article
stringlengths 7.34k
10k
|
---|
_60 ilişkilerinin olduğu görülür. formula_60 ilişkisi gurubun değişmeli olduğunu gösterir. Ayrıca, formula_57 ve formula_58 tarafından üretilen serbest grup formula_64 nin kelimelerinin, bu ilişkilere göre sadeleştirilmiş halleri formula_56 grubunun elemanlarını ifade ederler.
Gruplar, sonlu gösterimli ve sonsuz gösterimli olmak üzere iki sınıfa ayrılırlar. Sonlu gösterimli gruplar formula_51 kümesi sonlu olan en az bir gösterimi kabul eden gruplardır. Hiçbir gösterimi sonlu olmayan gruplar ise gösterimi sonsuz sınıfına düşerler.
Sonlu gösterimli grupların Descartes çarpımları da serbest çarpımları da sonlu gösterimlidir. formula_67 ve formula_68 olsun. formula_69 nin bir gösterimi formula_70 dir. formula_71 nin bir gösterimi ise formula_72 dir.
4) formula_39 üzerinde tanımlanan ikili işlemin, yine formula_39 üzerinde tanımlanmış bir topolojiye göre sürekli olup olmaması önemli grup sınıfları oluşturur. Eğer, bu ikili işlem formula_75 in topolojisine göre sürekli ise, formula_39 grubuna topolojik grup denir. Benzer şekilde, formula_39 üzerinde bir topoloji ve ayrıca gerçel analitik yapı var ise, mesela formula_39 bir çokkatlı olabilir, ve ikili işlem gerçel analitik ise, formula_39 grubuna Lie grubu denir. Örnek olarak, 2 boyutlu tersinir kare matris grubu,bir gerçel 4 boyutlu tıkız olmayan bağlantısız Lie gruptur. Eğer gerçel yapı karmaşık yapıyla değiştirilirse, karmaşık Lie grubu elde edilir.
5) Gruplar ayrıca, hiperbolik gruplar, uyumlu grup lar (amenable group), T-özelliğine sağlayan veya sağlamayan gruplar gibi ana sınıflara ayrılırlar.
Her gruba bir formula_80 çizgesi tayin edilerek, çizge teorisinin kombinatorik sonuçları, grup teorisinde kullanılabilir . Bu özel çizgeye Cayley çizgesi denir ve şöyle inşa edilir: formula_39 grubunu üreten formula_41 kümesi seçildikten sonra, formula_41 nin her formula_84 elemanına formula_85 ile gösterilen bir renk atanır. Uçlar kümesi, yani formula_86, olarak formula_39 kümesi seçilir. formula_88 için formula_89 şeklinde formula_90 var ise, formula_91 ucundan formula_92 ucuna formula_85 renkli kenar çizilir. Elde edilen renki yönlendirilmiş çizge formula_80 dir.
Grupların Cayley çizgeleri formula_117 e her zaman gömülebilirler. Ayrıca, her yönlü çizge bir Cayley çizgesi değildir. Cayley çizgesi kullanılarak, grubun tekil Laplace operatörü tanımlanır.
Grup gösterimleri kullanılarak, her gruba karşılık bir hücre kompleksi inşa edilir. Bu teknik, geometrik grup teorisinde sıklıkla kullanılır. formula_54 gibi bir gösterimin verildiğini kabul edelim. formula_119 ile tek noktası olan topolojik uzayı gösterelim. formula_41 kümesinin her elemanı için, 1-boyutlu bir kenar, bu tekil noktaya uç noktalarından yapıştırılsın. Oluşan uzayı formula_121 ile gösterelim. formula_51 kümesinin elemanları, formula_39 içinde birim elemana denk gelen kelimeler olduklarından, bu tür her kelimeye karşılık, 2-boyutlu bir disk, topolojik sınırı 1-boyutlu kenarlara denk gelecek şekilde yapıştırılabilir. Oluşan 2-boyutlu formula_124 uzayı, formula_39 nin hücre kompleksi dir. Bu hücre kompleksinin temel grubu formula_39 nin kendisi olup, topolojik evrensel örtüsünün 1-boyutlu iskeleti formula_39 nin Cayley çizgesidir.
Örnek: formula_128 in gösterim kompleksi torustur.
Grup teorisi cebirin en sık kullanılan yapısı olduğundan, matematiğin diğer dallarında pek sık kullanılır. Aşağıda, bu ilişkilerin birkaçı açıklanmıştır.
Aşağıda bazı önemli uygulamar verilmiştir.
Tarihöncesi
Tarih öncesi veya Prehistorya (Latince, præ = önce + Yunanca, ιστορία = tarih), insanlığın yazının bulunmasından önceki dönemi.
Tarih öncesi dönemler arkeoloji tarafından araştırılır. Tarih öncesi dönemin uzunluğu bölgelere göre değişiklik gösterir. Kimi bölgelerde 2 milyon yıl öncesinde yaşanmaya başlayan bu dönem, insanlığın geçirdiği en uzun aşamadır.
İlk yazı Mezopotamya'da ve Mısır'da yaklaşık olarak aynı sıralarda, M.Ö. 3. binin başlarında kullanılmaya başlanmıştır.
Seyşeller
Seyşeller (Seyşeller Kreyolu: "Sesel"; İngilizce: "Seychelles"; Fransızca: "Seychelles") ya da resmî adıyla Seyşeller Cumhuriyeti, Afrika kıtasına bağlı ada ülkesidir. Seyşeller, Hint Okyanusu'ndaki 115'in üzerinde kurulu bir ülke olup, Afrika ana kıtasının doğusunda, Madagaskar'ın ise kuzeydoğusunda yer almaktadır. Ülkenin başkenti Victoria'dır.
Adaların, 1505 yılında Portekizliler tarafından bulunduğu sanılmaktadır. 1768'de Fransızlar tarafından işgâl edildi. 1794'te Büyük Britanya Krallığı yönetimi altına girdi. 1810'da bir İngiliz kolonisiydi. 1814'te Paris Antlaşması'yla tam olarak Birleşik Krallık'a verildi. 1903'te Birleşik Krallık'a bağlı bir koloni hâline geldi. 1976 yılında bağımsızlığını elde etti. Bir yıl sonra askerî bir darbe yapıldı ve France-Albert René yönetimi ele geçirdi. 1979'da ilan edilen yeni anayasa ile tek partili bir devlet oldu. France Albert René 1989 seçimlerini de kazanarak üçüncü defa başkan oldu. 1977'deki darbeden sonraki ilk çok partili seçim 23-26 Temmuz 1992'de yapıldı. Seçimin amacı anayasa taslağını hazırlamakla vazifeli 23 kişilik bir komisyonun üyelerini tespit etmekti. Anayasa teklifi 15 Kasım 1992'de halk oylamasına sunuldu ise de %60 barajını aşamadığı için kabul edilmedi.
Mevkii itibarıyla Hint Okyanusunda ve Madagaskarın 1200 km kadar kuzeydoğusunda ve Zengibar'ın yaklaşık 1600 km doğusundadır. Yüzölçümü yaklaşık 493 km2dir. Bu yüzölçümüne 92 ada ve adacık, mercan ve granit ada ve kayalıkları dâhildir. Bu adaların en büyüğü 142 km2lik Mahé Adasıdır. Diğer önemli adalar; Praslin, La Digue, Silhouette, Destroches ve Aldabradır.
Adalar, granit ve genellikle volkanik türde olup, dağlık bir arâziye sâhiptir. En yüksek nokta Mahé Adasındaki Morne Seychellors Tepesi olup, yaklaşık 900 metredir.
Takımadalar ekvatora çok yakın olmasına rağmen, iklim, güneydoğu alizeler sebebiyle ılımandır. Hazirandan kasım ayına kadar bu ılık iklim devam eder. Mahé Adasında sıcaklık aşağı yukarı 24 °C ilâ 29 °C arasında değişir. Başşehir Victoria ve çevresine düşen yıllık yağış miktarı yaklaşık 2300 mm kadardır. Bu rakam yüksek bölgelere gelince artar ve hemen hemen 3550 mmye kadar ulaşır. Ülkede genellikle kaplumbağa, guano ve kıyılarda da köpekbalığı bulunur.
Ülkenin nüfûsu yaklaşık 71.000'dir. Nüfus yoğunluğu 157'dir. Yıllık nüfus artışı %2 dolayındadır. Nüfûsun %60'tan fazlası gençtir ve şehirlerde yaşayanlar aşağı yukarı %37 civarındadır. Nüfusun etnik yapısını Creoller meydana getirir. Creoller, Fransız asıllı olup Louisianada ve İspanyol asıllı olup Karaip Adalarında doğmuş ve buralarda yaşamış kimseler demektir. Bunlar esas îtibâriyle Fransız, İspanyol, Asyalı ve Afrikalı insanların birbirleriyle kaynaşması netîcesi meydana gelen melez insanlardır. Halkın çoğu katoliktir. Ayrıca bir miktar Müslüman, Protestan ve Hindu da mevcuttur.
İngilizce ve Fransızca resmî dillerdir. Bunun yanı sıra Fransızcanın değişik bir şekli olan Créole dili de yaygındır. Başkenti Victoria'dır. Okuma-yazma oranı %60 civarındadır.
Tek partili yönetim sistemine dayalı bir cumhuriyettir. 1979 anayasasına göre ülke, tek parti diktatörlüğünde sosyalist bir devlettir. Devlet başkanı 1977'de işbaşına gelen başkan France Albert René'dir (1993).
Ülke ekonomisi esas olarak tarım ve turizme dayanır. Ayrıca tüketim malları ihracatı da önemli bir gelir kaynağıdır. Ülkede yetişen başlıca tarım ürünleri; muz, tatlı patates, manyok ve bunun ürünü nişasta, kokonat ve vanilyadır.
Ülkenin en önemli endüstrisi gıda endüstrisidir. Ayrıca deniz ürünleri önemli bir gelir kaynağıdır. İşçi gücünün %19'u tarımda, %20'si mâdencilik ve inşaatçılıkta, %14'ü kamu sektöründe ve sosyal hizmetlerde, %11'i de lokanta ve hotel işletmeciliğinde istihdam edilir.
İthâlat ve ihrâcatını daha çok Birleşik Krallık, Fransa, Güney Afrika, Yemen ve Pakistan ile yapar. Başlıca ihraç ürünleri şunlardır: Kurutulmuş hindistancevizi içi, tarçın, sabun ve parfüm yağı, vanilya ve balık. Diğer önemli gelir getiren kaynaklar ise guano, kaplumbağa kabuğu, köpekbalığı yüzgeci ve balık ürünleridir.
Ulaşım sistemi yeterli olup ülkenin en gelişmiş şehri ve limanı başkenti Victoria'dır.
İlahiyat
İlâhiyat ya da teoloji (Yunanca: "θεος, "theos", "Tanrı" + λογος, "logos", "bilim"") ya da tanrıbilim, "tanrı" kavramı ve din olgusunu inceleyen bilim dalı.
Günümüzde sıklıkla, "din ile ilgilenen bilim" anlamında kullanılmaktadır. Teoloji ile ilgilenen kişilere "teolog", "ilâhiyatçı", "dinbilimci" veya "tanrıbilimci" denir.
Modern dönem öncesi kurulan pek çok üniversite, kilise okullarından ve manastır kurumlarından dönüştürülmüştür. Bu sebeple, Orta Çağ'da teoloji, üniversitelerin temel araştırma alanlarının en ön sıralarında gelmekte ve teolojiye "bilimlerin kraliçesi" (The Queen of the Sciences) adı verilmekteydi. Bu önceliğinden ötürü bu okulların müfredatlarında, "kilise kanunları" gibi dersler yer almakta ve bu dersler ile kiliseye hizmet edecek gençlerin yetişmeleri amaçlanmakta idi. Hatta bu üniversitelerin duâ etme, vâaz verme veya âyinleri de içeren şapelleri de bulunmaktaydı.
Aydınlanma ile birlikte üniversiteler değişmeye ve hümanist bir perspektifle farklı alanlardaki konuları öğretmeye başladılar. Teoloji, artık üniversitelerde öğretilen ana konular arasında yer almıyordu. Üniversiteler, kiliselere din adamı yetiştirmenin dışında da amaçlar edinmeye başlamışlardı. Sonuç olarak teoloji, inancı ele alış şeklinin inancın içinden olması farkı ile aynı konuyu ele alan diğer akademik disiplinlerden ayrıldı. Çoğu "kilise babası", teoloğu ""hakiki olarak duâ eden kişi"" olarak tanımlamaktadır. Dindar olmayan teologlar bu görüşle uyuşmasa da teoloji aşağıdaki disiplinlerden ayırt edilmelidir. Din bilimleri şu beş başlık altında incelenir:
Tüm bu disiplinler, dine hümanist varsayımlarla yaklaşır ve teolojiden farklı olarak, dinî inanç ve deneyimin tek biçimliliğini öne sürerler.
İslam felsefesindeki temel sorgu mekanizmalarını ve aklî delillendirme metodolojilerini ilke edinerek eşyanın hakikatini elde etme güdüsü sonucu ortaya çıkmış dinbilimsel yaklaşımların "İsl |
am teolojisi" bağlamında ele alınmasıdır.
İslâmiyet'te Allah'ın varlığı ve nitelikleriyle ilgili konuları ele alan bilim kolu, tanrıbilimi ile İslam dini ilimlerinin bütününe verilen ad, "ilâhiyat"tır. İlâh ve çoğul "-at" eki, Arapça kökenli olmasına karşın "ilâhiyat" şeklindeki bir adlandırma Türkçe dışındaki dillerde bulunmamaktadır. Arapçada benzer anlamda ""Ulûm-u Dîniyye"" tâbiri kullanılmaktadır. "İslam İiâhiyatı" ile ilgili konuların ayrıntılı ve bilimsel olarak incelenmesi de ilâhiyat fakültelerinin ilgi sahasına girmektedir. Hristiyanlıkta ise hem ilâhiyat fakülteleri, hem de "teoloji okulları" ayrı ayrı kurulmuştur.
Türkiye'de ilâhiyat fakülteleri, standart teoloji fakültelerindeki eğitimin yanı sıra detaylı bir İslam teolojisi eğitimi verir. Olgulara din bilimsel metodoloji ile yaklaşım benimsenir.
İslam tarihinde Muhammed'den hemen sonra doğup gelişen; bir kısmı kutsal metin, bir kısmı İslam peygamberinin söz ve davranışları veya İslamiyet'in çeşitli felsefi ekollere ve ana akım din anlayışının dışındaki akımlara karşı genel akımı akli/felsefi metotlarla savunan kelâm gibi dalların tümü İslam ilahiyatı içerisinde yer almaktadır.
Hristiyan teolojisi içinde toplumsal kurallar ve davranış biçimlerini, peygamberin sözlerini ve tarihi de barındıran İslam ilahiyatından bir yönüyle benzeşmekte bir yönüyle de ayrılmaktadır. Tanrı ve fizikötesi diğer konuları felsefe dilini özellikle aristocu felsefe metotlarını kullanarak ispatlamaya çalışmasıyla, Hristiyan teolojisi ve İslam kelamı birbirine çoğunlukla benzemektedir. Ancak İslam ilahiyatı bu apolejetik (dini savunma) ihtiyacını kelâm ile savunurken bir yandan da "fıkıh" denilen ve bugünkü hukuk ve siyâset bilimi içine giren alanlarda da hem kutsal metne dayalı tasvir, hem de kutsal metne bağlı akılla "(fıkıh Arapçada anlamaya çalışmak manasına gelmektedir)" oluşan yeni durumlara dinden hüküm ortaya koymaya çalışmıştır. Her iki dinin karakteristik yapısı ve teolojileri arasında böyle bir farkın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Akide/İslam Kelâmı'nın "-/ ()", Fıkıh/İslam hukukunun "/", şeriatın da "" olarak İngilizceye çevrilmesinin ardında da bu ayrımları belirtme ihtiyacı bulunmaktadır.
Azad Ziya Eren
Azad Ziya Eren (d. 27 Ekim 1976, Diyarbakır), şair ve yazardır.
İlkokulu Çorum’da, ortaokulu Antep’te, liseyi Diyarbakır’da tamamladı. Dicle Üniversitesi, Biyoloji bölümü mezunudur. Şiir, deneme, plastik sanat eleştirileri ve şehir monografileri ("Mardin, Paris ve Diyarbakır") yazdı. Kültür & Sanat Politikaları üzerine makaleleri Avrupa Birliği Yayınları’nda yayımlandı. Uluslararası konferanslara ve kitap fuarlarına, şiir festivallerine, okumalara ve Avrupa’da résidence programlarına katıldı. Başta Portekiz (Lisboa) ve Amerika (San Francisco) olmak üzere birçok ülkede şiir festivallerine ve eleştiri üzerine konferanslara çağrıldı. Türkiye’de “Le Tour de France en 80 Jours/80 Günde Fransa Alem” fotoğraf sergisi, Fransa’da “La Nudité et la Poésie/Çıplaklık ve Şiir” resim sergisi açtı, şiir turnelerine katıldı. Yapıtları Fransızca, İngilizce, Almanca, Kürtçe, Arapça, Süryanice ve Ermenice dillerine çevrildi, Ortadoğu ve Avrupa’da yayımlandı. “Pitoresk Sanat” (2005) ve “Palto Sanat” (2009) dergilerini kurdu. Eren, 2009 yılında ("Ars Requiem" ve "Bırakılma Koridoru" adlı kitaplarıyla), 02 Temmuz 1993 yılında gerçekleştirilen Sivas Katliamı'nda, 36 sanatçıyla birlikte "Madımak Oteli"nde öldürülen şair Metin Altıok Şiir Ödülü"nü almıştır. Bijar adında oğlu, Mari Jiyan adında kızı var. Diyarbakır’da yaşıyor.
2009 Metin Altıok Şiir Ödülü'nü aldı.
Greenpeace
Greenpeace (Türkçe: "Yeşil Barış") kırktan fazla ülkede şubesi ve Hollanda, Amsterdam'da uluslararası bir merkezi olan çevreci sivil toplum kuruluşu. Greenpeace amacının "Dünya'nın tüm çeşitliliği ile yaşamı besleme gücünü garantiye almak" olduğunu belirtir ve küresel ısınma, ormanların yok olması, aşırı avlanma, ticari balina avcılığı, genetik mühendisliği ve nükleer gibi dünya çapındaki sorunlardaki kampanyasına odaklanır. Greenpeace amaçlarına ulaşmak için doğrudan eylem, lobicilik ve araştırmadan yararlanır. Küresel örgüt 2,9 milyon bireysel destekçisine ve vakıf yardımlarına güvenerek hükümetlerden, şirketlerden ve siyasi partilerden bağış kabul etmez.
Greenpeace, gezegeni yaşanmaz hâle getiren çevre suçlarına karşı bilimsel verilere dayanan kampanyalar yürütür ve şiddet içermeyen doğrudan eylemlerle tanıklık ederek bu suçları basın aracılığıyla gündeme getirir.
Greenpeace, birkaç kişinin kiraladıkları kırık dökük bir tekne ile nükleer denemeleri protesto etmek için ABD'nin Alaska eyaletinden, Amchitka'daki nükleer deneme sahasına gitmeleri ile 1971 yılında Kanada'nın Vancouver şehrinde doğmuştur.
Greenpeace Türkiye, uluslararası çevre kuruluşu Greenpeace'in Akdeniz Ofisi'ne bağlı olarak 1992 yılından itibaren faaliyet göstermeye başlamıştır. Kuruluş dünyayı tehdit eden en önemli çevre sorunları üzerinde çalışır ve çözümler öneriyor.
Türkiye Ofisi şu anda enerji ve iklim değişikliği, toksik maddeler, denizler, Nükleer Silahsızlanma alanında etkin çalışmalar yürütüyor. Sürekli maddi destekte bulunan 60.000'den fazla destekçisi ve İstanbul ofisinde 12 tam ve yarım zamanlı çalışanı bulunmaktadır.
Budizm
Budizm, bugün dünya üzerinde yaklaşık 500 milyonu aşkın inananı bulunan bir dindir. İlk önce Hindistan’da ortaya çıkmış, daha sonra zaman içinde , Güneydoğu ve Doğu Asya’da (Çin, Japonya, Kore, Moğolistan, Nepal, Sri Lanka, Tayland ve Tibet gibi ülkelerde) yayılmıştır.
Farklı bakış açılarına göre din veya felsefe olarak tanımlanan Budizm'in hedefi, hayattaki acı, ıstırap ve tatminsizliğin kaynaklarını açıklamak ve bunları gidermenin yollarını göstermektir. Budizm'de öğretilerin ana çatısını meditasyon gibi içe bakış yöntemleri, reenkarnasyon denilen doğum-ölüm döngüsünün tekrarı ve karma denilen neden-sonuç zinciri gibi kavramlar oluşturmaktadır.
Budizm, Sanskritçe ve Pali dillerindeki eski Budist metinlerinde 'uyanmış kişi - farkında olan' anlamına gelen Buddha kelimesinden türetilmiştir. "Tarihî Buda" da denilen Siddhartha, Budizm'in kurucusu olarak kabul edilir. Siddharta’nın hayattaki acıların kaynağını açıklamak amacıyla yaptığı uzun çalışmalar sonucu ıstırabı sona erdirecek bir mânevî anlayışa ulaştığı ve böylelikle Budalık'a eriştiği kabul edilir.
Budizm, Siddhartha Gautama'nın ölümünden sonra 500 sene boyunca Hint Yarımadası'nda, daha sonra Asya ve Dünya'nın geri kalanında yayılmaya başladı. Hindistan'da zamanla etkisini yitiren Budizm, Güneydoğu Asya ve Uzak Doğu kültüründe etkisini günümüze kadar devam ettirmiştir.
Budizm MÖ 563-MÖ 483 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen, bugün Buddha olarak bilinen Siddhartha Gautama tarafından kurulmuştur. Siddhartha Gautama, Kuzey Hindistan'da bir prens olarak doğduktan sonra hayattaki acıları sona erdirmek için bir yol bulmak amacıyla krallığını terk etmiş ve uzun çalışmalar sonucunda aydınlanmaya ulaşmıştır.
Sosyolojik ve tarihsel plânda Budizm'in, Hindistan'ı işgal eden Aryan topluluklarının beraberinde getirdiği Brahmanizm'e karşı bir tepki olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Felsefî kaynakları arasında Brahmanizm ve Hinduizm ile birlikte Jainizm ve yerli halklarının eski din ve kültürleri de sayılabilir. Ancak geleneksel olarak Budizm'in en temel kaynağı olarak Siddharta Gautama'nın aydınlanma deneyimi ve bu deneyim sayesinde kazandığı bilgelik gösterilir.
Siddhartha Gautama'nın, Nepal'deki Lumbini'de doğduğu düşünülmektedir. Yaygın olmamakla birlikte Hindistan-Nepal sınırındaki Kapilavastu'da doğduğuna dair iddialar da vardır.
Geleneksel olarak kabul edilen yaşam hikâyesi şöyledir:
Siddhartha Gautama klanı ve Sakya Kabilesi'nden bir prens olarak dünyaya gelir. Doğumundan kısa bir süre sonra babası Kral Suddhodana'yı bilge olduğu varsayılan bir kişi ziyaret eder. Siddhartha hakkında ""Bu çocuk ya muhteşem bir kral (chakravartin) veya muhteşem bir kutsal adam (Sadhu) olacak"" der. Siddhartha'nın ileride kral olarak yerine geçmesini arzulayan babası ise onun yaşamı boyunca acı ve ölüm gibi hayatın gerçeklerinden habersiz sarayda yaşamasına çaba gösterir. Bundan dolayı Siddhartha, hayatının ilk 29 yılını insan nefsinin arzu edebileceği her tür zenginliğin içinde yaşamıştır. Babasının çabalarına rağmen Prens Siddharta, 29 yaşındayken ilk kez bir yaşlı insanın acı çektiğini görür. Bu olaydan sonra sarayın dışında yaptığı gezintilerde hasta bir adam, çürümüş bir ceset ve çileci bir derviş görünce hayatın ızdırap içerdiğini fark eder ve acıyı altetmek için çileci bir derviş olarak yaşamaya karar verir.
Derviş olmak için görkemli hayatı arkasında bırakarak sarayından ayrılan Siddhartha, başlangıçta çeşitli dervişlere katılarak onların çileci öğretilerini izler. Bu dervişler toplumdan ayrı, yoksun bir hayat sürerek açlık, kendine eziyet gibi çeşitli yöntemlerle nefislerini engellemeye çalışmaktadırlar. Uzun süre bu yoksun hayatı izleyen Siddhartha, bu yöntemlerin insana açlığa dayanma, hassas fısıltılar duyma, vücutta ağrı hissetmeme gibi olağanüstü rûhânî güçler kazandırdığını fark eder, ancak aynı zamanda vücuduna zarar verdiğini de görür.
Siddhartha, bu yöntemlerin aradığı cevaba ulaşmasına katkıda bulunmadığını, prens olarak zenginlikler içindeki hayatında olduğu gibi tatminsizlik ve huzursuzluk yarattığına karar verir. Böylelikle çileci yaşamına son vererek anapanasati denilen "nefesi dikkatle takip etme" meditasyonunu geliştirir. Çileci yaşam yerine, ne nefsin her isteğine boyun eğen, ne de vücudu yıpratacak kadar mahrum bırakan ve "Orta Yol" olarak tanınan bir yaşam şekli geliştirir. Söylenceye göre çileci hayatı terk etmesi, bir gün köylü bir kızın getirdiği süt ve pirinç muhallebisini kabul etmesiyle olur; ve bir incir ağacının altında nefes meditasyonuna oturur. 49 günlük meditasyondan sonra 35 yaşındayken ilmini tamamlar ve günümüz Bodh Gaya'sında bulunan bu ağacın altında aydınlanmaya ulaşır.
Aydınlanmasından sonra Buda veya Gautama Buddha adını alarak öğretilerini yaymaya başlar. Hindistan'ın kuzeyini, Ganj kıyıları |
nın kutsal kenti Benares ve dolaylarını yeni felsefesini anlatarak gezen Gautama Buddha, kayıtlara göre 80 yaşında Kuşinagar'da (Hindistan) ölmüştür.
Gautama Buddha'nın ölümünün ardından toplam altı Budist Konsey düzenlenmiştir. Bu konseyler, öğretilerin Asya’nın farklı yörelerine yayılmasına, farklı anlayışların ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. 20. yüzyıla gelindiğinde Avrupa ve ABD'de de ilgi görmeye başlayan Budizm, pek çok farklı mezhep ya da okula ayrılmıştır.
Budist yazmalarda aktarıldığına göre MÖ 5. yüzyılda Gautama Buddha'nın Parinirvāṇa'sının üstünden henüz çok geçmeden birinci Budist konsey, Rajgir'de Buddha'nın öğrencisi Mahakasyapa'nın başkanlığında toplanmıştır. Amacı, öncelikli olarak öğretilerin sözlü aktarımında yanlışların yaşanmamasını sağlamaktır. Birinci Konsey'de Buda'nın kuzeni ve aynı zamanda onu çok uzun bir süre takip etmiş olan öğrencisi Ananda, Buda'nın konuşmalarını (sūtras, Pāli'de suttas) ezberden okuması için çağrıldı. Başka bir öğrencisi olan Upali ise keşişlik yaşamını düzenleyen kuralları (vinaya) ezberinden anlatır. Bunlar, daha sonra Pali dilindeki Tripitaka (Üç Sepet) derlemesinin temelini oluşturmuştur.
Buda'nın Parinirvāṇa'sından yaklaşık 100 yıl sonra Yasa adlı bir rahibin çağrışı üzerine Hindistan'ın çeşitli yörelerinden gelen 700 rahip, Vesali'de Vinaya İlkeleri'nin uygulamasında ortaya çıkan farklılıkları tartışmak üzere toplanır. İkinci Budist Konsey olarak adlandırılan bu toplantıda Sangha'nın ilk ayrımları ortaya çıkmıştır. İlk etapta Sthavira ve Mahāsāṅghika anlayışları birbirinden farklılaşmıştır.
MÖ 3. yüzyılda Kral Asoka, Budizmin gelişmesine büyük katkı sağlamıştır. Kanlı Kalinga Savaşı'nın ardından şiddeti reddederek Budizm'i seçen Asoka, pek çok stupa inşâ ettirmiş, Orta Asya ve Sri Lanka'ya elçiler göndererek Budizm'in ilk defa Hindistan dışında tanınmasını sağlamıştır. Üçüncü Budist Konsey MÖ 250 civarında Pataliputra’da Kral Asoka'nın çağrısı üzerine Moggaliputta Tissa adlı bir keşişin başkanlığında toplanmıştır. Amacı Budist hareketi saflaştırmak, öğretiden sapan mezhepleri belirlemektir.
Budizm tarihi 2500 yıllık bir geçmişe sahip olmakla birlikte çok sayıda okulu ve sistemi de beraberinde getirmiştir. Budizm’de okul (vada), araç (yana) ve yol kavramları “Mezhep” kavramıyla örtüşmekte ve bu sözü edilen kavramların hepsi aynı anlama gelmektedir.
Bugün genelde kabul gören sınıflandırmaya göre, Budizmde başlıca dört akım vardır. Bunlar:
Hinayana ("küçük taşıt") adı da verilen Theravada Budizmi (eskilerin yolu), bireyleri bu Dünya'nın sıkıntı ve ızdıraplarından kurtarmayı amaçlar. Yani, öncelikle bireyin yazgısını ve kurtuluşunu dikkate alır. Buna göre, acı çekmekten kurtulmanın tek yolu, yaşamdan el etek çekerek, Nirvana'ya ulaşmakla elde edilebilecek olan ahlak yetkinliğidir. Buna karşın Mahayana Budizmi ("büyük taşıt"), bireyden çok tüm insanlığı, yani bütünü dikkate alır. Bu anlayışa göre, büyük borç gerçekte tüm insanlığa hizmet ettikten sonra ödenmiş olacaktır ve bireyin yalnızca kendisini kurtarmasının hiçbir önemi yoktur. Üçüncü büyük mezhep olan Vajrayana, Mahayana'dan türemiş tantrik bir okuldur. Felsefî açıdan Mahayana'dan çok farklı değildir ancak uygulamada yepyeni yöntemler ekler.
Bütün Budist mezhepler "yeniden doğum" (reankarnasyon) ve karma inançlarını kabul eder. Karuna adı verilen Budist merhamet anlayışı da tüm okullarda ortaktır. Bundan başka bütün Budist mezhepleri ve okulları Dört Yüce Gerçek, Sekiz Aşamalı Asil Yol, 12 halkalı nedensellik yasası gibi temel Budist öğretileri kabul eder.
Buda'nın ölümünden birkaç yüzyıl sonra erken dönem sanghasında, vinaya ve öğreti anlayışındaki farklar, coğrafi uzaklık gibi nedenlerle çeşitli ayrımlar ortaya çıkmıştır. Buna bağlı olarak Üçüncü Budist Konsey dönemine gelindiğinde ilk Erken Dönem Budist Okulları olan Mahasanghika (Büyük Cemaat) ve Sthaviravadin (eski yol) okulları kurulmuştur.
Daha sonra bu şekilde farklı fikirleri olan 18 okul daha oluşturulmuştur. Bugün bile bu okulların hangi gruba ait oldukları belli değildir. Mahasanghika, dört Shravaka okullarından biri olarak kabul edilmiştir (Sthaviravada, Mahasanghika, Sammitiya ve Sarvastivada).
Theravada kimi zaman Güney Budizm, Pali Budizm ya da Mahayana Budistleri tarafından "Hinayana" (küçük taşıt) olarak da nitelendirilen, Budizmin en eski okulunun günümüzdeki tek temsilcisidir; disipline ve monastik hayata büyük önem verilir; rahipler için katı kuralları vardır. Theravada yalnızca Pali Derlemesi'ni kabul eder, Mahayana mezhebinden farklı olarak mistisizm ve mistik spekülasyonlara yer verilmez, felsefidir; ruhun ve tanrının olmadığı olgusu üzerine en çok duran Buddhizm mezhebidir.
Mahayana mezhebinden farklı olarak yalnızca Gautama Buddha'nın öğretilerinin "üstün" olduğu kabul edilir, daha sonra aydınlanan ve "Buddha" olarak isimlendirilen kişiler Gautama seviyesinde değillerdir, Mahayana'nın aksine diğer Buddha'ların da değil yalnızca Gautama'nın öğretileri kutsal metin olarak kabul edilir. Nirvana'ya ulaşmak için pek çok kere ölüp yeniden doğarak "gelişmek" gereklidir.
Mahayana mezhebi içinde, her biri farklı Sutraları vurgulayan, farklı okulları barındırır. En önemlileri, Arık Ülke Budizmi, Zen Budizm ve Niçiren Budizmi'dir.
Pali Derlemesi, Mahayanacılar için sadece "başlangıç" seviyesinde olan kutsal metinlerdir. Theravada'dan farklı olarak pek çok Mahayana Sutrası kabul edilir. Hatta kimi okullar bunların öğreti olarak Pali derlemesinden daha ileri seviyede ve üstün olduğu söylenir.
Mahayana Budizmine göre Buda-doğası herkesin içinde bulunur. Aydınlanmaya ulaşabilmiş çeşitli üstün varlıkların insanlara yardım edebileceği inancı, göksel mekanlar ve zengin bir kozmografyaya sahiptir.
Zen Budizmi Japon ve Çin olmak üzere başlıca iki okula ayrılır. Çin'de bu okula "Chan" adı verilir. Japon Zen'inden farklı olarak biraz daha felsefidir ve Shurangama Sutra'ya ayrıca önem verilir. Japon Zen'inde başlıca Rinzai, Soto ve Obaku okulları vardır. Rinzai okulu koanlara fazlaca önem vermesiyle tanınır.
Zen Budizmi kavramlardan ve kelimelerden daha çok anlamın, mananın üzerinde durmaktadır. İnanca olduğu kadar meditasyona ve kişisel deneye verdiği önemle diğer Budist okullarından ayrılır. Yeniden doğum olgusu üzerinde fazla durulmaz, anı yaşamanın önemli olduğuna dikkat çekilir. Zen Budizminde en çok Lankavatara, Elmas ve Platform (Altıncı Pirin Platform Sutrası) Sutralarına önem verilir.
Arık Ülke Budizmi veya Amidism'de ise meditasyon ve deneyimleme değil, iman ön plandadır. Amida Buddha'nın adı sürekli tekrarlanır, böylece öldükten sonra "Arık Ülke" denilen Samsara'nın dışında olduğu kabul edilen bir boyutta yeniden doğulacağına ve oradan da Nirvana'ya daha kolay ulaşılacağına inanılır.
Arık Ülke Budizmi kendi içinde kollara ayrılır bunlardan en katısı Jodo Shinshu adı verilen Japon Arık Ülke okuludur. Bu okula göre kişinin kendini kurtarması imkânsızdır; Gautama Buddha'nın öğrettikleri ile dahi kurtuluş artık mümkün değildir (Mappo), günümüzde insanoğlu kendini asla kurtaramayacak bir haldedir. Dolayısıyla meditasyonun veya deneyimlemenin yararı yoktur, kişinin tek yapması gereken Amida Buddha'nın adını Namu Amida Butsu şeklinde sürekli tekrarlaması (Nembutsu), onun gücüne inanması ve böylece öldükten sonra Arık ülkede doğabilmesidir.
Arık Ülke Budistlerinin en önemli saydıkları Sutralar: Amitabha Sutra, Infinite Life Sutra ve Visualization Sutra'dır.
Niçiren Budizmi tüm Budist mezhepleri içinde en katı olanıdır, diğer bütün Mahayana okullarını "ortodoksluktan, doğru öğretilerden sapma" olarak görür, diğer okullardan farklı olarak en çok Lotus Sutra'ya önem verir.
Vajrayana 4. yüzyıl Hindistan’ında oluşan Mahayana Budizmi'nin bir uzantısıdır. Moğolistan Budist geleneği ve Tibet Budizmi bu uzantının etkisi altında gelişmiştir. Sınırlı olarak da Çin ve Japonya'da kendisine yayılma alanı bulmuştur. Vajrayana kimi zaman “Elmas Araç”, Mantrayana (Mantra Aracı), Tantrayana (Tantra Aracı) ya da Ezoterik Budizm olarak da adlandırılır.
Vajrayana, zaman zaman Theravada ve Mahayana'nın ardından, Budizmin üçüncü Yanası (veya 'taşıtı') olarak kabul edilir. Bu görüşe göre 'dharma çarkının üç devri' vardır. Dharma çarkının ilk dönüşünde Gautama Buddha Varanasi'de Dört Yüce Gerçek gibi dharmaları öğretmiş, sonucunda günümüze bir tek Theravada'nın ulaştığı Hinayana okulları ortaya çıkmıştır. İkinci dönüşünde ise Bilgeliğin mükemmelleştirilmesi sutralarının Rajgir bölgesinde öğretilmesiyle Mahayana okulları doğmuştur. Dharma çarkının üçüncü devirinde oluşan öğretiler ise Shravasti'de öğretilmiş ve tüm varlıklarda bulunan Buda-doğasını açıklamıştır. Vajrayana da bu üçüncü evreden ilham almıştır. Budizm’in en eski okul geleneği olan Theravada “Vazgeçmenin yolu”, Mahayana’nın Sutra sistemi “Birleşmenin yolu” olarak tanımlanırken, Vajrayana “Sonuca giden yol” olarak adlandırılmıştır.
Vajrayana, Mahayana ile aynı felsefî temellere dayanır; daha çok benimsediği yöntemlerle (Tantra teknikleri, Vajrayana) ayrılır. Mahayana'da uygulamalar kabaca iki yola ayrılır: iyi niteliklerin mükemmelleştirilmesi metodu olan "Sutrayana" ve nihai Budalık hedefini yol olarak benimseyen "Vajrayāna" metodu. Vajrayana tam aydınlanmaya ulaşılmadan önce Buda-doğasının mistik tecrübe ile deneyimlenmesini gerektirir. Bu tecrübelerin aktarılması için, bir ezoterik bilgi kümesinin Budist tantrik yogiler tarafından toplanmış ve nesilden nesile aktarılmış olması gerekir. Uygulayıcı öncelikle yetkin bir rûhânî öğretmen ya da guru tarafından kabul edilmelidir.
Budist uygulamanın özellikle Vajrayana’da sahip olduğu amaç, akıl sahibi canlıların bağlılığını ve varlığını ortaya çıkaran süreci acı döngüsünden ayırmaktır. Buna göre Vajrayana’da en ulu öğretiyle ilgili olarak iki tür yöntemsel yaklaşım vardır:
Kelime olarak “fikir aracı” anlamına gelen Mantra, Sanskritçede dînî şiir demektir. Meditasyon ve görselleştirmenin yanı sıra Mantra’nın sözlü geleneği de özel tantrik araçlar arasında yer alır. Bunun devamında gelen tantrik uygulamalar ise ayinlere, törenlere ve |
Guruyoga’ya (öğreticinin ruhu ile bütünleşmesine) aittir. Özellikle Tibet Budizm’inde öğretmenlerden öğrencilere doğrudan aktarma ve öğretmeye büyük değer verilmektedir. Budist öğretisinin başlangıç noktası olarak bu uygulamalarla birlikte güvenilir bir bilgi olması önemlidir.
Anlayışlı bir şefkat ve doğru bir bakış açısı olmaksızın bu yöntemleri uygulamanın imkânı yoktur. Buda’dan öğrenilen Sekiz Aşamalı Asil Yol'un ahlâkî kuralları tüm Budist yolunun
ve tabiî ki Vajrayana’nın temellerini oluşturur. Ayrıca "akıl sahibi bütün canlıların aydınlanmasındaki fayda"nın sağlanması için Mahayana’nın harekete geçmesi daima gereklidir.
Sanskrit Dharma (Pali dilinde "Dhamma") kelimesi Budizm’de iki anlamda kullanılmaktadır:
Buda Dharma öğretilerinin olduğu gibi kabul edilmemesini söylemiş ve meditasyon gibi birçok zihinsel içe bakış yöntemleri ile doğrulanmasını istemiştir. İnançla değil, ancak kişisel deneyimleme ile bir üstün farkındalık durumu oluşturulabilir ve aydınlanmaya ulaşılabilir.
Budizmde her varlık sonsuz bir ölüm ve yeniden doğum döngüsü içinde, Altı Âlem denilen farklı yaşam formları arasında tekrar tekrar varolur. Ancak yeniden doğum kavramı diğer dinlerdeki, "sabit ve her şeyden apayrı bir varlığı olan “ruhun göçü”", yani reenkarnasyon inancından farklıdır. Bunun nedeni Budizm'e has iki temel kavramdır: anatta, çevresinden bağımsız bir "ben" olgusunun yokluğu; ve anicca, her şeyin değişime tabi olması.
Karma (Sanskritçe) ya da Pali dilinde kamma kelimeleri, "eylem" anlamına gelmektedir. Budizm'de ise erdemli (kusala) veya zararlı (akusala) istemlerin ve bunların yol açtığı zihinsel etmenlerin, canlıların yeniden doğum süreçlerini ve yazgılarını şekillendirmesini ifade eder. Olumlu ya da olumsuz her eylemin karması, bizzat o yaşam süresinde veya daha sonrakilerde "meyve" verecek bir "tohum" yaratır.
Reenkarnasyon (Pali dilinde Punabbhava) ve Karma Buda’dan önce Hint felsefesinde bilinen kavramlardı. Buda, çoğunlukla, batılı alımlamalardan kaçtığı gibi vedik tasarımlarına da karşı gelmekte ve kendi deneyimlerine göre eksiklikleri tamamlamaktaydı. Hint felsefesinde bilinen Atman (Sanskritçe) ya da Atta (Pali dilinde) ‘benlik’i Batı'ya ait düşünce dünyasındaki insan ruhuyla benzer görmekteydi. Buda, bireysel olarak varlığı ve yeniden de doğabilecek sabit bir bütünlüğü reddetti. Bunun aksine Anatman (Sanskritçe) ya da Anatta (Pali dilinde) hakkında görüşlerini dile getirmekteydi. Ona göre Atman’ın tasviri, Dünya'nın durumu hakkındaki yanılmanın bir bölümüdür. Buda’nın öğretilerine göre kişilik, insanın kendi deneyimleri ve Dünya'yı algılamasıyla birlikte beş gruptan (Sanskritçe: skandas) oluşmaktadır: Vücut, duyu, idrak, ruhsal farkındalık ve bilinçaltı.
Vedik geleneğinde bilinen şey, Budizm’e göre sadece değişmez bir bütünlüğü değil, aynı zamanda sürekli bir oluşumu, değişimi ve ölümü içine alıyordu. Buna göre de yeniden doğuş olamazdı. Budizm’de reenkarnasyonun sadece ‘ruh göçü’ değil, karma bir dürtü olduğu anlaşılır. Bu dürtü, yeniden beliren, bir ya da birden fazla varoluşu yeniden açığa vuran söz konusu dengeli karmabilanzların bir sonucu değildir. Bildik bir alegori mum ışığıyla birlikte bu işlemi, yanan diğer mumlarla karşılaştırır. Ne mum ışığı kalır, ne de asıl mum ışığı olmadan ondan sonra gelenler.
Yeniden doğuşun gerekçesi duyu tatminine olan istek, var olma ve gerçekleşme dürtüsü ve Karma’dır.
Kimi Budistler, aydınlanmış canlılar dışındaki “duyarlı canlıların” olayları algılamasında temel bir yanlış bulunduğunu kabul eder. Duyarlı canlılar, doğada tek başına ortaya çıkan olayları kendilerini diğerlerinden soyutlayarak algılarlar. Gerçek bir varlık bu anlayışa göre, her ne kadar asıl özünde “iç varlıktan yoksun” (Shunyata) olsa da, yanıltıcı bir şekilde bir olayın yerine geçmektedir. Bu yerine geçmeden ötürü diğer olaylardan bağımsız ortaya çıkan bir “Ben” tanımı oluşur. Bu “Ben” tanımı ile birlikte temelleri bilgisizlik, esaret ve nefret olan “Kök- Zihinsel zehir” diye adlandırılan üç tanım ortaya çıkar. Bu zihinsel zehir nedeniyle vücut, dil ve ruhla ifa edilen, acıya neden olan eylemler Karma felsefesini ortaya çıkarır. Karma zihinsel izlenimlerin nedeni olarak da tanımlanır. Bu izlenimler zihinsel zehirlenmeye koşullu eylemlerden oluşur ve gelecekteki acı dolu deneyimlerin sonucu olarak da ortaya çıkar. Aydınlatılmamış akıl sahibi canlıların zihnindeki karmik izlenimler (belirgin bir özne kabulüne dayalı olarak) bireysel yaşam gerçekliğinin ortaya çıkmasına neden olur. Yeniden doğumun, yaşlılığın, hastalığın ve ölümün ortaya çıkardığı acının döngüsüne (Samsara’ya) bağlı olan tanrılar, yarı tanrılar, insanlar, hayvanlar, aç ruhlar ve cehennem canlılarının farklı tabakaları bu yaşam gerçekliğinin örnekleridir.
Dört Yüce Gerçek, ve Sekiz Aşamalı Asil Yol bütün Budist okullarında itibar edilen öğretilerdendir. Budist yazmalarda kaydedildiğine göre, Dört Yüce Gerçek Gautama Buddha tarafından, aydınlanmaya ulaştıktan sonra verdiği ilk vaazda öğretilmiştir.
Sekiz Aşamalı Asil Yol, en önemli Budizm öğretilerinden biridir. Bu öğreti, tüm Budist okullarında temel öğreti olarak da gösterilmektedir. Buda’nın belirlediği “Dört Yüce Gerçek”in sonuncusudur ve Nirvana’ya giden (acıları sona erdiren) yol olarak kabul edilir.
Bu yol, Pali Kanon’un Digha-Nikaya’sında yer alan ve en önemlilerinden biri olan 22. Buda öğretisidir. Bu öğreti, Mahasatipatthana Sutta’nın da temel taşlarındandır.
Budizm, acıdan ve ıstıraptan kurtulmanın ancak bu sekiz yol sayesinde olacağını savunmaktadır.
Sekiz basamak, üç başlıkta toplanır. Bunlar; bilgelik (ilk iki basamak), güzel ahlak ve ruhsal-manevi arınmadır (son üç basamak). Sekiz Asil Yol’un her basamağı “Samma” sözcüğüyle başlar. Bu sözcük, “doğru” ve “gerçek” kavramlarının tam karşılığıdır. Söz konusu kavramla benlik ve bencillik düşüncesi tamamen dışlanmıştır.
Sekiz Asil Yol’un tüm düşünceleri; ayırmadan, ötekileştirmeden birbirine bağlayıcı özelliği vardır. Buda’nın yolu aşırılıktan uzak bir yoldur. İlk iki basamak, tavır ve düşünce arasında bağlantı kurar. Bilinçli olma ya da bilinçsiz olma arasındaki ayrıma varmak için daima düşünme sürecindedir. Bu süreç, insanı etkin olmaya hazırlamaktadır. Üçüncü basamak ve sonraki iki basamak da ahlâkî davranışlara vurgu yapar. Son üç basamak ise; manevi boyutta ruhsal arınmadan bahseder.
Asil Yol kavramı, Budizm’de aşamalardan oluşan doğrusal bir yol anlamına gelmemektedir. Her basamak, aynı derecede öneme sahiptir, görünüşte birbirinden bağımsız gibi görünseler de aslında tam anlamıyla bir bütünlük içerisindedirler. Örnek gösterilecek olursa; basamaklarda yer alan “doğru söz” kavramı aynı zamanda “doğru davranış” ve “gerçek uyanıklık” kavramlarıyla bağlantı içerisindedir.
Kimi mezhepler evren hakkında entelektüel tartışmaların faydasız olduğunu savunsa da, genel olarak belli aşamalarda felsefî çalışmaların gerekli olduğu kabul edilir. Budist yolda nihai hedef olan Kurtuluş (Nirvana), gerçekliğin doğru bir şekilde algılanmasıyla yakından ilgilidir. Kendinin ve tüm olguların gerçek doğasının farkına varan kişi, ızdıraplardan (Dukkha) ve sonsuz yeniden doğum döngüsünden (Samsara) kurtulmuş olur.
Geçicilik (Anicca), "Varoluşun Üç İşareti"nden biridir. Budist görüşe göre, tüm olgular değişken, kararsız ve geçicidir. Deneyimlediğimiz her şey parçalardan oluşur, ve varoluşları dışsal koşullara bağımlıdır. Her şey devamlı bir devinim içindedir, dolayısıyla koşullar ve bu arada nesnenin kendisi de değişmektedir. Nesneler durmaksızın varolup ardından yok olmaktadır. Hiçbir şey sonsuza dek süremez.
Geçicilik öğretisine göre insan hayatı, bu akışın yaşlanma süreci, yeniden doğum döngüsü (samsara), veya her tür kayıp deneyimi içindeki somut bir ifadesidir. Öğreti ayrıca nesneler geçici olduğundan, onlara karşı bağlılığın da boş ve acı (dukkha) verici olduğunu ileri sürer.
Budizm’in önemli kavramlardan biri olan Dukkha (Pāli दुक्ख; Sanskrit दुःख "duḥkha"), ızdırap, acı, keder, üzüntü, tatminsizlik, rahatsızlık, endişe, stres ya da hüsran olarak çevrilebilir. Dukkha genelde “ızdırap” olarak çevrilse de, felsefî olarak anlamı daha çok, rahatsız edilince duyulan “kaygı” şeklindedir. Kimi Budist yazarlar ızdırap kelimesinin orijinal anlamı tam olarak karşılamadığı ve “olumsuz duygusal çağrışımlar” yaptığını iddia etmektedir. Kimileri de Budizmin kötümser bir görüş olduğu izlenimi yarattığı gerekçesiyle ızdırap kelimesini reddeder, ve Sanskritçe’deki şekliyle dukkha olarak kullanmayı tercih eder.. Gerçekte Budizm ne kötümser, ne de iyimserdir, yalnızca gerçekçidir.
Anatta (Pāli) ya da "anātman" (Sanskrit) "bensizlik" anlamına gelen bir kavramdır. Hint felsefesinde, değişmez, kalıcı bir özün veya ruhun varlığı "ātman" kavramıyla ifade edilmiştir. Bu kavram ve buna bağlantılı olan, tüm varlıkların nihai atman’ı kabul edilen Brahman kavramı, Hint metafiziği, mantığı ve bilimi için vazgeçilmez olmuş, tüm görünür şeylerin ardında kalıcı bir gerçek olması gerektiği anlayışı kabul görmüştür. Budistler tüm bu atman kavramlarını reddederek, geçicilik ve değişkenliği vurgulamıştır. Dolayısıyla Budist anlayışa göre, her tür tözel, kişisel benlik kavramı yanlıştır ve cahillik âleminde oluşmuştur.
