanmıştır. Karesi ümerâsı, Osmanlı egemenliğine geçtikten sonra Orhan Bey'in oğlu Süleyman Gazi'ye Rumeli'ye geçişinin gerek hazırlık döneminde gerekse icraat sırasında yardım etmişler ve destek olmuşlardır. Karesi Beyliği'nin tarih sahnesinden çekilişi ve yerini henüz devlet olma aşamasında bulunan Osmanlı Beyliği'ne bırakışı, ileride güçlü bir devlet hâline gelecek olan Osmanlılar için askeri ve siyasi genişleme açısından önemli bir adım olmuştur. Karesi, Osmanlı'ya ilhak olduktan sonra müstakil bir sancak yapılıp yönetimi Süleyman Gazi'ye verilmiştir. Yıldırım Bayezid, Saruhanoğulları Beyliği'ni 1390'da ele geçirdikten sonra Saruhan ve Karesi'yi birleştirerek oğlu Ertuğrul'a vermiş, daha sonra buranın yönetimine Bayezid'in oğullarından bir diğeri olan İsa Bey getirilmiştir. Bir süre sonra Saruhan ve Karesi tekrar ayrılmıştır. 1393 yılında Karesi Sancağı, aynı yıl kurulan Anadolu Eyaleti'ne bağlanmıştır. 1402 tarihli Ankara Muharebesi'nde Karesi kuvvetleri, Osmanlı büyük ordusunun sağ kolunda bulunmuştur. Yenilginin ardından Balıkesir'in bulunduğu bölge Timur ordusunun saldırılarına maruz kalmıştır. Timur'un kendilerine bağımsızlık verdiği öteki beylikler gibi Karesi Beyliği, yeniden bir canlanma dönemi yaşamamıştır. Anadolu'nun genelinde yaşanan kıtlık, 1494 ile 1503 yılları arası Balıkesir genelinde de yaşanmıştır. 1525 yılından 1527 yılına kadar 3 mahsul yılında çekirge felaketi yaşanmıştır. 21 Eylül 1577 (H. 8 Recep 985) tarihinde ise bu yörede çok şiddetli bir deprem olmuştur. 1596'dan 1610'a kadar olan dönemde, Anadolu'daki Celali isyanları sonucu doğudan batıya doğru göç eden yörüklerin bir kısmı Balıkesir yöresine gelmiştir. 1816 yılına gelindiğinde Karesi Sancağı, Anadolu Eyaleti'nden ayrılarak kurulan Hüdavendigâr ve Kocaeli Eyaleti'ne bağlanmıştır. Ardından 1841 yılında, bu eyaletin yenilenmesiyle kurulan Hüdavendigâr Eyaleti'ne bağlanmıştır. Bu arada 1821 yılında Ayvalık Rumları, Yunan İsyanı'na katılmışlardır. Bunun üzerine Balıkesir Mutasarrıfı, bölgedeki konar göçer aşiretleri Rumların üzerine salmıştır. Bu aşiretler içinde en büyüğü başlarında Davasoğlu isimli biri bulunan Kepsut Çepnileri'dir. Ardından isyan bastırılmıştır. 1845 yılında Karesi ile Saruhan Sancağı'nın birleşmesiyle yeni bir eyalet kurulsa da bu eyalet 1847 yılında kaldırılmış, Karesi yeniden Hüdavendigâr Eyaleti'ne bağlanmıştır. 1867 yılında Hüdavendigâr, vilayet olmuştur. Karesi, 1881–1888 yılları arasında vilayet olmuştur. 29 Ocak 1898 tarihinde Balıkesir'de çok şiddetli bir deprem olmuştur. 1909 yılında Karesi, bağımsız bir sancak olmuştur. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Yunanlar, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir'i zapt etmişlerdir. Ertesi gün bu haber telgraf ile Balıkesir'e de ulaşmıştır. 17 Mayıs günü Balıkesir şehrindeki Alaca Mescit'te toplantı yapılmasına karar verilmiş ve ertesi gün burada Vehbi (Bolak) Bey önderliğinde 41 kişiden oluşan Balıkesir Redd-i İlhak Cemiyeti kurulmuştur. Yunan orduları, 29 Mayıs 1919 tarihinde Ayvalık taraflarına küçük bir çıkarma yapmışlardır. 26-31 Temmuz ve 16-22 Eylül tarihlerinde I. ve II. Balıkesir Kongreleri düzenlenmiş ve bölgede Kuva-yi Milliye birlikleri kurulmuştur. 22 Haziran 1920 tarihinde Yunan orduları Soma-Akhisar cephesine karşı taarruza geçmiştir. Bu cephenin dağılmasının ardından Yunan orduları, 30 Haziran 1920 tarihinde hem Balıkesir şehrini hem de Bigadiç'i ele geçirmişlerdir. 18 Eylül 1922 tarihinde Erdek'in de Yunan işgalinden kurtulmasıyla Balıkesir tamamen Türklerin eline geçmiştir. Bilinenin aksine Büyük Taarruz; İzmir'in değil Erdek'in kurtuluşu ile sona ermiştir. 1923 yılında bütün sancakların il olmasıyla "Karesi ili" kurulmuştur. 1926 yılında ilin adı "Balıkesir" olmuştur. 15 Kasım 1942 tarihinde Balıkesir'de 7 şiddetinde deprem olmuştur. Bu depremin sonucunda büyük can ve mal kaybı yaşanmıştır. 1980 İhtilali sonucu 12 Eylül 1980 günü sabah saatlerinde ilde sıkı yönetim başlamış, 19 Temmuz 1984 günü saat 17.00'de sona ermiştir. İlde yaşanan önemli olaylardan biri de Susurluk Kazası olayıdır. 3 Kasım 1996 tarihinde Susurluk ilçesinin Çatalceviz mevkiinde meydana gelen bu olay Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli skandallarından biridir. 17 Ağustos 1999 depreminden sonra dönemin Kandilli Rasathanesi Müdürü Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara, 19 Ağustos günü Marmara'da yeni bir depremin olabileceğini söylemesi üzerine aynı gün Balıkesir valisinin talimatı ile Balıkesir'de evler boşaltılmıştır. Balıkesir, 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir olmuştur. Yüzölçümü 14.299 km² olan Balıkesir'in toprakları 39,20° - 40,30° Kuzey paralelleri ve 26,30° - 28,30° Doğu meridyenleri arasında yer alır. Kuzeybatı Anadolu'da bulunan il, doğuda Bursa ve Kütahya illeri, güneyde Manisa ve İzmir illeri ve batıda Çanakkale ili ile komşudur. İlin kuzey yöndeki en uç noktası güneydekine 175 kilometre, doğu yöndeki en uç noktası bastısındakine 210 kilometre uzaklıktadır. İlin topraklarının büyük bir kısmı Marmara Bölgesi'nde, geri kalan kısmı da Ege Bölgesi'ndedir. Hem Marmara hem de Ege Denizi'ne kıyı bulunmakta olup Türkiye genelinde iki deniz ile komşu olan 6 ilden biridir. 290,5 km'lik kıyı bandının 115,5 km'si Ege Denizi'de, 175 km'si de Marmara Denizi'ndedir. İlin Ege Denizi'nde Ayvalık Adaları olarak bilinen 22 adası, Marmara Denizi'nde de Marmara Adaları olarak bilinen adaları vardır. Ovaların başlıcaları ise Gönen Ovası, Manyas Ovası, Balıkesir Ovası ve Körfez Ovaları'dır. Önemli gölleri Manyas ve Tabak Gölü'dür. Önemli akarsuları Susurluk Çayı, Gönen Çayı, Koca Çay, Havran Çayı, Simav Çayı, Atnos Çayı, Üzümcü Çayı ve Kille Deresi'dir. İlin düzlük yerleri olduğu kadar dağlık kısımları da vardır. İlin en yüksek noktası 2089 metre ile Dursunbey ilçesinde bulunan Akdağ tepesidir. Karadağ, Edincik Dağı, Kapıdağ, Sularya Dağı, Keltepe, Çataldağı, Alaçam Dağları, Madra Dağları, Kaz Dağı ve Hodul Dağı, ilin önemli dağlarıdır. Ormanlar, ilin topraklarının % 31'ini kaplamaktadır. Bu değer il arazisinin % 45'ine tekabül etmektedir. İlin arazisinin %32'si kültür arazisi, % 8'i çayır ile mera ve %15'i kullanılmayan arazidir. Genel olarak ormanlarda karaçam, kızılçam, kayın, gürgen, meşe, söğüt, ılgın, çınar ve zeytin ağaçları vardır. Kuşcenneti Millî Parkı'nda ve Kazdağı Millî Parkı'nda çeşitli kuş türleri vardır. İlin iki denize kıyısı bulunduğundan balık türlerinde çeşitlilik görülür. Kazdağı göknarı ilde yetişen ve koruma altına alınmış endemik bitkidir. Ege kıyılarında, yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı geçen Akdeniz iklimi etkilidir. Batıdan doğuya, kuzeyden güneye gidildikçe Karasal iklim etkilidir. Bu yüzden iç kesimlerde kışlar soğuk ve kar yağışlı geçmektedir. Marmara kıyılarında ise Karadeniz ikliminin etkisi görülür. Dolayısıyla burası yazları ılıktır. 2010 nüfus sayımına göre ilin nüfusu 1.152.323'dır. Bu rakamın 578.663'ini erkek, 573.660'ini kadın oluşturmaktadır. İl sınırları içinde nüfusun en çok olduğu yer ise Altıeylül ilçesidir. Kent nüfusu 662.199, kırsal kesim nüfusu 468.077'dir. 2000 yılı verilerine göre il, ülkede doğurganlık hızı en fazla olan 68. ildir. Yine 2008 verilerine göre altı yaşın üstündeki 68.878 kişi okuma yazma bilmemektedir. Bunun 16.192'si erkek, 52.686'sı kadındır. 50.545 kişinin okuma yazma bilip bilmediğine dair bilgi olmamakla birlikte 932.726 kişi okuma yazma bilmektedir. 2000 yılı verilerine göre ildeki okur yazar nüfus oranı 88.34 olup, il ülke genelinde 29.dur. Balıkesir'deki nüfusun 897.849'u nüfusa Balıkesir adına kayıtlı iken geri kalan nüfus diğer illerden göçenler ve yabancılardan oluşmaktadır. Diğer illerden gelen nüfus içinde en büyük oran 19.735 kişiyle Çanakkale'ye aittir. Çanakkale'yi 13.808 kişiyle İstanbul, 12.611 kişiyle Bursa, 8.872 kişiyle Manisa, 8.787 kişiyle İzmir ve 7.306 kişiyle Sivas izlemektedir. Marmara ve Ege Bölgesi'nden olmayanlar içinde en yoğun nüfus Sivas'tan sonra 6.891 kişiyle Trabzon'a aittir. Bu ili 6.744 kişiyle Erzurum ve 5.489 kişiyle Ankara izlemektedir. Balıkesir'de en az nüfus barındıran iller ise 386 kişiyle Yalova, 292 kişiyle Hakkâri ve 197 kişiyle Şırnak'tır. Türkiye genelinde ise Balıkesir kütüğüne kayıtlı insan sayısı 1.226.302'dir. Balıkesir adına kayıtlılar, Balıkesir'den sonra en çok 87.998 kişiyle İstanbul'dadır. İstanbul'u 65.950 kişiyle İzmir, 41.039 kişiyle Bursa, 36.717 kişiyle Manisa, 17.292 kişiyle Ankara ve 10.003 kişiyle Çanakkale izlemektedir. Balıkesir adına kayıtlıların en az bulunduğu il ise Kilis'tir. Burada sadece 86 Balıkesirli vardır. Bugün, Balıkesir halkı Manav, Yörük, Çepni, Türkmen (Tahtacı), Muhacir ve Tatar olarak altı etnografik karaktere ayrılmaktadır. Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü'nün yaptığı araştırmaya göre nüfusun % 5 ile 10 arası Alevidir. 17. yüzyıldan sonra yöre, iskan merkezi olduğundan Türkçe konuşmayan gruplar da yörede iskan edilmiştir. Bunlar; Balkanlardan gelen Boşnak, Arnavut ve Pomaklar ile Kafkasyadan gelen Çerkes ile Gürcü gruplarıdır. Osmanlı döneminde yörede sayıları fazla olan Rumlar ve Ermeniler, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Yunan kuvvetleriyle beraber ve nüfus mübadelesi ile Yunanistan'a gitmişlerdir. Aydın İl Nüfusu: 1.204.824(2017 sonu). İlin yüzölçümü 14,583 km²'dir. İlde km²'ye 83 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 256 k
işi ile Karesi’dir) İlde yıllık nüfus artış oranı %0,72 olmuştur. 2017 yılında TÜİK verilerine göre 20 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 1129 mahalle bulunmaktadır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Edremit (%2,31)- Dursunbey (-% 2,97) Balıkesir'in sahil kesimlerinde zeytincilik, bağcılık ve balıkçılık yapılmaktadır. Buralarda turizm de gelişmiştir. İç kesimlerinde ise tarım, hayvancılık, ormancılık ve madencilik yapılmaktadır. İl, tek merkezli büyüme modeli yerine "dengeli büyüme modelini" seçerek bu kalkınma planına ilçeleri de dahil etmiştir. İlde Anadolu Kaplanı sıfatına sahip 16 şirket, 2003 yılı istatistiklerine göre de Sanayi siciline kayıtlı 467 kuruluş vardır. İlin iç ve dış ticaret hacmi 486.313.997.254.096 TL, ihracat miktarı 80.699.902 $ ve ithalat miktarı 147.567.184 $'dır. Balıkesir, devletin en fazla mülk sahibi olduğu ildir. İlin % 40.77'si, Hazineye ait taşınmazlardan oluşmaktadır. Balıkesir Türkiye'nin gelişmiş illerinden biridir. 2001 yılı verilerine göre Türkiye gayri safi yurt içi hasılası içinde yüzde 1,5'lik paya sahip olan Balıkesir, iller sıralamasında 13. büyük ekonomidir. 2000 yılındaki GSYİH'si 2.429.091.750 TL olup kişi başına düşen millî gelir ise 2005 dolardır. Balıkesir GSYH'nın ilçeler bazında üretimi Kaynak:Türkiye İstatistik Kurumu İlin başlıca geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Ekonomik faaliyetler içinde tarımın payı sanayiye göre az olup %49'dur. Çalışan nüfusun ise % 56,7'si tarım ile uğraşmaktadır. İlin tarım yapılan arazisi 510.456 hektardır. İlde genel olarak yetiştirilen tarım ürünleri; tahıl ürünleri, susam, haşhaş, ayçiçeği, tütün, şeker pancarı, domates ve kavundur. Yetiştirilen diğer önemli ürünler tütün, taze fasulye, börülce, şeftali, elma ve mandalinadır. 2002'de Türkiye'de üretilen baklanın %4.3'ü, sarımsağın %13.5'i, karnabaharın %9.8'i, pirincin %12.2'si, domatesin %5.5'i, karpuzun %3.9'u, kavunun %6.9'u, aspirin %89'u ve buğdayın %2.2'si Balıkesir topraklarında yetiştirilmiştir. Türkiye'nin 12 tonluk kuşkonmaz üretiminin tamamı Balıkesir'den gerçekleştirilmekte olup, baklagil üretiminde de birinci sıradaki ildir. İlin 71 dekarlık alanında seracılık yapılmakta olup, buralarda domates, salatalık ve taze fasulye üretilmektedir. Balıkesir'deki traktör sayısı ise 2002 rakamlarına göre 33449'dur. Toplam tarım ürünü üretimine bakıldığında il, ülkede 3. sıradadır. Pamuk üretimi de yapılmakta olup Marmara Bölgesi'nde Bursa ili ile birlikte en çok pamuk üreten ildir. İlin sahil kesiminde zeytincilik yapılmaktadır. İl sınırları içinde 10 milyon kadar zeytin ağacı bulunmaktadır. İldeki zeytin üretimi, ülkedeki toplam zeytin üretiminin % 8'i kadardır. Halbuki bu oran 2002 yılında %10.7'dir. Balıkesir Ovası, Gönen Ovası, Susurluk Ovası ve Edremit Ovası ilin başlıca üretim yerleridir. Gönen ovasının başlıca ürünü ise pirinçtir. 210.020 hektarlık meralar ve çayırlar ile yüksek kesimlerde küçük ve büyük baş hayvancılık yapılmaktadır. 2007 yılında il, kırmızı et üretiminde birinci olmuştur. İl, ülkedeki tavuk işletmelerinin % 9'u barındırarak ülkede 3. konumdadır. Balıkesir'de 2000 yılı verilerine göre, yaklaşık 700 bin koyun, 238 bin sığır, 151 bin kıl keçisi ve 15 milyon tavuk bulunmaktadır. Türkiye süt üretiminin %3.8'i, kırmızı etin %5,6'sı, beyaz etin %18'i Balıkesir'de üretilmektedir. İlde devekuşu ve domuz çiftlikleri de bulunmaktadır. İldeki domuz çiftliği, Türkiye'deki son domuz çiftliğidir. Merkez, Havran, İvrindi, Susurluk, Manyas ve Savaştepe ilçelerinde peynir ve yoğurt mandıraları yaygındır. İlde yapılan sanayi işlerinin payı % 51'dir. Sanayinin oranı tarımdan yüksek olsa da diğer illerde bu rakam çok daha yukarılardadır. İl sınırları içerisinde Sanayi siciline kayıtlı 4 tane Organize Sanayi Bölgesi vardır. İlin başlıca geçim kaynağı tarım olduğu için de tarıma dayalı endüstri gelişmiştir. İlin iç kesimlerinde tarıma dayalı sanayi egemendir. Ayrıca buralarda şeker, un, yem, döküm, tarım alet ve makinaları, transformatör, floresan-aydınlatma, pamuklu dokuma, kâğıt, mobilya, sentetik dokuma ve elektrik teçhizatları üretimi de yapılmaktadır. Körfez yöresinde konserve, sabun, bitki çayı ve zeytinyağı üretimi yaygındır. Bandırma taraflarında; kimyasal madde, şarap ve gübre sanayi gelişmiş, Dursunbey taraflarında ise kereste sanayi gelişmiştir. İlde kolonyacılık sektörü de gelişmiş durumdadır. İmalat sanayi ise toplam GSYİH'nın %17'sini oluşturmaktadır. Sındırgı ve Bigadiç'te ise çok miktarda halı tezgâhı vardır. 2001 Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, 10 kişiden fazla işçi çalıştıran fabrika sayısı 104'tür ve buralarda 14 bin kişi çalışmaktadır. 8 ticaret odası ve 5 ticaret borsası bulunan Balıkesir'de üretilen ürünlerin çoğu yurt içinde tüketilmekte, bir kısmı da Bandırma Limanı'ndan ihraç edilmektedir. Gümrüklerinde, aralarında kimyasal maddeler, elektrikli araçlar, sentetik çuval, gıda, madencilik, mermer gibi ürünlerin de bulunduğu ihracatta 50, ithalatta 32 ayrı ürün çeşidi yer almaktadır. İlin dış ticaret merkezi olan Bandırma Limanı, tüm Balıkesir’in ihracat ve ithalatının yüzde 90'ını gerçekleştirmektedir. İl bor minarelleri bakımından oldukça zengindir. Türkiye'de bulunan Dünya'daki bor rezervlerinin %60'ına tekabül eden bor madenlerinin bir kısmı Bigadiç ilçesindedir. Marmara Adası'nda mermer ocakları vardır. Balya'da kurşun, Edremit'te demir rezervi, Dursunbey'de ametist yatakları vardır. Balıkesir halkının büyük çoğunluğu Müslüman olup halkın bir kısmı Alevi inancına sahiptir. Dolayısıyla ilde camilerin yanı sıra cemevleri de vardır. Son araştırmalara göre ilde toplam 1595 adet cami vardır. 1995 yılında bu sayı 1513'tür. Ayrıca il sınırları içinde tarihi kiliseler de vardır. İldeki önemli inanışlardan biri 6 Mayıs günü kutlanan Hıdırellez'dir. Hıdırellez günü öncesi ateş yakılır, ilk baharın çeşitli günlerinde köylerde hayırlar yapılır. Bazı hayırlarda Yağmur Duası okunur. Yatır inancı da kültür hayatında önemli bir yere sahiptir. Şehir, kasaba ve köylerde birçok yatır vardır. "Dede" veya "baba" adları ile anılan bu yatırlarda devlet ve ilim adamları, din ve tasavvuf erbapları, şehitler, saz şairi, âşıklar, meslek pirleri, eşkıya ve destan kahramanları yatmaktadır. Buralar halk tarafından ziyaret edilmekte olup buralara çeşitli inançlara bağlı olarak uygulamalar yapılmaktadır. Hasan Baba ve Sarıkız, ildeki en ünlü ermişlerdir. Köy düğünleri başta olmak üzere düğünlerde çeşitli uygulamalar yapılmaktadır. Sokakta yapılan düğünler, köylerde daha yaygın olsa da şehir ve kasabalarda da yapılır. Eskilerden gelen bir inanca göre iki bayram arası nikâh olmaz. Şayet yapılırsa geçimin olmayacağına inanılır. Balıkesirli erkeklerin geleneksel kıyafetleri şimdikinden çok farklıdır. Eskiden erkeklerin başlarına, kenar kısmında işleme veyahut süs bulunan sarıklı fes giydikleri ve Bursa, Horasan kumaş ve şallarından yapılan kuşakları bele sarıp üzerine tabanca veya hançer koydukları bilinmektedir. Pantolon niyetine giyilen şalvarlar ise el tezgâhlarında dokunmuş olup pamuk ve yünlü şayaklardan yapılmış salta ile patura yakındır. Ayakkabılar genellikle mest, lapçın, kaloş ve çizmedir. Kadınların geleneksel kıyafetleri de farklıdır. Kadınlar başlarına türbanların iç içe geçmesiyle yapılan ve hotoz adı verilen kenarlarına zincir takılmış gümüş para ile sıralanan başlık giydikleri bilinmektedir. Sırtlarında ise kenarları oyalı veya sırmalı üç etekli entari bulunmaktadır. Sokağa çıkarken başlarına "üstlük" veya "çar" adı verilen örtü giyerlermiş. Geçmiş yıllarda da özellikle köylü kadınlarının giydiği ferace ve yaşmak, bugün hâlâ köylü kadınlarınca giyilmektedir. İlde erkeklerin oynadığı halkoyunları Ağır Zeybek, Kırık Zeybek ve Kaşıklı Zeybek olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Bunların içinden Bengi ve İkili Güvende ünlüdür. Oyunlarda genellikle neşe, yas, aşk, kahramanlık, askerlik gibi konular ele alınmıştır. Türkülerden ise İki Keklik ünlüdür. İldeki ünlü yemekler "keşkek", "sura", "tirit", "saçaklı mantı", "tavuklu mantı" ve "peynirli patlıcan"dır. Çorbalardan "düğün çorbası" ünlüdür. Tatlılardan ise "Balıkesir kaymaklısı", "höşmerim" ve "zerde tatlısı" ünlüdür. Ayvalık tostu da meşhurdur. Kıyı kesimlerde yemeklerde zeytin yağı kullanılmakta, iç kesimlerde ise çiçek yağı ve tereyağı kullanılmaktadır. Ayrıca ilde kış aylarında deve güreşleri düzenlenir. Bölgede Batı Anadolu ağzı kullanılmaktadır. Balıkesir, denize sahip olduğu için deniz turizmi gelişmiştir. Marmara'da veya Ege'de kıyıya sahip ilçeler ile adalar, başlıca turizm merkezleridir. Buralarda çeşitli plajlar ve oteller mevcuttur. İl, 1970'li yıllarda Türkiye'nin gelişme bakımından en önde giden turizm bölgesi haline gelmiştir. Balıkesir'in turizm beldeleri, genelde iç turizm talebini karşılar. İl kış turizminden mahrum olsa da kaplıca turizmi yapılmaktadır. Gönen, Edremit, Manyas, Susurluk, Bigadiç, Sındırgı ilçelerinde ve Merkez'e bağlı Pamukçu Beldesi'nde kaplıcalar bulunmaktadır. Bu kaplıcalar sayesinde ildeki turizm süresi uzamaktadır. İlde turizme katkısı olan cami, kilise, harabe gibi çeşitli tarihi eserler mevcuttur. Kazdağı çevresinde oksijen yoğunluğu fazladır. İlde birçok etkinlik düzenlenmektedir. Dağlık yerlerde dağ sporları yapılmaktadır. Yine kıyı yöresinde yelkencilik yapılmaktadır. Ayvalık'ta, Edremit'deki Kazdağları ile Şahinderesi Mevkii'nde ve Merkez'deki Çengeloğlu Mevkii'nde avcılık yapılmaktadır. Avcılığa dair ilde kulüpler de bulunmaktadır. İlde toplam 178 tane sit alanı vardır. Adramytteion, Antandros ve Kizikos gibi arkeolojik sitler, turizm açısından önemlidir. İl sınırları içinde 10 tane müze vardır. Bu müzelerden 2 tanesi Balıkesir Müzesi Müdürlüğü'ne bağlıdır. Yine ilde Balıkesir Ulusal Fotoğraf Müzesi adlı fotoğraf müzesi bulunmaktadır. Merkezdeki Devrim Erbil Çağdaş Sanatlar Müzesi'nde bulunan Kent Arşivi'nde il ile ilgili birçok kaynağa ulaşılabilir. İlde en çok rağbet gören spor futboldur. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde "İdman Yurdu" ile "Çalışma Derneği" kurularak sporsal faaliyetlere başlanılmıştır. İleriki dönemlerde ild
eki futbolcular büyük şehirlerde çalışmışlardır. 1966 yılında ilin kendi futbol kulübü olan Balıkesirspor kurulmuştur. Diğer önemli futbol takımı olan Bandırmaspor, 1965 yılında kurulmuştur. Basketbol dalında Bandırma Banvitspor önemlidir. En büyük spor tesisleri Atatürk Stadı ve Bandırma Stadı'dır. Balıkesir'de güreşin de önemli bir yeri vardır. Kurtdereli Mehmet Pehlivan en önemli güreşçidir. 2016-17 Sezonunda basketbol erkekler Türkiye Kupası'nda Banvit şampiyon oldu. 2017-2018 Sezonu sonunda, Futbol takımı Balıkesirspor, 1. ligde 8.ci, Bandırmaspor 2. ligde 7.olmuştur. BAL'da bir takımı kalmıştır. Banvit, basketbol süper liginde 3.olmuş ve Avrupa FİBA Şampiyonlar Liginde son 8 takım arasına girmiştir.. Ayrıca kadınlar ve erkekler basketbol 1.liginde Gürespor, Bandırma Kırmızı, Karesi Basketbol takımları vardır. Voleybol erkekler 1. liginde Balıkesir BŞB, kadınlar liginde ise Bigadiç Belediyesi yer almaktadır. 2. ligde de iki takımı vardır. Hentbol liglerindeki tek takım, kadınlar 1. ligindeki Bandırmaspor'dur. Önemli spor tesisleri: Atatürk Stadyumu (15.800), Bandırma 17 Eylül Stadyumu (10.410), Ayvalık Hüsnü Uğural Stadyumu (5.000), Edremit Şehit Hamdibey Stadyumu (5.000), Bandırma Banvit Kara Ali Acar Spor Salonu (3.000, Kurtdereli Spor Salonu (1.600), Atatürk Olimpik Yüzme Havuzu-açık (500). Balıkesir il oluşundan dolayı ilçelerden meydana gelmektedir. 2014 itibarıyla Balıkesir'in 20 ilçesi vardır. Bugünkü Çanakkale ilinin Yenice ilçesinin topraklarının bir kısmına tekabül eden Avunya bölgesi, 1936 yılından önce Balıkesir'in Edremit ilçesine bağlı bir bucaktır. Burası 1936 yılında Çanakkale'ye verilmiştir. Balıkesir, 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir olmuştur. Daha önce 24 Ekim 1997 tarih ve 2/921 sayı ile TBMM'ye Balıkesir şehrine Büyükşehir statüsü verilmesi ve Balıkesir ilçesine bağlı Bahçelievler, Adnan Menderes ve Oruçgazi adlı üç ilçenin kurulması hakkında kanun teklifi verilmiştir. 11 Ocak 1952 tarihinde de Bandırma ilçesi, il olmak istemiştir. Fakat Altıeylül ve Karesi ilçeleri kurulmuş ve Bandırma il olması uygun görülmeyerek büyükşehirde kalmıştır. Eski Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Açık Ceza İnfaz Kurumu olarak faaliyetine devam etmektedir. İleriki tarihlerde Kepsut'ta bulunan L Tipi Ceza İnfaz Kurumu'nun Açık Ceza İnfaz Kurumu'na dönüştürülmesinden sonra Balıkesir'de Kampüs Cezaevleri açılması gündemdedir. İle bağlı ilçeler şunlardır; Kaynak:Almanak Türkiye Tüm ilin belediye hizmetleri büyükşehir belediyesince ifa edilmektedir. İlçe belediyeleri, büyükşehir daire başkanlıkları ve özel işletmelerce yerine getirilen hizmetler dışındaki yerel hizmetleri yerine getirirler. Büyükşehir belediye başkanı Zekai Kafaoğlu 'dur. Bugün ilde birçok ilk ve orta dereceli okul vardır. Balıkesir yöresindeki en eski eğitim kurumları olan medreseler Fatih Sultan Mehmed zamanında kurulmuştur. Medreselerin sayısı zamanla artmış, bunun yanında mektepler de kurulmuştur. 1851 yılında da ilk Gayrimüslim okulu kurulmuştur. İleriki dönemlerde Çanakkale Savaşı'na öğrenci gönderen ve Balıkesir'in ilk lisesi olan Balıkesir Lisesi 1884 yılında kurulmuştur. Bugünkü ilköğretim okullarından Alişuuri İlkokulu 1906 yılında ve Kayabey İlköğretim Okulu 1909 yılında kurulmuştur. 1940 yılında Balıkesir'in Savaştepe ilçesinde bir Köy Enstitüsü kurulmuştur. Bugün, ildeki en yüksek puanlı liseler Balıkesir T.C. Ziraat Bankası Fen Lisesi, Fatma Emin Kutvar Anadolu Lisesi, Muharrem Hasbi Anadolu Lisesi, Cumhuriyet Anadolu Lisesi, Rahmi Kula Anadolu Lisesi ve Sırrı Yırcalı Anadolu Lisesi'dir. Ayrıca ilde Astsubay Okulu ve Polis Okulu vardır. İldeki Balıkesir Üniversitesi ise 11 Temmuz 1992 tarih ve 21281 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 3837 Sayılı Kanun gereğince kurulmuş ve 1 Ocak 1993 tarihinde tüzel kişiliğini kazanmıştır. Balıkesir'de yayımlanan ilk gazete "Karesi Gazetesi"'dir. Arap harfleri ile yazılan bu gazetenin ilk sayısı 5 Mart 1886 Çarşamba günü yayımlanmıştır. 1888 yılında gazete yayın hayatına son vermiştir. İlde yayımlanan ilk sanat dergisi ise "Dilek Dergisi"'dir. Bu dergi 15 Mart 1923'ten itibaren 15 günde bir yayımlanmıştır. Bugün ilde ikisi uyduda olmak üzere 4 televizyon kanalı (TV100, Egetürk Tv, Kent Tv, Marmara Tv) yayın yapmaktadır. Balıkesir'de yerel basın oldukça gelişmiştir. Yerel gazetecilikle ilgili birkaç dernek bulunmasına rağmen aktif olan tek meslek kuruluşu Balıkesir İli Gazeteciler Cemiyeti'dir. Kentte, Basın Müzesi bulunmaktadır. İlde iki hava meydanı vardır. Bunlardan biri Merkez ilçesinde, diğeri Edremit ilçesindedir. Edremit'teki havaalanının 2010 yılında uluslararası uçuşlara açılması planlanmaktadır. İlin iki denize de kıyısı bulunmasından dolayı deniz ulaşımı gelişmiştir. İlde, Marmara adası ve Avşa adasına İstanbul Deniz Otobüsleri deniz otobüsleri ile Bandırma iskelesinden ulaşılır. Osmanlı Devleti döneminde Fevâid-i Osmaniye adlı kuruluşa ait posta vapurları perşembe günleri Bandırma'ya uğramakta pazar günü ise geri dönmektedir. 1872 yılında hareket günü çarşambaya alınmıştır. Demiryollarının yapımı ise Birinci Meşrutiyet'ten sonra hızlanmıştır. İl sınırları içinde; 9 Eylül Ekspresi, İzmir Mavi Treni, Karesi Ekspresi, Ege Ekspresi ve 6 Eylül Ekspresi gibi tren hatlarının durakları bulunmaktadır. İlin karayolları T.C. Karayolları 14. Bölge Müdürlüğü'ne bağlı olup il sınırları içinde otoban bulunmamaktadır. Ayrıca Ayvalık'tan Midilli'ye feribot seferleri başlamıştır. Balıkesir'de Sağlık Müdürlüğü'ne bağlı 21 tane devlet hastanesi, 3 tane özel hastane vardır. Toplamda 366 tane eczane ve 132 tane Sağlık Ocağı bulunmaktadır. Ayrıca Balıkesir Üniversitesi'ne bağlı Tıp Fakültesi vardır. Karesi, Balıkesir Karesi, Türkiye'nin Balıkesir ilinin bir ilçesi. 12 Kasım 2012'de TBMM'de kabul edilen 6360 sayılı kanun ile Balıkesir merkez ilçesinin ikiye bölünmesi sonucu ilçe olmuştur. Karesi tarımsal ekonomi merkezi olup oldukça işlek yolların kavşağında bulunan bir ulaşım merkezidir. İlçenin kuzeyinde Manyas ilçesi, doğusunda Susurluk ve Kepsut ilçeleri, batısında İvrindi ve Balya ilçeleri, güneyinde Altıeylül ilçesi bulunmaktadır. 2014 itibarıyla ilçede 173.386 kişi yaşamaktadır. Tarihte genellikle Misya adıyla bilinen ilçe, 13. yüzyılda Karesi Beyliği zamanında kurulmuştur. Temel geçim kaynağı ticaret, sanayi, tarım ve hayvancılık olup bamya, börülce, kavun, kelle peyniri gibi tarımsal ürünleri ile bilinir. Yağcıbedir halısı, kolonyası, kaymaklısı ve höşmerimi diğer bilinen yöresel ürünleridir. Karesi ilçesi ve çevresinin antik çağdaki adı "Misya"dır. Karesi Beyliği'nin kurulması ile bölge Karesi adını almıştır. 1923 yılında bir kanun ile Karesi adı kaldırılmış, şehire Balıkesir adı verilmiştir. 12.11.2012 tarihli ve 6360 sayılı yasayla Balıkesir merkez ilçesinin kuzey mahalleleri ile kuzey köyleri Karesi ilçesi ismini almıştır. Karesi adı, Karesi Beyliği'nden gelmektedir. Karesi ilçesi ve çevresinde bulunan pek çok höyük, mağara ve düz yerleşim yerlerinde yapılan araştırmalarda bu topraklara MÖ 8000-3000 yılları arası yerleşildiği ortaya çıkmıştır. Karesi çevresinde ilk defa adı geçen şehir Agiros (Achiraus)'dur. 1361 yılında bölge Osmanlı Devleti'nin eline geçmiştir. Karesi ilçesi halkı etnik köken olarak Manav, Yörük, Çepni ve Muhacir karaktere sahiptir. 1897'de büyük bir deprem, 1950'de büyük bir yangın felaketi yaşanmıştır. Osmanlı'nın yıkılmasıyla kent, özellikle Balkanlar'dan göç almıştır. 12 Kasım 2012'de TBMM'de kabul edilen 6360 sayılı kanun ile Balıkesir merkez ilçesi ikiye bölünmüştür. Bunun sonucunda Altıeylül ve Karesi ilçeleri kurulmuştur. Karesi ilçesi, Karesi Bey tarafından kurulmuştur. Balıkesir ve çevresine gelen Karesi Bey, babası Kalem Şah ve beraberindeki Türkmenler 1290 yıllarında Bizans döneminden kalan eski kalıntılar yakınına bugünkü Karesi ilçesini kurarak buraya yerleşmişler ve burayı askeri garnizon yapmışlardır . Hisariçi mahallesinde yapılan kazılarda 2,5–3 m. derinde 60-70.cm kalınlığında Horasani duvarlara rastlanmıştır. Bugünkü Alihikmetpaşa meydanından itibaren doğuya doğru uzanan sur duvarının Alaca Mescidi içine alarak Orhan çeşmesi civarında sona ermekteydi. Batı yönünde ise Hasan Baba Çarşı'nın karşısından eski Yoğurt Pazarı'nın ortasından geçmekte idi. Tahte'l-kal'a tabirleri şehir surlarını ve kalenin varlığını onaylamaktadır . 15lü yıllara kadar surların ayakta olduğu belirtilmektedir . Şehrin kurulma noktasının Ali Fakıh Mahallesi ve çevresi ile Sahn-i Hisar (Sur içi) olduğu düşünülmektedir. Karesi, kurulduğu andan itibaren (13. yüzyıldan beri) tüm Misya karasının yönetimsel merkezi olmuştur. Beraberinde gelen Türkmenler (bugün Manavlar ) bugünkü Balıkesir şehrine ve çevresine yerleşmişlerdir. Türkmenler buraya Danişment yöresinden yani Sivas-Tokat-Kızılırmak-İsfendiyar yöresinden gelmişlerdir ve Germiyanoğulları ile aynı kökendendirler. Trakya'ya geçip orada yurt tutmaya çalışan Türkmen boyları da 1310 yılında Ece Halil önderliğinde geri dönerek Karesi şehrine ve çevresine yerleşmişlerdir. Bu dönemde Karesi Beyliği'ni dolaşan İbn Battuta, Karesi ilçesinin yeni kurulmakta olan bir şehir olduğundan ve camisinin (namazgah) inşa halinde olduğundan bahseder. Bu namazgah'ın Bugünkü Balıkesir Lisesi bahçesinde olduğu ve yıkıldığı tespit edilmiştir. Karesi ilçesi zamanla Zağnos Paşa Camii'nin olduğu yere doğru inmiştir. 1388’de Yıldırım Beyazıt tarafından yaptırıldığı anlaşılan Yıldırım Cami oldukça büyük bir avlu içerisinde medrese ve imaret ile birlikte külliye olarak ortaya çıkmıştır. Fatih Sultan Mehmet’in vezirlerinden Zağanos Paşa tarafından yaptırılan 1461’de Zağnos Paşa Camisi ve Külliyesi'nin inşaatı tamamlanmıştır. Büyük bir alana yayılı külliyede günümüzde de faal olan hamam da hizmet vermekteydi. Bu dönemlerde Karesi ilçesi, bugünkü Karaoğlan, Karesi, Aygören, Hisariçi ve Balıkesir Lisesi çevresi ile Kasaplar Mahallesine doğru olan kısımdan oluşmaktaydı. Çay Deresi'nin kuzey tarafları tamamen bağlık ve bostanlık olup, ara ara mezarlıklar da bulunmaktadır. Deve loncası olarak bilinen yerde ve Zahire Pazarı civarın
da kervanlar için konaklama yerleri vardı. İdari binalar (1900lü yıllara değin), bugünkü Askeri Hastanenin olduğu yerlerdeydi. 1577 yılında meydana gelen deprem Karesi ilçesinde büyük tahribata yol açmıştır. 1829 yılında şehrin saat kulesi inşa edilmiştir. Bu yıllarda şehrin ünlü pazarı olan "Salı Pazarı" kurulmaya başlamıştır. 1862 yılında Müderris Alişuuri Bey'e ait vakıfca, Alişuuri mektebi yaptırılmıştır. 1864'de belediye kurulmuştur. 1896 yılında Balıkesir Sultan-ı İdadisi binası yapılarak lise düzeyinde eğitim vermeye başlamıştır. Karesi ilçesi, 1897 yılında meydana gelen büyük depremden sonra tekrar imar edilmiştir. 1897 depremiyle Balıkesir şehri ikinci kez kurulmuştur. Ancak yine de 1897 depremine rağmen; tarihi ve kültürel dokusunu büyük ölçüde muhafaza etmeyi başarmıştır. Depremde yıkılan saat kulesi, 1901'de yeniden farklı bir tarzda yapılmıştır. Yine depremde yıkılan Zağnos Paşa Camii'nin bir kısmı yeniden yapılmış, camilerin tümü elden geçirilmiştir. 1906 yılında Alişuuri Mektebi tekrar inşa edilmiştir. 1908'de şehrin simgelerinden olan Şadırvan inşa edilmiştir. 1909 yılında, Sultan Reşat döneminde banka müdürü Ahmet Faik Bey tarafından, Saat kulesinin arkasına yaptırılan Ziraat Bankası, sivil mimaride geç dönemde sık sık görülen iki katlı, kesme taştan planı ile inşa edilerek hizmete girmiştir. Bu dönemde de şehrin idari binaları, bugünkü Ali Hikmet Paşa Caddesi üzerindeydi. 1910 yılında, şehirde Karesi Muallim Mektebi açılmıştır. 1912 yılında Balıkesir Tren Garı, (Afyon Şehir Garı ile aynı mimaridedir), İngiliz firması "Smyrna Cassaba Railway" (SCR) isimli şirket tarafından yapılarak Bandırma-Soma arası tren yolu tamamlanmıştır. Bu tarihten itibaren Balıkesir geçiş güzergahı özelliği kazanmış ve şehir büyümüştür. Şehrin merkezi ile garı birbirine bağlayan ve şimdiki adı Milli Kuvvetler Caddesi olan işlek cadde ve şehir alanı (Cumhuriyet Meydanı) böylelikle ortaya çıkmıştır. Zira, Balıkesir'in günümüzdeki merkezi caddesidir. Oysa bu zamandan önce, Anafartalar Caddesi olarak adlandırılan cadde ticari merkezdi. Osmanlı dönemi yapıları 1897 yılındaki büyük deprem nedeniyle Karesi, küçük çaplı bir Anadolu şehri konumuna bürünmüştür. Cumhuriyet döneminde, kentin hinterlandı olan "Balıkesir Ovası" ve yakın çevresindeki tarımsal üretimin zengin oluşu nedeniyle tarım şehri olarak planlanmıştır. Cumhuriyet döneminde şehirde bayındırlık faaliyetleri artmış ve bir ticaret merkezi niteliği kazanmıştır. Cumhuriyet sonrasında Balıkesirin büyümesi ve yeniden kent niteliğine ulaşmasındaki bir diğer etken, askeri kolordu merkezi olarak seçilmesidir. Bunun yanı sıra Marmara ve Ege bölgelerini bağlayan kara ve demir yolları üzerinde durak noktası olması, kentin gelişmesini destekleyen önemli etken olmuştur. Erken Cumhuriyet Dönemi Balıkesir kentinin toplu bir yerleşme ağı vardır. Kent 1950lere dek yağ lekesinin dağılmasını andıran bir biçimde ilk yerleşim çekirdeğine bağlı olarak büyümüştür. XIX. Yüzyıl sonuna dek, batı ve güneybatı yönleriyle büyüyen kent, bu alanda konutların eğim sınırına dayanmasıyla birlikte 1900lerin başında kuzeye doğru yayılmaya başlamıştır. Cumhuriyet dönemine değin, kentin çarşısı Anafartalar Caddesi boyunca yer alıyordu. Cumhuriyet sonrasındaki gelişme bu çekirdekten bağımsız olmamış, kent merkezi Anafartalar Caddesini kesen yollar boyunca kuzeye doğru yayılmıştır. 1940larda hükûmet konağının yeri değiştirilmiştir ve merkezin güneye Vasıf Çınar Caddesine doğru genişlemesine neden olmuştur. Balıkesir Parkı da bu dönemlerde dizayn edilmeye başlanmıştır. 03 Ağustos 1950 akşam saatlerinde Balıkesir'de meydana gelen büyük yangın, Balıkesir kent merkezindeki tüm dükkânları ve çevresindeki mahalleleri içine almış ve Balıkesir'in büyük kısmının yanmasına neden olmuştur. Yangın postaneye kadar ilerlemiştir. Çok geniş bir alana yayılan yangın saatlerce kontrol altına alınamamıştır. Onlarca kişi ölmüş, binden fazla ev yanmış ve Balıkesir halkı aylarca ekonomik zorluk çekmiştir. Yangının çıkış sebebi enteresandır. Yangın bir tuhafiyeci dükkânındaki çıtpıtların farelerce kemirilmesiyle ortaya çıkan kıvılcımın elektrik kontağını etkilemesiyle meydana gelmiştir. Balıkesir İtfaiyesi'nin yetersizliği ve teknik açıdan geri oluşu, yangının zararını arttırmıştır. Bu yangın, toplum hafızasını etkilemiş ve büyük zarara neden olmuş ve kentsel kimliği derinden etkilemiştir. Bu dönemden sonra, Balıkesir Belediyesi, acı tecrübe nedeniyle itfaiye hizmetlerine diğer hizmetlerden daha çok önem vermiş ve çağdaş teknikleri her zaman takip etmiştir. Yangın sonunda Balıkesir'e Kızılay yüzlerce çadır kurmuş ve uzun süre hizmet vermiştir. Sonrasında Yeni Çarşı adıyla modern belediye çarşısı yapılmış ve merkez yeniden düzenlenmiştir. Köylerden kente göç eden insanlar, daha çok Çay deresinin kuzeyindeki Oruçgazi ve Kayabey Mahallelerinin yukarılarını oluşturmuşlar ve böylelikle bir taraftan da kuzeye doğru şehir yayılmıştır. Kuzeydoğudaki Atatürk mahallelesi ile batıdaki 1974 yılında alınan kararla kurulan Adnan Menderes Mahallesi düzenli yapılaşmaların olduğu alanlardır . Karesi, Balıkesir Ovası'nın kenarında kurulmuştur. İlçenin yüz ölçümü 742,04 km²'dir. Fazla engebeli olmayan Karesi toprakları dalgalı düzlüklerden oluşmaktadır. İlçede 69 mahalle vardır. Bilecik (il) Bilecik, eski adıyla "Ertuğrul", Türkiye'nin Marmara Bölgesi'nde yer alan bir ildir. İl Nüfusu: 218.297'dir. Bu nüfusun %82,6'sı şehirlerde yaşamaktadır (2016). İlin yüzölçümü 4.179 m²'dir. İlde km²'ye 52 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 98'dir.) İl merkezinin denizden yüksekliği: 513 m.'dir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 8 İlçe, 11 belediye, bu belediyelerde 61 mahalle ve ayrıca 245 köyü vardır. Şeyh Edebali'nin türbesi buradadır. Bilecik, Marmara Bölgesi'nin güney doğusunda yer almaktadır. Bilecik; Marmara, Karadeniz, İç Anadolu ve Ege Bölgelerinin kesiştiği noktadadır. Şehir en eski bilinen adları "Agrilion" ve "Belekoma"dır. Bilecik, Osmanlı İmparatorluğu'nun kurulduğu topraklardır. Bilecik'te Batı Anadolu ağzı kullanılmaktadır. Bilecik'in ilçeleri Bozüyük, Gölpazarı, İnhisar, Osmaneli, Pazaryeri, Söğüt ve Yenipazar'dır. Bilecik ili nüfusu: 221.693'dür. Bu nüfusun %84,4'ü şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 4.179 km2'dir. İlde km2'ye 53 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 101’dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,56 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 8 İlçe, 11 belediye, bu belediyelerde 60 mahalle ve ayrıca 245 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Pazaryeri(% 4,75)- İnhisar(-% 3,43). 2017-2018 Sezonu sonunda, Futbol takımı Bozüyük Vitraspor, Bölgesel Amatör Lig (BAL) dedir. Bilecik Belediyespor erkek baketbol takımı, 2.liden düşmüştür. Voleybol kadınlar 2.liginde Bozüyük İdmanyurdu devam etmektedir. Bozüyük Vitraspor, Ziraat Türkiye Kupası birinci turda Yalova Altınova Belediyespor’a elenmiştir. Bilecik'in önemli spor tesisleri, Şeyh Edebali Stadı (5.150), Bozüyük İlçe Stadyumu (4.100), Bilecik Kapalı Spor Salonu (2.000), Merkez kapalı Yüzme Havuzu-y.olimpik (500). Bilecik Bilecik, Bilecik ilinin merkezi olan ilçedir. Türkiye'nin Marmara Bölgesi'nin Güney Marmara Bölümü'nde kalmaktadır. Günümüz yerleşimiyle ilgili bilgiler sınırlıdır. Şehrin 4 km güneybatısında yerleşimin M.Ö 3000'lere kadar uzadığı düşünülen Agrilion antik kenti bulunmaktadır. Günümüz yerleşimin Hamsu ve Debağhane dereleri arasındaki kayalık çıkıntıda Bizans döneminde Belekoma adıyla bilinen bir kale bulunmaktaydı. 13. yüzyılda Bizans'ın Selçuklularla mücadelesinde uç bölgesinde yer alan Bilecik, yüzyılın ortalarından itibaren tekfur idaresinde merkezden yarı bağımsız olarak yönetilmekteydi. Bilecik, 1299 yılında ani bir baskınla Osmanlı topraklarına katıldı. Bilecik'in ele geçirilmesiyle Osman Gazi burada bir mescid yaptırmış, küçük oğlu Ali ve eşi ile aynı zamanda eşinin babası olan Şeyh Edebali burada yaşamıştır. Şehir kalenin etrafında gelişim göstermekle birlikte, coğrafi yapıdan dolayı yeterli büyüme sağlanamamıştır. 16. yüzyılda 700 civarında küçük bir nüfusa sahip olan yerleşimin onda bir kadarını Hristiyan nüfus oluşturmaktaydı. 1649 yılındaki Avârız kayıtlarında Bilecik Ertuğrul Gazi vakıflarına ait bir kasaba olarak kaydedilmiştir. Bu dönemde yerleşim, dokuz Müslüman ve bir Hıristiyan olmak üzere 10 mahalleden oluşmaktaydı. Coğrafi konumu nedeniyle tarımda yapılamayan yerleşim, bu tarihlerde demir madenciliği ve ipek dokumacılığı yönüyle gelişmişti. Osmanlı idaresinde uzun süre Sultanönü sancağına bağlı bir kaza olarak görülen yerleşim, Tanzimat’tan sonra Hüdavendigâr eyaletine bağlı bir sancak oldu. II. Abdülhamid döneminde Ertuğrul sancağının merkez kazası Bilecik, Cumhuriyet’in ilk yıllarında vilâyet oldu. 1924 yılında vilâyetin adı Bilecik’e çevrildi. Bilecik ili, Marmara Bölgesi'nin güney doğusunda; Marmara, Karadeniz, İç Anadolu ve Ege Bölgelerinin kesim noktaları üzerinde yer alır. İlin bilinen en eski isimleri arasında Agrilion ve Belekoma vardır. Bilecik, Osmanlı İmparatorluğu'nun doğduğu topraklardadır. Her yıl Ertuğrul Gazi'yi Anma ve Söğüt şenlikleri, Bilecik iline bağlı Söğüt'te yapılmaktadır. Bölgede zengin mermer ocakları mevcuttur. Sakarya ırmağının etrafında kurulan ve göletleri ve derelerinin zenginliği ile tanınan yöre antik çağlardan günümüze tarihin izlerini taşır. Şehirdeki Şeyh Edebali Türbesi, tüm Türkiye'den ziyaretçi almaktadır. Bilecik ilindeki Kurtuluş Savaşı zamanındaki izler, Bilecik ilinin ilk yerleşim yeri olan Şeyh Edebali Türbesi'nin çevresinde hâlen görülebilir. Bunlara örnek olarak bir kısmı savaş sırasında yıkılmış olan minare gösterilebilir. Mutfak Gibi birçok yemek. Gezilip Görülecek Yerler Bilecik'te ilk yerleşim tarihi milattan önce 3000 yılına dayanır. Milattan önce Bilecik'te Tunç yapımı için Kalay çıkarıldığı bilinmektedir. Bilinen ilk isimleri Agrilion ve Belekoma'dır. Daha sonra Bilecik Bizans İmparatorluğu içine girmiştir.Doğu Roma döneminde Belekoma isimi ile bilinmekte