Nikaya’larda, anatta metafizik bir sav olarak değil, ızdıraptan kurtulmak için izlenen bir yaklaşım olarak kabul edilmiştir. Aslında Buda, kişiyi ızdıraba bağlayan ontolojik görüşler oldukları gerekçesiyle, “bir benliğim vardır” ve “bir benliğim yoktur” şeklindeki metafizik savlarının ikisini de reddetmiştir. Bir kişi ya da nesneyi oluşturan, sürekli değişmekte olan fiziksel ve zihinsel öğeleri ("skandhas") incelemek yoluyla, uygulayıcı ne tek tek parçaların, ne de bir bütün olarak kişinin bir benlik oluşturmadığı sonucuna varacaktır.
Bağımlı kaynaklanma anlamına gelen pratītyasamutpāda (Sanskritçe; Pali: paticcasamuppāda; Tibetçe: rten.cing.'brel.bar.'byung.ba; Çince: 緣起) öğretisi, Budist metafiziğin önemli bir parçasıdır. Tüm olguların, bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde, neden ve etkiler ağından ortaya çıktığını ifade eder. “Bağıml |
ı köken”, “birbirine bağımlı kaynaklanma”, “koşullu oluşma” ya da “durumsallık” olarak çevirmek mümkündür.
Pratītyasamutpāda kavramının en çok bilinen uygulaması, ızdırap ve yenidendoğum döngüsünü (Samsara) ayrıntılı olarak anlatan On iki Nidānalar (Pali dilindeki "neden, temel, kaynak veya orijin" anlamındaki "nidāna"dan) şemasıdır.
On iki Nidānalar, her biri bir sonrakine yol açacak şekilde birbirini takip eden nitelikler/koşullar arasında bir nedensellik ilişkisi tanımlar:
Duyarlı varlıklar samsara boyunca, Nirvana’ya ulaşarak kendilerini bu ızdıraptan kurtarana değin sürekli acı çekerler. İlk Nidana’nın, cahilliğin ortadan kaldırılması, diğerlerinin de ortadan kalkmasını sağlayacaktır.
Önemli Mahayana metinlerinden biri olan Kalp Sutra'da Buda'nın ciddi öğrencilerinden olan ve Nirvana'ya ulaştığına inanılan, kendisine de bazen "Buddha" (aydınlanmış) denilen Bodhisattva Avalokiteshvara (Guan Yin), Buda'nın yaptığı derin içe dalış meditasyonunu yaptıktan sonra şunları söyler ve Buddha da bu gerçeği kavradığı için onu över:
"Form boşluktan farklı bir şey değildir; boşluk formdan farklı bir şey değildir. Aynı şey duygu, idrak, oluşum ve bilinç için de geçerlidir.
Bütün olgular aslında boşluktur. Onlar ne yaratılmış, ne yok edilmiştir; ne kirlidir, ne de temiz; ne artarlar, ne de azalır. Bu nedenle boşlukta form, duygu, idrak, oluşum, veya bilinç yoktur; göz, kulak, burun, dil, beden, veya zihin de yoktur..."
Avolakiteshvara kendinden, değişmez sabit gerçekliği olan hiçbir şey olmadığını her şeyin sebeplere ve koşullara bağlı olduğunu söyler. "Ben" diye bir şey aslında yoktur. Formlar(algıladığımız dış dünya) aslında "gerçek" değildir. "Form" olmadan algı da olmayacağından ve zihin kendini ifade edemeyeceğinden kendini anlamlandıramayacağından zihin de aslında bu "boşluğa" dahildir. Ama zihin olmadan da "formlar" hiçbir şey ifade etmeyecektir. Form olmadan zihin diye bir şey olmaz çünkü hiçbir şeye tepki vermez ama zihin olmadan da form hiçbir şey ifade etmez. Bütün Dünya aslında altı organın altı farkındalık biçiminin (ki bunun içine ayrıca düşünme de dahil edilir) ilüzyonundan ibarettir. Duyu organları ve beynin yarattığı düşünce yetisi de ilgili farkındalık biçimlerini algılar. Ama bunlar "gerçeklik" değildir, gerçeklik bunlardan oluşmaz. Buddha'ya göre aslında "gerçek zihin" beyinde yahut vücudun içinde de oluşmaz. Beyinde oluşturduğumuz düşünceler "gerçek saf zihin" değildir dış dünyaya bağlı yorumlardan, deneyimlerden,deneyimlemelerden ve egodan "ben" düşüncesinden oluşur.
Budizm, bilgeliği Prajñā kavramıyla daha doğrusu geniş kapsamlı olarak her şeyin ve bütün fenomenlerin iç içe girdiği ya da bağımsız bir ‘Oluş’un özündeki fenomenlerden yoksun bir bilgi olan Sunyata (Sanskritçe) ile tanımlamıştır. Fenomenlerin ve benliğin algılanmasındaki Sunyata gerçekliği aydınlanmanın elde edilmesinde temel bir deneyimdir.
Prajna, bütün fenomenleri ve evrendeki olayların hepsini içine alan geniş kapsamlı bilgeliği tasvir etmektedir. Bu nedenle, Prajna, insan aklının bütün varlık biçimlerini algılamadan önce onları kavramlar içinde anlamaya çalışır. Budizm öğretilerine göre Prajna, beden ve ruh dengesini kurarsa ve Samadhi’deki özne ve nesnelerin ayrımına varırsa dolaysız ve sezgisel bir deneyim elde edecektir. Bu duruma gelebilmek için Zen-Budizm’deki oturma meditasyonunun (Zazen) alıştırmaları uygulanmaktadır. Prajna genelde dişil olarak kabul edilir. Bilgelik, Budizm’deki kutsal Asil Sekiz Yol’un birinci ve ikinci aşamasından sayılmaktadır.
Doğru tanı, net bir görüşün uygulayıcısıdır ki hem maddi hem de manevi olarak sürekli bir değişimi boyunduruğu altına almıştır.(Anicca) Bu bilgi onu Dört Yüce Gerçek'e götürür: ‘Herkesin hayatı kederlidir.’ Doğru tutumun bilgeliği, acıların nedenini anlamak, üstesinden gelmek ve Asil Sekiz Yol üzerine yazdığı yazıları ölene kadar tamamlamak niyeti olgunlaştırır.
Vedanta bilinç durumunu dörde ayırır: Vaischvanara, uyanık olma durumu; Taijana, rüyada olma durumu; Prajna ve Turiya ise ‘dördüncüsüdür.’Mandukya-Upanishad ayrıntılı olarak bunlarla ilgilenmiştir. Bu dört bilinç durumu Avastha, Jagrat, Svapna, Sushupti ve Turiye olarak da adlandırılmaktadır.
Karuna (şefkat), Budizm düşünce okulunun ve etiğinin merkezi bir kavramıdır. Acıma, sevgi ve şefkat erdemi anlatılmaktadır. Metta’nın (iyilik seven), Mudita’nın (neşeli) ve Upekkha’nın (suskun) yanı sıra bu düşünce tutumunun, Bodhisattva’nın diğer aydınlanma yoluna ulaşmasına yardım eden dört temel erdemden (Brahma-Viharas) birini geliştirmesi gerekmektedir. Karuna’nın gelişmesindeki koşul bütün varlıkların birlik tecrübesini edinmektir. Bu ayrı olmama deneyiminin tutarlılığı, bütün kutuplaşmış düşüncelerin ve bununla birlikte birbirine bağlı olan direniş ve antipatinin çözüldüğü bir şefkat durumudur. Bu Dünya'daki bütün varlıklar ve olaylar aynı sevgi ve yardımseverlikle karşı karşıya getirilmiştir. Bu düşünce tutumundaki erdem Boddhisattva Avalokiteshvara sayesinde Mahayana Budizm’inde hayat bulmuştur.
Karuna kavramı, Budizm metinlerinde bulunmayan kurum adları ve sağlam tekniklerle ilintilendirilmektedir.
Adanma, Budistlerin çoğunluğu için uygulamanın önemli bir parçasıdır. Adanma uygulamaları arasında selamlama, bağış, hac, ilahi söyleme bulunmaktadır. Arık Ülke Budizminde Amitabha Buddha’ya adanma başlıca uygulamadır. Niçiren Budizminde ise başta gelen uygulama Lotus Sutra’ya adanmadır
Geleneksel olarak çoğu mezhepte Budizme girişte ilk adım Üç Hazine'ye (Sanskrit: त्रिरत्न Triratna or रत्नत्रय Ratna-traya, Pali: Tiratana) sığınmak olarak kabul edilir. Kimi kaynaklarda küçük hatta henüz doğmamış çocuklar için bile sığınma merasimi yapılabileceğini belirtilir. Tibet Budizminde kimi zaman bir dördüncü olarak lama'ya sığnılır. Bodhisattva yolunu seçen kişiler ise yemin ederler; bu tür adanmışlık Budizmde şefkatin en yüksek ifadesi sayılır.
Üç Hazine şunlardır:
Kayıtlara göre Buda kendisini bir örnek olarak göstermiş, ancak takipçilerinden kendisine inanç (Sanskrit श्रद्धा śraddhā, Pāli saddhā) beslemelerini talep etmemiştir. Ayrıca öğretilerinin olduğu gibi kabul edilmemesini söylemiş ve öğrencilerini bunları kendi başlarına test edip kabullenmeleri için cesaretlendirmiştir (bakınız Kalama Sutta). Dharma da, aynı şekilde ızdıraba son vermek ve aydınlanmaya ulaşmak için kılavuzluk ederek ihtiyacı olana sığınma sağlar. Saṅgha, yani Budist manastır düzeninin ise, orijinal öğretileri muhafaza ederek ve Buda'nın ortaya attığı esasların gerçekleştirilebileceğine dair canlı örnekler sunarak sığınma sağladığı kabul edilir.
"Śīla" (Sanskritçe) ya da "sīla" (Pāli) genellikle diğer dillere "erdemli davranış", "ahlak", "etik" veya "ilke" olarak çevrilir. Beden, zihin ya da konuşma yoluyla yerine getirilen, bilinçli bir çabayı içeren bir eylemdir. "Üç uygulamadan" ("Sila", "Samadhi", ve "Panya") biri, "pāramitā"ların ikincisi olarak kabul edilir. Düşünce, söz ve eylemin ahlâkî saflığı anlamına gelir.
"Sila", "Samadhi/Bhāvana" olarak anılan zihin gelişiminin temelidir. İlkeleri izlemek yalnızca içsel olarak uygulayıcının zihinsel huzurunu desteklemekle kalmaz, aynı zamanda dışsal olarak topluluğun da huzurunu sağlamaya yardımcı olur. Karma Yasasına göre, ilkeleri izlemek bir takım faydalar getirir, huzur ve mutluluk verici etkilere yol açacak nedenler oluşturur.
"Sila" ahlâkî davranışın genel ilkeleri olarak kabul edilir. Birçok seviyede "sila" mevcuttur, bunlardan "temel ahlaka" (Beş İlke), "çileci temel ahlaka" (Sekiz İlke), "öğrenci rahiplere" (On İlke) ve "rahiplere" ("Vinaya" ya da "Patimokkha") yönelik olanları vardır. Sıradan halk genelde tüm Budist okullarında ortak olan Beş İlkeyi izler. Ancak isterlerse, temel çileci uygulamaları barındıran Sekiz İlke’yi izleyebilirler.
Beş İlke, uygulayıcıların endişelerden uzak, mutlu bir yaşam sürüp rahatlıkla meditasyon yapabilmelerini sağlamak üzere geliştirilmiş eğitim kurallardır.
İlkeler, uyulması zorunlu emirler olarak değil, halkın istekleri doğrultusunda kabul edip izleyeceği, uygulamayı kolaylaştıran eğitim kuralları olarak tasarlanmıştır. Dolayısıyla başkalarını ahlâkî olarak yargılamak için kullanılmazlar. Budist düşüncede, başka hiçbir ileri Budist uygulama yapmadan, yalnızca cömertlik geliştirilmesi ve ahlâkî davranışlar, bilincin öylesine saflaştırılmasını sağlar ki, alt düzey cennetlerden birinde yeniden doğmak bile mümkündür. Kişinin amacını sınırlayıp böyle bir cenneti hedeflemesinde ise herhangi yakışık almayan veya Budizme aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Sekiz İlke'de, cinsel suistimal hakkındaki üçüncü ilke daha katı yapılmış ve Bekârlık İlkesi haline getirilmiştir. Diğer üç ilke ise şunlardır:
Budist Etik, ahlâkî kurallar çerçevesinde Budizm’in bir özeti niteliğindedir. “Buda’ya giden yol” kavramında uygulama odaklı yönlendirmeler söz konusudur. Budizm’in en büyük değeri ve kutsal amacı “Uyanış”tır (Nirvana). Budist Etik kutsal amaca ulaşma noktasında faydalı (kusala) ya da zararlı (akusala) davranışlar açısından Budizm’den farklıdır.
Budist Etik, insanın içerisindeki uyanışı sağlamanın bir yoludur. Fakat Hıristiyan dîni uyanmayı prensipte farklı olarak kabul eder. Özerk bir etik olan Budist Etik, kutsal amaca ulaşmak için yapılan erdemli davranışları değerlendirir. Diğer dinler ise; kutsal amaca ulaşmayı engelleyici davranışları ele alır. Bu farklılıklar sebebiyle Budizm’in din ya da felsefî bir görüş olup olmadığı daima tartışılmıştır. Budist Etik’te diğer dinlerin aksine doğru-yanlış, iyi-kötü gibi kavramların net ve değiştirilemez karşılıkları yoktur. Bunun yerine Budist Etik’te doğal davranışlar sonucu ortaya çıkmış Karma Felsefesi vardır. Bundan yola çıkarak, faydalı (kusala) kavramında tanrısal, itaatkâr ya da kutsal amaca ulaşmayı sağlayan davranışların tümü anlamı vardır. Zıt kavram olan zararlı (akusala) kavramı ise; tanrısal olmayan asi ya da kutsal amaca ulaşmayı engelleyici davranışların tümü anlamındadır.
Örnek nitelikteki Budizm kaynaklarının büyük bir bölümü Buda öğretilerini ve önemli Budizm düşüncelerini içerir. Bu kaynaklar “Nirvana” |
yı sağlayan sayısız yolları ve metotları tanımlar. Budizm’in farklı okulları ve sistemleri bu kaynakların yorumlanmasındaki farklılıklar nedeniyle birbirinden ayrılır.
Tüm Budist okullarının ve Budist Etik’in ortak şartı, Sekiz Aşamalı Asil Yol’u da içerisine alan Dört Yüce Gerçek’tir. Kutsal amaca ulaşmanın (ıstıraptan kurtulma) ancak bu şekilde gerçekleşeceğine inanılır. Fakat buna ek olarak, çoğu Budist okullarında verilen Budist öğretisi ve etiğinin önemli unsurlarının farklı algılanışı da söz konusudur.
“Üç Ana Uygulama” Budist Etik’te; Güzel Ahlak (sila), Doğru Konsantrasyon (samadhi) ve Bilgelik (Panna) kavramlarını içermektedir. “Paramita” ise cömertlik ve sevgi doluluk anlamlarını verir.
Vinaya rahip ve rahibeler için özel olarak geliştirilmiş ahlâkî kurallardır. Bu kurallar Theravada geleneğinin kabul ettiği, toplam 227 kuraldan oluşan Patimokkha’yı da kapsar. Vinaya yazmalarının (vinayapitaka) kapsamına giren kurallar okuldan okula küçük farklılıklar göstermekte, Vinaya’ya bağlılık konusunda da farklı okullar farklı standartlar uygulamaktadır. Öğrenci rahipler ise, manastır yaşamı için temel kurallar olan On İlke’yi izlerler.
Manastır yaşamını düzenleyen kurallar hakkında Buda sürekli olarak dinleyicilerine önemli olanın ilkelerin özünü kaybetmemek olduğunu belirtmiştir. Diğer taraftan, kurallar tatminkar bir yaşamı temin etmek üzere tasarlanmış, ve daha yüksek hedeflere ulaşmak için mükemmel bir sıçrama tahtası sağlamaktadırlar. Buda manastır yaşamını seçenlere, “kendi başına bir ada” gibi yaşamalarını söylemiştir. Bu açıdan yaşamı vinaya’nın belirlediği şekilde yaşamak, bir araştırmacının belirttiği üzere: “sona yönelmiş bir araç olmaktan öte: daha çok kendi içinde bir sondur.”
Doğu Budizminde, Bodhisattvalar için Mahayana geleneğinin Brahmajala Sutra’sında (aynı adlı Pali metin ile karıştırılmamalıdır) ortaya konan kendine has bir Vinaya ve etik anlayış mevcuttur. Japonya’da bu kurallar tüm diğer manastır kurallarının yerini almıştır, ve rahiplerin evlenmelerine izin verir.
Budist meditasyonu temelde iki tema ile ilgilenir: zihnin dönüşümü, ve bu zihnin kendisinin ve diğer olguların keşfi için kullanılması. Theravada Budizmine göre Buda iki tür meditasyon öğretmişti, "samatha" meditasyonu (Sanskritçe:"śamatha") ve "vipassanā" meditasyonu (Sanskritçe:"vipaśyanā"). Çin Budizminde, bu meditasyonlar ("Chih Kuan" olarak tercüme edilmiştir) bilinmekle birlikte, Chan (Zen) meditasyonu daha popüler olmuştur. Yazar Peter Harvey’e göre, Budizm’in sağlıklı geliştiği dönemlerde, sadece rahipler, rahibeler ve evli Lamalar değil, sıradan halktan kendini adamış insanlar da meditasyon uygulamıştır. Budizm Ansiklopedisi adlı kaynağa göre, tam aksine modern zamanlara kadar Budist tarih boyunca, sıradan halkın ciddi meditasyon uygulaması olağan olarak görülen bir olgu değildi.
Sekiz Aşamalı Asil Yol’un belirttiği şekliyle, "samyaksamādhi" "doğru konsantrasyondur". "Samādhi" geliştirmenin başlıca yolu meditasyondur. "Samādhi"’nin geliştirilmesiyle, kişinin zihni kirlerden arınmış, huzurlu, sakin ve berrak hale gelir.
Meditasyonu yapan bir kez güçlü ve etkin bir konsantrasyona ("jhāna", Sanskritçe ध्यान "dhyāna") ulaştıktan sonra, zihni gerçekliğin nihai doğasına dalmaya ve içyüzünü kavramaya (vipassanā) hazır hale gelir, ve sonunda tüm ızdıraplardan kurtulması mümkün olur. Kavrayışı elde etmek için ihtiyaç duyulan zihinsel konsantrasyona ulaşma yolunda, farkındalık gelişimi vazgeçilmez bir öneme sahiptir.
Samatha meditasyonu bir nesne ya da düşüncenin farkında olmakla başlar, kişinin bedenine, zihnine ve tüm çevresine yayılarak, bir tür tam konsantrasyon ve huzur ("jhana") durumuna yol açar. Meditasyon tarzında, bağdaş kurarak ya da diz çökerek oturmaktan, ilahi söylemeye, yürümeye kadar pek çok farklı yöntem bulunur. En yaygın yöntem, kişinin nefesine konsantre olmasıdır (anapanasati), çünkü bu yöntemle hem "samathaya", hem de "vipassanaya" ulaşmak mümkündür.
Budist uygulamada, "samatha" meditationunun zihni sakinleştirebileceği, ancak zihnin nasıl rahatsız olmaya başladığını anlamamızı yalnızca "vipassanā" meditasyonunun sağlayabileceği söylenir. Böylelikle bilgi ("jñāna"; Pāli "ñāṇa") ve erdeme ("prajñā" Pāli "paññā") kavramak ve dolayısıyla "nirvāṇa"ya (Pāli "nibbāna") ulaşmak mümkün olacaktır. Kişi jhanadayken, tüm kirler geçici olarak bastırılır. Ancak erdem ("prajñā" veya "vipassana") tüm kirlenmeleri ortadan kaldıracaktır. Jhanalar aynı zamanda "Arahant"ların dinlenmek amacıyla geçtikleri durumlardır.
"Prajñā" (Sanskritçe) veya "paññā" (Pāli), bağımlı köken, Dört Yüce Gerçek ve varoluşun üç işareti kavramlarının kavranmasıyla ulaşılan erdem anlamına gelir. "Prajñā" acıları ortadan kaldırma ve "bodhi"yi ortaya çıkarma gücü olan erdemdir. Tüm şeylerin doğasındaki "dukkha" (tatminsizlik), "anicca" (geçicilik) ve "anatta" (bensizlik) gibi olguları açığa çıkararak, nirvanaya ulaşmada temel araç olduğu söylenir. "Prajñā" Mahayana geleneğinde "pāramitāların" altıncısı olarak sayılmıştır.
Öncelikle "prajñā", vaazlar (Dharma konuşmaları) dinleyerek, okuyarak, araştırarak, Budist metinleri ezberleyerek ve konuşmalara katılarak kavramsal düzeyde elde edilir. Kavramsal anlayışa ulaşıldıktan sonra günlük hayata uygulanmalıdır ki, böylelikle her Budist Buda’nın öğretilerinin doğruluğunu pratik düzeyde deneyebilsin. Burada dikkat edilmesi gereken, teoride kişinin derin meditasyonda olsun, vaaz dinlerken, günlük hayatında çalışırken ya da herhangi bir eylem sırasında olsun, uygulamanın herhangi bir devresinde Nirvana'ya ulaşabileceğidir.
Zen Budizm (禅), Çin ve Japonya’da çokça rağbet gören bir Budist okuldur, ve meditasyona özel bir vurgu yapar. Zen diğer Budizm modellerine kıyasla yazmalara daha az önem atfeder, ve gerçeğe doğrudan rûhânî atılımlarla ulaşılacağını vurgulamayı tercih eder.
Zen Budizm başlıca iki büyük okula ayrılmıştır: Rinzai (臨済宗) ve Soto (曹洞宗), birincisi büyük ölçüde rûhânî atılımın aracı olarak koan (公案, bir tür meditatif mesel veya bilmece) üzerine meditasyonu yeğler, buna karşılık ikincisi (belli oranda koanları kullanmakla birlikte) daha çok "shikantaza" veya "sadece oturma" üzerinde yoğunlaşır.
Zen Budist öğreti paradokslarla doludur, burada amaç egonun bağlarını gevşetmek, ve Buda’nın kendisiyle eşdeğer tutulan, Gerçek Benlik ya da Şekilsiz Benlik Âlemi'ne girişi kolaylaştırmaktır. Bununla birlikte, Zen yazmaları boşlamış da değildir.
Mahayana geleneğinden gelmekle birlikte, Tibet-Moğol Budizmi "Vajrayāna" ya da "Elmas Araç" (Mantrayāna, Tantrayāna, Tantric Budizm, veya Ezoterik Budizm olarak da anılır) uygulayan okullardan biridir. Mahayana’nın tüm temel kavramlarını kabul eder; bunlara Budist uygulamayı genişletmek amacıyla tasarlanmış, geniş bir düzlemdeki rûhânî ve fiziksel teknikleri de ilave eder. Tantrik Budizm büyük ölçüde ritüeller ve meditatif uygulamalarla ilgilenir. Vajrayana’nın öğelerinden bir de zihni geliştirme aracı olarak ritüeller, tahayyüller, fiziksel egzersizler ve meditasyon yoluyla psiko-fiziksel enerji tesis etmektir. Bu teknikleri kullanarak uygulayıcının bir yaşam süresi içinde, hatta üç yıl gibi kısa bir sürede Budalığa ulaşabileceği iddia edilir. Tibet geleneğinde bu uygulamalara, yalnızca çok ileri düzeydeki kimi uygulayıcılar için cinsel yoga da dahil edilebilir.
Budizm'de kutsal metinler Pali dilinde yazılmış olan Tipitaka (Sanskritçe: "tripitaka") ve sadece Mahayana okullarının kabul ettiği Mahayana Sutraları'ndan oluşur. Bu kitaplar Buddha'nın, aydınlanmaya, Nirvana'ya ulaştığına inanılan kişilerin felsefeleri ve öğretileridir. Bu öğretiler, normal yaşamlarını terk ederek, kendilerni Buddha'nın ve aydınlanmışların öğretilerine adayan öğrenciler (Sangha) tarafından ezberlenmiş, sonrasında kitap haline getirilmiştir.
Buddha aydınlandıktan sonra 45 yıl boyunca kast ayrımı yapmadan her türden insana zengin, fakir, yaşlı, bilge, düşük seviye demeden öğretilerini anlatmıştır. Tipitaka ve Mahayana sutralarında daha basit anlatımlı hikâyelerden en derin felsefe ve kavramları açıklayan anlatımlara kadar pek çok değişik öğreti vardır.
Pali Derlemesi de denilen Tipitaka, Buddhizmin bütün mezhepleri ve okullarınca kabul edilir. Üç bölümden oluşur: Vinaya Pitaka, Sutta Pitaka ve Abhidhamma pitaka. Üçüncü bölüm olan Abhidhamma pitaka, Sutta Pitaka'dan içerik olarak çok da farklı değildir. Ancak uzun kategoriler, eş anlamlı sözcükler ve bunun gibi pek çok sıralama yapılmıştır.
Bundan başka bir de Budizmin en büyük mezhebi durumunda olan Mahayana okulunun ve ayrıca Vajrayana'nın kabul ettiği Sutra'lar vardır. Bunlardan en önemlileri: Kalp Sutra, Elmas Sutra, Avatamsaka Sutra, Lankavatara Sutra, Shurangama Sutra, Lotus Sutra, Amitabha Sutra, Vimalakirti Nirdesa Sutra'dır.
En yüce bilgelik Sutra’sı Budizm’in ünlü Mahayana Sutra’sına ait olan kutsal metindir. Diğer adı, öteki dünyanın özü, öteki dünyaya ait olan bilgeliktir. (Sutra) (Prajñāpāramitā Hṛdayasūtra), Koreanisch: (Maha-banya-para-mida-simgyeong), Vietnamca: Kinh Ma Ha Bát Nhã Ba La Mật, Japonca: 摩訶般若波羅蜜多心經 (Maka Hannya Haramita Shingyō), Pinyin: Móhē bōrě bōluómìduō xīnjīng, Tibetçe: sNying mDo ve shes rab snying po'i mdo. Sadece Sanskritçe olan orijinal hali değil, Çince metinler de öğretilmektedir.
Yaklaşık olarak 1. yüzyılda kaleme alınan Elmas Sutra (Vajracchedikā-prājñāpāramitā-sūtra) Mahayana Budizmi’nin en önemli metni sayılmaktadır. Elmas Sutra çeşitli Asya ülkelerine kadar yayılmıştır. Ayrıca ‘Prajnaparamita Sutra’nın’ (sanskr. "prajnaparamita" = Bilgeliğin Mükemmelleştirilmesi) bir parçasıdır. Kökeni Çin’e dayanan Sutra’nın ilk versiyonu toplu bir şekilde üretilmiştir. Bu doküman, Gutenberg İncili’nden yaklaşık olarak 600 yıl önce meydana gelen insanlık tarihinin ilk kitap baskısı sayılmaktadır. 1907’de Arkeolog Aurel Stein tarafından bir Çin şehri olan Dunhuang’daki Mogao mağarasında bulunmuştur. Bu Sutra’nın tam başlığı ‘Vajracchedika Prajnaparamita’dır ve ‘Bilgeliğin Mükemmelleştirilmesi’ anlamına gelmektedir.
Farklı Budist okulların vurguladığı farklı kaynaklar bulunmaktadır ve bu nedenl |
e her okulun vurguladığı özellikler değişebilmektedir. Batı anlayışında Budizm, bir dinden çok kısmen felsefî görüş olarak nitelendirilmektedir. Kurucusu Buda, tanrının öğretilerini getiren bir elçiden çok kendini biz insanların ve tanrıların öğretmeni olarak görmüştür. Pali dilinde Dhamma, Sanskritçe’de Dharma olarak adlandırılan öğretiler ortaya koymuştur. Bu öğretiler kişinin manevi duygularını kavraması yerine, evrenin düzenini ve ruhsal gelişimi sağlayan doğa yasalarını kabul eder. Bu anlayışa ancak onun öğretilerinin ve yönteminin izinde gidilirse ulaşılabilir. Ancak öğretileri de olduğu gibi kabul edilemez. Buda, aydınlığa körü körüne bir inançla değil, kişinin kendini bulmasıyla ulaşılabileceğini belirtmiştir. Ayrıca evrenin kavram ve dil yardımıyla anlaşılabileceği fikrinin gereksiz bir çabadan ibaret olduğuna da işaret etmiştir. Diğer dinlerin köktenci yaklaşımına ve basmakalıp öğretilerine de şüpheyle yaklaşır. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâmiyet gibi tek tanrılı dinler, temelde Budizm’den farklılık gösterir. Bu nedenle Budist öğretileri ne tanrıyı, ne de ruhun varlığını kabul eder. Budizm, özellikleri bakımından Hinduizm ve Brahmanizm’den de farklıdır. Bu dinlerde var olan “Kast Sistemine”(sınıf ayrımı) karşı çıkar. Buna karşın bu sistem Karma öğretilerinde yer almaktadır. Budizm Hindistan’daki veda inanç sistemine karşı bir yenilik hareketi olarak ortaya çıkmıştır.
Budizm, farklı mezhepleri veya farklı Dünya görüşlerini içinde barındıran felsefe ve bilgeliktir.
Hem eski hem de günümüzdeki Budist okullarının, birinin Budist sayılabilmesi için çok az şartları vardır. Temel koşulları “Dört Yüce Gerçek” öğretisini kabul etmek ve sonraki temel yaşama tamamen hazır olmaktır.
Budizm’in temel öğretilerinden, Anatta doktrini, kalıcı bir varlığı ve ölümlü ruhu reddeder. Bu doktrinle, Budizm, “Büyük Dinlerin” temel inançlarından tamamen farklıdır.
Budizm’in, tüm tek tanrılı dinlerden temel farkı, her şeye gücü yeten bir yaratıcı tanrı varlığını (İşvara) reddetmesidir. Budizm’e göre tanrılar, ruhlar ve yaşayan her canlı için acı, cehalet ve yeniden doğuş döngüsü (Reenkarnasyon) vardır.
Budizm’in yayılmasıyla her ülkenin temel din ve kültüründen birçok unsurlar alınmış, Budizm’le bütünleşmiş ve böylece Tibet‘teki “Asıl Bön Tanrıları”, Buda’nın farklı şekillerinden “Bodhisattva” görüntüsünde değişmiştir. Bunlar genelde Buda’nın hayranları, dinleyicileri ve savunucuları şeklinde betimlenir.
Budistler, yerel dînî inançlar, gelenek ve göreneklerle karışıp yaygınlaşırken, aynı zamanda Taoizm ve Konfüçyüsçülük gibi Budizm’i reddeden diğer öğretilerin temsilcileriyle de mücadele etmişlerdir.
Hristiyanlık gibi mutlakçı ve saltçı bir konum talebine sahip dinler, temelde, aynı talep göz önünde bulundurulmadığı takdirde, Budizm ile bağlantılanabilir.
Bu rakip öğretileri benimseyenler ve buna karşı olan Asya’daki dindar halka rağmen, farklı gelenekler birleştirilse bile, bunların temel inançlarını birbiriyle bağdaştırmak zordur. Bu zorluğun yaşanmış örneklerini Çin halk inançlarında ve Japonya'daki dinlerde görebiliriz.
Günümüz Budizm’i, aslında bir dinin birçok özelliğini içinde barındırmaktadır. Fakat ibadet şekli, toplum yapısı, ayinleri, çilekeşlik, dervişlik, manastır, tasavvuf ve dogmatizm gibi gelenekleri tamamen farklıdır.
Budizm, Asya'daki kendi kültürel ve tarihsel özelliklerinden ayrılmayan ve bunlara sıkı sıkıya bağlı bir şey olduğu varsayılırken, Batı'da, Budizm’in tarihsel, kültürel ve dînî bağlamlarından yola çıkarak, aydınlanma ve demokrasi gibi değerleri birleştirdiği için Budizm’e eğilim vardır.
Gautama Buddha Mahaparinibbana Sutta'da takipçilerinin dört yeri ziyaret etmesinin rûhânî bir aciliyet hissi yaratacağını söylemiştir. Bu dört yer, Buda'nın doğduğu yer (Lumbini), aydınlanmaya ulaştığı yer (Bodh Gaya), öğretilerini yaymaya başladığı yer (Sarnath) ve nirvanaya kavuştuğu yer (Kuşinagar) Budistler tarafından en önemli hac merkezleri olarak kabul edilir.
Siddhartha Gautama, Bodh Gaya’da (MÖ 589/525) aydınlandıktan sonra Sarnath’ta Ceylan Parkı’nda yaptığı konuşmayla ilk öğretisi Dört Yüce Gerçek'i aktarmıştır. Bu aynı zamanda Dharma tekerleğinin dönmeye başlaması, yani Budizm'in kuruluşu olarak nitelenir. Bu konuşmanın dinleyicileri daha önce Siddharta'yı çilecilikten ayrıldığı için terk eden beş eski arkadaşı - Kondanna, Bhaddiya, Vappa, Mahanama ve Assaji'dir; Buda'nın öğretisini dinledikten sonra tamamen aydınlanmaya ulaştılar. Buda tarafından rahip (Bhikkhu) olarak seçildiler ve böylece Budist Topluluğu (Sangha) kuruldu.
Sarnath, 19. yüzyıldan beri yapılan kazı çalışmaları sonucu Budistler için önemli bir hac yeri olmuştur. Bulunan Stupa, manastır ve Ashoka sütunu kalıntıları bu şehrin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Kuşinagar, Hindistan’ın Uttar Pradeş eyaletindeki bir şehirdir. Burada Buda’nın Paranirvana’ya ulaştığına, öldüğüne inanılır.
Malla Krallığı’nın merkezi ve Maurya İmparatorluğu’nun başkenti olan Kushinagar’da birçok kalıntı vardır. Ancak 5. yüzyılda Kushinagar önemini yitirmiştir. Aynı yüzyılda burası terkedilmiş ve unutulmuştur. 19. yüzyılda yeniden keşfedilmiş ve buraya insanlar yerleştirilmiştir.
Fas
Fas (Berberice: Murakuc, ⵎⵓⵔⴰⴽⵓⵛ, telaffuz: "Murakuş", "Tanrı'nın arazi"; Arapça: المغرب "El-Mağrib"), resmî olarak Fas Krallığı (Berberice: Tageldit n Murakuc, ⵜⴰⴳⴻⵍⴷⵉⵜ ⵏ ⵎⵓⵔⴰⴽⵓⵛ; Arapça: المملكة المغربية), Kuzey Afrika'da yaklaşık olarak 32 milyon nüfusa ve 447,000 km² yüzölçümüne sahip bir ülkedir. Başkenti Rabat ve en büyük şehri de Kazablanka'dır. Fas'ın, Atlantik Okyanusu'dan, Cebelitarık Boğazını çevreleyip Akdeniz'de son bulan uzun bir sahil şeridi vardır. Doğudan Cezayir, Kuzeyden İspanya (boğaz boyunca bir denizden bir sınır ve Ceuta ile Melilla adlarında iki küçük özerk şehir), güneyden de Moritanya ve Batı Sahra ile komşudur.
Fas; Afrika Birliği'nin, Arap Ligi'nin, Büyük Mağrip Birliği'nin, Frankofoni'nin, İslam Konferansı Örgütü'nün, Akdeniz Diyaloğu grubunun ve G-77'nin üyesidir.
Tam Arapça ismi "El-Memleke El-Mağribiyye" (Batı Krallığı)'dır. Genellikle "El-Mağrip" (Batı) ismi kullanılır. Tarihî referanslarda, ortaçağ Arap tarihçileri ve coğrafyacılar, Fas'ı "El-Mağrip el Aqşá" (En Uzak Batı) olarak anmışlardır. Aynı şekilde Cezayir için "El-Mağrib al Awsat" (Orta Batı) ve Tunus için de "El-Mağrip al Adna" (Yakın Batı) denmiştir.
"Morocco" kelimesi; Latince'deki "Morroch" kelimesinden gelir. Morroch, Latince'de Murabıtlar ve Muhavvidler'in başkentleri olan Marakeş'e verilen isimdir . İranlılar "Marrakech" ve Türkler de antik İdrisî ve Marinî başkent Fes'ten dolayı bu ülkeye Fas demişlerdir.
Marakeş ismi büyük ihtimâlle Berberîce'de "Tanrı'nın Toprakları" anlamına gelen "Mur-Akush" kelimesinden gelmektedir.
Bugünkü Fas topraklarındaki ilk yerleşimler Cilalı Taş Devri'ne (MÖ 8000 yıllarından kalma, Capsian kültürüne ait kalıntılar) aittir. Kalıntılar, o devirde Fas'ta büyük bir kuraklık yaşandığını göstermektedir. Birçok teorisyen, Berberîlerin ataları olarak kabul ettikleri Amazigh adında bir halkın bu devirde var olduğuna inanır. Büyük ihtimalle, bu halkın Fas topraklarına gelişi ve bu topraklarda tarımın başlaması aynı tarihlerdir. Daha sonraları, klasik dönemde Fas, Moritanya olarak anılmaya başlanmıştır.1963'de Fas ile Cezayir arasında (La guerre des sables):diye bilinen ve beş ay süren Kumlar savaşı yaşandı Cezayir'in Atlas okyanusuna bir çıkış koridoru istediği için.
Kuzey Afrika ve Fas, Akdeniz uygarlığına erken klasik dönemde Fenikeli tüccarlar ve koloniler sayesinde -oldukça yavaş ve geç- dahil olmuştur. Fenikelilerin gelişiyle, Akdeniz'in bu stratejik köşesi Roma'nın ilgi alanına girmiş ve kısa süre sonra da bu bölge "Moritanya Tingitana" adıyla Roma'ya dahil olmuştur. 5. yüzyılda bölge Vandallar ve Vizigotların eline geçti. Bunu, Bizans idaresi izledi. Ancak hiçbirisi, Fas'ın yüksek dağlarındaki Berberîleri hüküm altına alamadılar.
7. yüzyılda, İslam Devleti gücünün doruğundayken, Fas'taki ilk fethi Şam Emevileri'nin hizmetindeki bir komutan olan Ukba ibn Nafi komutasındaki İslam ordusu yaptı. 670 yılındaki bu ilk fethin ardından Ukba ibn Nafi'nin halefleri Fas'ın fethini tamamladılar ve 683 yılında ülkeye "Maghreb al Aqsa" (En Uzak Batı) adını verdiler. Uygulanan asimilasyon yaklaşık olarak bir asır sürdü.
Fetihten önce, yedinci asır boyunca, Arap kültürünün etkisi altında kalmış olan Berberîlerin büyük çoğunluğu; Arapların kıyafet geleneklerini, kültürlerini ve İslam dinini benimsediler. Devletlerini bu kültüre göre şekillendirip, ilk örneklerini Nekor ve Bergavata devletleriyle verdiler. Ancak bu devletlerin kuruluşları beraberinde uzun iç savaşları da beraberinde getirdi. İdrisî hanedanının kurucusu olan İdris ibn Abdallah, ülkenin Bağdat'taki Abbasi halifeleriyle ve Endülüs Emevîleriyle olan bağını kopardı ve yollarını ayırdı. İdrisîler Fes şehrini alıp, bu şehri başkent haline geitirdiler ve Fas bir bilim kültür merkezi ve bölgesel bir güç haline geldi.
İdrisîler'in ardından Arap göçmenler Fas'taki politik güçlerini yitirdiler. Berberîler yönetimleri şekillendirmeye başladılar ve yeniden ülkenin hakim gücü haline geldiler. Fas, bu Berberî yönetimleri zamanında belki de tarihteki en parlak dönemini yaşadı. Arap İdrisîler 11. yüzyılda tehcir edildiler. Murabıtlar, Muvahhidler, daha sonra Marinîler ve son olarak Saadîler; Kuzeybatı Afrika'nın büyük bölümünü, müslüman İberya'yı ve Endülüs'ü içine alan büyük devletler kurdular.
Saadîler'in ardından Alevî Hanedanı yönetime geldi. Bu sıralarda Fas, İspanya ve Osmanlı'nın nüfuz mücadeleleri ile baskılarına mâruz kalıyordu. Alevî Hanedanı kısa süre için, kendisinden önce gelen hânedanlara nazaran daha küçük bir alanda, sessiz bir zenginlikte hüküm sürdüler ve pozisyonlarını korudular. 1684 yılında Tanca'yı ilhâk ettiler. Hânedanın başındaki İsmail ibn Şerif, yerel güçlere karşı birleşik bir krallığı savundu ve bunu da gerçekleştirdi.
15. yüzyılda, Atlantik kıyılarındaki başarılı Portekiz saldırı ve istilâları Fas'ı derinden etkilememişti. Napolyon Savaşları'nın ardından |
gittikçe İstanbul'dan bağımsız hareket etmeye başlayan Mısır ve Kuzey Afrika ile Beylerin hükmü altındaki korsanlar Avrupa için kolonicilik bakımından cazip hale geldiler. İlk olarak Fransa, 1830'lu yılların başlarında Fas ile ciddi şekilde ilgilenmeye başladı. Birleşik Krallık'ın Fas'taki Fransız nüfûzunu 1904 yılında tanıması Alman İmparatorluğu'nu kızdırdı. Haziran 1905 krizi Algeciras Konferansı'nda çözüldü. Buna göre, 1906 yılında Fransa'nın özel durumu tanındı ve Fas'ın geleceği Fransa ile İspanya'nın ortak kararlarına bırakıldı. İkinci Fas Krizi Berlin tarafından çıkarıldı ve Avrupa büyük güçlerinin arasını açtı. Krizin ardından imzalanan Fes Antlaşması'yla Fas tam olarak bir Fransız sömürgesi haline geldi ve Kuzey ile Güney Sahra sınır bölgeleri İspanya'ya bırakıldı.
Fas, Afrika'nın kuzeybatısında bir ülkedir. Atlantik okyanusu kıyıları Cebelitarık boğazı ile Akdeniz kıyılarını ayırır. Güneyinde tartışmalı Batı Sahara bölgesi ile güney ve güneydoğusunda Cezayir bulunmaktadır. Batısında atlantik kıyılarına yakın Kanarya adaları ve Madeira Adaları bulunmaktadır. Kuzeyinde Cebelitarık İspanya'yı Fas'tan ayırır.
Başkenti Rabat'tır. Büyük şehirleri Kazablanka, Agadir, Fez, Marakeş, Meknes, Tetouan, Tanca, Oujda, Ouarzazate ve Laayoune'dir (Batı Sahra).
Afrika'da bulunan sıra dağ dizisi olan Atlas Dağları kıtanın kuzeybatısında Fas'tan başlayarak, Cezayir ve Tunus ülkelerine uzanır. Dağlar Fas'ın üçte ikisini kaplar ve yüksek doruklara erişir. metreyi geçen dorukları bulunur. Cebel Toubkal, ülkenin en yüksek noktası, metredir. Fas'ta 4 ana dağ sırası bulunur; Atlas Dağları (Yüksek atlas, Sahra atlasları ve Orta atlaslar ) ve Rif dağları.
Kuzeydeki ilk sıra Akdeniz'e sınır oluşturur. Cebel Tihithin ile metrelik doruğa ulaşır. Rif sıradağları bu bölgede sıralanır.
Orta Atlaslar , Fas'ın su kuleleri olup doğudaki çorak düzlüklerle batıdaki verimli arazileri birbirinden ayırır. Doğuya doğru metreyi geçen doruklar (örneğin Cebel Bou Naceur) bulunmakta. Batıda yükseklikler azalarak platolara ve düzlüklere izin verir. Güneyde Yüksek Atlaslar ile sınırlanır.
Ovalar genellikle Rif ve Atlas sıradağları arasında kalan bölgede bulunmaktadır. Sebou havzası km² yüzölçümü ile alçak platoları, nehirleri, tepeleri ve verimli ovaları ile burada bulunur.
Garb ovasında şeker pancarı, pirinç, şeker kamışı ve tütün yetiştirilir ve bu ova içindeki mantar meşesi ve okaliptüs işletmelerinin olduğu Maâmora ormanı ile diğerlerinden ayrılır.
Geniş düzlükler ve fosfat platoları Demokratik Kongo Cumhuriyeti sınırına kadar uzanır. Şaouya, Dukkala ve Tadla ovalarına Orta Atlas sıradağları sırtlarında bulunur. Daha güneydeki Haouz ovasına, Marakeş yakınlarında, Souss ovasına okyanus, Yüksek Atlaslar ve Orta Atlaslar arasındaki üçgende rastlanılır.
Kuzeyde daha küçük ova ve verimli vadileri de bulunmaktadır (Lukos, Nekkor, Trifa, Ouergha, Baht, Inaouen gibi...).
Güneyde, Erg Çebbide, Cezayir sınırı yakını, Fas'ın taş ve kumla kaplı en büyük bölgesidir. Burada kumulların yüksekliği 200 metreye ulaşmaktadır.
Ağırlıklı olarak Akdeniz bitki örtüsü karakteri gösterir. Dağlık bölgeleri ağaçlara, (ardıç, meşe, sedir vd.) ve diğer dağ bitkilerinin büyümesine olanak verir. Ovalarında zeytin, sakız ağaçları yetişir. Ayrıca Atlas dağları ağaçların büyümesi için uygun ortama olanak sağlamaktadır. İç bölgelerde Alafh ve Binalşibh'de ağaçlara ev sahipliği yaparken ve güney bölgelerde ise vahalar palmiye ağaçlarının büyüme için ideal yerlerdir.
Fas çölleşme sorunu yüzünden yılda 31 hektarlık ormanlık alanını kaybetmektedir. Sorun sadece güney bölgelerinde değil, kuzeyde de sarî olup sadece 1920 yılından bu yana kuzeydeki orman alanlarının yarısından fazlasını kaybetmiştir, özellikle 1951 (yüzbin hektar) ile 1992 (altmış bin hektar)arasındaki dönemde. Güneyde ise kumlar280 bin hektarı süpürdü ve sadece Fas'ta mevcut olan pek çok türün de dahil olduğu 1500 bitki nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı.
Fas su kaynakları, Dünya su kaynakları endeksi ortalamasına göre (ortalama 9,1'e göre) , su kaynaklarında 5,4 puanla ve su zenginliği endeksine göre 46. sırayla, orta ila zayıf arasında addedilir.. Toplam yenilenebilir su kaynağına göre sıralandığında yıllık 20~23 milyar m³lük hacimle 174 ülke arasında 114. sırada yeralır ve temiz su kaynağında yıllık 12,6 km³'lük hacimle de 41. sırada yer alır.
Fas idari olarak 16 bölgeye ve altında 62 vilayete () ve alt bölgeye () bölünmüştür.
1997'de yerel yönetimi güçlendirme / Bölgeselleştirme Kanununun yürürlüğe girmesi ile, 16 bölge oluşturulmuştur. Buna göre bölgeler:
Fas 37 vilayet ve iki büyük şehire* bölünmüştür: Agadir, Al Hoceima, Azilal, Beni Mellal, Ben Slimane, Boulemane, Casablanca*, Chefchaouen, El Jadida, Sraghna El Kelaa, Er Rachidia, Essaouira, Fes, Figuig, Guelmim, Ifran, Kenitra, Khemisset, Rommani, Khenifra, Khouribga, Laayoune, Larache, Marakeş, Meknes, Nador, Ouarzazate, Oujda, Rabat-Sale*, Safi, Settat, Sidi Kacem, Tanca, Tan-Tan, Taounate, Taroudannt, Tata, Taza, Tetouan, Tiznit; ayrıca üç province/alt bölge Ad Dakhla (Oued Eddahab) Boujdour, ve Es Smara.
Resmî dilleri Arapça olmasına rağmen devlet dairelerinde Fransızca kullanılmaktadır. Halk arasında kullanılan Arapça'ya "Darija" denilir ve diğer Arap ülkeleriyle karşılaştırıldığında değişiktir. Aynı zamanda ülkede yoğun olan Berberilerinde kullandığı farklı diller bulunmaktadır. Bunlarin basında "Sheluh" veya Shelha dili, güneyde Sousi halkı tarafından konuşulmaktadır. Kuzeyde ise Tamazigt dili Kuzey Berberileri tarafından kullanılmaktadır. Ülkenin kuzey kesimi İspanyolların etkisi altında kaldığından buralarda İspanyolca konuşanlara rastlamak mümkündür. Bugün sorunlu olan Batı Sahra topraklarında da İspanyolca konuşulmaktadır.
Fas Afrika'nın en büyük beşinci ekonomisine sahiptir. Cezayir'den sonra, Mağrip'in ikinci büyük ekonomisidir. 2008 yılında Fas büyüme oranı yaklaşık %6,5 idi. Fas Afrika ortalamasına göre güçlü bir gayri safi yurt içi hasılaya sahiptir. 2008'de 8.52 milyar dolar civarında olan ya da kıtanın toplam GSYİH'nin% 9'u Fas'a aittir. Fas da 1999 yılında Kral VI Muhammed tahta çıkmasından bu yana her yıl ortalama %8 büyüme oranı yakalamıştır. Bu büyüme yıllık hasat gibi değişken sonuçlara bağlı olduğundan sürdürülebilir değildir.
Avrupa kıtası ile Fas'ın yakınlığı, Avrupa şirketlerinin yer değiştirmelerinde Fas'a yönelimlerine yol açmış, bu da büyük ölçüde ekonomiye katkısı olmuştur. 2000'lerin başından bu yana, yürüttüğü tutarlı maliye politikası offshore için cazip bir ülke konumuna gelmiştir. OECD 2008'de yarattığı iş hacmi ile krallığı Estonya ve Çin'den sonra 3. sıraya yerleştirmiştir.
Ülkede tarıma dayalı besin endüstrisi kollarının yanı sıra, kimya ve gübre sanayi ile küçük el sanatları gelişmiştir. Yeraltı kaynakları ülke ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. Fas'ta çıkarılan madenlerin başında fosfat gelir. Fosfat dışında, manganez, arsenik,nikel, kobalt ve demir de bulunmaktadır. Ayrıca az miktarda kömür ve petrol gümüşlü kurşun da çıkarılır. Ülke sanayinin ihtiyacı olan enerji büyük ölçüde hidroelektrik santrallerden sağlanır.