ydi. Bilecik o zaman kale-sur şehri idi. Bu dönemde Bilecik Bitinya bölgesinin içinde yer alır. Burada MÖ 1950'lerde Trakya kavimlerinden Trakların kolu olan Thynlerler bulunmaktadır. Daha sonra ise; Roma İmparatorluğu Milattan sonra 395'te yıkılınca Bilecik, Bizans İmparatorluğu içinde kaldı.Bizans döneminde ise Belekoma kalesi inşa edilmiştir. Bizans dönemin de bazen Bilecik, Müslüman ülkelerin de eline geçmiştir.Bizans Döneminde Tekfurluk ile yönetiliyordu. Kayıların bir bölümü Ertuğrul Bey liderliği ile batıya doğru gelerek Söğüt ilçesi ve çevresinde ikamet etmeye başlamışlardır. Kayıların Söğüt ve çevresine yerleşmeleri 1230’lu yıllar olarak bilinmektedir. 1231 yılında İznik İmparatoru Selçuklu sınırına saldırmaya tenezzül edince Anadolu Selçuklular Sultanı I. Aleaddin Keykubat Bizans İmparatorluğuna karşı bir sefer düzenlemiş, Ertuğrul Bey ve beraberindekiler de bu sefere bir akıncı olarak katılmıştır. Selçuklu ve Bizans ordusu arasında Sultanönü mevkiinde meydana gelen savaşın sonucunda Bizans ordusu yenilmiş, Karacadağ ve Söğüt alanları Büyük Selçuklu Devleti’nin eline geçmişti. I. Aleaddin Keykubat Belekoma Tekfurunu vergiye bağladı. Savaşta önemli katkıları olan Ertuğrul Bey’e Söğüt’ü sahibi olarak, Domaniç’i de yaylak arazi olarak verdi. Osmanlı kaynaklarına göre Ertuğrul Bey 1281 yılında ölmüştür. Ertuğrul Bey, Kayı Türklerinin önemli bir lideridir. Kayı boyu ise Osmanlı Devletinin kurucu bir kolu olmuştur. Söğüt'te bulunan bir 400 çadırlık uçbeyliğinden Osmanlı Devleti doğmuştur. Ertuğrul Bey'in vefat etmesinden sonra Kayıların başına Osman Gazi geçti. Osman Gazi ve silah arkadaşlarının en önemli manevi destekçisi Şeyh Edebali idi. Şeyh Edebali Kayı Boyunun Ahilik teşkilatının önderi idi. Ahilik; tarım dahil bütün zanaat dallarında halkı, çalışanları teşvik eden, çalışanlara her türlü yardım elini uzatan bir örgüt anlayışıdır. Şeyh Edebali o sıralar medresesinin de bulunduğu Eskişehir şehrinin sınırları içinde bulunan İtburnu Köyünde yaşıyordu. Daha sonra medresesini sıra ile Söğüt ve oradan da Bilecik’e taşımıştır. Osman Gazi 1286 yılında İnegöl civarlarında bulunan Hisarcık kalesini Bizanslılardan ele geçirdi. 1287 yılında İnegöl Tekfuru’nu Domaniç yakınlarındaki İkizce’de yenilgiye uğratmıştı. Osman Gazi ve silah arkadaşlarının Bizans Tekfurları ile olan mücadelelerini takip eden Anadolu Selçuklular Sultanı III. Alaeddin Keykubat büyük bir ordu ile Karacahisar önüne kadar geldi. Osman Bey ve beraberindekiler ile birleşerek Bizans İmparatorluğunun sahip olduğu bu kaleyi kuşattı. Kuşatma sürerken Selçuklu Sultanı III. Alaeddin Keykubat; Osman Bey’e bir sancak ve gümüş takımlı bir at göndererek Söğüt ve Eskişehir’i de içinde bulunduran bu sancağı Osman Bey’e verdi. 1289 tarihinde Karacahisar’daki Rum kilisesini camiye çeviren Osman Bey ilk kez kendi adına hutbe okuttu.Bu olaylar Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun temelleridir. Bu tarihe kadar Bilecik henüz Osmanlılar tarafından fethedilmemişti. Bizanslılara ait bir kalekenti idi. Bilecik ve Yarhisar tekfurlarını vergiye bağlamıştı. Osman Bey 1299 yılında Belekoma kalesini ve peşinden Yarhisar kalesini Bizanslılardan ele geçirdi. Bilecik Osmanlı Beyliğine katılmış oldu. Bilecik, I. Bayezid dönemine kadar Osmanlı egemenliğinde kalmış, lakin 1402 yılında Ankara meydan savaşında Bayezid’in Timur’a mağlup olması sonucunda 2 ay Timur’un devletinin hakimiyetine geçmiş ve Fetret Devrinden sonra Osmanlı sultanı Çelebi Mehmet tarafından geri alınmıştır. Bilecik; Trakya ve Marmara bölgelerini İç, Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgeleriyle Asya’ya bağlayan İstanbul-Bağdat Demiryolu yakınında kurulmuştur. Türklerin elinde değeri artmış ve Osman Gazi’nin fethettiği ilk önemli kale ve Şeyh Edebali Türbesi’nin buradadır. Önceleri kale çevresinde yerleşik kent daha sonra Şeyh Edebali Türbesi, Orhan Gazi camii ve yakınındaki medreseye doğru büyümeye başlamıştır. Çukurluk alandan geniş bir alanda yerleşme başlamıştır. İstiklal Savaşında TBMM hükûmeti ile İstanbul hükûmeti arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları gidermek amacı ile İstanbul’daki Tevfik Paşa hükumeti adına İçişleri Bakanı Ahmet İzzet Paşa, Ankara Hükümeti ile bir görüşme yapmak istedi. Görüşmenin Bilecik İstasyonu binasında yapılması kararlaştırıldı. TBMM hükûmeti ile İstanbul hükûmeti heyetleri 5 Aralık 1920 günü Bilecik istasyon binasında bir araya geldiler. İstanbul Heyeti Ahmet İzzet Paşa, Salih Paşa,Tarım Bakanı Kazım Bey, Hukuk Danışmanı Münir Bey ve Hoca Fatih Efendi’den oluşmuştu. Ankara heyetine ise Mustafa Kemal Paşa başkanlık etmişti. Heyete İsmet İnönü'de katılmıştı. Bilecik görüşmelerinde olumlu ve somut bir sonuç elde edilememiştir. Yunan Ordusu 6 Ocak 1921 günü Bursa ve Uşak dolaylarından saldırıya geçti. 8 Ocak 1921 Bilecik hattına kadar geldi. Böylece Bilecik işgal edilmiş oldu. Bilecik Kurtuluş Savaşından çok büyük yaralar alarak çıkmış, savaşın getirdiği sosyal ve ekonomik çöküntü nedeniyle Cumhuriyet dönemine çok güçsüz başlamıştır. 1920’lerde 12.000 olduğu tahmin edilen şehir nüfusu, Kurtuluş savaşından sonra 4.000’e kadar inmiştir. Savaştan önce Bilecik bölgenin en önemli ipek endüstrisi merkezine sahipti. Şehirde çok sayıda ipekçilik tesisi ve ipek kadife üreten fabrikalar bulunuyordu, fakat Yunanların çıkardığı yangınlarda bu fabrika ve tesislerin tümü yandı. Cumhuriyetin ilk yıllarında ise Bilecik Merkezin nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Rumlar ve Ermeniler Lozan Mübadelesiyle Yunanistan'a gönderilmiş oradan gelen Müslüman muhacirler ise Bileciğin çeşitli yerlerine yerleştirilmişlerdir (Lozan Mübadelesi 1924-1928). Bilecik ilinde nüfusun çoğunluğunu 1924-1928 yılları arasında Lozan Mübadelesiyle Selanik, Karacaova, Drama, Vodina, Tikveş ve diğer Rumeli sancaklarından gelen Muhacirler oluşturmaktadır. Bunun yanında Çerkesler, Abhazlar, Arnavutlar, Boşnaklar, Yörükler ve Manavlar da nüfusun geri kalanını oluşturur. Son yıllarda ise Bulgaristan ve Bosna-Hersek'ten gelen muhacirlerin bir kısmı da ile yerleştirilmiş ve ilde ikamet etmektedirler. Bilecik Marmara Bölgesinin Güney Marmara Bölümünde yer alır. Karadeniz, İç Anadolu ve Ege ile Marmara Bölgelerinin tam kesim noktaları üzerindedir. Kısacası 4 bölgede de yer alır. Bilecik; 39° ve 40° 31’ kuzey enlemleri ile 29° 43’ ve 30° 41’ doğu boylamları arasında bulunur. Doğu kesiminde Bolu ve Eskişehir güney kesiminde Kütahya, batı kesiminden Bursa, kuzey kesiminde ise Sakarya illeri ile komşu durumundadır. Bilecik 4321 km²’lik alanı ile Türkiye'nin küçük illerinden biridir. Alan sıralaması bakımından 65. sırada yer alır. Merkezî ilçenin yüzölçümü 844 km²’dir. Nüfus bakımından da en az olan illerin başında gelir. Dağlar il topraklarının %32’sine yakın bir bölümünü kaplar. Bu yükseltiler daha çok tepe görünümündedir. İlin en yüksek noktası Bozüyük ilçesinde yer alan yükseltiler üzerindeki Kala Dağı’dır (1906 m). Diğer önemli yükseltiler ; Sakarya Irmağı boyunca uzanan çok geniş olmayan düzlükler şeklinde ovalar il topraklarının %7’lik bir bölümünü kaplar. Sakarya nehri Bilecik ilinden geçen başlıca akarsudur.Bu ırmağa dökülen çay ve dereler Bilecik'in öteki su kaynaklarıdır. Sakarya, İnhisar ilçesi yakınlarında Bilecik topraklarına girer; kuzey-güney yönünde akarak ili doğu ve batı olmak üzere iki parçaya böler. Vezirhan’ın kuzeyinde Karasu Deresi, Osmaneli ilçesi yakınlarında da Göksu Çayını alarak kuzeye yönelir. Bozüyük’ten doğar. Bilecik merkez ilçe sınırları içine Karasu Boğazından girer. Bu noktadan sonra Vezirhan’da Sakarya Irmağına kavuşur. Yağış yönünden yeterli miktara sahip olan Bilecik, yüzölçümünün %47’sinin ormanlık alan olması itibarı ile orman zenginliği bakımından Türkiye’nin şanslı yörelerinden biridir. Bilecik orman zenginliği av hayvanları bakımından da zenginleşmesini sağlamıştır. Bin metreye kadar yükseklerde orman örtüsü genellikle meşe, otsu bitkiler ve makilerden oluşmaktadır. 1500 metre sınırına kadar da karaçam, kayın, kızılçam, kestane türündeki yüksek boylu ağaçlar sıralanır. 1500 metreden daha yükseklerde ise köknar cinsinden ağaçlar vardır. Bilecik İlinde yıllık yağış toplamı 450 kg/m² dolayındadır. Yağış en çok ocak ve mayıs aylarında düşmektedir. Diğer klimatik veriler şöyle: Bilecik düzeyinde tespit edilen en yüksek sıcaklık 1945 ağustosunda 40.6 °C, en düşük sıcaklık ise 1950 Ocak ayında -16 °C olarak tespit edilmiştir. Ülkemizin küçük illerinden biri olan Bilecik merkezde Yerel TV kanalı bulunmamaktadır. İldeki tek yerel kanal Bozüyük Venüs TV'dir. İl Genelinde 4 yerel radyo kanalı vardır. Bu radyolardan ikisi Bilecik Merkezde diğer yerel radyo ise Bozüyük ilçesindedir. Diğer ilçelerde yerel yayın kuruluşu bulunmamaktadır. Yerel TV Kanalları Yerel Radyo Kanalları Yerel Gazeteler İnternet Haber Organları Bingöl (il) Bingöl, Türkiye'nin Doğu Anadolu Bölgesi'nde yer alan bir ildir. İl Nüfusu: 239.560'dür. Bu nüfusun %65,4'ü şehirlerde yaşamaktadır (2016). İlin yüzölçümü 8.004 m²'dir. İlde km²'ye 34 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 84'dür.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 0,89 olmuştur. İl merkezinin denizden yüksekliği: 1159 m.'dir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 8 İlçe, 11 belediye, bu belediyelerde 68 mahalle ve ayrıca 320 köyü vardır. Bingöl ili nüfusu: 273.354'dür. Bu nüfusun %67,3'ü şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 8.004 km²'dir. İlde km²'ye 34 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 87’dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,41 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 8 İlçe, 11 belediye, bu belediyelerde 68 mahalle ve ayrıca 320 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Yayladere(% 10,74)- Adaklı(-% 2,65). Bingöl Türkiye'de arıcılığın yapıldığı önemli illerdendir. 84.269 adet kovandan 1263 ton bal elde edilir. 14,9 kg ile kovan başına verim Türkiye ortalamasının (14,5 kg) az üzerindedir. Türkiyedeki kovan sayısı ve bal üretiminin %1,5'ini Bingöl gerçekleştirir. 2017-2018 Sezonu sonunda, Futbol takımı 12 Bingölspor, 3.ligden BAL'a düşmüştür.. Ayrıca bu sezon, BAL’
da yer alan Karlıova Yıldırım Spor da yerel lige düşmüştür. Voleybol erkekler 1.liginde Solhan Spor yer almaktadır. 12 Bingölspor, Ziraat Türkiye Kupası ikinci turunda Anagold 24 Erzincanspor’a elenmiştir. Bingöl'ün önemli spot tesisleri: Bingöl Şehir Stadyumu (3.000), Merkez Karşıyaka Spor Salonu (5.000), Merkez Kapalı Yüzme Havuzu-y.olimpik (500), Haserek ve "Yolçatı"' Kayak merkezleri. Bingöl Köy ve Kasabaları Web Sayfaları Bingöl Bingöl (Kurmancca: Çewlîg; Zazaca: Çolîg veya Çewlîg), Bingöl ilinin merkezi olan şehirdir. Bingöl ismi Erzurum - Muş sınırında Varto ilçesinde yer alan Bingöl Dağı'ndan gelmektedir. 1944'e kadar Çapakçur ismi resmi olarak kullanılmıştır. Çapakçur Kalesi sarp ve dağlık mıntıkada olduğundan, kent merkezi belirsiz bir tarihte dere yatağındaki Çewlig veya Çolig mevkine taşındı. 16. yüzyıldan beri Türkçe biçimiyle kaydedilmiş olan Bingöl Dağı'nın adı 4 Ocak 1936'da kurulan Bingöl iline, 13 Aralık 1944'te ise il merkezi olan Çolik (Çapakçur) kasabasına verildi. 1927 yılına kadar Çolik (Çapakçur) isimi ile Genç Vilayeti'nin bir ilçesi idi. 4 Ocak 1936 tarihinde Bingöl iline merkez olmuştur. Doğu Anadolu Bölgesi'nin Yukarı Fırat bölümünde yer alan Bingöl ili 38 27' ve 40°27' doğu boylamlarıyla 41°20' ve 39°54' kuzey enlemleri arasında bulunmaktadır. Bingöl doğuda Muş, kuzeyde Erzincan ve Erzurum, batıda Tunceli ve Elazığ, güneyde ise Diyarbakır ili ile komşudur. Bingöl'ün yüzölçümünün yüzde 22.82'si merkez ilçeye aittir. Merkez ilçeden sonra sırasıyla Genç Karlıova ve Solhan gelmektedir. Rakımı en düşük ilçeler İl merkez ve Genç ilçe merkezidir. Rakımı en yüksek ilçe ise Karlıova'dır. İlde belli başlı yaylalar ise; Bingöl Yaylası, Şerafettin Yaylaları, Genç'te Çötele (Çotla) Yaylası, Karlıova'da Hırhal ve Çavreş Yaylası, Kiğı'da Kiğı Yaylası ve Dağın Düzü Yaylaları, Adaklı'da Kârer Yaylası'dır. Kuzeyden sokulan nemli ve serin hava kütlelerine açık olması ve yükselti faktörü sebebiyle Bingöl ve çevresi yazları sıcak kışları soğuk geçmektedir. Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü'nün verilerine göre Bingöl’de yıllık ortalama sıcaklık 12.1 derecedir. Yıllık yağış tutarı 873.7 mm kadar olup kar yağışlı gün sayısı 24.5 gün, donlu gün sayısı ise 94.1 gün kadardır. Bingöl'e hava yolu, demir yolu ve kara yolu ile ulaşım mümkündür. Bingöl Havalimanı Haziran 2013 tarihinden itibaren uçuşlara açıktır.İstanbul ve Ankara'ya direkt uçuşlar mevcuttur.Muş, Diyarbakır Havaalanı veya Elâzığ Havaalanı üzerinden ulaşmak da mümkündür. Bu havaalanlarından otobüs yolculuğu yaklaşık 2 saat sürer. DDY Genç istasyonu merkeze 20 km. mesafededir. Bolu (il) Bolu, Türkiye'nin Karadeniz Bölgesi'nin Batı Karadeniz Bölümü'nde yer alan bir il. İl Nüfusu: 299.896'dır. Bu nüfusun %73,4'ü şehirlerde yaşamaktadır (2016). İlin yüzölçümü 8.313 m²'dir. İlde km²'ye 36 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 121'dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 3,02 olmuştur. İl merkezinin denizden yüksekliği: 741 m.'dir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 9 İlçe, 12 belediye, bu belediyelerde 93 mahalle ve ayrıca 487 köyü vardır. Bolu yöresine ilk yerleşenlerin Bebrikler olduğu sanılmaktadır. Bebrikya adıyla anıldığı sanılan bu yöreye MÖ 8. yüzyıl sonra batıdan gelen Bithynialılar yerleşti. Daha sonra Bithynia olarak adlandırılan bu topraklardaki başlıca yerleşme yerleri Kienos (daha sonra Prusias, bugün Konuralp) ile Bithynion (bugünkü Bolu)’du. İskender’in ölümünü izleyen dönemde Bolu yöresinde bağımsız Bitinya Krallığı kuruldu. Roma döneminde Bithynium olarak anılan kente İmparator Claudius’un hüküm sürdüğü yıllarda Claudiopolis adı verildi. M.S. 12. yüzyıl başlarında İmparator Hadrianus’un sevgilisi Antinoos’un doğum yeri olması nedeniyle önem kazanan kent daha sonra Hadrionapolis olarak adlandırılmaya başlandı. Bir piskoposluk merkezi olan ve Bizans döneminde Polis denen kenti, 11. yüzyılda yöreye gelmeye başlayan Türkmenler Bolu olarak adlandırdılar. Roma döneminde önemi artan Bithynia, Bizans yönetimi altındayken elverişli doğal konumu sayesinde 7. ve 9. yüzyıllardaki Arap akınlarından etkilenmedi. 11. yy’dan sonra Bizanslılar ile Anadolu Selçuklular arasında el değiştiren yöre 13. yüzyılda Anadolu Selçuklularının, daha sonra İlhanlıların eline geçti. Osman Gazi döneminde (1299-1324) Konur Alp tarafından Osmanlı topraklarına katıldı ve sancak merkezi yapıldı. 1324-1692 dönemine Bolu'yu yöneten sancak beyleri arasında Konur Alp, Gündüz Alp, I. Süleyman (Kanuni) ve Zor Mustafa Paşa dikkat çeker. Bu dönemde, bir ara İsfendiyaroğulları’nın istila ettiği Bolu, 1692'de sancak beyleri yerine atanan Voyvodalarca yönetildi. 1811'de II. Mahmud voyvodalığı kaldırınca, Bolu-Viranşehir adıyla yeniden sancak oldu. 1864 Vilayet Nizamnamesi ile Bolu Sancağı Kastamonu Vilayeti'ne bağlandı. II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Bolu Kastamonu’ya bağlı olduğundan, ilk Bolu Mebusları Kastamonu mebusları arasında yer almıştır. II. Meşrutiyetten (1908) Cumhuriyet dönemine kadar bağımsız sancak olarak yönetilen Bolu, 1923’te Vilayet haline getirildi. Bolu’nun son Mutasarrıfı Ahmet Fahrettin Bey, Bolu’nun ilk valisi oldu. Batı Anadolu ağzı kullanılmaktadır. Türkiye yüzölçümünün %1,015'lik bölümünü kaplayan Bolu İli, 8.276 km² (827.600 Ha.) yüzölçümü ile Karadeniz Bölgesi’nin Batı Karadeniz bölümünde yer alır. İl arazisinin yaklaşık % 18’in tarım alanlar oluşturmaktadır. Orman alanları ise % 59’luk bir oran ile Türkiye ormanları içinde % 2,55’lik paya sahiptir. Çayır ve meraların kapladığı alan yaklaşık % 15’tir. Geriye kalan % 8 dolayında alan ise tarım dışı alanlardır. Ortalama rakım 1000 m., merkez ilçe rakımı ise 725 m. civarındadır. Matematiksel konum açısından 30 derece 32 dakika - 32 derece 36 dakika doğu boylamları ile 40 derece 06 dakika - 41 derece 01 dakika kuzey enlemleri arasındadır. Bolu, Karadeniz iklimi ile karasal iklim arasındaki geçiş alanında bulunur. Karadeniz kıyısındaki ilçelerde Karadeniz ikliminin özellikleri ağır basarken; iç bölgelere gidildikçe, kıyıya paralel uzanan dağların Karadeniz üzerinden gelen nemli havanın önünü kesmesiyle iklim karasallaşır. Seben, Mudurnu ve Kıbrısçık, Gerede'nin en güneyi ve Dörtdivan'ın güneyinde karasal iklim özellikleri ağır basmaktadır. Bolu, iklimlerin kesiştiği bir il olmasından ötürü çok çeşitli flora ve fauna özelliklerine sahiptir. Kıyılardaki otsu bitkiler yıl boyu yeşil kalırken; karasal iklimin görüldüğü güney kesimlerde yaz kuraklığı ile sararırlar. Orman oranı açısından en zengin illerimizden biridir. Karadeniz iklimin görüldüğü kıyı bölgelerde kayın ve meşe, yüksek yerlerde göknar ve sarıçam türleri ağır basmaktayken; karasal olan iç bölgelerde antropojen bozkırlar görülür. Karasal yerlerdeki yüksek dağlarda yer yer karaçam ve meşe topluluklarına rastlanmaktadır. Bolu İl Merkezine göre; Dörtdivan, Yeniçağa ve Gerede İlçeleri doğuda, Mengen kuzeydoğuda, Göynük ve Mudurnu İlçeleri güneybatıda, Seben ve Kıbrıscık İlçeleri ise güneyde yer almaktadır. Bolu’nun, batısında Düzce ve Sakarya, güneybatısında Bilecik ve Eskişehir, güneyinde Ankara, doğusunda Çankırı, kuzeyinde Zonguldak ve kuzey doğusunda Karabük İlleri yer alır. İl sınır uzunluğu 621,4 km.dir. Düzce’nin 584 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile (09.12.1999 tarih ve 23901 sayılı R.G.) il olarak ayrılmasıyla, Bolu’nun denizle bağlantısı kalmamıştır. Bolu ili nüfusu: 303.184'dür. Bu nüfusun %74,1'i şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 8.313 km²'dir. İlde km²'ye 36 kişi düşmektedir. (Bu sayı Merkezde 124’dür.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,10 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 9 İlçe, 12 belediye, bu belediyelerde 93 mahalle ve ayrıca 487 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Merkez(% 2,30)- Kıbrıscık(-% 8,90). Bolu Valiliği, Bolu Belediye Başkanlığı ve Abant İzzet Baysal Üniversitesi işbirliği ile, çeşitli sivil toplum örgütlerinin de katılımıyla, her yıl Mayıs ayının 2. haftasında düzenlenen ve bir hafta devam eden günlerdir. Boluluların "Bolu'nun Babası" lütfuna mazhar olmuş Merhum İzzet Baysal, bu günlerde düzenlenen çeşitli sanatsal ve kültürel etkinliklerle anılır. Bolu'nun Mengen ilçesinde, her yıl Haziran ayında düzenlenmektedir. Türkiye'de tek aşçılık okulunun bulunduğu yer olan Mengen'de düzenlenen festivalde çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Dörtdivan'a bağlı Köroğlu Yaylası'nda her yıl Temmuz ayı içinde düzenlenmekte; halk oyunları gösterileri, yarışmalar, güreş müsabakaları, konserler gibi çeşitli etkinlikler yapılmaktadır. Atatürk'ün Bolu'ya geliş tarihi olan 17 Temmuz 1934 yılından beri her yıl aynı gün düzenlenmektedir. Atatürk'ün Bolu'ya gelişi, çeşitli sanatsal, kültürel ve sportif etkinliklerle kutlanmaktadır. Bunlar dışında Bolu merkez ve ilçelerindeki yaylaların hemen hemen hepsi, yaz aylarında kendi yaylalarında yayla bayramları düzenlemektedir. Bolu'da, Temmuz-Ağustos ayları içinde yaklaşık 1 ay boyunca devam eden panayır düzenlenmekte iken, depremden sonra panayır kaldırılmış, sadece lunapark eğlencesi devam etmektedir. Bazı ilçelerde de her yıl düzenli olarak panayırlar açılmaktadır. Bolu'nun olduğu kadar Türkiye'nin de en ünlü panayırları arasında yer alan Gerede Panayırı bunların en önemlisidir. 2017-2018 Sezonu sonunda, Futbol takımı Boluspor, 1.Ligde play-off'a kalmış ve lig 5.si olmuştur. Voleybol Kadınlar 1.liginde Bolu Belediyesporligi 6.tamamlamıştır. Basketbol erkeler 2.ligde Boluspor play-off'tadır. Diğer braşların 2.liglerinde 3 takımı ile BAL’da bir takımı daha yer almıştır. Boluspor, 3.turdan katıldığı Ziraat Türkiye Kupası‘nda Sinospor’u elemiştir. 4. turda Konya Anadolu Selçukspor'u elemiş, 5.turda Kasımpaşa A.Ş.'yi her iki maçta da yenerek eledi. Son 16 turunda T.M.Akhisarspor ile karşılaşacak. Bolu'nu önemli spor tesisleri: Bolu Atatürk Stadyumu (8.881), Merkez Karaçayır Spor Salonu (3.000), Karaçayır Kapalı Yüzme Havuzu-y.olimpik (250) ve Kartalkaya, Dorukkaya, Esentepe Aykut Kayak merkezleri. Bolu Yerel TV Kanalları Bolu Ulusal Kanalları Bolu Yerel
Radyo Kanalları Bolu Yerel Gazeteleri Bolu Bolu, Bolu ilinin merkez ilçesidir. Türkiye yüzölçümünün %1,015'lik bölümünü kaplayan Bolu İli, 8,276 km² (827,600 ha) yüzölçümü ile Karadeniz Bölgesi’nin Batı Karadeniz bölümünde yer alır. İl arazisinin yaklaşık %18’ini tarım alanları oluşturmaktadır. Orman alanları ise %64’lük bir oran ile Türkiye ormanları içinde %2,55’lik paya sahiptir. Çayır ve meraların kapladığı alan yaklaşık %15’tir. Geriye kalan %8 dolayında alan ise tarım dışı alanlardır. Ortalama rakım 1000 m, merkez ilçe rakımı ise 725 m civarındadır. Matematiksel konum açısından 30 derece 32 dakika - 32 derece 36 dakika Doğu boylamları ile 40 derece 06 dakika - 41 derece 01 dakika Kuzey enlemleri arasındadır. Bolu İl Merkezine göre; Dörtdivan, Yeniçağa ve Gerede İlçeleri doğuda, Mengen kuzeydoğuda, Göynük ve Mudurnu İlçeleri güneybatıda, Seben ve Kıbrıscık İlçeleri ise güneyde yer almaktadır. Bolu’nun, batısında Düzce ve Sakarya, güneybatısında Bilecik ve Eskişehir, güneyinde Ankara, doğusunda Çankırı, kuzeyinde Zonguldak ve kuzey doğusunda Karabük İlleri yer alır. Düzce’nin 584 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile (09.12.1999 tarih ve 23901 sayılı R.G.) il olarak ayrılmasıyla, Bolu'nun denizle bağlantısı kalmamıştır. Dağlar: İl topraklarının % 56’ sını kaplamaktadır. lin güneybatı - kuzeydoğu istikametinde Bolu Dağları; en yüksek yeri 1980 m. ile Çele Doruğu, ve Abant Dağları (1748 m.), Gerede'nin kuzeyinde Arkot (1877 m.) ve Göl Dağları (1112 m.)dır. En güneyde ilk iki sıradan daha yüksek olan ve genel olarak Köroğlu Dağları (en yüksek yeri 2499 m.) adı verilen volkanik dağlar uzanır. Bolu'nun güneyindeki uzantısı Seben Dağları 1854 m. Mudurnu civarında Ardıç Dağları 1443 m. Güneydeki Çal Tepesi ise 1640 m. yüksekliğindedir. Ovalar: İl Yüzölçümünün % 8’ini kaplayan ovalar genel olarak batı – doğu istikametinde uzanırlar. 725 m. yükseltideki Bolu Ovası ve 1300 m. yükseltideki Gerede Ovaları en genişleridir. Diğer ovalar ise Yeniçağa Ovası, Mudurnu Ovası ve Göynük ilçesinin güneyinde Himmetoğlu Ovasıdır. Akarsular: Bolu’da en önemli akarsular Büyüksu, Mengen Çayı, Aladağ Çayı, Mudurnu Çayı , Göynük Suyu, Çatak Suyu ve Gerede Çayıdır. Göller : Yörede morfolojik yapının karmaşıklığı, akarsu sayısının çokluğu, yükselti farklılıkları ve eğimin fazlalığı gibi faktörler çok sayıda gölün oluşmasına neden olmuştur. Havzaların ve çanakların yüzölçümlerinin küçüklüğü göllerin de küçük alanlı olması sonucunu doğurmuştur. Abant Gölü, Yeniçağa, Çubuk, Sünnet, Yedigöller, Karagöl, Sülüklügöl, Karamurat en önemli göllerdir. İklim : Bolu genellikle Batı Karadeniz ve Karadeniz iklim tiplerinin içinde yer almaktadır. Bunun yanında güneybatı bölümlerinde Marmara ve İç Anadolu iklim tipleri de görülmektedir. Son 52 yıllık verilere göre ortalama günlük güneşlenme süresi 5 saat 49 dakika, yıllık yağış 536 mm. yıllık ortalama yağışlı gün sayısı ise 137 gündür. Bitki Örtüsü :Bolu'da hakim bitki örtüsü ormanlardır. İl topraklarının %55'i ormanlarla kaplıdır. Karadere, Seben ve Aladağ Ormanları yurdumuzun en zengin ormanlarıdır. Hakim ağaç türleri kayın, gürgen, ıhlamur, dişbudak, meşe, kızılağaç, karaağaç, kavak, köknar ve sarıçamdır. Ulaşım Ankara–İstanbul karayolu üzerinde bulunan Bolu’ya sadece kara yolu ile ulaşım sağlanabilmektedir. M.Ö. 1200’lü yıllarda bütün Hitit toprakları gibi Bolu da Friglerin elindeydi. M.Ö. 6. asırda Persler bölgeye hakim oldular. M.Ö. 336’da Büyük İskender Persleri yenerek Anadolu’nun birçok yeri gibi Bolu’yu da ele geçirdi. Büyük İskender’in ölümü üzerine Makedonya yıkılınca Bolu bölgesinde Bitinya Krallığı kuruldu. Yazılı belgeler, o dönemlerden kalan arkeolojik eserler ve tarih kaynaklarına göre, Trak göçleri sonunda Sakarya ve Filyos Nehrinin yayı içine yerleşen halk "Bithyn" ismi ile anılıyordu. Bu yüzden Bolu'nun da içinde bulunduğu Kuzeybatı Anadolu'ya "Bithynia" denilmiştir. Bithynler tarafından Salonia Campus denilen Bolu Ovası ve çevresinin adı Romalılar tarafından “Claudio Polis” olarak değiştirilmiştir. Bolu isminin de “Polis”ten geldiği sanılmaktadır. Üç tepe üzerinde kurulmuş olan şehir içte ve dışta surlara sahipti. Şehrin kuzeyinde Halı Hisarı bölgesinde bu surların kalıntıları görülebilmektedir. 1071 Malazgirt zaferinden sonra batıya yayılan Türkmenler 3 yıl sonra Bolu’ya yerleştiler. Selçuklu Devleti’nin komutanları Artuk, Tutuk, Danişmend, Karateki ve Saltuk Beyler Süleyman Şah’ın emrinde İstanbul sınırına dayandılar. Bu akınlar sırasında Bolu, Horasanlı Aslahaddin tarafından fethedilmiştir. Bolu Yöresine Osmanlı akını ilk kez Osman Gazi tarafından başlatılmıştır. Bolu yöresinin tümüyle fethedilmesi ise Orhan Gazi döneminin ilk yıllarına (1324 - 1326) rastlar. Bir başka rivayete göre Osmanlılar zamanında bölgede, bol olarak Uluğ - Alim olması nedeniyle önceleri “Bol Uluğ”, zamanla yöre “BOLU” olarak isimlendirilmiştir. Yıldırım Beyazid'in ölümü ile başlayan şehzadeler savaşına Bolu, birçok kez sahne oldu. Bolu, Ankara Savaşı sonrası Timur’un talan ettiği bölgelerin dışında kaldığı gibi, bu tehlike bitinceye kadar, Osmanlı Devleti’nin 2. kurucusu sayılan Çelebi Mehmet’i de Kızık Yaylasında barındıran belde olmuştur. Çelebi Mehmet’in Osmanlı Devleti’nin birliğini sağlamasından sonra ise Bolu, düzenli bir yönetime kavuştu. 1324 – 1692 yılları arasında Bolu, 36 kazası olan bir sancak beyliği idi. XVI. Yüzyılda Bolu, ikinci derece Şehzade sancaklarından biri oldu. 2. Bayezit döneminde Şehzade Süleyman (Kanuni) buraya atandı. 1683-1792 yılları arasında Bolu, Voyvodalıkla yönetildi. II. Mahmut zamanında ise Mutasarrıflığa dönüştürüldü. (1811) Tanzimat sonrası Bolu; Kastamonu eyaletine bağlandı (1864). 1909 yılında ise tekrar Mutasarrıflığa dönüştürüldü. Mondros Mütarekesi’nin yürürlüğe girmesi ve İzmir’in işgal edilmesinin ardından Bolu yöresinde ilk Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Gerede’de örgütlendi. Bolu 1. Dünya Savaşı’nda ve sonrasında düşman işgaline uğramadı fakat maddi zarar gördü. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde yapılan milli mücadele dönemlerinin sonunda Bolu, 10 Ekim 1923'de Mutasarrıflık devrini tamamladı ve vilayet haline getirildi. Burdur (il) Burdur, Türkiye'nin Akdeniz Bölgesi'nde bulunan bir ildir. Burdur'un plaka kodu 15'dir. İl Nüfusu: 261.401'dir. Bu nüfusun %69,7'si şehirlerde yaşamaktadır (2016). İlin yüzölçümü 7,175 m²'dir. İlde km²'ye 36 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 67'dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,19 olmuştur. İl merkezinin denizden yüksekliği: 963 m.'dir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 11 İlçe, 13 belediye, bu belediyelerde 125 mahalle ve ayrıca 193 köyü vardır. Klasik Grek Çağın'da Psidya olarak isimlendirilen bu bölgeye Türklerin gelişi 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi'ne dayanır. Bugünkü Burdur toprakları Anadolu Selçuklu Devleti idaresinden sonra Hamitoğulları Beyliği eline geçmiş. 1391 yılında Yıldırım Beyazıt tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. 1852’de yapılan yöresel idare reformu ile Burdur Sancağı olmuş ve Cumhuriyetle birlikte 11 merkezi olmuştur. Şu anda Burdur ili, merkez ilçeyle birlikte 11 ilçeden oluşmaktadır. Burdur ili 36-53 ve 37-50 kuzey enlemleri ile 29-24 ve 30-53 doğu boylamları arasında yer alır. Burdur, Göller Yöresi veya Göller Bölgesi adı verilen bölgede yer almaktadır. İlin doğal yapısı oldukça engebelidir. İl arazisinin Burdur ili tümü ile 950 metre üzerindedir ve genel yüksekliği (ortalama) 1000 metredir. Burdur'a Burdur ili topraklar genelde killi ve kireçlidir. Burdur güneyde Antalya, batıda Denizli, güneybatıda Muğla, kuzeyde Afyonkarahisar ve kuzeydoğuda Isparta illeri ile sınırlıdır. Burdur Akdeniz Bölgesinde karasal ic tarafinda yer aldığından karasal iklim hüküm sürmekte olup, kış mevsimi sert ve genellikle kar yağışlı, yaz mevsimi ise kurak ve sıcak geçmektedir. Burdur'da bol sayıda göl ve orta boy akarsu bulunmaktadır. Türkiye'nin önemli göllerinden olan Burdur Gölü her türlü su sporları için elverişlidir. İlin diğer önemli gölleri ise Salda, Yarışlı, Karataş ve Gölhisar Gölüdür. Birçok sulama göletlerinin yani sıra, Karacaören, Yapraklı, Onaç 1 ve Onaç 2 ve Karamanlı Barajları vardır. Yüzölçümü 6887 kilometrekare olan Burdur ilinin 2010 TUIK verilerine göre merkez ilçe ile beraber 11 ilçe, 19 belde ve 182 köyü vardır. Bu ilçeler alfabetik olarak Ağlasun, Altınyayla, Bucak, Çavdır, Çeltikçi, Gölhisar, Karamanlı, Kemer, Tefenni ve Yeşilova şeklinde sıralanmaktadır. Burdur ili nüfusu: 264.779'dur. Bu nüfusun %70,9'u şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 7.175 km²'dir. İlde km²'ye 37 kişi düşmektedir. (Bu sayı Merkezde 69’dur.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,29 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 11 İlçe, 14 belediye, bu belediyelerde 126 mahalle ve ayrıca 193 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Merkez(% 3,26)- Kemer (-% 2,45). 2017-2018 Sezonu sonunda, Burdur’un BAL futbol takımları Bucak Belediye Oğuzhanspor ligde kalırken Gölhisar Spor, yerel lige düşmüştür. Futbol, voleybol, basketbol bölgesel kadın liglerinde 3, voleybol ve hentbol erkek liglerinde 2 takımı daha vardır. Bucak Belediye Oğuzhanspor, Ziraat Türkiye Kupası 1.turda Isparta Davraz Spor’u elemiş, 2.turda Antalya Kemerspor 2003’e elenmiştir. Burdur'un önemli spor tesisleri: Burdur Gazi Atatürk Stadyumu (5.000)dur. Kapalı spor salonu yapılmaktadır. Burdur Burdur, Burdur ilinin merkez ilçesidir. Burdur ili merkez ilçesi altı mahalleden oluşmaktadır. Akdeniz Bölgesi şehridir. 2007, 2008, 2009 yıllarında OKS ve SBS'de 1'nci, 2007 yılında ÖSS'de 7'nci, 2008 yılında 5'nci olmuştur. İlde Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığına bağlı olarak 157 İlköğretim Okulu, 156 Anasınıfı, 8 Bağımsız Anaokulu, Ortaöğretimde; 17 Genel Lise, 26 Meslek Lisesi, 4 Anadolu Lisesi, 2 Anadolu Öğretmen lisesi,1 Sosyal Bilimler Lisesi ve 2 Fen Lisesi olmak üzere toplam 53 Lise, bulunmaktadır. İldeki okullarda okul öncesinde 3495 öğrenci, 279 öğretmen, ilköğretim okullarında 28376 öğrenci, 1431 öğretmen, orta öğret
imde 9919 öğrenci, 752 öğretmen, mevcuttur. Sınıf başına düşen öğrenci sayısı: Okul öncesi 14, İlköğretim 17, Orta öğretim 18'dir. İl'de okullaşma oranı: Okul öncesi % 49.33, ilköğretim % 99.20, ortaöğretim % 91.89, okur yazarlık oranı % 98'dir. Öğretmen başına düşen öğrenci sayısı: Okul öncesi 14, ilköğretim 20, orta öğretim 13 öğrencidir. İl merkezine yatılı olmak kaydıyla 1 Sosyal Bilimler Lisesinin, 1 Anadolu Güzel Sanatlar Lisesinin ve 1 Fen Lisesinin Bakanlık yatırımı olarak yapılması sağlanmalıdır. İlköğretimde taşımalı sistem çerçevesinde, il genelinde, 210 okuldan 49 okula 7660 öğrenci taşınmaktadır. Burdur'da Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi'ne bağlı Eğitim Fakültesi, Veteriner Fakültesi, Burdur Ağlasun, Bucak (2) ve Gölhisar Meslek Yüksekokulları ile Sağlık Yüksekokulu, bulunmaktadır. Bu fakülte ve yüksekokullarda 204 akademik personel, 11818 öğrenci ve 88 idari personel bulunmaktadır. Şehir merkezine bağlı; 2 belde, 47 köy ve 34 mahalle bulunmaktadır. Burdur'da bulunan Yörükler tarafından yaylalarda her yıl düzenli olarak Yörük festivalleri düzenlenmektedir. Burdur'un meşhur yiyecekleri: Ağlasun ilçesinde yer alan Helenistik dönemden antik kent Sagalassos bulunmaktadır. Tarihi kütüphane, tiyatro sahnesi gibi eserler bulunmaktadır. Kazı çalışmaları ve araştırmalar halen devam etmektedir. İlin girişinde bulunan otobüs terminalinden Türkiye'nin tüm illerine seferler yapılmaktadır. Burdur demiryolu ulaşımında bir uç nokta durumundadır. İlde havaalanı veya havalimanı yoktur.Genellikle en yakın olan Isparta Süleyman Demirel Havaalanı tercih edilmektedir. En yakın deniz ulaşımı 120 km mesafedeki Antalya Limanından yapılmaktadır. Burdur, spor alanında önemli derecede ilerleyen iller arasında ilk sıralarda gelmektedir. İlk kadın güreşi Burdur'da kurulmuş ve ilk sporcuları da dünyada dereceler yapmıştır. Çanakkale (il) Çanakkale ili, Türkiye'nin kuzeybatısında, topraklarının büyük bölümü Marmara Bölgesi sınırları içinde bir kısmı ise Ege Bölgesi içinde kalan, 25° 40' - 27° 30' doğu boylamları ve 39° 27' - 40° 45' kuzey enlemleri arasında 9.887 km²'lik bir alan kaplayan, Asya (Anadolu) ve Avrupa (Trakya) kıtalarında toprakları bulunan, kendi adını taşıyan boğaz ile ikiye bölünmüş bir ildir. Anadolu'nun en batı noktası olan Baba Burnu ile Türkiye'nin en batı noktası Gökçeada'daki İncirburnu il sınırları içindedir. Ege Denizi'nde Türkiye'ye ait en büyük adalar, Bozcaada ve GökçeadaÇanakkale iline bağlıdır. İl Nüfusu: 519.793'dür. Bu nüfusun %70,2'si şehirlerde yaşamaktadır (2016). İlin yüzölçümü 9.817 m²'dir. İlde km²'ye 53 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 163'dür.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,26 olmuştur. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 12 İlçe, 23 belediye, bu belediyelerde 81 mahalle ve ayrıca 574 köyü vardır. Çanakkale, Cumhuriyetin ilk yıllarında Biga ve Gelibolu sancaklarının kaldırılması ve her ikisinin ortasında bulunan Çanak köyünün il ilan edilmesiyle meydana gelmiştir. 1927 Nüfus sayımında Çanakkale'nin merkez nüfusu sadece 8.500 kişi idi.. Eski çağlarda, Hellespontos ve Dardanelles olarak da adlandırılan ilde 3000 yıldan beri yerleşim olduğu bilinmektedir. Bugün bile kalıntıları bulunan Truva (Troia, Troy) Antik kenti M.Ö 2500 yılında büyük bir depremle yıkılmış ve bölge uzun yıllar Lidyalılarca yönetilmiştir. Milattan önce 336 yılında bölgede en önemli güç haline gelen Pers İmparatorluğu Helenizm'i tüm dünyaya yaymak amacındaki Büyük İskender "Granikos Çayı" (Biga Çayı) kıyılarında büyük bir bozguna uğratılmıştır. Osmanlı Devleti döneminde de Karesioğulları Beyliğinin yıkılması ile ilin bugünkü topraklarının büyük bir bölümü ele geçirilmiş, Bizans'ın sayesinde ilin fethi daha da kolaylaşmış ve Boğazlar ile birlikte kontrol Osmanlı Devleti'ne geçmiştir. Çanakkale ilinin topraklarının bütününe bakıldığında, üzerinde kurulmuş olduğu yarımada Biga Yarımadası olarak adlandırılır. İl içindeki en kayda değer yükselti Biga Dağları'dır. Biga adının bu denli çok kullanımının sebebi, Cumhuriyet döneminden önce , Osmanlı idari sisteminde Sancağın Biga ilçesi olmasıdır. Yani ilin eski merkezi Biga olup, Cumhuriyet döneminde, kazanılmış olan başarılardan dolayı ilin ismi ve merkezi Çanakkale olarak değiştirilmiştir. İlin isminin kökeni yörede çok gelişmiş olan çanak - çömlek zanaatine dayanır. Şehrin iki simgesi haline gelen Kale-i Sultaniye ile çanakçılık özdeşleşince de şehir Çanakkale olarak adlandırıldı. Çanakkale ilinde 12 ilçe ve 11 belde belediyesinde toplam 81 mahalle vardır. Nüfusun 70,2'si bu şehirlerde yaşamaktadır. Geriye kalan nüfus 574 köye dağılmıştır. Merkezden sonra en büyük ilçe Biga'dır. İlin en küçük ilçesi Bozcaada'dır. Adaların nüfusu yazları iki katını aşsa da kışın yerlilerden başka yaşayan kalmaz. Çanakkale ili nüfusu: 530.417'dir. Bu nüfusun %71,3'ü şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 9.817 km²'dir. İlde km²'ye 54 kişi düşmektedir. (Bu sayı Merkezde 172’dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 2,04 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 12 İlçe, 23 belediye, bu belediyelerde 81 mahalle ve ayrıca 574 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Merkez(% 5,75)- Yenice (-% 2,84). İl topraklarının yarısından fazlası ormanlar ile kaplıdır. Ormanlar il topraklarının % 53.9'unu oluşturur. Ormanlık alanlar 536.964 hektar olup bunun 449.024 hektarı koru, 87.969 hektarı ise köylülere dağıtılan ve ticaret yapılan, kesilmeye hazır ormanlardır. Ormanlık arazinin yarısından fazlasını kızılçam ve meşe kaplar. İlde yetişen ağaçların miktarları şöyledir; İlin kıyı ilçelerinde ve adalarda iklim hemen hemen aynıdır. Akdeniz iklimi ile Karadeniz iklimi arasında bir geçiş iklimin yaşandığı Çanakkale topraklarında iklim daha çok Akdeniz iklimine paralellik gösterir. İç bölgelerde denizden yükseklik artar ve bu nedenle kıyı bölgelere oranla aradaki sıcaklık ortalaması oldukça açılır. Yılın büyük bölümü hemen her ilçede rüzgarlı günler yaşanır. Çanakkale'de önem arz eden bir su kütlesi bulunmaz. Gelibolu Yarımadası'nda Tuzla Gölü, Biga ilçesi sınırlarında Hoyrat Gölü ve Ece Gölü ile diğer ilçelerde yer alan bazı ufak baraj gölleri ve göletler vardır. Biga'ya bağlı Yeniçiftlik beldesinde yer alan yaklaşık 10,000 hektarlık Ece Gölü son birkaç yıl içinde kurutularak tarıma uygun hale getirilmeye çalışılmaktadır. Çanakkale ilinin coğrafi olarak aslında 4 farklı su kütlesi ile kıyısı bulunur. Aşağıdaki tabloda ilçelerin nereye kıyısı olduğu ile kıyı ve plaj uzunluklarının çizelgesi vardır; Çanakkale, yüzyıllar boyunca farklı toplumların egemenliğinde kalmış, gerek mimarisinde gerek yaşamda onlardan izler taşımaktadır. 70'li yıllardan itibarı ile (itibaren) yapılmaya başlayan ticari yatırımlarla ildeki geleneksel toplum yapısı yerini hızla modernize bir yapıya bırakmıştır. Ticari yatırımlar ile ulaşım kolaylaşmış ve şehrin görünümünün değişmesi böylece başlamıştır. Bugün Çanakkale Türkiye'nin en modern şehirlerinden biridir. Geniş kaldırımları, temiz caddeleri, bakımlı binaları ile örnek bir şehirdir. Henüz altyapısı tam oturmamışsa da kültürel anlamda Çanakkale ili Türkiye'de önde gelen çevrelerdendir. Toplumda çekirdek aile yaygındır. Toplum,Göçmenler , Türkmenler, Pomaklar, Yörükler, Çerkezler ve az sayıda Boşnak'tan oluşur. Pomak ve Yörükler genelde tarım ile uğraşırlar. Bir Yörük kişisi ile Pomak farklı biçimde geleneksel giysiler giyer. İl ve ilçe merkezlerinde büyük ölçüde modern giyim örnekleri benimsenmiştir. Kırsal kesimden gelen bayanlar, beyaz Yemenî adı verilen eşarp ve şalvar ile siyah naylonumsu kumaştan pardösü (ferace) giyerler, kırsal kesim erkeklerinde ise baskın giyim türü, pantolon, ceket ve kaskettir. Yörede erkeklerin şalvar giydiği pek görülmez. Yöre mutfağı ise birbirinden lezzetli tatlara sahiptir. Çanakkale mutfağını anlatacak kilit sözcükler; zeytinyağı, zeytin, sardalya, peynir helvası ve keşkek'tir. Adalar bağcılık ve şarapçılık konusunda başı çekmektedir. İl, eğitim bakımından halkına Türkiye ortalamasının oldukça üstünde bir hizmet sunar. İl sınırları içinde 2 Fen Lisesi, 10 Anadolu Lisesi, 2 Sosyal Bilimler Lisesi ve birçok Mesleki lise bulunur. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) bünyesinde 9 fakülte, 2 yüksekokul ve 2 enstitü bulunur ve 20,000 öğrenciye eğitim verir. Halkın %8,0'i üniversite mezunudur.İlköğretimlerde okullaşma oranı %100'dür. Okuryazarlık oranı (2000 Nüfus verilerinde) %90 olarak açıklanmış, fakat geçen zaman içerisinde oranın %99 olduğu sanılmaktadır. (Çanakkale Valiliği Resmi Sayfası) İlçede 75.000'e yakın öğrenci bulunur. İlde derslik başına düşen öğrenci sayısı 20'dir. Çanakkale ile birçok ilçesi tarihi ve doğal güzellikler bakımından oldukça zengin olmasına rağmen, bölge olması gerekenden oldukça az turist çekmektedir. İl merkezinin çevresinde bulunan yerlerin hemen hemen her yeri sit alanı ilan edilmiştir. Çanakkale'nin büyüyememesinin asıl sebeplerinden biri de budur. Birçok alan yerleşime kapalıdır. Çanakkale'nin başlıca turistik yerleri codice_1 Şehrin tek futbol takımı olan Çanakkale Dardanelspor 1996-99 sezonlarında Süper Lig'de mücadele etmiştir. Daha sonra kademeli olarak 1. Lig , 2. Lig ve 3. Lig'de de mücadele etmiş, 2017-2018 sezonu sonunda BAL'a düşmüştür. 2017-2018 sezonunda voleybol kadınlar süper ligindeki Çanakkale Belediyespor 1.lige düşmüştür. Sezon sonuda Voleybol kadınlar 2. liglerinde 2 takımı, futbol BAL’da da 1 takımı kalmıştır. Önemli spor tesisleri: 18 Mart Stadyumu (12.692), Anafartalar Spor Salonu (1.500), Anafartalar Yüzme Havuzu-olimpik (600). Çankırı (il) Çankırı, Türkiye'nin İç Anadolu Bölgesinde bulunan bir ildir. Kuzey ilçeleri Karadeniz Bölgesi'nde kalan il, kuzeyde Karabük ve Kastamonu, doğuda Çorum, güneydoğuda Kırıkkale, güneyde Ankara ve batıda Bolu illeriyle çevrilidir. İl Nüfusu: 183.880'dir. Bu nüfusun %74'ü şehirlerde yaşamaktadır (2016). İlin yüzölçümü 7.542 m²'dir. İlde km²'ye 24 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 64'dür.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,62 o
lmuştur. İl merkezinin denizden yüksekliği: 730 m.'dir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 12 İlçe, 15 belediye, bu belediyelerde 90 mahalle ve ayrıca 376 köyü vardır. Çankırı ili nüfusu: 186.074'dür. Bu nüfusun %74,8'i şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 7.542 km²'dir. İlde km²'ye 25 kişi düşmektedir. (Bu sayı Merkezde 66’dır.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,19 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 12 İlçe, 15 belediye, bu belediyelerde 91 mahalle ve ayrıca 376 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Eldivan (% 3,64)- Bayramören (-% 6,55). 2017-2018 Sezonu sonunda, Çankırı’nın liglerdeki tek takımı 1074 Çankırıspor, futbol Bölgesel Amatör Lig (BAL)'da grubunda 10.olmuştur. Voleybol bölgesel liglerinde 1 kadın, 2 erkek takımı bulunmaktadır. 1074 Çankırıspor, Ziraat Türkiye Kupası birinci turunda Yeni Altındağ Belediyespor’a elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Çankırı Atatürk Stadyumu (4.410), Orhan Saka Spor Salonu (2.500), Merkez Kapalı Yüzme Havuzu-y.olimpik (250) ve Ilgaz Kayak Merkezidir. Çankırı Çankırı, Çankırı ilinin merkezi olan şehirdir. Çankırı, Türkiye'nin İç Anadolu Bölgesi'nde yer alan aynı adlı ilin merkezidir. Çankırı'nın adı, Batılı kimi gezginler tarafından "Çangırı" ya da "Çengiri" biçiminde yazılmıştır. Kent eski Gangra adlı kentin yerinde kurulmuştur. Önceleri Paphlagonia'ya bağlıydı. Sonra Pontus devletine, ardından da Galatia'ya bağlandı. Galatia hükümdarı Deiotarus, Gangra'yı merkez yaptı. MÖ 25'te Roma imparatorluğunun topraklarına katılan yöre, Bizanslılar zamanında bir ara sürgün yeri idi. Kimi kaynaklarda anılan Germanikopolis kentinin Gangra olduğu sanılıyor. Emeviler zamanında İslam orduları birkaç kez saldırdılarsa da bu kaleyi ele geçiremediler. Çankırı ve çevresi, 1071 Malazgirt zaferinden sonra Danışmendoğullarınca ele geçirildi. Selçukluların Malatya'da tutsak edilip Niksar kalesine kapattıkları Antakya hükümdarı Bohemond'u kurtarmak için 1101'de İstanbul'dan yola çıkan Raymond de Toulouse komutasındaki Haçlı Ordusu Ankara'yı aldıktan sonra Çankırı'ya yöneldiyse de kaleye giremediler. Amasya yakınlarında Selçuklu ordusuyla karşı karşıya gelen Haçlı Ordusu, bozguna uğradı. 1134'te Bizans İmparatoru Ioannes Komnenos şiddetli çarpışmalardan sonra kaleyi ele geçirebildiyse de, o döndükten sonra Danışmendliler kenti geri aldılar. Daha sonra yöreye Selçuklular egemen oldular. I. Murad zamanında Çankırı ve çevresi Osmanlı topraklarına katıldı. Timur, 1402'de Çankırı'yı eski sahiplerine verdiyse de, 1439'da I. Mehmet geri aldı. Osmanlı döneminde yönetim bakımından anadolu eyaletine bağlı bir Livanın merkezi olan Çankırı, Cumhuriyetin ilanından önce Kastamonu vilayetine bağlı bir sancağın merkezi idi. Kurtuluş Savaşı sırasında İnebolu üzerinden İstanbul'dan Ankara'ya yapılan malzeme ve insan naklinde Çankırı önemli bir aracı merkez rolünü oynamıştır. Cumhuriyet döneminde il merkezi haline getirilmiştir. 19. yüzyılın sonunda yaklaşık 16 bin olduğu tahmin edilen nüfusunu, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında 10 binin altına düştüğü görüldü. (1927'de 8.847). Ancak 1940'ta 10 bini yeniden aşabilen (10.235) nüfus 1970'te 25 bini geçti (26.124). 1990'da da 45.496'ya ulaştı. İlin merkezi olan Çankırı kenti, Kızılırmak'ın kolları Acıçay ile Tatlıçay'ın birleştiği yerde kurulmuştur. Deniz yüzeyinden 700–800 m. yüksekliktedir. Çankırı çok eskiden bir kale kentiydi. Kent, sonraları sırtını kaleye dayayarak, güneye doğru yayıldı. Günümüzde, Tatlıçay'ın her iki yakasına serpilmiş durumdadır. Kalenin eteklerindeki mahalleler, kentin çekirdeğini oluşturur. Bu mahalleler dar sokaklıdır. Kentin yeni kesimleri ise, daha modern görünüşlüdür. Orta Anadolu'nun kuzeyinde, Kızılırmak ile Batı Karadeniz ana havzaları arasında yer alan Çankırı, 40° 30' ve 41º kuzey enlemleri ile 32° 30' ve 34º doğu boylamları arasında yer almaktadır. İlin komşuları batıda Bolu, kuzeybatıda Karabük, kuzeyde Kastamonu, doğuda Çorum ve güneyde Ankara ile Kırıkkale'dir. Denizden yüksekliği 730 metre olup, ülke topraklarının %0,94'lük bölümünü oluşturan toplam 7.388 Km²'lik bir alana sahiptir. Çankırı'da genellikle İç Anadolu ya özgü iklim etkisi görünmektedir. Merkez, Ilgaz ve Yapraklı ilçelerinde kışlar serin, yazlar ılık geçerken, Çerkeş ilçesinde kışlar soğuk, yazlar ise serin geçmektedir. İlin en fazla yağış alan ilçesi, Yapraklı'dır. Yapraklı'da hemen hemen her mevsim yağış gözlemlenir. Merkezden, güneye doğru gidildikçe iklim ve bitki örtüsünde değişiklik ve zayıflama görünmektedir. Araştırmalar sonucu, il topraklarının 2-3 yüzyıl öncesine kadar bazı tuzlu bölgeler hariç, ormanlarla kaplı olduğu belirlenmiştir. Ne var ki, tarla açmak amacıyla yapılan bilinçsiz kesimler, hayvan otlatmak için ormanlardan yararlanılması, müdahale imkânı olmayan orman yangınları ve iklim değişiklikleri yüzünden, bu orman bölgelerinin büyük çoğunluğu yok olmuştur. İlin, bütün bu tahribattan sonra geriye kalan ormanları, Ilgaz ilçesi başta olmak üzere Elaman, Eğirova, Ovacık, Düvenlik, Ilısılık, Yapraklı, Sarıkaya, Karakaya ve Erikli Dağları ve çevresindedir.İldeki bitki örtüsünün üst florasını oluşturan iğne yapraklı ağaçlar, özellikle de karaçam, sarıçam, ardıç, meşe, ladin ve köknar gibi orman ağaçlarıyla ahlat ve kızılcık ağaçlarıdır. Bitki örtüsünün alt florasında ise hububat, yemlik ve yemeklik baklagiller ile ayrıkotu, devedikeni ve yumak gibi bitkiler bulunmaktadır. Ayrıca akarsular boyunca söğüt ve kavak ağaçları ile zengin meyve bahçelerine de rastlanmaktadır. İlde rastlanan başlıca av hayvanları, kurt, tilki, tavşan,keklik ve sincaptır. Uzun yıllar düzenli mücadele edilmediği için, yaban domuzu sayısından belirgin bir artış olmuştur. Fakat son yıllarda yapılan düzenli ve etkin mücadeleler nedeniyle, yaban domuzu sayısında belirgin bir azalma sağlanmıştır.Çankırı tuz fabrikası da büyük önem taşır. Genellikle çıplak dağlarla kaplı olan Çankırı toprakları, şiddetli erozyon tehdidi altındadır. Bu yüzden il toprakları, tarımsal amaçla kullanılmamaktadır. Bu topraklar sadece hayvan otlatmada kullanılır. Çankırı ili sınırları içerisinde alüvyal, kolüvyal, kestane renkli, kahverengi orman ve kireçsiz kahverengi orman toprakları olmak üzere toplam beş tür toprak bulunmaktadır. Çankırı sanayi bakımından gelişmekte olan illerden biridir. Un, yem bitkileri ve askeri donatım fabrikaları ve 2 bin çalışan kapasiteli modern lastik üretim fabrikası da Çankırı il sınırları içerisinde bulunmaktadır Çorum (il) Çorum, Türkiye'nin Karadeniz Bölgesinin Orta Karadeniz Bölümü'nde yer alan bir ildir. Çorum ili, leblebisi ile tanınır. İlde toprak ve makine endüstrisi oldukça gelişmiştir. Toplam 13 ilçesi bulunmaktadır ve en büyük ilçesi Sungurlu'dur. Osmancık ilçesinde pirinç üretimi etkin bir şekilde yapılmaktadır. Kapari bitkisinin Türkiye'deki anavatanı Osmancık ilçesidir. Çorum il toprakları tarihi devirlerin en başından beri insan yerleşimine sahip olmuştur. Yanı zamanda kadim devirlerde kurulan ilk merkezi Anadolu siyasi birliği ve devleti bu topraklardan çıkıp Anadolu'ya hükmetmiştir. Kadim Hititlerin başkenti Hattuşaş Çorum ilindedir. Tarihi devirlere bakıldığında Alacahöyük, Hattuşaş, İskilip, Kuşsaray, Pazarlı, Eskiyapar, Büyükgülücek ve Balimsultan köyü çevresinde yapılan arkeolojik kazılarda ve toprak üstü buluntularından anlaşılır ki Kalkolitik Devir ile İlk Tunç Devrine tarihlenen araç, gereç ve silahlar bulunmuştur. Çorum il topraklarının %61'i dağlıktır. Bu dağlar derin vadilerle yarılarak birbirinden ayrılmışlardır. Dağlar kuzey-batı yönünde uzanmıştır. Çorum il topraklarının batı kısmı Kuzey batı anadolunun en önemli dağ sırası olan ve batıda Sakarya nehri ile doğuda Kızılırmak nehri arasında uzanan Köroğlu Dağ sırasının en doğu ucunda yer alır. Köroğlu dağ sırasının Kızılırmak havzasına ulaştığı yerde oluşan önemli yerleşmeler; İskilip, Bayat, Kargı, Oğuzlar, Dodurga, Alpagut'tur. Çorum ili İç Anadolu bölgesinin kuzey kısmında yer almaktadır.İç Anadolu Bölgesi Karasal iklimi etkisi altındadır. Doğusunda Amasya, güneyinde Yozgat, batısında Çankırı, kuzeyde Sinop, kuzey batısında Kastamonu, kuzey doğusunda Samsun, güney batısında Kırıkkale illeri ile çevrilidir. Çorum şehir merkezinin diğer şehirlere uzaklığı; Ankara'ya 244, İstanbul'a 608, Amasya'ya 92, Sinop'a 294, Samsun'a 172, Tokat'a ise 188 kilometredir. İlçelerin il merkezine uzaklıkları; Alaca 52, Bayat 83, Boğazkale 87, Dodurga 42, İskilip 56, Kargı 106, Laçin 29, Mecitözü 37, Oğuzlar 68, Ortaköy 57, Osmancık 59, Sungurlu 72 ve Uğurludağ 66 km'dir. delice ırmağı İlin genelinde genellikle Karadeniz İklimi görülür. Karadeniz iklimi olan şehirler Kızılırmak havzasında olan: Bayat, Dodurga, İskilip, Kargı, Laçin, Oğuzlar, Osmancık ve Uğurludağ. Kışları çok yağış olur yazları iç anadolu iklim tesiri ile sıcak olur. İç Anadolu iklimi; Kızılırmak havzasının güneyinde olan Çorum, Alaca, Boğazkale, Mecitözü, Ortaköy ve Sungurlu ilçelerinde olur. Çorum ilinde bulunan şehir, bucak ve köyler genel olarak tipik karasal iklim özelliklerini gösterir. Yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve genelde kar yağışlıdır. İlkbahar ve sonbaharda az da olsa yağmurludur. Yüksek yerleşimlerde özellikle yaz akşamları bile serin bir havaya sahiptir. Bu umumi durumun istisnası da İskilip ve havarisinin iklim tipi olup mikro klima iklim özelliklerini göstermektedir. Türkiye'nin önemli fay hatlarından Kuzey Anadolu Fay Hattı (K.A.F.), Çorum il sınırlarının kuzeyinden geçmektedir. İlin jeolojik yapısında iki ana kütle (kayaç) grubu öne çıkar. Bunlardan birincisi “Metamorfik seri” (başkalaşmış kayaçlar), ikincisi ise, “Tortul Kütleler” dir. İlin asıl jeolojik karakterini 3. jeolojik zamanın sonları ile 4. jeolojik zamanda meydana çıkma oluşumlar meydana getirmektedir. Bununla birlikte, jeolojik devirlerden ilkel zaman olarak bilinen Arkean ve Prekambrien devirlerine ait Çorum merkez ilçe, Alaca, İskilip, Osmancık, Mecitözü ve özellikle Kargı ilçelerinde çeşitli metamorfik (başkala