Tanca'nın İspanya'ya yakın olması ve bu sayede iki ülke arasında yapılan ve 45 dakika süren feribot seferleri sayesinde İspanya ile ticaret gelişmiştir.Bunun yanında günlük olarak Fransa'nın Güney ve liman kenti olan Marsilya şehrine de seferler düzenlenmektedir.
"Kaynak :"DEPF Maliye ve Ekonomi Bakanlığı
Fas'ta tarım için ülkenin iş gücünün yaklaşık %40'ını kullanır. Ve böylece, tarım ülkenin en iş kolu konumunda yer alır. Arpa, buğday ve diğer hububat ana ürünler arasında yer almaktadır. Atlantik kıyısında, geniş ovalarda zeytin, narenciye ve üzüm yetiştirilmektedir.
Aşağıda, BM Gıda ve Tarım Örgütü tahminlerine göre, Fas tarımsal üretim bir tablosunu (veri 2009 yılından itibarıyla) bulabilirsiniz:
Sosyal Güvenlik Ulusal Fon (La Caisse Nationale de Sécurité Sociale-CNSS), Nisan 1961 tarihinden itibaren, ücretliler için Fas sosyal güvenlik programını yönetmektedir. Bu kamu kurumu, şirketlerden prim toplamaktan ve ayrıca ekonominin temel sektörlerinde çalışan işçilerin (sanayi ve ticaret, tarım, balıkçılık ve esnaf) sosyal güvenlik şemsiyesi altındaki masraflarını karşılamaktan sorumludur. Sosyal güvenliğin şemsiyesi; hastalıklar, hamilelik, sakatlık ya da yaşlılık bir sonucu olarak ücret kaybına karşı, işçileri (ve ailelerini) korur. Yaklaşık 5.000 personeli ile, kurum, ülke genelinde 50 ofis ile yayılıdır.
Arap ülkeleri içerisinde Fas, Mısır, Sudan ve Cezayir'den sonra dördüncü kalabalık nüfusa sahip ülkedir. Faslıların çoğunluğu Müslüman ve Maliki mezhebindendir. Nüfusun büyük bir bölümü Berberilerden oluşur; Berberilere Ortaçağ’dan bu yana, birçok kez arap göçmenler de katılmıştır; Berberice ağızları halkın üçte birince konuşulsa da (özellikle dağlık kesimlerde) araplaşma sürmektedir. Daha düne kadar özel bir öbek oluşturan Fas’taki Musevi nüfus, 1956’da başlayan göçler sonucu bütünüyle ortadan kalktı. Sömürge döneminde çok olan Avrupalıların sayısı günümüzde sayısı 50.000’i aşmamaktadır. (Avrupalılar daha çok Rabat ve Casablanca’da toplanırlar).
Çeşitli doğal çevrelerin çok eşitsiz yapılaşma sunması sonucunda nüfus, ülke içinde çok düzensiz olarak dağılım göstermektedir. Çorak ya da çöl bölgelerinin hemen hemen ıssız olmasına karşın Akdeniz kesimi ovaları ya da Atlas Okyanusu’na yakın kuzey kesimlerdeki ovalar oldukça yoğun nüfus barındırmaktadırlar. Rif ve Anti Atlaslar gibi bazı dağ kütlelerinin de nüfusu yoğundur. Kentleşmede çok eşitsizdir; Kuzey Fas’ın Atlas Okyanus’u kesiminde, özellikle Casablanca-Kenitra ve Fas-Rabat eksenlerinde kentleşme yoğundur. Bununla birlikte, kentleşme hızla ilerlemektedir: 1926’da nüfusun
% 10’dan azı kentlerde yaşarken 1981’de bu oran yaklaşık % 40’ çıktı. Kazablanka, Rabat, Asfi ya da Agadir gibi modern kıyı kentlerinin gelişmesi, Fes ve Marakeş gibi iç kesimlerdeki geleneksel eski kentlerde oranla çok daha belirgindir.
Nüfus artışı hızlıdır: 20. yüzyılın başında Fas’ın nüfusu 5 milyondan azdı; 1954’te 10 milyona ul |
aşan nüfus 1985-1990 yıllarında 22 milyona ulaştı ve bu rakam günümüzde 33 milyonun üzerinde seyir etmektedir. Doğal nüfus artış oranı% 3 dolaylarındadır; aile planlaması siyaseti sayesinde doğumlar azalmaya başladıysa da, gene de doğum oranı çok yüksektir. Fas genç bir nüfusa sahiptir: 15 yaşından küçükler toplam nüfusun yarısına yakınını oluşturmaktadırlar. Ayrıca 2011 başlarında meydana gelen demokrasi ayaklanmalarından Fas da etkilenmiş, halkın idareye karşı rahatsızlıkları çeşitli yürüyüş ve gösterilere sebep olmuştur. 20 Şubat 2011'de Rabat'ta yapılan (katılımında Facebook gibi İnternet sitelerinin de etkisinin olduğu) büyük miting'den sonra Kral Muhammed El-Hamis (VI Muhammed) halka yaptığı ilk ulusa seslenişle reform sözü vermiştir. Kral Muhammed, komisyonun başkanlığına Abdüllatif Menuni'nin getirildiğini, Menuni'nin haziran ayına kadar kendisine anayasa reformu önerilerini sunacağını kaydetmiştir. VI. Muhammed anayasada reform sözünü tutmuş, yapılan reformla yetkilerinin devrini referanduma sunmuştur. Halkın Krala karşı büyük saygısının olmasının nedeni babası II. Hasan'dan sonra baskıcı rejime son vermesi ve İslam peygamberi Muhammed'in soyundan gelmesidir. (Kazablanka'daki II. Hasan Camii'nde altından yapılan levhada şeceresinde gösterilmektedir)
Geçen yüzyılın altmışlarında popüler olan ve ortaklaşa yapılan sergilerle gelişen, manda döneminin sanatta etkisini bu dönemin Fas resimlerinde görülebilir.
Fas'ta dekorasyonda görülen çeşitlilik ve renklerdeki kontrast, ülkedeki ve çevresindeki medeniyetlerin çeşitliliğinin yansımasıdır. Geleneksel Fas modası pek çok kültür ve geleneğin çeşitliliğinin sonucu olarak Fas millî giyimini karakterize eder.
Mağribi mimarisi bu bölgede özelliklerini kazanırken diğer mimari akımlara göre data yavaş big gelişim göstermiştir. Seville, Granada, Marakeş ve Fez gibi şehirlerin yapıları bu mimari tipinden (doğal olarak ) etkilenirken dünyanın pek çok farklı bölgesinde de Mağribi miamrisinin etkilerini görmek mümkündür.
Python (programlama dili)
Python, nesne yönelimli, yorumlamalı, birimsel (modüler) ve etkileşimli yüksek seviyeli bir programlama dilidir.
Girintilere dayalı basit sözdizimi, dilin öğrenilmesini ve akılda kalmasını kolaylaştırır. Bu da ona söz diziminin ayrıntıları ile vakit yitirmeden programlama yapılmaya başlanabilen bir dil olma özelliği kazandırır.
Modüler yapısı, sınıf dizgesini (sistem) ve her türlü veri alanı girişini destekler. Hemen hemen her türlü platformda çalışabilir. (Unix , Linux, Mac, Windows, Amiga, Symbian). Python ile sistem programlama, kullanıcı arabirimi programlama, ağ programlama, uygulama ve veritabanı yazılımı programlama gibi birçok alanda yazılım geliştirebilirsiniz. Büyük yazılımların hızlı bir şekilde prototiplerinin üretilmesi ve denenmesi gerektiği durumlarda da C ya da C++ gibi dillere tercih edilir.
Geliştirilmeye 1990 yılında Guido van Rossum tarafından Amsterdam'da başlanmıştır. Adını sanılanın aksine bir yılandan değil Guido van Rossum’un çok sevdiği, Monty Python adlı altı kişilik bir İngiliz komedi grubunun "Monty Python’s Flying Circus" adlı gösterisinden almıştır. Günümüzde Python Yazılım Vakfı çevresinde toplanan gönüllülerin çabalarıyla sürdürülmektedir. Python 1.0 sürümüne Ocak 1994'te ulaşmıştır. Son kararlı sürümü, 2.x serisinde Python 2.7 ve 3.x serisinde Python 3.5.2'dir. 3 Aralık 2008 tarihinden itibaren 3.x serisi yayınlanmaya başlamıştır; ancak 3.x serisi 2.x serisiyle uyumlu değildir.
Python sürüm zaman şeridi:
Django, Zope uygulama sunucuları, YouTube ve orijinal BitTorrent istemcisi Python kullanan önemli projelerden bazılarıdır. Ayrıca Google, NASA ve CERN gibi büyük kurumlar da Python kullanmaktadır.
Ayrıca OpenOffice.org, GIMP, Inkscape, Blender, Scribus ve Paint Shop Pro gibi bazı programlarda betik dili olarak kullanılır.
Pek çok Linux dağıtımında ve Apple macOS işletim sisteminde Python öntanımlı bir bileşen olarak gelir.
Python'un son derece kolay okunabilir olması düşünülmüştür. Bu yüzden örneğin küme parantezleri yerine girintileme işlemi kullanılır. Hatta bazı durumlarda girintileme işlemine dahi gerek kalmadan kodun ilgili bölümü tek satırda yazılabilir. Böylece Python, program kodunuzu en az çaba ile ve hızlıca yazmanıza imkân tanır. Sade sözdizimi ile diğer programlama dillerinden üstündür.
Python'da ifade bloklarını sınırlandırmak için süslü ayraçlar ya da anahtar kelimeler
yerine beyaz boşluk girintileme kullanılır. Belli ifadelerden sonra
girinti artar; girintinin azalması geçerli blokun sonlandığını
gösterir.
codice_1 işleci, çarpma işlemleri için
codice_2 işleci, bölme işlemleri için
codice_3 işleci, toplama işlemleri için
codice_4 işleci, çıkarma işlemleri için
codice_5 işleci, 'küçüktür' anlamına gelir
codice_6 işleci, 'büyüktür' anlamına gelir
codice_7 işleci, 'eşittir' anlamına gelir
codice_8 işleci, 'küçük eşittir' anlamına gelir
codice_9 işleci, 'büyük eşittir' anlamına gelir
codice_10 işleci, 'eşit değil' anlamına gelir
codice_11 işleci, 'üs alma' anlamına gelir
codice_12 işleci, 'doğru' anlamına gelir
codice_13 işleci, 'yanlış' anlamına gelir
codice_14 işleci, 've' anlamına gelir
codice_15 işleci, 'veya' anlamına gelir
codice_16 işleci, 'değil' anlamına gelir.
Python ifadeleri şunları içerir:
Her ifadenin kendi sözdizimi vardır, örneğin codice_24 ifadesi diğer ifadelerin genelinin aksine blokunu anında çalıştırmaz.
Nesneler üzerindeki metotlar nesnenin sınıfına eklenmiş
fonksiyonlardır; codice_30 sözdizimi, normal metot ve
fonksiyonlar için codice_31 ifadesi için bir
sözdizimsel şekerdir. Python metotlarının örnek verisine ulaşmaları
için açık codice_32 parametresine sahip olmaları gerekir. Bu durum Java, C++,
Ruby gibi bazı diğer nesne tabanlı programlama diliyle
farklılık gösterir.
Python'un çok büyük bir standart kütüphanesi vardır. Bu, dilin artı özelliklerinden biri olarak kabul edilir.
Python 3 ve üstü sürümler için uygundur.
print("Merhaba Dünya")
"""Bu çok satırlı
bir python
yorumu"""
veri = input('Bir veri giriniz:')
print(veri)
Aşağılık kompleksi
Aşağılık kompleksi, Bireysel Psikoloji ekolünün kurucusu Alfred Adler tarafından ortaya atılan ve kişinin bazı yönlerden kendini diğerlerinden aşağı hissetmesine neden olan karmaşasına verilen addır.
Bu komplekse sahip kişilerde genellikle kendini ispat etme çabası görülür. Sıklıkla farkına varılmaz ve telafi etme düşüncesi kişileri eziyet içine sürükler ve şaşırtıcı bir kazanım veya aşırı bir antisosyal davranışla sonuçlanır. İlk çalışmalarında teorisini göstermek için Napolyon komplekslerini kullanan Alfred Adler öncülük etmiştir. Özgüven eksikliği, saplantı bozuklukları, kültürel yozlaşma ve aşağılık kompleksinin nedenleri arasında gösterilebilir. Psikiyatrik bir hastalıktan çok psikolojik bir durumdur.
Adler, bütün gelişme dönemi süresince çocuğun ebeveyni ve genel dünyayla ilgili bir yetersizlik duygusu hissettiği kavramını geliştirmiştir. Hastanın kompensasyon için gösterdiği psikolojik veya fiziki çabaların sonuçsuz kalmasıyla psikonevrozlar gelişir; hasta başarısızlıklarını örtbas etmek ve başkaları üzerinde bir güç kazanmak için bu semptomlarını kullanır. Çok kere depresyonla birlikte beliren aşağılık duygularına emeklilikte ve yaşlılıkta sık rastlanır. Bu vakalarda hasta kendisine saygısını önemli derecede kaybetmiştir. Kişi toplumsal bakımdan düştüğünü, ve önemsiz kaldığını hisseder ve böylece paranoid reaksiyon tipleri gelişebilir.
Sayılabilirlik
Sayılabilirlik, bir kümedeki eleman sayısıyla doğal sayılar arasında birebir eşleme kurulabilme durumu.
19. yüzyılın sonlarına kadar matematikte farklı büyüklüklerde sonsuzların olabileceğinden şüphelenilmiyordu. Ancak Alman matematikçi Georg Cantor'un reel sayıların sayılamayacağını ispatlamasının ardından matematikte farklı büyüklüklerde sonsuzlukların var olduğu anlaşıldı. Peki iki sonsuz sayıyı karşılaştırmaktan anlaşılan nedir? Diyelim ki elimizde A ve B isimli iki sonsuz küme var ve bunların eleman sayılarına sırasıyla a ve b diyelim. Eğer A kümesinden B kümesine birebir bir fonksiyon tanımlanabiliyorsa bu durumda formula_1 denir. Bu tanım Seçim Aksiyomu'nun varsayıldığı durumlarda bize sonsuz büyüklükler arasında bir doğrusal sıralama verir, yani kısaca bütün sonsuzluklar birbiriyle karşılaştırılabilir. İşte bu durumda, sayılabilirlik en küçük sonsuz büyüklüğü ifade eder, ancak bazı yazarlar sayılabilirliği aynı zamanda "ya sonlu ya da sayılabilir sonsuz olma" durumu için de kullanırlar. Süreklilik Hipotezi ise doğal sayıların kümesinin büyüklüğü ile reel sayıların kümesinin büyüklüğü arasında başka büyüklük olmadığını ifade eden aksiyomdur.
Sayılabilir kümelere örnekler:
Sayılamaz kümelere örnekler:
Süreklilik
Matematikte, süreklilik, girdisi yeterince küçük miktarda değiştiğinde çıktısı da küçük miktarda değişen fonksiyonları ifade eder. Tek değişkenli gerçel fonksiyonlar için, "grafiğini el kaldırmadan çizebilme" şartının soyutlanmasıyla ulaşılmış bir kavramdır. Bunun geçerli olmadığı fonksiyonlara "süreksiz" fonksiyon denir.
Örnek olarak, fonksiyon "h"("t") bir çiçeğin "t" zamanındaki boyu olsun. Zamandaki küçük değişim çiçeğin boyunu da küçük miktarda değiştireceği için bu fonksiyon süreklidir. Bunun aksine, başka bir fonksiyon "M"("t") bir banka hesabında "t" zamanındaki para miktarı ise, "M"("t") sürekli değildir. Çünkü hesaba para yatırıldığında ya da hesaptan para çekildiğinde, çok küçük bir zaman içinde para miktarında büyük zıplamalar olacaktır.
Topolojik açıdan süreklilik, iki topolojik uzay arasındaki bir "f" gönderiminin, bir anlamda, "atlamasız" olma durumudur. Eğer "f" gönderimi, A topolojik uzayından B topolojik uzayına tanımlı bir gönderimse, "f" fonksiyonuna sürekli diyebilmemiz için B'nin her açık "U" altkümesinin ters görüntüsünün, yani "f" 'nin A 'dan alıp "U" altkümesine gönderdiği elemanların kümesinin, açık küme olması şartı aranır. Eğer "f" birebir örten bir fonksiyonsa ve "f" 'nin tersi de sürekli bir fonksiyonsa, "f" 'ye bir homeomorfizma (topolojik uzay eşyapısı) |
denir.
Topolojik uzaylar
Topolojik uzaylar, matematiğin Topoloji dalının başlıca uğraş konularıdır. Bir X kümesi ve bu kümenin alt kümelerinin bir kısmını içeren ve aşağıdaki varsayımları sağlayan S kümesinden oluşurlar:
1) formula_1 ve X kümeleri S'nin elemanıdır;
2) S'nin elemanları arasından seçilecek herhangi bir formula_2 koleksiyonu için, formula_3 birleşim kümesi de S'nin bir elemanıdır,
3) S'nin elemanları arasından seçtiğimiz formula_4 kümelerinin kesişimi olan formula_5 kümesi de S'nin elemanıdır.
Burada ikinci şartta bahsettiğimiz koleksiyonun sonsuz sayıda eleman içerebileceğine ancak üçüncü şarttaki altkümelerin sayısının sonlu olduğuna dikkat etmek gereklidir.
Geleneksel olarak X'in altkümelerinden S'nin elemanı olanlara açık kümeler denir. Buna karşılık C kümesi X'in bir altkümesiyse ve de formula_6 fark kümesi açık bir kümeyse, o zaman C'ye de kapalı bir küme denir. Bu tanıma göre X ve formula_1 kümeleri aynı zamanda hem açık hem kapalıdırlar.
Verilen bir (X,S) topolojik uzayında X'in altkümelerinden oluşan öyle bir Y kümesi olsun ki X'te açık her küme Y'nin elemanlarının bir birleşimi olarak yazılabilsin. Bu durumda Y kümesine (X,S) uzayının temeli denir.
1) Verilen herhangi bir X kümesi için, S, X'in tüm alt kümelerinin kümesi olsun (yani her bir altküme açık olsun). Böyle oluşturulmuş topolojiye taneli (discrete) topoloji denir.
2) Reel Sayılar üzerinde (a,b) şeklindeki (a formula_8 ve b formula_9 olabilir) doğru parçalarının yarattığı topoloji. Öklit Uzayları'nın geometrik özelliklerini anlamakta kullanılan doğal topolojidir.
3) Uzunluk uzayları, metrik uzaylar, iç çarpım uzayları ve Banach uzayları topolojik uzaylardır.
X herhangi bir küme, T ise X kümesinin altkümelerinin bir kısmından oluşan bir küme olsun. Eğer T aşağıdaki koşulları sağlıyorsa T'ye X'in üzerinde bir topoloji denir:
Bu koşulların sağlanması durumunda T ile donatılmış X kümesine bir topolojik uzay denir.
Tıkızlık
Tıkızlık, topolojik uzayların sahip olabileceği başlıca özelliklerden biridir. Bir X uzayı ve birleşimleri X uzayını kaplayan herhangi bir açık kümeler topluluğu verildiğinde, bu topluluğun içinden sonlu sayıda açık küme hala X uzayını kaplayabiliyorsa, X uzayına tıkız (kompakt) denir. Gerçel sayılar kümesi (ℜ), üzerindeki standart topolojiye göre tıkız değildir, ancak ℜ’nin her kapalı ve sınırlı alt kümesi (mesela "a" ve "b" ("a<b") gerçel sayıları için [a,b] şeklindeki alt kümeler) altuzay topolojisine göre tıkızdır (Heine Borel teoremi). Matematiğin diğer pek çok alanında olduğu gibi, sonsuz bir nesnenin sonlu bir nesneye indirgenebilmesi çok önemli avantajlar sağladığı için topoloji alanında ve topolojik yöntemler kullanan diğer alanlarda vazgeçilmez bir kavramdır.
Tıkızlık kavramı, Matematiğe 1906 yılında Maurice Fréchet tarafından kazandırılmıştır. Tıkızlık, matematiğin analiz dalı için çok önemli bir yere sahiptir. 19. yüzyılda analize gibi birçok klasik ve önemli teoremi kazandırmıştır.
Alfred Adler
Alfred Adler (d. 7 Şubat 1870 - ö. 28 Mayıs 1937) Bireysel Psikoloji ekolünün kurucusu, Avusturyalı psikiyatrist. Derinlik psikolojisinin üç büyük kurucusundan biridir. (diğerleri: Freud, Jung.)
Avusturya Penzing'de doğdu ve Viyana'da büyüdü. Viyana Üniversitesi Tıp Okulunda doktorluk eğitimi aldı ve 1895'te mezun oldu. Pratisyen hekim olarak çalıştığı ilk doktorluk yıllarından başlayarak hastayı çevresiyle ilişkileri içerisinde ele almak gerektiğini vurguladı ve bireyle ilgili sorunlara yönelik insancıl, bütünselci ve organik bir yaklaşım geliştirdi. Bedensel düzensizliklerle ilişkili olarak psikoloji ile ilgilenmeye başladı. 1902'de Sigmund Freud ile tanıştı, öğrencisi oldu ve birlikte Adler'in başkanlığında Viyana Psikanaliz Topluluğu'nu kurdular. Bir süre sonra Freud ile fikir ayrılıkları ortaya çıktı. Adler'in Organların Yetersizliği kitabından sonra tamamen uzlaşılmaz bir hale geldi ve 1911'de, Adler, izleyicileriyle beraber Freud'u açıkca eleştirerek bireysel psikolojiyi geliştirmeye başladı.
Hans Vaihinger'in ruhsal inşa fikirlerinden etkilendi ve erkek egemen toplumda doğal bir sonuç olarak "Erkeksi Başkaldırı" ile organik aşağılık ve telafi teorisini geliştirdi (bkz. Aşağılık kompleksi). Adler, Freud'un teorileri ile karşı görüşe geldi, fikir ayrılığı 1911'deki Weimar Psikanaliz Kongresi'nde aleni oldu. Adler, Freud'un inandığı seks içgüdüsünün baskınlığı ve ego dürtüsünün libidinal(?) olup olmadığı ile çekişiyordu, Freud'un bilinç altına atma üzerine fikirlerini de eleştirmişti. Adler bilinç altına atma teorisinin, erkeksi başkaldırının aşırı telafisi ve aşağılık hislerinden türetilmiş sinirsel bir durum olan ego -savunma eğilimleri- konsepti ile değiştirilmesi gerektiğine inanıyordu, Oedipal Kompleksleri önemsizdi. Adler Viyana Topluluğundan ayrıldı ve 1912'de Bireysel Psikoloji Topluluğu adını alan, Özgür Analitik Araştırmalar Topluluğu'nu kurdu.
1912'de ana fikirlerini tanımladığı "Über den Nervösen Charakter" kitabını yazdı. Kişinin bilinçsiz öz ereğinin temel amaçlarının baskıladığı ayrı aşamaların aşağılık hislerini üstünlüğe (veya bilakis yeterliliğe) dönüştürdüğü ifade ederek insan kişiliğinin erek bilimsel açıklanabileceğini iddia etti. Adler'e göre öz erek arzularına, toplumsal ve etnik gereksinimler karşı koyar, düzeltici etkenler umursanmaz ve kişi aşırı telafi ederse aşağılık kompleksi oluşabilir, kişi benmerkezci, güç düşkünü ve saldırgan veya daha kötüsü olabilirdi.
Üstünlük çabası ve anne baba baskısı önemli.
I. Dünya Savaşı ile çalışmaları durdu, bu sırada Avusturya Ordusunda doktorluk görevi yaptı. Savaş sonrası 1930'lara olan etkisi adamakıllı arttı, 1921'den itibaren bir takım çocuk rehberliği klinikleri kurdu ve Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde sık sık okutman, 1927'de Kolombiya Üniversitesi'nde misafir profesör oldu. Tedavi edici yöntemlerinde sosyal ilgiyi cesaretlendirip ve ödüllendirip fakat şımartma ve ihmalden kaçınarak sorunları çocukta önceden tutup, yetişkin ruha yoğunlaşmaktan kaçındı. Yetişkinlerde tedavi, suçlama veya üstünlük taslama tutumlarının tedavi edilen kimse tarafından dışarıda bırakılmasına dayanmaktaydı, kişisel davranışın farkına varılmasının artışı ile karşı koymanın azaldığını ve reddetmenin terse döndüğünü ifade etti. Yaygın tedavi araçları mizah kullanımı, tarihi anları ve mantığa aykırı emirleri içermekteydi. Adler'in popüleritesi görece optivizmi ve fikirlerinin Freud ve Jung'unkilerle karşılaştırıldığında anlaşılabilir olması ile ilişkiliydi. Adler sıklıkla, "Kişinin davranış şablonu analizi toplumla, işi ve cinsiyeti ile ilişkilidir", savını vurgulamıştı.
1934'te Avusturya Hükümeti, Yahudi olduğu için Adler'in kliniklerinin çoğunu kapattı. Adler 1935'te Long Island Tıp Kolej'ine Profesör olarak Avusturya'dan ayrıldı. 28 Mayıs 1937'de, İskoçya'nın üniversite kenti Aberdeen'de, yolda giderken ansızın yere yığılıp kalmış, hemen sonrasında da kalp sektesine uğrayarak yaşama gözlerini yummuştur.
Adler, çocuğun ileriki yıllarında kişilik sorunu yaşamasına neden olacak iki tür anne baba davranışı belirlemiştir. Bunlardan birincisi çocuklarına özen gösteren ve aşırı koruma sağlayan, sonuç olarak çocukta şımarma tehlikesi yaratan anne baba davranışıdır. Adler'e göre böyle bir anne baba tutumu yanlıştır. Bunun yerine çocuklar hata yapsalar bile kendi sorunlarını çözmelerine ve bazı kararları kendilerinin almalarına izin vermek uzun vadede onların iyiliğine olacaktır.
Beyin
Beyin (Latince'de "cerebrum, Antik Yunanca'da " ἐγκέφαλος (enkephalos, “baştaki”), ἐν (en, “içinde”) + κεφαλή (kephalē, “baş”) sinir sisteminin merkezi olarak hizmet eden bir organıdır. Bütün omurgalı hayvanlar ve çoğu omurgasız hayvan -bazı süngerler, knidliler, tulumlular ve derisi dikenliler gibi omurgasızlar hariç- beyne sahiptir. Baş kısmında; duyma, tatma, görme, denge, koklama gibi duyulara hizmet eden organlara yakın bir noktada bulunan beyin omurgalıların vücudundaki en karmaşık organdır. Normal bir insanda serebral korteksin (en geniş kısmı) 15-33 milyar nörondan müteşekkil olduğu tahmin edilmektedir. Her biri birkaç bin nöronla sinaps denen bağlantılar yardımıyla bağlıdır. Bu nöronlar birbirleriyle akson denen uzun protoplazmik lifler yardımıyla iletişim kurar. Aksonlar bilgiyi beynin diğer kısımlarına yahut vücudun spesifik alıcı hücrelerine taşır.
Fizyolojik olarak, beynin fonksiyonu vücudun diğer organlarının merkezi kontrolünü sağlamaktır. Hormon denen kimyasalların salgılanmasının işletimi ve kas aktivitesinin oluşumu vücudun diğer organları üzerindeki işlevlerindendir. Bu merkezi kontrol çevredeki ufak değişimlere bile gayet süratli ve koordine bir tepki vermeyi sağlar. Bazı temel tepkilerden olan refleksler, omuriliğin ve çevresel gangliyonların aracılığıyla gerçekleşebilir, fakat kompleks duyusal impulslara bağlı bilinçli yapılan komplike davranışlar ise beynin bilgileri bütünleme kabiliyetine ihtiyaç duyar.
Merkezî sinir sisteminin kafa boşluğu içinde yer alan parçası "ansefal" olarak adlandırılır. Fransızca "encéphale" tüm beyin demektir. Ansefaldeki merkezlerin en önemlileri omurilik soğanı, beyincik ve beyindir.
Türlerin beyinleri şekil ve boyut açısından muazzam bir fark gösterebilir ve ortak özelliklerini belirlemek genellikle güçtür. Buna rağmen beyin mimarisinin geniş tür yelpazesi için uygulanabilir bazı prensipleri vardır. Bu geniş yelpazede beyin yapısı bazı yönlerden hemen hemen birçok hayvan türünde ortaktır ancak diğer yönleri "gelişmiş" beyni ilkel örneklerinden ayırmaktadır ya da omurgalı ve omurgasızları ayırt etmektedir.
Beyin anatomisi hakkında bilgi kazanmanın en kolay yolu görsel incelemelerdir ama daha kompleks teknikler de geliştirilmiştir. Beyin dokusunu doğal halinde incelemek güçtür çünkü üzerinde çalışmak için fazla yumuşaktır. Eğer alkol veya diğer fiksatiflelre muamele edilirse sertleştirilebilir ve sonra istenen çalışma için iç incelemesi yapılabilir. Gözle görülür biçimde beynin iç kısımlarında gri madde denen koyu renkli alanlara rastlanır. Daha açık renkli bu bölümden ayrılmış beyaz |
madde de gözlenir. Daha fazla bilgi spesifik bir molekülün yüksek konsantrasyonlarda bulunduğu yerleri gösteren çeşitli kimyasallarla boyanmış beyin dokusu örneklerinden elde edilebilir. Ayrıca mikroskoplarla beynin mikroyapısı da incelenebilir ve beynin bir bölümünden diğerine olan bağlantı yolları da takip edilebilir.
Tüm türlerin beyinleri esasen iki geniş hücre sınıfından oluşur: nöronlar veglial hücreler. Glial hücreler("glia" ya da "neuroglia" olarak da bilinir) çeşitli tiplere ayrılır ve birçok kritik(hayati) görevi yerine getirir; bunlar arasında yapısal desteklik, metabolik destek, yalıtım ve gelişime rehberlik etme gösterilebilir. Buna karşın nöronlar genellikle beyindeki en önemli hücreler olarak ele alınmaktalardır.
Nöronlar bu sinyalleri akson adı verilen hücre gövdesinden çıkan ve genelde birçok dala sahip protoplasmik lif yapısındaki uzantılarıyla diğer bölgelere iletirler, bazen yakın bölgelere bazen de beynin ve vücudun uzak noktalarına bu impulslar taşınır.
Bir aksonun boyu olağanüstü derecede uzun olabilir; örneğin, cerebral korteksin bir piramit hücresi(bir tür nöron) büyütülseydi muazzam derecede uzun olabilirdi ve insan vücudu kadar uzayabilirdi. Eğer aksonuda aynı derecede büyütülseydi birkaç santimetre çapında ve kilometrelerce uzunlukta bir kablo ortaya çıkardı.
Aksonlar bu sinyalleri aksiyon potansiyeli adı verilen elektrokimyasal iletiler şeklinden saniyenin binde biri sürede ve saniyede 1-100 metre hızla iletirler.
Özellikle, 3 hayvan grubunda komplike beyin bulunmaktadır: eklembacaklılar (artropod) (örneğin: böcekler ve kabuklu hayvanlar), kafadanbacaklılar (cephalopod) (örneğin: ahtapot ve mürekkepbalığı), ve omurgalılar. Eklembacaklıların ve kafadanbacaklıların beyni, birbirine paralel ikiz sinirden meydana gelmektedir. Eklembacaklılar üç loptan ve görme işlemi için oluşmuş göz arkasındaki geniş "optik lop"lardan oluşan merkezi bir beyine sahiptir.
Omurgalıların beyni, sonradan omuriliğe dönüşecek olan arkadaki bir nöral tübün öndeki kısmından gelişir. Omurgalılarda beyin kafatası kemikleri tarafından korunmaktadır. Serebral korteksin kıvrım sayısı, canlının gelişmişliğini belirler. Kıvrım sayısı arttıkça basamak yükselir. Balık, sürüngen gibi ilkel omurgalılar beyninin dış katmanlarında altı katmandan daha az nörona sahiptir. Bu konfigürasyona allokorteks (veya heterotipik korteks) adı verilmektedir.
Memeliler gibi daha komplike omurgalılarda, allokortekse ilaveten altı bölmeli neokorteks (veya homokorteks) bulunmaktadır. Memelilerde, daha fazla kıvrımlı beyin, daha gelişmiş beyinle karakterizedir. Bu kıvrımlar, kafatasına sıkışmış beyindeki nöronlara daha geniş bir alan sağlamaktadır. Kıvrılma, daha fazla gri maddenin daha az bir hacmin içine yerleşmesini sağlar. Kıvrımlar tıp dilinde gyrus (çoğul gyri), kıvrımlar arası boşluk da sulcus (çoğul sulci) olarak adlandırılır.
İnsan beyni üç zarla sarılmıştır. Bunlar, en dışta Duramater, ortada Araknoid Tabaka, en içte ise Piamater bulunur.
Beynin genel histolojik incelenmesi kişiden kişiye değişmese de, yapısal anatomi incelemesi farklı olabilmektedir. Temel embriyolojik bölümlerin tersine, spesifik gyrus veya sulcusların yeri, birincil duyu bölgeleri ve diğer yapıların yerleri türlere göre değişebilmektedir.
Böceklerde beyin dört bölümden oluşur: optik bölmeler, protoserebrum, dutoserebrum, tritoserebrum. Optik bölmeler her bir gözün arkasında bulunur ve görsel uyarıyı sağlar. Protoserebrum, kokuya cevap veren mantar vücudu ve merkezi vücut kompleksini barındırır. Arı gibi bazı türlerde mantar vücut kısmı görme duyusundan da uyarı almaktadır. Dutoserebrumda kokuları birbirinden ayırt etmeyi sağlayan ve baştaki antenlerin dokunma reseptörlerinden bilgi alan anten lobları bulunmaktadır. Sineklerin ve güvelerin anten lobları oldukça komplikedir.
Kafadanbacaklılarda beynin özofagus tarafından ayrılmış iki bölgesi vardır: supraözofagal kütle ve subözofagal bölge. Bu iki kütle birbiriyle iletişimini bazal loplar ve arka magnoselüler loplarla sağlar. Geniş optik loplar bazen beynin bölmesi olarak tanımlanmaz çünkü anatomik olarak beyinden ayrıdırlar ve optik saplarla beyine katılırlar. Ama optik loplar görme işlemini sağladıklarından fonksiyonel olarak beynin bir parçasıdır.
Duyu organlarından gelen bilgi beyinde toplanır, beyinde bu bilgi doğrultusunda organizmanın yapacağı hareket belirlenir. Beyin kendine gelen veriyi işleyerek çevrenin yapısına dair çıkarımlar yapar. İşlenmiş bu bilgiyi hayvanın o anki ihtiyaçlarına dair bilgi ve geçmişe dair anılarla birleştirir. Bu işlemlerin sonucu doğrultusunda hareket örgüleri oluşturur. Sinyalleri işleme süreci çok sayıda farklı işleve sahip alt sistem arasında karmaşık bir etkileşim gerektirir.
Paranoya
Paranoya, aşırı endişe veya korkuyla karakterize edilen, sıkça mantıksız kuruntularla bilinen bir rahatsızlıktır. Kelime Yunanca'da, "παράνοια" ("paranous") "düpedüz delilik" anlamına gelir ("para" = dışarda; "nous" = akıl, aklını kaçırma) ve terim geçmişte kuruntu, delirme durumlarını ifade etmek için kullanılmıştır.
Paranoya çoğu zaman şizofreni gibi psikotik hastalıklarla iç içedir. Bununla birlikte seyrek olarak, paranoyak kişilik bozukluğu gibi, psikotik olmayan, diğer durumlarda da gözlenebilir.
Paranoya, bireyin herhangi bir olay karşısında olayın oluşumundan farklı olarak gelişebileceğini kendi içerisinde canlandırma yolu ile öne sürdüğü ve sınırsız sayıda çeşitlendirebileceği hayal ürünlerinin tümüdür.
Halk arasında, paranoya deyimi, genellikle bir şahsın, çevresindekiler hakkında aşırı şüpheciliğini tanımlamak için kullanılır. Böyle bir kişiye yapılan tavsiyeler, iyi niyetli bile olsa, o kişi tarafından kötü niyetle yapılmış olarak algılanır. Başkalarının kendisi hakkında komplo yaptığı kuruntusuna kapılabilir, kendilerine veya mülklerine karşı bir tehdit olduğu endişesi içine düşer. Bu düşünceler, o şahısa büyük rahatsızlık verir. Çevresindekiler de, bu durumdan rahatsız olur.
Paranoya deyim yerindeyse kişiye hiç ummadığı anda devamlı süregen rahatsızlık vererek kuruntularının gerçekleşecegi düşüncesiyle her daim sıkıntı yaşatır
Psikiyatrist Emil Kraepelin, en önemli veya yegâne belirtinin kuruntulu inançlar olduğu ruhsal hastalıkları tanımlamak için, "paranoya" terimini, kullanmıştır. Terimin kati kullanımı zaman içinde değişmiştir. Kraepelin’in tanımlaması, günümüzde genel olarak terkedilmiştir. Psikiyatristler tarafından, günümüzdeki kullanımıyla, paranoya; "kişinin kendisine yönelik (benmerkezli) herhangi bir kuruntuyu işaret etmek" için kullanılır. Daha belirli olarak, eziyet korkusuna yol açan bir kuruntuya işaret etmek için kullanılır. Bundan dolayı, psikiyatrik kullanım değişebilir.
Kraeplin bu köke, kuruntusal inanışları da ekleyerek kendi tanımlamasını geliştirmiştir. Kraeplin'in yaptığı paranoya tanımlasında kuruntulu inanışın ne olduğunun önemi yoktur, herhangi bir kuruntulu inanış paranoya olarak sınıflandırılabilir.
Emil Kraepelin akıl hastalıklarının değişik biçimlerini sınıflandırdığı çalışmasında, kuruntunun olduğu fakat akli yeteneklerde herhangi bir kötüye gidişin görülmediği durumu tanımlamak için tek paranoya terimini kullanmıştır. Bu tanımda diğer şizofrenik bulgular bulunmamaktadır.
Kuruntuların belirgin olduğu şizofreni biçimini için paranoyak şizofreni terimi kullanılır. Bu tanımlamada, kuruntuların hastaya rahatsızlık verip vermediği dikkate alınmaz Yani, hasta, kuruntuları ile uyum içinde olsa bile paranoyak şizofreni tanısı alabilir.
Ancak, son dönemlerde, kişideki kuruntuların rahatsızlık verici olması kavramı tekrar önem kazanmıştır. Özellikle, iki ana nokta özerinde durulmaya başlanmıştır:
Paranoyak kuruntular arasında; kişinin, takip edildiği, elektronik araçlarla gözlendiği, yiyecek veya içeceklerinin zehirlendiği, önemli biri, veya tanınmış bir kişilik tarafından uzaktan sevildiği (erotomani) bulunabilmektedir.
Yıldırım Akbulut
Yıldırım Akbulut (15 Kasım 1935, Erzincan, Türkiye), Türk avukat, siyasetçi ve 20. Türkiye Cumhuriyeti başbakanı. Başbakanlık ve Anavatan Partisi genel başkanlık görevini 1989–1991 yılları arasında sürdüren Akbulut, 1987–1999 ve 1999–2000 yılları arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı görevini üstlenmiştir.
Yıldırım Akbutlut, 15 Kasım 1935 tarihinde Erzincan'da doğdu. Babasının PTT memuru olması nedeniyle ilkokulu Eskişehir'de, ortaokulu Samsun'da, liseyi Erzican'da okudu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi ve serbest avukatlık yaptı.
Akbulut, Adalet Partisi Erzincan il başkanlığı yaptı. Mayıs 1983 tarihinde Anavatan Partisi'nin (ANAP) kurucuları arasında yer aldı ve ilk defa 1983 Türkiye genel seçimleri'nde ANAP Erzincan milletvekili olarak meclise girdi. 26 Ekim 1984 - 6 Eylül 1987 tarihleri arasında Turgut Özal tarafından kurulan 45. Türkiye Hükûmeti'nde İçişleri Bakanı olarak yer aldı.1987 Türkiye genel seçimleri'nde tekrar ANAP Erzincan milletvekili olarak meclise girdi ve 1987 yılında yapılan Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık seçiminin üçüncü turunda 431 üyeden 250'sinin oyuyla TBMM Başkanı seçildi ve bu görevini 9 Kasım 1989 tarihine kadar sürdürdü.
Turgut Özal'ın 1989 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimi'nde Cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin ardından aynı yıl Akbulut başkanlığında 47. Türkiye Hükûmeti kuruldu. 17 Kasım 1989'daki ANAP I. Olağanüstü Kongresi Turgut Özal'dan boşalan genel başkanlığa Akbulut'u getirdi. 15 Haziran 1991 tarihinde gerçekleştirilen ANAP Kongresi'nde Mesut Yılmaz'a karşı yenilerek genel başkanlık ve başbakanlıktan ayrıldı.
1992 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın istemiyle 17 arkadaşıyla birlikte ANAP'tan istifa etmiş, ancak bir süre sonra partiye dönmüştür.
18 Nisan 1999 seçimlerinin ardından mayıs ayında yapılan TBMM Başkanlığı seçimlerini kazanıp 2000 yılına kadar TBMM Başkanlığı'nı sürdürdü. 2000 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmuş ancak adaylığını 2. turun ardından geri çekmiştir. 2002'de ANAP'tan istifa eden Akbulut, aynı yıl yapılan genel seçimlerde Doğru Yol Partisi'nden (DYP) İstanbul milletvekili adayı oldu, a |
ncak DYP'nin barajı geçememesi nedeniyle seçilemedi.
Anayasa Mahkemesi eski üyelerinden Samia Akbulut'la (d. 1939) evli olan Akbulut 3 kız çocuğu babasıdır. 17., 18., 19. Dönem Erzincan ve 21. Dönem Ankara milletvekili olmuştur. Turgut Özal Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanıdır.
Hacettepe Üniversitesi
Hacettepe Üniversitesi, 1967 yılında başkent Ankara'da kurulmuş olan devlet üniversitesi. Üniversitenin beş kampüsü bulunmaktadır.
Ana kampüs Ankara şehir merkezinde bulunan Sıhhiye Kampüsü 210.238 m²'lik, Beytepe Kampüsü ise 5.877.628 m²’lik alan üzerinde kurulmuştur. Üniversite rektörlüğüne, son olarak 18 Aralık 2015 tarihinde yapılan rektör adayı belirleme seçimi sonrasında en çok oyu alan Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. A. Haluk Özen, Cumhurbaşkanlığı tarafından 13 Ocak 2016 tarihinde atanmıştır.
Hacettepe Üniversitesi, 51 yıllık öğretim tarihine tıp alanında çalışmalar yapan küçük bir fakülte olarak başlamıştır. Dünyaca ünlü Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin başlangıcı sayılan Çocuk Sağlığı Kürsüsü, 2 Şubat 1954 tarihinde Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne bağlı olarak Profesör Doktor İhsan Doğramacı tarafından kurulmuştur.
Hacettepe Üniversitesi; 1957 yılında Çocuk Sağlığı Enstitüsü ve Hastanesi olarak çalışmaya başlamış, 1958 yılında da öğretim ve araştırma çalışmaları yapmaya başlayarak kamu hizmetine geçmiştir. 1961 yılında hemşirelik, tıbbi teknoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon bölümleri; 1962 yılında ise eğitim alanı beslenme ve diyetetik olan Sağlık Bilimleri Yüksekokulu kurulmuştur. Kademeli bir şekilde gelişerek büyüyen üniversiteye 1963 yılına gelindiğinde Sağlık Bilimleri Yüksekokulu, Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi haline getirilmiş; temel bilimler, hemşirelik, fizyoterapi ve rehabilitasyon, tıbbi teknoloji ve sağlık teknolojisi yüksekokulları bu fakülteye bağlı olarak yeniden örgütlenmiştir. Diş Hekimliği Yüksekokulu'nun da açılış tarihi bu yıllara denk gelmektir. 1965 yılında üniversite bünyesindeki eğitim kurumlarının koordinasyonunu sağlamak amacıyla Hacettepe Bilim Merkezi; 1966'da ise yine aynı sebeplerle Hacettepe Tıp Merkezi ve Hastanesi de hizmete girmiştir.
Kökleri, resmi kuruluş tarihinden esasen daha da eskiye giden Hacettepe; 8 Temmuz 1967 tarihli ve 892 sayılı kanunla Hacettepe Üniversitesi haline getirilerek Tıp, Sağlık Bilimleri, Fen Bilimleri ve Sosyal Bilimler Fakülteleri ile eğitime başlamıştır. 1968 yılında Ev Ekonomisi Yüksekokulu kurulmuş, daha önceleri yüksekokul olarak kurulan Eczacılık ve Diş Hekimliği bölümleri 1971 yılında fakülte haline getirilmiştir. Daha sonraki yıllarda kurulan yeni bölümler, fakülteler, araştırma merkezleri ve yüksekokullarla büyüyen Hacettepe Üniversitesi; ikinci yerleşkesini Sıhhıye yerleşkesine 20 kilometre uzaklıkta bulunan Beytepe mevkiinde, 1500 hektarlık alana kurulmuştur.
1982 yılında kabul edilen 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu kapsamında; Hacettepe Üniversitesi 14 Fakülte, 14 Enstitü, 2 Yüksekokul, 1 Konservatuvar, 5 Meslek Yüksekokulu, 105 Araştırma ve Uygulama Merkezi ile faaliyetlerine devam etmektedir.
4 Temmuz 1967 yılında Resmi Gazete'de yayınlanan ilana göre Hacettepe Üniversitesi'nin kurulması hakkındaki kanun açıklandı.
1967 yılında, Hacettepe Üniversitesi henüz yeni üniversite ilan edilmişken; "Hoca Bey" lakaplı İhsan Doğramacı, okulun yetenekli öğrencisi Yücel Tanyeri'den acele olarak okullarını temsilen bir amblem çizmesini istemiştir. O sıralar Tıp Fakültesi'nde okuyan Tanyeri, hem okul arkadaşlarıyla beraber çıkardığı Mantar Dergisinde mizahi yazılar yazıp karikatürler çiziyor hem de okulun tiyatro topluluğunda aktif olarak rol alıyordu. Hareketli bir sosyal yaşantısının yanı sıra, oldukça yoğun bir ders programı da olan Tanyeri, kendisine verilen üç günlük zaman diliminde nasıl bir proje çıkarabileceğini düşünmeye başlamıştı. Tanyeri'nin aklına, geçen senelerde okulun tiyatro topluluğu için çizdiği logo geldi.
Hacettepe Üniversitesi, Hacettepe adıyla kurulmadan önce ortalıkta "Eti Üniversitesi" ya da "Hitit Üniversitesi" olarak açılacağı söylentileri dolaşmaktaydı. Bu sebepten dolayı öğrenci Yücel; hem Hitit uygarlığını temsilen hem de çok sevdiği okulu Hacettepe'den izler bulunduracak şekilde geyik figürlü bir sembol tasarlamış ve içine de "h" ve "T" harflerini gizlemişti. Önceleri tiyatro topluluğunun kullandığı bu sembolü düzenleyip, özenle tekrar proje haline getiren Tanyeri, çalışmasını Senato'ya sundu. Yarışan iki proje arasında jüri üyeleri 11 oyun hepsini de Tanyeri'nin çizimine vererek üniversitenin resmi amblemi seçtiler.
Günümüzde Türkiye'nin sayılı üniversiteleri arasında gösterilen Hacettepe, doğru düzgün bir binası olmadan tıp alanında çalışmalar yapan küçük bir fakülte olarak kurulmuşken; etrafında sayısız sanatçı, tasarımcı dostları bulunan İhsan Doğramacı tek bir talebiyle yüzlerce logo çizdirebilecekken bu görevi kendi okulunun bir öğrencisine vererek belki de okulun sloganı olan "Daha ileriye, en iyiye" sözünü yaşatmak, bu işi öğrencileri ve arkadaşlarıyla beraber başarmayı hedeflemişti. 51 yıldır kullanılan, mazisi üniversitenin kuruluşundan daha eski olan bu sembol; bir zamanlar bu üniversitenin bir öğrencisi olan Profesör Doktor Yücel Tanyeri tarafından çizilmiştir.
Okulun Amerikan futbolu takımı olan Red Deers (Kızıl Geyikler) de adını bu tarih ve anlam yüklü amblemden almıştır.
Sıhhıye Kampüsü'nde bulunan Diş Hekimliği Fakültesi, 1963 yılında kurulan Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi'ne bağlı olarak Diş Hekimliği Yüksekokulu adı altında açılmıştır. Türkiye'deki ikinci diş hekimliği okulu olan fakülte, eğitime 30 öğrenci ile başlanmış ve eğitim süresi 5 yıl olarak belirlenmiştir. İlk mezunlarını 1968 yılında vermiş, 1971 yılında fakülte hâline getirilmiş.
Sıhhıye Kampüsü'nde bulunan Eczacılık Fakültesi, 1967 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne bağlı olarak Eczacılık Yüksekokulu adıyla kurulmuştur. 11 Şubat 1971'de Senato kararı ile fakülteye çevrilmiştir. Fakülte, Türkiye’de açılan üçüncü eczacılık fakültesidir.
Beytepe Kampüsü'nde bulunan Edebiyat Fakültesi, 1967 yılında Fen ve Sosyal Bilimler Fakültesi adıyla kurulmuştur. Öğrenci ve bölüm sayısı bakımından Hacettepe Üniversitesi'nin en büyük fakültelerinden biridir.
Beytepe Kampüsü'nde bulunan Eğitim Fakültesi, 1983 yılında öğretime açılmıştır.
Beytepe Kampüsü'nde bulunan İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, 1968 yılında kurulan İktisat Bölümü ile oluşmaya başlamıştır. Sonraki yıllarda İşletme Bölümü ile Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi adı altında birleştirilmiş; 1983 yılında Kamu Yönetimi ve Maliye bölümleri, 1994 yılında Uluslararası İlişkiler Bölümü ve 2006 yılında daha önce Hacettepe Üniversitesi'ne bağlı yüksekokullar içinde faaliyet gösteren Sosyal Hizmet, Sağlık İdaresi, Aile ve Tüketici Bilimleri bölümlerinin de eklenmesiyle son halini almıştır. Okula kayıtlı öğrencilerin 6'da 1'i bu fakültede öğretim görmektedir.
Hacettepe Üniversitesi, Türk üniversiteleri arasında bünyesinde en çok topluluk bulunan okullardan biridir. Çoğu Sıhhıye ve Beytepe Kampüsü'nde kümelenmiş olan yaklaşık 140 farklı öğrenci topluluğu bulunmaktadır. Sanat, spor, bilim, siyaset, teknoloji gibi belli başlı alanlarda etkinlikler düzenleyen kulüplerin yanı sıra hayvan, kadın ve insan hakları üzerine çalışmalar yapan gruplar da vardır. Okul öğrencileri yalnızca mevcut topluluklara üye olmakla kalmayıp, gerekli şartları yerine getirdikleri takdirde ilgi alanlarına göre kendi kulüplerini de oluşturabilmektedirler.
Her topluluğun başında yönetici olarak öğrenciler arasından seçilen bir başkan ve her bölümden seçilen bir öğretim görevlisi bulunmaktadır. Her yıl, okula yeni kayıt yaptıran öğrencilerin bu topluluklarla tanışması ve onlara dahil olması amacıyla oryantasyon haftasında Beytepe Kongre ve Kültür Merkezi salonlarında mevcut kulüplerin tanıtımları ve kayıt işlemleri yapılmaktadır.
Cumhuriyet tarihinin en eski üniversitelerinden olan Hacettepe Üniversitesi, öğrencilerin ve öğretim görevlilerinin yararlanabilmesi için barındırdığı bilimsel kaynaklar açısından da ülkedeki sayılı okullardan biridir. Beştepe, Beytepe ve Sıhhıye Kampüslerinde üç büyük kütüphanesi bulunan üniversite, mevcut kaynaklarına kampüs dışından erişim sağlanabilmesi için internet üzerinden bilgi paylaşımı yapabilecek bir e-kütüphane sistemi de kurmuştur. Dileyen herkesin kaynak bağışında bulunabileceği kütüphaneler, Hacettepe Üniversitesi'nin çeşitli protokoller aracılığıyla anlaşma yaptığı üniversite ve kurumlar tarafından da kullanılabilmektedir.
Webometrics; dünya çapında yaklaşık 19.000 üniversitenin çeşitli alanlarda karşılaştırıldığı ve sıralandığı, İspanya Ulusal Araştırma Konseyi (CSIC) bünyesinde faaliyet gösteren bir araştırma merkezidir. 2004 yılından beri Ocak ve Temmuz aylarında verilerini güncelleyen Webometrics, dünyanın önde gelen prestijli listelerinden biridir.
QS listeleri; Birleşik Krallık merkezli bir araştırma şirketi tarafından akran denetimi, fakülte/öğrenci oranı, atıf alan akademik alıntı sayısı, verdiği mezunların şöhreti, uluslararası öğrenci ve uluslararası öğretim görevlileri sayısı gibi kriterler doğrultusunda dünya üniversitelerinin sıralandığı prestijli bir listedir.
2003, 2005 ve 2006 yıllarında ilk 500 üniversite arasında giren Hacettepe Üniversitesi, 2017-2018 yılı itibarıyla 501. olarak kıl payı listeye girmeyi kaçırmıştır.
Hacettepe Üniversitesi 2017-2018 Times verilerine göre Türk üniversiteleri arasında 7., dünya üniversiteleri arasında 601. olmuştur.
51 yılı aşkın süredir lisans, yüksek lisans ve doktora programlarında eğitim veren Hacettepe Üniversitesi; tıp, psikoloji ve idari bilimlerdeki başarısının yanı sıra edebiyat, müzik, tiyatro ve sahne sanatları alanında da birçok yetenekli kişiye eğitim yuvası olmuş, başta Türkiye'ye olmak üzere tüm dünyaya mâl etmiştir. Ankara Devlet Konservatuvarı'nı bünyesinde bulunduran üniversite sanat ve spor alanlarına önem vermekle yetinmeyip, bu alanlarda birçok yetenekli birey yetiştirerek başarısını kanıtlamış eğitim kuru |
mlarından birisidir. Hacettepe Üniversitesi sahip olduğu senfoni orkestrası ile öne çıkmakla kalmayıp, her yıl bu orkestraya bütçe ayırmaktadır. Bu yönüyle Türkiye'deki sayılı üniversitelerden biridir.
Friedrich Nietzsche
Friedrich Wilhelm Nietzsche ( ; 15 Ekim 1844 – 25 Ağustos 1900) Alman filolog, filozof, kültür eleştirmeni, şair ve besteci. Din, ahlak, modern kültür, felsefe ve bilim üzerine metafor, ironi ve aforizma dolu bir üslupla eleştirel yazılar yazmıştır. Nietzsche'nin kilit fikirlerini Apollon-Dionysos ikiliği, perspektivizm, Güç İstenci, "Tanrının ölümü", "Üstinsan" ve bengi dönüş oluşturur. Felsefesinin merkezini oluşturan şey, kişinin coşkun enerjisini sömüren her türlü öğretinin, toplumsal olarak ne kadar geçerli olursa olsun sorgulanarak "hayatın evetlenmesi"dir. Hakikatin değeri ve nesnelliği üzerine yürüttüğü kökten sorgulaması, geniş çaplı yorumların odağını oluşturur ve etkisi özellikle kıta felsefesi geleneğinde varoluşçuluk, postmodernizm ve postyapısalcılık da dahil olmak üzere devam etmektedir.
Nietzsche, kariyerine felsefeye dönmeden önce klasik filolog (Yunan ve Roma metin eleştirmeni) olarak başladı. 1869 yılında yirmi dört yaşındayken Basel Üniversitesi'nde klasik filoloji kürsüsüne, bu yeri alan en genç kişi olarak atandı. 1879 yazında, hayatının büyük bölümünde kendisine dert olacak olan sağlık sorunları yüzünden istifa etti. 1889'da kırk dört yaşında zihinsel yetilerinin tamamının kaybıyla sonuçlanan bir çöküş yaşadı. Çöküşü sonraları, üçüncü devre sifilis hastalığının yol açtığı, nadir görülen bir genel pareziye yoruldu; fakat bu teşhiste soru işaretleri vardı. Nietzsche, kalan yıllarını 1897'de ölümüne kadar annesinin, 1900'de kendi ölümüne kadar kız kardeşi Elisabeth Förster-Nietzsche'nin bakımında geçirdi.
Bakıcısı olarak kız kardeşi, Nietzsche'nin el yazmalarının idareciliğini ve editörlüğünü üstlendi. Förster-Nietzsche, tanınmış bir Alman milliyetçisi ve antisemitist olan Bernhard Förster ile evliydi ve Nietzsche'nin yayımlanmamış yazılarını, kocasının ideolojisine uyarlamak üzere, Nietzsche'nin belirttiği, antisemitizm ile milliyetçiliğe sert ve bariz biçimde karşı çıktığı görüşlerine genellikle ters düşecek biçimde yeniden düzenledi. Förster-Nietzsche'nin yaptığı değişiklikler sebebiyle Nietzsche'nin adı, sonraları yirminci yüzyıl bilim insanları Nietzsche'nin fikirlerinin yanlış yorumlanmasına karşı harekete geçmiş olsalar da, Alman militarizmi ve Nazizm ile birlikte anılır olmuştur.
Prusya Krallığı'nın Saksonya eyaletinde bulunan Leipzig yakınlarındaki Röcken'in küçük bir kasabasında büyümüştür. Adını, Nietzsche'nin doğum gününde kırk dokuz yaşına giren Prusya Kralı IV. Frederick William'dan aldı (Nietzsche daha sonra ikinci adı olan "Wilhelm"i atmıştır). Nietzsche'nin ebeveynleri Lutherci bir papaz ve eski öğretmen olan Carl Ludwig Nietzsche (1813–49) ile Franziska Oehler (1826–97), oğullarının doğumundan önceki yıl olan 1843'te evlenmişlerdi. İki çocukları daha vardı: 1846 doğumlu bir kız, Elisabeth Förster-Nietzsche ve ikinci oğulları, 1848 doğumlu Ludwig Joseph. Nietzsche'nin babası 1849'da bir beyin hastalığından öldü; bir sonraki yıl da erkek kardeşi Ludwig Joseph iki yaşında öldü. Bunlar üzerine ailece, Nietzsche'nin anneannesi ve iki bekar halası ile yaşayacakları Naumburg'a taşındı. Aile, Nietzsche'nin anneannesinin 1856'da ölmesinden sonra, şimdi müze ve Nietzsche çalışma merkezi olan kendi evlerine taşındı.
Nietzsche bir erkek okuluna, ardından da son derece saygın ailelerden olan Gustav Krug, Rudolf Wagner ve Wilhelm Pinder ile arkadaş olduğu özel okula gitti.
1854'te Naumburg'ta Domgymnasium'a katıldı, ancak müzik ve dil alanında özel yetenekler gösterdiğinden uluslararası tanınmışlığa sahip Schulpforta onu öğrencisi olarak aldı. Oraya giderek 1858'den 1864'e kadar orada okudu ve Paul Deussen ile Carl von Gersdorff ile arkadaş oldu. Şiirler ve besteler üzerinde çalışmaya da zaman buldu. Schulpforta'da önemli bir dil altyapısı (Yunanca, Latince, İbranice ve Fransızca) edindi ve böylece önemli eserleri birinci kaynaktan okuma imkanı buldu; ayrıca ilk kez küçük bir kasabanın tutucu ortamındaki aile hayatından uzakta olmayı deneyimledi. 1864 martının dönem sonu notlarında Din ve Almanca 1; Yunanca ve Latince 2a; Fransızca, Tarih ve Fizik 2b ve İbranice ile Matematik "sönük" bir 3'tü.
Pforta'da uygunsuz sayılan konuların peşinden koşma tutkusu ve eğilimi edinmişti. O zamanlar neredeyse hiç bilinmeyen şair Friedrich Hölderlin'in eserleriyle tanıştı. Hölderlin'den "en sevdiğim şair" diye bahsediyordu ve bir denemesinde bu çılgın şairin "en yüce düşüncelliğe" farkındalık getirdiğini yazıyordu. Denemeyi gözden geçiren öğretmen ona iyi bir not verdi, ancak Nietzsche'nin gelecekte daha sağlıklı, daha duru ve daha "Alman" yazarlar üzerine eğilmesinin uygun olacağı yorumunu yaptı. Nietzsche ayrıca tuhaf, dinsiz ve genellikle sarhoş bir şair olan Ernst Ortlepp'i de tanıyordu; Ortlepp, genç Nietzsche ile tanıştıktan birkaç hafta sonra bir hendekte ölü bulundu, ancak onun Nietzsche'yi Richard Wagner'in yazılı eserleriyle ve müziğiyle tanıştıran kişi olması muhtemeldir. Nietzsche, belki de Ortlepp'in etkisiyle Richter adında bir öğrenciyle birlikte okula sarhoş dönüp bir öğretmenle karşılaştı ve bu Nietzsche'nin sınıf birinciliğini kaybederek sınıf başkanlığının elinden alınmasıyla sonuçlandı.
1864'te mezuniyetinden sonra Bonn Üniversitesinde teoloji ve klasik filoloji alanında çalışmalara başladı. Nietzsche ve Deussen, kısa süreliğine Burschenschaft "Frankonia"ya üye oldular. Nietzsche, bir sömestr sonra (ve annesine olan öfkesi üzerine) teolojik çalışmalarını durdurdu ve inancını kaybetti. Daha 1862 yılında, yazdığı "Yazgı ve Tarih" adlı denemesinde "tarihi araştırmaların Hristiyanlığın temel öğretilerini geçersiz kıldığını" öne sürüyordu, ancak David Strauss'un ""İsa'nın Hayatı"" adlı eseri de bu genç adamı derinden etkilemişe benziyor. 1865 yılında 20'sindeyken, çok dindar biri olan kız kardeşi Elisabeth'e inancını kaybetmesiyle ilgili bir mektup yazdı. Mektup, şu cümleyle bitiyordu:
"Sonuç olarak insanların yolu ikiye ayrılıyor: huzur ve zevk diye didinip durmak istiyorsan, inan; hakikatin tutkunu olmak istiyorsan, sorgula..."
Bunların ardından Nietzsche, sayesinde gelecek yıl Leipzig Üniversitesine yöneleceği Friedrich Wilhelm Ritschl'in denetiminde filoloji çalışmaya yoğunlaştı. Orada akranı bir öğrenci olan Erwin Rohde ile yakın arkadaş oldu. Nietzsche'nin ilk filolojik yayımları bundan kısa süre sonra ortaya çıktı.
1865 yılında Arthur Schopenhauer'ın eserlerini enikonu inceledi. Felsefi ilgisinin uyanışını Schopenhauer'ın "İstenç ve Tasarım Olarak Dünya"'sına borçluydu ve daha sonra Schopenhauer'ın saygı duyduğu birkaç düşünürden biri olduğunu Çağa Aykırı Düşünceler'deki "Eğitimci Olarak Schopenhauer" adlı denemesinde kabul etti.
1866 yılında, Friedrich Albert Lange'ın Materyalizmin Tarihi'ni adlı eserini okudu. Lange'ın anti-materyalist Kant felsefesini betimleyişi, Avrupa materyalizminin doğuşu, Avrupa'nın bilimle artan yakınlığı, Charles Darwin'in evrim teorisi ve gelenek ile otoritelere karşı genel bir ayaklanma, Nietzsche'de büyük ilgi uyandırdı. Bu kültürel çevre, onu ufuklarını filolojiden öteye taşıyarak felsefi çalışmalarına devam etmeye teşvik etti.
1867'de Nietzsche Naumburg'taki Prusya ağır silah bölüğünde bir yıllık gönüllü hizmete kaydoldu. Akranı acemi erler arasında en iyi binicilerden biri olarak görülüyordu ve subayları, Nietzsche'nin kısa sürede yüzbaşı rütbesine ulaşacağını öngörüyordu. Ne var ki 1868 martında, atının eyerine atlarken Nietzsche'nin göğsü eyer kaşına çarptı ve sol yanında iki kası aylarca yürüyememesine sebebiyet verecek şekilde yırtıldı. Bunun sonucunda Nietzsche, ilgisini çalışmalarını yeniden tamamlamaya ve Richard Wagner ile o yıldan sonra ilk kez görüşmeye çevirdi.
Kısmen Ritschl'in desteğiyle Nietzsche, İsviçre'de Basel Üniversitesi'nde klasik filoloji profesörlüğü gibi hatırı sayılır bir teklif aldı. Henüz 24 yaşındaydı ve ne doktorasını tamamlamış, ne de öğretim sertifikası almıştı. Teklif tam da filolojiyi bırakmayı düşündüğü zamanda gelmiş olsa da, teklifi kabul etti. O gün bugündür, Nietzsche hâlâ Klasik Bilimi alanında en genç yaşta profesör olmuş insanlar arasındadır. Basel'e taşınmadan önce Prusya vatandaşlığını bırakmış, hayatının geri kalanını resmi olarak devletsiz yaşamıştır.
Bununla birlikte, Fransa-Prusya Savaşında, Prusya güçleri arasında sıhhiye eri olarak hizmet verdi. Askeriyede geçirdiği kısa zamanında çok şey deneyimledi ve savaşın sarsıcı etkilerine tanıklık etti. Ayrıca difteri ve dizanteriye yakalandı. Walter Kaufmann, Nietzsche'nin o zaman diğer enfeksiyonlarla birlikte sifilis hastalığına da yakalandığı öngörüsünde bulunmaktadır. Nietzsche, 1870'te Basel'e dönüşünde Alman İmparatorluğunun kuruluşunu ve Otto von Bismarck'ın takiben belirlediği politikaları bir yabancı gözüyle ve dehalarına büyük bir kuşkuculukla gözlemledi. Üniversitedeki açılış konferansı Homeros ve Klasik Filoloji oldu. Nietzsche ayrıca, hayatı boyunca dostu olarak kalacak olan teoloji profesörü Franz Overbeck ile tanıştı. 1873'teki "Düşünce ve Gerçeklik" eserinin sahibi olan az tanınmış Rus filozof Afrikalı Spir ve Nietzsche'nin derslerine sıklıkla katıldığı ünlü bir tarihçi olan arkadaşı Jacob Burckhardt, bu sürede Nietzsche üzerinde belirgin etkiler göstermeye başladı.
Nietzsche 1868'de Richard Wagner'le ve daha sonra Wagner'in eşi Cosima ile Leipzig'te tanışmıştı. İkisine de büyük hayranlık duydu ve Basel'deki geçirdiği zamanı boyunca Wagnerlerin Luzern'de Tribschen'deki evini sıkça ziyaret etti. Wagnerler Nietzsche'yi en samimi çevrelerine aldılar ve Beyrut Festivalinin başlangıcına gösterdiği ilgiden memnun kaldılar. 1870'te Nietzsche, "Trajik Düşüncenin Başlangıcı"nın el yazmasını Cosima'ya doğum günü armağanı olarak verdi. 1872'deyse ilk kitabı olan "Trajedinin Doğuşu"`nu yayımladı. Ancak bu alandaki arkadaşları -Ritschl de dahil- Nietzsche'nin daha kuramsal bir yaklaşım adına klasik filolojik yöntemd |
en kaçındığı bu çalışmaya pek az ilgi gösterdi. Polemiği "Filolojinin Geleceği"`nde, Ulrich von Wilamowitz-Moellendorff kitabın algısına gölge düşürdü ve kitabın adını kötüledi. Karşılık olarak Rohde (artık Kiel'de profesördü) ve Wagner, Nietzsche'yi savunmaya geçti. Nietzsche, filolojik topluluğun arasında duyduğu yalıtılmışlığını özgürce dile getirdi ve Basel'de felsefe alanında bir pozisyona atanmayı denediyse de başarılı olamadı.
1873 ile 1876 yılları arasında dört ayrı uzun deneme yayımladı: "David Strauss: İtirafçı ve Yazar", "Tarihin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine", "Eğitimci Olarak Schopenhauer" ve "Richard Wagner Beyrut'ta". Dört yazı sonraları Çağa Aykırı Düşünceler başlığıyla derlenmiş basımda yer aldı. Bu dört yazı, Schopenhauer ve Wagner'in önerdiği yollardan gelişmekte olan Alman kültürüne meydan okuyan bir kültürel eleştiri yönelimi taşıyordu. Nietzsche 1873'te, ölümünden sonra "Yunanların Trajik Çağında Felsefe" adıyla yayımlanacak olan notlarını da biriktirmeye başladı. Bu süreçte Nietzsche, Wagnerlerin çevresinde Malwida von Meysenbug ve Hans von Bülow ile tanıştı ve 1876'da Nietzsche'nin erken dönem yazılarındaki pesimizmi bırakmasında etkili olan Paul Rée ile dostluk kurmaya başladı. Ancak Nietzsche, gösterilerin bayağılığı ve toplumun rezilliğinden tiksindiği 1876 Beyrut Festivali yüzünden derin bir düş kırıklığı yaşadı. Ayrıca Wagner'in, Nietzsche'nin karşıtlık duyduğu "Alman kültürüne" taraf olmasının yanı sıra Alman halkının arasında ününü kutlaması yüzünden yabancılaştı. Bütün bunlar Nietzsche'nin Wagner'den kendini uzaklaştırmasına neden oldu.
1878'de "İnsanca, Pek İnsanca"`nın (yelpazesi metafizikten ahlaka, dinden cinsiyet bilimine kadar genişlikte olan bir aforizma kitabı) yayımlanmasıyla Nietzsche'nin eserlerindeki Afrikalı Spir'in "Düşünce ve Gerçeklik"`ten yüksek derecede etkilenmiş ve Wagner ile Schopenhauer'ın pesimist felsefesine tepki gösteren yeni tarzı belirginleşti. Nietzsche, Deussen ve Rohde ile olan dostluğundan da soğudu. 1879'da sağlığındaki önemli bozulmadan sonra Basel'deki pozisyonundan istifa etmek zorunda kaldı. (Çocukluğundan beri, onu neredeyse yarı yarıya kör bırakan uzağı görememe anları, migren ağrıları ve şiddetli hazımsızlıklar dahil, sağlığını aksatan çeşitli hastalıklar ona dert olmuştu. 1868'deki binicilik kazası ve 1870'teki hastalıkları, Basel'deki yılları boyunca onu, günlük işini yerine getiremeyecek halde bırakıncaya kadar her seferinde daha uzun tatillere çıkmaya zorlayarak zarar vermeyi sürdüren bu durumu alevlendirmiş olabilir.)
Basel'den aldığı emekli maaşıyla geçinen Nietzsche, sağlığına yararlı olan iklimleri bulmak için sık sık yolculuk etti ve 1889'a kadar farklı şehirlerde bağımsız bir yazar olarak yaşadı. Birçok yazını İsviçre'de St. Moritz yakınlarındaki Sils Maria'da geçirdi. Kışlarını İtalyan şehirleri Cenova, Rapallo ile Torino'da ve Fransız şehri Nice'te geçirdi. 1881'de Fransa Tunus'u işgal ettiğinde Avrupa'yı dışarıdan görmek için Tunus şehrine seyahat etmeyi planladı, ancak daha sonra, muhtemelen sağlık sorunları nedeniyle bu fikirden vazgeçti. Nietzsche Naumburg'a arada sırada ailesini ziyaret etmek için döndü ve özellikle bu zamanlarda kız kardeşiyle tekrarlanan çatışma ve barışma dönemleri yaşadı.
Cenova'dayken Nietzsche'nin görme yeteneğindeki zayıflık, yazmaya devam edebilmek için daktilo kullanmayı keşfetmesini sağladı. Çağdaş bir daktilo aygıtı olan Hansen Yazma Topu'nu kullanmayı denediği biliniyor. En sonunda, eski bir öğrencisi olan Peter Gast, Nietzsche'nin bir çeşit özel sekreteri oldu. Gast, 1876'da Beyrut'ta Richard Wagner ile Nietzsche'nin darmadağın ve neredeyse okunaksız el yazısını ilk kez transkribe etti. Bundan sonra Nietzsche'nin neredeyse bütün eserlerinin galede yazım denetlemelerini o yaptı. 23 Şubat 1880'de en az bir tatilinde, genellikle parasız olan Gast, ortak arkadaşları Paul Rée'den 200 mark destek gördü. Gast, Nietzsche'nin kendisini eleştirmesine izin verdiği az sayıda arkadaşlarından biriydi. "Zerdüşt"`e büyük coşkuyla cevaben Gast, "lüzumsuz" olarak tanımlanan kişilerin aslında oldukça gerekli olduğuna dikkat çekmeyi gerekli buldu. Örneğin, Epikuros'un keçi peynirinden oluşan yemeğini bile sağlamaları için kaç insana güvenmek zorunda kaldığını sıraladı.
Gast ve Overbeck, Nietzsche'nin hayatının sonuna dek sadık dostları olarak kaldılar. Malwida von Meysenbug, Wagner çevresinin dışından da olsa anaç bir koruyucu gibi davrandı. Kısa süre sonra Nietzsche, müzik eleştirmeni Carl Fuchs ile irtibat kurdu. Nietzsche en üretken döneminin eşiğinde duruyordu. 1878'de "İnsanca, Pek İnsanca" ile başlamak üzere, 1888'e kadar her yıl bir kitabı veya kitabın büyük bir kısmını yayımlayacaktı; yazdığı son yıl olan 1888'te ise beş kitap tamamladı.
1882'de Şen Bilim'in ilk kısmını yayımladı. Ayrıca bu yılda Malwida von Meysenbug ve Paul Rée aracılığıyla Lou Andreas Salomé ile tanıştı. Nietzsche ile Salomé, yazı genellikle Nietzsche'nin kız kardeşi Elisabeth'in şaperonluğunda, Thuringia'daki Tautenburg'ta geçirdiler. Ancak Nietzsche, Salomé'yi yetenekli bir öğrenciden çok, uygun bir eş olarak gördü. Salomé, Nietzsche'nin kendisine evlenme teklif ettiğini ve onu reddettiğini bildirmektedir, ancak Salomé'nin bildirilerinin güvenilirliği soru işaretleri taşımaktadır. Nietzsche'nin Rée ve Salomé ile ilişkisi 1882-83 kışında, kısmen Elisabeth'in düzenlediği entrikalar nedeniyle koptu. Yeni hastalık dönemleri arasında Salomé yüzünden annesi ve kız kardeşiyle arası açılmış ve hemen hemen yalıtılmış bir hayat yaşarken Rapallo'ya kaçtı. Burada "Böyle Buyurdu Zerdüşt"`ün ilk bölümünü sadece on günde yazdı.
1882'de yüksek dozda afyon almasına rağmen uyku sorunu yaşamaktaydı. 1882'de Nice'de kalırken, kendi yatıştırıcı kloralhidrat reçetelerini "Dr. Nietzsche" diye imzalayarak yazıyordu.
Schopenhauer ile (uzun zaman önce ölmüş ve Nietzsche'yle hiç tanışmamıştı) felsefi bağlarını, Wagner'le de sosyal bağlarını kopardıktan sonra Nietzsche'nin pek az arkadaşı kalmıştı. Gelişen yeni "Zerdüşt" tarzıyla, eseri daha da yabancılaştı ve kitapçılar onu yalnızca nezaketen aldı. Nietzsche bunu fark etti ve her ne kadar şikayet ettiyse de münzeviliğini sürdürdü. Kitapları çoğunlukla elde kaldı. 1885'te "Zerdüşt"`ün sadece 40 kopyasının basımını yaptı ve yalnızca bir kısmını Helene von Druskowitz'in de aralarında olduğu yakın arkadaşlarına dağıttı.
1883'te Leipzig Üniversitesinde öğretim görevliliği almak için girişti ve başarısız oldu. Belli olmuştu ki "Zerdüşt"`te dile getirdiği Hristiyanlığa ve tanrı kavramına karşı gösterdiği tutumları nedeniyle artık herhangi bir Alman üniversitesinde etkin bir şekilde görev alamayacaktı. Bunun ardından gelen "öç ve hınç duygularının" onu hayata küstürdüğünü şöyle dile getirdi: "Ve dolayısıyla, perişanlığın ne demek olduğunu (itibarımın, kişiliğimin ve amaçlarımın yıpranmasını) en geniş anlamda kavradığımdan beri gelişen öfkem, öğrencilerin güvenini ve bu güveni kazanma olasılığımı benden almaya yetmiştir."
1886'da Nietzsche, antisemitist fikirlerinden tiksindiği yayımcısı Ernst Schmeitzner ile ilişkisini kesti. Nietzsche, kendi yazılarını Schmeitzner'in bu "antisemitist çöplüğüne tamamen gömülmüş ve mezardan çıkarılamayacak hale getirilmiş" olarak gördü ve yayımcıyı "her duyarlı aklın soğuk bir aşağılamayla tamamen reddedeceği" bir akımla ilişkilendirdi. Ardından kendi cebinden "İyinin ve Kötünün Ötesinde"`nin basımını yaptı. Ayrıca daha önceki eserlerinin ve bir sonraki yıl ikinci baskılarının, eserlerin temelini ahenkli bir perspektife oturtan yeni önsözlerle yayımlanması planlanan "Trajedinin Doğuşu", "İnsanca, Pek İnsanca", "Tan Kızıllığı" ve "Şen Bilim`in yayım haklarını da aldı. Sonra, bir süreliğine eserlerini tamamlanmış gibi gördü ve yakında bir okuyucu kitlesinin ortaya çıkacağını umut etti. Aslında Nietzsche'nin düşüncesine ilgi bu kez gerçekten artmıştı, sadece Nietzsche'nin gözüne yavaş bir şekilde ve zorlukla çarpıyordu. Bu yıllarda Nietzsche, Meta von Salis, Carl Spitteler ve Gottfried Keller ile tanıştı.
1886'da kız kardeşi Elisabeth de antisemitist Bernhard Förster ile evlendi ve "Cermenik" bir sömürge olan, Nietzsche'nin kahkahalarla alay ederek tepki gösterdiği Nueva Germania'yı kurmak için Paraguay'a yolculuk etti. Nietzsche'nin Elisabeth'le ilişkisi mektuplaşmalarla çatışma ve barışma çemberinde sürüp gitti, ancak Nietzsche'nin çöküşüne kadar hiçbir zaman bir araya gelmediler. Nietzsche, uzun süreli çalışmayı imkansız kılan, uzun ve acılı hastalık atakları yaşamaya devam etti.
1887'de, "Ahlakın Soykütüğü Üzerine" adlı polemiği yazdı. Aynı yıl içinde, çabucak bir yakınlık duyacağı Fyodor Dostoyevski'nin eserleriyle karşılaştı. Hippolyte Taine ve Georg Brandes ile de mektuplaştı. 1870'lerde Søren Kierkegaard'ın felsefesini öğretmeye başlamış olan Brandes, Nietzsche'ye yazdığı mektupta ondan Kierkegaard okumasını istiyordu; Nietzsche bu mektuba cevaben, Kopenhag'a gelip onunla Kierkegaard okuyacağını yazdı. Ancak sözünü yerine getiremeden hastalığı çok kötüleşti. Brandes, 1888'in başlarında Kopenhag'a, Nietzsche'nin felsefesi üzerine ilk ders notlarından birini götürdü.
Nietzsche, daha önce "Ahlakın Soykütüğü Üzerine"de "Güç İstenci: Tüm Değerlerin Yeniden Değerlendirilmesi Denemesi" başlığıyla yeni bir çalışmasını duyurmuş olsa da sonraları bu özel yaklaşımını bir kenara bırakmış ve yerine taslak pasajlardan bazılarını 1888'de "Putların Alacakaranlığı" ile "Deccal"`i yazarken kullanmıştır.
Sağlığı düzeliyor gibi oldu ve yazı keyifle geçirdi. 1888 güzünde, yazıları ve mektupları, onun kendi durumu ve yazgısı için yaptığı yüksek öngörüsünü ortaya sermeye başladı. Yazılarına, özellikle en son yazdığı polemiği Wagner Olayı`na gelen tepkileri gözünde büyüttü. Kırk dördüncü yaş gününde "Putların Alacakaranlığı" ve "Deccal"`i tamamladıktan sonra otobiyografisi "Ecce Homo"`yu yazmaya karar verdi. Bu eserin önsözünde (Nietzsche, burada eserinin yaratacağı yorum zorluklarının gayet farkındaydı) şöyle belirtmektedir: "Duyun beni! Duyulması gerekenim ben. Hepsinden önce, başkası say |
mayın beni". Nietzsche, aralık ayında August Strindberg ile mektuplaşmaya başladı ve uluslararası bir dönüm noktasının eksikliğini hissedip eski yazılarını yayımcıdan geri satın alarak diğer Avrupa dillerine tercüme ettirebileceğini düşündü. Dahası, "Nietzsche Wagner'e Karşı" derlemesinin ve şiirlerinden oluşan "Dionysos Dithrambosları" koleksiyonunun yayımını planladı.
Nietzsche, 3 Ocak 1889'da zihinsel bir çöküş yaşadı. Torino sokaklarında toplumsal kargaşa çıkardığı için etraftaki iki polis onun yanına geldi. Gerçekte orada tam olarak ne olduğu bilinmiyor fakat Nietzsche'nin ölümünden sonra ortaya çıkan hikâyeler, Nietzsche'nin Piazza Carlo Alberto çıkışında bir atın kırbaçlanmasını görmesi üzerine atı korumak için ona koşup boynunda sarıldığı ve sonra yere yığıldığı üzerinedir.
Bunu takip eden günlerde Nietzsche, "Wahnbriefe" ("Delilik Mektupları") olarak bilinen kısa yazıları yazıp birkaç arkadaşına (Cosima Wagner ve Jacob Burckhardt da dahil) gönderdi. Yazıların çoğu "Dionysos" olarak imzalanmıştı. Eski arkadaşı Burckhardt'a şöyle yazmıştı: "Caiaphas'ı zincirlere vurdum. Ayrıca geçen yıl Alman doktorlar tarafından çok bitkin bir halde çarmıha gerildim. Wilhelm, Bismarck ve tüm antisemitistler ortadan kaldırıldı." Ayrıca Alman imparatoruna, vurulup Avrupa güçlerini Almanya'ya karşı askeri harekete geçmeye çağırmak için Roma'ya gitmesini komuta etmişti.
6 Ocak 1889'da Burckhardt, Nietzsche'den aldığı mektubu Overbeck'e gösterdi. Bir sonraki gün Overbeck benzer bir mektup daha aldı ve arkadaşlarının Nietzsche'yi Basel'e geri götürmeleri gerektiğine karar verdi. Overbeck Torino'ya gidip Nietzsche'yi Basel'de bir psikiyatri kliniğine getirdi. İşte o zaman Nietzsche'nin tamamen, ciddi bir zihinsel hastalığın pençelerine kapılmış olduğu anlaşıldı ve bunun üzerine annesi Franziska, onu Otto Binswanger'ın yönetiminde Jena'daki bir kliniği naklettirmeye karar verdi. 1889 kasımından 1890 şubatına kadar, sanat tarihçisi Julius Langbehn, doktorların yöntemlerinin Nietzsche'nin durumunu düzeltmede yetersiz kaldığını ileri sürerek Nietzsche'yi kendisi tedavi etmeye çalıştı. Langbehn'in Nietzsche üzerindeki kontrolü, tedaviyi gizlilik içinde sürdürmesinin kendine olan güvenin sarsılmasına kadar artarak devam etti. 1890 martında Franziska, Nietzsche'yi klinikten aldırdı ve 1890 mayısında onu Naumburg'daki kendi evine götürdü. Bu süreçte Overbeck ve Gast, Nietzsche'nin yayımlanmamış eserlerine ne yapılacağı konusuna kafa yoruyordu. 1889 ocağında, o anda basılmış ve ciltlenmiş olan Putların Alacakaranlığı'nın planlanmış bir yayımıyla ilerlediler. Şubatta "Nietzsche Wagner'e Karşı"`nın elli kopyalık özel basımını sipariş ettiler, ama yayımcı C. G. Naumann gizlice yüz tane bastı. Overbeck ve Gast, "Deccal" ile "Ecce Homo"`nun yayımını, daha radikal içerik taşıdıkları gerekçesiyle alıkoymaya karar verdi. Nietzsche algısı ve tanınması, ilk dalgasını atlatmıştı.
1893'te Nietzsche'nin kız kardeşi Elisabeth, kocasının intiharının ardından Nueva Germania'dan döndü. Nietzsche'nin yapıtlarını okuyup inceledi ve yayım işlerini tek tek kendi kontrolüne aldı. Overbeck, nihayetinde görev dışı kalmıştı. Gast da sonunda işbirliğine girdi. Franziska'nın 1897'deki ölümünden sonra Nietzsche, Elisabeth'in bakımındaki ve Rudolf Steiner (1895'te, Nietzsche'yi öven ilk kitaplardan birini yazan kişi) dahil kendisini görmeye gelen ziyaretçilerin olduğu Weimar'da yaşadı. Elisabeth bir ara öyle ileri gitti ki Steiner'ı, kardeşinin felsefesini anlamakta kendisine yardım edecek bir danışman olarak işe almak istedi. Steiner hemen birkaç ay sonra Elisabeth'e felsefe konusunda herhangi bir şey öğretmenin imkansız olduğunu söyleyerek bu girişime engel oldu.
Nietzsche'nin zihinsel hastalık kökeninin teşhisi, o zamanın medikal paradigması olan üçüncü devre sifilis olarak kondu. Birçok yorumcu hastalığın felsefesine bir etkisi olmadığını söylese de Georges Bataille, bu konuda karanlık ipuçları bırakmış ve René Girard'ın postmodern psikanalizi Nietzsche'de Richard Wagner ile arasında bir rekabet saptamıştır. Sifilis teşhisi sorgulanmış ve Schain'in çalışmasından önce Cybulska tarafından vasküler bunamayı takiben periyodik psikozlu manik depresiflik ortaya atılmıştır. Leonard Sax, tıbbi kanıtları inceledikten sonra bunun sifilis değil, sağ taraflı retroorbital beyin zarı tümörü (menenjiyom) olduğuna hükmetmiştir ve Nietzsche'nin bunamasının en akla yatkın açıklaması bu olmuştur. Orth ve Trimble ise frontotemperal demans teşhisini koymuştur. Diğer birkaç kişi ise CADASIL adlı bir sendrom ileri sürmüştür.
1898 ve 1899'da Nietzsche, en az iki kere daha inme geçirerek konuşamaz ve yürüyemez hale gelecek şekilde felç kaldı. 1900 ağustosunun ortalarında zatürreye yakalandıktan sonra 24-25 Ağustos gecesi bir başka inme geçirdi ve 25 Ağustos öğlesinde öldü. Elisabeth, onu Röcken bei Lützen'deki kilisede babasının yanına defnettirdi. Arkadaşı Gast, cenaze konuşmasında "Kutsal olsun adın tüm kuşaklar için!" dedi. Nietzsche, "Ecce Homo"`da (cenaze yapıldığı zamanda hala yayımlanmamıştı) bir gün adının "kutsal" olarak anılmasından nasıl korktuğunu yazmıştı.
Elisabeth Förster-Nietzsche, Nietzsche'nin yayımlanmamış notlarından ""Güç İstenci""ni derledi ve yayımladı. Elisabeth, Nietzsche'nin daha önceki taslaklarını kendi isteğince birleştirdiği ve bu materyalle büyük imtiyaz sahibi olduğu için, ortak görüşe göre bu kitap Nietzsche'nin niyetini yansıtmamaktadır. (Örneğin Elisabeth, Nietzsche'nin Deccal'inde İncil'den bir pasajı aynen yazdığı 35. aforizmayı kaldırmıştır.) Gerçekten de Nietzsche'nin ""Nachlass""ının yayımcısı Mazzino Montinari, bu yapılanı bir tahrifat olarak adlandırmaktadır.
Tarih anlatıcıları ve Nietzsche üzerine çalışmalar yapmış akademisyenler, Nietzsche'yi gerek kültürel geçmişinden, gerekse kullandığı dilden dolayı "Alman bir filozof" olarak tanımlamışlardır. Diğerleri ise onu belirli bir milli kimlikle etiketlememişlerdir. Nietzsche, Almanya birleşerek millî devlet haline gelmeden önce, o zaman Alman Konfederasyonuna dahil bir bölge olan Prusya'da, Prusya vatandaşlığı ile doğdu. Doğduğu yer olan Röcken, bugünkü Almanya'nın Saxony-Anhalt eyaletindedir. Basel'deki görevini kabul ettiği zaman Prusya vatandaşlığının iptali için devlete başvurdu. Vatandaşlığının iptalinin 17 Nisan 1879 tarihine ait resmi onay belgesi geldi ve Nietzsche, o tarihten sonra hayatının sonuna kadar resmi olarak devletsiz yaşadı.
Nietzsche, atalarının Leh olduğuna inanıyordu. Hayatının sonlarına doğru bu hikâyeye iyice adapte olmuştu. 1888'de, "Atalarım Leh asilzadeleriydi (Nietzky); bu karakterin, üç jenerasyondur var olan Alman annelere rağmen iyi korunduğu görülmekte," diye yazmış ve daha sonra Leh kimliğiyle ilgili olarak daha kararlı bir tavır sergilemiştir: "Ben kanında bir damla bile kötü kan olmayan, safkan bir Leh asilzadesiyim, kesinlikle Alman kanına sahip değilim". Bir başka yazısında, "Alman milleti, yalnızca damarlarında oldukça fazla Leh kanı olduğu için yüce bir millettir [...] Leh soyundan geldiğim için gurur duyuyorum." yazmaktadır. Nietzsche, isminin Almanlaştırılmış olabileceğini düşünüyordu. Bir mektubunda, "Kanımın kökenini ve ismimi, Leh asilzadelerine atfediyorum; onlar ki Niëtzky diye anılmış, yaklaşık 100 yıl önce evlerini ve asilliklerini bırakmış, ve en sonunda dayanılmaz derecedeki baskıya boyun eğerek Protestan olmuşlardır." demiştir.
Birçok akademisyen, Nietzsche'nin ailesinin kökeni konusunda tartışmışlardır. Hans von Müller, Nietzsche'nin kız kardeşinin öne sürdüğü ve asil Leh kalıtımını doğrulayan soyağacını ortaya çıkardı. Weimar'daki Nietzsche Arşivinin müdürü Max Oehler, Nietzsche'nin, eşlerinin aileleri dahil bütün atalarının Alman isimleri taşıdığını savunmuş ve Nietzsche'nin eski bir Alman Lutherci ruhban soyundan geldiğini iddia etmiştir. Günümüzdeki araştırmacılar da Nietzsche'nin Leh soyundan geldiği iddialarının "safkan uydurması" olduğunu düşünüyorlar. Nietzsche'nin toplu mektuplarının yayımcıları olan Colli ve Montinari, Nietzsche'nin bu iddialarının "hatalı ve temelsiz düşünceler" olduğunu açıklamışlardır. Nietzsche ismi bir Leh ismi değildir, fakat Almanya'nın orta bölgelerinde bu isim ve benzerleri ("Nitsche" ve "Nitzke" gibi) son derece yaygın bir şekilde mevcuttur. Bu isim, bir ilk ad olan Nikolaus'tan kısaltılmış hali olan Nick'e, daha sonra Slavik dillerle asimile olmuş hali "Nitz", daha sonra da sırayla "Nitsche" ve "Nietzsche" olmuştur.
Nietzsche'nin kendisini Leh soyluluğuna sahip olduğunu düşündürmek isteme sebebi bilinmemektedir. Biyografi yazarı R. J. Hollingdale'e göre Nietzsche'nin Leh soyundan geldiği propagandasının sebebi daha sonraki dönemlerinde kendi içinde "Almanya'ya karşı verdiği savaş"ın bir parçası olabilirdi.
Lou Salomé'ye yaptığı evlilik teklifine rağmen hiç evlenmedi. Nietzsche araştırmacısı Joachim Köhler, Nietzsche'nin hayat hikayesini ve felsefesini, filozofun homoseksüel olduğunu iddia ederek açıklamaya çalıştı. Köhler, Nietzsche'nin frengi hastası olduğunu, bu hastalığı da "genellikle, Köln veya Leipzig'deki bir genelevdeki bir hayat kadınıyla olan münasebetinden ve/veya eşit oranda muhtemel olduğu üzere "Cenova'daki bir erkek genelevinden kapmış olabileceğinin düşünüldüğünü" öne sürmektedir. Köhler ayrıca, Nietzsche'nin Paul Rée ile arkadaşlığın yanında romantik bir ilişki de yaşamış olabileceği ihtimali üzerinde duruyor. Köhler'in görüşleri, Nietzsche araştırmacılarının ve anlatıcılarının arasında fazla kabul görmedi. "The Journal of Modern History" adlı kitabında Allan Megill, "Köhler, Nietzsche'nin homoseksüel arzularla yüzleşmiş bir adam olduğu iddiasının kolayca reddedilemeyeceğini tespit etmiştir." diyor, fakat "kanıtın çok az olduğunu" da ekliyor. Diğer kişilerse Nietzsche'nin felsefesini anlamada Köhler'in cinsellik tabanlı yorumunun fayda sağlamayacağını savunuyorlar.
Üstinsan sözcüğünü ilk olarak teolog ve yazar Heinrich Müller, 17. yüzyılda yazdığı "Geistlichen Erquickstunden" adlı eserinde kullanmıştır.
Nietzsche, üstinsanın tüm evrenin amacı ve sebebi olduğunu ileri sürmekted |
ir. Ona göre Üstinsan, insanlığın da amacıdır.
Nietzsche, üstinsan kavramıyla soylu bir insan eylemliliği kavramını yeniden kurmaya çalışır. Son İnsan, yalnızca maddi teselli peşindeyken üstinsan, yaşamını büyük eylemler uğruna harcamaya hazırdır. Üstün olmak, isteyerek iyinin ve kötünün ötesinde durmaktır. Yine Nietzsche, kendisini üstinsanın habercisi olarak tanıtır ve kendini Zerdüşt ile özdeşleştirir. Bu konuda eserinde şöyle yazmıştır:
İnsanların üstinsanı karalayacaklarını şu ifadelerle bildirir:
Nietzsche'nin üstinsanı, belli bir evrim sürecinin ardından, insanlar arasından çıkıp bütün insanlığı yönetecek, tüm insanlara tahakküm edecek bir diktatör değildir. O, her ne kadar on dokuzuncu yüzyılda kapitalizmin yarattığı fabrika kölelerine, kapitalizmin Hristiyanlıktan miras alıp koruduğu köle ahlâkına, burjuva demokrasisiyle onun eşitlik idealine karşı çıkarken, bu düzenin veya Avrupa'daki demokratikleşmenin bir yandan da zorbalık, acımasız bir diktatörün ortaya çıkışı için gerekli altyapıyı hazırladığını söylemiş olmakla birlikte, onun üstinsanı sanılanın tersine Hitler değildir.
"Tanrı öldü" (; ya da tanrının ölümü), Alman filozof Friedrich Nietzsche'nin yaygın olarak alıntısı yapılmış bir sözüdür. İlk kez 1882'de "Şen Bilim"`de (Almanca: "Die fröhlinche Wissenschaft") 108. ("Yeni Çabalar"), 125. ("Deli") ve üçüncü olarak 343. ("Keyifliliğimizin Anlamı") kısımlarında ortaya çıkar. Ayrıca Nietzsche'nin 1883 yılındaki, deyişin yayılmasına en büyük katkıyı sağlamış olan eseri "Böyle Buyurdu Zerdüşt"`te de görülür. Düşünce, "Deli"`de şöyle ifade edilmiştir:
8 Nisan 1966 tarihli "Time" dergisi, kapağında "Tanrı Öldü mü?" sorusunu sordu ve eşlik eden makalede de o zaman için Amerika'da yükselmekte olan ateizme değiniliyordu. O zamanlar Amerikan teolojisinde "tanrının ölümü" adında bir akım doğuyordu. Tanrının ölümü akımı kimi zaman teknik olarak, Yunanca "theos" (tanrı) ve "thanatos" (ölüm) sözcüklerinden türemiş olan ""theothanatology"" olarak adlandırılıyordu.
Bengi dönüş (sonsuz dönüş, ebedi dönüş veya ebedi tekerrür) düşüncesi, zamanın döngüsel bir formda olduğu; olayların bu döngüsellikte sonsuza dek yinelenmiş olduğu, yinelendiği ve yineleneceği tezini içermektedir. Friedrich Nietzsche bu düşünceyi etik anlamda oluştaki yaratıcılığın, en yüksek yaşama gücünü elde etmenin, acıyla başa çıkmanın ve Üstinsan'ı meydana getirme aracı olarak geliştirmiştir. Ayrıca bengi dönüş, aktif nihilizmin kendini gösterdiği güçlü sınıfın ön koşuludur.
Bengi dönüş, Friedrich Nietzsche'nin başyapıtı olan "Böyle Buyurdu Zerdüşt"'ün ana sorunudur.
Nietzsche bengi dönüşten ilk kez "Şen Bilim"'de şöyle söz eder:
Bengi dönüş; etik düzeyde, insanların yaşamlarını en yüksek noktaya "onu bir daha yaşamayı isteyerek" ulaşacaklarını anlatır. Varlığın en kesin gerçeği olan yok oluş, bengi dönüş ile olumlanabildiğinde korkutuculuğunu yitirir. Nietzsche'ye göre insan, yaşamını tamamladığında ölüm korkusu ortadan kalkacaktır. Bu "yaşamı tamamlama" olgusu, bengi dönüşe, yani bütün acılarına, kaderci yapısına rağmen yaşamı yeniden yaşamaya "evet" diyebilme gücüne sahip olmaktır.
Bengi dönüş, kader sevgisinin (amor fati) de ön koşuludur. İnsanların kendi seçimleri olmayan yazgılarını sevebilmeleri için onu acılarla birlikte yeniden yaşamayı onaylamak ve bengi dönüşle yaşamı böylece olumlamak gerekir.
Nietzsche, bengi dönüş düşüncesini "Güç İstenci" notlarında evrende atomların sınırlı sayıda olduğunu ortaya koyan, termodinamiğin birinci yasası olan enerjinin korunumu yasasına dayandırır.
Bengi dönüşe her ne kadar yalnızca etik düzeyde yaklaşılsa da Nietzsche, görüşünü kozmolojik anlamda kanıtlamak istemiştir. Yine bengi dönüş, yalnızca etik düzeyde değil, varlık düzeyinde bir düşüncedir. Yine 1883 yılında yazdığı "Güç İstenci" notlarından birinde bengi dönüşün doktrin olarak kanıtlanmasını bir evre olarak sunar.
Nietzsche, "Hristiyanlığa düşmanız, nefretle bakıyoruz, tüm romantizm ve anavatana tapınma biçimlerine de..." diyerek Batı Kültürü'nün çöküşünü ("decadence"), ahlak değerlerine sökülüp atılamazcasına kök salmış olduğunu saptadığı, "çileci ülkü"ye yönelik olarak sunduğu soykütükçü çözümlemelerle açıklama yoluna gitmiştir.
Nietzsche'nin din konusunda sert düşünceleri vardır. Hristiyan öğretisine karşı takındığı tutum, başkaldırışı ve bu öğretiye lanetler yağdırması 19. yüzyılda çok ses getirmese de Nietzsche'nin tanınması ve üne kavuşmasıyla beraber büyük bir yankı uyandırmıştır. Çünkü Nietzsche, "Deccal" adlı eserinde Hristiyanlığa lanetler yağdırmış, onu küçümsemiş ve kökeni konusunda çeşitli araştırmalarda bulunmuştur. Ona göre "İlk ve son Hristiyan çarmıhta ölmüştür."
Nietzsche, "Deccal" adlı eserinin hemen başında şu sert yorumu yapar:
Nietzsche'nin dine başkaldırışı, özelde Hristiyanlığa olmakla birlikte, genelde tüm nihilistik özellik gösteren dinleredir. Nietzsche'nin başkaldırışı tüm dinlere değildir. Çünkü Nietzsche, doğrudan dine değil, nihilizme başkaldırır ve dolaylı olarak bu başkıldırışını nihilistik ögeler taşıyan dinlere de yöneltir.
Nietzsche'ye göre Hristiyanlık, köle ahlakını taşıyan ve hayatı yadsıyan bir öğretidir. Bu sebeple sürü psikolojisinin temeli, bu öğretiye dayanır. Bir tür çilecilik olarak adlandırılabilinecek Hristiyanlık, Nietzsche'ye göre yok edilmelidir. Çünkü Nietzsche'ye göre Hristiyanlık, insan neslinin sonunu getirebilecek nitelikte yanlış bir anlayışın sonucudur.