şım) topraklarına rastlanılmıştır. Xüsusiy?tl? 3. jeolojik zamanın kütlelerinden olan jips (kireçtaşı) ve kayatuzu yatakları ile karbon miktari % 75 kadar olan zengin linyit kömürü yataklarına (Osmancık, Dodurga yöresinde 30 milyon ton rezervinde ayrıca Alpagut - Zambal - Karakaya - Ayva ve Ovacık köylerinde) rastlanmaktadır. Yine bu zamanın püskürük kütlelerinden olan Trakit, Granit, Bazalt ve Andezit kimi kütle arazisine de Çorum merkez ilçesinde, Kargı, Sungurlu, Alaca, Mecitözü, Osmancık ve İskilip ilçelerinde rastlanmaktadır. Tortul kütlelere ise vilayetin çok yöresinde rastlanmaktadır. Çorum; Alp-Himalaya Orogenezi (Dağ oluşumu) olarak bilinen sistem dahilinde yer alan K.A.F. (Kuzey Anadolu Fay Hattı) üzerinde yer almaktadır. K.A.F. il merkezinin 20 kilometre kuzeyinde Osmancık ve Kargı ilçelerinin dahili sınırlarından geçmektedir. İlin tümünde 18 halk ve müstakil 2 çocuk olmak üzere toplam 20 kütüphane var. 2006 yıl sonu istatistiklerine göre İlde toplam 228.482 adet kitap vardı. En çok kitap olan kütüphaneler; Çorum Hasan Paşa Kütüphanesi 47.303, İskilip Halk Kütüphanesi 38.046 adet ve Sungurlu Halk Kütüphanesi 19.866 adet geri kalan 123.547 kitap, 17 halk ve çocuk kütüphanesindedir. İl merkezi olan Çorum'da beş adet kütüphane var olup, toplam kitap varlığı 72.805 adet diğer 12 ilçe ile 3 belde kütüphanesinde ise 155.677 kitap var olup; İskilip Halk Kütüphanesi 38.046 adet, Sungurlu Halk Kütüphanesi 19.866, Mecitözü Halk Kütüphanesi 14.468, Osmancık 13.106, Kargı 11.575, Alaca 10.023, Bayat 9.566, Boğazkale 7.474, Uğurludağ 7.188, Oğuzlar 6.066, Arifegazili 5.884, Ortaköy 5.006, Alacahöyük 3.349, Dodurga 2.617, Hacıhamza 1.443. Laçin ilçesinde ise kütüphane yoktur. Türkiye Cumhuriyeti'nin toplam 28 adet 'El Yazması Eser' kütüphanesi vardır. Bu El Yazması Eser kütüphanelerinden Çorum ve İskilip ilçesinde olmak üzere Çorum ilinde iki adet var. İskilip Halk Kütüphanesinde 529 adet, Çorum Hasan Paşa Kütüphanesinde cumhuriyetin ilk yıllarında il ve ilçe merkezlerinden toplanmış olan 3692 adet el yazması kitap vardır. İskilip kütüphanesi yakın coğrafyasında bilinen en eski kütüphane olup; 1258 yılında kurulan Hacıbey, 1272 yılında Cecebey, 1476 yılında Şeyh Habib, 1480 yılında Ebusuud, olan; 1735 yılında Hocazade ile 1818 yılında kurulan Terzi Bekir Ağa ve 1841 yılında kurulan Camii Kebir kütüphanelerinin 1924 yılında kanun ile 1272 yılında vakfedilerek kurulan Cece Bey Medresesi kütüphanesinde toplanarak tek kütüphane çatısı altında faaliyete geçirilerek oluşturulmuştur. İlin en eski kütüphanesi olduğu gibi Türkiye'nin de en eski kütüphanelerindendir. İskilip ilçesi Halk Kütüphanesinde tarihi değeri olan 1443 adet Arapça alfebesinde yazılmış taş baskı basılı kitap ve 529 adet el yazması kitap ile 2006 yılında 38.046 adet toplam kitap vardır. İskilip Halk Kütüphanesinde 1996 yılında yaşlılar için özel okuma salonu hizmete açılmış olup bu salon Türkiye genelinde gerçekleştirilen ilk uygulamadır. Kütüphane 1924 yılından bu yana üç değişik yerde hizmette bulunarak günümüzde bulunan yere taşınarak kendisine ait özel binasında faaliyetlerini sürdürmektedir. Bahçelievler semtinde hizmet veren Çorum Merkez Hasan Paşa Halk Kütüphanesi Çorum ilinin en köklü kütüphanelerinden biridir. Alt katta depolar, üstte ise okuyucu salonları, idare büroları, yazma eserler bölümü ve bilgisayar bölümü bulunmaktadır. 2006 yılında mevcut kitap sayısı 47.303 adet olup bunun 3692 adeti el yazmasıdır. Merkez ilçe olan Çorum şehri, Mimar Sinan Mahallesi'ndedir. 25 Aralık 1991 tarihinde hizmete girmiştir. Çorum ilinin en büyük ve modern kütüphanesidir. Müze olarak; Alacahöyük, Boğazköy ve Çorum müzeleri vardır. İlave olarak Hattuşaş ören yeri de açık müze olup ziyaretçilere hizmet eder. Alacahöyük müzesi yakın geçmişte köy şimdi belde olan yerde 1935 yılından sonra mahallinde arkeoloji kazılarında çıkarılabilen tarihi eserlerin sergilenmesi için 1941 yılında kuruldu. Müzede milattan önce 4000'lerden günümüze ulaşabilen tarihi eserler mevcuttur. Boğazköy Müzesi genellikle kadim Hitit dönemi arkeoloji eserleri bulundurmaktadır. Çorum ilindeki halk edebiyatını, 15. yüzyıldan başlayarak Alevi - Bektaşi edebiyatı etkilemiştir. Aşık Ali Açık, Deli Boran, Aşık Haydar, Dedemoğlu, Kasap Mustafa Çarkacı, Kadir Uslu, Aşık Kör Kurtça, Hüseyin Çırakman, Aşık Gülabi gibi ozanlar, Çorum halk edebiyatının önemli ozanlarındandır. İskilip ilçesinde haftanın günleri de Türkiye Türkçesi'nden farklıdır; Giravu - Pazar, Düşembe - Pazartesi, Deri - Salı, Bazar - Çarşamba, Bazitesi - Perşembe, Cumayı - Cuma, Cumitesi - Cumartesi. Çorum ilinin ekonomisi; tarım, hayvancılık, sanayi ve ticarete dayanır. 2000 yılı istatistiklerine göre Çorum il ekonomisinde sektörlere göre dağılımı; hizmetler %32, ticaret %30, tarım %25, sanayi %9, inşaat %4 olarak meydana gelmiştir. İlin coğrafi konumu nedeniyle İç Anadolu bölgesi ile Karadeniz Bölgesi arasında önemli bir geçiş yolu üzerinde olması önemini artırmakta olup ekonomisini olumlu olarak etkilemektedir. Ankara ile Samsun arasında kuzey - güney doğrultusunda geçiş üzerinde yer aldığı gibi batı - doğu doğrultusunda da Kastamonu, Çankırı, Amasya ve Tokat illeride Çorum topraklarında yer alan yollardan yararlanmaktadırlar. İl dışından alınan ürünler olarak; beyaz eşya, petrol ürünleri, otomotiv yedek parçası, makinalar, kazanlar, mekanik araçlar, hazır giyim gibi kalemlerdir. İl dışına satışı yapılan üretim kalemleri ise; süt ve süt ürünleri, çimento, bal, yumurta, kazanlar, makineler, mekanik araçlar, hazır giyim, ayakkabı, değirmencilik ürünleri, kâğıt ve karton türleridir. Çorum ilinde çeşitlenmiş tarım yapısı olup ürün yelpazesi geniş üretim miktarları fazladır. En çok yetiştirilen tarım bitkileri; buğday, şekerpancarı, arpa, soğan, domates, patates, kavun, karpuz, hıyar, üzüm, nohut, fiğ, pirinç, ayçiçeği, yeşil mercimek, ceviz, elma, kiraz, gebere. 2002 yılı Türkiye istatistiklerine göre yeşil mercimeğin %14'ü, pirincin %11'i, soğanın %8'i Çorum ilinde üretilmiştir. Geleneksel yöre sebze ve meyvelerinin dışında olanlarda özellikle İskilip ve bölgesinin mikro klima iklimi sayesinde yetişebilmektedir; Antepfıstığı, haşhaş, kayısı, Trabzon Hurması gibi bitkilerde yetişebilmektedir. 2002 yılında ildeki traktör sayı 20.929 adet. Ekin, arpa, çavdar, yulaf ve tritikale büyük ölçüde kuru tarım arazilerinde üretilirek elde edilir. Mısır bitkisi iklim özelliğince su ister, çeltik tümüyle su içinde olan tavalarda üretilir. Üretim genellikle ve çoğunlukla üretici eliyle tahıl borsasında satılmakta yahut un ve yem fabrikalarına verilmektedir. Nohut ve yeşil mercimek kuru tarım arazilerinde istehsal edilir yetiştirilmekte olup, kuru fasulye sulama yapmadan yetişmemektedir. Vilayetin ormanlık arazileri daha çok kuzeyinde olup Çorum, Bayat, İskilip, Osmancık ve Kargıda sık olarak mevcuttur. Dağ köylerinin geçimi ormancılık üretimine bağlıdır. Toplam ormanlık arazisi 373.825 hektardır. 185.873 hektar orman verimli, 187.952 hektar orman verimsizdir. Bu ormanların 194.564 hektarı koru ormanı, 179.261 hektarı baltalık ormandır. İl ormanlarının tümü kamu adına devlete ait olup şahıs ormanı yoktur. İl ekonomisinde hayvancılık üretimi ikinci derecededir. 2002 yılı Türkiye istatistiklerine göre il dahilinde 162.000 sığır, 139.000 koyun, 17.000 kıl keçisi, 3.000 Ankara keçisi, 5.000 manda mevcuttur. Yumurta, deri, süt, arıcılık, tavukçuluk önemli hayvancılık kaynaklı ürünlerdir. Mera arazisi 139.582 hektar olup ilin hayvancılık üretimi için önem arz etmektedir. 1913 yılı hayvancılık üretimi; 89.059 sığır, 195.735 koyun, 220.856 keçi, 8.000 kömüş/camış vardır. Ek olarak 5.592 at, 12.575 eşek, 385 katır gibi çekim hayvanı vardı. 1927 yılında üretimi devlet istatistiklerine göre; ilde 83.000 kadar sığır, 160.000 kadar koyun, 230.000 kadar keçi, 230.000 kadar tavuk ile ek olarak 80.000 kadar eşek, katır ve at diğer çekim hayvanı vardı. Lezzetli yoğurdu için özellikle camış sulak köylerde ve Kızılırmak kenar köylerinde beslenmektedir. 1980 yılına kadar ilde çok sayı kıl keçisi vardı. Orman alanlarında taze sürgünlere verilen zarar neticede çok sayı köyde yasaklandılar. İlde dahilinde bir adet balıkçılık üretimi ile iştigal eden şirket var olup yıllık kapasitesi 15.000 ton olup ancak 10.000 ton kadar istehsal mümkün olmaktadır. Çorum'daki başlıca sanayi tesisleri; çeşitli gıda maddeleri, süt ürünleri, un, yem, şeker, kereste, parke, alçı, kireç, çimento, prefabrik yapı elemanları, tuğla ve kiremit, demir - çelik döküm ve makine, dokuma, ayakkabı, ısıcam fabrikalarıdır. 2001 yılında Çorum'da 10'dan fazla çalışanı olan işletme sayısı 82'dir. Bunlardan 40'ı taş ve toprak sanayisi; 18'i gıda, içki ve tütün sanayisi; 10'u metal eşya, makine ve teçhizat sanayisi; 5'i metal ana sanayisi; 4'ü tekstil, giyim ve deri sanayisi; 2'si mobilya sanayisi; 1'i kâğıt, kâğıt ürünleri ve basım sanayisi ve 1'i de motorlu kara taşıtları sanayisine aittir. Çorum ilinin sembolü olan leblebi ise Çorum, Sungurlu ve Osmancık civarlarında küçük işletmeler tarafından üretilir. Çorum'da işletilmekte olan çok sayıda linyit kömür işletmesi vardır. Bu işletmeler; İskilip, Dodurga ve Bayat ilçelerindedir. Son zamanlarda Mecitözü ilçesi civarında yüksek rezervli linyit kömür sahaları bulunmuştur. Bu rezervlerden Bayat ve Dodurga'daki en zengin rezervdir ve en kalorili kömür de buradan çıkarılır. Bayat'ta 4000 yıllık maden ocağı galerisi bulunmuş mevcut rezerv nabit bakırdan oluşmaktadır. Bayat Sağpazar köyünde 95 yılında petrol araştırmaları yapılmış ve TPAO nun 1.derece arama sahasında bulunmatır. Ayrıca ilçede tuzve kireçtaşı da mevcuttur. İl genelinde; bakır, manganez, çinko, antimon, demir, kurşun, asbest, linyit, grafit yatakları ile jeotermal kaynaklar olduğu tespit edilmiştir. Günümüzde Çorum ilini meydana getiren şehirlere bakarsak üçü dışında olanlar kaza kimliğine 1866 yılından sonra ulaşmışlardır. 1866 yılına kadar üç şehir kaza statüsünde olup bunlar; Çorum, İskilip ve Osmancık'tır. Şimdiki il sınırları kalıcı haline 1924 yılında Türk
iye Cumhuriyetince yapılan yasal düzenleme ile kavuşur. 1924 yılına kadar iskilip'e bağlı olan şimdiki Çankırı ilinin üç ilçe toprakları (Yapraklı, Kızılırmak, Merkez) alınmış ve Çankırı iline dahil edilmişlerdir. Öyle ki 1900 yılında İskilip topraklarında şimdi tam sekiz adet ilçe kurulu olup bu ilçeler 4 vilayete (Çankırı, Çorum, Kastamonu, Kırıkkale) dağılmıştır. Birde Kargı ilçesinin özel durumu dışında il genelinde sınır değişiklikleri olmamıştır. Aşağıdaki tabloda Çorum, İskilip, Osmancık, Sungurlu ve Mecitözü ilçelerindeki nüfus miktarındaki ani azalışların nedenleri; 2007 yılı sonunda yapılan adrese dayalı nüfus sayımı sonuçlarına göre yirminci yüzyıl boyunca (cumhuriyet dönemi) Çorum merkez ilçenin nüfusu 22 kat artmıştır. Nüfus üzerindeki incelemelerde il genelinde nüfusun merkez ilçeye ve il dışına doğru bir göç akış içerisinde olduğu sonucu çıkmaktadır. 2007 yılındaki sayıma göre belediye yerleşimlerinde de görülen genel bir nüfus azalması olduğudur ki bunun istisnaları yalnızca Çorum ve İskilip merkezleridir. Çorum ili nüfusu: 528.422'dir. Bu nüfusun %75,1'i şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 12.428 km²'dir. İlde km²'ye 43 kişi düşmektedir. (Bu sayı Merkezde 66’dır.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 0,11 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 14 İlçe, 16 belediye, bu belediyelerde 124 mahalle ve ayrıca 760 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Merkez (% 1,90)- Uğurludağ (-% 13,19). 2016 TUIK verilerine göre Çorum'da, merkez ilçeyle beraber 14 ilçe, 2 belde, toplam 14 belediyenin 124 mahallesinde nüfusun %74,5'u yaşamaktadır. Köy sayısı, 760'dır. Merkez, Boğazkale , Dodurga, İskilip, Osmancık, Kargı, Sungurlu, Ortaköy, Oğuzlar, Uğurludağ, Laçin, Mecitözü, Alaca, Bayat İl mahalli idari bölünüş: Çorum İlinde 2016 yılı sonu itibarıyla toplam 16 belediye ve bu belediyelere bağlı olarak 187 mahalle vardır. İlin Belediyeleri, 38 adet: 2017-2018 sezon sonunda, futbol takımı Çorum Belediyespor, 3.Ligde grubunu 7.sırada bitirdi. Sungurlu Belediyespor erkekler voleybol 1.lige yükseldi. Osmancık Belediyespor kadınlar voleybol 2.ligine yükseldi. Bu ligde Çorum Belediye Gençlik de yer alıyor. Voleybol kadınlar bölgesel liginde de 3 takım bulunmaktadır. Futbol BAL’daki tek takımı küme düşmüştür.. Çorum Belediyespor, Ziraat Türkiye Kupası‘nda 2.turda Yozgat 1959 FK’yı, 3.turda Bandırmaspor’u elemiştir. 4.turda Trabzonspor A.Ş.'ye elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Dr. Turhan Kılıçcıoğlu Stadyumu (11.263), Atatürk Spor Salonu (2.000), Olimpik Yüzme Havuzu (1.000). Merkezefendi Merkezefendi, Türkiye'nin Denizli ilinin bir ilçesi. 12 Kasım 2012'de TBMM'de kabul edilen 6360 sayılı kanun ile ilçe olmuştur. 262.825 kişilik nüfusuyla ilin en kalabalık ikinci ilçesidir. Diyarbakır Diyarbakır (Kürtçe: Amed), Türkiye'nin bir ili ve en kalabalık on ikinci şehri. TÜİK ADNKS verilerine göre 2017 sonu itibarıyla 1.699.901 nüfusa sahiptir. İlin yüzölçümü 15.168 km'dir. Valiliğin denizden yüksekliği 674 m'dir. Diyarbakır kent merkezi yaklaşık 9000 yıllık bir geçmişe sahiptir. Diyarbakır şehri farklı dönemlerde farklı isimlerle anılmıştır. MÖ 200'de Amidi Asur hükümdarı Adad-Nirari'ye ait bir kılıç kabzasında şehrin adı ""Amid"" ya da ""Amidi"" olarak geçmektedir. Roma ve Bizans kaynaklarında şehrin adı ""Amid, O'mid, Emit, Amide"" şeklinde adlandırıldığı görülmektedir. 11. yüzyılda yöreye gelen Türkmenler şehirdeki yapılarda kullanılan siyah renkli taşlardan dolayı şehre ""Kara Amid"" demişlerdir. Müslüman Arapların egemenliği sırasında buraya yerleşen "Bekr" (بکر) kabilesinden dolayı ""Diyâru Bekr"" (ديار بكر) (Bekr kabilesinin yurdu) olarak kayıtlara geçmiştir. "Diyaru Bekr" daha sonraları "Diyarbekir"; Osmanlı'nın son yıllarına kadar daha çok bir bölge adı olarak kullanılmıştır. Ancak merkez için kullanılan "Amid" isminin kullanımının özellikle" Diyar-ı Bekr"'in (Diyarbekir) 1867 yılında vilayet oluşu sonrası yavaş yavaş terk edildiği, bütün bölgeyi nitelemesinin yanında merkez sancak için de (Diyar-ı Bekr) Diyarbekir adının kullanıldığı görülmektedir. Diyarbekir'in "Diyarbakır" oluşuna dair çalışmalar, Türk Dili dergisinin Haziran 1938 nüshasında özetlenmiştir. 17 Kasım 1937 tarihinde Atatürk'ün trenle Diyarbekir'den Elâzığ'a geçtiği gece yapılan bir dil tartışmasının ardından, Türk Dil Kurumu'na gönderilen bir telgrafla başladı. Yapılan çalışmaları sonucu şehrin adı "Diyarbakır" olarak değiştirildi. Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri İbrahim Necmi Dilmen"e gönderilen telgraf şöyledir. Şehirde bakır madenciliği olmamakla beraber, ilde bakır madenciliği yaygın, kayda değer olmamıştır. Mezopotamya ile Anadolu medeniyetlerinin geçiş bölgesinde olan Diyarbakır’ın tarihi çok eski devirlere dayanmaktadır. Yontma taş ve Mezolitik devirlerde Diyarbakır ve çevresinde var olan mağaralardan burada yerleşim olduğu yapılan arkeolojik araştırmalar ile anlaşılmıştır. Eğil-Silvan yakınlarındaki Hassun Dicle Nehri ve kolları üzerinde Ergani yakınlarında Hilar mağaralarında bu çağdan kalma kalıntılar tespit edilmiştir. Şehrin 65 kilometre kuzeybatısında Ergani ilçesi yakınlarında yer alan Çayönü Tepesi kazılarında, dünyanın en eski köyü bulunmuştur. Çayönü'ndeki insanlar zamanla göçebelikten yerleşik köy yaşama, avcılık ve toplayıcılıktan besin üretimine geçmiştir. Şehrin kent merkezinde, MÖ 3000 Hitit ve Hurri-Mittani egemenliği yaşanmıştır. MÖ 1260 yılına kadar egemenliklerini sürdüren Hurri-Mitaniler'den sonra sırasıyla Asurlular, Aramiler, Urartular, İskitler, Medler, Persler, Makedonyalılar, Selevkoslar, Partlar, Ermeniler, Romalılar, Sasaniler, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler, Mervaniler, Selçuklular, İnaloğulları, Artuklular, Eyyübiler, Moğollar, Akkoyunlular, Safeviler ve Osmanlılar Diyarbakır'a egemen olmuşlardır. Asurlular döneminde şehir, bölge valilik merkezi olmuştur. Mîlâttan sonra bir ve ikinci asırlarda şehir ve bölgesi için Romalılar ve Partlar arasında savaşlar yapılmıştır. Romalılar'ın hakimiyetine geçen şehir Roma İmparatorluğu'nun yıkılması ile Bizans yönetime geçmiştir. Ömer döneminde islâm ordusu Diyarbakır'ı ve çevresini fethetmiştir. Halid bin Velid, Diyarbakır'a giren ilk İslam kumandanıdır. Diyarbakır böylece bir eyalet olarak İslâm devletine bağlandı. 869-899 yılları arasında Diyarbakır ve çevresinde Şeyhiler Hanedanı hüküm sürmüştür fakat Halîfe Mütazıd bu hakimiyete son vermiştir. Daha sonraki yıllarda Hamdânîler hâkim oldularsa da, 990 yılında bölgeye hâkim olan Mervaniler 1096 yılına kadar saltanat sürdü. Alparslan 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi'nden bir sene önce Diyarbakır’a geldi. Mervânîler, Selçuklular'a tabi oldu. Melikşah'ın vefatından sonra Diyarbakır'da egemenlik Suriye Selçukluları'na geçti. 1095’te Türk emirlerinden Sadr’ın Amid valisiyken ölümü sonrasında kardeşi İnal şehre yönetici olmuş, İnal'ın kendi adıyla 1098 yılında İnaloğulları Beyliği'ni kurmasıyla bu beyliğin yönetiminde kalmıştır. 1142 yılından sonra da vezir Nisanoğlu Müeyyedüddin ve ardılları yarı bağımsız olarak Âmid şehrini yönettiler. Eyyubilere tabi olan Artuklu Beyliği'nin Hasankeyf Artuklu hükümdarı Nureddin Muhammed'in talebi üzerine Âmid şehri Selahaddin Eyyubi komutasındaki Eyyubi ve Artuklu kuvvetlerince 1183 yılında ele geçirildi. Selahaddin Eyyubi şehri Nureddin Muhammed'e bırakmış ve böylece şehir Hasankey Artukluları'nın başkenti olmuştur. 1232 yılına kadar Hasankeyf Artukluları'nın hakimiyetinde kalan yerleşim bu tarihte Eyyubiler tarafından ele geçirildi. 1241'de yılında Anadolu Selçuklu Devleti'nin denetiminde olan şehir, 1257-1259 yılları arasında Meyyafakirin Beyinin denetimine girdi. 1259’da İlhanlılar tarafından alınan şehir kendilerine tabi olan Anadolu Selçukluları'na geri verildi. Şehir, 1302 yılında İlhanlı hükümdarı tarafından Mardin Artukluları'na bırakıldı. 1394 yılına kadar Artuklu hakimiyetinde kaldı. Artuklular dönemlerinde kente önemli bir Türkmen kökenli nüfus yerleşimi olmuştur. 1394 yılında Timur tarafından yağmalanan yerleşim 1404 yılında Timur tarafından Akkoyunlular'a bırakıldı. Akkoyunlu devletinin kurulmasıyla da bir süre bu devlete başkentlik yaptı. Şehir, 1508'de Safeviler tarafından ele geçirildi. 1508-1515 yılları arasında Anadolu Beylikleri, Memlûkler Safevî devletleri arasında bu bölge için mücadele devam etti. Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim, Diyarbakır'ı ve bütün Güneydoğu Anadolu’yu 15 Eylül 1515'te Bıyıklı Mehmet Paşa kumandasında Osmanlı egemenliğine kattı. Diyarbakır, Osmanlılar döneminde önemli eyaletlerden birinin merkezi olmuş, doğuya sefer yapan orduların hareket üssü ve kışlağı görevini görmüştür. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde özellikle I. Dünya Savaşı'nın yakın zamanlarında hastalık, yangın ve sefalet yüzünden büyük sıkıntı çeken Diyarbakır; Cumhuriyet devrinde büyük ve önemli imar, sosyal, kültürel ve ekonomik hareketler yaşamıştır. 1950'lerden sonra yeni şehir kurulmuş; yollar, hastaneler, okullar ve modern yapılarla gün geçtikçe büyümüş ve gelişmiştir. Yeni şehir kara, hava ve demir yollarıyla Türkiye'nin dört bir yanına bağlanmış önemli merkezlerden biri haline gelmiştir. Diyarbakır, 2 Eylül 1993'te çıkarılan 504 sayılı kanun hükmünde kararname ile büyükşehir unvanı kazandı. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları valilik binası merkez kabul edilerek yarıçapı 20 kilometre olan dairenin sınırlarına genişletildi. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu. Diyarbakır, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin orta kısmında, El Cezire'nin (Mezopotamya) kuzeyinde yer almaktadır. Doğuda Batman ve Muş, batıda Şanlıurfa, Adıyaman, Malatya, kuzeyde Elâzığ ve Bingöl, güneyde ise Mardin illeri bulunmaktadır. Yeryüzü şekilleri açısından genelde dağlarla çevrili, ortası hafif çukurlaşmış görünümdedir ve Güneydoğu Torosların kollarıyla çevrilidir. En yüksek dağı Muş sınırı yakınındaki Anduk Dağıdır (2830 m). Diyarbakır'da s
ert bir kara iklimi egemendir. Yazları çok sıcak geçer fakat kışları Doğu Anadolu Bölgesi kadar soğuk geçmez. Bunun başlıca nedeni Güneydoğu Toroslar yayının kuzeyden gelen soğuk rüzgârları kesmesidir. En sıcak ortalaması 40,2 derece, en soğuk ay ortalaması ise -10,1 derecedir. Günümüze kadar ölçülen en yüksek sıcaklık 48,4 derece ile 29 Temmuz 1946 gününde, en düşük sıcaklık ise -25,7 derece ile 11 Ocak 1933 gününde yaşanmıştır. Yıllık yağış ortalaması 496 milimetre olan şehirde, bu yağışın %2'lik kısmı yaz aylarında düşmektedir. Kuzeydeki dağların eteklerine doğru gidildikçe yağışlar da artar. Güneydoğu Anadolu'nun doğal bitki örtüsü olan bozkır, Diyarbakır'da da egemendir. Bozkır bitki örtüsü içinde otsu bitkiler daha fazladır. Bunlar ilkbaharda kısa bir süre içinde yeşerip çiçeklenir, ama yağışların kesilmesiyle yaz başında kururlar. Çevredeki dağlar, yer yer meşe ormanlarıyla kaplıdır. Diyarbakır topraklarının %33’ü orman ve fundalık, %40’ı ekili arazi ve %22’si çayır ve meralarla kaplıdır. İlkbaharda her yer yemyeşildir. Yaz aylarında ise dere kenarları dışında her yer bozkırdır, otlar tamamen kurur. Vadilerde söğüt, çınar, ceviz ve kavak ağaçları, yükseklerde ise meşe, ardıç ve yabani meyve ağaçları yer alır. Ormanlık arazi her ne kadar %33 görülmekteyse de muntazam ormanlık saha çok azalmıştır. Diyarbakır şehrinin en önemli akarsuyu Elâzığ ili sınırları içinden çıkan Dicle nehridir. Nehir, Diyarbakır şehrinin bulunduğu lav sahanlığının doğu kesimine paralel akar. Burada nehir vadisinin tabanı 600 m’ye iner. Diyarbakır’ın güneyinde 8 km mesafede doğuya yönelir. Dicle, Diyarbakır ilindeki akarsuların tümüne yakınını toplar. Yalnızca ilin kuzeybatı köşesindeki küçük bir alanın suları Fırat ırmağına gider. Diyarbakır İl Nüfusu: 1.699.901 (2017 sonu). İlin yüzölçümü 15.168 km'dir. İlde km'ye 112 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 901 kişi ile Bağlar’dır) İlde yıllık nüfus artış oranı %1,60 olmuştur. 2017 yılında TÜİK verilerine göre 17 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 1.041 mahalle bulunmaktadır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Kayapınar (%5,16)- Sur (-% 2,92) Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri, UNESCO tarafından 2015'te Dünya Mirası olarak tescil edildi. Devlet Tiyatrosu ve Büyükşehir Belediye Tiyatrosu, Diyarbakır il merkezinde yer almaktadır. Kentte ayrıca Diyarbakır Kitap Fuarı düzenlenmektedir. Binlerce yıl Arap, Ermeni, Kürt, Süryani, Türk, Yahudi ve Zaza halklarının iç içe yaşadığı Diyarbakır'da, bu kültürlerin bileşiminden meydana gelen yemek kültürü bir hayli zengindir. Mutfağın temel malzemeleri kuzu eti, yöresel baharatlar (sumak, kişniş, karabiber vs.), pirinç, sakatat çeşitleri, tereyağı ve bulgurdur. Bu nedenle Diyarbakır mutfağı ağır yemeklerden oluşur. Diyarbakır lahmacunu ve kadayıfının yanı sıra peyniri ile de ünlüdür. En ünlü yemekleri kaburga dolması, içli köfte, sac tava, meftune ve ciğer kebabıdır. Karpuzu ile ünlenen Diyarbakır, ana yemek olarak ciğer kebabı, içli köfte, çiğ köfte, bulgur pilavı, kaburga, keşkek, lebeni; tatlılardan ise burma kadayıf ve sütlü nuriye ile yemek kültürü açısından da zengindir. Çok sağlam, bazalt taştan yapılmış, Anadolu’nun en eski camilerindendir. Diyarbakır Kalesi'nin surları üzerinde Harput Kapısı ile Mardin Kapısı'nı birleştiren eksenin batısında yer alır. MS 639 yılında İslam orduları Diyarbakır’ı fethedince Mar-Toma Kilisesi’nin camiye çevrilmesiyle kurulmuştur. İslam aleminde 5. Haremşerif olarak tanınmaktadır. Duvarlarında birçok uygarlığın kitabesi bulunmaktadır. Palu (Parlı) Camii ismi de verilen yapı 1532 yı­lında yapılmış bir Akkoyunlu eseridir. Çini ve motiflerle süslen­miş çok zarif olan minaresinin son zamanlara kadar kılıfla muhafaza edildiği söylenmektedir. Batısında büyük Hekim Muslihiddin-i Lari’nin mezarı vardır. 15. yüzyılda, Akkoyunlular döneminde, Uzun Hasan tarafından yaptırılmıştır ve dönemin mimari başyapıtlarındandır. Özellikle minaresinin taş işçiliği dikkat çekicidir. Minaresinin harcının Diyarbakır çevresinde yetişen kokulu bitkilerle karıldığı için yakın zamanlara kadar sadece Cuma hutbelerinde minarenin kılıfının çıkarıldığı bilinmektedir. Behram Paşa Camii, 1572 yılında Diyarbakır Valisi Behram Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış Osmanlı eseridir. Caminin yapımına kapısı üzerindeki kitâbesine göre 972 (1564-65) yılında başlamış ve 980 (1572) tarihinde tamamlamıştır. Ayrıntılarıyla Diyarbakır’ın yerel mimarisini yansıtan yapı, boyutlarıyla İstanbul’daki sadrazam camilerinden geri kalmıyor. Caminin çok süslü minberi bir sanat harikasıdır. Tamamen kesme taştan yapılmıştır. tek kubbeli bir yapıdır. Sakıflı son cemaat yeri, aynı üslupta yapılmış önündeki şadırvanı ile sütunlu bir saray girişini anımsatmaktadır. Bu tip sakıflı girişlere Osmanlı Dönemi yapılarında rastlanmakla birlikte burada olanakların sonuna kadar zorlandığını görüyoruz. Güneye özgü taş işçiliğinin eklenmesi, yerel özelliklerin katılmasıyla Osmanlı Mimarisinin ana şemalar kalmakla beraber bulunduğu yerlerde yerli geleneklerle beslenerek, az da olsa değişik bir karaktere büründüğünü izlemekteyiz. Giriş kapısının üstündeki sağ ve sol sahanların ters düzeninin bugünkü in­şaatlarda kullanılan modern sıkıştırma usulünün günümüzden 400 sene önce taş inşaatına tatbiki suretiyle yapılması fen adamları­nın dikkatini çekmekte ve takdirini kazanmaktadır. 5 Mayıs 1828’de Behram Paşa Camisi minaresine yıldırım düştü ve ancak 1930’da onarılabildi. Akkoyunlu eseri olup, 15. yüzyıldan kalma taşla örtülü tek kubbeli bir camidir. Minaresinde Muhammed'den (Kaalen Nebiye) diye bahseden kitabelerin çokluğundan dolayı "Nebi" veya" Peygamber Camii" denildiği sanılmaktadır. 1530 yılında Hacı Hüseyin adlı bir kasap tarafından yaptırılan minare­si 1960 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce yeri değiştirilerek onarılmıştır. Kurşunlu Cami de denilmektedir. 1516-1520 yılları arasında şehrin ilk Osmanlı valisi Diyarbakırlı Bıyıklı Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır. ilk Osmanlı eseri­dir. Duvarları çok güzel Osmanlı çinileri ile kaplıdır. Mihrabı ve min­beri görkemli bir sanat yapıtı olan caminin ayrıntıları Selçuklu tarzındadır. Cumhuriyet devrinde onarılan caminin yanında bir de türbe vardır. Daha önce çok geniş olan cami havlusu doksanların ortasında bölünmüştür. Cami bünyesinde bir kûmbette bulunmaktadır. Osmanlı devri Diyarbakır valile­rinin ikincisi olan Hüsrev paşa tarafından 1512-1528 tarihleri ara­sında yaptırılmıştır. Bina önce Üsreviye Medresesi adı ile yaptırılmıştır. Kesme taştan yaptırılmış olan minaresi Selçuklu tar­zında olup, sarkıtlarla süslüdür. Melik Ahmet Paşa tarafından 17. yüzyılda yaptırılmıştır. Tümü çiniden yapılmış mihrabı çok ilgi çe­kicidir. Minaresine yarıya kadar birbirini görmeyen iki merdiven­le çıkılır, yarıda bu iki merdiven birleşir. Kaidesinin süslemeciliği oldukça inceliklidir. Çini mozaiklerle süslü kabartmalar ince ve ustalıklı bir beğeni örneğidir. Ayrıca Melik Ahmet'in kabri burada bulunmaktadır. Diyarbakır’da İskender Paşa Mahallesi’nde bulunan bu camiyi Diyarbakır’da 14 yıl valilik yapan İskender Paşa 1551 yılında yaptırmıştır. Bazı yazmalarda bu caminin Mimar Sinan eseri olduğuna dair bilgiler bulunuyorsa da Mimar Sinan’ın eserlerini derleyen Tuhfetûl Mimarin’de ismi geçmemektedir. Osmanlı mimarisinde belirli bir plan tipinin uygulandığı bu caminin önünde şadırvanı, doğusunda da türbesi bulunmaktadır. Son cemaat yeri dört sütun ve köşelerdeki L şeklinde ayakların taşıdığı beş bölümden meydana gelmiştir. Sivri kemerlerle birbirine bağlanmış olan sütunların başlıkları oldukça sadedir. Kare planlı, 14,76 x 14,76 m ölçüsündeki ibadet mekanının üzeri merkezî bir kubbe ile örtülüdür. Buradaki tromplar da çok aşağıdan başlamakta ve ortası bir çizgi ile ikiye ayrılmaktadır. Trompların arası da birer kemerle birbirlerine bağlanmıştır. Bu tromplara dayanan kubbe dışarıdan onaltıgen bir kasnağa oturmaktadır. Mihrap taştan olup mukarnaslıdır. Osmanlı mihraplarının bir benzeridir. Minber orijinalliğinden uzaklaşmış ahşap bir eserdir. İskender Paşa Camisi Erken Osmanlı devri mimarisinin özelliklerini taşımasına rağmen, bir bakıma da Diyarbakır camilerinin etkisinde kalarak yapılmıştır. Caminin sol tarafına silindirik gövdeli, tek şerefeli taş minare eklenmiştir. Hz. Süleyman Camii, Nisanoğlu Ebul Kasım tarafından 1155-1169 yılları arasında yaptırılmıştır. Cami bitişiğinde Osmanlılar döneminde yapılan Halid Bin Velid'in oğlu Süleyman ile Diyarbakır'ın Araplar tarafından alınışı sırasında şehit düşen diğer sahabelerin yattığı Meşhed bulunmaktadır. Diyarbakır’ın fethi sırasında şehit olan Halid Bin Velid'in oğlu Süleyman dâhil 27 sahabe bu bölgede, 13 sahabe ise surların farklı bir yerinde şehit oldu. Yaralanan Sultan Sasa’nın da 6 ay sonra şehit olmasıyla birlikte bölgeye toplam 41 sahabe defnedildi. Diyarbakır’da mezar yerleri kesin olarak bilinen 30 sahabenin 27'sinin kabri bu camidedir. 27 şehit sahabenin kabirleri Türkiye'nin her yerinden ziyaretçi akınına uğramaktadır. Akkoyunlu Kasım Han tarafından yaptırılan Şeyh Mutahhar Ca­misinin dört ayaklı minaresi yekpare dört sütun üzerinde inşa edilmiş ilginç anıtlardandır. Balıkçılarbaşı semtindeki Kasım Padişah diye de adlandırılır. Cami Şeyh Mutahhar türbesinin bulunduğu arsa üzerinde inşa edildiği için bu adı almıştır. Minaresindeki kitabesinde caminin 1500 tarihinde Akkoyunlu sultanı Kasım Bey'in zamanında yapıldığı yazar. 4 yalın sütun ile başlıklar üzerinde oturan kare mimarisi ile Anadolu camileri içinde tek örnek oluşturmaktadır. Ulu Camii'nin kuzeyinde ve cami­ye bitişiktir. 1198 yılında Artuklu Melikül Mesut Kutbudin Ebu Muzaffer Sokman zamanında inşasına başlandığı üzerindeki ki­tabeden anlaşılmaktadır. Motif ve kitabeleriyle çok değerli bir sanat eseri olan medresenin avlusundaki mihrabın iki yanına ustaca yer­leştirilmiş döner taş sütunlar binanın herhangi bir yerinde mey­dana gelecek çökmeyi veya kaymayı tespit için konulmuştur. Bina kesme taştan iki katlı olarak yapılmıştır. Mesudiye Medresesi içinde öğrenim yapılan A
nadolu’nun ilk üniversitesidir. Sincariye Medresesi’de denilir. Bina 1198 yılında yapılmış olup, mimarının adı İsa Ebu Dirhem’dir. 3. yüzyıldan kalmadır. Zamanla bir­çok onarım görmüş olup, Bizans devrinden kalma mihrabı, Ro­ma biçimi kapısı ilginçtir. Kilisede bazı azizlerin türbesi bulunmaktadır. Şehrin en güzel Süryani Kadim Yakubi mez­hebi kilisesidir. Diğer bir kilisede Keldani Kilisesidir. Ortodoks Süryanilere ait bir kilisedir. 3. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen yapı, günümüze dek birkaç kez yanmış, yıkılmış, yenilenmiş, defalarca onarım geçirmiştir. Mardin'deki Deyr-ül Zafaran'dan gelen Patrik 2. Yakup, 1871 yılında ölene kadar burada yaşamış ve yapı o dönemde Patriklik Merkezi olarak hizmet vermiştir. Kırkdamaltı Kilisesi olarak da bilinen Surp Giragos Kilisesi 3. yüzyılda Diyarbakır Belisırma Bölgesi'ndeki en yüksek kilise olup, Amirarzes Basileios ve eşi Tamara tarafından yaptırılmıştır. 1283-1295 yılları arasında dekore edilmiştir. Birapsisli bazilikal planlı olan kilisede bulunan fresklerde, incilin hikâye ettiği tüm konular ile Selçuklu Sultanı II. Mesud’un resmi tasvir edilmiştir. Giriş bölümünü oluşturan mekân, kayanın bir bölümünün kopması sonucu tahrip olmuştur. Özdemir Mahallesi'nde, Yeni Kapı Caddesi'ndedir. Ne zaman inşa edildiği tam olarak bilinmeyen ve 17. yüzyıla tarihlenen kilise, Katolik mezhebinden Keldaniler tarafından günümüzde de kullanılmaktadır. Ömer Şaddat Camii, Kadı Camii, Hacı Büzürk Camii, Arap Şeyh Camii, Lala Kasım Camii, Kurt İsmail Paşa Camii, Hadım Ali Paşa Camii şehrin diğer önemli camileridir. Diyarbakır (Arkeoloji) Müzesi, Ziya Gökalp Müze Evi, Gazi Köşkü müze evi, Cahit Sıtkı Tarancı Müze Evi günümüzde Diyarbakır'ın aktif müzeleridir. Robotik bilimin babası sayılan Diyarbakırlı El Cezeri adına yakın zamanda bir müze açılacaktır. Müze Dicle Üniversitesi, Dicle Teknokent'te yer alacaktır. Diyarbakır'da ilk müze 1934 yılında Ulu Cami'nin devamı olan Senceriye (Zinciriye) Medresesinde açılmıştır. 1985 yılında ise Elazığ Caddesi üzerinde bulunan yeni binasına taşınmıştır. Müzede Neolitik Çağ'dan itibaren Eski Tunç, Urartu, Asur, Hellenistik, Roma, Bizans, Selçuklu, Akkoyunlu ve Osmanlı devirlerine ait eserler kronolojik olarak sergilenmektedir. Çoğunluğu Artuklular döneminden kalma çok sayıda sikke ile yöresel, etnografik nitelikli eserler de müzede teşhir edilmektedir. Diyarbakır'da ilk müze 1934 yılında Ulu Cami'nin devamı olan Zinciriye Medresesi'nde açılmıştır. 1985 yılında ise Elâzığ caddesi üzerinde bulunan Dedeman Oteli arkasında bulunan yeni yapısına taşınmıştır. Müzede Diyarbakır yöresinden kazılar, satın alma ve müsadere yoluyla edinilen eserler, Neolitik Çağ'dan itibaren Eski Tunç, Asur, Urartu, Helenistik, Roma, Bizans, Artuklu, Selçuklu, Akkoyunlu ve Osmanlı devirlerine ait eserler kronolojik olarak sergilenmektedir. Ayrıca bunlardan başka birçok başka eser de sergilenmektedir. Şair Cahit Sıtkı Tarancı'nın doğduğu bu ev geleneksel Diyarbakır evlerine güzel bir örnek teşkil etmektedir. 1973 yılında Kültür Bakanlığı tarafından satın alınıp müze haline getirtilmiştir. Müzede Cahit Sıtkı Tarancı'nın eşyaları, mektupları ve kitapları sergilenmektedir. Ziya Gökalp'in yaşadığı bu ev 1956 yılında müze haline getirtilmiştir. Gökalp'in eşyaları, mektupları ve kitapları sergilenmektedir. Diyarbakır'ın el sanatları içerisinde kuyumculuk, ipekçilik, bakırcılık önde gelmektedir. Diyarbakır el sanatları, I. Dünya Savaşı'na kadar çok ileri bir düzeydeydi. Örneğin Konya'daki Mevlana türbesinin ikinci kapısı, Bağdat'taki İmam-ı Azam türbesinin altın ve gümüş işlemeli kapısı ile avize, şamdan ve kandilleri Diyarbakır'da yapılmıştır. Eskisi kadar olmamakla birlikte günümüzde önemini koruyan bu el sanatlarında hasır bilezik, kişmiş gerdanlık, gümüş işlemeli nalın ve çekmeceler Diyarbakır'ın kuyumcularının beğenilen ürünleri arasındadır. Köylerde el dokumacılığı ve halı, kilim üretimi de yapılmaktadır. Davul, zurna eşliğinde oynanan Diyarbakır oyunları yörenin aşk, ıstırap ve bazen de aşiretlerinin sosyal durumlarını konu alır. Oyunlardan bazıları Delilo, Halay, Esmer, Çaçan, Tekayak, Çiftayak ve Çepik'tir. Bu oyunların kendilerine özgü özellikleri, ayrı figür ve hareketleri vardır. Surların uzunluğu 5,5 km, yüksekliği 10–12 metre, kalınlığı 4–5 metredir. Çin Seddi'nden sonra en büyük sur olma özelliğini taşımaktadır. Dicle vadisinden yaklaşık 100 metre yükseklikte geniş bir düzlük üzerine kurulmuştur. Dış kalenin 82 burcu vardır. Burçlar arasında geniş bir yol vardır, bu duvarlar 70 santimetre kalınlığındadır. Burçlar çoğunlukla yuvarlaktır, ancak dört ve altı köşeli olanlar da vardır. Diyarbakır Surları: Diyarbakır Surları 5,5 km uzunluğunda ve 7–8 m yüksekliğindedir. 16 kalesi ve 5 çıkış kapısı olan siyah bazalt surlar, kentin en ilgi çekici yeridir. Ortaçağ askerî mimarisinin muhteşem örneğini oluşturan bu surlar yazıtlar ve kabartmalarla dekore edilmiştir. Silvan ilçesinde bulunan, Artuklular zamanından kalma bir köprüdür. Ayrıca dünyanın, en geniş taş kemerli köprüsüdür. Diyarbakır’ın önemli yapıları arasında hanların önemli bir yeri vardır. Bunların başında Deliller Hanı, Hasan Paşa Hanı, Çifte Han ve Yeni Han gelmektedir. Diyarbakır, İpek Yolu'nun üzerinde oluşundan ötürü belirli güzergahlar üzerinde han ve kervansaraylar yapılmıştır. Anadolu Selçuklularının da uyguladığı bu düzeni Osmanlılar da sürdürmüşlerdir. Hüsrev Paşa Hanı adıyla anılan yapı 1527 yılında aynı şahıs tarafından yaptırılmıştır. Halk arasında Deliller hanı denilmesinin nedeni her yıl islam ülkelerinden Hicaza gitmek üzere bu handa toplanan hacı adaylarını götürecek delillerin burada kalmalarındandır. Yapı iki katlıdır. Restore edilerek 120 yataklı turistik modern bir otel olarak hizmete açılmıştır. Ulu Camii'nin karşısındadır. Osmanlı valilerinden Vezirzade Hasan Paşa tarafından 1572-1573 yıllarında yaptırılmıştır. Günümüzde kafelere, restoranlara, kitapçılara, antikacılara ev sahipliği yapmaktadır. Sülüklü Han 1683 yılında Hanilioğlu Mahmut Çelebi ve kız kardeşi Atike Hatun tarafından yaptırılmıştır. Dicle Köprüsü. Köprü, yazıtından anlaşılacağı üzere Mervaniler devrinde Diyarbakır hükümdarı Nizamüddevle Nasr tarafından 1065 tarihinde yaptırılmıştır. Köprünün beş satırlık kitabesinden Zübeyde Hatun tarafından 1179’da yaptırıldığı öğrenilmektedir. Zübeyde Hatun Artuklu Necmüddin Albi’nin (1152-1176) kızı olup, bu köprüyü kendi parası ile yaptırmıştır. *Metropol ilçelerin merkeze uzaklıkları, kaymakamlık ile valilik arasındaki uzaklıktır. Diyarbakırspor 24 Haziran 1968'de, amatör futbol liginde olan Diclespor ve Yıldızspor'un birleşmesi ile kurulmuştur, renkleri kırmızı ve yeşilden oluşmaktadır. Amblemi ise Diyarbakır Suru ile Diyarbakır karpuzundan oluşmaktadır. Diyarbakırspor'un ilk başkanı, o zamanın Belediye Başkanı Nejat Cemiloğlu olmuştur. 2017-2018 Sezonu sonunda, Amed Sportif Faaliyetler 2. Ligde grubunu 15.sırada, Diyarbekir A.Ş. ise 3.ligi 7.sırada tamamlamıştır. Diyarbakır’ın futbol BAL’da 2, kadın futbol liglerinde 3 takımı daha vardır. Ayrıca voleybol 2. Liglerinde 8+1, bölgesel liglerde 10 takımı daha bulunmaktadır. Basketboldaki tek takımı KBBL'dedir. Ziraat Türkiye Kupası‘na 3.turdan katılan Amed Sportif Faaliyetler, Payasspor’u elemiştir. 4.turda Bucaspor'a elenmiştir. Kupaya 2.turdan katılan Diyarbekir A.Ş., önce Elaziz Belediyespor’u elemiş, 3.turda da İstanbulspor A.Ş.’ye elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Diyarbakır Yeni Stadyum (33.000), Seyrantepe Spor Salonu (6.200), Köşkler Spor Salonu (2.000), Yenişehir Kapalı Yüzme Havuzu (1.000), Diyarbakır Hipodromu (1.577). 2009 yılında, Diyarbakır ilinde 1281 okul bulunmaktadır: Öğretmen sayısı 15.021'dir. Erkek öğrenci sayısı 214.462, kız öğrenci sayısı 181.413 olmak üzere Diyarbakır ilinde toplam öğrenci sayısı 395.875'dir. 1978'de Ankara Üniversitesi bünyesinde açılmıştır. Şu an bünyesinde 13 Fakülte, 11 Meslek Yüksekokulu, 5 Yüksekokul, 1 Konservatuvar, 3 Enstitü, 8 Uygulama ve Araştırma Merkezi, 1 Eğitim ve Araştırma Hastanesi yer almaktadır. Dicle Üniversitesi Dicle'nin doğusuna kurulmuştur ve 60 hektar alana sahiptir. Yüzölçümü bakımından Dicle Üniversitesi, Türkiye'nin en büyük üniversitelerinden biridir. İldeki ilk vakıf üniversitesi olarak 2013'te kuruldu. 2016 da kapatıldı. İle havayolu, karayolu, demiryolu ile ulaşmak mümkündür. Diyarbakır'a her gün Ankara,İstanbul ve İzmir’dan düzenli olarak Antalya, Adana ve Bursa'ya ise haftanın belirli günlerin de seferler düzenlenmektedir. Sivil-askerî havalimanı olan Diyarbakır Havaalanı şehir merkezine 6 km uzaklıktadır. Yurt Dışına Uçuşlar Kürdistan Bölgesel Yönetimi başkenti Erbil'e de 10 Nisandan itibaren Diyarbakır-Erbil seferleri başladı. Pazartesi, Çarşamba, Cumartesi ve Pazar olmak üzere haftada 4 uçak seferi yapılıyor. Diyarbakır demiryolu ağına bağlıdır. Bu ulaşımın merkezi Diyarbakır garıdır. Adana'dan Elâzığ'a giden Fırat Ekspres Diyarbakır Tren İstasyonu'nda durmaktadır. Bölgesel trenler bazında Diyarbakır-Bismil Diyarbakır-Batman, Diyarbakır-Kurtalan ve Diyarbakır-Adana güzergahları vardır. Diyarbakır'dan Türkiye'nin her yerine otobüs ile yolculuk mümkündür. Otogar şehir merkezine 4 km uzaklıktadır. İlin bazı illere olan karayolu uzaklıkları şöyledir: Edirne (il) Edirne, Türkiye'nin Marmara Bölgesi'nin Trakya yakasında yer alan, doğuda Kırklareli ve Tekirdağ, güneyde Çanakkale ve Ege Denizi, batıda Evros (Yunanistan) ve kuzeyde Hasköy (Bulgaristan) ile çevrili ildir. Edirne ilinin geneli düzlük olup il sınırları içerisindeki herhangi bir yükselti 500 metreyi aşmadığı için ilde dağ bulunmamaktadır. Korudağ Edirne'de bilinmesine rağmen bu yanlış bir bilgidir. %25'i ormanlık olan ve topraklarının %57'sinde tarım yapılan ilin en önemli akarsuyu, Karaağaç hariç olmak üzere Türk-Yunan sınırını çizen Meriç'tir. İlin iklimi güneyden kuzeye doğru çıkıldıkça sertleşir; Ege Denizi'ne kıyısı olan güney kesiminde daha çok ılıman Akdeniz iklimi yaşanırken il merkezinin de bulunduğu kuzey kesiminde sert kışlarıyla kendini gösteren karasal