Nietzsche'ye göre Hristiyanlık, bilimin de düşmanıdır.
Yine "Deccal" adlı eserinde, Hristiyanlık'ı kültür yıkıcısı bir din olarak nitelendirmiştir. Çünkü eski kültürlerin izini, varlığı ve varoluşu yadsıması sebebiyle silmiş ve yağmalamıştır.
Hristiyanlık, Nietzsche'ye göre insanî içgüdüler taşıyan her türlü kültüre ve uygarlığa düşmandır. Çünkü ona göre Hristiyan, gerçeği fikri olarak yaşayan her şeye düşmandır ve onu yağmalamak, kendisi adına yok etmek ister.
Nietzsche şöyle devam etmektedir:
"Ecce Homo" adlı eserinde de bu konuda:
Gerçekte iki Antik Yunan tanrısı olan Apollon ve Dionysos, Nietzsche'de anlamca yüceleştirilir ve oluşun merkezine koyulur. Sanatın birebir oluşumu, bu iki kavrama bağlıdır. Apollon; Nietzsche'de anlamını "biçim"le, Dionysos ise Nietzsche'de anlamını "uyum"la bulur. Yine Nietzsche'ye göre Eski Yunanlar, bu iki sanat tanrısıyla, yani sırasıyla "Heykel" ve "Müzik" tanrılarıyla, sanat üretiminin derin gizlerini keşfetmişlerdir. Apollon düş deneyimini ifade eder. O ışık saçan Tanrıdır, Dionysos ise esrime deneyimidir. Hayatın iki kanadı olan Apollon ve Dionysos, insanın yaratıcı gücünü ortak olarak biçimlendiren ve yön veren iki tanrıdır. Nietzsche'de bu tanrısal değişim ve dönüşüm, aslında hayatın sanatsallığına bir işaret, bir göz kırpmadır.
Dionysos, müzik ve şarabın tanrısıdır. Yaratma eylemi, Dionysos ve Apollon'un odak noktasının yakalanması, Nietzsche'ye göre "dans etmek"tir. Yine Dionysos, varlığın özünü sezgiyle kavramaya, Apollon ise sezgiyle kavranan özün dışa, yani görünen dünyaya etki ettirmeye yarar. Nietzsche'ye göre sanat, bu iki "kavramsal" tanrının etkisiyle şekillenir.
Nietzsche'ye göre estetiğin temeli, bu iki kavramı anlamakla mümkündür. Bu konuda şöyle der:
Nietzsche yorumlarına şöyle devam eder:
Nietzsche, Sokrates'ten önceki Yunan felsefesine saygı duyar. Lakin ona göre Sokrates'ten sonraki çağ, Sokrates'in izlerini taşıdığı için onun gözünde neredeyse tamamen yozlaşmıştır. Sokrates'in yöntemi de bir tür diyalektik olarak tanımlanabileceği için diyalektik kavramı Nietzsche tarafından topyekûn reddedilir.
İnsandaki yaratıcı güç şöyle dursun, Nietzsche'ye göre doğa yaratısı insan bile doğanın bu iki kavramındaki odak tarafından yaratılmıştır. Kısacası ona göre Apollon ve Dionysos doğanın elleridir. Doğa, bu kavramlarla yaratır ve yıkar.
Güç istenci, Friedrich Nietzsche'nin felsefesinin merkezi sayılabilecek bir önem taşımaktadır. Güç İstenci, Nietzsche'ye göre evrenin her türlü devinimindeki en temel istenç olmakla beraber; tüm detayları, mikro ve makro kozmosu kaplar. Tüm değişim ve dönüşümler, bu istencin farklı kisvelere bürünmüş halidir. Her detayda bu istencin izlerini yakalamak mümkündür.
Nietzsche arşivinde Yunan Felsefesi'ne oldukça büyük bir yer vermiştir. Kant, Mill veSchopenhauer'i de okumuştur. (Bu isimler zaten felsefesini ilk şekillendirenlerdi.) Daha sonra Spinoza ile tanışmış ve ondan pek çok konuda etkilenmiştir. Edebî anlamda 17. yüzyıl Fransız Edebiyatı ve aynı dönem Fransız ahlakçılarını da bolca okuma fırsatı bulmuştur., Bundan başka Pascal ve Stendhal de listesindedir.
Paul Bourget'in "Organizm"'i de Nietzsche'yi etkilemiştir.
Ayrıca Rudolf Virchow ve Alfred Espinas da aynı şekilde etkilemiştiler. Nietzsche, daha sonra Friedrich Lange'den Darvinizm'i öğrendi.Charles Baudelaire'nin pek çok kitabını okudu. Tolstoy'un "Din Nedir?", Ernest Renan'ın "İsa'nın Hayatı" ve Dostoevsky'nin "Ecinniler" kitapları kütüphanesindedir. Ralph Waldo Emerson'dan pek çok kitap okumuştur.
Niccolo Machiavelli de kütüphanesinde yer tutar.
Nietzsche'nin felsefeye nüfûzu ölümünden sonradır. En ünlü eseri "Böyle Buyurdu Zerdüşt" dünya klasikleri arasında yerini almıştır. Felsefe dışında, bazı siyasetçilerce Hitler'i etkilemekle suçlanmaktadır. Hitler, Nietzsche'yi gençken okumuştur ve ondan "militarizm" alanında etkilenmiştir. Dreyfus Affair, Nietzsche'nin tahrif edilmiş yazılarından "Antisemitik" anlamda etkilenenlerdendir. Alfred Dreyfus kendini "Nietzscheans" olarak tanımlar. Naziler Nietzsche'nin felsefesini kullanmışlardı; ancak bilindiği gibi Nietzsche bir Alman düşmanıdır. Bu etkiden ise kız kardeşi sorumludur.
Nietzsche, Avrupalı filozoflardan Michel Foucault, Gilles Deleuze, Jacques Derrida, Martin Heidegger, Albert Camus, Jean-Paul Sartre, Walter Kaufmann, R. J. Hollingdale, Alexander Nehamas, Georges Bataille ve Brian Leiter gibi isimleri etkilemiştir.
Nietzsche, örneği taklit edilemeyecek kadar benzersiz ve ürkütücüdür...
1992 yılında Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında isimli bir romanı piyasaya sürmüştür. Bu romanda aslında birbirleriyle |
hiç karşılaşmamış olan Josef Breuer ile Niezsche arasındaki ilişkiler anlatılmaktadır. Bu kitap, 2007 yılında aynı isimle filme de çekilmiştir.
Nietzsche hakındaki yazılmış 40.000'den fazla basılı eserin en önemlileri:
Mekanik
Mekanik, kuvvetlerin etkisi altındaki cisimlerin hareketli ve durağan hâllerini inceleyen bilim dalıdır.
Mekanik, fiziksel bilimlerin en eskisidir. Kaldıraçları ve suyun kaldırma kuvvetini kapsayan tarihteki ilk yazılı mekanik prensipler Arşimet'e (MÖ 287-MÖ 212) aittir. Makara, eğik düzlem ve somun anahtarı ile ilgili çalışmalar da antik metinlere kaydedilmiştir. Bu dönemde mekanik, bina inşaatı gereksinimlerini karşılamakla sınırlıydı. Arşimet'ten sonra gelen İbn-i Heysem, İbn-i Sina, İbn Bacce gibi Müslüman bilim insanları ile Galileo, Kepler, Leonardo da Vinci, Varignon, d'Alembert, Stevinus, Newton, Lagrange gibi batılı bilim insanlarının çalışmaları sayesinde mekanik bugünkü seviyesine gelmiştir.
İnsan yaşantısında mekanik biliminin yeri dün olduğu gibi bugün de büyüktür. Suyun akışından tutun da, insanın yaşamını kolaylaştırmak için tasarlanan uçağın uçuşuna, makinelerin çalışmasına kadar tabiattaki bütün hareketler mekanik prensiplerine göre gerçekleşir. Başta makine olmak üzere mühendisliğin tüm uygulamalarında, mekanik bilimi ve prensipleri büyük öneme sahiptir ve bu sahalarda çalışanlar tarafından özümsenmesi gerekir.
Mekanik bilimi, ideal durumları inceleyen "Rijit cisimler mekaniği" ve gerçek durumları inceleyen "Sürekli ortamlar mekaniği" olmak üzere iki ana kısımda ele alınabilir.
Kuvvetlerin tesiri altındaki bir cismi meydana getiren tüm parçaların, birbirlerine göre izafi olarak şekil değiştirmediği cisme rijit cisim denir. Bu cisim ideal bir cisimdir ve gerçekte tüm cisimler kuvvet etkisiyle elastik veya plastik şekil değiştirirler.
Bu ideal durumu inceleyen rijit cisimler mekaniği başlıca iki kısımda incelenir:
Statik, dinamiğin, ivmenin sıfır olduğu özel bir durumu olarak görülebilmekle birlikte, mühendislik eğitiminde
ayrı olarak ele alınır. Çünkü birçok nesneden de durumunu koruyacağı öngörüsüyle tasarlanır.
Katı mekaniği veya mukavemet, kuvvet etkisiyle şekil değiştirebilen cisimlerin statik ve dinamik dengelerini inceleyen bilim dalıdır.
Akışkanların dengesini inceleyen bilim dalıdır. Akışkanlar mekaniği aşağıdaki alt dallara ayrılır.
İskambil oyunu
İskambil oyunları, genellikle 52 , 54 veya 36 kart içeren standart iskambil kâğıtları destesi veya onun türevleriyle oynanan oyunlardır. Türkiye'de yaygın olmamasına rağmen yabancı ülkelerde biraz daha farklı kartlar içeren tarot destesiyle oynanan iskambil oyunları da vardır.
İskambil destesi üzerinde resim veya sayılar bulunan kartlar içerir.
Bu kartlar sinek (sembolü formula_1, trefl de denir), karo (sembolü formula_2), kupa (sembolü formula_3, kör de denir), maça (sembolü formula_4, pik de denir) olmak üzere dört gruba ayrılmıştır.
Her grup içerisinde üzerinde 1 den 10'a kadar bir sayı olan birer kart ve ayrıca birer tane de üzeri resimli "vale" (bacak, jilet vs de denir), "kız" (dam da denir), "papaz" (rua da denir) kartı vardır. Üzerinde sayı olan kartlar "maça ikilisi, sinek yedilisi" gibi adlarla anılırken, üzerinde 1 sayısı olan kartlara "as" demek gelenektir.
Bazı oyunlar için desteye bir veya daha fazla "joker" kartı da eklenir(Jokerler 2 tane olur biri renkli biri renksiz). Joker kullanılan oyunların çoğunda, bu kart destedeki herhangi başka bir kartın işlevini üstlenebilme özelliğiyle öne çıkar.
İskambil oyunlarının sayısı ve çeşidi çok fazla olduğundan ana hatlarıyla bile kartların işlevlerinden bahsetmek mümkün değildir. Dahası birçok oyunda modifiye desteler kullanılır. Mesela Ellibir oyunu iki tane 52'lik desteyle oynanınırken, Altmışaltı oyunu standart destenin sadece As, papaz, kız, vale, 10'lu ve 9'lu kartları kullanarak oynanır.
Altmışaltı
Anastra
Americano
Batak
Blöf
Blackjack
Bezik
Bulum
Dürt
Dost kazığı
Dal
Ellibir
Eşşek
Esperansa
Fanti
Fitil
Hoşgin
İhale
İskambil(Altıkol)
Kanasta
Kastet
Kılıç
King
Konçina
Konken
Koyeye
Küt
Kaptı Kaçtı
Maça Kızı
Ohel
Okşin
Papaz Kaçtı
Piket
Pinaki
Pis Yedili
Pişti
Poker
Prafa
Remi
Rus batağı
Sadrazam
T-Rex
Tık
Toto
Uno
Üçbeşsekiz
Yanık
Yirmibir
Yükleme
Yüzbir
Kabak
Meyveleri bol lifli bir bitki olan kabak, bağırsakları tembel olanlar için tercih edilmesi gereken yiyeceklerdendir. Kabak potasyum, fosfor, kalsiyum, magnezyum, sodyum, demir gibi madensel elementler içerir. Kabak bedeni temizler, sinirleri yatıştırır. Besin değerinin kaybolmaması için kabağı buğuda pişirmek önerilir. Kabak çiğ olarak rendelenip salatalara da katılabilir.
Latincesi "Cucurbita pepo" olan kabak, Kabakgiller familyasından bir bitkidir. Bu familyanın diğer üyeleri:
Kabak çekirdeğinin iç kısmında rezin, sabit yağ (% 45-50), steroller ve etkili madde olarak kukurbitin isimli bir amino asit bulunmaktadır. Bu bileşiğin miktarı, türe ve varyeteye bağlı olarak,% 0.5-2 arasında değişir.
Zürih (anlam ayrımı)
Zürih, aşağıdaki anlamlara gelmektedir.
Çukurova Üniversitesi
Çukurova Üniversitesi, Adana şehir merkezine 15 kilometre uzaklıkta Seyhan gölü kıyısındaki kampüsünde eğitim-öğretim veren bir devlet üniversitesidir.
Çukurova Üniversitesi'nde, çoğunluğu Adana'da bulunan 16 Fakülte, 1 Devlet Konservatuvarı, 5 Yüksekokulu, 13 Meslek Yüksekokulu, 3 Enstitüsü, 25 Araştırma ve Uygulama Merkezi bulunmaktadır.
2012 yılı sonu itibarıyla Çukurova Üniversitesinde yaklaşık 1900 Akademik Personel, 29000’i lisans, 11500'ü ön lisans ve 4500’ü lisansüstü olmak üzere 45000 öğrencinin eğitim ve öğretiminde görev almaktadır.
Öğrencilerin, öğretim elemanlarının, araştırmacıların gereksinim duydukları ulusal ve uluslararası yayınları barındıran Çukurova Üniversitesi Merkezi Kütüphanesi mevcuttur.
Üniversitenin temel atma töreni 5 Ocak 1971 yılında Başbakan Süleyman Demirel'in ve MHP genel başkanı Alparslan Türkeş'in katılımıyla gerçekleşmiştir.
Çukurova Üniversitesi, 1969 yılında Ankara Üniversitesi'ne bağlı olarak kurulan "Adana Ziraat Fakültesi " ile 1972 yılında Atatürk Üniversitesi'ne bağlı olarak kurulan "Çukurova Tıp Fakültesi"nin yeni bir üniversitenin çatısı altında bir araya getirilmesiyle 1973 yılında kurulmuştur. Daha sonra kurulan Temel Bilimler, İdari Bilimler ve Mühendislik Fakülteleri ile bu sayı beşe yükselmiştir. 1982 yılında ise, Temel Bilimler, Fen-Edebiyat Fakültesi'ne; İdari Bilimler, Adana İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nin Ekonomi ve İşletme Fakülte'leriyle birleşerek İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'ne; Mühendislik Fakültesi ise yine Adana İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nin Mühendislik Fakültesi ile birleşerek Mühendislik - Mimarlık Fakültesi'ne dönüşmüştür. Adana, İçel ve Hatay'daki Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı Yabancı Diller Yüksekokullarının tümü Üniversite çatısı altında toplanarak, Eğitim Fakültesini oluşturmuştur.
1992 yılına gelindiğinde, 6 fakülte, 11 yüksekokul, 3 enstitü, 1 devlet konservatuvarı, 22 araştırma ve uygulama merkezinden oluşan Çukurova Üniversitesi; 3 yeni üniversitenin nüvesinin oluşturulmasına katkıda bulunmuştur. Modern bina, laboratuvar ve eğitim araçlarıyla 2 yüksekokul Mersin Üniversitesi'ne, 3 yüksekokul Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi'ne devredilmiştir. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi'ne ise Kahramanmaraş'taki Araştırma ve Uygulama Merkezi, yeni Üniversitenin Rektörlük binası ve iki fakülte binası olarak devredilmiştir.
Su Ürünleri, İlahiyat, Diş Hekimliği ve Güzel Sanatlar Fakültelerinin kurulmasıyla fakülte sayısı 10'a yükselmiş, Adana Sağlık Meslek Yüksekokulu ve Kozan Meslek Yüksekokulları açılmıştır. 1994 yılı içerisinde, Karataş Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu, 1995 yılı içerisinde de Karaisalı Meslek Yüksekokulu kurulmuştur. Beden Eğitimi ve Spor Öğretmenliği Bölümü Çukurova Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu'na, Adana Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu da 1996 yılında Adana Sağlık Yüksekokulu'na dönüştürülmüştür. Lisansüstü eğitim öğretim yaptıran 3 Enstitü, Çukurova Üniversitesi Devlet Konservatuvarı ve 1997 yılnda kurulan Kadirli Meslek Yüksekokulu ile birlikte akademik kurum sayısı böylece 23'e ulaşmıştır. 2007 yılına gelindiğinde 1 fakülte ve 2 meslek yüksekokulu Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi'ne devredilmiştir. 2009 yılında bölgedeki enerji merkezleri göz önünde bulundurularak Ceyhan Mühendislik Fakültesi, 2009 yılında Yabancı Diller Yüksekokulu, 2012 yılında ise Eczacılık, Kozan İşletme ve Ceyhan Veteriner Fakülteleri kurulmuştur.
Çukurova Üniversitesi'nin ana kampüsü 22,000 dekar arazi üzerine kurulu olan Balcalı Kampüsü olup, Adana'nın hemen kuzeyinde ve şehir merkezinden 11 km uzaklıkta bulunmaktadır. Seyhan Gölü'nün doğu ve kuzey yakasında yer alan kampüs, adını üniversitenin kurulmasından önce kampüs alanında bulunan Balcalı köyünden almaktadır.
Kampüste yönetim ve eğitim-öğretim birimleri yanında, laboratuvarlar, Balcalı Hastanesi, merkezi kütüphane, spor tesisleri, lojmanlar,Kredi ve Yurtlar Kurumu'na bağlı Fevzi Çakmak Öğrenci Yurdu yer almaktadır.
Şehirden kampüse, emekli rektör Prof.Dr. Mithat Özsan'ın adıyla anılan Mithat Özsan Bulvarı üzerinden ulaşılır. Adana şehir merkezi'nden kampüse, Büyükşehir Belediyesi Balcalı dolmuşları ile ve halk otobüsleri ile ulaşılabilir.
Çukurova Üniversitesinde yüzlerce bölüm ve programda eğitim yapılmakta, lisans düzeyinde bazı bölümler yabancı dilde eğitim yapmakta ve ve birçok bölümde zorunlu ve isteğe bağlı hazırlık bulunmaktadır.
Çukurova Üniversitesinde bazı bölüm ve programlar hariç birçok bölümde ikinci öğretim mevcuttur.
Çukurova Üniversitesi'nin eğitim-öğretim kadrosunda 2004 yılı itibarıyla 332 profesör, 143 doçent, 299 yardımcı doçent, 153 ögretim görevlisi, 723 araştırma görevlisi, 77 uzman, 157 okutman, 1 çevirici, 24 yabancı öğretim elemanı olmak üzere toplam 1909 öğretim elemanı görev yapmaktadır.
Fakülte Sayısı : 17 Yüksekokul Sayısı : 4
Meslek Yüksekokulu : 12
Konservatuvar : 1
Enstitü : 3
Öğretim Gör. Sayısı : 165
Okutman Sayısı : 155
Uzman Sayısı : 79
Ö |
ğretim Üyesi Sayısı : 721
Profesör Sayısı : 334
Doçent Sayısı : 114
Yardımcı Doçent Sayısı : 358
Öğrenci Sayısı : 40000
İsveç
İsveç (İsveççe: "Sverige") veya resmî olarak İsveç Krallığı (İsveççe: "Konungariket Sverige"), Kuzey Avrupa'daki İskandinavya yarımadasında yer alan bir ülkedir. Ülkenin sınır komşuları batı ve kuzeyden Norveç, doğudan ise Finlandiya'dır. İsveç bunun dışında güneyinde yer alan Öresund Köprüsü ile Danimarka'ya bağlıdır.
Yaklaşık 450.000 km² olan yüzölçümüyle İsveç, Avrupa Birliği ülkeleri arasında en büyük üçüncü ülkedir. Ülkenin toplam nüfusu 9,3 milyon olup yoğunluk bakımından 20 insan yaşamaktadır. Ancak nüfus yoğunluğu güneye doğru gidildikçe ivmeli şekilde artar. Ülkedeki halkın %85'i kentlerde yaşar. İsveç'in başkenti aynı zamanda ülkedeki en büyük kent olan Stokholm'dür. Başkentte 1,3 milyonu merkezde olmak üzere 2 milyon insan yaşar. Ülkenin diğer büyük kentleri sırasıyla Göteborg ve Malmö'dür.
İsveç, meclis sistemine sahip, meşruti monarşi ile yönetilen bir ülkedir. Ekonomi bakımından gelişmiş bir ülke olan İsveç, The Economist'in Demokrasi İndeksi'ne göre birinci sırada olup, Birleşmiş Milletler'in İnsani Gelişme Endeksi'ne göre de yedinci sıradadır. Ülke bunun yanında 1 Ocak 1995 tarihinden beri bir Avrupa Birliği ülkesidir.
İsveç, Ortaçağ'dan beri bağımsız ve tek bir ülkedir. Modern merkezi yönetim ise ilk defa 16. yüzyılda Gustav Vasa'nın kral oluşuyla başladı. 17. yüzyılda ülke İsveç İmparatorluğu'nu kurmak adına genişletildi. Ancak İskandinavya dışında fethedilen yerlerin büyük bir kısmı 18. ve 19. yüzyıllarda kaybedildi. İsveç'in bugün Finlandiya'da kalan doğu yarısı 1809'da Rusya tarafından ele geçirildi. İsveç'in yer aldığı son savaş ise 1814 yılında gerçekleşti. Bu savaş, İsveç'in, komşusu Norveç'i tek bir ülke altında birleştirmeye zorlamasıyla baş gösterdi. Kurulan birlik 1905 yılına kadar sürdü. 1814'ten beri İsveç, barış politikası izlemekte ve savaşa dayanmayan bir dış ilişkiler siyaseti gözetmekte, çıkan çoğu savaşta tarafsız kalmaktadır.
"İsveç" ismi Eski İngilizce'de yer alan "Sweoðeod" sözcüğünden türetilmiştir. (Eski Nors dili "Svíþjóð", Latince "Suetidi") Bu sözcük de "Sweon/Sweonas" sözcüklerinden türemiştir. (Eski Nors dili "Sviar", Latince S"uiones") İsveç isminin İsveççe karşılığı olan "Sverige" aslen Götaland'daki Gotlar dışında "İsveçlilerin Ülkesi" anlamını taşımaktadır.
"Sweden" adının değişik yazımları birçok diğer ülkede "İsveç" adının karşılığı olarak kullanılmaktadır. Danca ve Norveççe'de İsveç'teki gibi "Sverige" adı kullanılır. Fin-Ugor dillerinde bu kalıplardan farklı bir isim kullanılır: İsveç'in Fincedeki karşılığı "Ruotsi", Estonca'daki karşılığı ise "Rootsi" şeklindedir. Bu farkın Uppland — Roslagen bölgelerinde yaşayan "Ruslar"dan kaynaklandığı sanılmaktadır.
İsveçli ("Swede") ve dolayısıyla İsveç adının ("Sweden") Proto-Cermence "birinin sahip olduğu" anlamına gelen "Swihoniz" kökünden geldiğini öne sürenler varsa da bu yaygın olarak desteklenmeyen bir görüştür.
İsveç'in tarih öncesi dönemi yaklaşık MÖ 12000'li yıllara uzanan Allerød salınımı dönemine kadar uzanmaktadır. Eski Taş Çağı sonlarında rastlanan Bromme Kültürü'ne ait ren geyiği av kamplarına ülkenin en güneyinde bir buz kenarında rastlanmıştır. Bu dönemdeki halk, avcı-toplayıcı olarak yaşayan ve taş teknolojisiyle avlanan bir grup insandan ibarettir.
Tarım, hayvancılık, ölü gömme törenleri ve işlemeli çömlekler MÖ 4.000 civarında Avrupa'dan geçen Funnel Beaker kültürü ile yerleşti.
İsveç'in güneyi, hayvancılık ve tarımsal açıdan İskandinav Tunç Çağı Kültürü alanının parçası oldu, bunun en önemli nedeni İsveç'in bu kültürün merkezi olan Danimarka'nın yakın çevresinde olmasıydı. Dönem, yaklaşık MÖ 1700 yıllarında Avrupa'dan tunç ithalatının başlamasıyla başladı. Bakır madenciliği bu dönemde henüz varolmadığından ve İskandinavya'da kalay madeni bulunmadığından bütün metallerin ithal edilmesi gerekiyordu.
İskandinav Tunç Çağı tamamen şehircilik-öncesi idi, insanlar küçük köylerde tek katlı ahşap uzun-evler () bulunan çiftliklerde yaşıyorlardı.
Roma işgali haricindeki İsveç'in Demir Çağı, bilinen sayısı yaklaşık 1100 olan taş yapı ve manastırları ile dikkat çeker. Bu dönemin çoğu protohistoriktir (), yani yazılı kaynaklar vardır fakat inanılırlığı düşüktür. Yazılı malzemelerden arta kalan parçalar, ya söz konusu zamandan çok sonraları uzak bölgelerde ya da yerinde ve çağında ama son derece kısa yazılmıştır.
İklimin çok kötüleşmesi çiftçileri kışları sığırları kapalı tutmak zorunda bıraktı, bu da yıllık gübre birikimine yol açtı, böylece gübre ilk kez sistematik olarak toprak iyileştirilmesi için kullanılabildi. İmparatorluk sınırlarını Ren'den Elbe'ye kadar genişletmeyi amaçlayan Roma girişimi 9'da, Cermenler tarafından Teutoburg Ormanı Savaşı'nda pusuya düşürülen Publius Quinctilius Varus komutasındaki Roma lejyonlarının mağlup edilmesiyle durduruldu. Bu tarihlerde, Romalılar ile artan ilişkinin sonucu olarak, İskandinavya'nın kültür ortamında önemli bir değişiklik yaşandı.
2. yüzyıldan itibaren, güney İsveç'in tarımsal arazilerinin çoğu düşük taş duvarlarla parsellere ayrıldı. Arazileri daimi tarla ve çayırlara böldüler; duvarın bir tarafında kış için biriktirilmiş yemler, ve diğer tarafında sığırların otladığı ağaçlık dış arazi vardı. Bu peyzaj düzeni ilkesi 19. yüzyıla kadar sürdü. Roma Dönemi'nde ayrıca, ülkenin kuzeyinin üçte ikisinin Baltık kıyılarına kadar uzanan tarımsal yerleşiminin ilk büyük çaplı genişlemesi görüldü.
İsveç, 98'de Tacitus'un "Germania" adlı kitabı ile proto-historik döneme girer. ""'te İsveçlilerden, her iki ucunda da pruva olan gemilere (viking yelkenlisi) sahip, "Suiones" adlı güçlü bir kabile olarak bahsedilir. Hangi kralların ("kuningaz") bu Suiones kabilesini yönettiği bilinmese de İskandinav mitolojisinde MÖ son yüzyıla kadar uzanan efsanevi ve yarı-efsanevi kralların adı geçer. İsveç'in kendi yazılı eserleri ise 2. yüzyılda güneydeki İskandinav elitler tarafından icat edilen Runik yazı ile başlar. Fakat Roma Döneminden günümüze ulaşan runik yazıların tümü eşyaların üzerindeki kısa parçaladır. Erkek adlarının çoğuna bakarak güney İskandinavya insanlarının bu dönemde Proto-Nors (İsveççenin ve diğer Kuzey Cermen dillerinin atası olduğu varsayılan dil) konuştuğu düşünülmektedir.
6. yüzyılda Jordanes, Scandza'da yaşayan "Suehans" ve "Suetidi" adında iki kabileden bahseder. Bu iki adın da aynı kabileye ait olduğu düşünülmektedir. Jordanes'in yazılarına göre, "Suehans"ların aynı "Thyringi" kabilesi gibi çok iyi atları vardır ("alia vero gens ibi moratur Suehans, quae velud Thyringi equis utuntur eximiis"). Snorri Sturluson, çağdaşı İsveç kralı Adils'in (Eadgils) zamanının en iyi atlarına sahip olduğunu yazmıştır. Suehanslar, Roma pazarı için siyah tilki derilerinin tedarikçileriydi. Jordenes'in verdiği "Suetidi" adının, "Svitjod"'in o zamanlardaki Latince biçimi olduğu düşünülmektedir. Gene Jordenes, Suetidi'lerle beraber aynı soydan gelen Danların en uzun erkekler olduğunu yazar ve sonra da aynı boyda olan diğer İskandinav kabilelerinden bahseder.
İsveç'te Vikinglerin dönemi 8. ve 11. yüzyıllar arasında yaşandı. Bu dönemde İsveçlilerin, doğu İsveç'e genişlemeye başladığı ve güneyde Gotlar ile birleştiği düşünülmektedir. Aynı şekilde İsveçli Vikinglerin ve Götlandlıların yoğun olarak bugünkü Finlandiya'ya yakın olan güney ve doğu kesimlerde yaşadığına ve düzenli olarak Baltık ülkelerine, Rusya'ya, Beyaz Rusya'a, Ukrayna'ya ve hatta Bağdat'a kadar göç ettikleri bilinmektedir. Vikingler bu göç yolları üzerinden Dinyeper nehri aracılığıyla o dönemde "Konstantinopolis" olarak bilinen İstanbul'a kadar giderek kenti birkaç kez istila ettiler. Vikinglerin bu savaşçı yetenekleri Bizans yönetimince anlaşılınca, imparator Theophilos onlara kendi kişisel koruması olmalarını teklif etti. Bu topluluğa günümüzde "Varangyan" adı verilmektedir. Zamanında "Rus" olarak bilinen İsveç Vikinglerinin, Kiev Ruslarının da atası olduğu bilinmektedir. Arap gezgin İbn Fadlan, bu Vikingleri şu şekilde betimledi:
Bu İsveçli Vikinglerin maceraları İsveç'teki birçok dikilitaşta anlatılmış olup özellikle Yunanistan Dikilitaşları ve Varangyan Dikilitaşları'nda işlenmiştir. Bunun yanında Vikinglerin batıya doğru yaptığı önemli seferler de mevcuttur. Bu seferlerin birçoğu İngiltere Dikilitaşları'na işlenmiştir. Bilinen en son Viking göçleri, Hazar Denizi'nin güney yakası olarak bilinen ve genelde Abbasi Devleti anlamına gelen Serkland'a doğru gerçekleşti. Bu göçte sağ kalanların isimleri Ingvar Dikilitaşları'na işlenmiştir. Bu göçte yer alan diğer Vikinglere ne olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber hastalıktan öldükleri düşünülmektedir.
İsveç'te krallığın ilk olarak ne zaman ve nasıl kurulduğu bilinmese de Svealand (İsveç) ve Götaland (Götland) ülkelerini yöneten İsveç krallarının listesi kaynaklara işlenmiştir. Bu liste ilk kral Galip Erik ile başlamaktadır. Bu dönemden önce farklı kabileler olan İsveçliler ve Gotların tam tarihi bilinmese de sürekli olarak savaştıkları ve bu savaşları anlatan destanların 6. yüzyıla kadar uzandığı düşünülmektedir.
İskandinav Viking tarihinin ilk zamanlarında, bugün İsveç'te yer alan Skåne'deki Ystad ve Gotland'daki Paviken kentleri birer ticaret merkeziydi. Özellikle Ystad'da rastlanan kalıntılar, şehirde 7. ve 8. yüzyıllarda pazarların bulunduğunu göstermiştir. Paviken'de ise 9 ilâ 11. yüzyıllar arasında, dönemin Baltık kentleri arasında önemli yere sahip bir ticaret merkezinin olduğu bilinmektedir. Bölgede rastlanan kalıntılara bakıldığında Vikinglerin bu yörede gemi tersaneleri ve el sanatı pazarları kurduğu söylenebilmektedir. Yine aynı bölgede, o dönemde yüklü miktarda gümüş çıkarıldığı bilinmektedir. Bu nedenle Gotlar gümüşü en çok biriktiren ve işleyen halklardan biri haline gelmiştir.
St. Ansgar, 829 yılında Hristiyanlık dinini İskandinavya'ya taşıdı. Ancak bu yeni dinin, yerel din olan paganizmin yerini alması 12. yüzyıla kadar sürdü. 11. yüzyılda Hristiyanlık bölgede en yaygın din konumuna geldi ve 1050 yılından itiba |
ren İsveç bir Hıristiyan ülke olarak anılmaya başlandı. 12. ve 15. yüzyıllar arasında İsveç, iç karışıklıklarla ve diğer İskandinav ülkelerinin saldırılarıyla uğraştı. Ancak yine de İsveç kralları sınırlarını genişleterek bugünkü Finlandiya'yı İsveç sınırları içine kattılar ve Ruslarla savaştılar.
14. yüzyılda İsveç'te hıyarcıklı veba salgınlarıyla beraber "Kara Ölüm" kendini gösterdi. Buna rağmen bu dönemde İsveç diğer Avrupa ülkelerine oranla gelişimini daha hızlı sürdürdü. İsveç'in birçok kenti daha üst düzey haklar elde ederken Hansa Birliği'nden Alman tüccarları, halk tarafından örnek alınmaya başlandı. Bu tüccarlar o dönemde çoğunlukla Visby çevresinde yaşamaktaydı. 1319 yılında İsveç ve Norveç, kral Magnus Eriksson'un yönetimi altında birleşti. Yine 1397'de kraliçe I. Margaret, İsveç, Norveç ve Danimarka'nın Kalmar Birliği adı verilen tek bir güç altında birleşmesine etki etti. Fakat Margaret'ten sonra gelen Danimarkalı yöneticiler, İsveç soylularını kontrol edemediler. Asıl güç, çoğunlukla Sture ailesinden çıkan kral vekillerinin elinde kaldı. Danimarka kralı II. Kristian, 1520'de Stokholm'deki İsveç soylularına karşı bir katliam yapılması konusunda ordusuna emir verdi. Bu olay "Stockholm Katliamı" olarak bilinmektedir. Bu olaydan sonra İsveç soyluluğu sarsıldı ve halk Gustav Vasa'yı kral olarak başa geçirdi. 6 Haziran 1523'te gerçekleşen bu olay, çağdaş İsveç'in kurulduğu gün olarak kabul edilip her yıl İsveç'te resmî bayram olarak kutlanmaktadır. Kuruluşundan kısa süre sonra İsveç'te Katolik mezhebi eriyerek Protestanlık mezhebine geçiş süreci başladı.
17. yy'de İsveç, Avrupa'da bir süper güç durumuna geldi. İsveç İmparatorluğu'nun kuruluşundan önce son derece yoksul, düşük nüfuslu ve az bilinen bir kuzey ülkesi olan ülkenin elinde bir özel güç, ün ya da kaynak yoktu. İsveç, bu kötü durumundan kral Gustav II Adolf döneminde kurtuldu. Özellikle Rusya'dan, Lehistan-Litvanya Birliği'nden ve Otuz Yıl Savaşları'ndan aldığı topraklarla yavaş yavaş tanınmaya başladı. Bu askeri başarılar sayesinde İsveç İmparatorluğu, 1721'deki yıkılışa kadar Protestanlık mezhebinin ana merkezi oldu.
Gustav Adolf'un Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile yaptığı savaş sonunda bu devlette ağır yaralar açan İsveç, Otuz Yıl Savaşları'nda Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun büyük bir nüfusunu öldürdü. Bu süreçten sonra önemini iyice yitiren Kutsal Roma'nın elinde bulundurduğu bölgelerin yarısı İsveç'e geçti. Başta kendini yeni bir Kutsal Roma kralı ilan etmeyi amaçlayan Gustav Adolf, 1632'deki Lützen Savaşı'nda yenilince, bu amaç gerçekleşmedi. Nördlingen Savaşı sonrasında İsveç yenilince, İsveç'i destekleyen Cermen kabilelerinin İsveç'e olan güveni sarsıldı. Bu Cermen bölgeleri, teker teker İsveç ile savaşarak bağımsızlıklarını ilan etti. Bu olayın sonucunda İsveç'in sadece birkaç güney Baltık bölgesinde bölgesi kaldı: İsveç Pomeranyası, Bremen-Verden ve Wismar.
17. yüzyılın ortalarında İsveç, Avrupa'da sahip olduğu yüzölçümü bakımından Rusya ve İspanya'nın ardından üçüncü büyük ülkeydi. İsveç, 1658 yılında Karl X. Gustav döneminde imzalanan Roskilde Antlaşması ile en geniş sınırlarına ulaştı.
İsveç'in bu yükselişinin temelinde I. Gustav'ın 16. yüzyılda ekonomi alanında yaptığı köklü değişiklikler yatmaktadır. Yine Protestanlık mezhebinin yayılmaya başlaması da gelişmeyi arttırdı. 17. yüzyılda ise İsveç sürekli olarak savaşlara sahne oldu. Bunlardan en önemlileri bugünkü Baltık devletlerinin bulunduğu yerde kurulan Lehistan-Litvanya Birliği gibi devletlerle yapılanlardır. Bu savaşlar arasında en belirgin olan ve mağlubiyet ile sonuçlanan Kircholm Savaşı, İsveç'in krallık tarihindeki önemli olaylardan biridir.
Bu süreç, ayrıca kral Karl X. Gustav'ın Lehistan ve Litvanya üzerine sürekli akınlar yaptığı bir dönemdir. Yarım asır süren sürekli savaşlar sonunda İsveç'in ekonomisi kötüleşmeye başladı. Bu ekonomiyi düzeltmek de XI. Karl'ın göreviydi. Öncelikle ekonomik ilişkileri yeniden düzenleyen Karl, orduyu da bu doğrultuda düzenledi. Düzelen iç işleri sonunda kral XI. Karl, kendinden sonra başa geçen oğlu XII. Karl'a dünyanın en büyük ordularından birini miras olarak bıraktı. İsveç'in o dönemdeki en büyük rakibi olan Rusya'nın ordu sayısı daha fazla olsa da, sahip olduğu savaş ekipmanları bakımından gerideydi.
1700'de yapılan ve Büyük Kuzey Savaşı'nın ilk çekişmelerinden olan Narva Savaşı'nda Rusya ağır bir hasar aldı ve İsveç'in Rusya'yı fethetmesi için açık bir fırsat oluştu. Ancak Karl, Rus ordusuyla uğraşmaktan vazgeçerek Lehistan ve Litvanya Birliği ile savaşmayı seçti. Bu savaşlarda Lehistan kralı II August'u ve Sakson işbirlikçilerini 1702'deki Kliszow Savaşı ile yendi. Bu zaman aralığında Rusya'ya yeniden toparlanma ve güçlenme fırsatı verdi. Lehistan topraklarının işgal edilme başarısından sonra, Karl, Rusya'ya da bir saldırı girişiminde bulunmak istedi. 1709'da gerçekleşen Poltava Muharebesi, buna karşılık Rusya'nın kesin zaferiyle sonuçlandı. Slavlarla yapılan tüm bu çekişmelerin sonunda Rus çarı 1. Petro'nun savaş teknikleri ve soğuk Rus iklimi yüzünden İsveç ordusunun azalan sayısı bu yenilgide önemli bir etkendir. Üstelik buna Poltava'daki Rus askerlerinin sayıca oldukça fazla oluşu da yenilişin nedenleri arasındadır. Poltava'daki bu yenilgi, İsveç Krallığı için sonun başlangıcı oldu.
XII. Karl, 1716 yılında Norveç'i ele geçirme planları yapmaya başladı. Ancak 1718 yılında Fredriksten Kalesi'nde vurularak öldürüldü. İsveçliler askerî anlamda bu olayda yenilmiş sayılmasa da, tüm Norveç planlarının yapısı ve organizasyonu büyük bir sekteye uğradı. Bunun bir sonucu olarak 1721 yılında imzalanan Nystad Antlaşması, İsveç'in "imparatorluk" sıfatının yok olmasına ve Baltık kıyılarındaki hemen hemen bütün İsveç topraklarının da elden çıkmasına neden oldu. Her ne kadar bu antlaşmadan sonra Büyük Kuzey Savaşı resmen bitmiş olsa da, bu düşüş ve kötüye gidiş sürecinin sonunda Rusya kısa sürede bir imparatorluk halini aldı ve Avrupa'nın gelecek yüzyıllardaki söz sahibi ülkeleri arasında yer aldı.
18. yüzyılda İsveç'in, İskandinavya dışındaki topraklarını onarabileceği kaynağı da kalmamıştı. Bunun sonucu olarak 1809 yılında o zamanki İsveç'in doğusu tamamen Rusya tarafından ele geçirildi. Bu bölge zamanla Rus İmparatorluğu içinde özerk Finlandiya Dükalığı olarak anılmaya başlandı.
İsveç'in Baltık bölgesinde tekrar egemen olma arzusu nedeniyle ülke, Napolyon Savaşları sürecinde, tarihi olarak ülkenin dostu olan Fransa ile bir ittifak oluşturma yoluna gitti. İsveç, Leipzig Savaşı'ndaki rolü ile Danimarka-Norveç'i, Fransa ile ortak olma yolunda zorladı. Böylece Fransa, İsveç'in yanında Danimarka ve Norveç ile de ortak sayılabilecekti. Tüm bu çabaların sonucunda imzalanan Kiel Antlaşması ile Norveç, İsveç'e bağlanacak, ayrıca Pomeranya bölgesi de İsveç'e teslim edilecekti. Ancak bu antlaşma sonrasında Norveç, sürekli olarak bağımsızlık mücadelesi verdi. Ancak bu istekler XIII. Karl tarafından bastırıldı. Yine aynı kral tarafından Norveç'e 27 Temmuz 1814 tarihinde bir harekat düzenlendi. Bu karşılıklıklar Moss Sözleşmesi'ne kadar sürdü. Bu sözleşmede İsveç ve Norveç tek bir ülke altında, İsveç'in baskın olduğu bir birlik durumuna geldi. Bu birlik 1905 yılına kadar sürdüğü gibi 1814 yılında yaşanan harekat da İsveç'in şimdiye dek içinde bulunduğu son saldırı savaşı olmuştur.
18 ve 19. yüzyıllarda İsveç nüfus bakımında büyük bir artışa sahne oldu. 1833 yılında Esaias Tegnér adlı yazar bunu "" barış, aşı (çiçek) ve patates"" şeklinde özetlemiştir. 1750 ve 1850 yılları arasında İsveç nüfusu ikiye katlandı. Bazı uzmanlara göre Amerika Birleşik Devletleri'ne gerçekleşen İsveç göçünün, İsveç halkının kıtlık ve isyanlardan korunmasını sağlayan en önemli unsur olduğu öne sürülmektedir. Özellikle 1880'lerde nüfusun yüzde birinden fazlası aşamalı olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti.
Buna karşılık, İsveç yine de yoksul olarak kaldı. İsveç, başta Danimarka olmak üzere sanayiden dolayı gelişmeye başlayan Avrupa ülkelerine karşılık sanayisi büyük oranda tarıma dayalı olan bir ülkeydi.
Birçok insan bu dönemde Amerika'yı daha iyi bir yer olarak gördü ve bir milyondan fazla İsveçli, Amerika'ya göç ettti.
20. yüzyılın başında, Amerika Birleşik Devletleri'nin Chicago kentinde, İsveç'in ikinci büyük kenti Göteborg'dan daha fazla İsveçli yaşamaktaydı. Ayrıca birçok İsveç vatandaşı da başta Minnesota ve Delaware olmak üzere Orta-Batı ABD'ye yerleşti. ABD'nin dışında da Kanada'ya ve Arjantin'e yerleşen İsveçlilerin olduğu bilinmektedir.
19. yüzyıldaki yavaş sanayileşme oranına rağmen, birçok önemli tarımsal değişiklik yaşandı. Özellikle bu alandaki yenilikçi atılımlar ve hızlı nüfus artışı nedeniyle tarım, ülkedeki en önemli ekonomik faaliyet oldu. Tarımsal alandaki yenilikçi atılımların başında arsaların çiftçilere verilmesi, tarımsal alanların değerinin arttırılması ve patates gibi yeni ürünlerin halka tanıtılması yer almaktadır. Bunun yanında İsveç'in Avrupa'nın diğer hiçbir tarafından görülmeyen bir şekilde halkını köylüleştirmeye başladı. Bunun bir sonucu olarak İsveç'in siyasi ilerleyişinde tarım, bir simge oldu ve "Tarım Partisi" (günümüzde "Merkez Partisi") gibi siyasi oluşumlara önayak oldu. 1870 ve 1914 yılları arasında İsveç, sanayileşme alanında daha önemli çalışmalara başlayarak tarım dışındaki alanlarda da gelişme gösterdi.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren halkın taban sınıfı çeşitli girişimlerde bulundu. Çeşitli ticari örgütler, sendikalar ve bağımsız dinî örgütlerin sahne olduğu bu hareketler, İsveç'in günümüzdeki demokratikleşme sürecinde önemli bir katkıya sahip oldu. 1889 yılında "İsveç Sosyal Demokrat Partisi" kuruldu. Tüm bu çalışmaların bir sonucu olarak İsveç, dışa verdiği göçlere bir son vererek, I. Dünya Savaşı öncesinde göç alan bir demokratik ülke halini almaya başladı. İsveç'e geç gelen sanayi devrimi, 20. yüzyılda yoğun olarak kendini gösterdi. İnsanlar köylerden kentlere, çeşitli fabrikalarda çalışmak için göç etti. Ayrıca halkın büyük bir kısmı da sosyalist sendikalara üye oldu. 1917 yılındaki sosya |
lizme geçiş isteği geri çevrildi ve halka parlamenter sistem tanıtıldı. Bunun sonucunda ülke demokratikleşti.
İsveç, hem I. Dünya Savaşı, hem de II. Dünya Savaşı'nda resmen tarafsız olduğunu bildirdi. Ancak özellikle II. Dünya Savaşı'ndaki tarafsızlığı birçok kez tartışılmıştır. Almanya'yı uzun bir süre örnek alan İsveç, bu dönemde dünyada beliren bloklara kayıtsız kalmayı tercih etti. İsveç hükümeti, ülkenin II. Dünya Savaşı sırasında Almanya ile savaşmayacağını beyan ederek birtakım ayrıcalıklar elde etti. Özellikle İsveç, savaş sırasında Almanya'ya çelik ve makine taşımacılığı yapmasıyla bilindi. Ancak İsveç, savaş sırasında Norveç'in savunmasını da destekledi. Bu bağlamda 1943 yılında Danimarkalı Yahudilerin toplama kamplarından kurtulması için girişimde bulundu. Savaşın bitimine doğru ise birtakım barışçıl girişimlerde bulunan İsveç, birçok toplama kampında özellikle İskandinav ve Baltık Yahudilerini kurtarmak için bazı atılımlar yaptı. Ancak savaşın sonrasında birçok İsveç ve Dünya otoritesi ülkenin bu yıllarda daha fazla insani yardım yapabileceğini ve Nazilerin savaştaki tahribatını daha fazla engelleyebileceğini söyleyerek, ülkenin savaştaki tutumunu eleştirdi.
İsveç tüm 20. yüzyıl boyunca tarafsızlığıyla bilinse de, Soğuk Savaş döneminde ülkenin ve ülkede bulunan belli başlı otoritelerin Amerika Birleşik Devletleri ile daha ağırlıklı ilişkilerinin bulunduğu, geniş çevrelerce bilinmektedir. 1960'ların başında iki ülke, İsveç'in batı yakasında birkaç Amerikan nükleer denizaltının konuşlandırılması için anlaştı. Aynı yıl, İsveç, ABD ile bir savunma paktı imzaladı. Bu anlaşma bir devlet sırrı olarak kaldı ve 1994 yılında İsveç halkına açıklandı.
Savaşın ardından İsveç, bozulmamış bir sanayi temeline, toplumsal bir dengeye ve birtakım doğal kaynaklara sahipti. Bu sayede ülke, yeniden kurulmakta olan Avrupa'nın gereksinimlerini karşılamak için önemli bir rol üstlendi. Marshall Planı'nın bir parçası olan İsveç, ayrıca Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü'ne de (OECD) dahil oldu. Savaş sonrası dönemin çoğunluğunda ülke, İsveç Sosyal Demokrat Partisi (İsveççe: "Socialdemokraterna") tarafından yönetildi. Bu partililer, korporatist bir siyaset izleyerek büyük kapitalist şirket ve büyük birlikleri kayırmaya başladı. Özellike İsveç Ticari Birlik Konfederasyonu bunların arasında yer alır. Yine bürokrat sayıları altmışlarda normal düzeyin üstüne çıktı ve seksenlerde aşırı boyutlara erişti. Bu dönemde İsveç, ticarete açık oldu ve uluslararası rekabet altında üretim sektörünü destekledi. Buna bağlı olarak gerçekleşen büyüme, yetmişlere kadar yolunda gitti.
İsveç, 1973–74 ve 1978–79 dönemlerindeki petrol ambargoları neticesinde dünyadaki diğer devletler gibi gerilemeler yaşadı. Seksenlerde İsveç sanayisinin önemli bir kısmı yeniden yapılandırıldı. Gemi yapımı durdurulurken, odunculuk sektörü, çağdaşlaştırılmış kâğıt sektörüyle kaynaştırıldı. Bunun yanında çelik sanayileri arttırılarak özelleştirildi. Son olarak mekanik işçilik robotlaştırıldı.
1970 ve 1990 yılları arasında vergiler arttı ve zamlar baş gösterdi. Bunun yanında İsveç, tam tersine diğer Batı Avrupa ülkelerine oranla daha yavaş gelişti. Çalışanlar için gelir vergisi sınırı %80'e dayandı. En sonunda devlet, ülkenin gayri safi yurtiçi hasılasının yarısından fazlasını harcadı. İsveç, tüm bunlardan dolayı kişi başında düşen gayrı safi millî hasıla bakımından ilk beşteki yerini kaybetti. Yetmişlerin sonundan beri, ekonomik siyaset sürekli olarak Ekonomi Bakanlığı denetmenlerince denetlenmektedir.