iklim hâkimdir. "Edirne" adı, kentin Latince ve Yunanca ismi olan Hadrianoupolis (Hadrianus'un kurduğu şehir, Hadrianus'un şehri) sözcüğünün Türkçede Edrenebol, Edrene ve Edirne olarak evrimleşmesiyle bugünkü hâlini almıştır. Başka bir ihtimal de, gene Hadrianoupolis'ten türetilmiş olan, şehrin Bulgarca adı Odrin'den evrimleşmiş olmasıdır. 1357'den beri düzenlenen Kırkpınar Yağlı Güreşleri yaz aylarında birçok yerli ve yabancı turisti çeker. Cumhuriyet'in kuruluşu ile beraber Edirne'de eğitim kurumları da hızlı bir gelişme göstermiş, son yıllarda Edirne, eğitimde gelişmişlik düzeyi açısından Türkiye'nin önde gelen kentleri arasına girmiştir. Edirne'de okur-yazar oranı cumhuriyet dönemi boyunca Türkiye genelinin üzerinde olmuştur. Son yıllarda gerçekleştirilen kurslarla okur-yazarlık oranı %99'a ulaşmıştır. 2014 yılı itibarıyla bünyesinde 39.696 öğrenciye eğitim veren Trakya Üniversitesi de Edirne'de yer almaktadır. Edirne ilinde Trakya'nın diğer illerindeki gibi 9/8'lik ritmin ağır bastığı halk türküleri yaygındır. Diğer Ardında Sümbüllü Bağlar, Karakuşun Yüksektendir Oyunu, Kızılcıklar Oldu Mu, Evreşe yolları dar, Püskül Pencereden Uçtu, Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar vardır. Edirne ilinde yaşayanların, kendilerine özgü kıvrak ezgilerle bezeli ve yöre düğünlerinin ayrılmaz bir parçası olan Roman havaları da Edirne folklorunun tamamlayıcı bir parçasını oluşturur. Bunların en tanınmışları: Güm Güm Teke, Kako Sali, Anako, Yağmur Yağdı, Maşa Satarım gibi. Edirne il merkezinde tarihi yapılar Türkiye'nin diğer kentlerine nispeten daha iyi korunmuştur. Kentte görülecek yerler Roma-Bizans dönemi ve Osmanlı-Türk dönemi adı altında iki ayrı başlık altında toplanabilir. Kentin tarihinin bu kısmından günümüze fazla eser kalmamıştır; şehirde bu döneme ait biricik yapı, 19. yüzyıl sonlarına kadar ayakta kalmış Roma dönemine ait Hadrianopolis surlarının yıkıntıları ve de eskiden üzerinde 1893 yılında inşa edilmiş ve 1953 senesinde depremde zarar gördüğü ve kentin silüetini bozduğu gerekçesiyle dönemin belediye reisince dinamit kullanılarak yıktırılmış bir de saat kulesi bulunan Makedonya Kulesi'dir. Makedonya Kulesi adı Osmanlının ünlü seyyahı Evliya Çelebi'nin "Seyahatnâme" adlı eserinde geçmektedir. Kent bu dönemden kalma yapılar bakımından oldukça zengin olup bunlar dini ve sivil yapılar olmak üzere iki altbaşlıkta toplanabilir. Bu yapılar içerisinde en görkemlisi klasik Osmanlı mimarisinin doruk noktası sayılan ve Mimar Sinan'ın 'ustalık eserim' dediği Selimiye Camii'dir (1575). Bunun dışında Eski Cami (1414) ve Üç Şerefeli Cami (1447) klasik dönem öncesi Osmanlı mimarisinin anıtları olarak kent merkezini süslemektedir. Şehirde görülebilecek diğer tarihî camiler Muradiye Camii (1426), Ayşekadın Camii, Darülhadis Camii, Defterdar Camii, Hıdır Ağa Camii, Gazimihal Camii ve Şahmelek Camii'dir. Edirne kentinin biraz dışında yer alan İkinci Beyazıt Kulliyesi (1488) mimarisiyle olduğu kadar zihinsel engellilerin tedavi edildiği, günümüzde Sağlık Müzesi olarak kullanılan şifahanesi ile de dikkat çekmektedir. Ayrıca kentte Kaleiçi'nde bulunan İtalyan Kilisesi, Kıyık'ta bulunan Sveti Georgi Bulgar Kilisesi ve Kirişhane'de bulunan Sveti Helena-Konstantin Kilisesi günümüze kadar gelmiş ve ayinler hâlâ yapılmaktadır. Kaleiçinde bulunan Edirne Büyük Sinagogu vardır. Türkiye sınırları içerisindeki en büyük ve Avrupa'nın 3. büyük sinagogu olan yapı, 26 Mart 2015 tarihinde 46 yıl aradan sonra yeniden ibadete açılmıştır. Sivil yapılar içerisinde anıtsal niteliğe sahip olanların başında Edirne'nin köprüleri gelir; bunların en eskisi Tunca Irmağı üzerindeki Gazi Mihal Köprüsü'dür (1420). Bu köprü yakınında Yıldırım ve Seferşah isminde iki küçük köprü daha bulunur. Kent merkezinden Karaağaç'a giden yol üstünde ilk karşılaşılan köprü Tunca Köprüsü (1615), ikincisi ise Meriç nehri üzerinde kurulu Meriç veya Mecidiye Köprüsü'dür (1842). Edirne'deki en uzun köprü, il merkezi dışında Ergene nehri üzerinde yer alan ve ilçe merkezine ismini vermiş olan Uzun Köprü'dür. Günümüzde bir kısmı otel olarak kullanılan tarihî Rüstem Paşa Kervansarayı (1554) da Edirne'nin görülmesi gereken anıtlarından birini teşkil eder. Bu binada yapılan restorasyon çalışması, 1980'de Ağa Han Ödülü almıştır. 15. yüzyıldan kalma Edirne Sarayı, 93 Harbi'nde cephanelik olarak kullanılmış ve kentin düşeceğinin anlaşılmasından sonra cephaneler Rusların eline geçmesin diye havaya uçurulmuştur. Bu patlamadan sonra sadece Adalet Kasrı denilen kısmı sağlam kalmıştır. Kalıntıları Kırkpınar Yağlı Güreşlerinin düzenlendiği Sarayiçi semtindedir. Edirne'de bulunan sivil tarihî yapılar arasında sayıları hızla azalan eski Edirne evleri de önemli yer tutar. Çoğu Kaleiçi semtinde bulunan ve neredeyse tümü ahşap olan bu evlerin bazıları son yıllarda restore edilmektedir. İl Nüfusu: 401.701'dir. Bu nüfusun %76,7'si şehirlerde yaşamaktadır (2016). İlin yüzölçümü 6.145 m²'dir. İlde km²'ye 65 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 205'dir.) İlde geçen yıla göre nüfus azalmıştır: %-0,21. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 9 İlçe, 16 belediye, bu belediyelerde 94 mahalle ve ayrıca 254 köyü vardır. Edirne ili nüfusu: 406.855'dir. Bu nüfusun % 77,5' i şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 6.145 km²'dir. İlde km²'ye 66 kişi düşmektedir. (Bu sayı Merkezde 212’dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,28 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 9 İlçe, 16 belediye, bu belediyelerde 94 mahalle ve ayrıca 254 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Merkez (% 3,39)- Lalapaşa (-% 3,41). 2017-2018 Sezonu sonunda, Futbol takımları Edirnespor ve Uzunköprüspor, Bölgesel Amatör Lig (BAL) da kalmışlardır. Edirnespor un basketbol kadınlar 1.ligi, Voleybol kadın ve erkek 2.liglerinde birer takımı vardır. kadın bölgesel voleybol liginde Keşan ve Uzunköprü'nün birer takımı yer almıştır. Edirnespor , Ziraat Türkiye Kupası ilk turda İstanbul Modafen Spor’u, 2.turda Dardanelspor A.Ş.’yi, 3.turda Kocaeli Birlikspor’u elemiştir. 4.turda Aytemiz Alanyaspor'a elenmiştir. Önemli spor tasisleri: 25 Kasım Stadyumu (5.000), Mimar Sinan Spor Salonu (2.000), Keşan olimpik Açık Yüzme Havuzu (600) Elâzığ (il) Elâzığ (; eski adları ile: "Harput, Mamüret'ül Aziz, El-Aziz, El-Azık"), Türkiye'nin Doğu Anadolu Bölgesi'nde Yukarı Fırat Havzasında bulunan, on bir ilçeden oluşan il. Konumu itibarıyla; ili doğudan Bingöl, kuzeyden Keban Baraj Gölü aracılığıyla Tunceli, batı ve güneybatıdan Karakaya Baraj Gölü vasıtasıyla Malatya illerinin arazileri çevrelemektedir. İlin sınırları 8.327 km²'si kara, 826 km²'si baraj ve doğal göl olmak üzere toplam 9153 km² 'lik alanı kapsamaktadır. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 11 İlçe, 20 belediye, bu belediyelerde 148 mahalle ve ayrıca 552 köyü vardır. Nüfus bakımından Doğu Anadolu'nun Van, Erzurum ve Malatya illerinden sonra en büyük 4. ilidir. Halk arasında Elâzığlı olanlara, Elâzığ ağzında kardeş ve ağabey anlamlarına gelen gakgoş hitabı kullanılır. İlin tarihi MÖ 20. yüzyıla dayanır. Tarihte Anadolu'yu Mezopotamya'ya bağlayan kervan yollarının geçiş güzergahı içinde önemli yerleşim yeri olmuş, birçok kültüre ev sahipliği yapmıştır. Müslüman, Rum, Ermeni ve Süryani halklarının uzun yıllar birlikte yaşadığı bu bölgede günümüzde halâ farklı kültür ve medeniyetlerin kalıntıları görülmektedir. İlin ismi 1937 yılında Atatürk'ün şehre yaptığı ziyaretinde sunduğu teklif ile Azık ili manasına gelen El-Azık olarak değiştirilmiş, Türkçe uyumu ve söyleyiş kolaylığı nedeniyle Elâzığ halini almıştır. Elâzığ, eski Harput 'un devamı niteliğindedir. Bu nedenle Elâzığ tarihi Harput tarihi ile birlikte ele alınmaktadır. Harput, Anadolu'yu Mezopotamya'ya bağlayan kervan yollarının geçiş güzergahı içinde yer almış, birçok kültüre ve medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Harput'un, bilinen en eski sakinleri MÖ 2000'li yıllarda Doğu Anadolu'ya yerleşmiş Hurriler'dir. Hurriler'in ardından Hitit hakimiyetine girmiş, çok sürmeden MÖ 9. yüzyıl itibarıyla Doğu Anadolu'da devlet kuran Urartular hüküm sürmüştür. Harput, 1085 yılında Türklerin eline geçmiş, daha sonra İlhanlılar, Dulkadiroğulları, Akkoyunlular ve Safeviler hükmetmiştir. 1516 yılında gerçekleşmiş olan Çaldıran Muharabesi sonrasında Osmanlı Ordusu tarafından fethedilmiştir. Sonralarında Harput'taki yaşamın, şimdiki Elâzığ Merkez İlçesi'nin bulunduğu ovaya 19. yüzyıl ortalarında taşınması ve çevre ilçelerin bağlanması ile birlikte bugünkü Merkez İlçe ve 9 ilçeyi kapsayan Elazığ ili sınırları oluşmuştur. Esas gelişimini Cumhuriyet yıllarının başında göstermeye başlamıştır. Sultan Abdulaziz'in tahta çıkmasıyla, Ahmed İzzet Paşa devrinde tayin edilen vali teklifiyle 1867 yılında şehre Mamurat'ül-Aziz adı verilmiş, Halk arasında telaffuz zorluğu nedeniyle kısaca Elaziz olarak söylenmiştir. 1937 yılında Atatürk'ün ziyaretinde teklifi ile azık ili manasına gelen El-azık adı verilmiş daha sonra Elazığ halini almıştır. Elâzığ bölgesinin ilk yazılı tarihi Hitit tabletlerindeki bilgilerle aydınlatılmıştır. Yazılı bilgilerde elde edilen bulgulara göre yöre İşuva adıyla anılmaktaydı. Elâzığ bölgesi 7. yüzyıldan itibaren ikinci Bizans hakimiyetine kadar Bizans - Arap mücadelelerine sahne olmuş ve 10. yüzyıl itibarıyla tam anlamıyla Bizans hakimiyetine girmiştir. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ile birlikte Elâzığ bölgesi de Türklerin hakimiyeti altına girmiş; 1085 yılında Çubuk Bey önderliğinde Çubukoğulları Beyliği kurulmuştur. Yine Beylik'in hakimiyeti uzun sürmeyerek, bölge 1110 yılında Belek Gazi önderliğinde Artuklular'ın eline geçmiştir. Belek Gazi'nin ardından hükümdarlık önce Davud, sonra Davud'un kardeşi İmadeddin Ebu Bekir'in eline geçerek burada Harput Artukluları diye adlandırılan bağımsız bir beylik kurmuştur. Elâzığ, gelişme ve büyümeye Cumhuriyet yıllarının başında başlamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Harput'tan şimdiki Elâzığ ilçesi ve şehir merkezi olan Uluova'ya yeni yerleşkeler kurulmuş, çeşitli bölgeleri
nde düz arazide tarım yapılmaya başlanmıştır. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte yaşanan olaylar ve 1925 yılındaki Şeyh Said tarafından Ergani ilçesine bağlı Eğil bucağında başlayan isyan, Elâzığ'a da sıçramış; bölgede 1 ay süreyle sıkıyönetim ilan edilmiştir. Atatürk 1937 yılında şehre bir ziyarette bulunmuş ve sunduğu teklif ile şehre azık (bolluk) ili manasına gelen El-Azık adı verilmiş daha sonralarında günümüzdeki haliyle Elazığ ismini almıştır. Cumhuriyet tarihinde çeşitli dönemlerde şehirde şeker ve çimento fabrikaları açılmış; bunların yanı sıra çeşitli maden ve mermer fabrikaları ile halkın bir bölümüne istihdam ve ekonomisine katkı sağlamıştır. Şehirde Cumhuriyet döneminin en önemli olaylarından biri de 2010 yılında yaşanan büyük Elâzığ depremidir. Depremde 41 kişi ölmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştır. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü'nün verilerine göre; saat 04.32'deki ilk depremin ardından bölgede büyüklükleri 5.5 ile 3.0 arasında değişen 84 sarsıntı, büyüklü küçüklü toplamda 796 artçı deprem kaydedilmiştir. Elâzığ Doğu Anadolu Bölgesi'nin güneybatısında, Yukarı Fırat Bölümü'nde yer almaktadır. Toplam alanı 9153 km²'yi bulan ve bu alanı ile Türkiye topraklarının %1,2'sini kaplayan il sahası, 40º 21 ile 38º 30 doğu boylamları, 38º 17 ile 39º 11 kuzey enlemleri arasında kalmaktadır. Şekil olarak kabaca bir dikdörtgene benzeyen ve etrafını çevreleyen sular nedeniyle Türkiye karasını andıran Elâzığ topraklarının doğu-batı doğrultusundaki uzunluğu yaklaşık 150 km, kuzey-güney yönündeki genişliği ise yaklaşık 65 km civarındadır. İlin deniz seviyesinden ortalama yüksekliği (rakımı) 1067'dir. İli, doğudan Bingöl, kuzeyden Tunceli, batı ve güneybatıdan Malatya, güneyden ise Diyarbakır ilinin arazileri çevrelemektedir. Aynı zamanda Elâzığ ili; doğu, batı ve güneyinden, Güneydoğu Toroslar'ın batı uzantıları ile çevrilidir. Elâzığ ilinin sınırlarının 8.327 km²'si kara, 826 km²'si baraj ve doğal göldür. İl Sınırları içindeki en önemli akarsu Fırat ve kollarıdır. 86 km² yüzölçümü olan Hazar Gölü, il merkezine 30 km mesafededir. Ayrıca Elâzığ Keban, Karakaya, Kralkızı ve Özlüce gibi önemli baraj gölleri ile çevrilidir. Elâzığ, karasal iklimin etkisindedir. Yaz ayları sıcak ve kurak, kış ayları ise soğuk ve sert geçer. Doğu Anadolu'nun diğer illeri ile karşılaştırıldığında kışlar çok daha yumuşaktır. Son zamanlarda Elâzığ çevresine yapılan barajlar nedeniyle iklimde sapmalar gözlenmiştir. En fazla kış ve ilkbahar aylarında yağış alan ilde bu iklim yapısı tarımsal ürünlerde çeşitliliği arttırmıştır. Karasal iklimin hakim olduğu Elâzığ, doğal bitki örtüsünün giderek yok olmasıyla birlikte bozkır (step) görünümündedir. Dağlarının yüksek kesimlerinde meşe ormanlarına rastlanır. Ormanları genellikle bozuk baltalık olarak bilinen sağlıksız ağaçlardan oluşmaktadır. İlin önemli dağları, Akdağlar (2450 m), Hazarbaba (2347 m), Mastar dağı (2148 m), Haşto dağı (2069 m), Asker dağı (1768 m), Hasan dağı (2118 m), Yaylım dağı (2097 m), Taşkele dağı (1430 m), Meryem dağı (1490 m.) olarak sıralanabilir. Elâzığ ili doğu, batı ve güney bölgelerinden Güneydoğu Toroslar'ın batı uzantıları ile çevrilidir. İlin batısı, Hasan Dağları (2118 m.), Bulutlu Dağı (2004 m.), Karga Dağı (1925 m.) ve Kamışlık Dağı (2016 m.) yer alır. Güneyinde Meryem Dağı (1490 m.) bulunmaktadır. Elazığ ilinde, Palu İlçesi'nde Keban Baraj Gölü’ne karıştığı noktaya kadar 500 km. uzunluğunda 42000 km²’lik akaçlama havzasıyla Murat Nehri bulunur. Bunun yanı sıra Karasu ile Murat Nehri kollarının Keban İlçesinin kuzeyinde birleşimiyle güneybatı yönünde akan 2800 km uzunluğu ile bilinen Fırat Nehri bulunmaktadır. Elâzığ ilinde; ilçe merkezinin kurulu olduğu Elazığ Ovası (Uluova) ile birlikte, Yarımca Ovası, Behremaz (Sivrice) Ovası ve Kuzova olmak üzere 4 ova bulunmaktadır. Bunlardan Elâzığ ve Palu ovası, Elbistan-Malatya-Uluova-Palu-Muş çöküntü alan dizisi içinde yer almaktadır. Özellikle Cumhuriyet dönemi başlarında Uluova'ya (Elazığ Ovası) Harput'tan yoğun göç yaşanarak şimdiki Elâzığ yerleşkesi kurulmuştur. Elâzığ ilinde Gölcük ya da Sivrice adıyla da bilinen uzunluğu yaklaşık 22 km, genişliği 5–6 km uzunluğunda il merkezine 25 km uzaklıkta Hazar Gölü bulunmaktadır. Aynı zamanda Keban ilçesinde bulunan Keban Baraj Gölü ve Cip Baraj Gölü olmak üzere iki adet baraj gölü bulunmaktadır. Elâzığ'da 11. yüzyıldan günümüze kadar Selçuklular, Memlükler, Çubukoğulları, Artuklular, Dulkadiroğulları, Akkoyunlular, Eretna (Kadı Burhaneddin Ahmet) Devleti, Osmanlı İmparatorluğu, Türkiye Cumhuriyeti gibi Türk Devlet ve Beylikleri hüküm sürmüştür. Müslümanlar, Rumlar, Ermeniler ve Süryaniler uzun yıllar birlikte bu bölgede yaşamışlardır. Kentteki nüfus çoğunluğunu şehrin yerli halkı oluşturmakla beraber, nüfusun geri kalanını komşu şehirlerden ve ilde bulunan üniversite dolayısıyla farklı şehir ve ülkelerden gelenler oluşmaktadır. Son zamanlarda doğum oranındaki artışın yanı sıra; batı illeri çoğunu oluşturmakla beraber, il dışına kısmi göç vermektedir. Aynı zamanda son dönemlerde yaşam ve imkan şartları dolayısıyla, kırsal bölgelerden çoğunluğu il merkezine olmak üzere ilçelere yaşanmaktadır. İl Nüfusu: 578.789'dur. Bu nüfusun %83,4'ü şehirlerde yaşamaktadır (2016). İlin yüzölçümü 9.383 m²'dir. İlde km²'ye 62 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 192'dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 0,78 olmuştur. Elâzığ ili nüfusu: 583.671'dir. Bu nüfusun % 83,8' i şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 9.383 km²'dir. İlde km²'ye 62 kişi düşmektedir. (Bu sayı Merkezde 195’dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 0,84 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 11 İlçe, 20 belediye, bu belediyelerde 149 mahalle ve ayrıca 552 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Merkez (% 1,54)- Maden (-% 5,38). İlin ekonomisi sanayi, tarım ve ticarete dayanır. Keban Barajı'nın yapılmasından sonra tarıma elverişli toprakların bir kısmı su altında kaldığından, tarım alanlarının azalması paralelinde sanayi canlanmıştır. Gayri safi gelirinin % 30’u sanayi, % 10’u ticaret ve % 25’i tarım sektöründen elde edilir. İlin ovaları az, fakat çok verimlidir. Bol suları bulunan büyük akarsuların suladığı bu ovalarda; buğday, arpa, pirinç, şeker pancarı, tütün, fasulye, nohut, mercimek, fiğ, burçak, soğan, sarımsak, pamuk, üzüm, elma, armut, kayısı, ceviz, badem ve dut yetişir. Yetiştirilen ürünler arasında lahana, kavun ve çilek önemli gelir kaynağı haline gelmiştir. Elâzığ, madenciliğin tarımla yarıştığı ve hatta tarımı geçtiği bir yerdir. Topraklarında bakır, krom, simli kurşun ve betonit gibi başlıca maden kaynakları bulunmaktadır. Ergani Bakır İşletmesi’nde blister, bakır, sülfürik asit ve prit tüvenan cevher istihsal edilir. Diğer maden işletmeleri Guleman Krom İşletmesi, Ferro Krom Tesisleri ve Elâzığ Betonit Fabrikası'dır. Bunun yanı sıra Alacakaya ve Arıcak ilçelerinde mermer çıkarılmaktadır. Kendine has özelliği bulunan Elâzığ mermerini işlemek üzere son senelerde birçok mermer işleme fabrikası kurulmuştur. Elâzığ topraklarının maden bakımından zengin oluşu ve Türkiye’nin en büyük hidroelektrik santrallerinden birinin bu ilde olması nedeniyle sanayi gelişmiştir. İrili ufaklı 1200 sanayi iş kolu vardır. Elâzığ, sanayi alanında Doğu Anadolu Bölgesi'nde önemli bir yere sahiptir. Özellikle Organize Sanayi Bölgesi'nin kurulması ile fabrika sayısı hızla artmıştır. 49 fabrikalık sanayi bölgesinde 20 fabrika inşaatı tamamlanarak üretime geçmiştir. Diğerlerinin inşaatı devam etmektedir. Un, deri, şeker, çimento, pamukyağı, pamuk ipliği, kiremit, yün, süt, yem, azot, süper fosfat, kireç, plastik boru, tüpgaz imalatı ve dolum, kâğıt, tekstil, meşrubat, matbaacılık, mermer, ayçiçek yağı, ayakkabı, mobilya, sabun, tıbbi malzeme fabrikaları başlıca büyük sanayi kuruluşlardır. Geçmişte Müslümanlar, Rumlar, Ermeniler ve Süryaniler'in uzun yıllar birlikte yaşadığı bu bölgede günümüzde hala farklı kültür ve medeniyetlerin izleri görülmektedir. Çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapan bölgede tarihin çeşitli dönemlerinde çok kültürlü bir yaşayış biçimi görülmüştür. Kültürler; şehrin yemeklerine konuşma diline ve müziğine yansımış uzun tarihler boyunca canlılığını yitirmeden günümüze ulaşmıştır. Günlük hayatta duyduğumuz birçok türkü ve ağıtların doğduğu Harput Musikisi ve bununla süregelen Kürsübaşı Geleneği, şehrin önemli kültürel ve sanalsal birikimlerindendir. Harput müziği, Elâzığ mahalli müzik konusunda da Osmanlı sarayının hemen arkasında yer almıştır ve bugün hala müzik geleneği kürsübaşı denilen geleneksel etkinliklerle de icra edilmektedir. Mamoş, Necibem, Kar Mı Yağmış, Hüseynik'ten Çıktım Şeher Yoluna, Ahçik Türküleri Harput musikisinin sayısız eserlerinden bazılarıdır. Eski Harput evlerinde soba biçimli bir masa etrafında bireylerin sohbet etmek, eğlenmek ve bağları güçlendirmek amacıyla bir araya geldiği gelenektir. Bu toplantılarda güncel olaylar konuşulmuş ve Harput Musikisi'nden eserlere yer verilmiştir. 2010 yılı itibarıyla bu gelenek, UNESCO Dünya Kültür Mirası Temsili Listesi'ne kabul edilmiştir. Harput ağzı olarak da bilinen Elâzığ ağzı, Türkiye Türkçesi ağızlarının doğu grubunda yer almaktadır. Kullanılan kelime ve telaffuzlar temelini Harput'tan alır. "Git-" (gitmek) fiilinin Elâzığ ağzı 1.2.3. tekil ve çoğul şahıs telaffuzları şöyledir: Çayda Çıra, halay türünden halk oyunudur. Dünyada "Mumlu Dans" olarak da bilinir. Genellikle sazsız olarak, "nanay" adı verilen türküler eşliğinde oynanır. Eskiden yalnızca kadınlar oynarken, günümüzde halk oyunları toplulukları tarafından gösteri amacıyla kadınlı erkekli oynanmaktadır. Günümüz Elâzığ yöresi düğünlerinde oldukça yaygındır. Elazığ mutfağında 150'ye yakın yemek ve tatlı çeşidi bulunmaktadır. Bunlardan bazıları Harput köfte, peynirli ekmek, orcik, içli köfte, gömme, dolanger, ekmek tatlısı ve patiladır. Yöre yemeklerinin tarihi Harput'a dayanmakta ve Türk yemek kültürü ile benzerlikler göstermektedir. Yörede yaygın olarak yapılan tatlılarından bir
i yöreyle özdeşleşen ve halk arasında cevizli sucuk olarak da bilinen orciktir. Orcik, üzüm ya da dut şırası ve ceviz kullanılarak yapılmaktadır. Bunun yanı sıra Elâzığ ovasında Sürsürü bağlarında, "Sürsürü Üzümü" olarak da bilinen Öküzgözü Üzümü yetişmekte; yapılı, kalıcı, kırmızı meyvemsi, dolgun ve hafif taneli oluşuyla ve yıllandırılmaya uygunluğuyla şarap yapımında kullanılmaktadır. İlk olarak 24 Ekim 2008 tarihinde tertiplenen; Türk sinema ve tiyatro sanatçılarının katılımlarıyla, film gösterimleri ve etkinliklerin Elâzığ'da yapıldığı film ve sanat festivalidir. Her yıl festivale katılan sanatçı konuklara bir de Çayda Çıra Onur Ödülü ve Çayda Çıra Özel Ödülü verilmektedir.2013 yılı itibarıyla uluslararası statü kazanan, 2008'den bugüne tertiplenmekte olan festivale Türkan Şoray, Oya Aydoğan, Fatma Girik, Nuri Alço, Ediz Hun, Ata Demirer gibi Türk sinema ve tiyatro sanatçılarından önemli isimler katılmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Elazığ Valiliği, Ankara Elazığ Kültür ve Tanıtma Vakfının tertiplediği; Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası ve Elazığ Mahali Sanatçılarının ortak çalışması ile şefliğini Bujor Hoinic'in yaptığı Harput Senfonisi organizasyonu, ilk olarak 31 Mayıs 2013 tarihinde Elâzığ'da icra edilmiş; daha sonra 26 Mayıs 2014 tarihinde Ankara TRT Stüdyolarında, 26 Aralık 2015 tarihinde İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonunda düzenlenmiştir. Organizasyonlarda Elâzığ – Harput musikisinden eserler yer almıştır. Ayrıca organizasyon 2013-2014 yıllarında TRT Müzik, 2015 yılında Kanal 23'ten canlı yayımlanmıştır. Elazığ Valiliği tarafından tertiplenen ve Fırat Şiir Akşamları adıyla başlayıp 1992 yılından bu güne düzenlenen (1994 ve 2015 yılları hariç) uluslararası şiir festivalidir. İlk olarak 5 Aralık 1992 tarihinde Fırat Şiir Akşamları adıyla düzenlenmiş; alınan kararlarla 22 Eylül 1995 tarihi itibarıyla Hazar Şiir Akşamları, 26 Haziran 1998 tarihi itibarıyla Hazar Şiir ve Musiki Akşamları, 13 Haziran 2000 tarihinden günümüze Uluslararası Hazar Şiir Akşamları adıyla tertiplenmiştir. 2017-2018 Sezonunu, Elâzığspor 1. ligde, Elâziz Belediyespor ise 3. ligde tamamlamıştır. BAL’da 1 takımı kalmıştır. Elazığ İl Özel İdare basketbol, Elazığ Sosyal Yardımlaşma SK da hentbol kadınlar 1.ligindedir. 2.liglerde 3, bölgesel liglerde 2 takım daha vardır. Ziraat Türkiye Kupası‘na 3.turdan katılan Elazığspor, Sancaktepe Beledispor’u elemiştir. 4.turda Sivas Belediyespor A.Ş.'ye elenmiştir.. Kupaya 2.turdan katılan Elâziz Belediyespor, Diyarbekir Spor A.Ş.’ye elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Elazığ Atatürk Stadyumu (13.923), Fırat Üniversitesi Spor Salonu (5.000), Olimpik Kapalı Yüzme Havuzu (1.000), Elazığ Hipodromu (2.500). Elâzığ’da her 100.000 kişiye 608 hastane yatağı düşmektedir. Bu oran, 262 olan Türkiye ortalamasının 2 katından fazladır. Elazığ’da 2002-2006 yılları arasında toplam hekim sayısı % 15,4 artarken, diş hekimi sayısı % 26,15, diğer sağlık personellerinin sayısı ise % 13,64 artmıştır. Elâzığ, Devlet Planlama Teşkilatı tarafından 2003 yılında yapılan sağlık sektörü gelişmişlik sıralamasında sağlık sektöründe en gelişmiş iller bazında 12. sıradır. Fırat Üniversitesinin tıp fakültesi bünyesinde bulunan araştırma hastanesi, TRB1 bölgesi ve bölge dışına hizmet veren önemli hastanelerden biridir. Elâzığ sağlık sektöründe oldukça gelişmiş bir il olup, CNBC-e Business dergisinin yaptığı araştırmalara göre Türkiye'nin en iyi sağlık altyapısına sahip ikinci şehridir. Elâzığ İli, Doğu Anadolu Bölgesi’nin geçiş merkezi konumundadır. Elâzığ Türkiye’nin dört bir yanına ana yollarıyla bağlı olup, ayrıca demiryolu ve havayolu ulaşımına da sahiptir. Keban Barajı’nın yapımıyla Elâzığ’ın bazı ilçeleri ve komşu illere bağlı ilçeleriyle Keban Baraj Gölü’nden feribotla yapılmaktadır. İlin en önemli karayolu bağlantısı; Ankara – Kayseri – Malatya üzerinden gelerek, Tunceli ve Erzurum’a giden devlet yoludur. Bu karayolunun 156 km'si Elâzığ İl sınırları içindedir. Yolun Elâzığ – Palu kesiminin 87. km sindeki Kovancılar yöresinden kuzeydoğuya ayrılan bir kol; Bingöl ve Muş üzerinden Van’a kadar ulaşmaktadır. İlin ikinci önemli devlet yolu Diyarbakır ve Mardin üzerinden Suriye sınırında Nusaybin ve Cizre, Irak sınırında Habur sınır kapılarına kadar ulaşır. Kara ve demiryollarının yanında Elâzığ’a hava yolu ile de ulaşmak mümkündür. Elâzığ’a Türkiye’nin bütün illerinden her gün Ankara ve İstanbul bağlantılı olarak ve diğer bazı illerden direk uçuş ile ulaşım imkânı mevcuttur. Elâzığ Hava Meydanı'nın yapımına 1938 yılında başlanmış, 1940 yılında hizmete sunulmuştur. Meydanın, 1720 x 30 m ebadında, 13/31 numaralı 1 adet pisti, 120 x 18 m ebadında taksirut ve 200 x 42 m ebadında 1 adet uçak park apronu mevcuttur. Yüzeyi asfalt kaplama olan pistin özel aydınlatma sistemi 1996 yılında yapılarak hizmete sunulmasıyla meydandan gece uçuşları da gerçekleştirilebilmektedir. Meydana bağlı Harput VOR istasyonu, yurt içi ve yurt dışına sefer yapan hava araçlarına (transit uçuşlara) hizmet veren VOR / DME cihazlarıyla meydan içerisi de NDB cihazıyla donatılmıştır. 2006 yılında temeli atılan yeni pist, 15 Mart 2009 tarihinde açılmıştır. Ağustos 2010'da temeli atılan hava alanı üst yapı ve terminal binası 20 Ekim 2012'de hizmete hazır hale getirilmiştir. Meydanın şehirden uzaklığı 12 km olup, ulaşım otobüs ve taksi işletmeciliği ile sağlanmaktadır. Meydanda, otopark, kafeterya, VIP / CIP salonları da bulunmaktadır. Ayrıca yeni yapılan pistle bölgede en büyük hava alanı konumunda bulunmaktadır. Elâzığ İl merkezi Malatya’dan gelerek Maden ve Ergani üzerinden Diyarbakır’a giden demiryoluna 1934 yılında bağlanmıştır. Bu hat Elâzığ İli’nden geçerek Tatvan’a ulaşır. 1998 yılından beri Elâzığ – Ankara arasında Mavi Tren hizmete girmiştir.Gardan her gün karşılıklı olarak, Malatya – Gaziantep – Adana ve Mersin’e Fırat Ekspresi, haftanın 4 günü 4 Eylül Mavi Treni karşılıklı Ankara – Elâzığ, Elâzığ – Ankara, haftanın 3 günü posta yolcu treni, haftanın 2 günü Vangölü Ekspresi, haftanın 1 günü Şam Ekspresi, haftanın 1 günü Transasya Ekspresi seferleri yapılmaktadır. Malatya – Sivas – Kayseri – Ankara – Eskişehir – Bilecik – İstanbul (Haydarpaşa), Kütahya – Balıkesir – Manisa – İzmir – Konya – Afyon illerine ekspres treni ile yolcu taşımacılığı gerçekleştirilmektedir. Elâzığ – Malatya arasında günlük ortalama 3 – 4 seferin yapıldığı gardan ortalama 75 – 100 adet yolcu, 450 – 500 ton yük taşımacılığı yapılmaktadır. İl sınırları içerisindeki demiryolu uzunluğu 272 km olup, İl sınırları dahilinde Kuşsarayı, Pınarlı, Baskil, Şefkat, Yolçatı, Uluova, Kürk, Gezin, Maden, Yurt, Çağlar, Konak, Murat bağı, Palu, Beyhan ve Suveren istasyonları mevcuttur. Keban Baraj Gölü üzerinde Elâzığ – Pertek, Elâzığ – Çemişgezek, Elâzığ – Ağın ve Baskil – Malatya arasında ulaşım feribotlarla sağlanmaktadır.Ayrıca Elâzığda turizm sektöründe son yıllarda gelişmeye başlamıştır.Mavi bayraklı Sivrice gölü kıyısındaki turistik tesisleri ayrıca kış turizminin bölgedeki en güzel örneği olan Hazarbaba kayak merkezi göl manzarasına sahip bir kayak merkezidir.Özellikle Harput'daki yazın serin kışın ise sıcak olma özelliğine sahip Buzluk Mağaraları, Keban Barajı, gezilip görülmesi gereken yerler arasında yer alır. Elâzığ, eğitim alanında tarih boyunca çevre il ve bölgelerin merkezi konumu olmuş; eski Harput'a Amerikan Kolejleri ve diğer yabancı kolejler, Kur'an ve ilim eğitiminin verildiği medreseler kurulmuştur. TUİK 2014 verilerine göre ilin okur-yazar oranı %96'dır (401.954 kişi). Fırat Üniversitesi, ilk olarak 1967 yılında Elazığ Yüksek Teknik Okulu olarak açılmıştır. Aynı yıl içinde Ankara Üniversitesi Senatosu’nun Elazığ Veteriner Fakültesi’nin kurulmasını öngören kararı Millî Eğitim Bakanlığınca onaylanmıştır. Teknik Yüksek Okul, 1184 Sayılı Kanunla 1969 yılında Elazığ Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’ne (EDMMA) dönüşmüş, Veteriner Fakültesi de 1970 yılında Ankara Üniversitesi’ne bağlı olarak öğretime açılmıştır. Kuruluşu 11 Nisan 1975 tarih ve 1873 Sayılı Kanunla gerçekleşen Fırat Üniversitesi’nin çekirdeğini Fırat Üniversitesi Veteriner Fakültesi oluşturmuştur. 1975–1976 eğitim öğretim yılında Fen-Edebiyat Fakülteleri’nin de ilavesiyle üniversite, eğitim ve öğretime üç fakülte ile başlamıştır. EDMMA (Elazığ Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi) ise Mühendislik Fakültesi’ne dönüştürülerek üniversite bünyesinde yer almıştır. 2010 TUIK verilerine göre ilde merkez ilçeyle beraber 11 ilce, 15 belde ve 546 köy vardır. İlçeler şöyledir: Ağın'ın tarihinin MÖ 16.-17. yüzyıllarda yöreye yerleşen Hurrilere kadar uzandığı bilinmektedir. Yörede hakimiyet kuran çeşitli kavimlerin egemenliğinde kalan Ağın, 1071 yılından sonra Türklerin Anadoluya girmesiyle 1115-1234'e kadar Artukoğulları yönetiminde kalmış, 1514 Çaldıran Savaşı'ndan sonra Osmanlı topraklarına katılmıştır.1954 yılında Elâzığ'a bağlı olarak bir ilçe olmuştur. Elâzığ ilinin Kuzeybatısında bulunup İl'e uzaklığı 77 km'dir. Ağın doğudan Çemişgezek, batıdan Arapgir, güneyden Keban, kuzeyden yine Arapgir ve Kemaliye ile çevrilidir. Yüz ölçümü 526 metrekare olup kuzey yönünde Hekemat Tepesi, güney yönünde Osman Tepesi, batı yönünde ise Aliuşağı tepelerinin arasında küçüklü büyüklü dereler arasına yerleşmiştir. Dereleri sulak olduğundan yeşilin her rengine rastlamak mümkündür. Elâzığ'dan 77 km uzaklıkta olan Ağın'a ulaşım karayolu ile yapılmakta olup, Keban Baraj gölü üzerinden de feribotla sağlanmaktadır. Alacakaya, 1991 yılında kurulmuştur. Doğuda Arıcak, batıda Maden, güneyde Ergani ve Dicle, kuzeyde ise Palu ilçeleri yer almaktadır. Deniz seviyesinden yüksekliği 1.150 m olup, yüzölçümü 318 km²'dir. İlçe merkezi bir tepe üzerine kurulmuştur. Karasal iklimin hüküm sürdüğü bölgededir. Kışları karlı ve soğuk, yazları kurak ve sıcak geçer. İlçe adını bölgede bulunan kromla Türkiye'ye duyurmuştur. 1915 yılına rastlayan bu olayı Maden Yüksek Mühendisi Abdullah Hüsrev gerçekleştirmiştir Keban, Elâzığ'ın batısında ve merkez ilçeye 46 km uzaklıktadır. İlçenin doğusunda Elâzığ, batısında Malatya'nın Arapgir
ilçesi, kuzeyinde Tunceli'nin Çemişgezek'i, kuzeybatısında Ağın, güneyde ise Baskil ilçesi vardır. İlçenin yüzölçümü 548 km²'dir. İlçede bulunan Keban Barajı, Elâzığ ilinin Keban ilçesinde, Fırat Nehri üzerinde, 1965-1975 yılları arasında inşa edilmiş olan elektrik enerjisi üretimi amaçlı barajdır. Beton ağırlık ve kaya dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 16.679.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 210,00 m, normal su kotunda göl hacmi 31.000,00 hm³ normal su kotunda göl alanı 675,00 km²'dir. 1936 yılında ilçe olmuştur. İlçenin bugün itibarıyla 1 beldesi, 2 bucağı, 88 köyü, 5 mezrası bulunmaktadır. Karakoçan'a bağlı tek belde olan yerleşim yeri Sarıcan adını taşımaktadır. Sarıcan Beldesi iki mahalleden oluşmaktadır. Bunun dışında Çan ve Başyurt adıyla iki adet bucağı bulunmaktadır. Karakoçan, merkezinde tarihi yönden önem taşıyan herhangi bir yerleşim birimi olmamasına karşın; yakın köylerinde ve civarında tarihi yönden önem taşıyan birçok yerleşim birimi bulunmaktadır. Bunların başında Karakoçan ilçesi ile Mazgirt ilçesi (Tunceli) sınırını teşkil eden Peri çayı üzerinde yapılmış olan ve ilçeye 12 km uzaklıkta bulunan Bağin Kalesi gösterilebilir. Ayrıca ilçeye bağlı birçok köyde bulunan tarihi kiliselerde diğer eserler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. İlçede, Peri Çayı kenarında bulunan Golan kaplıcalarını her yıl binlerce kişi sağlık amacıyla ziyaret etmektedir. Yine ilçe merkezinde Kalecik Barajı Çamlığı, Beyaz Çeşme Mesire Yeri, Güzelbaba Ormanı yaz aylarında halkın rağbet ettiği dinlenme yerleridir. Palu, ikisi kasaba diğeri merkez olmak üzere 3 belediye, 35 köy ve onlara bağlı 30 mezradan oluşmaktadır. Güneyde Arıcak ve Alacakaya Elâzığ il merkezi, kuzeyde Kovancılar ilçesi ile komşudur. Tarihi milattan önceki yıllara dayanır. Bölgede bilinen en eski kavimler Hurriler, Hititler ve Urartulardır. Özellikle Tuşba (bugünkü Van) şehri olan Uratula'da Urartu Kralı Menaus'a ait taş kitabe vardır. Bu kitabeden Palu'ya Sebitaruas, Harput çevresinine de Surani adı verildiği öğrenilmektedir. Sophene Krallığının başkentliğini yapan ilçe, Sophene Krallığından MÖ 300 yıllarda yazılmış olan ve halen İranın kuzeyinde bulunan Darius kitabelerinde de bahsedilmektedir. Tarihi kalıntılarından bir tanesi Palu Kalesi'dir. Kovancılar, Elazığ ilinin en büyük ilçesidir. Yörenin tarihi milattan önceki yıllara dayanır. 1934 yılında Romanya ile Türkiye arasında yapılan mübadele anlaşması çerçevesinde orada bulunan Türk Ahaliden 300 hanelik bir kafile yerleştirilmek üzere Elâzığ iline nakledilmiştir. Mevsimin kış olması nedeniyle önce civar köylerde geçici iskana tabi tutulan Göçmenler daha sonra şimdiki İlçe Merkezine yerleştirilmiştir. 1935 yılının İlkbahar ayında 300 hanelik köyün temeli atılmıştır. Zamanın şartlarına göre duvarları kerpiçten ve çatıları kargirden yapılan evlerin inşaatları kısa zamanda tamamlanarak hak sahiplerine teslim edilmiştir. Söz konusu bu yeni yerleşim yerine Göçmenlerin Romanya’da ikamet ettikleri köy olan Kovancılar’ın adı verilmiştir. 1935 yılında tamamen boş bir arazi üzerine kurulmuş bulunan Kovancılar’ın imar planı zamanın imkânları ile en iyi şekilde hazırlanmış olup, Elâzığ İlinin örnek bir yerleşim alanı olmuştur. 1968 yılında Belediye Teşkilatı kurulmuş olup, daha sonra "19.06.1987" tarih ve "3392 Sayılı Kanun" ile ilçe Statüsüne kavuşmuştur. Sivrice, 1936 yılı Şubat ayı içerisinde Dedeyolu köyünde kurulmuştur. 1938 tarihinde şimdiki yeri olan Hazar Gölü sahiline nakledilmiştir. İlçenin kuruluş tarihi çok eski olmamakla birlikte göl içinde bulunan adacıkta ve devamında eski bir yerleşim yeri mevcuttur. Hangi tarihte kimlerin yaşadığı kesin olarak tespit edilememiştir. Adacıkta yıkılmış halde bir manastır, devamında da su içinde büyük bölümü sağlam halde evler ve diğer yapıların kalıntıları vardır. Son yıllarda çevre illerin önemli bir turizm merkezi olan ve olma yolunda gelişmeler kaydeden Sivrice ilçesinde yaz aylarında halkın günü birlik olarak tatil yapabileceği mesire yerleri ve çadır kent yerleri mevcuttur. Şimdiki Harput Mahallesi sınırlarında bulunan Harput Antik Kenti, Elâzığ'ın ilk yerleşim yeridir. Mevcut tarihi kaynaklara göre Harput'un en eski sakinleri MÖ 2000'li yıllarından itibaren Doğu Anadolu'ya yerleşen Hurriler'dir. Hurriler'den sonra bölge Hitit hakimiyeti altına girmiştir. Çok uzun sürmeyen Hitit hakimiyetinden sonra MÖ 9. yüzyıldan itibaren Doğu Anadolu'da devlet kuran Urartular Harput'da uzun süre hüküm sürmüştür. Günümüzde antik kentte birçok medeniyete ev sahipliği yapmış tarihi kalıntı ve doğal yapılar bulunmaktadır. Urartular tarafından dikdörtgen bir plan üzerine kurularak yapılmış olan mimari yapıdır. Şu anki Elâzığ il sınırları içerisindeki tarihi Harput Mahallesinde bulunmaktadır. Kale, iç ve dış kale olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Rivayete göre yapımında kullanılan harca su yerine süt eklenmiştir bu nedenle "Süt Kalesi" olarak da adlandırılır. Yine bir rivayete göre, Süt Kalesi harcında su yerine süt kullanılma sebebi dönemde yaşanan su kıtlığı olduğu söylenir. Kale, MÖ 8. yüzyılda Urartu Krallığı tarafından inşa edilmiştir. MÖ 6. yüzyıldan itibaren Pers hakimiyeti altına girmiştir. MÖ 1. yüzyıl ile MS 11. yüzyıl arasında Part, Roma, Sasani, Bizans ve Abbasiler ve 11. yüzyılın sonuna kadar Bizans hakimiyeti altında devam etmiştir. 1085 yılında Çubukoğulları, 1112 yılında Artukoğulları, 1234 yılında Selçukluların egemenliği altında kalmıştır. Kale, Artuklu Beyi Belek Gazi'nin ve Selçuklu Beyi Alaeddin Keykubad'ın hükumet merkezi olmuş, 1366 yılında Dulkadiroğulları ve Akkoyunlu Devletleri arasında mücadelelerden dolayı sık sık hakimiyet değişikliği yaşanmıştır. Kale 1465 yılında Akkoyunlu hükümdarı Hasan Bahadır Han tarafından ele geçirilerek Akkoyunlu idaresine alınmıştır. Harput Bölgesi ve Kalesi 1515 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı İmparatorluğu'nun idaresine alınmıştır. İç kale ve dış surlar olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Dörtgen planlı kalenin girişi, doğuda Harput yönündedir. Konumu itibarıyla Elazığ Ovasına hakim bir bölgede inşa edilmiştir. Günümüzde yapılan kazı çalışmalarında içinde çeşitli zindanlar, yaşam ve tedavi alanları bulunmuştur. İki giriş kapısı olan soyunma, ılıklık ve yıkanma bölmelerinden oluşmuş Harput'ta bulunan kubbeli tipik Osmanlı hamamlarındandır. Harput'ta tarihi Sarahatun Camii yanında bulunan Yavuz Sultan Selim dönemi sipahisi Cimşit Bey tarafından 16. yüzyılda yaptırılmış kare planlı soyunma ve kubbe örtülü yıkanma bölmesi bulunan Osmanli Mimarisi'nin görüldüğü tarihi hamamlardandır. Kolan (Golan) Kaplıcası, Elâzığ'ın Karakoçan ilçesine 18 km uzaklıktaki Kolan'da bulunmaktadır. Mide, karaciğer, kadın ve cilt hastalıklarına olumlu etkisi olduğu bilinmektedir. Hatput Kalesi'nin kuzeyinde yer alan 410 mg iletkenliğe, 7.9 PH ve 50 santigrat derece sıcaklık değerlerine sahip suyu ile mide, bağırsak, karaciğer hastalıklarına ve ruh ve sinir hastalarına olumlu etkisi olduğu bilinen kaplıcadır. Harput’ta Artuklu Hükümdarı Fahrettin Karaaslan tarafından H. 551 (M. 1156-1157) yılında yaptırılan camii, Anadolu'daki en eski ve en önemli yapılardan birisidir. Cami; dikdörtgen planlı, dışa kapalı görünümlü olup, minaresinin eğri durumda oluşu ve tuğlalarının süsleme öğesi olarak kullanılması bakımından ilgi çekicidir. Harim son cemaat ve avlu olmak üzere üç bölümden yapılmıştır. Caminin iç duvarları kemerlerle birbirine bağlanmıştır. Cami halen ibadete açıktır.caminin minaresi yaptırılmasına rağmen eğri duruma geri dönmüştür. Akkoyunlu devrine ait cami, Akkoyunlu Hükümdarı Bahadır Han’ın (Uzun Hasan) annesi Sara Hatun tarafından 1465 yılında mescit olarak yaptırılmıştır. 1585 yılında tamir edilmiş, 1843 yılında da yapılan onarımla bugünkü halini almıştır. Cami, kare planlı olup orta kısmının üzeri dört kalın sütuna dayanan kubbe ile kenarları ise tonozla örtülüdür. Mihrap sade bir iniş halindedir. Minberi, taş işçiliğinin güzel örneklerindendir. Minaresi iki renk kesme taştan yapılmıştır. Harput’ta Osmanlı devri camilerinin en güzel örneklerinden biridir. 1738-1739 yıllarında yapılmıştır. Cami, kare yapılı, üzeri büyük bir kubbe ile örtülü ve kubbeye giriş trompludur. Kubbe kasnağında dört penceresi olup, mihrabı sade bir niş biçimindedir. Son cemaat mahalli üç kubbelidir. Kubbelerin üzeri kurşunla kaplıdır. Harim kapısı yonca şeklinde olup, minaresi kesme taştan yapılmıştır. Harput’ta Kitapçıgil parkının girişinde bulunan camide çeşitli yapı devirlerinin izleri görülmektedir. Küçük ebatta ve dikdörtgen planlıdır. Artukoğulları döneminde yapılmasına karşılık, 19. yüzyılda büyük bir onarım görmüştür. Tavandaki ahşap işçiliği, bu devrin onarımına aittir. Caminin kapısı batıda yer almakta olup, bir yonca yaprağı şeklindedir. Kapı üzerinde merdiven ve minare bulunmaktadır. Minare, şerefeye kadar sıra ile siyah-beyaz taşla, şerefe ise dama şeklinde, siyah-beyaz kesme taşla örülüdür. Harput’a girişte ana yolun solunda yer alan cami’nin kubbesi çökmüş olup, yalnızca zarif minaresi ayaktadır. Minare kare kaideli ve sekizgen gövdelidir. Harput Müzesindeki kitabesine göre 967 H. (1559 M.) yılında Pervane Ağa tarafından inşa edilmiştir. Cami aslına uygun olarak restore edilerek ibadete açılmıştır. Palu ilçesindedir. Dikdörtgen planlı ve düz damlıdır. İçten sütunlarla ve payelerle üç nefe ayrılmıştır. Mihrap taş işçiliği yönünden ilgi çekicidir. Yeşil sırlı tuğla ile örülmüştür. Palu kalesi özelliğini kaybetmeden günümüze gelmiş ender kalelerden biridir. Selçuklu hükümdarlarından IV. Kılıçarslan’ın oğlu, III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında H. 678 yılında inşa edilmiştir. Minaresi dıştan türbe ile mescidin tam orta kısmına gelen bölümde yapılmıştır. Kapısı mescidin içindedir. Kaidesi alttan beş sıra taş üstünde alçı ve sıva izi görülen ve hemen hiçbir Selçuklu Mescidinde bulunmayan, emsalsiz sırça bordürlüdür. Mescit kare planlıdır. Selçuk üçgenleri ile kubbeye geçilir. Kubbe içinin kornişlerinin çinili olduğu bilinmektedir. Korniş ve çinilerle düzenlenen mihrabın üst kısmı, beş dişlidir. Büyük kemeri vardır. Arabesk plame