Yetersiz kontrol ve buna ek olarak uluslararası piyasalarda resesyon ve anti-işsizlik politikalarından anti-enflasyonist politikalara geçme, emlak sektörü balonunun patlamasına neden olmuş; tüm bunlar sonucunda 1990'ların başında bir mali kriz yaşanmıştır. İsveç'in GSYİH yaklaşık %5 azaldı. 1992'de para birimi değerinde bir dizi değişim vardı, döviz kuru karşısında para biriminin değerini korumak için merkez bankası başarısız bir çaba göstererek kısa yoldan faiz oranlarını %500'e yükseltti. Kriz süresince toplam istihdam yaklaşık %10 azaldı. Azalan refah devleti ve kamu servis ve mallarının özelleştirilmesi karşısında, hükümetin yanıtı, harcamaları kesmek ve İsveç'in rekabet gücünü geliştirmek için bir sürü reform başlatmak oldu. Siyasi kurumların çoğu AB üyeliğini destekledi, ve İsveç referandumu 13 Kasım 1994'te, AB'ye katılımın lehine %52'ye 48 olarak sonuçlandı. İsveç, 1 Ocak 1995'te Avrupa Birliği'ne katıldı.
Soğuk Savaş döneminde, müttefiklerden olmayan İrlanda dışındaki Batı Avrupa ülkeleri, NATO ülkeleri ile güçlü ilişkiler içinde olan AB'nin önceli Avrupa Ekonomik Topluluğu'na üyeliğin akılsızca olduğunu düşünmekteydi. Soğuk Savaş'ın bitimini takiben, İsveç, Avusturya ve Finlandiya topluluğa katıldı, ancak İsveç yine de euro'yu kabul etmedi. İsveç, savunma teknolojileri ve savunma sanayii alanında diğer Avrupa ülkeleri ile geniş kapsamlı işbirliğinin yanında NATO ve bazı diğer ülkelerle birlikte bazı askeri tatbikatların parçası olsa da askeri olarak müttefik olmamaya devam etmiştir. Diğerleri arasında, İsveç şirketlerinin ihraç ettiği silahlar Irak'ta Amerikan ordusu tarafından kullanılmaktadır. İsveç'in aynı zamanda, uluslararası askeri operasyonlara katılımının uzun bir geçmişi vardır, en güncel olanları, NATO komutası altında bulunan İsveç birliklerinin görev aldığı Afganistan ve Birleşmiş Milletler himayesindeki Kosova, Bosna-Hersek ve Kıbrıs'ta AB'nin himayesindeki barışı koruma harekatlarıdır.
İsveç, Kuzey Avrupa'da, Baltık Denizi ile Botni Körfezi'nin batı kıyılarında yer alır. Bu nedenle İsveç oldukça uzun kıyılara sahiptir. Bu özellikleriyle İsveç, İskandinavya yarımadasının doğu yakasını oluşturur. Ülkenin batısında ülkeyi Norveç'ten ayıran İskandinavya dağ sırası ("Skanderna") yer alır.
Ülkenin batısında Norveç, kuzeydoğusunda Finlandiya, güneybatısında Skagerrak, Kattegat ve Öresund boğazları, doğusunda Baltık Denizi yer alır. Ülkenin ayrıca Danimarka, Almanya, Polonya, Rusya, Litvanya, Letonya, ve Estonya ile deniz sınırları yer almaktadır. Bununla beraber Danimarka ile İsveç arasında yer alan Öresund Köprüsü, ülkeleri birbirine bağlar. Sahip olduğu 449.964 km²'lik toprak ile İsveç, dünyanın elli beşinci, Avrupa'nın beşinci, Kuzey Avrupa'nın en büyük ülkesidir. Ülke ayrıca Amerika Birleşik Devletleri'nin Kaliforniya eyaletinden biraz daha büyük, Özbekistan ile yaklaşık aynı yüzölçümüne sahiptir. İsveç, 2008 itibarıyla 9.5 milyonluk bir nüfusa sahiptir.
İsveç'te rakımı en düşük nokta, Kristianstad kenti yakınındaki Hammarsjön Gölü'nde bulunan körfezde olup -2.41 m kadardır. Aynı şekilde ülkenin en yüksek noktası 2.111 metre ile Kebnekaise'dir.
İsveç yirmi beş adet bölge ("landskap") barındırır. Bunlar; Bohuslän, Blekinge, Dalarna, Dalsland, Gotland, Gästrikland, Halland, Hälsingland, Härjedalen, Jämtland, Laponya, Medelpad, Norrbotten, Närke, Skåne, Småland, Södermanland, Uppland, Värmland, Västmanland, Västerbotten, Västergötland, Ångermanland, Öland ve Östergötland şeklindedir. Bu bölgeler herhangi bir yönetimsel durum teşkil etmezken, halkın kendilerini tanımlamakta kullandıkları birer isimden ibarettir. Bu bölgeler, üç ana bölümü ("land") oluşturur. Bunlar kuzeydeki Norrland, ortadaki Svealand ve güneydeki Götaland topraklarıdır. Norrland, oldukça seyrek bir nüfusa sahipken, ülkenin yüzölçümü bakımından yüzde altmışını kapsar.
İsveç'in topraklarının yüzde on beşi, Kuzey Kutup Dairesi içinde yer alır. Yine güney İsveç tarımsal olarak ileriyken, kuzey bölgeler ise yoğun ormanları sayesinde ormancılığa el verişlidir. Ülkedeki en fazla nüfus yoğunluğu, günebatıdaki Öresund bölgesi ile başkent Stokholm yakınlarındaki Mälaren Gölü çevresinde yer alır. Gotland ve Öland adaları İsveç'in en büyük iki adası olup, her ikisi de güneydoğu kıyılarda bulunur. Aynı şekilde Vänern ve Vättern gölleri İsveç'in en büyük iki gölüdür. Vänern Gölü, Kuzey Avrupa'nın en büyük, Avrupa'nın ise Ladoga ve Onega göllerinden sonra üçüncü büyük gölü olmasıyla da bilinmektedir.
İsveç, Sibirya ile aynı enlemde yer almasına karşın ılıman bir iklime sahiptir. Ülkede yıl boyunca dört mevsim ve yumuşak hava olayları belirgin bir biçimde görülebilmektedir. Ülke üç farklı iklim kuşağına ayrılmaktadır. En güneydeki bölgede okyanus iklimi, orta bölgede nemli karasal iklim, kuzeydeki bölgede ise subarktik iklim görülmektedir.
İsveç, kendiyle aynı, hatta kendinden alçak enleme sahip birçok yerden daha ılık ve sıcaktır. Bunun nedeni Gulf Stream okyanus akıntılarıdır. Örnekle; orta ve güney İsveç, Rusya'nın ve Kanada'nın birçok bölümünden daha sıcaktır. Yine yüksek enlemlerde bulunması, ülkenin gündüz uzunluklarını oldukça çeşitli kılmaktadır. Ülkenin Kuzey Kutup Dairesi içinde yer alan bölgesinde yaz boyunca güneş batmazken, kışları da hiç güneş doğmaz. Yine güneydoğuda yer alan başkent Stokholm'de haziran ayında on sekiz saat gündüz görülür. Ancak yine bu kentte aralık ayında sadece altı saat gündüz yaşanır. Ülkenin büyük bölümü yıllık 1,600 ila 2,000 saat arasında gün ışığı alır.
Ülkedeki sıcaklıklar kuzeyden güneye oldukça farklılık gösterir. Güney ve orta bölgeler ılık yazlara ve soğuk kışlara sahiptir. Bu bölgelerde yazın hava sıcaklığı ortalama 20 ila 25 °C'ye kara çıkar,
12 ila 15 °C'ye kadar düşer. Aynı şekilde bu bölgelerde kışın sıcaklıklar ortalama -4 ila 2 °C'ye kadar iner. Daha serin yazlar ile uzun, sert kışların görüldüğü ülkenin kuzey bölgelerinde hava genelde eylülden mayısa kadar donma noktasının altındadır.
Tüm İsveç'te nadiren görülen sıcak hava dalgaları nedeniyle yıl içinde kuzey de dahil olmak üzere yazın hava sıcaklıkları 25 °C'nin üzerine çıkar. Ülkede görülmüş en yüksek sıcaklık 1947 yılında Målilla'da ölçülmüş olup 38 °C kadardır. Aynı şekilde en ölçülmüş en düşük sıcaklık ise 1966'da Vuoggatjålme'de ölçülmüş olup -52.6 °C kadardır.
Ortalama olarak İsveç'in büyük kısmı yıllık 500 ila 800 mm kadar yağış alır. Bu da ülkeyi küresel ortalamanın altında bırakır. Ancak ülkenin güneyindeki bazı kesimlerde yıllık 1000 ila 1200 mm yağış düşer. Bunun dışı |
nda ülkenin kuzeyindeki dağlık alanlarda yağış yıllık 2000 mm'ye kadar yükselir. Kar yağışı görülen günler Güney İsveç'te aralık ve mart arasında, Orta İsveç'te kasım ve nisan arasında, Kuzey İsveç'te ekim ve mayıs arasında görülür. Ancak yine de ülkenin güney ve orta kesimlerinde kar yağışı görülen gün sayısı azdır.
İsveç, parlamenter monarşi ile yönetilen bir ülkedir. Kral XVI. Karl Gustaf ülkenin başında olmasına rağmen, resmi olarak fazla yetkiye sahip değildir. Araştırma kuruluşu olan the Economist Intelligence Unit, ülkenin monarşik yönetimi nedeniyle demokratik olarak sınıflandırmanın zor olmasını belirterek buna rağmen ülkeyi 167 ülke içinde en demokratik ülke olarak tanımladı. Ülkenin yasama merkezi Riksdag (İsveç Meclisi) 349 üyeye sahip olup, başbakanı seçme yetkisine de sahiptir. Meclis seçimleri her dört yılda bir, eylül ayının üçüncü pazar günü yapılır.
İsveç, üniter bir devlet olup yirmi bir ile ("län") ayrılmıştır. Her ilin, merkezi devlet tarafından belirlenen kendi yönetim sınırları ("länsstyrelse") vardır. Her bir ilde ayrıca birer il meclisi ("landsting") bulunmakta olup üyeleri doğrudan seçimler ile belirlenmektedir.
Her bir ilin içinde birden fazla belediye ("kommuner") bulunur. 2004 itibarıyla bu belediyelerin sayısı 290'dır. İsveç'teki belediye yönetimi, kent komisyon hükümeti veya kabine tarzı meclise benzer bir şekilde yapılır. Belediyelerdeki yasama topluluğu ("kommunfullmäktige") 31 ve 101 arasında üyeye sahip olup kesin bir sayı bulunmamaktadır. Bu üyeler, dört yılda bir ülke çapında düzenlenen ve bir belediye içinde oy verilen partilerin ağırlığı kadar üyeye dağılır.
İsveç'te, belediyelerin daha alt birimleri olan mahalleler bulunmaktadır. 2000 yılı itibarıyla ülkede toplam 2,512 mahalle ("församlingar") bulunmaktadır. Her ne kadar bu birimler eskiden İsveç Kilisesi tarafından ayrılmış olsa da, günümüzde nüfus sayımı ve seçimlerde halen bir öneme sahiptir.
Ülkede bu idari bölgelerin dışında yirmi beş bölge ve üç bölüm bulunmaktadır. İsveç hükümeti ayrıca ülkedeki yirmi bir ilin dokuz büyük il altında birleştirilmesini tartışmaktadır. Bunu başarmak için ülkede çeşitli komiteler ve araştırma heyetleri bulunmaktadır. İstatistiksel sonuçlara göre bu projenin 2015 yılı civarında bitmesi planlanmaktadır.
İsveç'in krallık tarihinin yaşı kesin olarak belli değildir. Başlangıç tarihi, İsveç'in eski Cermen kabilelerinden olan Svearların, Svealand'ı kurmasıyla da başlayabildiği gibi, kimi tarihçiler de bu kabilenin Gotlar ile birleşerek yeni bir devlet kurmasını İsveç'in siyasi tarihinin başlangıcı olarak kabul eder. İsveç ilk kez 98 yılında Tacitus tarafından tek bir hükümdara sahip olarak yönetilmiştir, fakat ne kadar süre bu şekilde devam ettiğini bilmek neredeyse imkânsızdır. Bununla beraber, tarihçiler genellikle İsveç monarşisini Svealand ve Götaland'ın aynı tek bir kral altında yönetilmesiyle başlatır, bunlar 10. yüzyılda Galip Erik ve oğlu Olof Skötkonung adındaki krallardır. Her ne kadar önemli alanlar fethedilmiş ve bu daha sonra da devam etmişse de, bu olaylar sıklıkla İsveç'in konsolidasyonu () olarak tariflenir.
Önceki krallar için hiçbir güvenilir tarihi kaynak yoktur, onlar hakkındaki bilgiler İsveç'in mitsi kralları ve İsveç'in yarı-efsanevi krallarında bulunabilir. Bu kralların çoğundan, sadece çeşitli Norse destanlarında ve Norse mitolojisinin alakadar yerlerinde bahsedilir.
"Sveriges och Götes Konung" unvanı en son I. Gustaf tarafından kullanılmıştır, sonraları resmi dökümanlarda bu unvan "İsveç-, Goth- ve Wend kralı-" ("Sveriges, Götes och Vendes Konung") olarak kullanılmıştır. 1920'lerin başlangıcına kadar, İsveç'teki tüm yasalar şu kelimelerle başlardı, ""Biz, İsveç, Goth ve Wend kralı"". Bu kullanım 1973'e kadar devam etmiştir. İsveç'in günümüzdeki kralı Carl XVI Gustaf, resmi olarak unvanına ek halklar eklemeden "İsveç kralı" ("Sveriges Konung") olarak anılan ilk hükümdardır.
Değişik sosyal grupların temsilcilerinin ülkeyi etkileyen kararları belirlemek ve tartışmak için ilk buluşmaları 1435 yılında Arboga şehrinde olmuş olmasına rağmen, "Riksdag" terimi ilk kez 1540'larda kullanılmıştır.
Kral Gustav Vasa hükümü altında 1527 ile 1544 yılları boyunca meclise, tüm dört sınıfın da ("ruhban sınıfı-, soylular sınıfı-, şehirliler- ve köylüler-") temsilcileri de üye olmak üzere ilk kez çağrılmıştır. Monarşi 1544 yılında soydan geçer hale gelmiştir.
Yürütme gücü, tarihsel olarak 1680 yılına kadar Kral ve soylu bir Danışma Meclisi () arasında paylaşılmıştır, kralın otokratik kurallarını takiben parlamento genel bir yapıya kavuşmuştur. Büyük Kuzey Savaşı'ndaki başarısızlığın bir sonucu olarak, 1719 yılında ülke parlamenter sisteme geçiş yapmış, bunu 1772, 1789 ve 1809 yıllarında üç farklı yapıda anayasal monarşinin takip etmesinin ardından, 1809 İsveç anayasası ile birçok sivil hak garanti altına alınmıştır. Krallık resmi olarak yerini korumuşsa da, sadece törensel görevleri ile devlet başkanlığı semboliktir.
Riksdag Meclisi iki farklı kısımdan oluşur. İsveç 1866 yılında iki meclisli (bikameral) parlamento ile anayasal monarşiye geçmiştir, Birinci Meclis yerel hükümetler tarafından ve İkinci Meclis direkt olarak halk tarafından her dört senede bir seçilir. 1971'de Riksdag tek meclisli (unikameral) hale gelmiştir. Yasama gücü (sembolik olarak) kral ve parlamento arasında 1975 yılına kadar paylaşılmıştır. İsveç vergi sistemi- Riksdag (parlamento) tarafından kontrol edilmiştir.
Yasal olarak 349 üyeli İsveç meclisi ("riksdag") İsveç'in siyasi olarak oldukça önemli bir birimidir. Meclisin başbakanı seçme, bakanlar atama yetkileri bulunmaktadır. Ayrıca yasama görevi de meclis ile başbakanın ortak yetkisindedir. Ülkenin yürütme erki hükümet tarafından uygulanır. Ayrıca yargı görevi de bağımsız mahkemelerce yapılır. İsveç, zorunlu yargı kontrolü olmayan bir ülkedir. Ancak bu zorunlu olmayan kontrol "lagrådet" (yasa konseyi) tarafından yürütülür. Bu yargı kontrolü daha çok teknik konular hakkında olup, daha az tartışmalı siyasi olaylarla ilgilidir. Meclisin tutumu ve hükümetin kararları ne olursa olsun, özellikle durum yasalara aykırıysa, hükümetin yapmak istedikleri uygulanmamaktadır. Ancak yargı kontrolündeki ve zayıf yargı görevindeki çeşitli sınırlamalar yüzünden bu durum çok nadiren uygulanabilmektedir.
İsveç, en önemlileri sendikalar, bağımsız Hıristiyan hareketi, "içki karşıtlığı" hareketi, kadın hareketi ve -yakın zamanlarda- spor hareketi olmak üzere, "popüler hareketler" ("Folkrörelser") aracılığıyla, sıradan halkın güçlü bir politik katılım geleneğine sahiptir.
İsveç Yüksek Mahkemesi ("Supreme Court of Sweden"), özel hukuk ve ceza hukukundan doğan davalara üçüncü ve son aşamada bakan makamdır. Bir davanın Yüksek Mahkemeye götürülebilmesi için öncelikle temyiz müsaadesi alınmış olmalıdır ve birkaç istisna haricinde, temyiz müsaadesi ancak davanın konusu örnek oluşturacak nitelikte ise verilmektedir. Yüksek Mahkeme hükûmet tarafından atanan 16 üyeden ("justitieråd") oluşur. Ancak mahkeme parlamentodan ("Riksdag") bağımsız bir kurumdur ve hükûmet mahkemenin kararlarına müdahale etme hakkına sahip değildir.
İsveç'te hukuk, devletin çeşitli organları tarafından uygulanır. İsveç Polis Teşkilatı ("Swedish Police Service"), polisi ilgilendiren sorunlarla ilgilenen bir devlet kurumudur. National Task Force, National Criminal Investigation Department'ın içinde bulunan bir ulusal SWAT birimidir. İsveç Gizli Servisi'nin sorumlulukları karşı casusluk, terörist etkinliklerle mücadele, anayasanın korunması ve hassas nesneler ile insanların korunmasıdır.
2005'te 1201 kişiyle suçlara ilişkin yapılan bir araştırmaya göre, İsveç'te suç oranı diğer AB ülkelerine kıyasla, ortalamanın üzerindedir. İsveç'te saldırı, cinsel saldırı, nefret suçu ve tüketicilere yönelik dolandırıcılık suçlarının oranı yüksek ya da ortalamanın üzerindedir. Öte yandan, soygun, araba hırsızlığı ve uyuşturucu sorunlarının oranı düşüktür. Rüşvet ise nadirdir.
İsveç'in enerji pazarı büyük oranda özelleştirilmiş durumdadır. İskandinav enerji pazarı, Avrupa'da liberalleştirilen ilk enerji marketi olma özelliği taşımakta olup, Nord Pool içinde alım-satımı yapılmaktadır. 2006 yılında 139 kvs üretimin içinde 61 ... (%44) kadarı hidroelektrik enerjisinden, 65ö (47%) kadarı da nükleer enerjiden elde edilmiştir. Aynı şekilde biyoyakıt, kömür gibi organik yakıtlardan, 13 TWh (9%) kadar, rüzgâr enerjisinden 1TWh (%1) kadar enerji üretilmiştir. İsveç, her yıl ortalama 6 x enerjisini dışarıdan almaktadır. Biyokütle, genel hatlarıyla bölgesel ısıtma, merkezi ısıtma ve sanayi işlemlerinde kullanılmaktadır.
Diğer taraftan İsveç, benzinli araç kullanımını 2025 yılında yasaklayacak bir yasa çıkartmıştır.
1973 Petrol Krizi sonrasında İsveç, fosil yakıtların kullanım payını azaltma kararı aldı. O günden bugüne, elektrik enerjisinin en ağırlıklı üretim alanı nükleer ve hidroelektrik enerjiden sağlanmaktadır. Ancak yine de nükleer kaynakların kullanımı sınırlandırılmış durumdadır. Yine Amerika Birleşik Devletleri'nde 1979 yılında yaşanan Three Mile adası kazası sonucunda İsveç hükümeti, yeni nükleer santrallarin açılmasına engel olmaya başladı.
İsveç, dünyanın eğitim konusunda en gelişmiş ülkelerinden biridir. 1-5 yaş arası çocuklar bir halk anaokuluna giderler. (İsveççe: "förskola" veya "dagis"). 6 ila 16 yaş arası zorunlu eğitim vardır.
2008 yılı itibarıyla ülkenin nüfusu 9.234.209 kadardır. Nüfus sayısı ilk defa 12 Ağustos 2004 tarihinden dokuz milyonun üzerine çıktı. Ülkedeki nüfus yoğunluğu kilometre kare başına sadece yirmi kişidir. Bu oran ülkenin güneyinde, kuzeyine göre daha fazladır. İsveç'te nüfusun yüzde seksen beşi kadarı kentsel alanlarda yaşar. Başkent Stokholm yaklaşık 800.000'lik (kentsel alan ile beraber 1,3 milyon, tüm çevresiyle beraber yaklaşık 2 milyon) bir nüfusa sahiptir. Göteborg ve Malmö ise ülkenin sırasıyla ikinci ve üçüncü büyük yerleşimleridir.
2007'de, nüfusun %13,4'ü (1,23 milyon) yurtdışında doğan insanlardan ibarettir. Bunun sebepleri arasında İskandinav ülkeleri arasında yaşanan göçler, |
işgücü göçleri ve mültecilerin ülkeye göçü yer almaktadır. İsveç, I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar göç veren bir ülkeyken, II. Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra göç alan bir ülke oldu. 2007 yılında ülkeye toplam 99.485 insan göç etti.
2007 yılı itibarıyla, İsveç'e en çok göç veren ülkelerin başında Finlandiya yer almaktadır. Bunu, Yugoslavya, Irak, Polonya, İran, Danimarka, Almanya, Norveç, Türkiye, Şili, Lübnan, Tayland, Somali, Birleşik Krallık, Suriye, Çin ve Amerika Birleşik Devletleri doğumlu insanlar izlemektedir. Son on yılda ise bu ülkelerin başında Irak, Polonya, Tayland, Somali ve Çin yer almaktadır.
1967 yılında tanıtılan ve İskandinav ülkeleri dışından ülkeye gelen göçü zorlaştıran yasalar sonucunda, 1969–70 yılları dolaylarında ülkeye göç eden İskandinav göçmen nüfusu 40.000 ile tarihteki en yüksek noktasına erişti. Yine mülteci olarak ülkeye gelip yerleşen mülteciler ve onların ardından gelen mülteci yakınları sayesinde ülkedeki mülteci oranı 1980'lerin sonundan sonra hızla arttı. Özellikle İran ve Şili'den gelen mülteciler daha yüksek bir ivmeye sahipti. 1990'lar boyunca bu ülkelere Yugoslavya'dan kopan ülkeler ile Orta Doğu ülkeleri eklendi. 15 Aralık 2008'de gelen yeni yasa sayesinde Avrupa Birliği dışından işçi alımları kolaylaştı. Böylece Hindistan, Çin ve Amerika Birleşik Devletleri'nden gelen işçi sayısı da artmaya başladı.
İsveç'te en çok konuşulan dil, bir Kuzey Cermen dili olan ve Danca, Norveççe gibi dillerle yakın akraba olan İsveççedir. Ancak İsveççe, bu diğer Kuzey Cermen dillerinden biçimce ve okunuşça farklıdır. Norveççe bilen bir kişi zorlanarak da olsa İsveççe bir konuşmayı anlayabilir. Yine Danca bilen bir kişi, Norveççe bilenden biraz daha fazla zorlanarak konuşmaları anlayabilir. İsveççe İsveç'te en çok konuşulan dil olmasına karşın ülkede resmi dil konumunda değildir. İsveç Finleri de İsveç'te ikinci büyük dil grubunu oluşturur. Ülkedeki nüfusun yüzde üçü tarafından konuşulan Fince, azınlık dili olarak kabul edilmektedir. Ülkedeki diğer azınlık dilleri Meänkieli, Sami, Romanca ve Yidiş şeklindedir. İsveççenin devlet dili olması konusunda mecliste yapılan bir 2005 önerisi, sınırda bir oyla reddedildi.
Halkın büyük bir kısmı, Anglo-Amerikan kültürüyle olan yakınlıklarına bağlı olarak yabancı dil olarak İngilizce gibi kimi yabancı dilleri bilmektedir. II. Dünya Savaşı sonrasında doğan İsveçliler, ticari bağlantılar, denizaşırı yolculukların popülerliği, Anglo-Amerikan etkiler ve filmlerde altyazı kültürünün baskın olması gibi nedenlerle İngilizceyi oldukça rahat öğrenebilmektedirler. İsveç'te İngilizce, liselerde öğretimi zorunlu olan yabancı dildir. Bölgesel öğretim kurumlarının kararlarına bağlı olarak, İngilizce birinci sınıf ile dokuzuncu sınıf arasında zorunlu olarak işlenmektedir. Bunların dışında Fransızca, Almanca ve İspanyolca gibi diller de bir ikinci yabancı dil olarak öğretilmektedir. Yine İsveççe kurslarında Danca ve Norveççeden örnekler işlenmektedir.
11. yüzyıldan önce İsveçliler, İskandinav putperestliğine inanıp, Æsir tanrılarına taparlardı. Uppsala, tapınakların merkeziydi. 11. yüzyılda yaşanan Hıristiyanlaşma ile, ülkenin yasaları değiştirildi. 19. yüzyıla kadar başka tanrılara tapmak yasaklandı. 1530'larda Protestanlık'ın gelişmesinden sonra Martin Luther'in İsveç kurumu Olaus Petri ülkede önemli etkiler yarattı. Bu dönemde kilise ile devletin bağı ve ülkenin Roma Katolik piskoposluğu ile olan bağları koparıldı. Bu sayede ülkede Luteranizm egemen olmaya başladı. Bu süreç 1593'te gerçekleşen Uppsala Kilise Meclisi'nin kurulmasıyla tamamlandı. Reform'u izleyen ve çoğu zaman Luteran Ortodokluğu adı verilen dönem boyunca Kalvinistler, Hollandalılar, Valonyalılar ve Moravya Kilisesi üyeleri gibi küçük Luteran-olmayan gruplar ticaret ve sanayide etkin rol oynadıkları gibi, dinî görünümlerini düşük tuttukları sürece oldukça hoşgörüyle karşılandılar. Kuzeydeki Sami toplulukları aslen şaman inançlarına sahipken, 17 ve 18. yüzyıl itibarıyla İsveçli Luteran misyonerlerin etkisiyle yavaş yavaş Protestanlık mezhebini benimsemeye başladı.
Ülke 18. yüzyıl sonuna kadar liberalleşemese de, Musevilik, Katoliklik gibi diğer inançlara sahip insanlar rahatça yaşama ve çalışma hakkı elde ettiler. Yine de 1860 yılına kadar İsveç'te Luteranların başka bir dine geçmesi yasadışıydı. 19. yüzyılda laik kiliselerin ülkeye gelişiyle beraber yüzyılın sonunda laiklik, halk ile kilise törenlerinin arasının açılmasıyla son buldu. İsveç Kilisesi'nin terk edilmesi o dönemde 1860 muhalefet yasası olarak anılan uygulamayla, kişinin başka bir mezhebe geçmesi zorunlu kılınarak yasallaştı. Tam anlamıyla dinî mezhepleri terk etme hakkı, 1951'deki Din Özgürlüğü yasası ile gerçekleşti.
Günümüzde İsveç halkının %61,2'i Luteran olan İsveç Kilisesi'ne bağlıdır. Ancak bu sayı her sene yaklaşık %1 oranında azalmaktadır. Ayrıca kilise hizmetleri de yalnızca nüfusun tek rakamlı yüzdesi tarafından kullanılmaktadır. Bu büyük etkin olmayan grubun varlığının sebebi 1996 yılına kadar, anne ya da babasından en az birinin İsveç Kilisesi'ne bağlı olması durumunda her çocuğun otomatik olarak bu kiliseye üye yapılmasıydı. Ancak 1996'dan sonra sadece vaftiz edilen kimseler bu kiliseye üye olmaya başladı. Bunun yanında yaklaşık 275.000 İsveçli, çeşitli laik kiliselere üyedir. Bu laik kiliselere katılım yüzdesi çok daha yüksektir. Bunun dışında ülkeye gerçekleşen göç nedeniyle ülkede 92.000 Katolik ve 100.000 Ortodoks yaşamaktadır. Yine aynı nedenden dolayı ülkede önemli bir Müslüman kesim de bulunmaktadır. Ülkedeki yarım milyona yakın Müslümanın sadece %5'i (25.000 kişi) düzenli olarak namaz ibadetini yerine getirmekte ve Cuma namazlarına katılmaktadır.
İsveç'teki sağlık hizmetleri kalitesi, diğer gelişmiş ülkelerle benzerlik gösterir. İsveç, bebek ölüm oranı dünyadaki en düşük beş ülkeden biridir. Ülkedeki ortalama yaşam süresi ve güvenilir içme suyu oranı yüksektir. Tedavi arayan herhangi bir İsveç vatandaşı, kısa sürede özel doktorlara erişebilmektedir. Yine birçok farklı tedavi şekli de talep edilebilmektedir. Ülkede sağlık hizmetleri, 21 il meclisi tarafından üstlenildiği gibi, hükümet tarafından verilen bütçelerle karşılanmaktadır. Ülkede vatandaşlar çok düşük miktarlarda tüm sağlık hizmetlerinden sıra beklemeksizin yararlanabilmektedir.
İleri bir sanayi devleti olan İsveç, dünya genelinde söz sahibi olan bilimsel ve teknolojik birçok gelişmenin öncüsüdür. Yine devlet sektörün ve özel sektörün araştırma ve geliştirme kısmı ülkenin gayrı safi yurtiçi hasılasının yaklaşık %4'ünden pay alır. Bu bağlamda yüzde olarak en çok Ar-Ge yatırımı yapan ülkelerden biri İsveç'tir. İsveç'teki araştırma etkinlikleri standardı oldukça yüksek olup, ülke bu konuda birçok alanda dünya lideridir. İsveç, Avrupa'da en çok Ar-Ge yatırımı yapan ve kişi başına en çok bilimsel çalışma düşen ülke konumundadır.
İsveç hükümeti Ar-Ge uygulamalarını güçlendirmek ve bilimsel alanda yüksek öncelikler atamak için uğraşmaktadır. Bu bakımdan İsveç en yenilikçi devletlerden biri olarak gösterilebilir. Uzun yıllardır, ileri teknoloji yatırımları ve kullanımıyla OECD ülkeleri arasında öncüler arasında yer alan İsveç, uluslararası karşılaştırmada hemen hemen tüm ileri teknoloji ve sanayi alanlarda, özellikle farmasötik ve iletişim alanlarında, gelişmiş durumdadır.
İstatistiklere bakıldığında 1970-2003 arasındaki dönem boyunca, İsveç'in yenilik sistemi OECD ülkeleri arasında patentlenmiş ürünlerin nüfus büyüklüğüyle ilişkisine göre hesaplanan teknolojik yenilik geliştirme sıralamasında ön sıralarda yer almaktadır. Patentleme kriterine bakıldığında, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve Japonya'yı geride bırakan İsveç, sadece İsviçre'nin arkasından ikinci sıradadır.
İsveç ekonomisi, bilgi yoğunluklu ve ihracat üzerine kurulu bir üretim sektörünü barındırır.
İsveç'in dünya çapında üne sahipçok sayıda sanatçısı bulunmaktadır. Bunlar arasında August Strindberg, Astrid Lindgren ve Nobel Ödülü sahipleri Selma Lagerlöf ve Harry Martinson yer almaktadır. Ülkenin toplamda yedi Nobel Edebiyat Ödülü bulunmaktadır (2010 itibarıyla). Yine ülkede doğmuş dünya çapında tanınan ressamlar arasında Carl Larsson ve Anders Zorn yer almaktadır. Ayrıca Tobias Sergel ve Carl Milles adlı heykeltıraşlar da heykel sanatında tanınırlığa sahiptir.
Ülkenin 20. yüzyıl kültür tarihinde, ilk verilen sinema eserleri arasında yer alan filmler önemli bir yer tutmaktadır. Bu ilk sinema örnekleri arasında Mauritz Stiller ve Victor Sjöström gibi ünlü İsveçli oyuncuların eserleri yer almaktadır. 1920'lerden 1980'lere kadarki dönemde film yapımcısı Ingmar Bergman; oyuncu Greta Garbo ve Ingrid Bergman uluslararası olarak geniş tanınırlık elde etti. Son yıllarda Lukas Moodysson ve Lasse Hallström gibi isimlerin filmleri de geniş bir izleyici kitlesine sahiptir.
1960'lar ve 1970'ler boyunca İsveç, "cinsel devrim" olarak anılan ve kadın-erkek eşitliğini savunan kültürel akımda da öncü bir görev üstlendi. Günümüzde İsveç'teki bekarların sayısı dünya standartlarına göre oldukça yüksektir. Eski bir İsveç filmi olan "I Am Curious (Yellow)" (1967), içerdiği sevişme sahnelerinin yanında cinselliğin liberal açısına değinmektedir. Bu tarz, o dönemden sonra "İsveç günahı" ("Swedish sin") olarak anılmaya başladı. İsveç ayrıca eşcinsellik konusunda da özgürlükçü bir tutuma sahiptir. Örneğin "Fucking Åmål" filminde küçük bir İsveç kenti olan Åmål'daki iki genç lezbiyenin hayatı aktarılmaktadır. İsveç'te hemcins çiftler, Mayıs 2009'da evlenme hakkına sahip oldular. Bunun yanı sıra hem yerli ortaklıklara hem de kayıtlı birlikteliklere izin verilmektedir. Her yaştan ve cinsiyetten birlikte yaşama (sammanboende) durumu ülke çapında yaygındır.
İsveç milliyetçiliği 20. yüzyıl ortalarına kadar devlet politikası olarak kuvvetle benimsenmiştir. Komşular ve denizaşırı ülkelerle yüzyıllarca sürdürülen savaşkan devlet politikası milliyetçi propagandayla birlikte yürümüş, İsveçlilerin köklü bir üstün ırk olduğu düşüncesi yaygın bir kabul durumuna getirilmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerle |
yaşanan işbirliği de toplumsal hafızada derin izler bırakmış, "üstün İsveçli" idesini güçlendirmiştir.
20. yüzyılın sonlarından itibaren yoğun göç alan İsveç'de yabancı düşmanlığı popüler kültürün bir parçası ve ırkçılık da en önemli suç etkenlerinden birisi haline gelmiştir.
İsveç mutfağı, görece yoksul bir malzeme çeşitliliği gösterir ve bu açıdan diğer İskandinav mutfaklarına benzer. Balık (özellikle ringa), et ve patates İsveç mutfağında önemli bir yere sahiptir. İsveç toprağında az yetiştiği için baharatlar görece çok az kullanılır. İsveç mutfağının zirvesi, geleneksel olarak et suyu ve haşlanmış patates ile sunulan İsveç köftesidir. İsveç'e özgü yiyecekler arasında köfte hariç en tanınmışları "Knäckebröd" (kuru, sert, peksimete benzeyen bir 'çıtır ekmek') ve "lingon"dur (yabani kızılcık reçeli). Yöresel yemeklerden "Surströmming" (Kuzey İsveç'e ait bir tür balık yemeği) ve Güney İsveç'te de yılanbalığı, örnek olarak verilebilir.
Akvavit, en yaygın damıtık içkidir.
İsveç yıllar boyunca film alanında oldukça başarılı olmuştur, birçok başarılı İsveçli Hollywood aktöründen söz edilebilir: Ingrid Bergman, Greta Garbo, Max von Sydow, Dolph Lundgren, Lena Olin, Stellan Skarsgård, Peter Stormare, Izabella Scorupco, Pernilla August, Ann-Margret, Anita Ekberg, Alexander Skarsgård, Harriet Andersson, Bibi Andersson, Ingrid Thulin, Malin Akerman ve Gunnar Björnstrand. Birçok yönetmen arasında uluslararası başarılı filmler yapan yönetmenlerden bahsedilebilir: Ingmar Bergman, Lukas Moodysson, ve Lasse Hallström.
İsveç'te faaliyet gösteren başlıca gazeteler, Dagens Nyheter, Expressen, Afton Bladet,Svenska Dagbladet'tir.
Ülkenin devlet televizyonu ise SVT'dir. SVT'nin SVT24 kanalında ise haber içerikli yayınlar yapılmaktadır.
Ülkenin en çok dinlenilen devlet radyoları ise P1, P2, P3, P4 ve P6 'dır. Bu radyolar da haber ve tartışma içerikli yayınlar yapılmakta ve ülkedeki yol durumları ile ilgili olarak güncel bilgileri dinleyiciler ile paylaşılmaktadır.
İsveç'te Hennes & Mauritz (işletme ismi H&M), Kappahl, Lindex,J. Lindeberg (işletme ismi JL), Acne, Gina Tricot, Tiger of Sweden, Odd Molly, Dagmar, Cheap Monday, Gant, Lexington, Svea, Resteröds, Nudie Jeans, WESC ve Filippa K gibi ünlü markaların genel merkezleri bulunmaktadır. Bu şirketler, bir başka deyişle moda firmaları, Avrupa ve Amerika'da büyük bir alıcı kitlesine sahiptir.
Spor örgütlerine ("föreningsstöd") büyük hükümet desteği sayesinde, spor etkinlikleri, nüfusun yaklaşık yarısının etkin olarak katıldığı ulusal bir hareket durumundadır. En çok izlenen iki spor dalı futbol ve buz hokeyi olup en önemli buz hokeyi oyuncuları arasında Mats Sundin, Peter Forsberg, Henrik Lundqvist, Markus Näslund, Daniel Sedin, Henrik Sedin, Daniel Alfredsson, Henrik Zetterberg ve Nicklas Lidström sayılabilir.
In "Encyclopædia Britannica". Encyclopædia Britannica Online.
Grönland
Grönland; Atlas Okyanusu'nun kuzeyinde, 2.166.086 km² ile kuzey kutbundaki en büyük buz örtüsüyle kaplı, Danimarka'ya bağlı özerk bölge.
Bu buz tabakası 3 km. kalınlığında ve tabanı da deniz düzeyinin altında bulunur. Adanın kuzeyinde Kuzey Buz Denizi (Arktik Deniz), güneydoğusunda İzlanda, batısında Kanada'nın Ellesmere Adası ve Baffin Körfezi yer alır.
Grönland, yüzölçümü açısından dünyanın en büyük adası konumundadır. Adanın % 81'i buzullarla kaplıdır.
Grönland'da yaşayan nüfus 57.500 civarındadır. Nüfusun büyük kesimi batı kıyısındaki küçük kasabalarda yaşar.
Grönlandlılar, hem Kalaallit (Grönland İnuitleri), hem İskandinavya kökenlerini taşımaktadırlar ve Grönlandça (Greenlandic=Kalaallisut) dilini konuşurlar. Adanın iki önemli şehri; başkent Godthab (Nuuk) ile Godhavn'dır.
Ortalama sıcaklığın -7C olmasına karşın iklim kuru ve güneşlidir. Kışlar soğuktur ve buzlu bölgelerde sıcaklık yazın bile donma noktasının altındadır.
900 yılında Gunnbjorn Ulfsson Grönland'ı keşfetmiştir. 986 yılında ise Kızıl Erik, Grönland'da bir Viking sömürgesi kurdu. 1985 yılında AB'den ayrılmıştır.
Grönland Adası, adanın yerli halkı Kalaallit dilinde: "Kalaallit Nunaat", anlamı "Kalaallit'lerin ülkesi" demektir. Ayrıca, Danca olarak bakıldığında ise Grønland sözcüğü ise, "Yeşil Ülke" anlamına gelmektedir.
Atlas Okyanusu'nda bulunan Grönland, Kuzey Amerika kıtasına bitişik olmakla birlikte tarihsel olarak Avrupa ile bağları daha fazladır. Her ne kadar geniş özerklikleri olsa da, Danimarka Kraliyet Birliği'nin bir parçasıdır.
Danimarka'ya bağlı olarak 1973 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu'na dahil olan Grönland, 23 Şubat 1983 tarihinde yapmış olduğu bir halk oylaması sonucunda AET'den ayrılma kararı alır ve gelişmelerin ardından 1 Şubat 1985'de Grönland kendi isteğiyle topluluktan ayrılır; halen Avrupa Birliği'nin dışındadır.
Grönland Kronu, Grönland'da gelecekte kullanılması düşünülen para birimidir. Günümüzde Danimarka kronu kullanılmaktadır.
Mayıs 2007'de Danimarka'da çıkan yasaya göre Grönland'a Danimarka kronunun Grönland versiyonunun basılmasına izin verildi.
Yargıtay (Türkiye)
Yargıtay, Türkiye'nin altı yüksek yargı organından birisidir. Adli yargı ilk derece mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir.
II. Mahmut tarafından 1837 yılında Meclisi Vâlây-ı Ahkâmı Adliye adında ve günümüz Danıştay’ı ile Yargıtay’ının temelleri olan bir yüksek mahkeme kurulmuş; daha sonra 1868 yılında Sultan Abdülaziz döneminde bu yüksek mahkeme (Meclisi Vâlây-ı Ahkâmı Adliye) ikiye ayrılarak Şuray-ı Devlet adıyla Danıştay ve Meclisi Ahkâmı Adliye adıyla Yargıtay kurulmuş; böylelikle, yargı ve yürütme birbirinden ayrılmıştır. Bu iki yargı organından Şura'yı Devlet'e hem kanun tasarılarını hazırlama hem de idarî uyuşmazlıklara çözüm getirme şeklinde hem "kanun tasarı hazırlama" hem "yargı" görevi olarak iki görev verilmişken, Divanı Ahkâmı Adliye'ye ise yalnızca "yargı" görevi verilmiştir.
Kurtuluş Savaşı'nın başlamasıyla kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetince 1920 yılında Sivas'ta "Muvakkat Temyiz Heyeti" adıyla kuruldu. Cumhuriyet'in ilanı ile beraber, 1924 yılında bu mahkemenin adı "Temyiz Mahkemesi" olarak değiştirilerek Eskişehir'e taşındı.
1924 yılında kabul edilen Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun adı 10 Ocak 1945 tarihinde "Anayasa" olarak değişirilirken, Eskişehir'de bulunan temyiz mahkemesinin adı da "Yargıtay" olarak değiştirildi.
2011 yılında Yargıtay'ın daire sayısı 32'den 38'e, üye sayısıysa 250'den 387'ye çıkarılmıştır. 2014 yılında daire ve üye sayıları tekrar arttırılarak daire sayısı 46 üye sayısıysa 516 yapılmıştır. 2016 yılı itibarıyla Yargıtay'ın daire sayısı 44, üye sayısıysa 310'dur.
Hülya Avşar
Hülya Avşar (d. 10 Ekim 1963, Balıkesir), Kürt asıllı Türk oyuncu, şarkıcı ve sunucu.
Emral ve Celal (Ello) Avşar'ın ilk çocuğu olarak Edremit-Balıkesir'de dünyaya geldi. Ailesi tarafından Kürtçe "malakan curri" diye çağrılırdı. Bu söz "sarışın" anlamına gelmektedir. Anne tarafından Balıkesirli olan Avşar'ın baba tarafı Hasköy, Ardahanlıdır. Hülya Avşar, Avşar-Pirebat Kürt aşiretine mensuptur. Babası Celal Kürt ve annesi Emral ise Türk kökenli bir aileye mensuptur.
Bulvar Gazetesi'nin düzenlediği Kâinat Güzellik Yarışması'nda birinci seçildi (1982), fakat evlendiği ortaya çıkınca tacı geri alındı. 1983 yılı Avşar'ın yaşamında dönüm noktasıydı. Fikret Hakan ve Salih Güney ile başrolü paylaştığı "Haram" filmi ile kariyerine başladı.
Kariyerine müzik eğitimi aldıktan sonra müzikaller, altı albüm ve bir single ile devam etti. 1995 yılının son günlerinde yayınladığı "Yarası Saklım" adlı albümüyle döneme damgasını vurdu. ""Bu Gece Uzun Olacak"" adlı parçası, şarkının çıkış klibiydi. Klip, Hülya Avşar'ın popo sallama sahnesi başta olmak üzere daha pek çok sahnesi ile bir kült haline geldi. Klip, feministlerin tepkisini topladı, ancak ikinci klip ""Yürü Ya Kulum"" oldukça feminist ve erkek karşıtı bir klip oldu. Albümden üçüncü klip bir Suat Suna şarkısı olan ""Sensiz Kaldım"" parçasına çekildi. Şarkı oldukça beğenildi ve pek çok kişi tarafından Avşar'ın söylediği en iyi şarkı olarak görüldü. Hülya Avşar artık 90'ların en çok konuşulan isimlerden biri haline gelmişti.
1998 yılında yayınladığı "Hayat Böyle" albümüyle müzik sahnesindeki yerini sağlamlaştırdı. ""Aradın Mı"" adlı Serdar Ortaç parçasıyla o yıl her yerde dinlendi. Şarkının klibinin de beğenilmesi üzerine, ""Aradın Mı"", Hülya Avşar'ın ""Bu Gece Uzun Olacak""tan sonra en çok bilinen şarkısı oldu. Albümden ikinci klip ""Ah Be Güzelim"" parçasına çekildi. Sanatçı, bu şarkıyla da başarı sağladı.
2000 yılında Kral TV tarafından düzenlenen yılın müzik ödüllerinde en iyi kadın şarkıcı ödülüne layık görüldü.
Hülya Avşar, "Günaydın"'da köşe yazarlığı yaptıktan sonra, Show TV'de "Hülya Avşar Show"'u yaptı. Medyapım tarafından talk show formatında yayınlanan programının yönetmenliğini Birkan Uz ve Uğur Aksay yaptı. "Avşar Show" aynı zamanda Türkiye'de ilk defa Uğur Aksay tarafından uygulanan 16/9 mm sinematografik formattaki dijital rejili seti ile çekilen show programı olma özelliğini taşımaktadır. Avşar, TV şovuyla aynı anda sergilediği tek kişilik tiyatro oyunundan başka, reklam filmlerinde oynadı ve hâlâ "Hülya" adlı aylık derginin editörlüğünü yapmaktadır.
2001 yılında kendi adını taşıyan Hülya Avşar by H markasını kurmuştur. Kendisinin de üzerinden çıkarmadığı siyah-beyaz düz basic t-shirtler web sitesi www.byh.com.tr üzerinden satışa sunulmaktadır.
Spora ve tenise tutkunluğuyla bilinen Avşar'ın 2001 yılından bu yana kendi adını taşıyan Hülya Cup tenis turnuvası düzenleyerek buradan elde ettiği gelirle eğitime destek vererek çocuklara burs ve tenis imkanı kazandırmaktadır.
İlk evliliğini 1979'da Mehmet Tecirli ile yaptı ve iki yıl evli kaldı. Kaya Çilingiroğlu ile olan evliliğinden Zehra (1998) isminde bir kız çocuğu sahibidir. Çift, 2005 yılında boşandı. Kendisi sıkı bir Beşiktaş taraftarıdır. Kaya Çilingiroğlu'ndan boşandıktan sonra bir süre iş adamı Sadettin Saran ile beraber olmuştur. Annesi Emral Avşar, 6 Şubat 2009'da kanserden hayatını kaybetm |
iştir. 24-25 Ağustos 2009 tarihlerinde "Milliyet"'te yayımlanan röportajında Kürt açılımını hakkında görüşlerini bildirmesiyle hakkında Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından "Halkı kin, nefret ve düşmanlığa tahrik ettiği" gerekçesiyle soruşturma açıldı. Soruşturmayı yürüten savcı, Avşar hakkında takipsizlik kararı verdi.
Adilcevaz
Adilcevaz diğer ismi elcevaz, Bitlis iline bağlı, Van Gölü'nün kıyısında kalan bir ilçedir.
Kentin adı Arapça "Zatülcevz" sözcüğünden türemiştir. Bu isim ilk olarak MS 890 dolaylarında burada kurulan bir Arap/İslam beyliğinin adı olarak görülür. Kentin daha eski olan esas adı "Artske" veya "Artsike"dir. Bu isim muhtemelen Urartu dilindedir.
Adilcevaz'ın tarihi oldukça eskiye inmektedir. Bölgede öncelikle Urartular yerleşmiş, daha sonra Asurlular, Persler (MÖ 700), Makedonyalılar (330) buraya egemen olmuşlardır. MS 700 yıllarında Arap akınları buraya yoğunlaşmış, sonraki yıllarda bölge Araplar ile Bizanslılar arasında sürekli savaşlara sahne olmuş ve her iki toplum arasında zaman zaman el değiştirmiştir. Malazgirt Savaşından (1071) sonra da yörede Türklerin egemenliği başlamıştır. Yavuz Sultan Selim'in çaldıran Savaşından (1514) sonra da Osmanlı topraklarına katılmıştır. 1514 yılında Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Tarihinde sancak beyliği de yapmış olan ilçe 1930'lu yıllara kadar Van'ın bir ilçesi iken daha sonra alınan kararla Bitlis'e bağlanmıştır. İlçe Türk ve Türkmen nüfusunun ağırlıklı olduğu bir ilçedir.
İl merkezine 90 kilometre uzaklıktadır.
İlçenin kuzeyinde Urartular'a ait bugün "Kef Kalesi" adıyla anılan bir kale vardır. Ermeniler döneminde de kent Artske adıyla anılmış ve "Pznunik" vilayetinin başlıca kenti olmuştur. Etrafı sıra dağlarla çevrili olan Adilcevaz'ın güney cephesi ise Van Gölü'ne bakmaktadır. Ulaşım ilçenin yine düz ve engebesiz olan güney kısmından, Van Gölüne paralel olarak batıda Ahlat ilçesine doğuda ise Erçiş ilçelerine bağlamaktadır.
İklim ise Van Gölü'nün ılımanlaştırıcı etkisine bağlı olarak diğer Doğu Anadolu kentleri ve ilçelerine nazaran daha yumuşaktır. Ancak yine bulunduğu bölgenin iklim özelliklerini büyük ölçüde yansıtmaktadır. Karasal bir iklim özelliğine sahip olduğundan kışın soğuk, yazın ise sıcaklık fazladır. Yaz ve kış arasında sıcaklık farkı oldukça fazladır.
İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 1 belde, 28 köy ve 8 mahalleden oluşmaktadır. Aşağıda şemada görüldüğü gibi zamanla özellikle 2000'li yıllardan sonra şehir nüfusu hızla düşmüş kır nüfusu ise çok olmamakla birlikte son döneme kadar artmıştır.