nt ve su yolludur. Harput’a 2 km uzaklıkta olup, kaya üzerine inşa edilmiş türbenin yanında mescidi bulunmaktadır. Türbe altıgen planlı, üst kısmı sonradan yapılmış, yalnız cenazelik kısmı mevcuttur. İçinde büyük bir sanduka bulunmaktadır. Harput’ta kaleye giden yolun solunda bulunan türbe, sekizgen planlı olup, kesme taşlardan yapılmış kaide kısmı vardır. İki katlı anıtsal bir yapı olduğu bilinen türbenin üst örtü sistemi sonradan yapılmıştır. İçerisinde Mansur Baba, zevcesi, oğlu ve kızına ait olduğu bilinen dört sanduka bulunan türbenin Artukoğulları devrine ait olduğu ihtimali kuvvetlidir.Halen yaşamakta olan torunu araştırmacı yazar M.Avnullah Özmansur İstanbul'da yaşamaktadır. Elâzığ'ın Keban ilçesinde bulunan, 1964 yılında inşaatına başlanmış, 1974 yılında dört ünite ile üretime başlayan ve 1981 yılı itibarıyla tam kapasite elektrik üretimine başlamış olan Fırat Nehri üzerine kurulmuş Cumhuriyet Tarihi'nin ilk ve önemli barajlarındandır. Cip Çayı üzerine, 1965 yılında sulama amacı ile inşa edilen; toprak gövde dolgu tipi olan barajın gövde hacmi 446.000 m³, akarsu yatağından yüksekliği 23,00 metredir. Normal su kotunda göl hacmi 7,00 hm³, normal su kotunda göl alanı 1,10 km²'dir. 1.100 hektarlık bir alana sulama hizmeti vermektedir. Elazığ'ın Sivrice ilçesinde, Hazar Gölü kıyısında bulunan 2.347 metre yükseklikteki Hazarbaba Dağı'na kurulu kayak merkezidir. 6 km stabilize dağ yolu ile ulaşım sağlanmaktadır. Elâzığ'da, batıda Elazığ Atatürk Stadyumu, doğuda şehir merkezi, kuzeyde Fırat Üniversitesi, güneyde Sürsürü ve Olgunlar mahallelerinin bulunduğu 170.000 metrekarelik alana kurulu sosyal eğlence alanıdır. 170.000 metrekarelik toplam alanın; %61.8’ini yeşil alan, yüzde 24.7’si gezi alanı, çocuk parkları, bisiklet sürüş alanları, servis yolları ve otopark, %10’u göletlerden oluşurken; toplam alanın % 3.5’lik kısmını kapsayan bir alanda çok amaçlı toplantı salonu, cami, kafeterya, kule lokanta, spor salonları, güvenlik ofisi, engelliler merkezi gibi sosyal alanlar yer almaktadır. Kültür Park alanının %61.8 gibi büyük bir kısmını yeşil alan ve %10'luk kısmını göletler oluşturmaktadır. Göletler ve yeşil alanlar çevresinde seyirlik bank, oturma alanları ve köprüler yer almaktadır. Alanda mini amfi, toplantı salonları yer almaktadır. Şehir'de yayın yapan 4 yerel TV kanalı vardır. Elâzığ'dan yayın yapan Kanal Fırat ve Kanal 23, uydu aracılığı ile tüm yurtta ve Avrupa'da izlenebilmektedir. Bunun dışında birçok yerel gazete yayın hayatını sürdürmektedir. Elâzığ'da 12 adet yerel radyo kanalı bulunmaktadır. Kardeş şehir, kentlerin yerel yönetimleri aracılığıyla yabancı ülke kentleri ile kurdukları resmi dostane ilişkiyi ifade etmektedir. İl Meclisi'nce alınan karar ile kurulan kardeş kent ilişkisi, içerisinde bulunduğumuz küreselleşme sürecinde uluslararası gelişmeler açısından oldukça önemli bir olguyu ifade etmektedir. Kurulan kardeş kent ilişkileri ile sosyo-kültürel, ekonomik, eğitim, sağlık, ticaret, turizm, yerel yönetim hizmetleri ve spor gibi konularla tarafları ilgilendiren diğer alanlarda, iki kentin ilgili birimleri arasında iletişim ve koordinasyonu sağlayarak bilgi/deneyim alışverişi ve işbirliğinin geliştirilmesini amaçlamıştır. Sonuç olarak, iki şehir arasında karşılıklı anlayış, dostluk ve barışın güçlendirilmesi amacıyla; tarihi, kültürel, sosyal ve coğrafi açıdan Elâzığ ile benzerlikleri olan birçok yabancı şehir ile kardeş kent antlaşmaları imzalanmıştır. Elâzığ'ın toplam 5 tane kardeş şehri vardır: Elâzığ Elâzığ, Elâzığ ilinin merkezi olan şehir. Türkiye'nin Doğu Anadolu Bölgesi'nin Yukarı Fırat Bölümü'nde yer almaktadır. Elâzığ ili, MÖ 3000'li yıllarda kurulduğu sanılan, Harput kentinin ovadaki devamıdır. Bu nedenle yıllarca Harput denmiştir. Büyük Selçuklu hakimiyetinin Anadolu'ya kayması ile Harput'un Türk yurdu olmasında en önemli savaşın Malazgirt Meydan Muharebesi olduğuna şüphe yoktur. Nitekim Harput ve çevresi Malazgirt muharebesinden sonra Türklerin eline geçmiş olup yörede Büyük Selçuklu Devleti'ne bağlı olarak Çubukoğulları Beyliği kurulmuştur (1085). Harput'un Türkler tarafından alınmasına kadar sadece müstahkem bir kale hüviyetinde kalan bu yer Türklerle beraber büyüyen bir şehir haline gelmiştir. Çubukoğulları Beyliği'nin ömrü uzun sürmemiş (1110) yılında Artukoğulları dönemini başlatmıştır. Bir müddet sonra Harput Artukluları diye bilinen bağımsız bir beylik kurulmuştur. Harput, (1230) yılında Moğolların eline geçmiş (1234) yılından itibaren ise Anadolu Selçuklu Devleti'nin hakimiyeti altına girmiştir. (1507) yılında Safevilerin eline geçen Harput, 1515 yılında ise Çaldıran zaferinden sonra Osmanlı hakimiyetine girmiştir (1516). Mezra denilen bugünkü yerleşim yerine 1834'de taşınan Elâzığ'a 1862 yılında Sultan Abdulaziz'in tahta çıkışının 5. yılında Hacı Ahmet İzzet Paşa devrinde buraya tayin edilen Vali İsmail Paşa'nın teklifi ile "Mamuret-ül Aziz" ismi verilmiştir. Fakat telaffuzu güç olduğundan halk arasında kısaca "El'aziz" olarak söylenegelmiştir. Zaman içinde bölgeye eyalet merkezliği yapan şehre 1937 yılında Atatürk tarafından tahıl ambarı bolluk ve bereket anlamına gelen "El'azık" adı verilmiş olup, zamanla Türkçe ses uyumuna uygunluğu ve söyleniş kolaylığı nedeniyle "Elâzığ" olarak kullanılır olmuştur. Elâzığ ili, Doğu Anadolu Bölgesi'nin güneybatısında, Yukarı Fırat Bölümü'nde yer almaktadır. 9153 km²yi bulan yüz ölçümü ile Türkiye topraklarının %1,2’sini oluşturmaktadır. 40 0 21’ ile 380 30’ doğu boylamları, 38 0 17’ ile 39 0 11’ kuzey enlemleri arasında kalan il, doğudan Bingöl, kuzeyden (Keban Baraj Gölü aracılığı ile) Tunceli, batı ve güney batıdan (Karakaya Baraj Gölü aracılığıyla) Malatya, güneyden ise Diyarbakır illerinin arazileri ile çevrilidir. İl, merkez ilçe ile birlikte 11 ilçe, 537 köy ve 709 mezra yerleşmesinden oluşmaktadır. Geçmişte karasal iklimin hüküm sürdüğü Elâzığ, yapılan ve yapılmakta olan barajların etkisi ile ılıman bir iklime geçiş yapmıştır. Bu sürecin sonucunda özellikle önceleri çok soğuk ve yoğun kar yağışlı geçen kışlar nispeten daha ılıman geçmektedir. Elâzığ, toprağı verimli bir ovaya kurulmuştur.~Elâzığ'ın dağlarında Karadenizdeki gibi geniş ağaçlıklar yoktur. Bunun nedeni Elâzığ'ın karasal iklimi yaşamasıdır. Elâzığ belirtildiği gibi ılıman bir iklime geçiş yapmıştır. Normalde Doğu Anadolu Bölgesi'nde yazlar çok sıcak, kışlar ise çok soğuk geçer. Son 10 yılda sert iklimin yumuşaması ve kar yağışında azalmasının nedeni barajlardır. Elâzığ il merkezi nüfusu yıllara göre şöyledir; Ekonomisi sanayi, tarım ve ticarete dayanır. Keban Barajı'nın yapılmasından sonra tarıma elverişli toprakların bir kısmı su altında kaldığından, tarım alanlarının azalması paralelinde sanayi canlanmıştır. Gayri safi gelirinin % 30’u sanayi, % 10’u ticaret ve % 25’i tarım sektöründen elde edilir. Toprak altı ve üstü çok zengindir. tarım: Ovaları az, fakat çok verimlidir. Bol suları bulunan büyük akarsuların suladığı bu ovalarda, buğday, arpa, pirinç, şekerpancarı, tütün, fasulye, nohut, mercimek, fiğ, burçak, soğan, sarımsak, pamuk, üzüm, elma, armut, kayısı, ceviz, badem ve dut yetişir. Yetiştirilen ürünler arasında lahana, kavun ve çilek önemli gelir kaynağı haline gelmiştir. Madencilik: Elâzığ madenciliğin tarımla yarıştığı ve hatta tarımı geçtiği bir yerdir. Toprakları madenle doludur. Bakır, krom, simli kurşun ve betonit başlıcalarıdır. Ergani Bakır İşletmesi’nde blister bakır, sülfürik asit ve prit tüvenan cevher istihsal edilir. Diğer maden işletmeleri Guleman Krom İşletmesi, Ferro Krom Tesisleri ve Elâzığ Betonit Fabrikası'dır. Alacakaya ve Arıcak ilçelerinde çıkarılan mermer dünyaca meşhurdur. Kendine has özelliği bulunan Elâzığ mermerini işlemek üzere son senelerde birçok mermer işleme fabrikası kurulmuştur. Sanayi: Elâzığ’ın maden bakımından zengin ve Türkiye’nin en büyük hidroelektrik santrallerinden birinin bu ilde oluşu ile sanayi gelişmiştir. İrili ufaklı 1200 sanayi iş kolu vardır. Elâzığ sanayi alanında Doğu Anadolu Bölgesi'nde önemli bir yere sahiptir. Özellikle Organize Sanayi Bölgesi'nin kurulması ile fabrika sayısı hızla artmıştır. 49 fabrikalık sanayi bölgesinde 20 fabrika inşaatı tamamlanarak üretime geçmiştir. Diğerlerinin inşaatı devam etmektedir. Un, deri, şeker, çimento, pamukyağı, pamuk ipliği, kiremit, yün, süt, yem, azot, süper fosfat, kireç, plastik boru, tüpgaz imalatı ve dolum, kâğıt, tekstil, meşrubat, matbaacılık, mermer, ayçiçek yağı, ayakkabı, mobilya, sabun, tıbbi malzeme fabrikaları başlıca büyük sanayi kuruluşlardır. Elâzığ’da her 100.000 kişiye 608 hastane yatağı düşmektedir, bu oran 262 olan Türkiye ortalamasın 2 katından fazladır. Elazığ’da 2002-2006 yılları arasında toplam hekim sayısı % 15,4 artarken, diş hekimi sayısı % 26,15, diğer sağlık personellerinin sayısı ise % 13,64 artmıştır. Elâzığ, Devlet Planlama Teşkilatı tarafından 2003 yılında yapılan sağlık sektörü gelişmişlik sıralamasında sağlık sektöründe en gelişmiş il olarak 12. sıradır. Fırat Üniversitesinin tıp fakültesi bünyesinde bulunan araştırma hastanesi, TRB1 bölgesi ve bölge dışına hizmet veren önemli hastanelerden biridir. Elâzığ sağlık sektöründe oldukça gelişmiş bir il olup, CNBC-e Business dergisinin yaptığı araştırmalara göre Türkiye'nin en iyi sağlık altyapısına sahip ikinci şehridir. Elâzığ doğuyu batıya bağlayan yolların kavşak noktasındadır. Karayolları Ankara-Kayseri-Malatya-Elâzığ-Bingöl-Muş karayolu, Adana-Maraş-Malatya-Elâzığ- Tunceli karayolu, Mardin-Diyarbakır-Arapkir-Keban-Elâzığ karayolu ile İran-Erzurum- Tunceli-Elâzığ uluslararası yollar (TEM) ile bağlıdır. İyi asfalt vasfında olan bu yollardan Elâzığ içinde kalan kısımlarının uzunluğu 425 kilometredir. Ankara-Kayseri-Sivas-Malatya demiryolu Elâzığ’da iki kola ayrılır. Bir kolu Diyarbakır-Batman’a diğeri Palu-Genç- Muş-Tatvan’a ulaşır. İl sınırları içinde kalan demiryolu 272 km ve 15 duraklıdır. 1981 yılında temeli atılıp, 1986 yılında hizmete giren Fırat köprüsü, Türkiye’nin en uzun köprüsüdür. 2030 m olup, 30 adet betonarme ayak üzerine inşa edilmiştir. 194
0 yılında açılan Elâzığ Havaalanı 20 Ekim 2012 tarihinde yılda 2 milyon yolcu kapasiteli yeni terminal binasına kavuşmuştur.Havalimanından Ankara-İstanbul-Antalya-İzmir-Düsseldorf ve Frankfurt'a seferler yapılmaktadır. Ayrıca Keban Baraj Gölü üzerinde Ağın ilçesi ile Tunceli’nin ilçeleri arasında feribotla ulaşım sağlanmaktadır. Elâzığ'da semtler arası ulaşım, minibüslerle, taksilerle ve her 8 dakikada bir kalkan belediye otobüsleriyle rahat ve hızlı bir şekilde sağlanmaktadır. 1967 yılında Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi kuruldu Üniversite ise 1975 yılında kurulan Fırat Üniversitesi, şehirdeki çağdaş eğitime katkılarda bulunmaktadır. Fırat Üniversitesinde 12 fakülte, 3 yüksekokul, 9 meslek yüksekokulu, 4 enstitü ve 1 konservatuvara sahiptir. Şehirde medya gelişim sürecindedir. Şehir'de yayın yapan 4 yerel TV kanalı vardır. Elâzığ'dan yayın yapan Kanal Fırat ve Kanal 23, uydu aracılığı ile tüm yurtta ve Avrupa'da izlenebilmektedir. Bunun dışında Günışığı, Uluova, Ayışığı gibi birçok yerel gazete yayın hayatını sürdürmektedir. Elâzığ'da 12 adet yerel radyo kanalı bulunmaktadır. Elâzığ köklerini Harput'tan aldığı bir kültür birikimine sahiptir. Kentte, 1990 yılında Elâzığ Devlet Klasik Türk müziği Korosu, 2008 yılında ise Elâzığ Devlet Tiyatrosu kurulmuştur. Elâzığ'da ayrıca, etkinlik gösteren birçok yerel tiyatro grubu vardır. Bu yıl yirmincisi düzenlenecek Uluslararası Hazar Şiir Akşamları ve 2008 yılından beri gerçekleştirilen Çayda Çıra Film Festivali de kentin önemli sanatsal organizasyonlarıdır. Elazığ Halk Oyunları oyun bölgelerinden halay Bölgesi içinde ele alındığında, hareketlilik açısından diğer il ve bölgelere göre ağır ve estetiktir. Az miktarda, çok hareketli oyunlar da vardır. Oyunlar halay bölgesindeki diğer oyunlara nazaran müzik ve oyun figürleri açısından çeşitli farklılıklar gösterir. Altmışa yakın Elazığ oyunu vardır. Ancak, bugün yaşayan oyunların adedi yirmi-yirmi beş kadardır. Bu oyunlardan bazıları ve en çok bilinenleri Çayda Çıra Oyunu, Avreş Oyunu, Nure Oyunu, Halay Oyunu, Bıçak Oyunu, Kılıç Kalkan Oyunu, ve Delilo Oyunu'dur. Kentin futbol takımlarından Elazığspor 2013-14 sezonunda Süper Lig'i onaltıncı olarak bitirmiş ve 1. Lig'e düşmüştür. Elazığ Belediyespor ise Bölgesel Amatör Lig'de mücadele etmektedir. Elâzığspor en büyük başarısını 2002-2004 yılında Süper Lig'de oynayarak elde etti. Kentte Elazığspor, Elazığ Belediyespor, ve birçok amatör takım bulunmaktadır. Elâzığsporun forma rengi bordo-beyazdır ve maçlarını Atatürk Stadyumunda oynamaktadır. “Kardeş kent”, kentlerin yerel yönetimleri aracılığıyla yabancı ülke kentleri ile kurdukları resmi dostane ilişkiyi ifade etmektedir. Belediye Meclisi'nce alınan karar ile kurulan kardeş kent ilişkisi, içerisinde bulunduğumuz küreselleşme sürecinde uluslararası gelişmeler açısından oldukça önemli bir olguyu ifade etmektedir. Elâzığ Belediyesi; kurduğu kardeş kent ilişkileri ile sosyo-kültürel, ekonomik, eğitim, sağlık, ticaret, turizm, yerel yönetim hizmetleri ve spor gibi konularla tarafları ilgilendiren diğer alanlarda, iki kentin ilgili birimleri arasında iletişim ve koordinasyonu sağlayarak bilgi/deneyim alışverişi ve işbirliğinin geliştirilmesini amaçlamıştır. Sonuç olarak, iki şehir arasında karşılıklı anlayış, dostluk ve barışın güçlendirilmesi amacıyla; tarihi, kültürel, sosyal ve coğrafi açıdan Elâzığ ile benzerlikleri olan birçok yabancı şehir ile kardeş kent antlaşmaları imzalanmıştır. Elâzığ'ın toplam 5 tane kardeş şehri vardır: Eskişehir Eskişehir, Türkiye'nin bir ili ve en kalabalık yirmi beşinci şehridir. 1993 yılında çıkarılan kanunla Büyükşehir Belediyesi olmuştur. Nüfusu 2015 yılına göre 826.716'dir. Ortasından Porsuk Çayı geçen şehir, içerisinde Osmangazi Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi'nin bulunması nedeniyle bir öğrenci kenti görünümündedir. Met helvası, Nuga helvası, Haşhaşlı çörek, Kalabak suyu, çibörek ve lületaşı ile meşhurdur. Ayrıca balaban kebabı da Eskişehir mutfağında önemli bir yer almaktadır. İşlenebilir lületaşı, Türkiye'de yalnız Eskişehir'de çıkarıldığı için Eskişehir taşı olarak bilinir. Türkiye'de Eskişehir ve Sivrihisar dolaylarında yetişen bir çoban köpeği olan akbaş da şehre ait önemli değerlerdendir. Sanat kurumları ve tesisleri ile kültür ve sanatta gelişmiş bir şehirdir. Anadolu Üniversitesi ve büyükşehir belediyesi bünyesinde iki adet senfoni orkestrası bulunmaktadır. Ayrıca her yıl düzenlenen Uluslararası Eskişehir Festivali ile şehirde müzik, tiyatro, resim ve sinema dallarında sergiler ve gösteriler yapılmaktadır. Eskişehir günümüze kadar değişik uygarlıklar altında varlığını sürdürmüştür. Üzerinde kurulan medeniyetlerden bazıları Frigya, Bizans, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı İmparatorluğu'dur. Türk Silahlı Kuvvetleri Hava Kuvvetleri Komutanlığı'na bağlı Muharip Hava Kuvveti, Hava Füze Savunma Komutanlığı, 1. Hava İkmal ve Bakım Merkez Komutanlığı ve 1. Ana Jet Üs Komutanlığı da Eskişehir'de bulunmaktadır. Ayrıca hem askerî hem de sivil havaalanı (Anadolu Üniversitesi Havaalanı) bulunmaktadır. Eskişehir 2013 yılında Türk Dünyası Kültür Başkenti ve UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Başkentliği unvanlarını taşımaktadır. Türk Hava Yolları'nın Airbus A330-200 tipi uçağı, TC-JNG, de 'Eskişehir' adını taşıyor. Şehir, Antik ve Orta çağlarda Yunanca Dorylaion, Latince Dorylaeum ismi ile tanınan bir kenttir. Yıkık ve terkedilmiş olan Dorylaion - Şarhöyük'ün yakınında, harabenin güneyinde kalan bölgede yeni bir yerleşim oluşmuştur. W.M Ramsay'ın bildirdiğine göre, büyük olasılıkla Dorylaion harabelerine Eskişehir adı verilmiş ve bu ad o zamandan günümüze ulaşmıştır. MÖ 14. yüzyılda Hititler Eskişehir merkezli büyük bir devlet kurmuşlardır. Eskişehir'in önemi ve yeri dolayısıyla Hititler döneminde Eti‘lik (Beylik) olduğu görülmektedir. MÖ 12. yüzyılda Anadolu’ya giren Frigler Anadolu'ya yayılmış ve Dorylaion adı ile bölgeye yerleşmiştir. Friglerden sonra bölgeye Lidyalılar daha sonra da Persler hakimiyeti altına almıştır. MÖ 4. yüzyılda Makedon kral İskender'in eline geçen Eskişehir, İskender'in ölüm tarihi olan MÖ 323 yılına kadar İskender'in İmparatorluğu altında kalmıştır. MÖ 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu kontrolüne geçen bölge, Roma’nın ikiye ayrılmasına kadar Roma İmparatorluğu’nun ayrıldıktan sonra da Bizans hakimiyetinde kalmıştır. Yeniden Bizans egemenliğine giren Dorylaion 1074'te Selçukluların eline geçti. Şehir Anadolu Selçukluları zamanında, Selçuklular ile Haçlılar arasında yapılan savaşlara sahne olmuştur. Bu zamanda şehrin adı "Sultanönü" olarak anılmaktadır. Şehir içinde Selçuklulara ait pek çok eser vardır. Arap coğrafyacı İbn Said (علي بن موسى المغربي بن سعيد, "'Ali ibn Musa ibn Sa'id al-Maghribi"); Antalya - Marki (Fethiye) Körfezi arasındaki Cibâlu’t Türkmân (Türkmen Dağları) adı verilen dağlık bölgede 200.000, Kastamonu yöresinde 100.000, Sultan Önü - Kütahya - Emirdağ - Karahisar-ı Sahip - Sivrihisar yörelerinde 200.000 ve Ankara'nın kuzeyindeki Karabuli denilen dağlık bölgede 30.000 çadırlık Türkmen kitlelerinin yığıldığını kaydetmektedir. 1289'da Anadolu Selçukluları Eskişehir'i Osman Gazi'ye verdi. Orhan Gazi döneminde Karamanlıların eline geçen Eskişehir'i, I. Murad yeniden Osmanlı topraklarına kattı. Fatih'in ilk zamanlarına kadar şehir Ankara Beyliği'ne bağlı olarak kalmıştır. 1451 yılından sonra Kütahya'nın Beylerbeylik haline gelmesi üzerine Anadolu İdari Teşkilatında değişiklik olmuş, bu arada Ankara'ya bağlı bulunan Eskişehir, Kütahya Beylerbeyliği'ne bağlanmıştır. Kent 1601'de bir süre Celali Deli Hasan ve yandaşlarının eline geçti. Hüdavendigâr (Bursa) Vilayetinin Kütahya Sancağına bağlı bir kaza olan Eskişehir'e demiryolu 1890'lı yıllarda ulaştı. Demiryolu'nun Eskişehir'e gelmesi ile şehirde ticaret canlandı. 19. yüzyıl boyunca yöreye Kafkasya, Kırım, Romanya ve Bulgaristan'dan gelen göçmenler yerleştirildi. Şehir 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinden sonra muhacirlerin yerleştirilmeye başlamasıyla beraber gelişmeye başlamıştır. Mondros Ateşkesi'nin maddelerinden biri olan "İtilaf Devletleri'nin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki önemli noktaları güvenlik gerekçesiyle işgal edebilecekleri" maddesine dayanarak 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul'a çıkan İngiliz kuvvetleri, İstanbul-Bağdat demiryolu hattı boyunca önemli gördükleri yerleri işgal etmeye başladılar, bu işgalden 2,5 ay sonra, 1919 yılının Ocak ayı sonlarında Eskişehir İstasyonu çevresinde karargâhlarını kurdu. 21 Haziran 1920 günü saat 11:00'de Millî Savunma Bakanı Fevzi Çakmak Paşa ve Genelkurmay Başkanı Albay İsmet İnönü ile tren istasyonuna gelmiştir. Yunan taarruzunun aldığı vaziyeti, sınıf arkadaşı ve Batı Cephesi Komutanı Ali Fuat Cebesoy ile burada görüşmüştür. Aynı gece de Ankara’ya hareket etmiştirler. Eskişehir'de Türk Kurtuluş Savaşı'nın 5 önemli meydan muharebesinin üçü geçmiştir. Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğindeki Kurtuluş Savaşı'nın önemli muharebelerinden biri olan I. İnönü Muharebesi Eskişehir topraklarında gerçekleşmiştir. Eskişehir, Kurtuluş Savaşı'nın kilit nok­talarından birini oluşturduğundan, savaşta maddi ve manevi olarak çok yıpranmıştır. I. Dünya Savaşı sonrasında demiryolu hattını denetlemek amacıyla 23 Ocak 1919'da Eskişehir İstasyonunu işgal eden İngiliz kuvvetleri, 20 Mart 1920'de Kuva-yi Milliye'nin baskısıyla işgale son verdi. 1921 yılında Eskişehir'e 40 km. uzaklıktaki İnönü'de, Birinci ve İkinci İnönü Muharebeleri yapıldı. 20 Temmuz 1921'de Yunanların işgal ettiği Eskişehir bir süre Yunan ordularının karargâhı oldu. Eskişehir-Kütahya Savaşları sonunda Türk Ordusu Sakarya'nın doğusuna çekildi. 23 Ağustos 1922'de Yunanlar yeniden saldırdı. 30 Ağustos 1922'de başlayan Büyük Taarruz ile düşman püskürtülmeye başladı ve 2 Eylül 1922 günü, Seyitgazi yönünden gelen Türk Süvarileri Tekkeönü'nden Eskişehir'e inerek düşman kuvvetlerini Eskişehir'den çıkardılar. Eskişehir, Kurtuluş Savaşı'nın son aşaması olan Büyük Taarruz sonrasında 2 Eylül 1922'de kurtarıldığında yıkıntı hâlinde harap bir kasabaydı. Atatürk'ün 15 Ocak 1923'te Esk
işehir hakkındaki sözü: Mustafa Kemal Atatürk, 15 Ocak 1923'te Hükümet Konağı'nda yaptığı konuşmada vurguladığı gibi Eskişehir, savaşın kazanılmasında büyük katkı yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa, bu nedenle kentin imarıyla yakından ilgilenmiştir. Cumhuriyet döneminde yapılan yatırımlarla kısa zamanda modern bir kent yaratılmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet ilan edildikten sonra Eskişehir 1925 yılında il olmuştur. 1926 yılında Eskişehir'in, Sivrihisar, Mihalıççık ve Seyitgazi olmak üzere üç ilçesi bulunmaktaydı. 1954 yılında çıkarılan kanunla Çifteler ve Mahmudiye, 1957 yılında çıkarılan diğer bir kanunla da Sarıcakaya ilçe hâline getirilmiş ve ilçe sayısı 6'ya çıkmıştır. Daha sonra 1987 tarihinde 3392 sayılı kanunla Alpu, Beylikova ve İnönü; 9 Mayıs 1990 tarih ve 3544 sayılı kanunla Günyüzü, Han ve Mihalgazi ilçe hâline getirilmiş, böylece ilçe sayısı 12'ye çıkmıştır. 22 Mart 2008 tarihli resmi gazetede yayımlanan 5747 sayılı yasa ile de merkez ilçe kaldırılarak Odunpazarı ve Tepebaşı adıyla 2 yeni ilçe daha kurulmuş ve ilin toplam ilçe sayısı 14'e ulaşmıştır. Eskişehir, 2 Eylül 1993'te çıkarılan 504 sayılı kanun hükmünde kararname ile büyükşehir unvanı kazandı. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları valilik binası merkez kabul edilerek yarıçapı 20 kilometre olan dairenin sınırlarına genişletildi. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu. 20 Şubat 1956'da Eskişehir'de oluşan şiddetli yer sarsıntısıdır. Şiddeti Richter ölçeğine göre 6,0 olan bu depremde, 1.379 bina ağır, 1.486 bina orta, 9.862 bina da hafif derecede hasar görmüştür. Bir kişinin öldüğü depremde 19 kişi de yaralanmıştır. Konumu 39° 89' kuzey enlemi ve 30° 49' doğu boylamı, odak derinliği yaklaşık 40 km olan depremin etkilediği alan 350.000 km² olarak hesaplanmıştır. Deprem alanı çeşitli doğrultularda Edirne, İzmir, Konya ve Zonguldak illerine kadar yayılmıştır. Depremin dış merkezinin bulunduğu bölge yerleşim yeri olmadığı için can kaybı fazla olmamıştır. Eskişehir depreminin oluştuğu bölge 3. derecede tehlikeli deprem bölgesidir. 5 Mart 1950'de Porsuk Çayının taşması sonucu Eskişehir'de sel felaketi meydana gelmiş, 50 bin kişi açıkta kalmıştır. 2500 evin yıkıldığı ve 6 kişinin boğulduğu felaketzedelere Marshall Planından yardım gelmiştir. Eski tarihlerde de birçok ilklere adreslik etmiş coğrafyada, Osmanlı Dönemi ve sonrası Türkiye'nin ilkleri olarak gerçekleşenler Eskişehir, İç Anadolu Bölgesi'nin kuzeybatısında yer almaktadır. İl merkezi kuzeyinde Mihalgazi ve Sarıcakaya doğusunda Alpu ve Ankara güneyinde Mahmudiye, Seyitgazi ve Afyon, batısında ise İnönü ve Kütahya sınırları ile çevrilidir. İç Anadolu stepleri, Kuzey Anadolu ve Batı Anadolu ormanları şehrin bitki örtüsünü oluşturur. Sündiken Dağlarının güney yamaçlarında 1000 metreden sonra meşe çalılıkları, daha yükseklerde bodur meşeler görülür. 1300 metreden sonra yer yer kara çamlar bulunur. Bazı bölgelerde karaçamların arasında, kızılçamlar da görülür. Eskişehir'in güneyindeki platolarda orman bulunmamakta fakat bölgesel step bitkileri vardır. Porsuk ve Keskin Dereleri'nin kenarlarında söğütler, kavaklar, karaağaçlar ve koruluklardan oluşan bitki örtüsü bulunur. Eskişehir'den geçen iki önemli akarsudan ilki Sakarya Nehri ikincisi ise Porsuk Çayı'dır. Bu akarsuların il sınırları içerisinde kalan arazisinde 2 adet baraj bulunmaktadır. Porsuk Çayı üzerinde Porsuk Barajı, Sakarya Nehri üzerinde ise Gökçekaya Barajı bulunmaktadır. Şehrin iklimi İç Anadolu tipi Karasal iklim'dir. Kışları soğuk ve kar yağışlı, yazlar sıcak ve yağışsızdır. Yağışlar (dağlık kesimler hariç) az ve kısa sürelidir. Temmuz, Ağustos ve Eylül ayları en az yağışı olan aylardır. Yıllık yağış ortalaması 373,6 mm'dir. Bir yılın 90-100 günü yağışlı geçmektedir. Sıcaklık rejimi karasal niteliktedir. Örneğin 800 metre yükseklikte kurulmuş olan Eskişehir il merkezinde en sıcak ve en soğuk ayların ortalamaları 21,5 °C ve -0,8 °C (Temmuz ve Ocak), kaydedilen en yüksek ve en düşük değerler ise 39,1 °C ve -26,3 °C'dir. Bitki örtüsü İç Anadolu Bölgesi'nin tipik bitkisel örtüsü olan bozkırdır. Eskişehir ile özdeşleşmiş bir içme suyudur. Atatürk'ün bir seyahati esnasında ikram edilen suyun tadını beğenmeyerek, şehre su araştırma talimatı vermesi üzerine Türkmen Dağı eteklerinden bulunarak 1936 yılında şehre getirilen sudur. Daha önceleri tankerlerde satılan su, son yıllarda damacana sistemi ile dağıtılmaktadır. 2013 yılında açıklanan Sağlık Bakanlığı'nca yapılan resmi analiz sonuçlarına göre Türkiye'de 115 suyun analiz sonuçlarına göre içilebilir sular arasındaki 10 firmadan 3. su seçilmiştir. Lületaşı'nın Türkiye’de işlenebilir olanı yalnız Eskişehir’de bulunmaktadır. "Beyaz altın", "Deniz köpüğü" ve "Eskişehir taşı" gibi adlandırmalar lületaşının değerini, rengini, çıkış merkezini anlamlı bir biçimde ortaya koymaktadır. Lületaşı, magnezyum ve silisyum esaslı ana kaya parçalarının yerin muhtelif derinliklerindeki başkalaşım katmanları içinde, hidrotermal etkilerle hidratlaşması sonucunda oluşmuş değerli bir taştır. Lületaşı ve benzer minerallere, Yunanistan'daki bazı adalar, Moravya, Fransa, İspanya ve Fas ve ABD'de de rastlanmaktadır. Eskişehir ilinin Karatepe, Sarıkavak, Türkmentokat, Gökçeoğlu köylerinde bulunan sahalarda, yüzeyle 300 metreyi aşan derinlikler arasında, içinde dağınık yumrular halinde lületaşı bulunan başkalaşım katmanlarına rastlanır. Arkeolojik çalışmalar, lületaşının yaklaşık beşbin yıl öncesinden bilindiğini ve değişik amaçlarla kullanıldığını göstermiştir. Günümüzde Lületaşı süs eşyası ve özellikle pipo yapımında kullanılmaktadır. Ayrıca radyasyon emici özelliğinden dolayı uzay gemilerinde izolasyon malzemesi olarak kullanılır. Bölge, bor madeni yönünden de önemli rezervlere sahip olup, Kırka'da bulunan Tinkal madeni, işlenerek %33 oranında borik oksid (BO) elde edilmektedir. perlit, manyezit, kalsedon, krom, toryum ve torit Eskişehir'de bulunan diğer madenlerdir.. Eskişehir, bulunduğu yerleşim yeri itibarıyla sıcak su kaynaklarının tam üzerinde bulunmaktadır. Şehir merkezinde, "Sıcak Sular" olarak isimlendiren bölgede, doğal termal kaynaklar bulunmakta, çok sayıda hamam hizmet vermektedir. "Sıcak sular" Porsuk Çayı'nın güney kısmında geniş bir alan içinde bulunmaktadır. Suyun merkezinde 47 °C 'yi bulan sıcaklık bazı alanlarda 35 °C 'ye kadar düşmekte, bazı alanlar ise 55° ye kadar yükselmektedir. Hamamlardaki su hafif demirli ve kükürtlüdür. Bu bölgede çarşı içerisindeki tulumbalardan sıcak su akmakta olup, su bir dönem yakın bölgelerdeki evlere de verilmiştir. Yine il sınırları içerisinde Sakarı Ilıcaları, Hasırca, Kızılinler, Uyuzhamam-Alpu, Alpanos-Seyitgazi, Çardak(Hamamkarahisar)-Günyüzü, Yarıkçı-Mihalıççık bilinen kaplıcalardır. Eskişehir'in yerli halkı Manavlardan oluşmaktadır. Şehirde Tatarların nüfusu da fazladır. Eskişehir ili, Bulgaristan göçmenlerinin de buraya yerleşmesiyle özellikle 1950-55 ve 1965-70 dönemlerinde büyük bir nüfus artışı göstermiştir.İlin nüfusu 1970'de 460.000, 1980'de 543.802, 1990'da 641.000, 2010'da 765.000 kişi olmuştur. Eskişehir İl Nüfusu: 844.842'dir (2016 sonu). İlin yüzölçümü 13.960 km²'dir. İlde km²'ye 61 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 349 kişi ile Odunpazarı’dır) İlde yıllık nüfus artış oranı %2,19 olmuştur. 2016 yılında TÜİK verilerine göre 14 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 539 mahalle bulunmaktadır. Eskişehir Valiliği] Nüfus bölümü, İLÇELERE GÖRE ŞEHİR VE KÖY NÜFUSU, YÜZÖLÇÜMÜ VE NÜFUS YOĞUNLUĞU kısmı. 28.09.2008 tarihinde erişilmiştir. BM raporuna göre yaşanabilirlik açısından Türkiye'deki kaliteli yaşanabilecek ikinci şehri olan Eskişehir'in demografik yapısı şu şekildedir. Eskişehir İl Nüfusu: 860.620 (2017 sonu). İlin yüzölçümü 13.960 km²'dir. İlde km²'ye 62 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 357 kişi ile Odunpazarı’dır) İlde yıllık nüfus artış oranı %1,87 olmuştur. 2017 yılında TÜİK verilerine göre 14 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 539 mahalle bulunmaktadır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Günyüzü (% 11,45)- Sarıcakaya (-% 8,66) Sosyo-ekonomik gelişmişlik açısından Türkiye'nin önde gelen illerinden biri olup, 32 Milyon m² alanı içinde 783 kuruluş ile faaliyet gösteren Türkiye'nin en büyük Organize Sanayi Bölgeleri'nden birine sahiptir. 1950'lerin sonundan bu yana il ekonomisinin temelini oluşturan sanayisinin geçmişi, Bağdat Demiryolu'nun yapımı sırasında 1894'te kurulan Cer Atölyesi'ne kadar uzanır ve bu atölye 1924 yılında TCDD işletmesine devredilmiştir. İlde büyük devlet işletmelerinin yanı sıra 1960 sonrasında hız kazanan yerel sermaye yatırımlarıyla gerçekleşmiş çok sayıda özel kuruluş bulunur. Başlıca sanayi dalları gıda, tekstil, lokomotif, makine imalat, tuğla, kiremit ve çimentodur. Sanayi kuruluşlarının hemen hemen hepsi şehir merkezinde toplanmıştır. Ayrıca kentte lokomotif ve motor, basma, şeker, çimento tuğla ve kiremit, un, bisküvi ve şekerleme, beton direk, uçak bakımı ve onarımı (tusaş), sirke ve şarap, sunta ve mobilya, buzdolabı ve soba fabrikaları mevcuttur. Ayrıca bu fabrikalardan başka organize sanayi bölgesinde değişik üretimler yapacak fabrikalar bulunmaktadır. Küçük sanayi sitesinde, ağaç işleri, madeni eşya, dökümcüler ve çeşitli imalat ve iş tezgâhları vardır. İlin sanayi çarşısında, oto motor tamir ve bakım atölye ve tezgâhları mevcuttur. 2006 yılı sonu itibarıyla şehirde çalışan sendikalı işçi sayısı ise 48.790'dır. İl 2007 yılında yaptığı 472 milyon 118 bin dolarlık ihracatıyla ülke genelinde 19. sırada yer aldı. 2007 yılında yapılan ihracatın yaklaşık 7 milyon doları tarım, 450 milyon doları sanayi ve 15 milyon doları da madencilik sektörlerinde yapılmıştır. Şehrin dışarıya sattığı başlıca ticari mallar tarım ürünleri, ham ve konsantre halde çeşitli cevherler, şeker, bisküvi, çimento, buzdolabı, motorlu kara taşıtları, hava araçlarına ait parçalar, seramik ürünler ve lületaşından yapılmış h
ediyelik eşyalardır. Başlıca ithal malları ise kazanlar, makineler, mekanik cihazlar; elektrikli makine ve cihazlar; kara taşıtları; plastikler ve mamulleri; dericilikte ve boyacılıkta kullanılan malzemelerdir. Yer altı zenginliği Eskişehir'in önemli ekonomik kaynaklarından biridir. Madencilik ilin sanayisinin gelişmesinde ve yıllar içinde ihracatın artışında önemli bir yere sahiptir. İl genelindeki önemli maden rezervlerinden bazıları; manyezit, krom, bor, kil, mermer ve lületaşıdır. Lületaşı yıllar boyunca yurt dışına işlenmeden ihraç edildikten sonra, 1970'lerde ham olarak ihracatının yasaklanmasıyla birlikte, ildeki atölyelerde işlenerek pipo ve süs eşyası haline getirilmiş ve işlenmiş şekilde ihraç edilmeye başlanmıştır. Sepiolit madeni de Eskişehir'in önemli yer altı zenginliklerindendir. Krom madeni, Eskişehir'in diğer önemli yer altı zenginliklerinden biridir. Çelik ve diğer maddelerin kaplanmasında, savunma sanayisinde, refrakter malzeme üretiminde ve çeşitli kimyasallarda kullanılmaktadır. İldeki önemli bir maden ise Etibank Kırka Boraks İşletmesi tarafından çıkarılan bor tuzlarıdır. Ayrıca tuğla, kiremit ve seramik üretmek için kullanılan kil, ilin sahip olduğu önemli rezervlerden biridir. Mevcut Eskişehir Organize Sanayi Bölgesinde (ESO) 2014 verilerine göre 783 firma faaliyet göstermektedir. Şehir Üniversite ve gençlik merkezli bir yapı olmasına rağmen son 3 yıl içerisinde %100 den fazla bir artış ile sanayi açısından gelişmektedir. Büyük şehirlerdeki işçilik ücretlerinin yüksek olması aynı zamanda sanayi bölgelerinde yer kalmaması nedeniyle şehrin organize sanayisi gelişmektedir. İki adet üniversitenin olması ve aynı zamanda çok sayıda mesleki eğitim okullarının olması sebebiyle şehrin sanayi açısından gelişimi devam etmektedir. Aynı şekilde şehrin demiryolu ile ülkenin dört noktasındaki limanları birbirine bağlıyor olması sanayi için ihtiyaç duyulan taşımacılık hizmetini kolaylaştırmaktadır. Bununla birlikte son yıllarda gelen yabancı yatırımlı şirketler Eskişehir için büyük bir potansiyel oluşturmaktadır. Başlıca Yabancı sermayeli şirketlerGKN, Wessel, Saint Gobain, Torrecid, Candy Hoover, Knauf, Vaillant, Das Lager vb...En büyük kuruluşları ise;ETİ GIDA ŞİRKETLER TOPLULUĞU: Yaklaşık 6000 çalışanı ile Anadolu'nun 7. Büyük Şirketi, Türkiye'nin ciro bazında 31. Büyük şirketidir. Ulusal AR-GE merkezine sahip ETI MAKİNE A.Ş. bünyesinde bulunmaktadır. Her türlü yabancı üretimi makine ve imalatı ile birlikte inovasyon yeteneği olan ekipmanların tasarımı ve montajını 100 kişilik mühendis kadrosu ile gerçekleştirmektedir. Eskişehir, üniversite kenti olması nedeniyle sosyal aktivite yönünden oldukça zengindir. Şehirde Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın 3 sahnesi vardır. Birincisi "Haller Gençlik Merkezi Tepebaşı Sahnesi"'dir. 27 Mart 2001 Dünya Tiyatrolar Gününde açılmıştır. Tek sahneye sahip olup salon 202 kişiliktir. Şehir Tiyatrolarının Oyunları sergilenmektedir. Bir diğeri İki Eylül caddesinde bulunan "B.S.M. Turgut Özakman Tiyatro Salonu"dur. 9 Nisan 2002 tarihinde açılmıştır. Sahne 178 kişiliktir. Şehir Tiyatrolarının etkinlikleri gerçekleşmekte olup ayrıca fuaye, sergi, seminer ve toplantı amaçlı da kullanılmaktadır. Sonuncusu ise "Büyükşehir Belediyesi Sanat ve Kültür Sarayı Tiyatro Salonu"dur ve 569 kişiliktir. Merkezde Şehir Tiyatroları etkinlikleri gerçekleşmekte ve ayrıca Devlet Opera ve Bale etkinlikleri gerçekleşmektedir. Ayrıca şehirde 3 adet kültür merkezi bulunmaktadır. İlki İki Eylül Caddesi'nde bulunan Yunusemre Kültür Merkezi'dir. Çeşitli tiyatro, seminer ve gösterilerin yapıldığı bir merkezdir. Bir diğeri eski hal olan ve Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen tarafından kültür merkezine çevrilen Anadolu Üniversitesine yakınlığından dolayı öğrenciler tarafından da büyük rağbet gören Haller Gençlik Merkezi'dir. Diğer bir kültür merkezi ise Atatürk Kültür Merkezi'dir. 19. yüzyıldan kalan tarihi Surp Yerrortutyun Ermeni Kilisesi bugün "Zübeyde Hanım Kültür Merkezi" olarak kullanılmaktadır. 1650 senesinde inşa edilmiş Sivrihisar Surp Yerrortutyun Kilisesi restore ediliyor. Şehir sinema salonu yönünden de oldukça zengindir. Şehirde Cinetime (Özdilek AVM), Cinema Pink (Kanatlı AVM), Eskişehir Kültür Merkezi, Cinemaximum(Espark AVM), Sinema Anadolu (Anadolu Üni.'ye aittir.) sinema salonları bulunmaktadır. İlin Akarbaşı mahallesinde bulunan Halk Eğitim Merkezinde halkın ihtiyacı ve isteği doğrultusunda ücretsiz kurslar verilmektedir. Açılan bazı kurs programları şunlardır: Biçki-dikiş, çiçek yapma, seramik, fotoğrafçılık, yabancı dil, müzik, halk oyunları, bilgisayarlı muhasebe, bilgisayar işletmenliği. Bu kurslarda 60 kadar eğitimci ve öğretmen görev yapmakta olup, yılda 3000 kişi yararlanmaktadır. Eskişehir Tepebaşı Belediyesi tarafından 2011 yılından beri Uluslararası Eskişehir Şiir Buluşması adı altında etkinlikler düzenlenmektedir. Uluslararası Eskişehir Festivali , Zeytinoğlu Eğitim, Bilim ve Kültür Vakfı tarafından ilk kez 1995 yılında düzenlenmiştir. Klasik müzik, Klasik Türk müziği, Türk Halk müziği, Caz, Blues, Rock, Tiyatro, Çağdaş dans ve bale, Sinema, Çocuk etkinlikleri, Fotoğraf, resim, heykel sergileri, Konferans ve söyleşiler alanlarında yer veren; her yıl ekim ya da kasım ayında düzenlenip 9 gün sürmektedir. 2001 yılından beri Zeytinoğlu Vakfı ile Eskişehir Kentsel Gelişim Vakfı işbirliğiyle gerçekleştirmektedir. Uluslararası Eskişehir Festivali yapıldığı 14 sene boyunca toplam 4.877 yerli ve yabancı sanatçıya ev sahipliği yapmış ve festivali 14 yılda 163.469 kişi izlemiştir.. Başlangıcından bu yana 2002 yılında İspanya, 2003 yılında Avusturya, 2004 yılında İtalya, 2005 yılında Rusya, 2006 yılında Finlandiya, 2007 yılında Portekiz ve 2008 yılında Almanya festivale konuk ülke olarak katılmıştır. Eskişehir'de festivalin düzenlendiği mekanlar: Uluslararası Pişmiş Toprak Sempozyumu, Eskişehir Tepebaşı Belediyesi tarafından ilk kez 2001 yılında düzenlenmiştir. Eskişehir’in geleneksel pişmiş toprak üretimi ve sanayisinin gelişimine katkı vermek, pişmiş toprağın sanatsal açıdan değerlendirilmesi ile sanata farklı boyut getirmek ve kent kimliği ile özdeşleştirmek, tarihi ve kültürel mirası ile farklı bir yeri olan Eskişehir'in ulusal ve uluslararası kamuoyunda evrensel amaçlar taşıyan bir kültür ve sanat organizasyonu içinde sunmak amacıyla yapılan Uluslararası Pişmiş Toprak Sempozyumları kapsamında bilimsel toplantılar, sergi ve gösteriler, sanatsal etkinlikler, atölye çalışmaları, açık hava konserleri düzenlenmektedir. Yaz aylarında düzenlenen ve yaklaşık 2 hafta süren sempozyum, festival havasında geçer. Yurt içi ve yurt dışından sanatçıların katıldığı sempozyum sonunda ortaya çıkan pişmiş toprak eserler şehre armağan edilir. Öğrenci kenti olan Eskişehir’de gece hayatı,eğitim öğretimin aktif olduğu dönemlerde daha canlıdır. Açılan barlar ile birlikte eski fabrikalar bölgesi gece hayatının merkezi haline gelmiştir. Eskişehir’de gençlere yönelik, canlı müzik yapılan barlar rağbet görmektedir. Canlı müzik yapılan bu barlarda sıklıkla tanınmış sanatçıların konser vermesi, çevre şehirlerden de ilgi görmekte, etkinliklere katılım sağlanmaktadır. Ayrıca birçok fasıl mekanı vardır. Haller gençlik merkezi içinde birçok kafe, bir şarap evi ve belediyeye ait bir tiyatro salonu barındırır. Şehrin aktif gece hayatı yaşanan yerlerden biri de adalar mevkiinde yer alan mekanlardadır. Eski kiremit fabrikaları yerlerini yeni eğlence mekanlarına bırakmış ve aynı zamanda gece hayatının merkezlerini bir arada toplayan bir cadde oluşmuştur. Bu cadde de 222 Park, Hayal, Buda isimli Eskişehir'in en büyük gece kulüplerini barındırmaktadır. Tepebaşı Belediyesi'nin 05/01/2006 Tarihli Meclis Toplantı Gündemine Gelen İçkili Yerler Belirleme Komisyonu Raporu'na göre Hoşnudiye Mahallesi Vural Sokak'ın bazı bölümlerinim içkili yer bölgesine dahil edilmesine karar verildikten sonra bölge Barlar Sokağı olarak anılmaya başlamış, daha sonra sokağın ismi Neyzen Tevfik olarak değiştirilmiştir. Bu bölge de gece çok kalabalık olan bölgelerden biridir. Yörede kilim, halı, seccade, heybe ve çuval dokunur. Ayrıca çorap, eldiven, kese, takke ve başlık örgüler gelişmiş durumdadır. Çorap örgülerde "Sıçan dişi, arpalı, bal peteği, kestane kabuğu" motifleri görülür. Gelişmiş el sanatlarından biri de Lületaşı işlemeciliğidir. Lületaşından yapılan kolye, bilezik, ağızlık, pipo turistik eşya olarak ün kazanmıştır. Kafkas, Kırım, Balkan göçmenleri beslenme düzeninin oluşmasına katkılarda bulunmuştur. Bir bakıma, çeşitli beslenme alışkanlıkları bir diğerini etkilemiştir. Şehrin yemek türlerinden bazıları: Ayrıca met helvası ve nuga helvası ilin kendine özgü damak tatlarındandır. Evlenme törenleri temel çizgileriyle aynı kalmakla birlikte il merkezinde ilçe ve köylerde bazı değişiklikler gösterir. İl merkezinde söz kesme, nişan, nikah, kına gecesi ve düğünle evlenme töreni tamamlanır. Şehirde sevilen ve beğenilen yöresel halk oyunları şunlardır: Eskişehir Çiftetellisi, Mihalıççık Kaval Havası, Yoğurdum, Kırka Zeybeği, Eskişehir Kadınlar Zeybeği. Şehirde 2008 yılı içinde 136.952'si yerli, 2.987'si yabancı turist olmak üzere toplam 143.599 turist konaklamıştır. Frigler tarihlerinde siyasi ve kültürel olarak Yukarı Sakarya Vadisi'nde Eskişehir, Afyonkarahisar ve Kütahya illeri arasında kalan, klasik dönemde Küçük Frigya olarak adlandırılan bölgede en güçlü ve etkin olmuşlardır. Antik Frigya'nın kalbi olan "Midas Anıtı" ya da diğer adıyla "Yazılıkaya", Eskişehir il merkezine 80 km uzaklıkta olup, Han ilçesi sınırları içerisindedir. Bölgede kapadokya bölgesindeki peribacalarını andıran birçok anıt ve doğal coğrafik yontuya rastlamak mümkündür. Frig Vadileri, Eskişehir'in güneydoğusunda, Türkmen Dağı'nın güneyindeki, Midas - Yazılıkaya Vadisi ve Kümbet Vadisi; Eskişehir'in güneyinde, Eskişehir, Afyonkarahisar ve Kütahya il sınırlarının kesiştiği, Türkmen Dağı'nın güneyindeki, Köhnüş Vadisi ve Karababa Vadisi; Eskişehir'in güneybatısında, Eskişehir ve Kütahya il sınırlarının birleşt