Türk kültür gelenek ve görenekleri yaşanmaktadır. Adilcevaz'da Ekim ayının ilk haftasında geleneksel olarak "Ceviz Festivali" düzenlenir. Çeşitli etkinliklerle beraber ceviz ağası seçimi yapılır. Bunların yanı sıra güreş, plaj voleybolu, futbol vb. dallarda ilçe yavaşta olsa ilerlemeler kaydetmiştir.
İlçede yaklaşık olarak 30.500 adet ceviz ağacı bulunmaktadır. Yıllık fidan üretimi 10.000 adettir. Adilcevaz'da üretimi yapılan ceviz, dünya düzeyinde dereceye girmiştir. Bu cevizin kendine has bazı özellikleri mevcuttur. Van Gölüne en uzun kıyı şeridi olan ilçe olması bakımından turizm için avantajlara sahip olsa da bunu pek kullanamamaktır. Turizm bakımından Türkiye'nin en çok tarihi eser ve çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapan bir yerde olması yeterli reklam yapılamaması bakımından turizm gelirlerinden Adilcevaz'ı mahrum bırakmıştır diyebiliriz.
http://www.adilcevaz.gov.tr/
Akdeniz Bölgesi
Akdeniz Bölgesi, Türkiye’nin yedi coğrafi bölgesinden biridir. Anadolu’nun güneyinde Akdeniz kıyısı boyunca uzanır. Genişliği 120–180 km arasında değişir. Batı ve kuzey batısında Ege Bölgesi, kuzeyinde İç Anadolu Bölgesi, doğusunda Güneydoğu Anadolu Bölgesi, güneyinde ise Akdeniz bulunur. Güneydoğudan Suriye ile komşudur.
Türkiye’nin başka bölgelerinde olduğu gibi Akdeniz Bölgesi’nde de bölge sınırları ile yönetim birimleri olan illerin sınırları tümüyle çakışmaz.
Adını güneyindeki denizden alan Akdeniz Bölgesi, kuzey batıda Ege Bölgesi, kuzeyde İç Anadolu Bölgesi, kuzeydoğuda Doğu Anadolu Bölgesi ve doğuda Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile komşudur.
Kıyı uzunluğu doğuda Suriye sınırından batıda Marmaris'e kadar 1542 kilometredir
Akdeniz bölgesinin arazi yapısı oldukça dağlık ve engebelidir. Bölgenin yeryüzü şekillerinin ana çizgilerini Toros Dağları belirler. Antalya Körfezi’nin iki yanında yer alan Batı Toroslar, Kuzeyde Göller Yöresinde birbirine yaklaşıp sıkışır. Teke Yarımadası'nın batısında beliren Batı Toroslar, Taşeli Platosu'na kadar uzanır.
Genellikle kalker ve ofiyolitli kayalarından oluşan bu dağlar kırıklı ve kıvrımlı bir yapı gösterir. Batı Torosların en yüksek noktası Bey Dağlarındaki 3096 m’lik Kızlar Sivrisi Tepesidir. Göller Yöresi’nin kalker oluşumu, sarp dağlarının ortalama yüksekliği 2000–2005 m arasındadır. Yüksek kütleler arasında Avlan, Gördes, Söğüt gibi karstik kökenli çanak biçimli çukur alanlar vardır.
Bu kesim aynı zamanda düden, obruk, mağara, yer altı dereleri, suyutan ve voklüz kaynakları gibi karstik şekiller bakımından da zengindir.
Türkiye’nin, Beyşehir ve Eğridir gibi büyük tatlı su gölleri buradadır. Batı Toroslar, dik eğimli yamaçlarından inen bol sulu akarsular tarafından parçalanmış ve genellikle boylamasına uzanan derin vadiler ortaya çıkmıştır.
Orta Toroslar, güney batıdaki Taşeli platosu ile kuzey doğudaki Uzun Yayla arasında uzanır. Bu kesimdeki başlıca yüksek kütleler batıdan doğuya doğru Bolkar Dağları, Aydos Dağları, Aladağlar, Tahtalı Dağları ve Binboğa Dağlarıdır.
Orta Toroslar'ın en yüksek noktası Ala Dağlar’da 3756 m’ye yetişen Demirkazık Tepesidir. Orta Toroslar Uzunyayla’da 1500m yüksekliğindeki bir platoya dönüşür. Orta Toroslar kuzey-güney doğrultusunda akan bol sulu akarsular tarafından parçalanmıştır. Göksu, 130 km uzunluğundaki Limonlu Çayı, Tarsus çayı bunların başlıcalarıdır. Bu akarsular kalker oluşumlu dağlar arasında, derinliği 1000m’yi bulan vadiler açar ve yörenin yüzey şekillerinin sert bir görünüm almasına neden olur.
Nur Dağları, Toroslar dağ sisteminin en güneyindeki bölümünü oluşturur ve İskenderun Körfezinin doğusunda dik bir duvar gibi yükselir. Bu dağların, Güneydoğu Torosların başlangıcı olan Ahır Dağlarına yaklaştığı noktada yükseltisi Düziçi İlçesinin kuzeyinde Düldül Tepesi 2200 m. Osmaniye'nin Güneydoğusunda Daz Tepesi 2200 m. Dörtyol'un doğusunda Mıgır Tepesi 2243 m.yüksekliğindedir.
Lübnan topraklarından doğarak kuzeye doğru akan ve Antakya yakınlarında dik bir açıyla batıya dönen Asi Nehri, Amik Ovasının Güneybatı ucunda, geniş tabanlı bir vadiden geçer ve Samandağı yakınlarında Akdeniz'e dökülür.
Çukurova, doğuda Amanos Dağları, batıda ise Orta Toroslar'la sınırlanır. Bu geniş düzlük batıda Seyhan doğuda Ceyhan ırmaklarının taşıdığı alüvyonlarla oluşmuş büyük bir delta ovasıdır. Çukurova’nın kuzey kesimleri bu iki ırmağın kolları ile yeryer parçalanmış bir plato görünümündedir; buna karşılık güneyde tekdüze bir hal alır. Bölgedeki en önemli akarsular doğudan batıya doğru sırasıyla Asi, Ceyhan ve Seyhan ırmakları ile Göksu, Köprü Suyu, Aksu, Eşem ve Dalaman çaylarıdır.
Başlıca doğal göller Beyşehir, Eğirdir, Burdur ve Suğla gölleridir. Kıyılarda ise irili ufaklı birçok lagün vardır. En önemli yapay göller ise Seyhan , Çatalan, Aslantaş ve Menzelet baraj gölleridir.
Akdeniz kıyıları genellikle, az girintili çıkıntılı olması ve geniş yaylar çizmesi bakımından Karadeniz kıyılarına benzer; kıyı sahanlıklarına da pek rastlanmaz. Bölgenin en batı kesiminde ise dağlar kıyıya dik uzandığı için, burada Ege kıyılarına benzeyen daha girintili çıkıntılı bir kıyı tipi vardır. Bu kıyıların, yakın zamanlardaki bir deniz düzeyi yükselmesi sonucu oluştuğu sanılmaktadır. Engebeli kıyının içine sokulmuş küçük koylar, adalar ve yarımadalar bu yükselme nedeniyle ortaya çıkmıştır.
Akdeniz, Ege bölgesi kıyıları ve Marmara Denizi çevresinde Akdeniz İklimi görülür. Bu iklimde yazlar sıcak ve kuraktır. Kışlar ise ılık ve yağışlıdır ,yaz ve kış mevsimindeki yağış miktarı arasında, büyük bir fark bulunmaz.İç kesimlere doğru karasal iklim görülür.
Dağların denize bakan yamaçlarında makilikler ve yer yer yüksek ormanlar kaplı ve arkalarında çukur alanlar ise karasal etkilerin arttığı bir iklim tipine rastlanır. Yine de Akdeniz’in etkisi nedeniyle bu kesimlerdeki iklim, İç Anadolu’daki kadar şiddetli karasal özellikler taşımaz. En sıcak ay ortalaması kıyılardaki 27-28 °C, iç kısımlar 23-25 °C dir; en soğuk ay ortalaması ise kıyıda 10 °C dolayında iken iç kısımlarda 1,5-2 °C kadar iner. Benzer biçimde, yıllık ortalama sıcaklık kıyılarda 18-20 °C, iç kısımlarda ise 12-14 °C kadardır. Yine Türkiye'nin ortalama sıcaklıgı en yüksek noktası da buradadır Mersin kent merkezinin ortama sıcakklığı yıllık 22 °C dir. Bu sayede turizm gelişmiştir. Turizm bölgenin önemli geçim kaynaklarındandır. Aynı zamanda iklim şartları nedeniyle bitki örtüsü makidir ve aynı zamanda yazları sıcak ve kurak kışları ise ılık ve yağışlı geçer.
Yine de bu bölgede ortalama derece yazları 18°-30° derece kışları ise ortalama 8°-10° derece arasında yer alır.
Bitki örtüsü maki, defne, keçiboynuzu, zeytin gibi bodur ve kısa ağaçlardan oluşur. Ancak bu ağaçlar orman ağaçlarına nispeten sıcağa ve soğuğa daha dayanıklıdır.
Akdeniz Bölgesi sınırları içerisindeki iller şunlardır:
2007 nüfus sayımı sonuçlarına göre Akdeniz Bölgesi'nin nüfusu yaklaşık olarak 8,9 milyondur. Akdeniz Bölgesi kıyı bölgelerimize göre daha az nüfusludur. Nüfus yoğunluğunun en az olduğu yerler Teke ve Taşeli Platosu ile dağlık alanlardır. Akdeniz Bölgesi sulak ve kurak olmayan bir bölge olduğundan nüfus dağınıktır.
Bölgenin kıyı kesimindeki elverişli iklim koşulları, doğal güzellikler ve tarihi zenginlikler turizmin gelişmesini sağlamıştır. Özellikle Antalya Bölümü’nde turizm gelişmiştir. Antalya, Alanya, Side, Kaş, Kalkan bu bölümde deniz turizminin geliştiği merkezlerdir. Akdeniz medeniyetini simgeleyen Olimpus, Patara gibi tarihi şehir kalıntıları önemli turistik çekiciliklerdir. Bölgede geniş |
alan kaplayan karstik şekiller, özellikle Damlataş ve İnsuyu ile Cennet – Cehennem doğa harikasıdır. Pek çok milli park ile uluslararası yarışma ve festivallere duyulan aşırı ilgi bölge turizminin gelişmesine katkıda bulunmaktadır.
Gelgit
Gelgit veya med cezir, bir gök cisminin başka bir gök cismine uyguladığı kütle çekimi nedeniyle her iki cisimde meydana gelen şekil bozulmaları. En çok bilineni, her bir ay gününde Ay ve Güneş'in göreli konumlarındaki değişmeler sonucu kütle çekimlerinde meydana gelen farklılıklar nedeniyle deniz seviyesindeki yükselme ve alçalmalardır.
Galileo 1632'de yayımladığı "Gelgit Üzerine Diyalog" "(Dialogue Concerning the Two Chief World Systems-Dialogue on the Tides)" kitabında gelgit için "Denizdeki suların, Dünya'nın Güneş etrafında dönmesi sonucu savrulmasıdır." diyerek yanılgıya düşmüştür. Gelgitin kütleçekim kuvveti sonucu oluştuğu 1687'de Newton'ın "Principia" eserinde açıklanmıştır. 18.yüzyılda su yüksekliğini hesaplayacak tablolar geliştirilmiştir. Günümüzde ise su yüksekliği, akıntılar gelgitin oluşacağı zaman bilgisayarlarla hesaplanmaktadır.
Ay yerküre etrafında dönerken yerkürenin bir yüzü Ay'a daima daha yakındır. Bu durumda Ay'a yakın yerdeki sular ay tarafından kendine doğru çekilirler. Bu arada kabaran suların arkasında bulunan boşlukları yanlardan gelen sular doldurur. Böylece Dünya’nın Ay'a bakan yüzeyinde sular yükselirken, diğer yerlerde alçalır. Bu yükselme ve alçalma birbirini devamlı izler.
Dünya yüzeyinde Ay’ın (veya Güneş’in) çekim alanı farkı, gelgit oluşturan güç olarak bilinir. Bu gelgit hareketini oluşturan temel mekanizmadır ve günde iki yüksek gelgite neden olan iki eşit-potansiyel gelgit tümseğini açıklamaktadır.
Gelgit olayını etkileyen bir diğer faktörde güneştir. Ay, Dünya ile Güneş arasındayken güneş etkisi çok; Ay Güneşe göre 90 derece farklı tarafta ise güneş etkisi azdır. Gelgit olayı ilk ve ikinci dördün evrelerinde en düşük, yeni ay ve dolunay evrelerinde en büyük değeri alır. Bir yerde sular kabarırken Ay, o yer için gökyüzünün en yüksek noktasındadır.
Herhangi bir yerde gelgit olayı her gün aynı saatte olmaz. Bir önceki günden 50 dakika daha geç oluşur. Buna Liman Gecikmesi denir.Nedeni ise Güneş günü ile Ay günü arasındaki 50 dakikalık farktır.Bir meridyen Ayın karşısına geldikten sonra dünya dönerek aynı alana 24 saatte gelir, fakat bu sırada Ay dünya çevresindeki yörüngesinde döndüğü için biraz ilerlemişdir, 50 dakika sonra meridyen yeniden ay karşısına gelir.Böylece Ay günü 24saat 50 dakika olur.
Gelgit olayındaki sürtünmelerden dolayı yerkürenin kendi etrafındaki dönme hızı azalır. Böylece günler yavaş yavaş uzar. Gelgit olayındaki sürtünme Dünya’nın dönme hızında yavaşlamaya neden olurken, Ay'ın da her yüzyıl Dünya’dan 3,8 cm uzaklaşmasına neden olur.
Kurumsal çalışmalar ve gözlemler, kabarma ve alçalmaların sıfır olduğu noktaların bulunduğunu ortaya çıkarmıştır; kabarma ve alçalmalar bu noktalar çevresinde (saat yönünde ya da ters yönde) döner. Akdeniz, Karadeniz ve Baltık Denizi gibi, neredeyse tamamen kapalı denizlerde, doğrudan yerel gelgit kuvvetlerinin etkisiyle bir duran dalga oluşur. Bu denizlerde gelgit genliği oldukça küçüktür (santimetre ölçeğindedir). Açık okyanuslarda genellikle bir metreden azdır. Körfezlerde ve bunlara bitişik denizlerde genlik çok daha büyük olabilir. Çünkü gelgit dalgası kıta sahanlığının sığ sularına girince, ilerleme hızı yavaşlar ve enerji küçük bir hacimde biriktiği için gelgit yükselme ve alçalmaları büyük boyutlara ulaşabilir.
1-Günlük gelgit (diurnal tide)
2-Yarı-günlük gelgit (semi-diurnal tide)
3-Karışık gelgit (mixed tide)
Günlük gelgit; genelde tropik bölgelerde görülen, bir Ay gününde bir yükselme ve bir alçalma şeklinde oluşan gelgit türüdür.
Yarı-günlük gelgit; genellikle Kuzey Avrupa kıyılarında görülen, iki yükselme ve iki alçalma şeklinde oluşan gelgit olayıdır.
Karışık gelgit ise; genellikle Kuzey Amerika kıyıları ve Avustralya kıyılarında görülen, iki yükselme ve iki alçalma ile bütünleşik şekilde oluşan gelgit olayına verilen isimdir.
Gelgit değişiklikleri değişen süreler boyunca hareketler birbirini etkiler. Bu etkilere gelgit bileşenleri denir. Birincil bileşenler Dünya'nın dönme, Ay ve Dünya'nın ekvator üzerinde, Ay'ın yükseklik (kot değişimleri) ve Güneş bağlı konumlarıdır. Bunlar, yarısından daha az bir gün süre ile Varyasyonlarıdır yani harmonik bileşenleri denir. Bunun tersine is;, gün, ay veya yıl döngüleri olarak adlandırılır. Ve bu bileşenlere de uzun süreli bileşenler denir. Gelgit kuvvetleri , tüm dünyayı etkiler, ancak bu etkileme çok azdır. Bunun sebebi ise katı Dünya'nın hareketi sadece birkaç santimetre olduğu içindir.
Gelgit hareketlerinin enerjiye dönüştürülme fikri 11. yüzyıla kadar dayanır. O zamanlar, değirmenciler tahıl öğütürken gelgit hareketlerinden faydalanırlardı, şimdi ise; gelgit hareketlerinden doğan enerji, gelişmiş makineler vasıtasıyla elektrik enerjisine dönüştürülmektedir. Diğer bir deyişle Gel-git ve akıntı enerjisi, gelgit veya okyanus akıntısı nedeniyle yer değiştiren su kütlelerinin sahip olduğu kinetik veya potansiyel enerjinin elektrik enerjisine dönüştürülmesidir. Bilim adamları bu güçten yararlanarak suyun yükselmesiyle gelen akıntıdan ve yine alçalmasından meydana gelen ters yöndeki akıntıdan yararlanmışlar ve çok büyük kapasiteli elektrik jeneratörleri kurmuşlardır.
Okyanuslarda henüz kullanılmamış ve maliyetli bir enerji türü olan gelgit enerjisi ile suyun kabarması ve inmesi şeklinde gelişen gelgit hareketi süresince suyun hareket enerjisinin kullanılması mümkündür. Gelgit enerjisinin %8–25'i faydalı hale dönüştürülebilir.
Gelgit enerjisinden yararlanmak için sahillerin okyanusa açık olması gerekmektedir. Bu nedenle, gelgit enerjisi Türkiye açısından uygun olmamaktadır. Gelgit hareketlerinden elektrik üretmek için, alçalan ve yükselen gelgit arasındaki farkın en az beş metre olması gerekmektedir. Yeryüzünde bu büyüklükte gelgitlerin bulunduğu yaklaşık kırk bölge vardır.
Körfezler, gelgit enerjisi üretmek için en ideal bölgeleri teşkil etmektedir. Mühendisler gelgitlerden enerji elde etmek için bir halice veya körfeze boydan boya baraj veya barikat kurarak gelgitleri sıkıştırmış ve gelgit barajın diğer tarafında yeterli su seviye farkını ürettiğinde geçitler açılmış, su türbinlere doğru akmış ve türbinler elektrik jeneratörleri vasıtasıyla elektrik üretmiştir.
Bir diğer gelgit teknolojisi olarak da gelgit çitleri tasarlanmıştır. Gelgit çitleri, dev turnikeleri andırmaktadır. Bu turnikeler gelgitler olduğunda dönerek enerji üretmektedir. Henüz dünyanın hiçbir yerinde gelişmiş gelgit çitleri yoktur. Ancak Filipinler'de bu teknoloji için planlar yapılmaktadır.
Gelgit enerjisinden yararlanmak için tasarlanan bir diğer yöntem ise; suyun altına yerleştirilecek gelgit turbinleridir. Avrupa Birliği yetkilileri Avrupa’da bu iş için uygun 106 bölge tespit etmişlerdir. Ayrıca Filipinler, Endonezya, Çin ve Japonya’da gelecekte geliştirilebilecek su altı turbini alanlarına sahiptirler. Gelgit enerjisinden, Rusya ve Fransa gibi ülkelerde, 400 kilo watt’tan 240 milyon watt’a varan kapasitelerde yararlanmak istemişlerdir. Hesaplamalara göre yeryüzündeki okyanuslardaki gelgit hareketleri her gün devamlı olarak 3 bin milyar kilo watt enerjinin yüzde 2’sinin ( toplam 60 milyar watt ) elektrik enerjisine dönüştürülebileceği tahmin edilmektedir.
Bilinen en büyük gelgit Kanada'daki Fundy Körfezi içinde oluşur; burada 21 metre yüksekliğe kadar kabarmalar gözlenmiştir. Fundy Körfezi'nde denizin altı saatlik yükselişi sırasında kara, 100 milyar ton su ile dolar. (Bu miktar dünyadaki tüm nehirlerin toplam su miktarına yakındır.)
Pozantı
Pozantı, Adana iline bağlı bir ilçedir.
Tarihi boyunca Pozantı’ya çeşitli milletler tarafından değişik isimler verilmiştir. Pozantı’nın ilk çağlarda adı Pendonsis veya Pendosis]idi. Araplar El Bedendum demişler, Türkler de Bozantı ismini vermişlerdir.
Gülek Boğazı yolu birçok milletin konup göçtüğü Pendonsis şehri kalıntıları üzerine kurulmuş, tarihi boyunca coğrafi konumundan dolayı önemli bir konak yeri olmuştur.
Pozantı ve çevresi Hititlerin, Perslerin, İskender’in, Roma ve Bizans İmparatorluğunun idaresinde kaldıktan sonra, Abbasiler devrinde bilhassa Halife Harun Reşit zamanında bu bölgeye çok sayıda Türk aşiret ve boyu yerleştirildi. 1015 tarihinden itibaren Anadolu’ya başlayan Türk akınları buralara kadar uzandı. 1071 Malazgirt zaferinden sonra Türk toprağı oldu. Haçlı seferleri sırasında yeniden Bizansların eline geçen Pozantı daha sonra Kilikya Ermeni Krallığı ve Memlüklere bağlı Ramazanoğullarının eline geçtikten sonra Yavuz Sultan Selim’in 1517 seferi ile Osmanlı topraklarına katıldı.
Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalanmasından sonra Anadolu, işgal güçlerinin istilasına uğramakla Pozantı’da Fransızların işgaline maruz kalmıştır. 25 Mayıs 1920'de Pozantı düşman işgalinden kurtarılmıştır.
Bu esnada Adana da Fransızların işgali altındaydı. İl merkezi 5 Ağustos 1920 Pozantı kongresinden sonra, Pozantı’ya taşındı. 1954 yılına kadar bucak olan Pozantı bu tarihte ilçe olmuştur.
Pozantı, Çukurova Bölgesini ve Akdeniz kıyılarını İç Anadolu’ya bağlayan en kolay ulaşım yolu üzerinde bulunmaktadır. Sözü edilen ulaşım kolaylığı aynı zamanda turizmin Pozantı’dan geçerek bir taraftan İç Anadolu’ya (Kapadokya, Ihlara Vadisi, Konya, Ankara, Kayseri) diğer taraftan Akdeniz Bölgesi (Adana, Mersin, Osmaniye, Gaziantep, Kahramanmaraş, Hatay) ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinin (Şanlıurfa, Diyarbakırr, Mardin) ulaşımını sağlamaktadır. Bölgede Aladağ Milli Parkı ve Demirkazık zirvesi,
Çiftehan kaplıcaları, Ulukışla Karagöl ile Bolkar dağları özellikle yazın turizmin yoğunlaştığı alanlardır. Bu alanlara giden insanlar Pozantı’da konaklayarak günübirlik gidip gelebilmektedir. Günübirlik konaklama giderek yaygınlaşmaktadır. Halihazırda bu kişilere ilçede konaklama dışında diğer turizm imkanları (organizasyon, turlar, turistik eşya satışı, alışveriş mekanları vb) sunulamamaktadır.
Pozantı'nın 21 mahallesinin |
5'i merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 11.305 kişi (% 58,8) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 42,4 km uzaklıktaki Çamlıbel'dir. Merkez mahalleleri dışında nüfusu en fazla olan mahalle, 1.542 kişi ile Kamışlı'dır. Pozantı'nın nüfusu 2017 yılında % 0,76 azalmıştır.
Pozantı ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı, rakımı ve nüfusu
* Km, Cumhuriyet Mahallesi'nde bulunan kaymakamlığa olan uzaklıktır.
İlçe merkezinde bulunan tek tarihi eser, 1919 yılında kolordu komutanı Ahmet Cemal Paşa tarafından yaptırılan Cemal Paşa camii ve çeşmesidir. Bu camii sonradan onarılmıştır. Bugün ise bazı dini günlerde artan cemaata cevap verebilmesi için bir kat daha yükseltilmiş ve üzeri kubbeler ile örtülmüştür.
İlçe sınırları içerisindeki eski ve yeni Anahşa kaleleri Tekir tabyaları vardır. 1671 tarihinde Gülek’in girişindeki tarihi Anahşa kalesini gören Evliya Çelebi, orasının mamur bir kale olduğunu yazmaktadır. Araplar, Hüsnüs-Sekabile derdi.
Eski Konacık 4 km doğusundaki yalçın bir dönemecin gediği üzerine kurulu Anahşa kalesi de birkaç kez onarılmıştır. Tekir tepesini iki yönden kontrol altında tutan bugünkü E-90 karayolu kenarında üst kısmı yıkılmış, toprak altındaki bölümleri sağlam olan bir ara bölümünde bulunduğu Tekir tabyaları ise Mısırlı İbrahim Paşa zamanından kalmadır (19. yy başları). Aşçıbekirli köyü yakınlarındaki Fenese harabelerinin ise Bizans devrine ait bir şehir kalıntısı olduğu sanılmaktadır. Şeker pınarındaki tarihi taş köprü (Ak köprü) Ekim 1981'de meydana gelen sel taşkını sırasında yıkılmıştır. Bu köprünün tarihi hakkında kitabesinin kaybolması nedeniyle kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak köprü eski yapısal özellikleri bozulmadan tekrar onarılmıştır. Kamışlı köyü sınırlarında bulunan Ören ve Asar yaylarının da eski birer şehir kalıntısı olduğu söylenmektedir. Bu da topraktan çıkan eskiye ait kalıntılar ve künkle (taş boru) su yolu bozuntusu ile eski su yolu deposu bozuntularından anlaşılmaktadır.
Eylül 2016'da, FETÖ'ye yardım ve destek verdiği gerekçesiyle 5 Ağustos'ta tutuklanan belediye başkanı Mustafa Çay'ın yerine 1 Eylül 2016 tarihinde yürürlüğe giren 674 sayılı Kanun Hükmünde Kararname uyarınca belediye meclis üyesi Mahmut Sami Baysal atandı.
Kozan
Kozan (Sis), Adana ilinin bir ilçesidir. Adana ovasının Yukarı Ova denilen kısmında düz arazinin tepelik bölgeye geçtiği kesimde kurulmuş olup, il merkezine uzaklığı 69 km'dir. İlçe kuzeyde Kayseri, Yahyalı, Feke, Saimbeyli; doğuda Osmaniye, Kadirli; güneyde Ceyhan, İmamoğlu; Batıda Aladağ ilçeleriyle çevrilmiştir. İlçenin yüzölçümü 1690 km²'dir. Adana'nın (metropoller hariç) iki büyük ilçesinden birisidir. Türkiye'nin en büyük 25.ilçesidir. İlçe merkezi, 19 il merkezinden büyüktür. Ayrıca Adana İl Sınırları içindeki en geniş (yüzölçüm olarak) ilçe durumundadır. Tarih boyunca önemli bir yerleşim olan Kozan Kilikya Ermeni Krallığı'nın başkentliğini yapmış olup Osmanlı Dönemi ve Cumhuriyet Dönemindeyse 1926'ya kadar vilayetlik (il statüsü) yapmıştır. Ancak 1926'da bazı milletvekilleri yüzünden vilayetliği lağvedilmiştir. Ayrıca vilayetken Fevzi Çakmak'ı TBMM'ye milletvekili olarak göndermiştir.
İlçenin "Kozan Dağı", "Dengin Yoktur Kozan" ve "Kozan" gibi çok sayıda tanıdık türküleri bulunmaktadır. Kozan TV ve Otağ TV adında iki televizyon kanalı, Kozan FM, Sis FM ve Kozan Barış FM adında da üç radyosu bulunmaktadır. 7 adet yerel gazetesi bulunan Kozan, İnternet haberciliğinde çoğu ilden ileri durumdadır. Eğitimde de oldukça iyi olan Kozan'ın Okuryazarlık Oranı çoğu ilçeden yüksektir. İlçede Çukurova Üniversitesi'ne bağlı yüksekokul mevcuttur. İlçeye 4 yıllık fakülte kurulmuştur. Ekonomide de yükselen güç olan Kozan'da "Kozan Organize Sanayi Bölgesi" bulunmaktadır. Türkiye'nin birçok yerinde Kozan'dan göç etmiş olanların kurmuş olduğu, Kozan adını taşıyan yerleşim yerleri de mevcuttur (Kozanlı, Kulu, Kozanlı, Soma, Kozan, Çandır, Kozan, Serik, Hacılar, Kayseri vb).
Kozan adı eski Türkçede aynı zamanda bazı boyların totemi olan “Yaban Tavşanı” (İng. jack Rabbit, Hare) anlamına gelir. Genelikle Ogur Türkçesinde çok eskiden kullanılan “Ksoran” biçiminin, Ogur-Oğuz değişimiyle yani –r ve –s/z değişimiyle “Kozan” şeklini almasıyla oluşmuştur. Diğer Kuzey Türkçelerinde çoğunlukla “Kıyan-Kuyan-Koyon-Köyön-Kodan-koygun” biçiminde görülen bu kelime Türkiye’de Orta Anadolu’da “Göcen-Gocen-Gozan” biçiminde fakat “Yaban Tavşanı Yavrusu” anlamında kullanılır. Orta çağdan önce kaydı yoktur fakat kesinlikle iki nedenden dolayı daha eskidir. 1- bazı kuzey-doğu formları çok eski bir biçimi olan *Koḏan (Kozan) şeklindedir. 2- *Kuyan kelimesi Çuvaşca’daki (Ogur) eski *X/Ksoran biçiminin daha yeni bir formunun oldukça eski bir kanıtıdır ki burada –r ve -ḏ yani –s/z değişiminden dolayı *Koḏan (Kozan) biçimini alır. Diğer formları ise; Teleüt: Koyon/Köyön, Khakas: Kozan/Xozan, Tuva: Kodan/Koygun, Türkmen: Tawşan/ Dawuşğan, Bulgar: Tawşan ve Kıyan/Kuyan, biçimindedir. Kaynak: An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish, syf. 678, Sir GERARD CLAUSON, Oxford, 1972. Ayrıca; Eski Uygurcada (VIII. yy.): Koyan/koyun, Çağataycada PdC: Koyan, Harezm’de: koyan, Codex Cumanicus'ta: Koyan, Biruni’de: Tuşkan, Kaşgarlı’da: Tavyişgan, «Imennik» Yıl 866 (Bul): Dvansh, Dovshon, Tatar: Kuyan, Taushan ve Karaçay-Balkar: K’on, olarak kayıtlıdır. Modern lehçelerde ise; Başkurd: kuyan, Nogay: Koyan, Kazak: Koyan, Kırgız: Koyon, Karakalpak: koyan, Altay: koyon / köyön, Leb (Lop/Karluk): koyon / köyön, Koyb: kozan, Sakha: Kozan, Şor: Kozan, Hakas: Hozan, ve bazı orta kuzey, orta güney ve kuzey batı lehçelerinde koyan vb. biçimlerdedir (Hauenschild 2003: 200). Oniki Hayvanlı takvimdeki totemik hayvanlardan birisidir ve Hiung-nu yani Büyük Hun İmparatorluğu’nu oluşturan 24 büyük boydan birisi de “Kuyan” boyudur. (Kaynak: Ethnic History of Usuns, syf.12, Yu.L.Zuev, 1960,)
1893 yılında Osmanlı Devleti tarafından yapılan nüfus sayımına göre Sis (Kozan) kazasının nüfusu 32.507 kişidir. Bunun %56'sı Müslümanlardan (çoğunluğu Türk), %43'ü Gayrimüslimlerden (çoğunluğu Ermeni) oluşmaktaydı. Kazada 18.338 Türk (Müslüman), 14.026 Ermeni, 56 Katolik ve 87 Protestan yaşamaktaydı. Aynı yılda Kozan sancağının toplam nüfusu 84.312 idi. Bunlardan 55.269 (%66) Müslüman ve 29.043 (%34) gayrimüslim idi.
İlçenin nüfusu 31 Aralık 2011 tarihinde açıklanan ADNKS kesin sonuçlarına göre 127.804'dir. Bunun 78.587'i ilçe merkezinde, 49.217'si ise kasaba ve köylerde yaşamaktadır.
Kozan ilçe merkezi ve köylerin tamamı Müslüman Türklerden oluşmaktadır, etnik yapıda farklılık yoktur. Ancak az sayıda Balkan Göçmeni bulunur. İlçenin bugünkü görünümde dış savaşlar sırasındaki dış göçler etkilidir. Özellikle Aydın-Söke, Musul-Kerkük ve Bulgaristan ve Makedonya göçmenleriyle yerli Halk olan Varsak, Karakeçili, Sarıkeçili Türkleriyle beraber bölgedeki Türk nüfusunu oluşturur. Türklerden ayrı olarak Toros Arapı denen Arap ırkı Torosların eteklerinde yaşarlar.
Kozan'ın 103 mahallesinin 18'i merkezde bulunmaktadır. Merkez mahallelerinde 90.908 kişi (% 69,7) yaşamaktadır. En uzak mahallesi ise 79 km uzaklıktaki Y.Keçili'dir. Merkez mahalleleri dışında nüfusu en fazla olan mahalle, 1.540 kişi ile Hamam'dır. Kozan'nın nüfusu 2017 yılında %0,36 kişi artmıştır.
Kozan ilçesinin mahallelerinin ilçeye uzaklığı, rakımı ve nüfusu
* Km, Cumhuriyet Mahallesi'nde bulunan kaymakamlığa olan uzaklıktır.
Oğuz Atay
Oğuz Atay (12 Ekim 1934 - 13 Aralık 1977), Türk roman, öykü ve oyun yazarı.
Oğuz Atay, 12 Ekim 1934'te Kastamonu'nun İnebolu ilçesinde dünyaya geldi. Babası, ağır ceza yargıcı ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) VI. ve VII. dönem Sinop, VIII. dönem Kastamonu vekili Cemil Atay'dır. İlk ve ortaokulu Ankara'da okuyan Atay, 1951'de bugünkü adı Ankara Koleji olan Ankara Maarif Koleji'ni, 1957'de İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi'nden mezun oldu. Askerliğini 1957-59 yılları arasında yaptıktan sonra tamir ve kontrol elemanı olarak Kadıköy vapur iskelesinin yapımında çalıştı. Görevinden istifa ettikten sonra İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (şimdiki Yıldız Teknik Üniversitesi) İnşaat Bölümü'nde öğretim üyesi oldu. 1975'te doçent olan Atay, Topografya adlı bir de mesleki kitap yazdı. Çeşitli dergi ve gazetelerde makale ve söyleşileri yayınlandı. Oğuz Atay, "Tutunamayanlar"ın 1971-72'de yayınlanmasından sonra, önemli bir tartışmanın odak noktası oldu. Bu romanıyla 1970 TRT Roman Ödülü'nü kazandı.
Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan "Tutunamayanlar", eleştirmen Berna Moran tarafından, "hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı" olarak nitelendirilmiştir. Moran'a göre "Tutunamayanlar"daki edebi yetkinlik, Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır.
Atay'ın büyük etki yaratan eseri "Tutunamayanlar"ı 1973'te yayınladığı "Tehlikeli Oyunlar" adlı ikinci romanı izlemiştir. Hikâyelerini "Korkuyu Beklerken" başlığı altında toplayan Atay, 1911-1967 yılları arasında yaşamış Prof. Mustafa İnan'ın hayatı konu eden Bir Bilim Adamının Romanı'nı 1975 yılında yayımlamıştır. 1973 yılında yayımlanan "Oyunlarla Yaşayanlar" adlı oyunu Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenmiştir. Atay, beyninde çıkan bir tümör nedeniyle büyük projesi "Türkiye'nin Ruhu"nu yazamadan 13 Aralık 1977'de, İstanbul'da hayatını kaybetmiştir. Edirnekapı Sakızağacı Mezarlığı'na defnedildi.
Öldükten sonra 1987'de "Günlük", 1998'de ise "Eylembilim" adlı kitapları yayımlanmıştır. Sağlığında hiçbir kitabı ikinci baskı bile yapamayan Atay'ın kitapları ölümünden sonra büyük ilgi gördü ve defalarca basıldı. Yıldız Ecevit'in hazırladığı Oğuz Atay biyografisi ""Ben Buradayım..." - Oğuz Atay'ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası" 2005 yılında yayınlandı.
"Korkuyu Beklerken eseri 2008 yılında Öteki Tiyatro tarafından tiyatro oyunu olarak sahnelenmiştir." "Tehlikeli Oyunlar" romanı, 2009 yılında Seyyar Sahne tarafından aynı adla tiyatro oyunu olarak uyarlanarak sahnelenmeye başlanmış ve hâlen sahnelenmektedir. Bir Bilim Adamının Romanı adlı biyografik eseri de 20 |
12 yılında "Bir Bilim Adamının Oyunu: Mustafa İnan" adıyla "Te Sahne" tarafından tiyatroya uyarlanarak sahnelenmeye başlanmıştır.
Eserlerinde düşle gerçeğin birbirine karışması, üstkurmacanın kurgunun ana ilkesi olması Oğuz Atay’ı postmodernist roman kategorisinde eser veren ilk yazar yapmıştır.
Oğuz Atay, özellikle "Tutunamayanlar" romanında, modern şehir yaşamı içinde bireyin yaşadığı yalnızlığı, toplumdan kopuşları ve toplumsal ahlaka, kalıplaşmış düşüncelere yabancılaşan, tutunamayan bireylerin iç dünyasını anlatır. Yapıtları eleştiri, mizah ve ironi barındırır. Kastamonu Valiliği kendisi adına 2007 yılından beri Oğuz Atay Edebiyat ödülleri vermektedir.
Nilgün Eroğlu Maktav'ın yönettiği "Hayat Bir Oyundur" adlı 2002 TRT yapımı bir belgesel bulunmaktadır.
CHP (anlam ayrımı)
Yedi Kollu Şamdan
Menora (İbranice: מנורה) ya da Menorah, Kudüs Tapınağı'nda ve Çadır Tapınak'ta (Mişkan)(İbranice: משכן) zeytinyağı ile yakılan Yedi Kollu Şamdan. Yahudilerin en eski sembollerinden biridir. Musa'nın Sina Dağı'nda gördüğü Yanan Çalı'yı simgeler (Çıkış 25).
Menora yani Yedi Kollu Şamdan, Dokuz Kollu Şamdan yani Hanukiya ile karıştırılmamalıdır. Menora, Tapınağın var olduğu zamanlarda Kohen tarafından günde iki kere Tanrı'nın dünyaya ışık saçmasını dilemek için yakılırdı. Hanukiya ise Yahudi bayramı Hanuka'da da kullanılır. Işıklar Bayramı olarak da bilinen Hanuka'da kullanılan şamdanlar 9 kolludur. Kudüs Tapınağı Helen imparatorluklarından Selevkos'un işgali altındayken Makabiler Yahudi karşıtı baskılara isyan ettiler. Tapınağın içinde süren çatışmalarda Menora'daki sonsuz ateşi devam ettirebilmek için ancak bir günlük zeytinyağı kalmıştı. Bir mucize eseri şamdan ateşi sekiz gün boyunca yandı ve tapınağın yeniden inşa edilip yağ bulunmasına kadar yeterli oldu. Ortadaki kol, sağındaki ve solundaki üçer kolu yakmak amacıyla kullanılır.
Dolmabahçe Sarayı
Dolmabahçe Sarayı, İstanbul, Beşiktaş'ta, Kabataş'tan Beşiktaş'a uzanan Dolmabahçe Caddesi'yle İstanbul Boğazı arasında, 250.000 m²lik bir alan üzerinde bulunan saray. Marmara Denizi'nden Boğaziçi'ne deniz yoluyla girişte sol kıyıda, Üsküdar ve Salacak'ın karşısında yer alır. İnşaatı 1843 yılında başlayıp 1856 yılında bitmiştir.
Dolmabahçe Sarayı'nın bugün bulunduğu alan, bundan dört yüzyıl öncesine kadar Osmanlı Kaptan-ı Derya'sının gemileri demirlediği, Boğaziçi'nin büyük bir koyu idi. Geleneksel denizcilik törenlerinin yapıldığı bu koy zamanla bir bataklık hâline geldi. 17. yüzyılda doldurulmaya başlanan koy, padişahların dinlenme ve eğlenceleri için düzenlenen bir "hasbahçe"ye (hadayik-hassâ) dönüştürüldü. Bu bahçede çeşitli dönemlerde yapılan köşkler ve kasırlar topluluğu, uzun süre Beşiktaş Sahilsarayı adıyla anıldı.
18. yüzyılın ikinci yarısına doğru, Türk mimarisinde Batı tesirleri görülmeye başlanmış ve "Türk Rokokosu" denilen süsleme şekli, gene Batı tesiri altında kalarak yapılan barok tarzı köşk, kasır ve sebillerde kendini göstermeye başlamıştır. Sultan III. Selim, Boğaziçi'nde Batı tarzında ilk binaları inşa ettiren padişahtır. Mimar Melling'e Beşiktaş Sarayı'nda bir kasır yaptırmış, lüzum gördüğü diğer yapıları da genişlettirmiştir. Sultan II. Mahmut, Topkapı Sahilsarayı'ndan başka, Beylerbeyi ve Çırağan bahçelerinde Batı tarzında iki büyük saray yaptırmıştır. Bu devirlerde Yeni Saray (Topkapı Sarayı) fiilen olmasa bile, terkedilmiş sayılırdı. Beylerbeyi'ndeki saray, Ortaköy'deki mermer sütunlu Çırağan, eski Beşiktaş Sarayı ile Dolmabahçe'deki kasırlar II. Mahmut'un mevsimlere göre değişen ikametgâhlarıydı. Abdülmecit de babası gibi Yeni Saray'a fazla itibar etmemekteydi, orada yalnızca kış mevsiminde birkaç ay kalıyordu. Kırkı aşkın çocuğunun neredeyse tamamı Boğaziçi saraylarında dünyaya gelmiştir.
Abdülmecit, eski Beşiktaş Sarayı'nda bir süre oturduktan sonra, şimdiye kadar tercih edilen klasik saraylar yerine, ikamet, sayfiye, misafir kabul ve ağırlama, devlet işlerini yürütme amacıyla, Avrupai plan ve üslupta bir sarayın inşaatına karar verdi. Abdülmecit, diğer şehzadeler gibi köklü bir eğitim görmemesine rağmen, Batı'ya dönük bir sultandı. Batı müziğini ve Batı üslubuyla yaşamayı seven padişah, anlaşabilecek kadar da Fransızca biliyordu. Sarayı yaptırırken; "Kötülük ve çirkinlikler burada yasaktır, burada sadece güzel olan şeyler bulunsun" dediği rivayet edilir.
Günümüzdeki Dolmabahçe Sarayı'nın yerinde bulunan köşklerin, 200 yıl kadar önce denizden kazanılmış toprağın tekrar ortaya çıkarılması için yıkımının kesin olarak hangi tarihte başladığına dair bir bilgi yoktur. 1842'de sarayın yerinde olduğu ve bu tarihten sonra yeni sarayın inşaatına başlandığı tahmin edilmektedir. Bununla birlikte bu tarihlerde inşaat arazisinin genişletilmesi için çevredeki tarla ve mezarlıkların satın alınarak istimlak edildiği belirtilir. İnşaat bitim tarihi için çeşitli kaynaklar değişik tarihler vermektedir. Ancak, 1853 yılı sonunda saray inşaatını gezen bir Fransızın anlattıklarından, sarayın hâlen süslemelerinin yapıldığını, mobilyaların henüz yerleştirilmediğini anlamaktayız.
Sultan I. Abdülmecit tarafından yaptırılan sarayın cephesi, İstanbul Boğazı'nın Avrupa kıyısında 600 metre boyunca uzanmaktadır. Avrupa mimari üsluplarının bir karışımı olarak, Ermeni olan Garabet Amira Balyan ve oğlu Nigoğos Balyan tarafından 1843-1855 yılları arasında inşa edilmiştir. 1855 yılında tamamıyla bitirilen Dolmabahçe Sarayı'nın açılış töreni Ruslar'la yapılan Paris Antlaşması (30 Mart 1856)'dan sonra olmuştur. 7 Şevval 1272 (11 Haziran 1856) tarihli Ceride-i Havadis adlı gazetede, sarayın 7 Haziran 1856'da resmen açıldığı haberi verilmiştir.
Abdülmecit döneminde üç milyon kese altın olan sarayın borcu, Maliye Hazinesi'ne aktarılınca, zor durumda kalan maliye, aylıkları, ay başı yerine ay ortalarında, sonraları da 3-4 ayda bir ödemek durumunda kalmıştır. 5.000.000 altına mal olan Dolmabahçe Sarayı'nda Sultan Abdülmecit sadece 5 yıl yaşayabilmiştir.
Ekonomiyi tam bir iflas hâlinde devralan Sultan Abdülaziz devrinde sarayda israf son haddini bulmuştur. 5.320 kişinin hizmet verdiği sarayda yıllık masraf 2.000.000 sterlini bulmaktaydı. Abdülaziz'in, ölen kardeşi kadar Batı'ya hayranlığı yoktu. Yerli bir hayat tarzını tercih eden padişahın pehlivan güreşleri ile horoz dövüşlerine merakı vardı.
30 Mayıs 1876'da Sultan V. Murat, saraydaki dairesinden alınarak Bab-ı Sarasker'e götürüldü ve kendisine Serasker Kapısı'nda (Üniversite Merkez Binası) biat töreni yapıldı. V. Murat Sirkeci'den Dolmabahçe'ye saltanat kayığıyla dönerken aynı saatlerde Abdülaziz başka bir kayıkla Topkapı Sarayı'na götürülmekteydi. Saraya getirilen V. Murat'a Mabeyn Dairesi'nin üst kat sofrasında ikinci bir biat merasimi düzenlenmiştir. V. Murat'tan sonra tahta çıkan Sultan II. Abdülhamit şerefine bütün şehir fenerlerle aydınlatılırken, Dolmabahçe Sarayı'nda yalnızca bir odada ışık yanmaktaydı, padişah anayasa metni üzerinde çalışıyordu. Suikastten sürekli kuşkulanan padişah Dolmabahçe Sarayı'nda oturmaktan vazgeçerek, Yıldız Sarayı'na taşınmıştır. Böylece, bu padişah, sarayda yalnızca 236 gün kalmıştır.
Büyük masraflarla inşa ettirilen saray, 33 yıl boyunca yılda iki kez Büyük Muayede Salonu'nda düzenlenen bayram törenlerde kullanılmıştır. Sultan V. Mehmet zamanında sarayın kadrosu azaltılmış, yurt dışında çok önemli olaylar cereyan ederken, saray içinde, sekiz yıllık süre boyunca az sayıda olay gerçekleşmiştir. Bu olaylar, 9 Mart 1910'da 90 kişiye verilen bir ziyafet, aynı yılın 23 Mart'ında Sırp Kralı Petro'nun bir hafta süren ziyaret törenleri, Veliaht Max'ın ziyareti ve Avusturya imparatoru Karl ile İmparatoriçe Zita'nın şerefine düzenlenen ziyafetlerdir. Yorgun ve yaşlı padişahın vefatı Dolmabahçe Sarayı'nda değil Yıldız Sarayı'nda olmuştur. VI. Mehmet unvanıyla tahta çıkan Sultan Vahdettin, Yıldız'da oturmayı tercih etmiş, ancak vatanı Dolmabahçe Sarayı'ndan terketmiştir.
TBMM reisi Gazi Mustafa Kemal tarafından imzalanmış telgrafı alan Abdülmecid Efendi, halife ilân edildi. Yeni halife TBMM'den gelen heyeti Dolmabahçe'nin Mabeyn Dairesi Salonu'nun üst katında kabul etmiştir. Hilafetin kaldırılmasıyla Abdülmecit Efendi maiyetiyle birlikte Dolmabahçe Sarayı'nı terk etmiştir (1924). Boşalan saraya Atatürk üç yıl hiç uğramamıştır. Onun döneminde saray iki yönden önem kazanmıştır; yabancı konukların bu mekânda ağırlanmaları, kültür ve sanat bakımından saray kapılarının dışarıya açılması. İran Şahı Pehlevi, Irak Kralı Faysal, Ürdün Kralı Abdullah, Afgan Kralı Amanullah, özel ziyaret için gelen İngiliz Kralı Edward ve Yugoslav Kralı Aleksandr, Mustafa Kemal Atatürk tarafından Dolmabahçe Sarayı'nda ağırlanmışlardır. 27 Eylül 1932'de Muayede Salonu'nda Birinci Türk Tarih Kongresi açılmış, 1934'te de Birinci ve İkinci Türk Dil Kurultayları burada toplanmıştır. Turing kurumlarının dünya kuruluşu Alliance Internationale de Tourisme'nin Avrupa toplantısı Dolmabahçe Sarayı'nda düzenlenerek, sarayın turizme ilk açılışı sağlanmıştır (1930).
Cumhuriyet döneminde, Atatürk'ün İstanbul ziyaretlerinde ikametgâh olarak kullandığı sarayda yaşanan en önemli olay, 10 Kasım 1938'de Atatürk'ün ölümüdür. Atatürk, sarayın 71 numaralı odasında vefat etmiştir. Muayede Salonu'nda kurulan katafalga konan naaşı önünden son saygı geçişi yapılmıştır. Saray, Atatürk'ten sonra Cumhurbaşkanlığı sırasında İsmet İnönü tarafından, İstanbul'a gelişlerinde kullanılmıştır. Tek partili dönemden sonra saray, yabancı misafirleri ağırlamak amacıyla hizmete açılmıştır. Italyan Cumhurbaşkanı Gronchi, Irak Kralı Faysal, Endonezya Başbakanı Sukarno, Fransa Başbakanı General de Gaulle şereflerine törenler düzenlenip, ziyafetler verilmiştir.
1952'de Dolmabahçe Sarayı, Millet Meclisi İdare Amirliği'nce haftada bir gün olmak üzere halka açılmıştır. 10 Temmuz 1964 tarihinde Millet Meclisi Başkanlık Divanı'nın toplantısıyla resmî açılışı yapılmış, Millet Meclisi İdare Amirliği'nin 14 Ocak 1971 tarihli yazısıyla bir ihbar sebep gösterilerek kapatılmıştır. 25 Haziran 1979'da 554 sayılı Millet Meclisi Başkanı emriyle turizme açılan Dolmabahçe |
Sarayı, aynı yılın 12 Ekim'inde yine bir ihbar üzerine kapatılmıştır. İki ay kadar sonra Millet Meclisi Başkanı'nın telefon emriyle tekrar turizme hizmet vermeye başlamıştır. MGK İcra Daire Başkanlığı'nın 16 Haziran 1981 tarih ve 1.473 sayılı kararıyla saray ziyaretçilere tekrar kapatılmış ve bir ay sonra 1.750 sayılı MGK Genel Sekreterliği'nin emriyle açılmıştır.