iği, Türkmen Dağı'nın kuzeyindeki küçük vadilerden oluşmaktadır. Odunpazarı semtinde koruma altına alınan tarihi Osmanlı evleridir. Genel olarak arsayı tümüyle kaplayan bahçesiz konutlar, yan bahçeli, arka bahçeli ve ön bahçeli konutlar olarak planlanmıştır. Çoğunlukla 2,kısmen 3 katlıdır. Dönemin geleneksel izlerini taşıyan evler aile büyüklüğü ve yaşam biçimi nedeniyle oldukça geniş tasarlanmıştır. Odunpazarı Evleri Yaşatma Projesi kapsamında Beyler Sokak’ta bulunan 27 evin çatı ve dış cephe restorasyonu yapılmıştır. Yapılacak 2. Etap çalışmalarında 3 sokakta 13'ü tarihi eser niteliği taşıyan 37 binanın sağlıklaştırma ve restorasyon çalışması yapılacaktır. Çalışmalar sonucunda Eskişehir'e yılda 250 bin turist, 5 bin kişilik istihdam ve 50 milyon YTL'lik ekonomik girdi sağlaması planlanmaktadır. Hayata geçirilmeye başlanan proje kapsamında Odunpazaraı semti 2008 yılı içinde 100 bin turist ağırlamıştır. Kentte birçok mesire alanı bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır: Fidanlık orman içi dinlenme yeri, bademlik, Musaözü Barajı, şelale (kalabak) orman içi dinlenme yeri, karataş orman içi dinlenme yeri, çatacık orman içi dinlenme yeri, hasırca, kalabak başı, şoförler çeşmesi, regülatör. Odunpazarı semtinde bulunan Kurşunlu Külliyesi Osmanlı dönemi eseridir. Külliyenin güneydoğusunda Eskişehir Mevlevihanesi bulunur. Külliye, 1525 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın veziri Çoban Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. Cami çevresinde medrese ve kervansaray vardır. Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Beyin kayınpederi olan Şeyh Edebali' nin türbesi şehrin Odunpazarı semtindeki Odunpazarı mezarlığı'nın içinde bulunmaktadır. Türbe, II. Abdülhamit tarafından restore edilmiştir. Ayrıca külliyenin karşısında Şeyh Şehabettin Türbesi bulunmaktadır. Porsuk Çayı'nın ıslah çalışmaları sonucu şehrin merkezinden geçen kısmı düzenlenerek Köprübaşı semtinde çay üzerinde Venedik tipi gondol ve Amsterdam tipi tekne seferleri düzenlenmektedir. Şehirde çeşitli müzeler de bulunmaktadır. Bunlardan biri şehirde bulunan antik eserlerin yer aldığı Eskişehir Arkeoloji Müzesi'dir. Ayrıca Bilim Sanat ve Kültür Parkı, Kent Park, Çağdaş Cam Sanatları Müzesi, Pessinus Müzesi, Seyitgazi Müzesi, Yunus Emre Müzesi, Eskişehir Atatürk ve Kültür Müzesi, Tayyare Müzesi/Hava Müzesi, Eskişehir Balmumu Müzesi, Osmanlı Evi Müzesi, Karikatür müzesi, İnönü Savaşları Karargâh Müzesi ve antik eserlerin reprodüksiyonlarının sergilendiği Dünya Müzeleri Müzesi bulunmaktadır. Boşaltılan Muttalip Mezarlığı’nın yerine yapılan ve üç adadan oluşan Büyük Park’ın ardından, Kent Park ile Bilim Sanat ve Kültür Parkı ve son olarak Çevre Yolu Polis Okulu Kavşağı ile Ulu Önder mahallesi arasındaki alana yapılmakta olan göletli parkla şehirde bulunan park sayısı 4'e çıkmıştır. Bilim Sanat ve Kültür Parkı bölgesinde oluşturulan, Bilim Deney Merkezi ve Sabancı Uzay Evi ile Hayvanat Bahçesi ve içerisindeki Eti Sualtı Dünyası özel sektör sponsorluğu ile Eskişehir'e kazandırılmış yerlerdir. Kent Park’ta 350 metrelik yapay plaj yer almaktadır. Porsuk’tan bir kol alınarak oluşturulan plaj, yaz aylarında klorlanan artezyen suyu ile yüzmek için sağlıklı hale de getirilmektedir. Ayrıca parkta yapay plajın haricinde açık ve kapalı yüzme havuzları, restoranlar, büyük bir gölet, çocuk oyun alanları, at binme alanları gibi birçok sosyal donatı da yer almaktadır. Şehirde 114 adet tescilli spor kulübü bulunmaktadır. Bu kulüplerde atıcılık, atletizm, basketbol, boks, bisiklet, eskrim, futbol, güreş, halter, judo, karate, tekvando, tenis, voleybol ve sualtı hokeyi,yüzme gibi spor dallarında faaliyet yapılmaktadır. Şehirde bu branşlardaki lisanslı sporcu sayısı toplam 12.762'dir. 2017-2018 sezonu sonunda, Eskişehirspor 1.ligi 14.sırada tamamlamıştır. Eskişehir Basket, basketbol erkekler süper ligini 7.sırada bitirmiştir. Hentbol erkekler süper ligde Selka Eskişehir Hentbol SK, lig 4.sü olurken, kadınlar süper ligdeki iki temsilcisi Anadolu Ünv.SK ve Eskişehir Şehir Koleji 1.lige düşmüştür. Eskişehir'in voleybol 1. ve 2.liglerinde 4 takımı, BAL'da 2 takımı, basketbol- voleybol bölgesel liglerinde 5 takımı bulunmaktadır. Önemli spor tesisleri: Yeni Eskişehir Stadyumu (34.930), Anadolu Üniversitesi Spor Salonu (5.000), Yenikent Spor salonu (3.000), Porsuk Spor Salonu (2.000), Atatürk Kapalı Yüzme Havuzu -y.olimpik (750) Eskişehir'de futbol önemli bir yer tutmaktadır. Kırmızı Şimşekler takma ismini kullanan ve başarılı olduğu yıllardan, tüm Türkiye'de taraftar kitlesi bulunan Eskişehirspor, şehrin üst düzeyde tek takımıdır. Eskişehirspor 1.Lig 'de mücadele etmektedir. Karşılaşmalarını 34.930 kişilik Yeni Eskişehir Stadında oynamaktadır. Eskişehirspor Türkiye 1. Liginde (Süper Ligde) hiç şampiyon olamamış fakat 3 defa 2.lik, 2 defa 3.lük ve 2 defa da 4.lük alarak diğer Anadolu takımları için kırılması güç bir rekora imzasını atmıştır. 1 Türkiye Kupası, 1 Cumhurbaşkanlığı Kupası ve 3 Başbakanlık Kupası bulunmaktadır. Avrupa kupalarında en iyi başarısı ise 1974-75 sezonunda elde ettiği Balkan Kupası 2. ligi olmuştur. 12 yıldır 2. ligde mücadele eden takım, 2007-2008 sezonunda playoff şampiyonu olarak Turkcell Super Lig'e yükselmiştir. Ayrıca İspanya'nın en iyi takımlarından biri olan Sevilla FC'yi UEFA Kupası'nda (deplasmanda 1-0 yenilmiş, evinde 3-1 kazanmış) elemiştir. Anadolu'dan çıkan ilk en iyi takım, ilk şampiyonluğa en yaklaşan takım ve Avrupa'da başarı yakalayan ilk Anadolu takımı olmuştur. 2013 Haziran itibarı ile Güngör Azim Tuna Eskişehir Valisi olarak görev yapmaktadır. 1854'te kurulmuş, 9 Eylül 1993 tarihinde yayımlanan 504 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Büyükşehir statüsüne kavuşmuş Eskişehir Büyükşehir Belediyesi'nde ise Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen 1999 yılından beri görev yapmaktadır. Eskişehir Büyükşehir Belediyesi tüm ilde faaliyet göstermektedir. 1 Kasım 2015'te yapılan genel seçimlerde Eskişehir altı milletvekilini Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne göndermiştir. Bu milletvekilleri ve partileri şöyledir: Yapımı tamamlanan Adliye binasıyla şehre 2. ağır ceza, 1. çocuk, 4. sulh ceza ile 3. icra mahkemeleri kuruldu. Ayrıca şehirde 31 savcı ve 37 hakim görev yapmaktadır. Eskişehir'de okuma yazma oranı %99,9, ilköğretimde okullaşma oranı %100 dür. Kadın okur-yazar oranı ise %89 dur. Eskişehir; Ankara, İstanbul, İzmir, Samsun ve Mersin gibi birden fazla üniversiteye sahip olan illerdendir. Eskişehir'de 2 adet devlet üniversitesi bulunur. Eskişehir'de halka açık faaliyet gösteren ve Turizm İl Müdürlüğü'ne bağlı 2 adet kütüphane bulunmaktadır. Eskişehir İl Halk Kütüphanesi 1 Haziran 1926'da kurulmuştur. Kütüphanedeki kitap sayısı 53.438'dir. Diğeri Osmangazi İl Halk Kütüphanesi Osmangazi mahallesindeki eski bir binada faaliyet göstermektedir. İlde 27 adet anaokulu bulunmaktadır. Bu okullarda toplam 2.116 öğrenci bulunmaktadır. Şehirde 156 adet anasıfı bulunmaktadır. Bunlardan 150'si resmî anasınıfı, diğer 4'ü ise özel anasınıfıdır. Bu sınıflarda 2152'si erkek, 1994'ü kız olmak üzere toplam 4146 öğrenci bulunmaktadır. Okul öncesi okullaşma oranı %29,59'dur. İlde 266 ilköğretim okullarında toplam 87.359 öğrenci okumaktadır. İlde 49 genel Lise, 35 mesleki ve teknik lise olmak üzere 84 lise, 12 anadolu lisesi, 1 anadolu güzel sanatlar lisesi, 2 fen lisesi, 1 sosyal bilimler lisesi, 1 spor lisesi, 2 anadolu öğretmen lisesi, birçok sayıda meslek lisesi ve 7 özel lise bulunmaktadır. Okul öncesi, İlköğretim ve Ortaöğretimde toplam öğrenci sayısı 122.539 Şehirdeki Yükseköğretimin temelleri, 1958 yılında Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisinin kuruluşu ile atılmıştır. Akademinin kuruluşu ile şehir büyük hareketlilik kazanmış, kabuk değiştirmeye başlamıştır. 1982 yılında kurum Anadolu Üniversitesi'ne dönüşmüştür. Osmangazi Üniversitesi ise 1993 yılında tıp, mühendislik, mimarlık ve fen edebiyat fakültelerinin Anadolu Üniversitesinden ayrılmasıyla kurulmuştur. Anadolu Üniversitesi'nin 12 fakültesi, 6 yüksekokulu, 1 Devlet Konservatuvarı, 3 Meslek Yüksekokulu ve 9 enstitüsü; Osmangazi Üniversitesi'nin ise 7 fakültesi 3 yüksekokulu bulunmaktadır. İldeki üniversitelerde örgün öğretimde 40.502 öğrenci eğitim görmektedir. Anadolu Üniversitesi'ndeki Açıköğretim öğrenci sayısı 1.342.502'dir. Eskişehir'e kültürel ve sosyal bir canlılık getiren üniversiteler üniversite dışına açık bu tür etkinlikleri devam ettirmekte şehre ayrı bir canlılık kazandırmaktadır.. İldeki üniversiteler: Şehirde günlük olarak çıkan 8 yerel gazete bulunmaktadır. Bu gazeteler şehirde ve bölgede yaşanan haberlere yer vermektedir. Ayrıca haftalık yayın yapan bölgesel ücretsiz Midas Gazetesi, Haber 26 ve aylık yayın yapan Objektif ve Eskişehir'e Bakış gazeteleri bulunmaktadır. Eskişehirspor'un dergi ve gazetesi aylık medya araçlarındandır. Şehrin Kanal 26, ESTV ve TVA (Televizyon Anadolu - Anadolu Üniversitesi Televizyon Kanalı) adında üç adet Yerel TV kanalı bulunmaktadır. Eskişehir'de yayın yapan tüm yerel televizyon ve radyo kanalları Eskişehir merkezde bulunmaktadır. Eskişehir'deki yerel radyo sayısı 13'dür. Ayrıca yurt genelinde yayın yapan ATV, NTV, Show TV ve TRT kanallarının temsilcilikleri şehirde bulunmaktadır. 10 ulusal gazetenin temsilciği bulunmaktadır. Kent merkezinde toplamda 2882 yatak kapasitesine sahip 6 adet kamu, 3 adet özel hastane bulunmakta, 2 özel hastanenin de inşaatı devam etmektedir. Ayrıca 16 adet Toplum Sağlığı Merkezi, 56 adet Aile Sağlığı Merkezi, 208 adet Aile Sağlığı Birimi, 61 Sağlık Evi, 1 Verem Savaş Dispanseri, 1 ÜSEM (AÇ-SAP) ve 1 Halk Sağlığı Laboratuvarı mevcuttur. Şehirde doktor başına düşen nüfus 630 kişi olup, 1996'daki sosyo-ekonomik gelişmişlik araştırmalarındaki bilgilere göre, bebek ölüm oranı binde 64, diş hekimi başına düşen nüfus 5450, eczane başına düşen nüfus 3090, hastane yatağı başına düzen nüfus ise 370'dir. Şehir ayrıca Aile Hekimliği uygulamasında pilot il olarak seçilmiş, Türkiye'de sistem ilk kez Eskişehir'de uygulanmıştır. Şehir Türkiye'deki demiryollarının kavşak noktalarından biridir. Eskişehir Tren İstasyonuna günde dört yönden 60 k
adar yük ve yolcu treni uğramaktadır. Haydarpaşa Garı'ndan, Ankara yönüne giden tüm trenler Eskişehir'den geçer. Hızlı trenin tamamlanmasıyla Eskişehir-Ankara arası 1 saat 5 dakika; Eskişehir-İstanbul arası 1 saat 30 dakika olacaktır. Eskişehir Anadolu Havaalanı'na 25 Temmuz 2005´te Brüksel´den ilk sefer yapılmıştır. THY ile İstanbul-Eskişehir uçuşları ise 21 Haziran 2007 tarihinde başlamıştır. Eskişehir’in ana karayolu bağlantısı İstanbul-Eskişehir-Ankara devlet yoludur. Adapazarı'ndan ayrılan bu yol güneye inerek Bilecik’ten geçer ve Bozüyük’ten doğuya yönelerek Eskişehir il sınırı içine girer. Tüm ili kuzeybatı-güneydoğu yönünde geçen bu yol il ulaşımının omurgasıdır. Tepebaşı ve Odunpazarı ilçelerinden geçer ve Sivrihisar bu yol üzerinde yer alır. İl’in diğer karayolu bağlantıları bu yoldan ayrılır. Eskişehir’de ulaşımı olmayan köy bulunmamaktadır. 14 Mart 2009 tarihinden itibaren Yüksek Hızlı Tren Ankara - Eskişehir arasında tarifeli seferlerine başlamıştır ve yolculuk 80 dakika sürmektedir. Ayrıca Ankara’dan Bursa'ya gidecek yolcular YHT ile Eskişehir’e gelerek Eskişehir Garı’ndan otobüslerle Bursa’ya devam edebilmektedir. YHT yolcuları bağlantılı kombine taşımacılık kapsamında Eskişehir-İstanbul arasında konvansiyonel trenlerden ve Eskişehir-Kütahya hattında da ray otobüslerden faydalanılabilmektedir. Ayrıca Ankara-İstanbul hızlı tren etabının 2. etabı olan Eskişehir-İstanbul arası hızlı tren hattı yapım çalışmaları devam etmektedir. Ankara-İstanbul YHT projesi tamamlandığında yaklaşık 7 saat olan seyahat süresi 3 saate ve Eskişehir-İstanbul arası seyahat süresi 2 saate inmiş olacak. Ayrıca devam eden Konya Hızlı tren hattı tamamlandığında ise Eskişehir-Konya arası seyahat süresi 1 saat 26 dakikaya inecek. Kent içi toplu ulaşım Büyükşehir Belediyesi’nin yetki ve sorumluluğundadır. Ağustos 2016 itibarı ile 86 hat bulunur. Toplu ulaşım hizmetlerinin hat ve güzergâhları ile birbirini tamamlaması için otobüs ile tramvayda ulaşım hizmet bütünlüğü sağlanmıştır. Tüm toplu taşıma araçlarında bilet yerine geçen 'Eskart' adlı elektronik bir kart Eskişehir ulaşımının bütünlüğünü sağladığı gibi ulaşımı hızlandırmaktadır. Belediye otobüsleri vasıtasıyla şehrin hemen her yerine ulaşım sağlanabilir. Belediye otobüslerinden aynı biletle 60 dakika içinde aynı yöne giden tramvaya ücretsiz aktarma da mümkündür. Bu sayede toplu taşıma araçları ile tek biletle şehrin her yerine ulaşım mümkündür. Eskişehir Tramvay Hattı yedi hattan oluşan ve toplam 61 duraktan oluşan ulaşım ağıdır. Toplam hat uzunluğu 45 km'dir ve şehir içi ulaşımda önemli bir yeri bulunmaktadır. Şehirde ayrıca Porsuk nehri üzerinde gezen gezi amaçlı esbotlar da bulunmaktadır. Yazın belli gün ve saatlerde Kent Park'a buradan esbot kalkmaktadır. *Metropol ilçelerin merkeze uzaklıkları, kaymakamlık ile valilik arasındaki uzaklıktır. Ardahan Ardahan, Türkiye'nin Doğu Anadolu Bölgesi ile Karadeniz sınırında Kafkaslar üzerinde kurulmuş olan Ardahan ilinin merkezidir. 27 Mayıs 1992 tarihinde Kars ilinden ayrılarak Türkiye'nin 75. ili olmuştur. 2012 yılı itibarıyla 19.075 olan nüfusuyla Türkiye'deki en küçük il merkezidir. MÖ 680 yılarında Kafkaslar kuzeyinden gelen altı göçebe İskitler Ardahan bölgesini Van/Urartu İmparatorluğu'ndan aldılar. Sakaların Gogarlı, Taoklu, Cavaklı boylarının bu bölgede yerleştikleri bilinmektedir. Sakaların bölgedeki 500 yıllık hakimiyetinden sonra arkasından İran'dan gelen Part/Arsaklı 600 yıl bölgedeki hakimiyetlerini sürdürmüşlerdir. (MÖ 150 - MS 430) Makedonyalı İskender çağında da olmak suretiyle, 1068’de Alparslan’ın Selçuklu bölgesine kattığı bu bölgede uzun yıllar Kuman ve Peçenekler yaşadıkları bilinmektedir. 1124 yılında Kafkaslar kuzeyinden gelen Ortodoks Kıpçakların yerleşme yeri olmuş ve İlhanlılar çağında 1267 yılında Kıpçaklar Ardahan-Ahıska-Artvin kesiminde Atabek adlı bir sülale kurarak, 1479’da İstanbul’a tabi olmuş ve Osmanlı Devleti ordularının 1578 yılında Ahıska'yı almalarına kadar hüküm sürmüşlerdir. Doğu Anadolu Bölgesi’nin Karadeniz Bölgesi’ne komşu olduğu "kuzeydoğu" kesiminde yer alan Ardahan, yüksek ve engebelidir. Sahada 3.000 m ’yi aşan dağlar yer alır. Yalnızçam Dağları Artvin il sınırı boyunca uzanır. İlin kuzeydoğu kesiminde Keldağ (3.033 m), doğu kesiminde Akbaba Dağı (3126 m) yer alır. İl topraklarının güney kesimini de Allahuekber Dağları ve Kısır Dağı (3.197 m) engebeli hale getirir. Allahuekber Dağlarına bağlı Kabak Dağı (3.054 m ) il sınırı içinde kalır. Kısır Dağı 3.197 m ile ilin en yüksek noktasıdır. "Ardahan Platosu" ilin orta kesiminde yer alır. Yüksekliği 1800-2000 m’ dir. Temelini Neojen volkanizması sonucu ortaya çıkmış lavlar oluşturur. Plato, Pliyosen sonu ve Pleistosen başlarında ortaya çıkan faylanmalar sonucu çökmüştür. Kenarlarında marnlı ve kumlu çökellerin bulunduğu bu alan, yüksek kesimlerden gelen malzemelerle dolmuştur. Kura nehri ve kolları tarafından plato yüzeyi parçalanmıştır. Bu akarsuların en önemlisi platoyu baştan başa geçen Kura ırmağıdır. Çıldır Gölü; ilin güneydoğu kesiminde yer alır, yüksekliği 1.959 m’dir. Aktaş Gölü ise ilin doğu kesiminde yer alır. Bu gölün doğu yarısı Gürcistan sınırları içinde kalır. GöӀün yüksekliği 1.798 m’dir. Ardahan, bölge itibarıyla soğuk, elverişsiz iklimi ve işsizliğin de olması nedeniyle dışarıya çok göç vermiştir. Tuşba Tuşba, Türkiye'nin Van ilinin bir ilçesi. 12 Kasım 2012'de TBMM'de kabul edilen 6360 sayılı kanun ile Van merkez ilçesinin ikiye bölünmesi sonucu ilçe olmuştur. Nüfus bakımından Van’ın en büyük 3. ilçesi olan Tuşba aynı zamanda Van’ın eski adıdır. 2016 yılı TÜİK istatistiklerine göre Tuşba’nın nüfusu 153.599'dur. Tokat (ilçe) Tokat, Tokat ilinin merkez şehridir. Karadeniz Bölgesi'nde yer alan Tokat, kuzeyinde Samsun, kuzeydoğusunda Ordu, güney ve güneydoğusunda Sivas, güneybatısında Yozgat, batısında Amasya ile çevrilidir. Tokat'ın Antik Bizans dönemindeki en eski adı "Komano"'dur. Daha sonra "Evdoksia" ve "Dokia" adlarıyla anılan şehir Arapların idaresine geçince "Dokat" adıyla bilinir olmuş ve İran, Selçuk, Moğol ve Yıldırım Bayezid'ın hakimiyeti altına girdikçe Kah-Cun, Dâr'ün-Nusret, Somaru, Dâr'ün-Nasr adlarını almış ve en son Osmanlı idaresinde Tokat adını almıştır. Bir rivayete göre de şehrin içinde bulunan kaleye devrin Selçuklu hükümdarının göndermiş olduğu gözlemci kaledeki nöbetçi askerler tarafından etrafı kuşatılır. Selçuklu askeri bu askerleri birer tokatla bayıltır bunu gören kale komutanı Türklerin silahsız hali buysa silahlı hali nasıl olur diye endişe duyar ve o askere kan dökülmeden teslim olmayı komutanına iletmesini söyler ve o askerin bu başarısından dolayı şehre "Tokat" ismi verilir. Tokat sahip olduğu doğal kaynakları ve jeopolitik konumu itibarıyla tarih boyunca çeşitli imparatorluk, devlet ve beyliklerin iktidar mücadelesinin ortasında yer almıştır. Eski tarihi birikimi bugün dahi il sınırları içinde geçmişe ait çeşitli kalıntılarla varlığını belli etmektedir. Hititler, Frigler, Persler, Hurriler, Mitannilerin yerleştiği kent bu medeniyet ve kavimlerin bıraktığı eserlere de ev sahipliği yapmaktadır. Tokat'ın iklimi Karadeniz ağırlıklı olmak üzere karasal iklim-Türkiye'de Karadeniz iklimi arasında bir geçiş iklimine sahiptir. En çok yağış ilkbahar ve sonbahar da düşer, yazlar kuraktır. Ortalama yağış miktarı 463 mm (1980-2010 ortalaması), ortalama sıcaklık 12,6 °C'dir. Ortahisar Ortahisar, Türkiye'nin Trabzon ilinin bir ilçesi. 12 Kasım 2012'de TBMM'de kabul edilen 6360 sayılı kanun ile Trabzon merkez ilçesinin kaldırılması sonucu ilçe olmuştur. Tunceli Tunceli, Türkiye'nin Tunceli ilinin merkez ilçesi. 1935 yılında kurulan ve Tunceli Kanunu'ndaki özel statüsü nedeniyle Elâzığ'dan yönetilen Tunceli ilinin merkezi olarak 30 aralık 1946 tarihli ve 4993 sayılı kanunla "Kalan" ("Mamekiye") kasabası olarak belirlenmiştir. Tunceli Belediye unvanını 1945 yılında kazanmıştır. 2004 Yılına kadar Belediye CHP tarafından yönetilmiştir. 2014 Yerel Seçimlerinde Belediye Başkanlığı'nı BDP'li Mehmet Ali Bul seçimi kazanmıştır. 2015 Genel Seçimleri sonucunda T.B.M.M. 26. Dönemde HDP'li Alican Önlü ile CHP 'li Gürsel Erol temsil etmektedir. 17.11.2016 tarihinde Belediye Başkanı Mehmet Ali Bul İçişleri Bakanlığı tarafından görevinden el çektirildi. 18.11.2016 Tarihinde İçişleri Bakanlığı tarafından Tunceli Belediye Başkan Vekilliği görevine Tunceli Vali Yardımcısı Olgun Öner atandı. Yunan tarihi ve coğrafyacılarının Dersim bölgesine "Daranis" ve "Derksene" adını verdikleri söylenir. Bölgede konuşulan diller Türkçe, Zazaca ve Kürtçe'dir. Tunceli İli Bakanlar Kurulu tarafından 1945 Yılında "Şehir" statüsüne kavuşturulmuş ve Valilik tarafından yönetilmesi kararlaştırılmıştır. Vali, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu'nun şehirdeki en etkili ve yetkili temsilcisidir. Tunceli'nin nüfusu ve küçük bir şehir olması dolayısıyla 3 Vali Yardımcısı ile idaresi mümkündür. Tunceli iklimi sert karasal iklimine sahiptir. Dağların konumundan dolayı kışları çok soğuk ve kar yağışlı geçer. 6 veya 7 ay kar altında kalabilir. Yazın ise 35-40 dereceye yaklaşan kuru sıcaklar olabilir. Tunceli' de yaşayan yabani hayvanlar kırmızı benekli alabalık, boz ayı, kurt, yaban domuzu, geyik, karaca, dağ keçisi, su samuru, vaşak, tilki, vahşi kedi, tavşan, kartal,agaçkakan, yarasa, atmaca, şahin, leylek, ala karga, sakallı akbaba ve 1950-60li yıllarda hazar kaplanı, anadolu parsı ve çizgili sırtlanda görülmüştür.Ters lalesiyle ünlüdür. Tunceli'nin en önemli dağları Munzur dağları,Buyer baba dağı, sülbüs dağı, bağır dağı, zel dağıdır.En önemli bölgeler ise Zage, Ali boğazı, Munzur vadisi, Kutudere, Pülümür vadisi bolgeleridir. Sivas Sivas, İç Anadolu'nun en eski ve önemli kentlerinden biridir. İç Anadolu Bölgesi, Doğu Karadeniz Bölgesi ve Doğu Anadolu Bölgesinde ilçeleri ve kültür zenginliği, iklim farklılığı bulunan ve sahip olduğu değerleri ile önemli bir coğrafi konuma sahiptir. Kuzeyinde Ordu, kuzeybatısında Tokat doğusunda Erzincan, kuzeydoğusunda Giresun, batısında Yozgat, güneybatıs
ında Kayseri, güneyinde Malatya ve Kahramanmaraş ile çevrilidir. Eski adı (Latince: "Sebastia", Yunanca: "Σεβάστεια") "Sebastea", "Sebasteia" veya "Samassia" olan Sivas, Anadolu'nun en eski ve yerleşim merkezlerinden biridir. Kazı ve araştırmalarda ele geçen buluntular, yörede ilk yerleşimin Neolitik Çağ'a (MÖ 8000-5500) uzandığını göstermektedir. Kent M.Ö. 2000'lerde değişik yerleşmelere sahne olmuştur. Coğrafya olarak İç Anadolu'da bulunmasına rağmen Şebinkarahisar'ın 1933 yılına kadar kazaları olan Suşehri, Akıncılar, Gölova ve Koyulhisar ilçeleri Doğu Karadeniz Bölgesi ve kültür alanında yer almaktadır. Sivas'ın ilçelerini Karadeniz'deki Suşehri ovasına Geminbeli geçidi bağlar. Divriği ve Gürün ilçeleri de Doğu Anadolu Bölgesinde yer alırken, Doğanşar ile Zara'nın kuzeyi de Karadeniz Bölgesinde yer alır. Sivas topraklarında İç Anadolu, Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinin kültürleri de yer alır. Sivas merkez ve çevre ilçelerinde gırnata, zurna ve Sivasa özgü halk oyunları oynanırken, Karadeniz'deki ilçelerinde kemençe ve zurna ile horonlar oynanır. Divriği ve Gürün bölgesi Doğu Anadolu kültüründe yer alır. İç Anadolu bölgesindeki ilçeleri ise kültür olarak Sivas merkez bölgesinin kültür ve şivesine sahipken, Karadeniz'de kalan ilçeler büyük ölçüde Giresun ve Ordu ile aynı şiveyi kullanırlar. MÖ 17. yüzyılda Hitit sınırları içinde yer alan kentin güney kesimi Geç Hitit devletleri döneminde "Tilgarimmu" adıyla anılmaya başladı. MÖ 8. yüzyılda Kimmer ve İskit istilalarına uğradı. MÖ 6. yüzyıl başlarında Medler'in, aynı yüzyılın ortalarında da Persler'in egemenliğine girdi. MÖ 4. yüzyılın ikinci yarısındaki kısa süreli Büyük İskender'in Makedonya yönetiminin ardından Krallığı'na bağlandı. MS 17'de bütün Kapadokya ile birlikte Roma İmparatorluğu'nun egemenliğine girdi. Bu dönemde kısa sürelerle Partlar'ın ve Sasaniler'in eline geçti. Bizans döneminde önce Armeniakon Tehması'nın sınırları içindeydi. 12. yüzyılda Sebasteia Tehması'na bağlandı. Selçuklu Türkleri Malazgirt Meydan Muharebesi'nden önce Sivas'a kadar uzanmış ve 1059'a doğru bir ara kenti ele geçirmişlerdi. Ancak yörenin kesin olarak Türk egemenliğine girmesi Malazgirt Zaferi'nden kısa bir süre sonra gerçekleşti. Kutalmışoğlu Süleyman Şah'ın kumandanlarından Emir Danişment'in ele geçirdiği kent uzun bir süre Danişmentliler'in elinde kaldıktan sonra 1174'te II. Kılıç Arslan tarafından Selçuklu Devleti sınırları içine alındı. Selçuklular döneminde Sivas yeniden gelişti. Kentin surları 1221'e doğru, Sultan I. Alaeddin Keykubad tarafından onartıldı. Kısa bir süre sonra Moğollar'ın saldırıları başladı ve Kösedağ Savaşı'ndan (1243) sonra Selçuklu topraklarıyla birlikte Sivas da Moğolların eline geçti. Kentteki anıtların en önemlileri 13. yüzyılın ikinci yarısındaki İlhanlılar döneminde yapıldı. Sivas, Kayseri ile birlikte İlhanlılar'ın Anadolu'ya gönderdikleri valiler tarafından merkez olarak kullanıldı. 14. yüzyılın ilk yarısında Sivas'a gelen İbn-i Batuta, burayı İlhanlılar'ın Anadolu'daki en büyük şehri olarak tanımlar. İlhanlı valilerinden Alaeddin Eratna Bey, 1345'te bağımsızlığını ilan ederek, önce devletine merkez olarak Sivas'ı seçti. Eratna'nın 1353'te ölümünden sonra Kadı Burhanettin onun yerini aldı, ancak Akkoyunlu beyi Karayülük Osman ile yaptığı bir savaşta öldü (1398). Bunun üzerine Sivaslılar topraklarını Osmanlı padişahı Yıldırım Beyazıd'a teslim ettiler. 1400 yazında Timur Sivas'ı ele geçirdi, şehri savunan askerleri öldürttü, halkı kılıçtan geçirtti, şehri yağmalattı ve surları yıktırttı. Timur istilasından sonra şehir bir süre Kadı Burhaneddin'in damadı Mezid Bey'in elinde kaldı. 1403-1408 arasında yeniden Osmanlı hakimiyetine geçti ve bir eyalet merkezi oldu. Sivas'ta bulunan yapılar 17. ve 19. yüzyıllar arasında zaman zaman Anadolu'da meydana gelen ayaklanmalardan zarar gördü. 1649'da şehirden geçen Evliya Çelebi, surların kuşattığı alanda 44 mahalleye bölünmüş 4600 ev bulunduğunu ayrıca Yukarıkale adını verdiği İçkale ve Paşa kalesindekilerle bu sayının 6060'ı bulduğunu yazar. 19. yüzyıl gezginlerinin kent nüfusu için verdikleri rakamlar genellikle birbirini tutmaz. Bu yüzyılın sonuna doğru nüfusun 30.000-45.000 arasında değiştiği sanılmaktadır.Yine 19. yüzyıl başında bütün Osmanlı topraklarında Islahat Devri başlamıştır. Önce 7 sancak ve 72 kazadan oluşan Sivas, gittikçe daralmış ve önemini kaybetmiştir. Valiliğine bile mirimiranlar atanıyordu. 1813'te bu usulden vazgeçilerek yeniden vezir atanmasına başlandı. Bir yıl sonra şehirde büyük bir veba salgını baş gösterdi. Eyalet teşkilatı bazı küçük değişikliklerle XIX. yüzyıl ortalarına kadar sürmüştür. 1863'te uygulanmaya başlanan vilayetler teşkilatı içinde kurulan Sivas vilayeti; Sivas, Amasya, Tokat ve Şebinkarahisar (Karahisar-ı Şarki) sancaklarına ayrıldı. Bu durum Cumhuriyet döneminde sancakların vilayet haline getirilmesine kadar devam etti. Sivas'ın Milli Mücadele'nin kazanılmasında önemli bir yeri vardır. Bu mücadelenin hazırlık döneminde Mustafa Kemal Paşa önce, 27 Haziran 1919'da Samsun'dan Erzurum Kongresi'ni takiben burada 4 Eylül 1919'da Sivas Kongresi'ni topladı ve 18 Aralık 1919'da Ankara'ya gitmek üzere şehirden ayrıldı. Gerek 1927'de Chicago Üniversitesi'nden gelen arkeologların ve gerekse 1945 yılında da Türk arkeologların yaptığı kazı ve araştırmalara göre Sivas tarihin ilk dönemlerinden itibaren yerleşim birimi ve şehir merkezidir. Ayrıca en eski dünya medeniyetleri olan Persler, Etiler, Hititler, Asurlar Sivas'ta hüküm sürmüşlerdir. Karadeniz'in tek yolcu treni olan Samsun Postası Sivas'tan gönderiliyor. Ayrıca Sivas, tren istasyonu olarak büyük bir kavşak konumundadır.Bugün birçok ilin demiryolu bağlantısı direkt olarak Sivas üzerine kuruludur. Sultan II. Abdülhamid döneminden beri vardır. Cumhuriyet tarihinin de ilk vagon ve lokomotif fabrikası ve Cer atölyesi TÜDEMSAŞ 1939’da Sivas'ta kuruldu. TÜDEMSAŞ kurulduğunda dünyanın en ileri tesislerinden biriydi. 2003 yılında Irak Savaşı'nın başlarında TÜDEMSAŞ, Saddam yönetiminin başında bulunduğu Irak'a 300 vagonluk ihracat yaptı. Bugün hala dünyanın değişik yerlerinden TÜDEMSAŞ’a gelen siparişler değerlendirilmektedir ve ihracatlar devam etmektedir. Tüdemsaş, Sivas'ın geçim kaynağı ve bel kemiğidir. Atatürk’ün 'Cumhuriyetin Temellerini Burada Attık' dediği Sivas'ta 4 Eylül 1919'da, Sivas Erkek Lisesi'nde toplanan Sivas Kongresi, alınan kararlar bakımından Kurtuluş Savaşı öncesi toplanan en önemli kongredir. Hiçbir ülkenin manda ve himayesinin kabul olunmayacağı ve milletin istikbalinin yine milletin azim ve kararıyla kurtulacağı kararları bu kongrede alınmıştır. Sivas, sert bir karasal iklim yapısına sahiptir. Kışları soğuk ve sert geçer, kış aylarında bol kar yağışı görülür ve ortalama 4-5 ay karla örtülüdür. Yazları sıcak kurak ve kısa süreli, ilkbahar ve sonbahar ayları yağmurlu geçer. Sivas coğrafi olarak İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerinin kesiştiği noktadadır.Bu nedenle Karadeniz bölgesindeki Suşehri, Akıncılar, Gölova, Koyulhisar ve kısmen Kuzey Zara ve Doğanşar'ın bitki örtüsü, havanın sertliği ve sıcaklığı, yağış oranı farklıdır.Bu bölgelerde Sivastan farklı olarak Giresun dağları üzerinde yaylalar ve çok endemik orman alanları bulunur. Yapılan gözlem ortalamalarına göre (son 50 yıl içinde gözlenen) en soğuk ay -34.6 derece ile Ocak ayıdır. En sıcak ay 38.3 derece ile Temmuz ayıdır, aylık yağış ortalaması en yüksek ay Mayıs, en düşük ay Ağustostur. 1992 yılında gözlenen en yüksek nem oranı %80.0 ile Aralık ayı; en düşük nem %55.2 ile Ağustos ayıdır. Aynı yılda en yüksek basınç 874.1 mb olarak Ocak ayı, en düşük basınç ise 868 mb olarak Şubat ayıdır.Kışın çok soğuktur. Sivas geniş toprakları nedeniyle geniş ve büyük bir kültüre sahiptir. Sivas ilinin genelinde Batı Anadolu Ağızları kullanılır. Karadeniz bölgesinde kalan ilçelerinde Karadeniz şivesi görülürken, merkez ile çevre ilçeler Tokat ve diğer illere daha yakındır. Doğu Karadeniz'deki ilçelerinde kısmen Karadeniz ağzı ve kültürü görülürken, İç Anadolu ilçelerinde bozkır ve Sivas yöresine özgü Sivas folklorü görülür. Yeşilırmak havzasında bulunan Karadeniz ilçeleri olan Suşehri, Akıncılar, Gölova, Koyulhisar bölgesi davul, zurna, horon, mikroklima iklim ve yayla bölgesidir. İç Anadolu da ise gene Türkmen kültürü ile yer yer Balkan muhacirleri ve Kafkasya göçmenlerinin kültürleri ve gelenekleri de görülür. Bu geniş coğrafya alanında pek çok yöresel sanatçılar da yetişmiştir. Karadeniz ilçelerinde kemençe ve tulum üstadları, İç Anadolu ve Doğu Anadolu ilçelerinde saz, aşık geleneği ve üstatları yetişmiştir. 11. yüzyılında kurulan Surp Nişan Ermeni Manastırı 1980 senelerde yok edildi. Kangal : Sivas’ın 86 km. güney-doğusundadır. İlçeye 13 km. uzaklıkta, Kavak Köyü mevkiinde bulunan Balıklı Kaplıca sedef hastalığını tedavi edici özelliği ile sağlık turizmi açısından çok önemli bir yerdir. Alacahan kasabasındaki Alacahan Kervansarayı, Halil Rıfat Paşa Köprüsü, Tekke Köyündeki Samut Baba Kümbeti görülmeye değer bir tarihi eserlerdir. İlçede ayrıca Meydan Cami, Kuşçu Köyü Cami, Şeyh İbrahim El Aziz Cami, Demiryurt Cami, Acısu Köprüsü, Şeyh Merzuban Türbesi, Pir Gökçe (Pir Göcek) Türbesi, Demiryurt Mağaraları görülmeye değer yerlerdir. İlçe sınırları içinde Oyuklu Höyüğü, Lafçılar Ağılı Höyüğü, Kültepe ve Tepecik Höyükleri vardır. Koyulhisar : Sivas’a 180 km. uzaklıktadır. Eğriçimen, Kengercik,Arpacık, Sarıçiçek yaylaları doğal güzelliği olan yerlerdir. Önemli tarihi eserleri; Aşağı Kale (Kale-i Zir), Yukarı Kale (Kale-i Bala), Fatih Camii, Hacı Murat Hanı’dır. Gökmedrese, Çifte Minareli Medrese, Şifaiye Medresesi, Buruciye Medresesi, Ulu Cami kentteki en önemli Selçuklu dönemi eserleridir. Bunlardan Şifahiye Medresesindeki yangın izleri Orta Asya'dan gelip Anadolu'yu ele geçirmeye çalışan Timurlenk'in, 180 000 kişilik ordusu ve filleriyle ani bir baskın yapıp 4.000 kişilik Osmanlı ordusunu gafil avladığında yaptığı büyük tahribat ve zulmün canlı kanıtı olarak korunmaktadır. Osmanlı döneminde Bölge Eyaleti olmuştur. 1516 yıl
ında alınan karara göre Sivas’a; Kayseri, Tokat, Amasya, Yozgat, Çorum, Kastamonu, Erzincan, Darende ve Arapkir ilçe olarak bağlandı. Dünyaca ünlü kangal köpeği, Sivas'ın Kangal ilçesinde yetişmektedir. Kangal köpeği genetik olarak en mükemmel kombinasyonlardan birine sahiptir ve yüksek seviyede eğitilebilirlik özelliği taşımaktadır. İl ekonomisinde tarım ve sanayi sektörü ilk sırada yer almaktadır.Bu sektörleri ticaret ulaştırma ve haberleşme sektörleri takip etmektedir. Özellikle demir ve demirciliğe dayalı sanayi lokomotif sektör olarak ön plana çıkmıştır. Türkiye'nin önemli enerji kaynaklarından biri olan "Kangal Termik Santralı" Sivas'tadır. Ayrıca Gemerek ilçesinde Sızır Hidroelektrik Santrali vardır. Sivas'ta Türkiye'nin en büyük linyit işletmesi bulunmaktadır. Sivas öncelikle bir tarım şehridir. Tarım üretiminde buğday, arpa, çavdar, ay çekirdeği, patates ve şeker pancarı bölge üretiminde en fazla payı alan ürünlerdir. Sivas küçükbaş, büyükbaş hayvan varlığı ve arı kovanı sayısı bakımından önemli bir paya sahiptir. Küçük sanayi siteleri ve organize sanayi bölgeleri sanayi sektörünün altyapısı olarak değerlendirilebilir. Sivas'da KSS kapsamında 1606 işyerinde 4353 kişi çalışmaktadır.İlde 10 KSS faaliyet göstermektedir.Kangal KSS, Gürün KSS ve Yıldızeli KSS nin inşaat çalışmaları sürmektedir. Sinop Sinop (Hititçe: Sinuwa, Yunanca: Σινώπη/Sinope), Türkiye'nin Karadeniz Bölgesi'nin orta kesiminde bulunan Sinop ili'nin merkezi olan şehirdir. Karadeniz kıyısında, Boztepe Burnu'nun karayla birleşme noktasında yer alır. Sinop Kalesi, tarihi ve turizm açısından kentin en ilginç yeridir. Şehrin merkez nüfusu yaklaşık 49.400'dür. Sinop; Anadolu'nun kuzey yönde uç noktası olan İnceburun'a doğu yönde bağlanan Boztepe Burnu berzahında bir kale-şehir olarak kurulmuş ve tarih boyunca doğu yönde gelişmiştir. Tarih boyunca kale dışına pek taşmayan şehir bir liman kenti özelliği taşır. Berzahın kuzeydoğusundaki dış liman fırtınalara açık olduğu ve denizcilik bakımından kullanışlı sayılmadığı halde, Antikçağ 'da daha çok bu limanın kullanıldığı bilinir. Zamanla kum dolan ve kullanılamaz hale gelen bu limanı berzanın güney-doğusundaki iç limana aynı dönemde bir kanal bağlardı. Bu kanal, Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde kapatılmıştır. Sinop, iklim özelliklerinin iç içe geçtiği bir şehirdir. Mevsimler arası sıcaklık farkları çok büyük değildir. Sürekli esen rüzgârlar şehirde etkili olmaktadır. Sinop'ta yazın birkaç günü haricinde, bütün yıl Nemli ve yağışlı bir iklimi hakimdir. Şehirde Karadeniz iklim tipi egemendir. Sinop sahil kuşağında yer aldığı için iklim orada mutedildir. Yağış her mevsimde görülür. Ortalama yağış miktarı Sinop'ta 679–1077 mm ve toplam yağışlı gün sayısı 97-128 gün arasındadır. En yüksek sıcaklık 35 °C ve en düşük sıcaklık ise -8,4 °C derecedir. Ortalama sıcaklık açısından çok büyük fark yoktur, kışın 7 °C dolayında olan sıcaklık ortalaması, yazın 20 °C'ye yükselir. Yıllık sıcaklık ortalaması merkezde 14 °C'dir. Yarımadanın güney yönündeki iç liman ise rüzgârlara kapalı konumuyla ve sakin deniziyle güney Karadeniz'in en önemli limanıydı. Bu özellikleri yüzünden "Akdeniz" ismini almıştır. Tarih boyunca işlek bir liman yaşantısı ve tersane faaliyeti bu limanda gerçekleşmiştir. 19. yüzyıla kadar tamamen ayakta duran surlardan ise günümüze büyük bir kısmı kalmıştır ve yıkıntılarından rekonstrüksiyonu yapılabilir. Şehrin gelişimi sürekli olarak doğu yönde, Boztepe Burnuna doğru olurken, kuzeydeki Akliman ve Anadolu yönünde birkaç azınlık yerleşmesinden başka bir yerleşim olmamıştır. Doğudaki yarımada ise gittikçe sarplaşmakta, Hıdırlık tepesinde 187 metre yüksekliğe ulaşmakta ve nihayet deniz yönünde dik yarlar ile kuşatılmaktadır. Bu durumda şehrin deniz yönünden ve berzahtan zaptedilmesi imkânsız olmaktadır. Antik çağdan beri parlak ve yoğun bir ticari ve kültürel yaşantıya sahip olan Sinop, bu niteliğini Doğu Roma İmparatorluğu, Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Candaroğulları ve Osmanlı İmparatorluğu yönetimlerinde de sürdürmüş, ayrıca kale ve tersanesi ile bölgenin en önemli askeri üslerinden biri olmuştur. Bu durumunu Sinop Baskını'ndan sonra kaybetmeye başlayan kent, sur dışına güneydoğu yönde azınlık yerleşmeleri ile batıya doğru ise yönetim ve eğitim gibi kamu hizmetleri yerleşmesiyle çıkmıştır. Sinop ilinin yerleşme tarihi ilk Tunç Çağı'yla başlamıştır. MÖ 7. yüzyılda bir Helen Kolonisi olarak kurulan Sinop, Antik Çağ'da Karadeniz'in en önemli kentiydi. Helenistik dönemde Anadolu'nun yerli kültürleriyle, Helenistik ve Pers kültürlerini birleştirmek isteyen Pontus Devleti'nin başkenti Amasya'dan sonra Sinop'a taşındı. Bizans döneminde yöre Ortodoks Hristiyanlığının etkisiyle dilde ve kültürde Helenleşmiştir. Sinop 1972 yılında kalkınmada ikinci derece öncelikli iller kapsamına alınmıştır. İlk büyük ölçekli sanayi kuruluşu, Ayancık Kereste Fabrikasıdır. Diğer önemli sanayi kuruluşları Şişe Cam Fabrikası, Un Sanayi, Söksa, İç Çamaşırı Örme Ve Konfeksiyon AŞ. ile toprak sanayinde tuğla ve kiremit fabrikalarıdır. Ne yazık ki şu an bu fabrikaların çoğu kapatılmış ya da taşınmış durumdadır. Ama bunun dışında Sinop'ta el sanatları da ünlüdür. Ayancık keteni, Boyabat çember dokumacılığı, ahşap kotra maketi yapımı ve tahta el işlemeciliği Sinop'taki en köklü el sanatlarıdır. İlk kütüphane 1924 yılında Dr. Rıza Nur'un öncülüğünde kurulmuştur ve kütüphaneye ismini veren de odur. Antik Çağ'da, Paflagonya bölgesi içinde kalan Sinop'un saptanabilen en eski adı, Sinopedir. Bir söylenceye göre kent adının kurucusu olarak kabul edilen aynı bir Amazon'dan almıştır. Bir başka söylenceye göreyse, kenti eski Yunan'da Irmak Tanrısı Asopos'un su perisi kızlarından Sinope kurmuştur. Söylenceler, MÖ 5. - 4. ve 3. yıllara tarihlenmektedir ve aynı döneme ait kent sikkeleri üstünde Sinope'nin başı görülmektedir. Hangi söylence benimsenirse benimsesin, kentin kurucusunun Sinope olduğu kesindir. Ancak, Sinope bir su perisi ise, kentin Yunan kolonicilerce; Amazon ise; Anadolu'nun yerli halklarınca kurulmuş olması gerekir. Bu ikilem, dilbilim çalışmalarıyla bir ölçüde çözülmemiştir: Gerek etimolojisine yabancı olan Sin ya da Sind sözcüklerine Yunanistan'ın dışında daha çok Pontus, Doğu Anadolu, İran ve Hindistan'da rastlanmaktadır. Bu da, Sinope adının yerli Anadolu dillerinde gelmiş olabileceğini göstermektedir. Ünlü Antik Çağ coğrafyasısı Strabon ise, kentin kurucusu olarak, Argonotlar'dan Teselyalı Otolikos'u göstermekte ve onun kenti ele geçirerek bir Yunan kolonisi kurduğu yazmaktadır. "Kentin ele geçirilmesi" kavramı, kolonileştirmeden önce, kent'te yerli bir halkın yaşandığını ortaya koymaktadır. Strabon'un sözünü ettiği gelişmeden sonra, Sinope Kenti MÖ 7. yıllarında bir kez Miletuslular'ca kolonileştirilmistir. Kent'te, sırasıyla Miletuslu Habrındas, Koos ve Krenitas dönemlerinde yerleşilmiştir. Tüm bü söylence ve tarihsel olaylar Sinop'un ilk çağlarda yerli halkça kurulduğunu, bu yerleşimi, söylencesel Argonot seferiyle ilgili olarak bir Yunan kolonisi'nin izlediğini, son olarak da Miletuslular'ın burada bir koloni kurduğunu ortaya koymaktadır. Sinop'u içeren yörenin en eski adı ise "Kaşka Ülkesi" idi. Yöre Hitit Imparatorluk Dönemi'yle çağdaş olan Kaşkalar'ın yaşadıkları topraklarda yer alıyordu. Bu ülke sınırları içindeki küçük "Arauanna Ülkesi de, Sinop yöresinde bulunuyordu. Sinop ilk çağda "Paflagonya" adı verilen bölge içindedir. Anadolu'nun kuzey sahilleri ile Kırım yarımadası arasında deniz ticaretinde önemli bir rol oynamıştır. Önemli bir doğal liman konumundadır. 1953 yılında Kocagöz höyükte (kazılınca çoğu kez altında eski yapı kalıntıları ve eski eserler çıkan, yayvanca - alanı geniş ve derinliği az bir şekilde toprak tepe.) yapılan kazı ile 1987 ve 1988 yıllarında Müze Müdürlüğünce yapılan yüzey araştırmacıları sonucunda tarih öncesi devreler biraz olsun aydınlığa kavuşmuştur. Karagöz höyükte yapılan kazılarda, İlk Tunç Çağı 1. dönemine ait (MÖ ? 3000-2700) buluntular ortaya çıkarılmıştır. Bulunan malzeme Sinop, Balkanlar ve İç Anadolu arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Yapılan yüzey araştırması sonucunda çevrede çok sayıda tarih öncesi yerleşim yerlerine rastlanmıştır. Bu yerleşim yerleri sahil boyunca, nehir ağızlarında ve nehir vadileri boyunca iç kesimlere doğru yayılmaktadır. Ele geçen malzeme genel olarak ilk Tunç Çağı 1 ve İlk Tunç Çağı 2'ye tarihlenmektedir. Ancak Kabalı çayı vadisinde Erken kalkolitik (MÖ 4500) yıllarına tarihlenen iki yerleşim yeri saptanmıştır. Bugün Sinop çevresinde en eski yerleşim alanı Kabalı çayı vadisi olarak belirlenmiştir. Sahil kesiminde İlk Tunç Çağı 2'nin başında korkunç bir yangınla höyükler terk edilmiştir. Bundan sonra höyüklerde bir yerleşmeye rastlanmamaktadır. 1952-1954 yılları arasında yapılan kazılarda Sinop'ta Hitit dönemini belgeleyecek hiçbir esere rastlanmamıştır. Hitit metinlerinde Karadeniz'de Gaşka kavimlerinin varlığından söz edilmekte ise de, ancak şimdiye kadar Sinop yöresinde hiçbir buluntu ele geçmemiştir. Yapılan yüzey araştırmasında sahil bandında bir tek Gerze ilçesi Köşkhöyük'te Er Hitit (MÖ 1800) malzemesine rastlanmıştır. Ancak Hitit İmparatorluğu dönemine ait hiçbir malzeme bulunmamıştır. Bundan sonra 756 yılına ait malzemeler bulunabilmektedir. (MÖ 2700-1800), (MÖ 1800-MÖ 756|756) yılları arasında Sinop sahil şeridiyle ilgili bir bilgi yoktur. MÖ 756 yılında Milet'ten ayrılan ve kendilerine yeni bir şehir kurmak isteyen göçmenler buraya gelerek bugünkü Sinop'un ilk temelini atmışlar ve bu şehre Sinope adını vermişlerdir. "Efsaneye göre tanrıça Sinope ırmak tanrısının kızıdır. Zeus Sinope'ye aşık olur. Her dilediğini yerine getireceğine söz verir. Sinope kızlığına dokunmamasını ister. Tanrı yemine bağlı kalarak onu kız bırakır. Bugünkü Sinop'un olduğu yere gelir." Daha sonra MÖ 630 yılında ikinci bir koloni (sömürge, göçmen topluluğu ya da bu topluluğun yerleştiği yer) grubu Sinop'a yerleşmiştir. Şehrin surlarının büyük bir olasılıkla kolonize (koloniler halinde yaşanan) devirlerde yapıldığı tahmin edilmekted
ir. MÖ 7. yüzyıl başlarında Sinop, Anadolu'ya kuzeyden gelen Kimmerlerin, MÖ 6. yüzyıl ortalarında İran'dan gelen Perslerin istilasına uğramıştır. MÖ 4. yüzyılın birinci yarısında Paflagonya'lılar bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. MÖ 332 yılında Büyük İskender'in Anadolu'ya girişini fırsat bilen I. Ariarathes Kapadokya'da bağımsızlığını ilan ederek, Sinop'u da hakimiyetine almış. MÖ 302 yılında Mitridat Ktistes Paflagonya'da dağınık halde bulunan prenslikleri bir araya getirerek kuvvetli bir devlet (bağımsız bir ülke ile onun yönetiminden oluşan varlık) kurmuştur. Daha sonra ll. VI. Mithridates ve onun oğlu Farnak Sinop'a hakim olmuş. MÖ 169 yılında devletin başına Mitridat Flapeton geçmiştir. Mitridat Flapaton Sinop'u bayındır (gelişip güzelleşmesi için üzerinde çalışılmış, alt yapıya sahip) hale sokmuş, başkentini Amasya'dan Sinop'a getirmiştir. Sinop'un parlak dönemi Mitridat Fatpator zamanında olmuştur. Bütün Karadeniz'i hakimiyeti altına alan Mitirdat Romalıları'da Anadolu'dan atarak büyük bir imparatorluk kurmuş, ancak Başkenti Sinop'tan Bergama'ya taşımıştır. Helenistik dönem Sinop'un en parlak zamanı olup, bu dönemde kültüre büyük önem verilmiştir. MÖ 70 yılında Roma İmparatorluğu işgal ettiği bu toprakları yeniden tanzim etmiş. Pontus Krallığını Kızılırmak'tan itibaren ikiye bölerek, doğu parçasının idaresini yerli sülalelere vermiş, batı parçasını ise doğrudan doğruya devletin eyaleti haline getirmiştir. Sinop'un Roma idaresine geçmesi tarihte önemli bir dönüm noktasıdır. Bilhassa (her şeyden önce, başta) Jül Sezar zamanında şehre maddi yardımlardan başka, yeni Roma kolonileri gönderilmiş ve genişleyip büyümesi sağlanmıştır. Roma İmparatorluğu'nun ikiye bölünmesiyle Doğu Roma topraklarında kalan Sinop yavaş yavaş küçülmeye başlamıştır. Hıristiyanlığın geliştiği bu dönemde şehirde ticaret ve kültür, dini birtakım olaylar yüzünden gerilemiştir. Sinop'ta bu dönemde yapılan en önemli Bizans yapıtı Balatlar Kilisesi'dir. 1204 yılında Dördüncü Haçlı Seferinde İstanbul zapt edilip (zorla alınıp), Bizans İmparatorluğu dağılınca Sinop Trabzon Devleti'nin elinde kalmıştır. İç Anadolu'ya yerleşen Selçuklulara vergi veren Trabzon Devleti, Selçukluların bir iç ayaklanmasından yararlanarak vergiyi kesmiş ve Sinop halkına da baskı ve tecavüzlerde bulunmaya başlamıştır. Sinop halkının Konya'ya şikayeti üzerine Sultan İzzeddin Keykavus dirlik sahibi bütün Vilayet Beylerine emir göndererek savaşa katılmalarını bildirmiştir. Büyük bir kuvvetle yola çıkan ordunun gerek hazırlığından, gerek gidiş yolundan haberdar olmayan düşman Sinop yakınlarında 500 atlı ile avlanmakta olan Tekfur'u baskın yaparak yakalamış, yakalanan Tekfur 3 gün sonra kale önüne getirilerek Sinop'un teslim olması istenmiştir. Önceleri teslim olmak istemeyen halk Tekfur'un öldürülmemesi, kimsenin canına kıyılmaması ve herkesin istediği yere gidebilmesi şartıyla 3 Ekim 1214 tarihinde kalenin anahtarlarını Selçuklulara teslim etmiştir. Sinop'ta eski Kilise yerine Alaeddin Camii 1214 yılında bir camiye çevirilmiştir. Selçuklu idaresine geçtikten sonra baştan başa yeniden imar edilen Sinop'ta, önce Pervaneoğulları Beyliği/Pervaneoğulları daha sonra Candaroğulları Türk egemenliğini sürdürmüştür. 15. yüzyılda gelişmeye ve büyümeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu'na Anadolu beylikleri katılmaya başlayınca Candaroğlu İsmail Bey'de Osmanlılara bağlılığını ilan etmiş ve böylece Sinop, Osmanlı İmparatorluğu'nun idaresi altına girmiştir. Bir liman şehri olarak kullanılan Sinop'ta tersanede gemi yapımı bu dönemde de devam etmiştir. 1853 Osmanlı-Rus savaşlarında şehir top atışlarına tutularak yakılmış ve bu tarihten sonra, şehir iyice küçülerek kale içine çekilmiştir. Bandırma Vapur'u ile Samsun'a gitmek üzere yola çıkan Mustafa Kemal Atatürk 18 Mayıs 1919 günü Anadolu'ya karadan geçmek için Sinop Limanına uğramış, ancak o tarihte Sinop-Samsun arasında karayolu olmaması sebebiyle yolculuğuna gemiyle devam etmiştir. Hatta Sinop'u çok sevdiğini belirten Atatürk bu hislerini "Ne olurdu Sinop'un yarı güzelliği Ankara'da olsa idi" ifadesiyle belirtmiştir. Sinop idari teşkilat olarak merkezi Samsun olan, Canik Livasına bağlanmış, Tanzimat'ın ilanından sonra Kastamonu'ya sancak olmuş, 1924 yılında Kastamonu'dan ayrılarak il haline getirilmiştir. Hitit kaynaklarından öğrenildiğine göre, yörenin en eski halkı olan Kaşkalar'ın konuştuğu dil ile Hititler'in dil benzerlikler göstermekteydi. Pontus Krallığı'nın egemenliğine girdiği MÖ 2. yüzyıl başlarına kadar özgürlüğünü koruyan Sinop kenti, bu dönemde bayındır bir liman ve balıkçılık merkeziyidi. Eski kaynaklarda, limanda kurulmuş olan dalyanlarda avlanan palamutlardan bir bölümünün büyük havuzlarda canlı olarak korunduğu konusunda bilgiler vardır. Roma döneminde yaptırılan uzun sukemerleriyle kente su getirildi. Bizans döneminde önemli bir liman ve askeri üs konumunda olan Sinop, Candaroğulları yönetimi sırasında tersanesiyle ün kazandı. Bu sırada Sinop tersanesinde yapılan büyük bir tekne, Osmanlı donanmasına örnek olması amacıyla İstanbul'a götürüldü. Osmanlı döneminde kentte yaşayan Rumlar daha çok küçük üretim ve ticaretle uğraşırdı. 19. yüzyılda Anadolu'nun iç kesimleriyle daha kolay ulaşım sağlayan Samsun ve Trabzon limanlarının önem kazanmasından sonra Sinop eski canlılığını yitirmeye başladı. Ticaretin gelişme gösterdiği 19. yüzyıl sonlarında kent surların dışına taştı. Sinop'ta doğan şair Ahmet Muhip Dıranas, 1940'ta yayımlanan bir yazısında çocukluğunun geçtiği kenti şöyle anlatır:"Misafir olacağım eve varmak için yıkık kale duvarları arasında geçiyordum. Oysaki 30 yıl önce şehrin bütün surları sağlamdı. Biz çocuklar bir taraftan çıktık mı bu surların üstüne, bütün kasabanın etrafını fırdolayı dönerdik. Şimdi kala kala birkaç burçla şehrin ortasına doğru düşen ve saat kulesi hizmetini gören Roma üslubunda bir kale kalmış. Daha eskiden burda Rumlar varken gece oldu mu, surun kapıları kapanır, dışardakiler dışarda, içerdekiler içerde kalırmış. Canlı ve hareketli olan Rumlar, yarımadaya doğru olan kısımda ve kale dışındaydılar. Kenar boyunca kahveleri, çalgılı gazinoları ve meyhaneleri vardı. Yaz gecelerinde liman, gezi sandalları ve balıkçı kayıklarının meşaleleriyle lale tarlasına benzerdi. Şarkılar, kahkahalar... Bütün o yangınlardan ve harp felaketlerinden sonra hepsi bir hayal oldu." Sinop Kalesi daha çok cezaevi olarak ün kazanmış bir tarihsel yapıdır. Özellikle edebiyat ve siyaset alanında ün kazanmış ve çeşitli nedenlerle yargılanıp hapse makûm edilmiş birçok kişi bu cezaevinde yatmıştır. Bu kişilerden biri de ünlü öykü ve roman yazarı Sabahattin Ali'dir... İlkçağ düşünürlerinden Diyojen Sinop doğumludur. Darphane sorumlusu olan babasıyla birlikte sahte para basmakla suçlanan Diyojen'in Sinop'tan sürgün edildiği bilinir. 19. yüzyıl sonlarında Kafkasya'dan gelen göçmenlerden bir bölümünün yerleştirildiği kentin 10 bine yakın olan nüfusunun yüzde 40'ı Rumlardan oluşuyordu. 1950'de ise kentin nüfusu 6 bini bile bulmuyordu. Sinop'ta davul, zurna, tef, bağlama, mızıka, tulum ve kemençe çalınır. Ayancık Eymeleri, Ayancık Çiftetellisi, Muhtar, Karasuda Pazar Var, Munise, Boyabat'ın Pirinci, Derelerde Kuşburnu, Boyabat Çiftetellisi, Karadeniz Horonu ve Tütün ise şehirde oynanan oyunlar arasında. Sinop'un yemekleri: Sinopun çok meşhur şarkıları vardır. Bunlarin bir kaçı: Sinop Müzesi Sinop şehri'nin ve Sinop'un çevresinde ve kazılar sonucunda bulunan tarih eserler sergilenmektedir. Müzede değişik dönemlere ait eserler gösterilmektedir. Bizans, Helenistik, Roma, Prehistorik, Etnografik ve Sinop şehrinin etrafında bulunan ikonlar da müzede sergilenmektedir. 2006 yılında estorasyona alınan Sinop Müzesi ülkede en modern müzeler arasına adını yazdırdı.2008-2009 yılı boyunca toplam 200.000 kişi Sinop Müzesini ziyaret etti. 7. yüzyılda Bizanslılar tarafından bir kilise olarak kullanılan yapının, Roma çağında ise tiyatro ya da hamam olarak kullanıldığı düşünülüyor. Üç kısmındaki fresklerin bir bölümü durmaktadır. Kilise halkin ziyaretine açılmıştır. Mülkiyet özel şahsa ait olduğu için Kültür ve Turizm Bakanlığınca 2000 yıllında kamulaştırılarak gerekli bahçe düzenlemesi yapıldı. Bu cami Sinop'un Selçuklular tarafından fethinden hemen sonra yapılmıştır, buna göre de bir Şelçuklu eseridir. Büyük bir avlusu vardır ve bu avlu güneyde yer alır. Beş kubbesi olan Cami dikdörtgen planı vardır. Şadırvanlı olan ibadethane, şadırvanı avlunun ortasındadır ve bir köşesinde İsfendiyaroğulları'nın türbeleri bulunmaktadır. Sinop şehrini korumak amacıyla MÖ 7. yüzyılda yarımada'nın üzerinde yapıldı meşhur Sinop Kalesi. Çeşitli dönemlerde Romalılar,Bizanslılar ve Selçuklular döneminde kale onarılarak kullanıldı. Bugün bile ihtişamını koruya bilen bu kale 2050 m uzunluğunda, 25 m yüksekliğinde, 3 m genişliğinde ve iki tane giriş kapısı bulunmaktadır. 19. yüzyılda Osmanlı-Rus savaşları sırasında denizden gelen tehlikeleri önlemek amacıyla yapılmıştır. Sinop yarımadası'nın güney doğusunda yer alır bu yapı. Yarı ay şeklindedir. 11 top yatağı, cephanelik ve mahzenlerden oluşmaktadır. Bugün Paşa Tabyası yeme içme tesisi olarak hizmete açılmıştır ve Sinop turizmine hizmet vermektedir. 19. yüzyılda Osmanlı-Rus savaşları sırasında denizden gelen tehlikeleri önlemek amacıyla yapılmıştır. Korucuk tabyaları, küçük bir kayalık tepe üzerinde kurulmuştur. 7 top yatağı, cephanelik ve mahzenlerden oluşmaktadır. Bugün, özel bir şahsın mülkiyetinde olduğundan turizme açılamamıştır. Sinop Cezaevi'nin Sinop'un turizmine büyük bir katkıda bulunuyor. Cezaevi iç kalenin içinde eski tersane alanında yapılan bir yapıdır. Cezaevi Osmanlı'nın Karadeniz bölgesindeki en büyük tersanesiydi. Etrafı yüksek kale bedenleriyle çevrilidir ve 1887 yılından beri cezaevi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Mahkumların kaçımı imkansızdı Sinop Cezaevinden,çünkü dört bir yanı kaleyle çevrili olduğu için. Şu an eski Cezaevi Müze olarak ziyarete açılmıştır. 2004 yılında 45.000 kişi ziyaret'de bulunmuştur. Devlet Giray, Sabahattin Ali, Refik Halit Karay,
Mustafa Suphi, Ahmet Bedevi Kuran, Ruhi Su, Burhan Felek, Zekeriya Sertel ve Nâzım Hikmet bu cezaevinde yatmış bazı isimlerdir. Cezaevini anlatan şiirler Sabahattin Ali'nin kaleminden de çıkmış ve bunlardan "Aldırma Gönül" popüler olmuştur.Sinop cezaevi artık restorasyon çalışmalarıyla daha da güzel hale getirilmeye çalışılıyor.Sinop Eski Cezaevi birçok dizi ve filmde ev sahipliği yapmıştır.Örneğin:Parmaklıklar Ardında,Köpek,Pardon... ve birçok esere daha. Ancak iki kişi kaçmaya çalışmış biri altı deniz veya su oyduğu için boğulmuş diğeri ise kaçmayı başarmıştır Tersane çarşısında olan bu yapı, 1853 Meydankapı mahallesi Tersane caddesi üzerinde olan Şehitler Çeşmesi, 30 Kasım 1853 tarihinde Osmanlı-Rus Savaş'ında şehit düşen Türk denizcilerinin ceplerinden çıkan paralarla yaptırılmıştır. Tersane Caddesi ile Balıkçı Limanı arasındaki meydanda Hacı Ömer Camisi'nin doğusundadır. 3.80 m.x3.80 m. boyutlarında bir alana oturtulmuş dışı kesine taşlarla kaplı, üstü tek kubbe ile örtülü bir meydan çeşmesidir. Zeminde kuzey ve batı cepheleri birleştirilen köşelerde kurnalar arasındaki oluk ya da kanaldan sonra anıtın zemin kaidesi ve bir silme meydana getirilmiş olup, bundan sonra kesme taş kaplamalar sırası gelmektedir. En altta çok dar bir sıra ve onun üstünde daha geniş 2 sıra yer almaktadır. Bunlardan sonra yukarı doğru bir geniş ve bir dar olarak yerleştirilen 5 sıra gelmektedir. Düzgün kesme bloklar bitiminde 4 cepheyi çevreleyen bir silme ve üzerinde ortaları göbekli ve çevresinde 4'er yaprak süs süslemeli diş kesimi, her cephede 18'er adettir. Diş kesimi üstünde dışa taşkın eğimli ve üzerinde düz işlenmiş iki silmeli saçaklık, saçaklığın üzerinde de yapı ile aynı düzeyde ve saçaklıktan daha yüksek düz bölüm gelmekledir. En üstte köşelere küçük birer küre konmuş olup tavan örtüsü kubbedir. Üzeri çinko ile kaplanmıştır. Şehirdeki en bilinen yapı tarihi Sinop Cezaevidir. Bu binanın yanında Alaattin Camii, Pervane Medresesi, Paşa Tabyaları ve Serapis Tapınağı şehrin diğer tarihi merkezleridir. Şehirdeki tek kilise olan Balatlar Kilisesi'nden ise geriye yıkıntılar kalmıştır.Ancak bu şehrin turistik yönüne zarar vermemektedir. Mars gezegenindeki bir kratere Sinop adı verilmiştir. Siirt Siirt, Siirt ili'nin merkezi ilçesi ve şehirdir. Menteşe, Muğla Menteşe, Muğla'nın 13 ilçesinden birisidir. 12 Kasım 2012'de TBMM'de kabul edilen 6360 sayılı kanun ile Muğla merkez ilçesinin lağvedilmesinin ardından kurulmuştur. Artuklu, Mardin Artuklu, Türkiye'nin Mardin ilinin bir ilçesi. 12 Kasım 2012'de TBMM'de kabul edilen 6360 sayılı kanun ile Mardin merkez ilçesinin kaldırılması sonucu ilçe olmuştur. İlçede farklı dinî inanışlar paralelinde, sanatsal ve tarihi değeri olan cami, türbe, kilise, manastır ve benzeri dini eserler bulunmaktadır. Fırat ve Dicle nehirleri arasında Mezopotamya bölgesinde, tarih boyunca pek çok medeniyet yerleşmiştir. Bir dağın tepesinde kurulmuş olan Artuklu, Yukarı Mezopotamya'nın en eski yerleşim yerlerinden biridir. M.Ö.4500' den başlayarak Arami Süryani Arami/Süryani Subartu, Sümer, Akad, Babil, Mitanniler, Asur, Pers, Bizans, Araplar, Selçuklu, Artuklu, Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Artuklu, Güneydoğu Anadolu Bölgesinin Yukarı Mezopotamya havzasında bulunmaktadır. Mardin dağlarının, Mazıdağı, Derik, Midyat, Savur ve Nusaybin yörelerine sokulan yüksek kesimlerinde, Meşe ağaçlarından oluşan topluluklara rastlanır. İklim olarak Akdeniz iklimi ile karasal iklimin ortak özelliklerine sahiptir. Yazları çok sıcak ve kurak, kışları ise yağışlı ve soğuktur. Artuklu'da Türkler, Araplar, Kürtler, Süryaniler ve Ermeniler gibi etnik gruplar yaşarlar. İlçenin kesme taş işçiliğiyle yapılan evleri dikkat çekmektedir. Süryani ve Arap mimarisinin tipik örnekleri olan bu evler ve İslam mimarisinin oluşturduğu cami ve medreseler bir açık hava müzesi görünümündedir. İlçeye hakim bir tepede etkileyici Mardin Kalesi bulunur. Evliya Çelebi, yazdığı seyahatnamede kaleyi ve ele geçirilmesinin zorluğunu şöyle tarif eder: Kırşehir Kırşehir, Kırşehir ilinin merkezidir. 1941 yılında Ankara da toplanan l. Coğrafya Kongresi'nde bu bölgeye ve bölgenin Orta Kızılırmak Bölümü'ne alındı.Şehrin nüfusu 2008 TÜİK verilerine göre göre 101.333 İl nüfusu ise 222.735'dir. 1927'de 13.000 olan nüfusu 1990'da 73.538'e, 2000'de 88.105'e, 2007'de 99.832'ye çıkmıştır. Kırşehir doğu ve güneydoğuda Nevşehir, güneyde Aksaray, kuzeybatıda Kınkkale, kuzeydoğu ve doğuda Yozgat, batıda Ankara ile çevrilidir. Kabaca bir paralelkenarı andıran il topraklarını güney ve güneybatıda Kızılırmak,batı da ve kuzeybatıda Kılıçözü Deresi, kuzey ve kuzeydoğuda Deliceırmak sınırlar. İl topraklarının genişliği ülke topraklarının binde 8`i, İç Anadolu topraklarının yüzde 2,9'u kadardır. Ilin yüzölçümü 6.570 kilometrekaredir. Bu yüzölçümün ilçelere göre dağılımı şöyle: Orta Kızılırmak Havzası'nda ve bölümünde yer alan Kırşehir il topraklari 39°41'- 39°48' kuzey enlemleri ile 33°25'-34°43' doğu boylamlan arasında yer alır. Denizden 985 metre yükseklikte olan şehrin kuşuçuşu olarak gerçek uzaklığı Karadeniz'e (Sinop) 334 km, Akdeniz'e (Anamur Burnu) 362 km. Kırşehir, yönetim bakımından doğu ve güneydoğuda Nevşehir'in Kozaklı, Hacıbektaş ve Gülşehir; güneyden Aksaray'ın Ortaköy güney ve güneybatıda Ankara'nın Şereflikoçhisar ve Bâlâ; kuzeybatıda Kırıkkale'nin Keskin ve Delice; kuzey ve kuzeydoğuda Yozgat'ın Şefaatli ve Yerköy ilçeleri ile çevrilmiştir. Kent, Kayseri ve Nevşehir ile birlikte Kapadokya diye anılan üçgenin kuzeyindedir. Çoğu ya kaybolmuş ya da bilinmeyen eserlerin bulunduğu Kapadokya'nın merkezi ise Kırşehir'dir. Kapadokya Bölgesi, Kayseri merkez olmak üzere Tuz Gölü'nün doğusundan, güneyde Doğu Toroslar; kuzeyde Kırşehir ve Sivas'ın önemli bir kısmını içine alarak Malatya'ya kadar uzanır. Pers dilinde "Katpatukya" olarak adlandırılan Kapadokya'nın sözlük anlamı "Güzel Atlar Ülkesi"dir. Burası binlerce yıl, birçok devlete kucak açmıştır. Kimlerin ne kadar zaman önce buralara geldiği belli değildir. Kırşehir, Anadolu bozkırının ortasında kültür ve sanat merkezi özelliğine sahiptir. Bugün bile hayranlık uyandıran Ahilik felsefesinin doğup yayıldığı Kırşehir, göz kamaştırıcı bir kültür varlığına sahiptir. 13. yüzyılda Türkçeyi büyük bir inançla savunup Türkçe şiirler yazarak Türk edebiyatının ölmez isimleri aırasına katılan Aşık Paşa'yı; gökbilim, İslâm hukuku, felsefe-tasavvuf bilgini Caca Bey'i ve daha nicelerini yetiştirmiş bir ildir. Önceleri Makissos (Macissus) adıyla anılan kent, İm­parator I. Jüstinianos devrinde (527-568) yeniden kurulmuş ve Jüstinianopolis diye anılmaya başlamıştır. Uçsuz bucaksız bozkırın ortasında yükselen bu kente Türkler "Kır şehri" adını vermiş­lerdir. Kır şehri zamanla halk dilinde "Kırşehir" oldu. Bu gün bile bazı köylerinde yaşa­yan halk, burasını Kır şehri diye anar. Kırşehir ismi Türkçedir. Bir rivayete göre de Timur'un Anadolu'ya gelişinde kendisine karşı koyan burada yaşayan halkı göstererek "kırın şehri" dediği, daha sonra bunun Kır şehri olarak değiştiği ve bugünkü ismini aldığı da söylenmektedir. Kırşehir'de, kışları soğuk ve kar yağışlı, yazları sıcak ve genellikle kurak geçen karasal iklim görülür. Son yıllarda, yaz yağışlarında artışlar görülse de, Thorntwait'in iklim tasnifine göre, Kırşehir yarı kurak iklim özelliğine sahiptir. İldeki yıllık sıcaklık ortalaması 11.3 °C'dir. Yıllık ortalama yağış miktarı ise 415,9 kg/m²'dir. Seyfe Gölü çöküntü alanı ile Kırşehir kenti arasında bulunan bu dağlar, kuzeybatıdan güneydoğuya doğru uzanarak Mucur İlçesi'ne sokulur. Mucur yakınlarında, aynı yönde uzanan platolar üzerinde belirginliği aıalan dağlar, ilçenin kuzey doğusunda yeniden yükselir. Nevşehir kuzeyindeki Kızıldağ ile birleşir. Kervansaray Dağları'nın en yüksek noktası şehrin kuzeydoğusunda kalan bölümüdür ve 1707 metredir. Aynı sıranın öbür önemli dorukları ise Amıutlu, Köpekli, Kırlangıç ve Kızıldağ'dır. Bu dağlar, bitki örtüsünden yoksundur. Akarsuların açtığı derin vadilerle parçalanmıştır. Şiddetli aşınma sonucu yer yer düzleştiği için de platolara dönüşmüştür. Adını aldığı ilçenin batısındaki platonun ortasında yükselir. Çiçek Dağı'nın yüksekliği 1691 metredir. Bu dağ, Deliceırmak'a doğru akan derelerin açtığı vadilerle parçalanmıştır. Orman örtüsü bakımından seyrektir. Bu kütlenin yakinında olan Yağmurlu Dede Tepesi de, 1585 metre yüksekliğindedir. Bitki örtüsü bakımından yoksun olan bu dağ, derin vadilerle parçalanmıştır. Kaman llçesi'ndedir. Güney-güneydoğu yönünde uzanan Aliöllez Dağı'nın yüksekliği 1528 metredir. Bitki örtüsü bakımından zayıftır ve Hirfanlı Barajı yönünde derin olarak parçalanmıştır. Kırşehir ile Kaman arasındadır. 1963 metre yükseltisi olan bu dağ batıdan güneydoğuya doğru uzanır. Kırşehir'in en yüksek noktası bu dağın zirvesidir. Ayrıca dağın eteklerine kurulan şirin bir kasaba olan Çağırkan'a ayda 4 bin turist gelerek ekonomik anlamda kasabaya etki etmektedir. Halk arasında "Çöl" ya da "Seyfe Ovası" olarak adlandırılan Malya Ovası, Kırşehir'in kuzeyinde yer almaktadır. Çiçekdağı İlçesi'nin Salep Boğazı ve Taburoğlu köyleri doğrultusunda başlayan ova, Mucur topraklarını içine alarak Kayseri il sınırına doğru uzanır. 1100 metre yüksekliktedir. Yani yüksek ovadır. Merkez İlçe'nin 20 kilometre kuzeydoğusundadır. 400 kilometrekare alana sahip olan ovanın üzerinde Malya Tarım İşletmeleri (Malya Devlet Üretme Çiftliği) bulunmaktadır. Kırşehir'deki platolann yumuşak yapısı sonucu büyük aşınmalarla ortaya çıkmıştır. Karasal iklimin etkili, olması nedeniyle Malya Ovası orman bakımından yeterli değildir. Bunun için burada küçükbaş hayvancılık yapılmaktadır. Çoğun Baraji nın yapılmasından sonra, akarsuların taşıdığı maddelerin birikmesinden oluşan topraklar, Çoğun Ovası adıyla anılmaya başlanmıştır. 17 -18 kilometre uzanan toprakların kapladığı alan 2500 hektara yaklaşmaktadır. Çevredeki toprakların sulanması nedeniyle sanayi bitkileri ve meyve üretimi artmış, kentin tarımdan elde ettiği yıllık gelir yükselmiştir. Kırşehir'in güneyinde bulunan bi
r ovadır. Üzerinde sulama göleti (regülatör) yaptırıldıktan sonra bu bölge güzler regülatör'ü sulanır 15 kilometre uzunluğunda bulunan bu ovanın kapladığı yer ise 2400 hektar kadardır. Sulanabilen yerlerde endüstri bitkileri yetiştirilmektedir. Son yıllarda şekerpancarı üretiminin artması üzerine Şeker Fabrikası'nın bu ovaya kurulması kararlaştırıldı ve temeli atıldı.şu an şeker fabrikası faliyete geçmiştir. Ayrıca, Hamamözü, Değirmenözü, Acıöz, Manıöz ovaları ile Kenar, Tatarilyas, Kuytuluk, Körkuyu, Çardaklıbel, Yalnız. Mezar, Göbek, Laleli, Güllüdağ, Ekizağıl ve Aksakal yaylaları da vardır. 1976'da yapılan araştırmalaırda köylerin yüzde 30'u yaylalarda kurulmuştur. Türkiye'nin en uzun ve önemli vadisidir. Sivas'ın Kızıldağ yakınlarından doğan Kızılırmak, İç Anadolu Bölgösi'nde bir yay çizdikten sonra kuzeye doğru uzanarak Karadeniz'e dökülür. Kırşehir bu vadinin içinde yer alır. Bu vadi Aydoğmuş ve Yörücek'in doğusundan il alanına girer ve Ecikağıl yakınlarından sınırı terk ederek Ankara sınırına ulaşır. Hirfanlı ve Kesikköprü Barajları bu vadi üzerinde yer alır. Baranlı Dağları'nın yamaçlarından baştayan vadi Aydınlar'a (Sofular'a) dek uzanır, daha sonra yay çizerek Çoğun'a gelir. Özbağ'dan ve Kırşehir'in merkezinden geçtikten sonra Güzler'in üzerinden Kızılırmak Vadis'ı'ne açılır. Çoğun'a dek dik ve dar olan Kırşehir Kılıçözü Vadisi'nin iki tarafında önemli tarım alanları bulunmaktadır. Çoğun ve Güzler göletleri sayesinde bu vadinin hemen hemen topraklarının bütünü sulanmaktadır. Yozgat sınırları içinde kalan vadinin, Kırşehir sınırına yaklaşlığında Yerköy yöresinde tabanı genişlemeye başlar. Deliceırmak Vadisi, Ankara - Yozgat sınırını oluşturarak, Çorum il alanından Kızılırmak Vadisi'ne açılır. Kırşehir sınırı içerisinde kalan kısımlannda sulamalı tarım yapılabilir. Kaman İlçesınin kuzeyine doğru sokulur. İl alanının güney ve güneydoğusunda dar ve oldukça dik bir koridor şeklinde açılmışar. Geniş olmayan bu vadi, Ocakbaşı Bucağı'ndan Ankara il alanına girer. Kuzeyden doğuya doğıu genişçe bir yay çizerek Ankara - Yozgat sınırından Delice Vadisi'ne açılır. Kırşehir, Kızılırmak ve onun önemli bir kolu olan Deliceırmak Havzası üzerindedir. Bu bakımdan irili ufaklı birçok akarsu il toprakları içerisindedir. Bu akarsulann önemlileri şunlardır: Kızılırmak Türkiye'de doğan ve Türkiye'de denize dökülen bir akarsudur. Sivas'ın İmranlı İlçesi'nin doğusundaki Kızıldağ'dan doğar, Sivas, Kayseri, Nevşehir, Kırşehir ve Ankara illerinden geçtikten sonra Iç Anadolu Bölgesi'ni terk eder. Adını, içinde tuz ve jips bulunan, çoğunlukla kızıl renkli, kumlu-killi topraktan almaktadır. 1355 km. ile Türkiye'nin en uzun akarsuyu olan Kızılırmak, Kırşehir'in 17 kilometre güneyinden geçer. Irmağın geçtiği yerlere Kızılırmak Havzası denir. Türkiye'nin Fırat Havzası'ndan sonra en büyük havzasıdır. Kırşehir bu havzanın üzerinde olmasına rağmen, ildeki dere ve çaylann fazla olması nedeniyle ovalık alan ve sulanabilen alan bakımından fakirdir. Bitki örtüsü de azdır. Yazın yeterli yağış almayan Kızılırmak, düzensiz bir akışa sahiptir. Kışın kar şeklinde olan yağışlar nedeniyle önemli bir yükselmeye rastlanamaz. Akarsu üzerinde Hirfanlı ve Kesikköprü Barajlan bulunur. Baranlı Daği nın kuzey yamaçlarından doğar. Kırşehir ve Güzler'i geçerek Taka denilen yerde kocabey köyü sınırları içerisinde Kızılırmak'a karışır. Kuzey-güney doğrultusunda akan 80 kilometre uzunluğundaki Kılıçözü Deresi'nin sulanndan tarımda yararlanılmaktadır. Dere üzerinde, sulama ve taşkını önleme amacıyla Çoğun Barajı ile İğdeliöz, Kılıçözü ve Güzler sulama regülatörleri yapılmıştır. Düzensiz bir akışa sahip olduğundan yazın suları azalır. Kışın ve bahar aylannda ise yağışlar ve ani eriyen kar suları yüzünden zaman zaman taşar. Yozgat-Kırşehir sınırını oluşturan bu akarsu, Kızılırmak'ın önemli bir koludur. Yozgat'taki plato ve dağlann güney yamaçlarında doğar. Çorum il alanından kuzeye dönen Deliceırmak, burada Kızılırmak'a kanşır ve Karadenize dökülür. 150 kilometre uzunluğundaki bu akarsu, Karaova'nın batısında, ilin kuzey bölümünde yer alan dağ ve platoların sularını toplayan Malaközü Deresi'ni alır. Dere Ankara-Yozgat sınırından Deliceırmak'a karışır. Kırşehir'in 35 kilometre doğusunda bulunan sığ Seyfe Gölü, 15 kilometrekarelik bir alanı kaplamaktadır. Denizden 1080 metre yükseklikte olan gölün bulunduğu Seyfe Ovası'nın tamamı 152.200 hektardır. Bunun 1550 hektarı göl, 9700 hektarı geçici bataklık, geriye kalanı ise tarım alanıdır. Gölün derinliği, içeriye doğru 200 metre ilerledikçe 4 - 5 metreyi bulmaktadır. En derin yeri 10 -12 metre arasındadır. Yazın suyu iyice azalan Seyfe Gölü'nün kış aylannda bol yağış nedeniyle kabardığı ve etrafının bataklığa dönüştüğü görülür. Kapalı Havza olduğu için suyu, durdukça tuzlanır. Bu nedenle toprak çoraklaşır. Tuzlu suya sahip olması nedeniyle Tekel İşletmesi tarafından tuz işletmeleri açılmıştır. Seyfe Gölü, dünyada nesilleri azalan Flamingo kuşlarının konakladığı bir yerdir. 600 binden fazla çeşitli türden kuşların bulunduğu bu alan Millî Park alanı haline getiriliyor. Av mevsiminde avcılar tarafından vurulan bu kuşların nesillerinin azalmaması için önlemler alınıyor. 50 kuş türünün kuluçkaya yattığı,182 kuş türünün barındığı "Kuş Cenneti" ne yaklaşık 25 kuş türü de göç sırasında uğramaktadır. Mucur'a 20 kilometre olan tektonik göl niteliğindeki Seyfe Gölü nün batısında Seyfe ve Gümüşkümbet, doğusunda Kızıldağ ve Karaarkaç, kuzeyinde Malya DÜÇ, güneyinde Yazıkınık ve Budak Köyleri bulunmaktadır. 1971 yılında İran'ın Ramsar kentinde imzalanan ve “Su Kuşları Yaşam Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme” olarak da bilinen Ramsar Sözleşmesi'nin onaylanması Türk Hükümeti tarafından uygun görülerek 30.12.1993 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. Aralık 2006 tarihinde seyfe gölü kurumuştur. Gölün kuruması ile baraber su kuşlar bölgeyi terk etmiştir. Seyfe Gölü'nün eski haline getirilebilmesi için DSİ'nin bir takım çalışmaları bulunmaktadır. Elektrik üretmek, taşkınları önlemek ve sulamada kullanılmak amacıyla 1959 yılında tamamlanan ve 8 Ocak 1960 tarihinde işletmeye açılan Hirfanlı Barajı`nın açılışına zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes, bakanlar ve diplomatik erkan katıldı. O tarihlerde Türkiye'nin büyük barajı olan 81 metre yüksekliğindeki bu barajın gölünün en geniş yeri 15 kilometredir. 75 kilometre uzunluğundaki baraj gölünün alanı 320 kilometrekaredir. Şu anda Türkiye'nin Keban'dan sonra ikinci büyük barajıdır. 6 milyar metreküp kaya dolgu ile yapılan barajdan yılda 400 milyon kilovatsaat enerji üretiliyor. 4 tribünden meydana gelen santralın oluşturduğu yapay göl, yörenin iklimini olumlu yönde değiştirmektedir. Gölette kerevit ve balık üretilmektedir. Üretilen balıklar arasında sazan, kefal, kaya ve gümüşbalığı ile kepenek türündeki balıklar bulunmaktadır. Kaman'a 19 kilometre uzaklıktaki tesisler doğrudan doğruya ilçeye bağlıdır. Bu tesisler yörede yaşayan halkın deniz ve plaj gereksinimini karşılayabilecek durumdadır. Gölün suyu tatlıdır... Kesikköprü yakınlarındadır. Kızılırmak üzerinde kurulan baraj,1966 yılında işletmeye açılmıştır. Gölün uzunluğu 15 kilometre, en geniş yeri 2,5 kilometre ve alanı da 38 kilometrekaredir. Ankara sınırları içerisinde kalan gölde tatlı su balıkları yetiştirilmektedir. Bol miktarda su midyesi üretiliyor. Hirfanlı Barajı'na 25 kilometre uzaklıktadır. Kaman İlçesi'ne bağlı Büğdüz Köyü topraklarının bir kısmı baraj sulan altında kalmıştır. Kırşehir'e 15 kilometre uzaklıkta bulunan Çoğun Baraj Gölü, kentin kuzeyindedir. Kaman yöresinden gelen Araz Çayı'nın sulannı toplamaktadır. 1970'li yılların ortasında açılan göl, taşkın ve sulama amaçlıdır. Temelden yüksekliği 43 metredir. 22 milyon metreküp su toplanan gölün alanı 238 kilometrekaredir. Dolgu tipi olan göl sayesinde 2.068 hektar alan sulanabilmektedir. Gölde, tatlı su balıklan da yaşamaktadır. Aynca, Nevşehir sınırları yakınındâ da küçük bir obruk gölü vardır. Kırşehir Belediyesi’nin aşağıdaki şehirlerle kardeş şehir anlaşması vardır: Kayseri Kayseri, Türkiye'nin bir ili ve en kalabalık 14. şehridir. 2016 yılı itibarı ile nüfusa sahiptir. Akkışla, Bünyan, Develi, Hacılar, İncesu, Kocasinan, Melikgazi, Pınarbaşı, Sarıoğlan, Sarız, Tomarza, Yahyalı, Talas, Özvatan, Felahiye ve Yeşilhisar olmak üzere 16 ilçeden oluşmaktadır. Ankara ve Konya'dan sonra İç Anadolu'nun üçüncü büyük kenti ve sanayi merkezidir. Orta Kızılırmak Bölümünde, Erciyes Dağı'nın eteklerinde bir ildir. Kuzey ve kuzeybatıda Yozgat, kuzey ve kuzeydoğuda Sivas, doğuda Kahramanmaraş, güneyde Adana, güneybatıda Niğde, batıda ise Nevşehir illeriyle çevrilidir. Dünyanın en eski şehirlerinden biri olan Kayseri (eski Mazaka, Kaisareia), klasik çağlarda Kapadokya adı verilen bölgededir. Kızılırmak'ın güneyinde bulunan bu bölge, Tuz Gölü'nden Fırat nehrine kadar uzanır. İpek Yolu buradan geçer. Bölge, pek çok uygarlığın beşiği olmuştur. Kayseri kentinin adı Latince Caesarea, Yunanca καισαρία (kaysaria) adı Arapça biçiminden Türkçeleştirilmiştir. Eski isimleri "Mazaka" ve "Kaisareia" (Fransızca Césarée)'dır. "Kayser" veya "kaysar" (Arapça ve Osmanlıca: قيصر), Roma ve Doğu Roma (Bizans) imparatorlarına verilen Caesar (Yunanca: καισαρ, kaisar) unvanının İslam ülkelerinde kullanılan biçimidir. Osmanlı sultanları II. Mehmed'ten başlayarak resmî sıfatları arasında Kayser-i Rum unvanını da kullanmışlardır. Caesar asıl olarak Romalı devlet adamı Caius Julius Caesar'ın (MÖ 100-44) lakabıdır (cognomen). Caesar'ın manevi oğlu olan ilk Roma imparatoru Octavianus Augustus, onursal bir unvan olarak Caesar lakabını benimsemiştir. Daha sonraki Roma imparatorları da Caesar ve Augustus unvanlarını bir arada kullanmışlardır. Rus hükümdarları, Caesar adının Rusça biçimi olan tsar (Rusça: цар, çar) unvanını 1453'te İstanbul'un Türkler tarafından fethinden kısa bir süre sonra benimsemişlerdir. Adlandırmanın amacı, Osmanlı sultanlarının Rum kayserliğine varis olma iddiasına karşı koymak v
e Bizans tahtının mirasında hak iddia etmektir. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu (961-1804), Avusturya İmparatorluğu (1806-1918) ve Alman İmparatorluğu (1871-1918) da Latince Caesar ve Almanca Kaiser unvanlarını kullanmıştır. Özellikle son Alman imparatoru II. Wilhelm (1888-1918), Kaiser unvanını ön plana çıkarmıştır. Türkçe kullanımda Alman imparatorunun lakabı çoğu zaman kayzer, eski Rum ve Osmanlı hükümdarlarının lakabı ise kayser imlasıyla yazılır. Ayrıca Yılanlıdağ'ın zirvesinde dönemin en büyük Kapadokya kralına ait olan mezar kabri keşfedilmiş, çevresinde çok eski tarihî bir kale ve kale ortasında bir darphane de bulunmuştur. Kale içindeki kazılarda ele geçen bir tablete göre bu dağ üzerinde gizli bir yerde yer altı şehri ve hazineler bulunmakta olduğu iddia edilmektedir. Kayseri, MÖ 4000 ile MS 2000 olmak üzere 6000 yıllık bir tarihe sahiptir. MÖ 2000 yıllarında Anadolu’ya gelen Hititler, Kayseri’ye 22 km uzaklıkta bulunan Kültepe (Kaniş) şehrini kurmuşlardır. Kültepe, Kayseri ovasının en büyük şehri ve Anadolu’nun en büyük höyüklerinden biridir. Kültepe’nin hemen yanında yer alan Karum’da (Pazarşehir) yapılan kazılarda bu döneme ait çivi yazısı ile çeşitli yazılı tabletler bulunmuş ve bu tabletlerden Asurlu tüccarlarla Hititli yerliler arasındaki ticari ilişkilere ait bilgiler elde edilmiştir. Kültepe, MÖ 4000 yılından Roma devri sonuna kadar devamlı olarak yerleşme görmüştür. Kayseri, 1988 yılında çıkarılan 3508 sayılı Kanun ile büyükşehir unvanı kazandı. Başlangıçta iki ilçe (Kocasinan ve Melikgazi) Kayseri Büyükşehir Belediyesinin sınırlarına dâhil edildi. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı Kanun ile büyükşehir belediyesinin sınırları, valilik binası merkez kabul edilerek yarıçapı 20 kilometre olan dairenin sınırlarına genişletildi. Bu sınırlar içinde kalan 5 ilçe, büyükşehir ilçe belediyeleri hâline geldi. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı Kanun ile 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesinin sınırları il mülki sınırları oldu. Kayseri, İç Anadolu’nun güney bölümü ile Toros Dağları'nın birbirine yaklaştığı bir yerde Orta Kızılırmak bölümünde yer alır. 37 derece 45 dakika ile 38 derece 18 dakika kuzey enlemleri ve 34 derece 56 dakika ile 36 derece 58 dakika doğu boylamları arasında bulunmaktadır. Doğu ve kuzeydoğusu Sivas, kuzeyi Yozgat, batısı Nevşehir, güneybatısı Niğde, güneyi ise Adana ve Kahramanmaraş illeri ile çevrilidir. 1929 yılında yapılan Haydarpaşa - Kars demiryolu idari sınırlarından geçmektedir. Kayseri İl Nüfusu: 1.358.980'dir (2016). İlin yüzölçümü 16.970 km²'dir. İlde km²'ye 80 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 830 kişi ile Melikgazi’dir) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,34 olmuştur. 2016 yılında TÜİK verilerine göre 16 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 758 mahalle bulunmaktadır. Kayseri il nüfusu: 1.376.722 (2017 sonu). İlin yüzölçümü 16.970 km²'dir. İlde km²'ye 81 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 842 kişi ile Melikgazi’dir) İlde yıllık nüfus artış oranı %1,31 olmuştur. 2017 yılında TÜİK verilerine göre 16 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 758 mahalle bulunmaktadır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Talas (% 7,06)- Akkışla (-% 4,85) İllerin sosyo-ekonomik gelişmişliklerinin takip edildiği indekse göre Kayseri 1996 yılında 15. sıradayken, en son 2003 yılında hazırlanan ve 2004 Mayıs'ında yayımlanan indekste ise 19.dur. Sıra değişimi -4'dür. Her iki indeks çalışmasında da Kayseri, 2. derece gelişmiş iller arasında yer almıştır. Sanayi siteleri ve büyük organize sanayi bölgeleri sanayi sektörünün altyapısı olarak değerlendirilebilir. Kayseri'de KSS kapsamında 3500'e yakın iş yeri yapılmıştır. İlde 8 KSS faaliyet göstermektedir. Kayseri'de 3 organize sanayi bölgesi bulunmaktadır. 1. Organize Sanayi Bölgesi dışındaki Mimarsinan Organize Sanayi ve İncesu Organize Sanayi bölgeleri 2005 yılında faaliyete başlamıştır. Sanayi altyapısı çerçevesinde Kayseri Serbest Bölgesi de önemli bir yere sahiptir. Kayseri Serbest Bölgesi, Türkiye'nin en büyük serbest bölgesi alanına sahiptir. Kayseri Serbest Bölgesinde 2007 yılı verilerine göre yaklaşık 43 tesis faaliyet göstermektedir. Kayseri 1. Organize Sanayi Bölgesinde 2006 yılı itibarıyla 711 sanayi tesisi bulunmaktadır. Bu rakam 2013'te 816'ya ulaşmıştır. Ayrıca 2015 yılı Haziran ayında Kayseri'ye bağlı Kalkancık mahallesinde büyük bir sanayi sitesi yapılacaktır. Kayseri maden varlığı açısından zengin sayılabilecek bir ildir. Kayseri'nin maden ve diğer yer altı zenginlikleri şu şekildedir: Asbest, altın, bakır, kurşun, çinko, demir, diyatomit, fosfat, jips, kaolen, krom, kum-çakıl, manganez, mermer, tuğla-kiremit ve turba. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yayınlanan bir rapora göre şehir merkezine 65 km uzaklıkta, Himmetdede beldesinde, 28,2 milyon ton altın rezervi bulunduğu belirtilmiştir. Kayseri, orman potansiyeli bakımından zengin değildir. Türkiye orman varlığının %0,5'i Kayseri'dedir. Kayseri'de 22.000 hektar normal ve 85.000 hektar bozuk olmak üzere 107.000 hektar orman arazisi bulunmaktadır. Orman yapısının zayıflığı orman ürünleri üretimini de sınırlamaktadır. Tarım; Kayseri ekonomisinde sanayi, ticaret, ulaştırma sektörlerinden sonra gelmektedir. 671.000 hektar arazi tarımda kullanılmaktadır. Bu miktar il topraklarının %40'ına karşılık gelmektedir. İl sanayisinin %13'ü tarım dışı, %6'sı çayır-mera, %41'i orman fundalıktır. Tarım arazisinin %48'i tahıl ekimine ayrılmakta %42'si ise nadasa bırakılmaktadır. Kalanı baklagillere, endüstriyel bitkilere, yağlı tohumlara, yumru bitkilere, sebzelere ve meyveciliğe ayrılmıştır. 607.000 hektar sulanabilir arazinin 150.000 hektarı ekonomik olarak sulanabilmektedir. Sulama kapasitesi artarken sulu tarımda verim 5-6 kat artacağından sulama projeleri inşaatları sürdürülmektedir. Kayseri'de küçükbaş ve büyükbaş hayvancılık Türkiye ortalamasına yakın olup küçükbaş potansiyeli büyükbaş potansiyeline göre daha fazla gelişmiş durumdadır. Kanatlı hayvan varlığı Türkiye ortalamasının iki katı seviyesindedir. Kayseri'nin Akkışla ilçesinde resmî rakamlarla 110.000 küçükbaş, 13.000 büyükbaş hayvan bulunmaktadır ki bu da nüfusu 7.000 olan bir ilçe için büyük rakamlardır. Kayseri'de üretilen hayvansal ürünler içerisinde parasal değer olarak ilk sırayı et, ikinci sırayı süt, üçüncü sırayı da yumurta almaktadır. Beyaz et dördüncü ana üründür. Kayseri'de tatlı su balıkçılığı da sürekli gelişmektedir. Kayseri ticaretinin ve ekonomisinin tarihi milattan öncesine dayanmaktadır. Şehrin isminin Mazaka olarak anıldığı dönemlerde, dünyada ekonominin ve ticaretin tek merkeziydi. Yeni keşfedilen belgelere göre de Türkiye ve dünyada ilk organize sanayi Kayseri'de Bacıyan-ı Rum (Ahi Evren'in kurduğu Anadolu Bacıları) tarafından kurulmuştur. Bu bilgi, Bacıyan-ı Rum belgeselinin çekimlerini de Kayseri'de yapan, yapımcısı Nuh Mete Deniz tarafından belge ile belgelenmiş ve bilim adamlarına sunulmuştur. Aynı şekilde gerek sanayileşme ve kentleşme olgularıyla olan iki yönlü bağlantısı ve gerekse yarattığı gelir ve istihdam açısından Kayseri çok önemli bir ildir. Sanayi yapısı ile tarım ve hayvancılık potansiyeli Kayseri'deki mevcut ticari hayatın gelişmesinde önemli bir yer tutmaktadır. Kayseri'nin sanayi üretim kapasitesi ve çeşitliliği dış ticareti de geliştirmiştir. Takribi iki milyar dolar ihracat gerçekleştirilmektedir. İlde 20.000'i aşkın ticaretle uğraşan iş yeri vardır. Ayrıca Kayseri'de bankacılık da gelişmiştir. Mantı, Pastırma, Sucuk, Sucukiçi,Çemen,Fırın Ağzı,Kayseri Ketesi,Pehli, Yağlama (Şebit Mantısı)'dır. Kabak çiçeği dolması ile İçli köfte de yapılır, yöre sarımsak ve baharatlı yemekleri ile tanınır. Ayrıca Nevzine tatlısı da Kayseri'ye özgü bir tatlı çeşididir. Şehir merkezine yakınlığı ve dünyaca ünlü toz karı ile meşhur Erciyes Dağı, şehrin güney kısmında yer alır. Deniz seviyesinden yüksekliği 3.917 metredir. Türkiye'nin büyük dağlarından biri olma özelliğine sahip olan Erciyes, yıl içerisinde kayak yapmak için uygun bir alan olarak görülebilir. Türkiye'nin kayak pistine sahip bölgelerinden biridir. Ayrıca sağlık turizmi açısından da, gerek temiz ve yumuşak havası gerekse doğal zengin mineralli kaynak sularıyla sağlık ve kış sporları için uygundur. Var olan Erciyes kayak bölgesi, alt istasyonu deniz seviyesinden yaklaşık 2200 metre yükseklikte olan ve Kayseri’ye yaklaşık 23 kilometre uzaklıkta olan Tekir Yaylası üzerine kurulmuştur. Bol kar alışı ve havasından dolayı kayak mevsimi uzun olan bir dağdır. 850.000 metrekare yüz ölçümü, spor ve yürüyüş alanları ve restoranları bulunan Kayseri'ye kara yoluyla 10 dk. uzaklıkta bir bölgedir. Yahyalı ilçesinin Küçükçakır köyünün kuzeyinde bulunan Ensenin tepesinde yer almaktadır. Kapuzbaşı şelaleleri irtifa akışı itibarıyla Niagara'dan (55 m), Finlandiya'da bulunan İmatra'dan (25 m), Erzurum’daki Tortum’dan (50 m), Antalya’da bulunan Düden’den (25 m) ve Manavgat’tan (5 m) daha büyüktür. Dünyanın sayılı kuş yurtlarından biridir. Sultansazlığı, barındırdığı kuş varlığı ile Avrupa ve Orta Doğu'nun en önemli sulak alanlarından biridir. Sultansazlığı'nda şimdiye kadar 251 kuş türü tespit edilmiştir. 600 bin adet ördek, kaz ve flamingo tespit edilmiştir. 17.200 hektarlık alanı kapsamaktadır. 1971 yılında alanın Orman Bakanlığı tarafından "Su Kuşları Koruma ve Üretme Sahası" olarak ilan edilmesini takiben, koruma çalışmaları başlatılmıştır. Kayseri, Mimar Sinan'ın memleketi olarak mimaride olduğu kadar taş ve ahşap oymacılığında da oldukça ileridir. Sinan'dan önce 1238 yılında Selçuklu hükümdarı I. Alaeddin Keykubad'ın karısı Mahperi Hatun tarafından yaptırılan Hunat Camii ve Külliyesi'nin taş ve ahşap işlemeciliği orijinal halini korumaktadır. Ortasındaki kubbesi ve minaresi sonradan inşa edilen külliyenin doğu ve batısındaki tac kapıları Selçuklu taş işçiliğinin en güzel örneklerindendir. Hunat Camii Külliyesi sağlam kesme taş işçiliği ve kaleyi andıran duvarlarıyla dikkati çeker. Kayseri ili sınırları içerisinde yer alan Sultanhanı'nda da aynı ü
slubun uygulandığı taş işçiliği görülür. Keza; İstasyon Caddesindeki Hacı Kılıç Camii ve Medresesi ise II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in oğlu II. İzzeddin Keykavus zamanında 1249 - 1250 tarihinde yaptırılmış olup, birbirine bitişik olan cami ve medresenin kapıları da tıpkı "Hunat Hatun" Külliyesinde olduğu gibi aynı ustaların elinden çıkmışcasına aynı zarafettedir. 17. yüzyılda yapılan, Cumhuriyetin ilk yıllarında tadilat edilen Güpgüpoğlu konağında da yüzlerce yıl önceki desenlerin benzeri ağaç oyma bezemeler mevcuttur. Futbolda Süper Lig'de Kayserispor şehri temsil eder. Şehirde, 2009'da hizmete giren 32.863 seyirci kapasiteli tüm tribünleri kapalı, tamamı koltuklu Kayseri Kadir Has Şehir Stadyumu mevcuttur. Basketbolda ise kadınlar birinci liginde mücadele eden AGÜ spor ile temsil edilmektedir. AGÜ spor maçlarını 7.500 seyirci kapasiteli Kadir Has Spor Salonunda yapmaktadır. Kickboks-Muay Thai-Wushu 3 branşta millî sporcu olan Uğur Can Bayazit Kayserilidir. Amatör sporda ve atletizmde Kayseri Birlikspor şehri temsil etmektedir. Talas'ta Kayseri İsmail Hakkı Güngör Güreş Eğitim Merkezi bulunmaktadır. Bellano AGÜ, 2016-17 sezonuda basketbol kadınlar Türkiye Kupası 2.si oldu. AGÜ, 2016-17 sezonunda basketbolda EuroCup Women Avrupa 2.si olmuştur. 2017-2018 Sezonu sonunda, Kayserispor futbol süper liginde 9.olmuştur. Basketbol kadınlarda AGÜ Spor süper liginde 10.olmuştur. Futbol 3. Liginde ve Bal’da 3 takımı, Futbol kadınlar 3.liginde 4 takımı vardır. Ayrıca Basketbol, voleybol ve hentbol 2.liglerinde 7 takımı daha bulunmaktadır. Kayseri’nin futboldaki 3.lig takımı Erciyesspor, Ziraat Türkiye Kupası 2. Turunda Nevşehir Gençlikspor’a elenmiştir. Kayserispor ise 3.turda Van BŞB, 4.turda Yeşil Bursa AŞ’yi, 5.turda Eyüpspor'u elemiştir. 6.turda (Son 16 turu) ise Antalyaspor ile karşılaşacaktır. Erciyes Üniversitesi, 1978 yılında Kayseri Üniversitesi adı altında kuruldu. 1969 yılında Hacettepe Üniversitesine bağlı olarak açılan Gevher Nesibe Tıp Fakültesi ve 1977 yılında açılan Kayseri İşletme Fakültesi, Erciyes Üniversitesinin nüvesini oluşturmuştur. Kayseri’deki diğer iki yüksek öğretim kurumu olan ve 1965’te kurulan Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü İlahiyat Fakültesi olarak; 1977’de kurulan Kayseri Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisini Mühendislik Fakültesi olarak bünyesine alarak 1982 yılında Erciyes Üniversitesi adını almıştır. Abdullah Gül Üniversitesi, Kayseri'nin 4. üniversitesi ve 2. devlet üniversitesidir. Melikşah Üniversitesi, Kayseri'nin ilk vakıf üniversitesi olma özelliği taşıyan üniversite 2008 yılında öğrenci alımına başlamıştır. Nuh Naci Yazgan Üniversitesi, Kayseri'nin 2. vakıf üniversitesi olan üniversite 2011-2012 eğitim öğretim döneminde öğrenci alımına başlamıştır. Kayseri il merkezinde, 7 günlük siyasi gazete, 3 ulusal, 5 yerel televizyon ve RTÜK'e kayıtlı 16 radyo ve 1 yerel internet sitesi bulunmaktadır. Basın İlan Kurumunun Kayseri'de şubesi bulunmaktadır. Uydudan yayın yapan TV 1, TV Kayseri, yerel yayın yapan Erciyes TV, Elif TV, KAY TV, Kanal 38 ve Erciyes Üniversitesi Kampüs TV ile Kayseri medyası oldukça gelişme göstermiştir. Kayseri, merkez nüfusu göz önüne alındığında Türkiye'de en çok günlük gazete yayınlanan şehirdir. Şehir merkezinde (Kocasinan + Melikgazi ilçeleri) hâlen 21 günlük siyasi gazete yayınını sürdürmektedir. Şehirde özel ve belediye halk otobüslerinin yanı sıra hafif raylı tramvay hattı, Kayseray bulunmaktadır. Kayseray, Kayseri OSB-Cumhuriyet Meydanı-İldem 5 ve Cumhuriyet Meydanı-Talas olmak üzere iki hatta çalışmaktadır. Bu hatlar Cumhuriyet Meydanı-Tuna arasında aynı rayları kullanmakta ve ara duraklarda aktarmaya olanak vermektedir. Rize Rize (Antik Yunanca: Ριζαίον ("Rizeon"), Yunanca: Ριζούντα ("Rizunda") Lazca: რიზინი ""Rizini""), Karadeniz Bölgesi'nin Doğu Karadeniz bölümünde yer alan bir şehirdir. Doğuda Çayeli ve Güneysu ile, güneyde İkizdere, batıda Derepazarı ve Kalkandere, kuzeyde Karadeniz ile çevrilidir. Şehrin nüfusu 2009 yılına göre 96.503'tir. 1927'de 14.000 olan nüfusu 1990'da 52.743'e, 2000'de 78.144'e, 2007'de 94.800'e çıkmıştır. Rize, 2 başbakan (Recep Tayyip Erdoğan, Mesut Yılmaz) 1 cumhurbaşkanı (Recep Tayyip Erdoğan) çıkarmıştır. Antik Çağ yazılı kaynaklarında Rhizus (Πιζοῦς) olarak anılan Rize adının Yunanca "ριζα" (riza) isminden geldiği sanılmakta olup anlamı "Dağ Eteği"'dir. Bazı yazarlar kent adını yine Yunanca "pirinç" anlamına gelen rizi (ρύζι) ile "kök, temel, esas" anlamına gelen Riza (ῥίζα) kelimesiyle ilişkilendirmiş, hatta Lazca İrizeni "Düzlükler" kelimesi de önerilmiştir. . Şehrin Gürcüce adı: "რიზე", Lazca adı ise: "Rizini"'dir Eski dönemlerde burada Kolkhiler yaşamaktaydı. Bölgeyi MÖ 765-735 yılları arasında Urartu kralı II. Sarduri ele geçirmiştir. MÖ 714'te Kimmerler tarafından fethedilen bölge, MÖ 680 İskitlerin eline geçmiş ve MÖ 626'da Saka Kralı Madovanın öldürülmesiyle Med İmparatorluğu'na bağlanmıştır. MÖ 670 yılında Milet şehir devletlerine ve Büyük İskender'in doğu seferi sırasında Kapadokya ve Bitinya ile beraber Pontos eyaletinin bir parçası olmuştur. MS 10'dan MS 395 kadar Roma İmparatorluğu'nun Bu tarihten sonra Bizans İmparatorluğu'nun bir parçası olmuştur. Romalı gezgin Arrian burada yaşayan halkı Lazlar olarak tanımlamıştır. Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra 1080 Posof kuşatmasında yenilen Gürcü Krallığı'ndan alınan Rize, Türk Beyliklerinin eline geçmiştir. 1098'de yeniden Bizansların eline geçen şehir Gürcistan üzerinden yoğun kuman iskanına uğramıştır. 1204'te Trabzon İmparatorluğu bağlanmış. 1470'te Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmiştir. Rize 19. yüzyılın ikinci yarısında Batum'un Ruslar'a bırakılmasının ardından, Trabzon Vilayetine bağlı Lazistan Sancağının merkezi olmuş, Cumhuriyet döneminde il merkezi olmuştur. I. Dünya Savaşında yaklaşık iki yıl süren Rus işgalinin ardından özellikle çay ekiminin yaygınlaşması ile önemli bir gelişme göstermiştir. Karadeniz'in doğusunda Rize ilinin merkezine 27 km uzaklığında ve sahilden Trabzon-Rize il sınırlarında bulunan İyidere deresinin denize döküldüğü yerden 9 km içeride yer alan Kendirli Beldesi, 1967 yılına kadar Kalkandere ilçesine bağlı idi ve 1967 yılında Refah Partisinden Ali Serdar belediye başkanlığıyla belde olmuş Rize Merkez ile bağlı kalmıştır. Ali Serdar 1967 - 1977 yıllarına kadar başkanlık yaptı. Ardından başkanlığı yine Refah partisinden Mehmet Fazlıoğlu 1977 - 1984 yılları arasında başkanlığını devam ettirdi. Belde, ilk olarak adını 1982 Anayasasına toplu şekilde “red” oyu vermesiyle duyurmuş. Daha sonrasında ise Refah, Fazilet ve Saadet Partisi’ne verdiği destekle gündeme gelen Kendirli, 2009 yılında ilk kez bir başbakan tarafından ziyaret edildi. Eşref Uzun başkanlık dönemi de Fazilet partisi ve 2001 yılında Ak Partiye geçerek 1984 - 2004 yıllarında devam etti. 2001 de Ak partiye geçen Eşref uzun 2004 yerel seçimlerinde Rize AKP millet vekilliğinden girdiği seçimlerde kaybetti Şimdide son olarak 2004 yılı seçimlerin galibi yine Erbakan'ın kalesi Kendirli Beldesi'nde saadet'li Salih Uzun başkanlık dönemi başladı. 2009 Yılındaki seçimleri de 64 oy farkıyla AKP, Erbakan'ın Kalesini zorlayarak Kendirli Beldesi Saadet Partisi Belde başkanlığıyla devam etmektedir. Kendirli Beldesi halkının geçimi tamamen çaya bağlıdır. Belde insanı çay keserek ve sezon olarak çay fabrikalarına çalışarak geçimlerini sağlamaktadırlar. Kendirli Beldesi'nin fazla tarihi kaynağı bulunmamaktadır. 1928 yılında harf inkılabından sonra osmanlıca yazılmış eserlerin kaybolması, Rusların işgali, tekke ve zaviyelerin kaldırılmasından sonra zamanla Kendirli Beldesi Tarihinide kaybetmiştir. Buna öncülük yapan insanlarında beldedeki en yaşlılarından öğrenebildikleri en fazla üç kuşak öteye kadar olmuştur. Buna istinaden beldenin eski tarihinde medreseler beldesi olarak bilindiği rivayetler arasında. Beldedeki en eski tarihi eserin 98 Yıllık Kendirli Merkez Camii Minaresidir. Rize ilinin Gözde beldesi Kendirli,Cumhuriyetin ilanından önce Rumca Ğoloz adını taşıyan beldenin ismi civardaki dağlık ve engebeli arazi yapısına göre bulunduğu alanın düz bir yapıya sahip olması sebebiyle "Ğoloz" adını almıştır. Rumca düzlük anlamına gelmekte ve halen halk arasında ğoloz olarak da telaffuz edilmektedir. Cumhuriyetin ilanından sonra resmi olarak Ğoloz isminin değiştirilerek Kendirli isminin verilmesiyle o dönemlerde belde ve civarında kendir yetişimi yoğun olduğu sanılıyor. Kendirli ismini de yetiştiriciliği olan kendir den almış olabilirliği rivayetler arasındadır. Karadeniz'in doğusunda Rize ilinin merkezine 27 km uzaklığında ve sahilden Trabzon-Rize il sınırlarında bulunan İyidere deresinin denize döküldüğü yerden 9 km içeride yer alan Kendirli Beldesi çok şirin bir yerleşim yeridir, Beldenin çevresindeki köylerde sırayla doğusunda Beştepe Köyü, kuzey de Esentepe Köyü, Kuzey batısında Maltepe Köyü, Batıda Kalecik Köyü, Güneyinde Dilsiz Dağı, Güney Batısında ise Geçitli Köyü bulunuyor. Bu köylere olan ulaşım çok kolaylıkla yapılmaktadır. Toprağında fosfor, granit ile bozalt ve antrasit kayaların karışımıyla meydana gelmiştir. Beldenin bölgesinde tüm mevsimlerde yağış görülmektedir, iklimi (subtropikal) yağışlı iklimdir. Yazın en sıcaklığında bile kuraklık yaşanmamaktadır ve kışında don yaşanmamaktadır. yıllık ortalama ısı derecesi +15 °C aralarındadır. Kendirli beldesi'nin etrafı dağlarla çevrili ortada düz bir alandadır ve her yönünden dağlardan gelen dere ve çaylar geçmektedir. Batısından elma deresi, doğusundaki dağlar arasından ise çiyalar deresi akmaktadır. Dağlarla çevrili bir alana sahip olduğundan diğer bölgelere göre mevsimleri ılıman geçmektedir. Beldenin yerleşiminde dağınıklık yok toplu bir yerleşime sahiptir. Ağaç türleri ise Kızılağaç, orman gülü, kayın, yabani karayemiş, ceviz, meşe ve ladin. Beldenin genel olarak çay bahçelerine sahiptir. Beldenin ulaşım problemi yoktur. Elektrik Tellerinin bile 1980 lı yıllarında toprak altından verilip çevre görüntü kirliliğine çözüm olmuştur. Beldenin girişinden uzanan ispandam asmalık mahalles
i ve halaslar mahallesi arasında köyün içindeki en yüksek yerdir ve buradan beldenin her yeri kuş bakışı görünmekte ve manzarası eşsiz bir güzelliktedir. Ormanlar alçak kesimlerde kızılağaç, gürgen, kestane, ıhlamur, kayın, meşe gibi yayvan yapraklı ağaçlar ve yerli halkın komar adını verdiği orman gülünden oluşmaktadır. Daha yüksek kesimler ise, ladin ve köknar gibi iğne yapraklı ağaçlarla kaplıdır. Kıyı kesiminde ılık ve çok yağışlı bir iklim hüküm sürmektedir. Rize ili, Türkiye'nin en çok yağış alan bölgesidir. Bu durum Rize'de sel baskını ve heyelanların görülme sıklığını da arttırmaktadır. Kış aylarında iç kesimlerde karasal iklim hüküm sürer. Rize ekonomisi çay sektörüne dayalıdır. 48 yaş çay işleme ve çay paketleme fabrikası ve 17.000 çalışanı ile sektöre yön veren kuruluş geçmişte olduğu gibi günümüzde de Çaykur'dur. Paketlenmiş çayda Çaykur'un pazar payı %65 özel sektörün payı %35'tir. Rize'de kivi üretimine de son yıllarda önem verilmeye başlanmıştır. Balıkçılığın payı ise günden güne azalmaktadır. Rize folkloru, yörede "atma veya kesme türkü" olarak adlandırılan maniler, atasözleri, deyimler ve bilmeceler bakımından çok zengindir. Halk oyunları açısından horon ve karşılama yöre olan Rize'de sahil kesiminde kemençe iç kesimlerde ise tulum oyunlara eşlik çalgısı olarak kullanılmaktadır. Güneysu yöresinde ağız armonikası ve bazı Laz ve Hemşinli köylerinde şimşir kaval seyrek de olsa aynı amaçla kullanılmaktadır. Hemşinliler ve Lazlar tarafından "Horum" olarak adlandırılan sahil halkının diğer kültürel özellikleri Trabzon ile küçük ayrıntılar dışında ortaktır. Belde peştemal (çoğunlukla kavuniçi,- siyah çizgili), üstte fermene adı verilen yelek, kamis adı verilen keten içlik giyilip başta çeşan örtülmektedir. Peştemal özellikle yaşlı kadınlar tarafından tercih edilmektedir. Koknoç adı verilen önlük ve başa bağlanan şar- puşi ikilisi Hemşinli kadının sembolüdür. Yöre kadınları içte "foga" denen elbise veya etek-bluz giyer. Altta uzun çorap ve lastik ayakkabı, üstte ise, bele peştamal dolanır, başa "çeşan" örtülür. Ceket veya zıpka denilen üstü bol, dizden aşağı dar pantolon giyilir. Gömlek üzerine yelek de giyilebilir. Ayağa ise "çapula" giyilir. "Kukula" denilen başlıkları vardır. Kemerde süslü fişeklik, barut kabı, tütün ve para kesesi ile silahlığında karakulak bıçağı (yatağan) bulunur. Kars Kars, Türkiye'nin kuzeydoğu kesiminde yer alan aynı adlı ilin merkez ilçesidir. Türkiye'nin en yüksek il merkezlerinden biri olan Kars, köyleri ile birlikte nüfusu 100 bini aşan şehirlerdendir (Şehir merkezi: 102.001, toplam: 129.458). Merkez ilçeye bağlı, yirmi üç mahalle ve yetmiş köy bulunmaktadır. Çeşitli etnisitelerin birlikte yaşadığı il merkezinde kültürel farklılıklardan ve zenginliklerden bahsetmek mümkün olup kozmopolit bir yapı söz konusudur. Kars, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 2023 yılı için "Türkiye Turizm Stratejisi 2023" ve "Turizm Stratejisi Eylem Planı" kapsamına alınan 15 il merkezinden birisidir. Bu proje ile hedeflenen, il merkezlerini "Kültür Turizmi Geliştirilecek Marka Kentler" ilan edip gelişmelerini sağlamaktır. Kars, geçmişte Bagratlı Krallığı'na ve Cenub-u Garbi Kafkas Hükümeti'ne (Güneybatı Kafkasya Cumhuriyeti) başkentlik yapmış bir sınır şehridir. Bu özelliği ile Türkiye'de herhangi bir ülkeye başkentlik yapmış ender şehirlerden birisidir. Türkiye'nin Kafkasya'ya açılan kapısı konumundaki bu şehir, Kafkas Üniversitesi'nin açılmasıyla hızla gelişmeye başlamış ve zaman içinde bir öğrenci kenti durumuna gelmiştir. Ayrıca şehir merkezine altı kilometre uzaklıktaki havalimanı sayesinde de bölgesinde ulaşım ağının kesiştiği bir noktada yer alır. Bunun dışında kara ve demiryolu ağlarıyla ülkenin diğer yerleşim birimlerine ulaşımda da bir sorun yoktur. Kentte 2004 yılından bu yana Azerbaycan Başkonsolosluğu bulunmaktadır. Kars merkez ilçesi, Doğu Anadolu Bölgesi'nin, Erzurum - Kars Bölümü'nde yer alır. Kuzeyinde; Susuz, Arpaçay ve Akyaka'yla, doğusunda; Ermenistan'la, güneyinde; Digor ve Kağızman'la, batısında ise Selim ve Erzurum sınırlarıyla çevrilidir. Merkez ilçe yedi ilçe içinde sadece Sarıkamış ile komşu değildir. Serhat şehri Kars'ın bazı merkezlere olan uzaklığı şöyledir: Rakımı ortalama 1768 metreyi bulan Kars arazisinin büyük bölümü yaylalardan oluşur. Akarsu vadileriyle yer yer parçalanan yörede yaylalar dalgalı düzlüklerden oluşur. Kars ilinde yer alan önemli yükseltiler olan Allahuekber Dağları, Kısır Dağı, Akbaba Dağı, Aladağ ve Aşağıdağ'ın bir kısmı merkez ilçe sınırları içerisindedir. Kars Çayı, kentin güneybatısından geçer. Kent aynı adlı ovanın üzerinde kurulmuştur. Kars'ta karasal iklim hakimdir. Kars yaylalarının Kars-Ardahan yöresine ait olan iklimi, yüksek ve denizden sıradağlarla ayrılmış olduğundan çok serttir. Kışları kurak, yazları ise yağışlı geçen ilde en kurak geçen mevsim olan kışın sıcaklıklar zaman zaman -39 °C'ye kadar düşer. Karla kaplı gün sayısı ortalama 120'den fazladır. Burada don vakalarına sıklıkla rastlanmaktadır. Ormanların çok yer tutmadığı şehrin doğal bitki örtüsü bozkırdır. Kars coğrafyası, önemli ekolojik sistemlerden sayılan plato ve dağ ça­yırlarına ev sahipliği yapmaktadır. Burada 1250'ye yakın tohumlu bitki doğal olarak yetişir. Bu bitkilerden 100 adeti dünyada başka hiçbir yerde yetişmeyen nadir bitki türleridir. Kars adını taşıyan birçok bitki çeşidi vardır. Örnek olarak: "lathyrus karsianus", "festuka karsiana", "allium karsianum", "caucalis karsianum" ve "nonea karsensis" bunlardan birkaçıdır. İlkbaharın gelmesi ile birlikte yörede kardelenler ve düğün çiçekleri açar. Ayrıca bahar aylarında yapılan tarla sürümlerinde ortaya çıkan "lathyrus tuberosus" yani koşkoz, yumrularının soyulması ile yenir. Bunun yanı sıra topuz dikeni, deli haşhaş, ısırgan otu, mantar, evelik, aş otu, kuşyemi ve yemlik gibi doğal bir şekilde yetişen bitkiler kaynatılarak yenir. Kars'ta sanayinin yeterince gelişmemesi olumsuzluk olarak değerlendirilse de toprak ve su kirlenmesinin pek yaşanmadığı bir olumlu özellik söz konusudur. Kâşgarlı Mahmud eserlerinde Kars kelimesi için: "deve veya koyun yününden yapılan elbise ve karsak derisinden güzel kürk yapılan bir hayvan, bozkır tilkisi", olarak söz eder. Bir kaynağa göre Kars adı, MÖ 130-127 tarihleri arasında Kafkas Dağlarının kuzeyinden gelen Bulgar Türkler'inin "Velentur" boyunun "Karsak Oymağı"'ndan gelmektedir. Bununla beraber, "Kars" adının Karsak oymağından geldiği önermesi akademik literatürde genel kabul görmemiş, tarihî gerçeklerle bağdaştırılamayacağı yönünde eleştiri almıştır. Bölgenin 9. yüzyıldaki (yaklaşık MS 888) adı literatürde Vanand'dır. MS 928'den 961 yılına kadar Kars bölgenin başkentliğini yapmıştır ve eldeki bulgular şehrin o zamanki adının Ermenice: Ղարս "Ghars" veya Կարս "Kars" olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda Kars şehrinin adını Gürcüce dilinde "kapı kenti" anlamına gelen "Kariskalaki" kelimesinden aldığı da söylenmektedir. Kars yöresinde Alt Paleolitik Dönemin hareketli olduğu kazılarda ele geçen buluntulardan saptanmıştır. Tombultepe'de bu döneme ait şölyen-aşölyen tipte işlenmiş el baltaları ve büyük yongalar bulunmuştur. Merkez ilçenin yaklaşık 18 kilometre uzaklığında bulunan Borluk Vadisi'nde musteryen tipte araç; Ağzıacık Suyu'nun batısında ise bazalttan yapılmış ve çok aşınmış bir uç bulunmuştur. Bu örnekler Orta Paleolitik Dönemden kalmıştır. Üst Paleolitik Dönemde yöre insanlarının avcılık ve toplayıcılık ile ilgilendiklerine dair bilgi, yapılan kazılar sonucunda elde edilen araç-gereçlerden tespit edilmiştir. Ayrıca bu dönemde Camışlı Köyü'nde dağ keçileri ve geyiklerinin resmedildiği duvarlar bulunmuştur. Paleolitik Dönemin hemen ardından gelen Mezolitik Dönemde mikrolit adı verilen küçük araç ve gereçlere rastlanmıştır. Neolitik Dönemde yörede henüz doğru anlamda yerleşmelerden söz etmek mümkün değildir. Çıldır Gölü üzerinde bulunan Akçakale Adası'nda bu döneme ait taş anıtlar ve duvar resimleri bulunmuştur. Burada o dönem menhirlerine, dolmenlerine ve kromleklerine rastlanmıştır. Avrupa kültürüne has bu dolmenler doğuda ilk kez Kars'ta görülmüştür. Azat Köyü'nde, bakır madeninin kullanılmaya başlandığı Kalkolitik Dönemde, yapılan araç-gereçlere ait buluntular elde edilmiştir. Bunun dışında bakır ve kalay madenlerinin ilk kez karıştırıldığı Tunç Dönemine ait çanak, çömlek ve değişik gereçler de bulunmuştur. Kars Kalesi mevkiinde bu döneme ait bir açkı taşı, el değirmeni taşları, bir çekiç, delinmiş üstü çizgili ve süslü hayvan, küçük bir taş hayvan, el yapımı çanak-çömlekler ve yapı kalıntıları olduğu düşünülen iri taş yıkıntıları bulunmuştur. Kars yöresinde yazılı tarih Urartuların bölgede hüküm sürmesi ile başladı. MÖ 9. ve 6. yüzyılları arasında bölgeyi hakimiyeti altına alan Urartular büyük bir krallıktı. Ayrıca bu krallığa bağlı yerli krallıklar da mevcuttu. Kars'taki krallığın ismi "Diauekhi Krallığı" idi. Yöre insanlarının o dönem vergi olarak hükümrana altın, gümüş, tunç, at, sığır ve koyun ödedikleri saptanmıştır. MÖ 550 yılında Urartular'ın Persler egemenliğine girmesiyle yöre için yeni bir tarih sayfası açılmıştı. Pers hükümdarı krallar kralı lakaplı imparator I. Darius ülkeyi satraplık adı verilen 23 büyük ve 127 küçük birime bölüp yönetmişti. Kars o dönem 18. Saptrak'lık içinde yer almıştır. Bu yöre, Kral Darius'a her yıl 400 gümüş talent ve 20.000 at göndermekle yükümlüydü. Perslerin ardından bu yöre sırasıyla Arakslar, Tigranlar ve Sasanilerin eline geçmişti. Bugünkü Doğu Anadolu Bölgesi'ni ele geçirme amacıyla 638 yılında Araplar ilk seferine başlamışlardı. Halife Ömer döneminde İslam ordusunun kumandanı olan İlyas bin Gazem komutasındaki Arap ordusu bu yılda ancak Van Gölü yöresine kadar ilerledi. 642 yılında bölgeye bu seferde Habib bin Mesleme komutasındaki ordu sefere girişti. O dönem Kars'ı da ele geçirmek isteyen kuvvetler sadece Divin'i almışlardı. Kars 646 yılında Araplar'a kendiliğinden teslim olmuş ama halkın büyük bir kısmı Selçuklular'ın bu bölgeye geldiği 1064 yılına kadar yani 420 yıl boyunca Hristiyan olarak k
almışlardı. Bu dört asırda Müslüman Araplar, Bagratlılar ve Bizanslılar arasında sürekli el değiştiren yöre Alparslan'ın Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra Türkler'in eline geçmişti. Bu dönem ile bilinmesi gereken en önemli hususlardan bir tanesi de Kars'ın, Ermeni-Gürcü Bagrat Krallığı'na başkentlik yapmış olmasıdır. Alparslan'ın 1064 yılında Anadolu'ya düzenlediği sefer neticesinde bölge Selçuklular egemenliğine girmişti. Alparslan ve oğlu Melikşah'ın dönemlerinde yöre savaş yüzü görmeyen, ancak Melikşah'ın vefatı ile onun oğulları olan Muhammed Tapar, Berkyaruk ve Sencer arasında tahta çıkma mücadelesi baş göstermişti. Bununla birlikte artan düzensizlik Kars yöresini de etkilemişti. Muhammed Tapar ile Berkyaruk 1103 yılında o dönemin en önemli şehirleri arasında sayılan Divin'de karşı karşıya geldiler. Tarihte Divin Savaşı adını alan bu çarpışmanın galibi Berkyaruk oldu. Bölgeyi bir süre idare eden Berkyaruk'un ölümüyle idare yetkisini Muhammed Tapar aldı. Bundan kısa bir süre sonra Saltuklular Ani şehrine girmiş fakat Gürcüler'le yaptıkları savaşı kaybedince yöreyi onlara bırakmışlardı. 1164'te, yöre tekrar Selçuklular'ın eline geçti. Bu zamandan sonra tekrar bir Gürcü akını olmaması için yöredeki önemli kalelerin surları ve burçları onarıldı ancak 1174'te Gürcü Kralı III. Georgi'nin saldırısıyla yöre yeniden el değiştirdi. Neticede yapılan bakım ve onarım çalışmalarının yetersiz kaldığı anlaşıldı. 1243 yılında yapılan Kösedağ Savaşı'nın ardından tüm bölge Moğollar'ın hakimiyeti altına girdi. Yöre daha sonra Altınordu Devleti, Karakoyunlular ve Akkoyunlular'ın egemenliği altına girdi. Yavuz Sultan Selim doğuya yapmış olduğu son seferinde yöreyi Osmanlı topraklarına katmak istemişse de bunu gerçekleştiremeden İstanbul'a dönmüştü. 1534 yılında ise oğlu Kanuni Sultan Süleyman tarafından Osmanlı Devleti topraklarına bu yöre dahil edilmişti. Kars 19. yüzyıla kadar birçok kez Ruslar ve İranlılar'ın saldırısına uğradı. Bu yüzyılda Ruslar ve Osmanlılar arasında sürekli el değiştiren yöre, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rus ordusunun komutanı olan İvan Paskeviç tarafından ele geçirildi. Kars'ı Rus topraklarına katan Paskeviç, 11.000 Osmanlı askerini de esir almıştı. Bundan kısa bir süre sonra yöre, Osmanlılar tarafından alındı. 1877-1878 yılları arasında yaşanan ve 93 Harbi olarak bilinen savaşın ardından şehir kırk yıl kadar Rusya'nın kontrolünde kaldı. 1918'de Bolşevik İhtilali'nin ardından yapılan Brest-Litovsk Antlaşması ile Osmanlılar'a bırakıldı. Kısa bir süre sonra, önce Ermeni egemenliğine giren yöreyi daha sonra İngilizler ele geçirdi. Kars'ı daha sonra Ermeniler'e ve Gürcüler'e bırakan İngilizler buradan çekildi. 25 Nisan 1918'de Kars, kırk yıldan sonra tekrar Osmanlı topraklarına dahil edildi. Mart-Nisan 1918'de Ermeniler tekrar şehre girmiş, Osmanlı ordusu buradan çekilmeye mecbur kalmıştı. Buna engel olmak isteyen Karslılar kendi imkânları dahilinde, Wilson Prensipleri'ne uyarak 5 Kasım 1918'de Millî İslam Şurası adıyla demokratik bir yerli hükümet kurdular. Batum, Artvin, Ahıska, Ahılkelek, Nahcıvan ve Ordubad'daki halk Kars'taki bu yerli hükümete katılarak sancak ve ilçe teşkilatını kurdular. Böylece, başkenti Kars olan 36.000 km²'lik bölgede yerli Türk hükümeti kuruldu. Bu hükümet 18 Ocak 1919'da 131 temsilcinin katılımıyla gerçekleştirilen "Büyük Kongre" ile Güneybatı Kafkasya Cumhuriyeti adını aldı. Kars, Kurtuluş Savaşı'yla 30 Ekim 1920'de Türk kuvvetleri tarafından alındı. Kars halkının Türk millî mücadelesinde gösterdiği fedakarlıktan ötürü şehre Gazi unvanı verildi. 1921 yılında yapılan Moskova ve Kars Antlaşmaları'yla yeni sınırlarına kavuşan Kars, Cumhuriyet'in ilanından sonra aynı adlı ilin merkezi yapıldı. Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte Türkiye'nin kuzeydoğusundaki sınırların bir kısmına sahip şehir, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk siyasi partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası'nın devamı olan CHP'nin kalesi konumundaydı. Bu durum 1990'lı yılların ortalarına dek böyle devam etti. 1992 yılında Kars'a bağlı olan Ardahan ve Iğdır ilçeleri o dönemin Bakanlar Kurulu'nun aldığı bir kararla il yapıldılar. Ermenistan ve Azerbaycan arasında yaşanan Dağlık Karabağ Savaşı süresinde, Ermenistan Silahlı Kuvvetleri'nin desteği ile Karabağ Ermeni güçlerinin Azerbaycan'ın Kelbecer bölgesini zapt etmesi nedeniyle, 1993 Nisan ayında Türkiye, Ermenistan'a tüm yolları kapatmıştır. Bu durumda Ermenistan ile Türkiye arasındaki eski Doğu Sınır Kapısı da, Azerbaycan'a destek ve Ermenistan'a baskı amacıyla Türkiye tarafından kapatılmıştır. Kars'ta en önemli geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Çayır ve otlak alanlarının geniş yer kaplaması küçük ve büyük baş hayvancılığı geliştirmiştir. Kümes hayvancılığı da oldukça gelişmiştir. Ayrıca hayvan ürünleri de halkın en büyük geçim kaynaklarındandır. Zavod denilen mandıralarda bu ürünler işlenerek Türkiye'nin dört bir yanına dağıtılır. Özellikle, Kars Kaşarı ve Kars Balı'na Türkiye genelinde ciddi talep vardır. Kars Kaşarı, İzmir Enternasyonal Fuarı'nda yine burada üretilen gravyer, beyaz peynir ve kreması ile birlikte 1937'den 1950'ye kadar Türkiye birincilik ödülünü almıştır. Kars Balı ise tamamen organik bir üründür. Bu bal Kars ve Ardahan'ın mera ve yaylalarında doğal olarak yetişmekte olan çok sayıda polen ve nektar kaynağı çiçekten üretilmektedir. Bu bitkilerin yetişebilmesi için herhangi bir ilaçlama ve gübreleme işlemi yapılmamaktadır. Bu balı Kafkas Arısı ırkı yapmaktadır. Ekili alanların %90'dan fazlası tahıl üretimine ayrılmıştır. Tahıl türleri arasında buğday başta gelmekle birlikte, bazı yıllar arpa üretiminin buğdat üretimini geçtiği olur. Kış sebzesi olarak lahana ve şalgam yetiştirilir. Üretim bakımından önde gelen kuru sebze patatestir. Ayrıca, yulaf da yetiştirilen tahıllar içerisindedir. Yer altı kaynakları bakımından oldukça yoksul olan yörede magnezit ve asbest yatakları mevcuttur. Aşağıda çalışan nüfusun sektörlere dağılımı görülmektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere bu nüfusun çok büyük bir kısmı tarım ve hayvancılık sektöründe çalışmaktadır. Merkez ilçe genelindeki uzun süren kış mevsimi tarımsal üretimi etkilemektedir. Yılda sadece bir kez ekin biçin yapılır. Hububat ve yem bitkileri üretiminden sadece buğday, arpa, korunga, yonca ve fiğ yetiştirilirken, endüstri bitkilerinden sadece şeker pancarı ve patates üretimi yapılmaktadır. Baklagil üretiminde ise sadece fasulye ve yeşil mercimekten bahsedilebilir. Sebze ve meyve üretimi konusunda Kars iline bağlı en fakir yer olan merkez ilçede sadece salatalık, maydanoz, soğan ve marul yetiştirilmekte ve buda üretici olan kesim tarafından tüketilmektedir. Yani bu ürünlerin pazarlanması söz konusu değildir. Yörenin büyük bir kısmında tarımsal mekanizazyondan bahsetmek mümkündür. Son yıllarda tarım için gerekli olan araç ve gereç sayılarında bir artış söz konusudur. Kars merkez ilçesi ve buraya bağlı köylerdeki en temel ekonomik sektör hayvancılıktır. Yöredeki coğrafi şartların kısıtladığı tarımsal üretimden ele geçen gelirin yetersiz kalması beraberinde hayvancılık sektörünün güçlenmesini getirmektedir. Yöre insanı mera ve çayırların fazlalığı sayesinde hayvancılıkla uğraşarak geçimlerini sağlamaktadırlar. Ancak otlak alanların çok oluşu bile yörede modern usullerle hayvancılığın yapılmasına katkı sağlamamaktadır. İlçe genelinde hayvancılık genellikle aile ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yapılan bir faaliyettir. Burada üretilen kaşar ve bal haricindeki ürünler pazarlanmamaktadır. Ticari amaçlı hayvancılığa geçilebilmesi için son dönemlerde özellikle köyler başta olmak üzere Tarımsal Kalkınma Kooperatifleri açılmaktadır. 2005 verilerine göre il merkezinde 43.450 koyun, 12.549 keçi, 53.494 sığır ve 5.050 tek tırnaklı hayvan bulunmaktadır. Bunun dışında merkez ilçe genelinde 25.000 kaz, 9.000 hindi ve 30.000 adet tavuk bulunmaktadır. Bu tavuklardan elde edilen yumurta sayısı ise yıllık 1.800.000'dir. Yetmiş köyün yarısında ise bal üretimi yapılmaktadır. Toplam 6.050 kovan sayısına sahip ilçe genelinde yıllık 121 ton bal üretilip satılmaktadır. Kars merkez ilçesi Türkiye genelindeki gelişmişlik grubu içinde üçüncü gelişmiş ilçeler grubunda yer almaktadır. Sosyo-ekonomik gelişmişlik endeksi 0,48958 olan yöre gelişmişlik bakımından Türkiye'deki tüm ilçeler arasında 189. sırada yer almaktadır. Kars ili genelinde ise birinci sıradadır. Merkez ilçeler gelişmişlik sıralamasında ise 70. sırada kendine yer bulmaktadır. Merkez ilçedeki sosyo-ekonomik göstergeler ise şöyle sıralanabilir: Sanayi alanında son dönemlerde gittikçe büyüyen Kars'ta irili-ufaklı birçok fabrika kurulmuştur. Kentte yem, şeker, çimento, tuğla, ayakkabı ve süt ürünleri sektörlerinde çalışan birçok fabrika bulunmasına karşın; işsizlik oranı oldukça yüksektir. Özellikle bu durum nedeniyle kent, Türkiye'nin en fazla göç veren şehirlerinden birisidir. Kars genelinde sadece beş büyük fabrika vardır. Bunun dışında buradaki sanayiyi ayakta tutan Kars-Paşaçayır'da 7 Kasım 1975'te Bakanlar Kurulunun 7 Kasım 1975 gün ve 7/10992 sayılı kararnamesi ile kurulan Kars Organize Sanayi Bölgesi'ni de saymak mümkündür. Bu bölge 1.947.000 m²'lik bir alan üzerinde 75 parselden oluşmaktadır. Kars'ta bulunan en önemli fabrikalar hakkında kısa bilgiler şu şekildedir: Kars'ın en eski fabrikasıdır. 1961 yılında kurulmuştur. Yılda 72 çift değirmen taşı imal edilmektedir. Bu tesisde 10 kişi çalışmaktadır. Erzurum-Kars karayolu üzerinde kurulu ve şehir merkezine 6 kilometre uzaklıkta 1993 yılında açılan fabrika da 267 işçi, 196 geçici işçi ve 105 memur çalışmaktadır. Merkeze yakın bir arazi üzerindeki bu fabrika 1969 yılında kuruldu ama ilk üretim 1975 yılında gerçekleşti. 1993 yılında bu fabrika özelleştirilmiştir. Kars Yem Fabrikası son yıllarda, ilde en yüksek kurumlar vergisini ödeyerek il genelinde vergi birinciliğini elinde bulundurdu. Fabrikada altı idari görevli ve 15 işçi çalışmaktadır. Fakat 2007 tarihinde kapatılmıştır. 1972 yılında "Et ve Balık Kurumu" bünyesinde kurulan tesis 1995 yılında özelleştirilmiştir. Bu tesisin şimdiki adı
Çelikler Turizm Gıda Sanayi Ticaret A.Ş. (Kars Et Kombinası)'dir. Bu fabrikada 20 idari personel ve 79 işçi çalışmaktadır. Fakat bu işletmemizde 2007 tarihinde faaliyetlerini durdurmuştur. Çimento Fabrikasının 1969 yılında temeli atılarak; 1976'da işletmeye açılmıştır. 1985 yılında Türkiye Çimento Sanayi T.A.Ş.'nin bir işletmesi olarak müesseseye, 1987 yılı itibarıyla de bağlı ortaklık haline getirilen tesis 1996'da özelleştirildiğinde Çimentaş İzmir Çimento Fabrikası T.A.Ş. tarafından satın alındı. Fabrikada 85 idari görevli ve 110 işçi çalışmaktadır. Kars, çeşitli etnik gruplarını ve mezhepleri barındıran zengin ve renkli bir kültüre sahiptir. Kars'ın toplumsal yapısı çeşitli etnik gruplarının kültürel gelenekleriyle harmanlanmıştır. Bu özelliğiyle de etkileyici bir kent durumundadır. Çok-kültürlülük sayesinde yörenin zengin bir folkloru ve şive ağız özellikleri bulunmaktadır. Kars'ın nüfusunu Azeriler, Kürtler, Terekeme,Türkmen ve Yerliler oluşturmaktadır . Kars'ta yaşayan Müslümanların bir kısmı Şii ve bir kısmı Sünni'dir. Çok az sayıdaki Rus Malakanlar ve Almanlar ise Hristiyan dinine mensup küçük bir azınlığı oluşturmaktadırlar. Kars'ta 1992'ye kadar bulunan tek yükseköğrenim kurumu Atatürk Üniversitesi'ne bağlı olan Kars Veterinerlik Fakültesi'ydi. 1992 yılında 3837 sayılı kanunla kurulan Kafkas Üniversitesi hızla gelişip büyümekle, Kars merkez ilçesinin ve civar ilçe ve illerin ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimine önemli ölçüde katkılar sağlamaktadır. Kafkas Üniversitesi'nde eğitim ve öğretim faaliyetleri önlisans, lisans ve lisansüstü düzeylerinde yürütülmektedir. Üniversite bünyesinde; 5'i Kars'ta olmak üzere 6 fakülte, 2'si Kars'ta olmak üzere 3 yüksekokul, 5'i Kars'ta olmak üzere 8 meslek yüksekokulu, 3 enstitü, 4 araştırma ve uygulama merkezi ve bir de Devlet Konservatuvarı mevcuttur. Kars, kültürel yönden köklü temellere dayanmaktadır. MÖ 9000 yılına kadar uzanan tarihi geçmişi olan topraklar üzerinde birçok uygarlık hüküm sürdü. Bunların izleri günümüze kadar gelmektedir. Anadolu’ya açılan kapı özelliğini taşıması ile Saka - İskit devrinden günümüze kadar bir kültür mozaiğine sahiptir. Gelenekler, görenekler, halk hikâyeciliği, maniler, türküler ve dengbejler kültürü zengindir. Bu zenginlik Kars’ın eski bir yerleşme merkezi olması, çeşitli kavimlerin çeşitli zamanlarda bu bölgede yaşamasından kaynaklanmaktadır. Bugün, Kars’ta derlenmiş olan halk edebiyatı verileri dışında; derlenmiş orijinal gelenek, görenek, ve kıyafetler de vardır. Kars'ta halk oyunları başta davul-zurna olmak üzere saz, balaban, tar, tulum, tütek, garmon, akordeon ve klarnet eşliğinde oynanır. Bu çeşitlilik yöredeki çeşitli etnik yapıların çok olmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin Azeriler, barlarında akordeonla eğlenirken, Kürtler halay çekerken davul zurna ile oynarlar. Kars'ta yüzün üzerinde oyun sergilenir. En yaygın olan halk oyunları alaca barı, sarhoş barı (hızlı), üç ayak, çepki (hızlı ve estetik) ve bagidir. Bu oyunlarda küçük parmaklar birbirine takıla­rak el ele tutuşulur. Oyunun gerekleri­ne göre eller omuzlara konabilir, kollar gerilebilir, kol kola girilebilir. Bu oyunlardan en dikkat çekici olanı ise Kafkas danslarıdır. Bu dansları yapanlar Kafkasya yöresine uygun kıyafetler giyerler. Halay ve dansın yanı sıra Azeri Oyunları diye bilinen oldukça hareketli bir türde yörede birçok insan tarafından ilgiyle oynanır. Kars'ta okuyan ilk ve ortaöğretim öğrencileri bölgesel ve yurt geneli yarışmalara katılarak burayı temsil etmektedirler. Kars'ta, aşıklar geleneği çok eskilere dayanır. Âşıklar, deyişlerini ve birbirleriyle olan atışmalarını saz ve kopuz ile yaparlar. Geçmişi Dede Korkut hikâyelerine ve Manas Destanı'na dayanan sözlü gele­nekler aşıkların anlatımları ile yayıldı. Kars Belediyesi´nin resmi internet sitesine göre Türkiye´de en çok aşık Kars doğumludur. Buna göre 450 aşıktan 200'e yakını bu şehirde doğmuştur. Murat Çobanoğlu ve Şeref Taşlıova, Kars'ın yetiştirdiği en önemli aşıklar arasındadırlar. Murat Çobanoğlu'nun ölümüyle birlikte burada her sene "Türkiye Mu­rat Çobanoğlu Âşıklar Bayramı" düzenlenmektedir. Yusufpaşa Mahallesi'nde bulunan bir kıraathanede yerli aşıklar saz çalarak deyişlerini ve atışmalarını dinleyicilerine dinletirler. Merkezdeki işlek caddelerde bulunan kasetçiler ise her sabah aşıkların türkülerini dinletirler. Aşıklar geleneğinin yanı sıra özellikle köylerde dengbej geleneğide devam ettirilmektedir. Dengbej, Kürtçe bir kelime olup Türkçe karşılığı yoktur. Dengbej kelimesinin anlamı sözü sözle aktarma anlamına gelmektedir. Deng, ses ve bêj’ söyle, aktar anlamındadır. Herhangi bir çalgıya ihtiyaç duyulmadan bir melodi ritmi yardımıyla insanlara geçmişte yaşanmış olaylar özellikle de birbirine kavuşamayan aşıklar anlatılır. Baştan başa doğayı, gülü-çiçeği, konuşmayı-sohbeti, insanların içinde kalmış söyleyecekleri, acı-tatlı, hikâyeleri, gizli sevdaları, kavgaları-ihanetleri, yiğitlik-kahramanlıkları vs. Kürtlerin yaşamlarını her yönü ile kilamlarında çok açık-berrak ve büyük bir özenle dile getirmişlerdir. Dengbêjler, doğanın, ovaların-yaylaların, özelliklerini, güzelliklerini, bazen yarin gerdanında işlemişlerdir. Kars'ta hayvancılığın önemli bir yer tutması halıcılığında gelişmesine katkı sağlamıştır. Burada halı, kilim ve keçe dokumacılığı yapılır. Büyük çoğunluğu Kirman ipi ile yapılan halılarda motif olarak geometrik ve bitkili desenler kullanılır. Halıların bordürleri yani kenar işlemeleri yöredeki çok kültürlülüklerden etkilenerek değişik motiflere sahiptir. Kars, bugün dünyada birçok okurun, Nobel edebiyat ödüllü yazar Orhan Pamuk'un Kar adlı romanıyla tanıdıkları ve belki de ismini ilk kez duydukları bir şehirdir. Kars'ta sadece "Şehir Sineması" adıyla hizmet veren tek bir sinema mevcuttur. Burada haftada bir veya iki film gösterime girmektedir. Günde dört matine ile hizmet veren bu 300 kişilik salon aynı zamanda Kars´ta henüz yeni olan ama çok sevilen "Avrupa Filmleri Festivali-Gezici Festival" ve "Uluslararası Altın Kaz Film Festivali"'ne ev sahipliği yapmaktadır. Bu festivallere ünlü sinema sanatçıları da gelmektedirler. Tiyatro gösterileri ise Kars Şehir Tiyatrosu ve Kars Sanat Merkezi'nde yapılmaktadır. Kars, Türkiye'de en çok heykele sahip şehirdir. Kentte özellikle 90'lı yılların sonlarından bu yana heykel yapımına büyük önem verilmektedir. Şehirdeki işlek caddelerde ve yol kenarlarında, tüm meydan ve parklarda heykeller bulunmaktadır. Ne yazık ki bu heykellerin bir kısmı vandalizme uğramaktadır. Kars'ta bulunan heykellerden bazıları Türkiye'nin en büyük heykelinin inşası yine bu şehirdeydi. Yapımına 2006 yılında başlanan İnsanlık Anıtı, Kars Kalesi'nin simetriğine, heykeltıraş Mehmet Aksoy tarafından yapıldı. Bu heykelin amacı tüm Dünya'da barış ve hümanizme katkıda bulunmaktı. Heykel, 2000 m²lik bir alanda 35 metre genişliğe ve 30 metre yüksekliğe sahip olup Ermenistan'dan da görülecek biçimde tasarlandı. . Mehmet Aksoy, heykeli 1 Eylül 2008 gününde kutlanan Dünya Barış Günü'ne yetiştirmeye çalışmışsa bile , heykelin açılışı 4-6 Ekim 2008'de yapılan Kafkas Kültürleri Festivali'ne ertelendi. Fakat "İnsanlık Anıtı" yapılmasına rağmen, heykeli Ermenistan'a jest olarak gören bazı muhafazakar kesimlerin şikayetleri üzerine MHP'li belediye üyeleri tarafından veto yedi. Heykelin açılışı buna rağmen yapıldı. 2011 yılı başlarında Kars'ı ziyaret eden dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bu heykeli ucube diye nitelendirdi ve şunları söyledi. Bunun üzerine Kars Belediyesi ve Erzurum ve Diyarbakır Rolöve ve Anıtlar Kurulları'ndan yıkım kararı çıktı. Kafkaslardan Anadolu'ya girişte ilk yerleşim merkezi olma özelliğini taşıyan Kars şehri birçok uygarlığın geçişine tanıklık etmesi sebebiyle binlerce yıldan bu yana iskan edilmiş antik bir yerleşim merkezi özelliğine sahiptir. İpek Yolu üzerinde yer alan Kars'ta bulunan ve görünen birçok eserin mimari yapısı dikkat çekicidir. Özellikle, Rusların şehre girmesiyle şehir mimarisi büyük değişim geçirdi. Ruslar, Kars Çayı'nın doğusunda kalan kesimde yeni yapılar inşa ettiler. Birbirlerini dik kesen yollar yapıldı. Rus mimarisi bununla da yetinmedi bugün ilde koruma altına alınan eski Rus evleri büyük taşlarla yapılmış müthiş binalardır. Kars, ayrıca "Tarihi Şehirler Birliği"'nin üyelerinden birisidir. Kars Kalesi; Kars Merkez Kalesi, İç Kale veya Stadel olarak da anılmaktadır. 1153 yılında Selçuklular'a bağlı Saltuklu Sultanı Melik İzzeddin'in isteği ile o dönemin veziri olan Firuz Akay tarafından yaptırılmıştır. Dış kale surlarının yapımı 12. yüzyılda inşa edilmeye başlanmıştır. 1386 tarihinde Timur tarafından yıktırılan kale, 1579 yılında Osmanlı Padişahı III. Murat'ın emri üzerine Lala Mustafa Paşa tarafından yeniden yaptırılmıştır. Kale kalıntılarında dört köşe mermer kitabe bulunmuş dış surların kapısına koydurulmuştur. Bu kitabeye göre: "1152 yılında Sultan Melik İzzeddin'in emri ile Veziri Firuz Akay tarafından yaptırılmıştır. Kaleyi 1386 yılında da Timur yerle bir etmiş, 1579 yılında tekrar III. Murat'ın emriyle Lala Mustafa Paşa yeniden yaptırmıştır." 1616 ve 1636 yıllarında iki defa onarımdan geçmiş kale doğu-batı istikametinde 250 metre, kuzey-güney istikametinde ise yaklaşık 90 metredir. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra 40 yıllık Rus hakimiyetinde tahribatlara uğramış, orijinal özelliğini ve kullanımını yitirmiştir. Kars, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın ardından 40 sene boyunca Rus egemenliği altında kalmıştır. Ruslar bu yıllar içerisinde şehir merkezinde yeni imar çalışmaları başlatmışlardır. Kars'ta bulunan Kars Çayı'nın batısındaki yerleşim yerlerini terkederek bugünkü Yusufpaşa, Ortakapı ve Cumhuriyet Mahalleleri'ne yerleşmeye başlamışlardır. 1890 yılında Hollandalı mühendisleri getirten Ruslar yeni şehir planında birbirini dik kesen ızgara planlı geniş caddeler yapmışlardır. Ancak yıllar içerisinde gelişme gösteren kentin büyümesiyle yapılan yeni caddelerde bu hususa dikkat edilmemiştir. Bu geniş caddelerin üzerine kırk yıl içerisinde Baltık mimari tarzında düzgün kesme bazalt taşınd
an tek-iki ve üç katlı binalar yapılmıştır. Bu tarihi binaların giriş cephelerinde sütunlar, bordür kabartma taşlarla süslenmiştir. Bu binaların içinde uzun koridorlar etrafında iç içe açılan oda ve salonlar bulunmaktadır. Yine iç mekanda şömine biçiminde peç adı verilen ısıtma sistemleri vardır. Bu binaların duvarlarının içine monte edilen borularla binaların tamamı ısıtılmaktadır. Bugün bu binaların 101 adeti tescil edilerek koruma altına alınmış ve büyük bir kısmı kişisel mülkiyete konut olarak bırakılmıştır. Kars'taki coğrafi yapı ve iklimin şekillendirmesi ile oluşan doğal değerler ve insan eliyle yapılan tarihi yapıların sayesinde burada zengin bir turizm potansiyeli mevcuttur. Yörede bulunan göl ve nehir yakınlarında kuş gözlemlemek ve çiçek seyiri sayesinde ekolojik turizm büyük öneme sahiptir. Şehire 53 km uzaklıkta bulunan Sarıkamış'a kayak turizmi ve 40 km uzaklıktaki Ani Harabeleri'ni ziyaret edip gören turistler il merkezinde bulunan Kars Kalesi, Kars Müzesi, Kümbet Cami (12 Havariler Kilisesi) ve Kars Tabyaları'na da ilgi göstermektedirler. 2005 yılında Türkiye'ye gelen 21 milyon yabancı turistten 59 bini Doğu Anadolu Bölgesi'ne gelmiştir. On dört ile sahip olan bu bölgede en çok turistleri çeken yerlerden biri de 7.760 turistle Kars şehridir. Kars'ta son yıllarda çoğalan kültürel ve sanatsal etkinliklerle hedeflenen burayı Kafkaslar'ın Davos'u haline getirmektir. Taşınır ve taşınmaz kültür varlıklarının korunması ihtiyacını karşılamak üzere ilk olarak 1959 yılında Vilayet Konağı'nda Müze Memurluğu kurulmuş, daha sonra bölgeden toplanan eserlerin çoğalması sebebiyle 1964 yılından 1978 yılına kadar Kümbet Cami (Havariler Kilisesi) müzeye dönüştürülerek sergileme yapılmış, nihayet 1978 yılında İstasyon Mahallesi'nde yapılan yeni ve modern bir müze binası 1981 yılında hizmete açılmıştır. Modern Kars Müzesi günümüzde arkeolojik, etnografik ve taş eserlerin sergilendiği önemli müzeler arasında yer almaktadır . Kars mutfağı ağırlıklı olarak hamur işi yemekleriyle bilinen bir özelliğe sahiptir. Bunun dışında hayvancılığın bir numaralı geçim kaynağı olması beraberinde etli yemeklerin de tüketilmesini getirmiştir. Zengin mutfağında özellikle kete (hamurlu), bozbaş yani piti (nohutlu-etli), hangel (kıymasız mantı), kelle paça, haşil, kaz yemekleri (tandırda kaz çekmesi ve pilavlı kaz eti gibi), hörre (un çorbası), ayran çorbası ve nezik (hamurlu) türlerini saymak mümkündür. Yemek kültürü üzerine kitaplar yazan Tijen İnaltong, iki yıllık hazırlık döneminden sonra "Kars'ın Yemek Kültürü" ile ilgili kitabını piyasaya sürmek için çalışmaktadır. Kars özellikle yaz aylarında disko ve barların müşterilerine sunduğu canlı müzik hizmetiyle yörenin en önemli eğlence merkezlerinden birisidir. Şehrin en önemli disko ve barları arasında "Bolero" "Pena" ve "Yağmurcu" gelmektedir. Bunun dışında eğitim - öğretim dönemlerinde şehir dışından gelen öğrencilerin katkılarıyla düzenlenen çeşitli eğlence programlarını görmek mümkündür. En önemli eğlence merkezi Kars Ortakapı'dır. Geçtiğimiz yıllara kadar Yusufpaşa'da yer alan taverna ve barlar, Kars-Ardahan Karayolu'nun (E691) geçtiği ilçe merkezinin kuzeyine nakledildiler. Kars'ın en önemli medya kurumu olan Serhat TV, 1993 yılında Kars'ın eski Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu tarafından kurulan ilk ve hal-i hazırdaki tek yerel televizyon kanalıdır. Bu kanaldan sonra, birçok yeni televizyon kanalı yayına başladı ama uzun ömürlü olmadı. Serhat TV'nin kardeş yayın kuruluşu olan Serhat FM'de yine 1993'te kurularak dinleyicilerine pop-protest ağırlıklı müzik türlerini sunmaktadır. Şehirdeki diğer radyo istasyonları olan Kafkas FM ve Kralım FM ise daha çok pop-arabesk ağırlıklı müzik türlerinde yayın yapmaktadır. Kars'ta yer alan belli başlı gazeteler ise şunlardır: Serhat Kars, Hüryurt, Hürdoğu, Halk, Denge, Ölçek, Bora]], Önder, Çağdaş Kars ve Kars Postası. Günlük çıkan Çağdaş Kars gazetesi, ülke genelinde yankılar uyandıran tam sayfalık "kayıp milletvekili aranıyor" ilanıyla dikkat çekmişti. Gazete, ilanı Kars halkının verdiğini açıklayarak birinci sayfasından şunlara yer vermekteydi: Kars'ta internet üzeri yayın yapan birçok haber sitesinin yanı sıra yerel ve ulusal yayın yapan birçok ajansın merkezi ve temsilcilikleri bulunmaktadır. Kars'ta spor en sevilen sosyal aktivitelerden biridir. Yüzlerce profesyonel sporcunun yanı sıra amatör spor yapan çok sayıda kişi de mevcuttur. Kars'ta branşlarına göre lisanlı sporcu ve hakem sayısı spor branşlarına göre değişmektedir. Şehrin en büyük spor kulübü Karsspor'dur. Kulüp iki değişik spor dalıyla öne çıkar. Bunlar futbol ve boks şubeleridir. Futbol takımı maçlarını 1960 yılında açılan 4500 seyirci kapasiteli Kars Şehir Stadyumu'nda oynamaktadır. Stadın 500 kişilik kapalı tribünü mevcuttur. Kars halen sağlık hizmetleri konusunda bazı problemler yaşamaktadır. Yetersiz doktor sayısı ve tıbbi donanımların azlığı yüzünden halk zaman zaman iki yüz kilometre uzaklıktaki Erzurum hastanelerine gitme mecburiyetinde kalmaktadır. Hatta Kafkas Üniversitesi'ne bağlı Tıp Fakültesi ilk açıldığı yıllarda Erzurum'daki Atatürk Üniversitesi'nde eğitim vermekteydi. Ancak fakültenin Kars'a gelmesi ve yeni ve daha modern bir devlet hastanesinin açılmasıyla olumlu yönde bir ilerlemeden bahsetmek mümkündür. Kentte sağlık kurumlarını yöneten Sağlık İl Müdürlüğü'nde 1190 personel görev yapar. Kars 2008 yılında aile hekimliği uygulamasına geçilen 35 şehir arasında yer almaktadır. Kars Devlet Hastanesi 2006 yılında Ortakapı Mahallesi'ndeki eski binasından, yeni yapılan Halitpaşa Mahallesi'ndeki yerine taşınmıştır. Hastane 250 yataklı olup 31 polikliniğe sahiptir. Hastanede; dört iç hastalıkları, beş genel cerrahi, bir üroloji, bir deri ve zührevi hastalıklar, bir KBB, bir nöroloji, bir kardiyoloji, bir göğüs, iki göz, iki radyoloji, bir mikrobiyoloji uzmanı ve yedi pratisyen hekimi görev yapmaktadır. Diğer sağlık personeli olarak da bir diyetisyen, bir psikolog, bir eczacı , seksen hemşire, yedi ebe ve on dört sağlık memuru hizmet vermektedir. 1998 yılından beri yeni binasında hizmet vermekte olan Doğum ve Çocuk Bakımevi ise 100 yataklıdır. Merkez ilçede ayrıca bir Verem Savaş Dispanseri, bir Ana-Çocuk Sağlığı Merkezi ve Aile Planlaması Merkezi vardır. İl genelindeki 40 sağlık ocağından yedisi merkez hudutları içindedir. Bu kurumlarda 2001 yılında toplam 269.243 poliklinik işlemi yapılmıştır. Ayrıca kentte bir de Halk Sağlığı Laboratuvarı vardır. Laboratuvarda hava kirliliği, gürültü ölçümü ve egzoz emisyon ölçümü; iki biyolog ve bir kimya mühendisi tarafından yapılmaktadır. Kars İl Merkezi'nin Ulaşım Ağı için Valilik Sayfasındaki "Plan ve Haritalar" bölümünü tıklayınız Şehir içi ulaşım belediye otobüsleri ve dolmuşlarla yapılır, ilçe ve köylere ulaşımda ise minibüsler kullanılır. Ayrıca şehir genelinde yüzlerce ticari taksi de hizmet vermektedir. Kars'a her gün İstanbul'dan; Ankara, Kayseri, Sivas ve Erzurum üzeri TCDD'nin Doğu Ekspresi karşılıklı seferler yapmaktadır. Ayrıca uzun yıllardan bu yana planı yapılan Bakü-Tiflis-Ahılkelek-Kars demiryolu projesi hayata geçirilerek Türkiye ekonomisine katkı sağlanması düşünülmektedir. Yapılacak inşa işinde mevcut raylara 180 km uzunluğunda yeni raylar döşenecek. Toplam maliyeti 450 milyon dolar olan bu projenin 2012 yılında bitirilmesi hedeflenmektedir. Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül temel atma töreninde yaptığı açıklama da bu hattın sadece üç ülkeyi değil, aslında Çin'i Birleşik Krallık ile bağlayan bir yol olduğunu belirtti. Türkiye'nin yedi bölgesindeki şehirlerin çoğuna Kars otobüsleri, yolcu taşır. Kars Otogarı'ndan Türkiye'ye açılan otobüslerin bağlı oldukları üç firma olan Kars Kalesi (eski adı:Doğu Kars), Kafkas Kars ve Turgutreis'in birçok şehirde büroları vardır. Kars'ın ayrıca uluslararası statüye sahip bir de havalimanı vardır (IATA: KSY). Uzun bir tadilattan sonra 22 Ekim 2007 günü tekrar uçuşlara açılan havalimanına Türk Hava Yolları´nın İstanbul Atatürk Havalimanından, Sunexpress´in İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanından her gün birer seferi vardır. AnodoluJet Ankara Esenboğa Havalimanından Kars´a haftada 10 uçuş gerçekleştirmektedir. Ayrıca Aralık 2007'den itibaren haftanın iki günü SunExpress'in karşılıklı Kars-İzmir seferleri de başlamıştır. Temmuz 2008'de Kars'tan Azerbaycan'ın başkenti Bakü'ye karşılıklı seferler düzenlenmeye başlandı. 10 Haziran 2009 tarihinden itibaren Çarşamba günleri haftada bir olmak üzere karşılıklı Köln-Kars uçuşları Öger Tours-Hamburg International ortaklığı ile başlatıldı (Sadece yaz mevsiminde). 7 Haziran 2015 gününde Kars ili genelinde halk üç milletvekilini Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne gönderdi. Bu milletvekilleri ve partileri şöyledir: Partilerin aldıkları oyları şu şekilde olmuştur: Son yapılan 1 Kasım 2015 genel seçimlerinde iki milletvekili Ak parti ve bir milletvekili de HDP olmak üzere meclise üç milletvekili göndermiştir. Bu milletvekilleri ve partileri şöyledir: Partilerin aldıkları oyları şu şekilde olmuştur. Kars Valiliğini Günay Özdemir yürütmektedir. Belediye başkanlık görevini Milliyetçi Hareket Partisi'nden Murtaza Karaçanta yürütmektedir. Karaçanta 2014 yılının Mart ayında yapılan yerel seçimlerde bu göreve seçildi. Belediye başkanı 1961 yılında Kars'ta dünyaya geldi. 2009 Yerel Seçimleri'nde Milliyetçi Hareket Partisi Kars Belediye Meclis Üyeliği'ne seçildi. Plan-Bütçe, İmar ve Denetim Komisyonlarında görev aldı. 2014 yerel seçimlerinde merkez ilçe genelinde 4 parti yarıştı. Partilere verilen oy sayıları Yüksek Seçim Kurulu tarafından şöyle açıklandı: 2014 Yerel Seçimleri İl genel meclisi oylamalarında ise dengeler değişti. AK Parti birinci olurken, MHP ikinci sıraya yerleşmiştir. Sonuçlar aşağıda belirtilmiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi= 15.040 oy Milliyetçi Hareket Partisi= 13.644 oy Cumhuriyet Halk Partisi = 11.640 oy Barış ve Demokrasi Partisi = 10.847 oy İl merkezine bağlı 23 mahalle ve 70 köy mevcut olup buralar yerel seçimlerle işbaşına gelen muhtarlar tarafından yönetilmektedir. Kars belediyesine bağlı yirmi ü