Saat Kulesi, Mefruşat Dairesi, Kuşluk, Harem ve Veliahd Dairesi bahçelerinde ziyaretçilere yönelik kafeterya hizmetleri veren bölümler ve hediyelik eşya satış reyonları oluşturulmuş, bu reyonlarda Kültür-Tanıtım Merkezi'nce hazırlanan ve millî sarayları tanıtıcı bilimsel nitelikte kitaplar, çeşitli kartpostallar ve Millî Saraylar Tablo Koleksiyonu'ndan seçilmiş ürünlerin tıpkı basımları satışa sunulmuştur. Diğer yandan, Muayede Salonu ve bahçeler ise ulusal ve uluslararası resepsiyonlara ayrılmış, yeni düzenlemelerle saray, müze içinde müze birimlerine, sanat ve kültür etkinliklerine kavuşturulmuştur. Saray 1984 yılından beri müze olarak hizmet vermektedir.
Avrupa saraylarının anıtsal boyutlarına özenilerek yapılan Dolmabahçe Sarayı, değişik biçimlerin, yöntemlerin öğeleriyle donandığından belirli bir biçime bağlanamaz. Büyük bir orta yapıyla iki kanattan oluşan planında, geçmişte mimari açıdan işlevsel değeri olan öğelerin farklı bir anlayışla ele alınarak süsleme amacıyla kullanıldığı gözlemlenir.
Dolmabahçe Sarayı'nın kendine has, belirli ekollere giren bir mimari biçemi olmamasına karşın Fransız Baroku, Alman Rokokosu, İngiliz Neo Klasizmi, İtalyan Rönesansı karışık bir şekilde uygulanmıştır. Saray, batı anlayışıyla çağdaşlaşma çabaları içinde bulunan toplumun sanatta da batının etkisi altında kalarak, Osmanlı saray gereksinimlerini de dikkate alıp, o asır bünyesinin sanat atmosferi içinde yapılmış bir eserdir. Nitekim, 19. yüzyıl köşk ve saraylarına dikkat edildiğinde onların, içinde yaşanılan yüzyılın sanat olaylarına değil, toplumun ve tekniğin gelişmesini de anlattığı fark edilebilir.
Deniz tarafından görünüşü batılı olmasına karşılık, bahçe tarafı yüksek duvarlarla çevrili ve ayrı ayrı birimlerden oluşması itibarıyla doğulu görünümündeki Dolmabahçe Sarayı, 600 m uzunluğunda mermer bir rıhtım üzerinde inşa edilmiştir. Mabeyn Dairesi (bugün Resim Heykel Müzesi)'nden Veliahd Dairesi'ne kadar olan uzaklığı 284 m'dir. Bu mesafenin ortasında yüksekliğiyle dikkat çeken Merasim (Muayede) Dairesi bulunur.
Dolmabahçe Sarayı üç katlı, simetrik planlıdır. 285 odası ve 43 salonu vardır. Sarayın temelleri kestane ağacı kütüklerinden yapılmıştır. Deniz tarafındaki rıhtımın yanı sıra kara tarafında da birisi çok süslü iki abidevi kapısı vardır. Bakımlı ve güzel bir bahçenin çevrelediği bu sahil sarayının ortasında, diğer bölümlerden daha yüksek olan tören ve balo salonu yer alır. Büyük, 56 sütunlu kabul salonu 750 ışıkla aydınlanan, İngiliz yapımı 4,5 tonluk muazzam kristal avizesi ile ziyaretçilerin ilgisini çeker.
Sarayın giriş tarafı Sultanın kabul ve görüşmeleri, tören salonunun diğer tarafındaki kanat ise harem bölümü olarak kullanılmıştır. İç dekorasyonu, mobilyaları, ipek halı ve perdeleri ve diğer tüm eşyası eksiksiz olarak, orijinaldeki gibi günümüze gelmiştir. Dolmabahçe Sarayı mevcut hiçbir sarayda bulunmayan bir zenginlik ve ihtişama sahiptir. Duvar ve tavanlar devrin Avrupalı sanatkârlarının resimleri ve tonlarca ağırlığında altın süslemeleri ile dekore edilmiştir. Önemli oda ve salonlarda her şey aynı renk tonlarına sahiptir. Bütün zeminler birbirinden farklı, çok süslü ahşap parke ile kaplıdır. Meşhur Hereke ipek ve yün halılar, Türk sanatının en güzel eserleri, birçok yerde serilidir. Avrupa ve Uzak Doğu'nun ender dekoratif el işi eserleri sarayın her yerini süsler. Sarayın pek çok odasında kristal avizeler, şamdanlar ve şömineler bulunur.
Dünyadaki saraylar içerisinde en büyük balo salonu buradakidir. 36 metre yüksekliğindeki kubbesinden ağırlığı 4,5 ton olan devasa kristal avize asılı durur. Önemli siyasi toplantılarda, tebrik ve balolarda kullanılan bu salon, önceleri alttaki, fırına benzer bir düzen ile ısıtılırdı. Saraya kalorifer ve elektrik sistemi 1910 ila 1912 yılları arasında, Sultan Mehmet Reşad döneminde eklenmiştir. Altı hamamdan, Selamlık bölümünde olanı, oymalı alabaster mermerleri ile dekorludur. Büyük salonun üst galerileri orkestra ve diplomatlar için ayrılmıştır.
Uzun koridorlar geçilerek varılan harem bölümünde, sultan yatak odaları ve sultanın annesinin bölümü ile diğer kadın ve hizmetkârlar bölümleri bulunmaktadır. Sarayın kuzey eklenti bölümü şehzadelere tahsis edilmiştir. Girişi Beşiktaş semtinde olan yapı, günümüzde Resim ve Heykel Müzesi olarak hizmet vermektedir. Saray Haremi'nin dış tarafında ise, Saray Tiyatrosu, Istabl-ı Âmire, Hamlacılar, Attiye-i Senniye Anbarları, Kuşhane Mutfağı, Eczahane, Pastahane, Tatlıhane, Fırınlar, Un fabrikası, Bayıldım Köşkleri bulunmaktaydı.
Dolmabahçe Sarayı yaklaşık olarak 250.000 m²'lik bir alanda yer almaktadır. Saray, müştemilatının neredeyse tamamıyla birlikte deniz doldurularak, bu zemin üzerine 35 – 40 cm çapında, 40 – 45 cm satrançvari aralıklarla, meşe kazıklar çakılarak üzerine takviye edilmiş yatay hatıllarla bütünleştirilmiş 100 – 120 cm kalınlığında oldukça sağlam horasan harçlı döşek (radyejeneral) üzerine kagir olarak inşa edilmiştir. Kazık boyları 7,00 - 27,00 m arasında değişmektedir. Yatay peşteban hatıllar ise 20 x 25 - 20 x 30 cm dikdörtgen kesitindedir. Horasan döşekler esas kütlenin 1,00 - 2,00 m dışına taşacak (ampatman) şeklinde oluşturulmuşlardır. Yıktırılan eski sarayların temel döşekleri tamir ettirilerek yeniden kullanılmıştır. Gayet sağlam olduklarından, hiçbiri tasman yapmamış, çatlama ve yarılma olmamıştır.
Sarayın temel ve dış duvarları, masif taştan, bölme duvarları harman tuğlasından, döşeme, tavan ve çatılar ahşap olarak yapılmıştır. Beden duvarlarında takviye amacıyla demir gergiler kullanılmıştır. Masif taşlar, Haznedar, Safraköy, Şile ve Sarıyer'den getirilmiştir. Stuka mermerle kaplanan tuğla beden duvarları, somaki mermer plak veya kıymetli ağaçlardan faydalanılarak lambrilerle örtülmüştür. Pencere doğramaları meşe kerestesinden yapılmış, kapılar maun, ceviz veya daha kıymetli kerestelerden imal edilmiştir. Çıralı çam keresteler Romanya'dan, meşe dikme ve hatıllar Demirköy ve Kilyos'tan, kapı, lambri ve parke keresteleri de Afrika ve Hindistan'dan getirtilmiştir.
Alttan kızdırmalı alaturka stilinde inşa edilen kagir kubbeli hamamlarda Marmara mermeri, Hünkâr hamamında ise Mısır alabaster cevheri kullanılmıştır. Pencerelerde özel imalatla ultraviyole ışınlarını geçirmeyen camlar kullanılmıştır. Özellikle padişahın kullanımında olan yerlerdeki duvar ve tavan süslemeleri diğer mekanlardakilere nazaran daha fazladır. Çatılarda toplanan kar ve yağmur suları dere ve oluklarla kanalizasyona bağlanmıştır. Kanalizasyon şebekesi kafi miktarda borularla kurulmuş, atık sular çeşitli işlemlerle temizlenerek, dört ayrı yerden denize akıtılması sağlanmıştır.
Dolmabahçe Sarayı'nın iç ve dış süslemeleri Batı'nın çeşitli sanat dönemlerinden alınan motiflerin bir arada kullanılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Barok, Rokoko ve Ampir özelliğindeki motifler iç içe kullanılmıştır. Sarayın inşaatında Marmara Adaları'ndan çıkarılan maviye benzer bir renkteki mermer kullanılmış, iç süslemede ise su mermeri, billur, somaki gibi kıymetli haiz mermer ve taşlarla çalışmalar yapılmıştır. Dış cephelerdeki süslemelerde olduğu gibi iç tezyinatta da eklektik (seçmeci) anlayış hakimdir. Sarayın duvar ve tavan süslemeleri İtalyan ve Fransız sanatçılar tarafından yapılmıştır. İç süslemelerde çoğunlukla altın tozu kullanılmıştır. Resimler sıva ve alçı üzerine yapılmış, duvar ve tavan süslemelerinde perspektifli mimari kompozisyonlarla boyutlu yüzeyler meydana getirilmiştir. Sarayın iç dekoru, tarih akışı içinde ilaveler yapılarak zenginleştirilmiş, özellikle yabancı devlet adamı ve kumandanların hediyeleri ile salon ve odalar ayrı bir değer kazanmıştır. Séchan isimli yabancı bir sanatkar sarayın dekore edilmesinde ve döşenmesinde çalışmıştır. Avrupai stilde (Regence, XV. Louis, XVI. Louis, Viyana-Thonet) ve Türk tarzındaki mobilyaların yanı sıra, saray odalarında görülen minder, döşek ve şalteler alaturka hayat tarzının devam ettirildiğini göstermektedir. 1857 tarihli belgelerde Séchan'a başarısından dolayı nişan verildiği ve kendisine üçmilyon frank hakkının ödenmesi gerektiği açıklanmıştır.
Döşemelik ve perdelik kumaşların tümü yerli olup, sarayın dokumahanelerinde üretilmiştir. Sarayın parkelerinin üzerini (yaklaşık 4.500 m²'lik bir alanı) 141 halı ve 115 seccade süslemektedir. Halıların büyük bir kısmı Hereke fabrikalarındaki tezgâhlarda imal edilmiştir. Bohemya, Bakara ve Beykoz avizelerinin toplam sayısı 36'dır. Ayaklı şamdanların, bazı şöminelerin, billur merdiven korkuluklarının ve bütün aynaların malzemesi kristaldir. Sarayda ayrıca 581 tane kristal ve gümüşten yapılmış şamdan mevcuttur. Toplam 280 vazodan 46 tanesi Yıldız porseleni, 59'u Çin, 29'u Fransız Sevr, 26'sı Japonya, geri kalan diğerleri de muhtelif Avrupa ülkelerinin porselenleridir. Her birinin ayrı bir özelliği olan 158 adet saat sarayın oda ve salonlarını süslemektedir. Yaklaşık 600 adet tablo, Türk ve yabancı ressamlar tarafından yapılmıştır. Bunlar arasında saray baş ressamı Zonaro'nun 19, Abdülaziz döneminde İstanbul'a gelen Ayvazovsky'nin 28 tablosu da bulunmaktadır.
Dolmabahçe Sarayı'nın kara tarafındaki aşılması oldukça güç duvarların ne zaman yapıldığına dair kesin bir bilgi olmamakla birlikte, sarayın bugünkü duvarlarının Beşiktaş Sarayı ile Dolmabahçe'de bulunan eski saray zamanlarında yaptırıldığı hususunda yabancı kaynaklar mevcuttur.
Dolmabahçe adıyla meşhur padişah bahçesinin duvarı harabeye dönmüş, böylece içindeki muhteşem binalar da devamlı toz duman içinde kalınca, çalışkan ve gayretli Vezir-î Azam diğer bahçelerden daha fazla ihtişama layık buranın böylesine çirkin bir vaziyette olmasının sarayın şan ve şerefine zarar getireceği fikrindedir. Çünkü, burası gerek kara ve gerekse |
deniz yoluyla İstanbul'a gelen misafirlerin, yolcuların ister dost, ister düşman olsun dikkatlerini çeken bir yerdir. Bu duvarın onarımı ve yapımıyla sarayın Beşiktaş'ta bulunan diğeriyle bütünleşebileceği, böylelikle eski itibarını koruyacağı bir ferman vasıtasıyla inşaatın yönetici ve idarecilerine bildirilmişti. Vezir-î Azam'ın üstün gayretleriyle saraydan Kabataş'a kadar bir duvar çekilmiştir. Fındıklı sakinleri daha önceleri Arap iskelesiyle Dolmabahçe ve Beşiktaş'a gitmekteyken, iskele yerine bir liman yapılmış, halk da Dolmabahçe'den geçmeye izinli olmuştur.
Dolmabahçe Sarayı'na gösterilen önem, kara ve deniz tarafında bulunan kapılarda da görülmektedir. Çok süslü ve heybetli bir görünüme sahip kapılar sarayla bütünlük sağlar. Hazine kapısı, bugün idare binası olarak kullanılan Hazine-i Hassa ile Mefruşat Dairesi arasında bulunur. Yuvarlak kemerli ve beşik tonozlu bölümü bu kapının esas kirişini oluşturur. Kapının iki kanadı demirden imal edilmiştir. Kapının girişinde her iki tarafta, yüksek kaideler üzerinde ikiz sütunlar vardır. Hazine kapısının sağ ve solundaki kapılardan Hazine-i Hassa ve Mefruşat Daireleri'nin avlularına giriş sağlanmıştır. Kapının taçlandırılmış üst tarafında bulunan madalyonda oval şekil I. Abdülmecit'in tuğrası ve bunun altında da Şair Ziver'in 1855/1856 tarihli kitabesi yer alır. Kitabenin hattatı Kazasker Mustafa İzzet Efendi'dir.
Hazine Kapısı'nın süslemesi daha ziyade kartuşlar, askı çelenk, inci, yumurta dizileri, istiridye kabukları motiflerinden oluşmaktadır. Üzerinde Abdülmecit'in tuğrasının bulunduğu Saltanat Kapısı, koridorlu iki yüksek duvar arasında bulunur. Bir taraftan bayıldım bahçesine, diğer taraftan da Hasbahçe'ye bakan kapının demirden yapılmış iki kanadı vardır. Abidevi bir görünümü bulunan kapının girişinde her iki tarafta da birer sütun vardır. Kapı, büyük panolar içine alınmış madalyonlardan sonra ikiz sütunların kullanılmasıyla taçlandırılmıştır. İçte ve dışta ikişer kulesi vardır. Saltanat Kapısı, yabancı ziyaretçilerin de ilgisini çekmektedir. Gerek Dolmabahçe Sarayı'nı ziyarete gelenler, gerekse Boğaz turuna katılanlar tarafından hatıra fotoğrafları çekilmektedir.
Bu iki kapıdan başka Koltuk, Kuşluk, Valide ve Harem Kapıları da sarayın kara tarafında özenle yapılmış kapılardır. Dolmabahçe Sarayı'nın deniz tarafına bakan cephesinde taçlı, demir kanatlı, madalyonlu, bitki motifleriyle süslü, birbirlerine dilimli parmaklıklarla bağlanmış beş yalı kapısı vardır.
Beşiktaş Hasbahçe ile Kabataş'taki Karabali (Karaabalı) bahçeleri arasında kalan koy doldurularak bahçeler birleştirilmişti. Bu bahçelerin arasına inşa edilen Dolmabahçe Sarayı'nın deniz ile kara tarafındaki yüksek duvar arasında kalan alanda oldukça bakımlı bahçeleri bulunur. Hazine Kapısı ile saray girişi arasındaki kareye yakın dikdörtgen şeklindeki Has Bahçe, Mabeyn veya Selamlık Bahçesi adlarıyla da tanınmaktadır. Avrupai tarzda düzenlenmesi yapılan bahçenin ortasında büyük bir havuz bulunur. Muayede salonunun kara tarafında kalan Kuşluk Bahçesi ise adını Kuşluk Köşkü'nden almıştır.
Dolmabahçe Sarayı'nın Harem Dairesi'nin kara tarafında bulunan Harem Bahçesi'nde oval havuz ve geometrik şekillerle düzenlenmiş tarhlar bulunur. Deniz tarafındaki bahçeler Has Bahçe'nin devamı sayılır. Büyük Yalı Kapısı'nın iki yanında yer alan tarhların ortasında birer havuz vardır. Tarhların geometrik şekillerle düzenlenmesi, süslemede fener, vazo, heykel gibi objelere yer verilmesi, bahçelerin de ana yapı gibi batı etkisi altında kalındığını gösterir. Sarayın bahçelerinde daha ziyade Avrupa ve Asya kökenli bitkiler kullanılmıştır.
Sarayın selamlık kısmında bulunan Somaki Hamam'ın dinlenme odasındaki iki pencere denize bakar. Çini soba, masa ve koltuk takımlarının bulunduğu bu odadan, tavanı haçvari motifli filgözleriyle kaplı antreye geçilir. Sol tarafta tuvalet ve karşıda somaki mermerden yapılmış çeşme bulunur. Antrenin sağından masaj odasına geçilir. Buranın aydınlanması iki büyük pencereyle filgözleriyle sağlanmıştır. Gece aydınlatmalarının, masaj odasına geçilen kapının sağ ve sol taraflarındaki camekan bölmelere konulan lambalarla yapıldığı görülmektedir. Barok tarzda yapılan hamamın duvarları yaprak, kıvrımlı dal ve çiçek motifleriyle süslenmiştir. Girişin sağ ve solunda somaki kurnalar vardır, ayna taşlarının işçiliği dikkat çeker.
Haremde bulunan Çinili Hamam'a küçük bir koridordan geçilir. Sağda, hamamın tuvaletine girilen antrede, ayna taşı çiçek motifleriyle süslü, bronzdan yapılmış bir çeşme bulunur. Sade bir tuvaleti vardır. Koridorun sonunda iki büyük pencereli ve tavandaki filgözleriyle aydınlanması sağlanan masaj odasında oturma yerleri vardır. Ayrıca, burada, Kütahya yapımı, sıraltı tekniğiyle imal edilmiş, sekiz çini parçasından oluşan ve her bir çini parçasında şamdan bulunan bir masa mevcuttur. Geceleri sekiz adet mumla bu mekanın aydınlatıldığı anlaşılmaktadır. Masaj odasının duvarları 20 x 20 cm çiçek demeti desenli seramiklerle kaplıdır. Girişin sol tarafındaki mermer kurnanın ayna taşı Barok tarzındadır. Sıcaklık bölümüne geçilirken kapının iki tarafındaki duvar içinde kalan cam bölmeler kandiller için yapılmıştır. Buradaki üç kurnadan, sağ ve soldakilerinin ayna taşları mermer oymalı olup Barok tarzındadır. Girişin karşısında bulunan bronz çeşmeli kurna diğerlerinden daha büyüktür. Tavandaki geometrik şekillerle meydana getirilen filgözleri, mekanın aydınlatılmasını sağlar. Duvarlar, papatya desenli seramiklerle kaplanmıştır.
Alt katta bulunan diğer bir hamam da Harem Hamamı adıyla tanınır. Aydınlanması tepe camlarıyla sağlanan hamamın sıcaklığında üç kurna vardır. Banyo şeklindeki Atatürk'ün hamamına salondan girilir. Yıkanma yerinin sağ tarafında bir küvet, sol tarafında ise musluk ile tuvalet bulunmaktadır. Girişin karşısında kurşun vitraylı pencere bulunmaktadır. Soldan dinlenme odasına geçilir. Burada ilaç dolabı, masa ve bir sedir bulunur. Sol tarafta ayna taşı çiçek motifleriyle süslü bir çeşmeyle yine sol tarafta koridora bir çıkış vardır.
BJK İnönü Stadyumu'nun bugünkü bulunduğu yerde Gazhane, Dolmabahçe Sarayı'nın aydınlatma ve ısıtılması için kullanılmıştır. Dolmabahçe Gazhanesi, 1873'e kadar Hazine-i Hassa tarafından yönetilirken, daha sonraları Fransız Havagazı Şirketi'ne devredilmiştir. Bir süre sonra da şirketin yönetimi Belediye'ye geçmiştir. Havagazıyla aydınlatma yalnızca sarayda olmamış, İstanbul'un bazı semtleri de Gazhane'den yararlanmıştır.
Muayede Salonu'nun ısıtılması değişik bir teknikle yapılmaktaydı. Salonun bodrumunda ısıtılan hava, gözenekli sütun kaidelerinden içeriye veriliyor, böylelikle kubbeli büyük mekânda 20 °C'ye varan bir sıcaklık elde ediliyordu. Sultan Reşad döneminde, saraydaki gazlı lambaların aslî görünümleri korunarak, elektrikle çalışır hale dönüştürülmüştür. Bu döneme kadar ısıtmada şömineler, çini sobalar, mangallar vasıtasıyla olurken, bunların yerini kalorifer almıştır.
Évariste Galois
Évariste Galois (25 Ekim 1811, Bourg-la-Reine - 31 Mayıs 1832), Fransız matematikçi.
Henüz gençlik yıllarında iken bir polinomun kökleri ile çözülebilmesi için gerekli ve yeterli şartları belirleyebilmekteydi ve bu sayede uzun süredir var olan bir probleme çözüm üretmiştir. Çalışmaları, Galois ve grup kuramlarının ve bunların yanı sıra soyut cebir alanında iki yeni alanın ve Galois bağıntılarının alt alanlarının temellerini oluşturmuştur. Matematik alanında bir permütasyon topluluğunu ifade etmek için “grup” kelimesini kullanan ilk kişidir. Louis Philippe’in monarşi döneminde radikal bir cumhuriyetçi olması ile de bilinir ve şüpheli bir düello sonrasında aldığı yaralar sonucunda yirmi yaşında hayatını kaybetmiştir.
Galois 25 Ekim 1811 tarihinde Nicholas-Gabriel Galois ve Adélaïde-Marie çiftinin çocukları olarak Dünyaya geldi. Babası Bourg-la-Reine’in liberal partisinin başı olan bir cumhuriyetçiydi. Daha sonra XVIII. Louis'nin 1814 yılında tahta geri dönmesi ile kasabanın Belediye Başkanı olarak görev yaptı. Bir hukukçunun kızı olan annesi, akıcı bir Latince ve klasik edebiyat okuyucusuydu. Oğullarının ilk on iki yıllık eğitiminden kendisi sorumluydu. Galois 10 yaşındayken Reims kolejinde okuması için teklif aldı. Ancak annesi eğitimine evde devam etmesini tercih etti.
Ekim 1823’te Lycée Louis-le-Grand’a girdi. Okula girdiği ilk dönemdeki bazı karmaşıklıklara rağmen (yüze yakın öğrencinin okuldan kovulması ile sonuçlandı) ilk iki yılında başarılı bir tablo çizdi. Daha sonra aldığı bu eğitimden sıkılan Évariste, 14 yaşında matematiğe ciddi bir ilgi göstermeye başladı.
Adrien Marie Legendre’nin Éléments de Géométrie eserini buldu ve söylenilene göre bu kitabı bir roman okur gibi okuyup ilk okuyuşunda bu konu üzerinde tamamen uzmanlaştı. Henüz 15 yaşındayken Joseph Louis Lagrange’ın Réflexions sur la résolution algébrique des équations gibi daha sonra onun eşitlik kuramı üzerinde çalışması için ilham kaynağı olan önemli çalışmalarını ve profesyonel matematikçiler için oluşturulmuş Leçons sur le calcul des fonctions gibi eserleri okumaktaydı. Buna rağmen sınıf çalışmalarında sönük kalmakta ve öğretmenlerinden uyarılar almaktaydı.
Galois 1828 yılında hiçbir hazırlık yapmaksızın o zamanlarda Fransa’daki en ünlü matematik enstitüsü olan École Polytechnique’ nin sınavlarına girmeyi denedi ve sözlü sınavlardaki açıklama yetersizliklerinden ötürü başarısız oldu. Aynı yıl École Normale adlı diğerinden oldukça aşağıda görülen ve Évariste’nin oradaki birkaç profesörü kendisine yakın bulduğu matematik enstitüsüne girdi.
Takip eden yıllarda Galois sonsuz kesirler üzerine ilk çalışmasını yayımladı. Yine bu yıllarda cebirsel denklemler alanında önemli keşiflerde bulunmaya başlamıştı. Bilim Akademisine iki adet makale gönderdi. Bu makalelere Augustin Louis Cauchy tarafından atıfta bulunulmasına rağmen hala tam olarak bilinmeyen sebeplerden ötürü Cauchy bu iki çalışmayı yayımlamadı. Ancak birçok karşıt görüşe rağmen, Cauchy’nin Galois’in çalışmalarının önemini anladığı ve sadece bu iki çalışmayı akademinin düzenlediği bir yarışmaya sokmak tek bir maka |
le olacak şekilde bir araya getirmesini tavsiye ettiğine inanılır. O zamanın önemli matematikçilerinden olan Cauchy’e göre bu çalışmaların kazanma olasılığı çok yüksekti.
28 Temmuz 1829’da kasabanın rahibi ile aralarında geçen şiddetli bir politik tartışmadan sonra Galois’in babası intihar etti. Babasının intiharından birkaç gün sonra Évariste Polytechnique’e girmek için şansını tekrar denedi ancak yine başarısız oldu. Galois’in enstitüye kolayca girebilecek kadar yetenekli ve başarılı olduğu tartışmasız bir gerçekti, ancak neden başarısız olduğuna dair birçok iddia bulunmaktadır. Évariste’nin başarısızlığına dair diğerlerinden daha mantıklı görünen iddia Galois’in açıklamalarını yaparken konuları çok fazla açıklamadan atlaması ve sınavı yapan kişinin yetersizliğinden ötürü kafasını karışması ve bu durumun Galois’in çok fazla sinirlenmesine yol açarak kendine hakim olamamasıdır. Babasının intiharının da Galois’in ruh halini etkilediği söylenmektedir.
Polytechnique’e yapıtığı başvuruların reddedilmesinin ardından Galois, École Normale’e kabul edilebilmek için Baccalureate sınavlarına girdi ve başarılı oldu. Matematik dersindeki sınav gözetmeni Galois hakkında ""Bu öğrenci fikir ve söylemek istediklerini açıkça ifade etmekte sıkıntıları vardır. Fakat zekidir. Dikkate değer araştırıcı bir zekâsı vardır.""
Évariste birkaç kez daha denklemler üzerine olan kuramını açıklayan raporunu birkaç kez daha yayımlamaya çalıştı ancak hayatı boyunca birçok farklı nedenden ötürü asla yayımlanmadı. Daha önce de söz edildiği gibi ilk denemesi Cauchy tarafından reddedilmişti. Ancak Şubat 1830’da Cauchy’nin tavsiyesini dinleyerek çalışmasını Akademi sekreteri Joseph Fourier’e yarışmaya aday gösterilmesi için gönderdi. Ne yazık ki Galois’in çalışmasını göndermesinin ardından kısa süre sonra Fourier hayatını kaybetti ve Évariste’nin eseri kayboldu. Yarışmanın büyük ödülü Niels Henrik Abel ve Carl Gustav Jacob Jacobi arasında paylaştırıldı. Kaybolan makalesine rağmen Galois o yıl üç adet çalışma daha yayımladı. Bunlardan biri daha sonra Galois kuramı olarak anılacak kuramın temellerini oluşturuyordu. Diğer çalışma denklemlerin sayısal çözümlenmesi (kök bulma) ile ilgiliydi. Üçüncü çalışması ise sayı kuramı için önemli bir yere sahipti.
Galois Fransa’daki karışıklıkların olduğu zamanlarda yaşamıştı. X. Charles, XVIII. Louis'den sonra 1824 yılında ülkenin başına geçmiş ancak 1827 yılında partisi, seçmenler ile ilgili yaşanan bir aksaklık nedeniyle ve 1830 yılında karşıt liberal partinin çoğunluğu kazanması üzerine oldukça zor zamanlar yaşadı. Bu durum üzerine Charles, tahttan çekilme, askeri darbe gibi Temmuz Devrimine yol açan birçok olayla karşılaştı. Bu devrimin sonucunda Louis-Philippe Kral oldu. Polytechnique’deki meslektaşları Temmuz Devrimi sırasında sokaklarda tarih yazmakta iken Galois ve École Normale’de okuyan diğer öğrenciler okul müdürü tarafından okula kilitlenmişti. Bu duruma çok sinirlenen Galois müdürü çok sert eleştiren bir yazı yazdı ve bunu Gazette des Écoles’te gerçek adını kullanarak yayımladı. Gazette’nin editörünün Galois’in ismini gizlemesine rağmen Évariste okuldan kovuldu.
4 Ocak 1831 tarihinde okuldan kovulması resmileşince Galois, okulu çabucak terk ederek Ulusal Muhafızların topçu birliğine katıldı. Zamanını sadece matematiksel çalışmalarına ve siyasal bağlarına ayırıyordu. Birlikte çıkan karışıklıkları üzerine, Galois üye olduktan çok kısa süre sonra, 31 Aralık 1830’da Ulusal Muhafızların topçu birliği Hükümetin istikrarını bozacakları endişesi ile kapatıldı. Bu sırada Galois’in üyesi olduğu birlikten on dokuz subay tutuklandı ve Hükümeti devirmeye çalışma iddiası ile tutuklandı.
Nisan 1831’de subaylar suçlarından beraat ettiler ve 9 Mayıs 1831’de bu subayların anısına aralarında Alexandre Dumas’nın da bulunduğu birçok tanınmış insanında yer aldığı bir ziyafet düzenlendi. Olaylar kargaşalı bir şekilde devam etti ve Galois kadehinin üstünde bir bıçak ile Kral Louis Philippe için kadeh kaldırdı. Bu hareket açıkça Kral'ın hayatına yönelik bir tehdit anlamı taşıyordu ve bu nedenle tutuklandı. Ancak 15 Haziran 1831’de bu suçtan beraat etti.
Bastille Günü (14 Temmuz 1831) geldiğinde Galois, üzerinde kapatılan topçu birliği üniforması ve birçok silah, bir tüfek ve bir bıçak ile protestonun başında yer alıyordu. Bu hareketlerinden ötürü tekrar tutuklandı. Yasabdışı üniforma giymekten altı ay hapse mahkûm edildi ancak dokuz buçuk ay sonra 29 Nisan 1832’de serbest kaldı. Mahkûmiyeti sırasında matematiksel fikirlerini geliştirmeye devam etti.
Galois, École Normale’den kovulduktan sonra, zamanını politik etkinlikler ile geçirmesine rağmen matematik ile ilgilenmeye devam etti. 1831’de kovulmasının resmileşmesinin ardından ileri cebir alanında özel ders vermeyi denedi. Dersleri biraz ilgi toplasa da daha sonra bu ilgi kayboldu. Siméon Poisson ona denklemler teorisi üzerine olan çalışmasını yayımlamasını önerdi. Bu tavsiyeye uyarak 17 Ocak 1831’de makalesini yayımladı. Ancak 4 Haziran 1831 tarihinde Poisson Galois’in çalışmasının anlaşılmaz olduğunu iddia etti ve “"Gaolis’in savı kesinliğini yargılayabilmemiz için ne yeterince açık ne de yeterince iyi geliştirilmiştir."” şeklinde bir yorumda bulundu. Ancak Galois’e gönderilen ret raporu teşvik edici bir not ile bitmekteydi. “"Yazarın daha kesin bir fikir oluşturması için tüm çalışmasını yayımlamasını tavsiye ederiz."”
Poisson’un raporu Galois’in Bastille Günü tutuklanmasından önce yazıldıysa da rapor ona ancak Ekim ayında hapisteyken ulaştı. Galois’in doğası ve ruh hali göz önüne alındığında beklenildiği gibi ret raporuna çok sert tepki göstermiş ve çalışmalarının Akademi tarafından yayımlanması fikrinden vazgeçerek arkadaşı Auguste Chevalier aracılığıyla özel olarak yayımlamaya karar verdi. Bu sert çıkışına rağmen Galois, Poisson’un tavsiyelerini dikkate aldı ve hapishanede kaldığı süre boyunca tüm matematiksel çalışmalarını bir araya getirdi ve serbest kaldığı 29 Nisan 1832 tarihine kadar fikirlerini parlatmaya devam etti.
Galois’in ölümcül düellosu 30 Mayıs tarihinde gerçekleşti. Bu düellonun arkasında yatan gerçek sebepler belirsiz kalmaya devam etmektedir. Asıl sebep ile ilgili ortada sonradan uydurulan birçok dayanaksız görüş bulunmaktadır. Bilinen tek şey ölümünden beş gün önce Chevalier’e yazdığı mektupta ima ettiği biten bir aşk ilişkisidir.
Gerçek mektuplar üzerinde yapılan bazı çalışmalar Galois’in romantik bir ilgi duyduğu bu kadının Galois’in hayatının son birkaç ayını geçirdiği pansiyonun, hekiminin kızı Matmazel Stéphanie-Félicie Poterin du Motel olduğunu öne sürmektedir. Onun tarafından gönderilen ve Galois tarafından kopyalanmış mektup bölümleri. (İsmi vb. içeren kısımların tamamen silinmiş ya da bilerek saklanmıştır.) mevcuttur. Mektuplar du Motel’in Galois’e güvenip bazı sıkıntılarını anlattığı ve onu kendisi için düelloya çıkması yönünde teşvik ettiği yönünde bilgiler içermektedir. Bu varsayım Galois’in ölmeden önceki gece arkadaşlarına yazdığı mektuplarla desteklenmektedir. Bu zayıf tarihsel detayları temel alarak Galois’in hayatını anlatan yazarların birçoğu tarafından oluşturulan ve sıkça gündeme gelen daha detaylı bir varsayım ise bütün bu olayların polis ve kralcı kesim tarafından politik bir rakibi ortadan kaldırmak amaçlı kurgulanmış bir komplo olduğudur.
Düelloda karşısına çıktığı kişi Alexandre Dumas tarafından verilen bilgiye göre Galois’in ilk tutuklanması ile sonuçlanan olayın yaşandığı gün onurlarına ziyafet düzenlenen on dokuz topçu subayından biri ve du Motel’in nişanlısı olan Pescheux d'Herbinville’dir. Ancak Dumas bu iddiasında tek başınadır. Olaydan birkaç gün sonra çıkan gazetelerin günümüze ulaşan kısımlarında rakibinin Galois’in kendisi ile aynı zamanda mahkûm olan Cumhuriyetçi arkadaşlarından biri olan Ernest Duchatelet olduğu öne sürülmektedir. Bilgilerdeki bu karışıklık katilin gerçek kimliğinin asla öğrenilemeyeceği ihtimalini doğurmaktadır.
Düellonun arkasında yatan sebep ne olursa olsun, Galois ölümünün yaklaştığına ikna olmuştu ve bu nedenle bütün gece ayakta kalıp diğer Cumhuriyetçi dostlarına veda mektupları ve matematiksel vasiyetini oluşturacak olan Auguste Chevalier’e yazdığı fikirlerini ve üç adet çalışmasını içeren ünlü mektubunu yazdı. Matematikçi Hermann Weyl Galois’in mirası hakkında “"Bu mektup, eğer içerdiği fikirler yenilik ve derinlik açısından değerlendirilirse belki de insanlığın yazın tarihindeki en önemli yazılı eserdir."” yorumunu yapmıştır. Son yazılarında, üzerinde çalıştığı konular hakkında genel bilgiler vermiş ve Akademiye sunduğu çalışmasına ve diğerlerine ek açıklamalar getirmiştir.
30 Mayıs 1832 tarihinde sabasın erken saatlerinde karnından vuruldu ve ertesi gün sabah saat on sularında Cochin hastanesinde hayatını kaybetti. Cenazesi sırasında bir ayaklanma başlatma planları yapılmaktaydı ancak aynı zamana denk gelen General Jean Maximillien Lamarque’ın ölümü, cenaze töreninin herhangi bir olay olmadan tamamlanmasını sağladı. Sadece Galois’in küçük kardeşi Galois’in ölümünden önceki olaylar hakkında bilgilendirildi. Galois öldüğünde 20 yaşındaydı ve küçük kardeşi Alfred’e olan son sözleri:
"Ne pleure pas, Alfred ! J’ai besoin de tout mon courage pour mourir à vingt ans!"
(Ağlama Alfred! Yirmi yaşında ölmek için tüm cesaretime ihtiyacım var.) oldu.
2 Haziran tarihinde Évariste Galois Montparnasse mezarlığındaki günümüzde yeri tam olarak bilinmeyen sıradan bir mezara gömüldü. Doğduğu kasabanın mezarlığında onun ansına akrabalarının mezarlarının yanına bir anıt mezar inşa edilmiştir.
Galois’in matematiksel çalışmaları 1843 yılında Liouville tarafından incelenip onay aldıktan sonra Journal de Mathématiques Pures et Appliquées’ın Ekim-Kasım 1846 sayısında resmi olarak yayımlandı. Çalışmalarının en önemli katkısı beşinci ve daha yüksek dereceden denklemlerin kökler ile genel bir çözüm yolu olmadığının kanıtıydı. Abel’in 1824 yılında bu durumu kanıtlayan bir çalışma yayımlamasına ve Ruffini’nin 1799 yılında yayımladığı ve hatalı olduğu ortaya çıkan çözümüne rağmen Galois’in yöntemleri ş |
imdi Galois kuramı olarak bilinen kuram üzerine derin araştırmalara öncülük etti. Örneğin, bir kişi Galois kuramını kullanarak herhangi bir polinom denkleminin kökler ile bir çözümü olup olmadığını belirleyebilir.
Arkadaşı Auguste Chevalier’e ölümünden 2 gün önce yazdığı 29 Mayıs 1832 tarihli mektubunun son cümlerlerinden:
"Tu prieras publiquement Jacobi ou Gauss de donner leur avis, non sur la vérité, mais sur l'importance des théorèmes."
"Après cela, il y aura, j'espère, des gens qui trouveront leur profit à déchiffrer tout ce gâchis."
Galois’in toplanabilen çalışmaları yaklaşık 60 sayfadan oluşmaktadır ancak bunların içinde neredeyse matematiğin her alanını ilgilendiren birçok önemli fikir yer almaktadır. Galois’in çalışmaları kendisi gibi erken yaşta ölen Niels Henrik Abel’in çalışmaları ile karşılaştırılmaktadır ve ikilinin çalışmaları arasında önemli ölçüde benzerlik vardır.
Galois’ten önceki birçok matematikçinin bugün grup olarak bilinen kavramdan söz etmesine rağmen grup (Fransızca groupe) kelimesini bugün anlaşıldığı şekilde teknik açıdan kullanan ilk kişi Galois’tir. Bu durum onu cebirin yeni bir alanı olarak bilinen grup teorisinin kurucusu yapmıştır. Günümüzde normal alt grup olarak bilinen kavramı geliştirmiştir. Bir grubun sağ ve sol eşkümelerine ayrıldığında bu eşkümelerin örtüşmesi durumuna doğru ayrıştırma adını vermiştir. Bu bugün normal altgrup olarak bilinen kavramdır. Galois ayrıca günümüzde bilindiği şekliyle sonlu alan (Galois’in anısına Galois alanı olarak da bilinir.) fikrini de ortaya atmıştır.
Chevalier’e yazdığı mektup ve eklediği üç çalışmanın ikincisinde sonlu alanlar üzerindeki doğrusal gruplar üzerine temel çalışmalar yapmıştır.
Galois’in matematik alanına yaptığı en büyük katkı Galois kuramıdır. Galois, bir polinomun cebirsel çözümünün polinomun kökleri ile ilişkili permütasyon gruplarının yapısı ile alakalı olduğunu fark etmiştir. Bu gruplara polinomun Galois grubu denir. Eğer bir denklemin Galois grubunun kendinden sonra gelen her biri içinde abelien oranı ile normal olan alt grupları bulunabilirse denklemin kökler ile çözülebileceğini bulmuştur. Bunun daha sonra matematikçilerin birçok alana uyarlayacağı önemli bir yaklaşım oldu kanıtlanmıştır.
Galois’in ayrıca Abelian integralleri kuramı ve sonsuz kesirler konularında katkıları olmuştur.
https://en.wikipedia.org/wiki/%C3%89variste_Galois İngilizce vikipedi
İstanbul Teknik Üniversitesi
İstanbul Teknik Üniversitesi, ya da kısaca İTÜ, İstanbul, Türkiye'de yer alan bir devlet üniversitesi. 1773'te Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn adıyla kuruldu.
İTÜ, Osmanlı döneminde batılı anlamda bir mühendislik eğitimi vermek için açıldı. Osmanlı'nın batı referanslı ilk eğitim kurumlarından biri olup Dünya'nın en eski teknik üniversitelerinden biridir. Zamanla padişahların ve cumhuriyet döneminde de yöneticilerin desteğiyle büyüyüp gelişen okul bugün merkezi İstanbul'un iş merkezi Maslak'ta bulunan 4'ü Avrupa, 1'i Anadolu yakasında toplam 5 yerleşkeye yayılmıştır. Maçka, Taşkışla ve Gümüşsuyu yerleşkelerinde Osmanlı döneminden kalan binalarda hâlâ eğitim yapılmaktadır. İTÜ mezunları cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye'nin büyümesinde ve gelişmesinde büyük rol oynamışlar, Türkiye'de pek çok ilke ve pek çok mühendislik eserinin altına imzalarını atmışlardır.
Türkiye'de ilk kez televizyon yayınlarının yapılması, ilk üniversite radyosunun kurulması, bilgisayarı ilk kez kullanan üniversite olması, ilk defa bir Türk üniversitesinin uzaya uydu göndermesi; ilk yerli haberleşme uydusu, ilk yerli helikopter ve ilk yerli insansız otomobilin yapılması gibi mühendislik alanında Türkiye'deki pek çok ilk İTÜ tarafından gerçekleştirilmiştir.
İTÜ bugün bünyesindeki 13 fakülte, 39 bölüm ve 6 enstitü ile 22000 civarında lisans, 10000 civarında lisansüstü, 3300 civarında doktora öğrencisi ve 2100 civarında akademik personel ile eğitim hayatını sürdürmektedir. Türkiye'deki pek çok üniversiteden farklı olarak kuruluşunda inşaat, mimarlık, makina ve elektrik olarak 4 fakülteye ayrılmıştır. İTÜ'lü pek çok hoca ve mezun TÜBİTAK bilim ödülü ve TÜBA ödülü almıştır ve pek çok hoca da ABD, İngiltere, Rusya bilimler akademisi üyesidir.
1773 yılında açılan Mühendishane-i Bahr-i Hümâyun İstanbul Teknik Üniversitesi'nin eğitime başladığı tarih olarak kabul edilir. Bu yüzden İTÜ dünyanın en eski teknik üniversitelerinden biridir. Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, tersane ve donanmanın geliştirilmesi ve de tersane halkının eğitilmesi amacıyla III. Mustafa tarafından kurulmuş teknik okuldur. Okulda sınıflara ilk defa tahta ve sıra konulmuştur. Bu dönemde bir okul matbaası kurulmuş ve ders kitapları basılmıştır ve böylece İTÜ Kütüphanesi'nin temelleri de atılmıştır.
Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn, 1795 yılında III. Selim döneminde kurulmuştur. Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn bünyesinde balistik, haritacılık, gemi inşaatı ve inşaat mühendisliği öğretimi verilirdi. Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn 1847'de mühendislik eğitiminin dışında mimarlık eğitimi de vermeye başladı. 1883'te Hendese-i Mülkiye adını alarak eğitimine devam etti.
Hendese-i Mülkiye, 1883 yılında kurulmuştur. Mühendishâne-i Berr-i Hümâyûndaki kılıçhanelerden birisi boşaltılıp Hendese-i Mülkiye öğrencilerine tahsis edilmiştir. Kuruluşunda Fransa'daki École nationale des ponts et chaussées (Köprü ve Yol Mektebi) örnek alınmıştır. Ancak daha sonra Fransız dizgesi (sistem) terk edilmiş ve Alman dizgesine geçilmiştir.
Hendese-i Mülkiye öğrencileri ve öğretmenleri Osmanlı Devleti ve Türkiye'nin gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur. Örneğin Hicaz Demir Yolu pek çok Hendese-i Mülkiye mezunu ve hocaları tarafından yapılmıştır. Ayrıca okulun hocalarından Mimar Kemaleddin Bey Mescid-i Aksâ'nın onarımını gerçekleştirmiştir.
Mühendis Mekteb-i Âlîsi, askerî idareden ayrılarak kurulan Hendese-i Mülkiye'nin devamı olan kurumdur. Prof. Dr. Karl von Terzaghi okulun önemli hocalarındandır. Bu dönemde ülkede ilk defa Mühendis Mektebi Mecmuası adıyla akademik bir mühendislik dergisi çıkartılmıştır. Okula ilk kez kız öğrenci bu dönemde kabul edilmiş ve İTÜ'nün arı simgesine bu dönemde karar verilmiştir. Okul daha sonra Yüksek Mühendis Mektebi adını alarak eğitim ve öğretimine devam etmiştir.
Mühendis Mektebi 1928 yılında yeniden yapılandırılmış ve Yüksek Mühendis Mektebi adını almıştır. İlk mezunlarını 1931 yılında veren Yüksek Mühendis Mektebi Cumhuriyet Türkiye'sinin bayındırlık işleri için gerekli teknik elemanları yetiştiriyordu. Önceleri sadece Gümüşsuyu kışlasını kullanan Yüksek Mühendis Okulu daha sonra Maçka ve Taşkışla silâhhanelerine sahip olmasıyla birlikte büyüdü ve eğitim kadrosunu da İsviçre ve Almanya'dan gelen hocalarla geliştirdi. 1944 yılında Yüksek Mühendis Mektebi İstanbul Teknik Üniversitesi olarak yeniden yapılandırıldı. Bu dönemin mezunlarının en büyük eseri Anıtkabir'dir.
1944 yılından alınan bir kararla Yüksek Mühendis Mektebi, İstanbul Teknik Üniversitesi olarak yeniden yapılandırıldı ve inşaat, mimarlık, makina ve elektrik fakülteleri olarak dört fakülteye ayrıldı. 1974-1975 öğretim yılında iki kademeli eğitime geçilerek, dört yıllık lisans eğitimine eklemlenen iki yıllık lisansüstü programları ile birçok uzmanlık alanında üst düzeyde eğitim verilmeye başlanmıştır. 2000'li yıllarda ise tüm bölümler uluslararası eşdeğerlik almıştır. Türkiye'de ilk kez televizyon yayınlarının yapılması, ilk üniversite radyosunun kurulması, bilgisayarı ilk kez kullanan üniversite olması, ilk defa bir Türk üniversitesinin uzaya uydu göndermesi, pek çok mühendislik dalında ilk kez lisans eğitiminin başlaması, İTÜ basketbol takımının 5 basketbol ligi şampiyonluğu kazanması, IHF (günümüzde EFH) kupasında Türkiye'yi ilk kez İTÜ'nün temsil etmesi Teknik Üniversite'nin bu dönemdeki akademi ve spor alanlarındaki başarılarıdır.
1944 yılındaki bir yasa ile Yüksek Mühendis Mektebi inşaat, mimarlık, makina ve elektrik fakülteleri olmak üzere 4 fakülteye ayrıldı. Şu an ise İstanbul Teknik Üniversitesi içerisinde barındırdığı 13 fakülte ve 6 enstitü ile eğitim öğretim faaliyetlerini sürdürmektedir.
Halen bazı mühendislik programları Türkiye'de yalnızca İTÜ'de okutulmaktadır. İTÜ'de bütün lisans programlarında %30 ingilizce şartı olup bazı lisans programları %100 ingilizcedir. İngilizce hazırlık zorunludur.
İstanbul Teknik Üniversitesi'nin 13. fakültesi olarak 2010 yılında kuruldu. Önceden Elektrik Elektronik Fakültesi'ne bağlı olan bilgisayar mühendisliği bölümü bu fakültededir.
Geçmişi 1884 yılına dayanan Denizcilik fakültesi 3 Temmuz 1992 gün ve 2809 sayılı yasa ile yeniden yapılandırılmıştır ve Tuzla yerleşkesinde bulunmakta olup, gemi makineleri işletme mühendisliği ve deniz ulaştırma ve işletme mühendisliği bölümlerini içerisinde barındırmaktadır. Tuzla kampüsünde denizcilik fakültesine ait gemiler, simülatörler, havuz ve kütüphane yer alır.
Elektrik fakültesi adıyla kurulan Elektrik Elektronik Fakültesi'nin geçmişi 1934 yılına dayanır. Ayazağa kampüsünde yer almaktadır. Fakülte içerisinde elektrik mühendisliği, elektronik ve haberleşme mühendisliği ve kontrol mühendisliği bölümleri yer alır. Buna ek olarak ABD'deki üniversitelerle ortak yürütülen lisans programlarına da sahiptir.
Ayazağa kampüsündedir. İçinde fizik mühendisliği, kimya, matematik mühendisliği ve moleküler biyoloji ve genetik bölümleri yer almaktadır. 20 Temmuz 1982'de Temel Bilimler Fakültesi'nin adı değiştirilerek yeniden yapılandırılmıştır. Cahit Arf, Kerim Erim, Nihat Berker, Yusuf Yağcı gibi ünlü isimlere ev sahipliği yapmıştır.
Ayazağa kampüsündedir. İçinde Gemi İnşaatı ve Gemi Makineleri Mühendisliği ve Gemi ve Deniz Teknolojisi Mühendisliği bölümleri yer almaktadır. Fakülte olarak kuruluşu 1971 yılına denk gelir.
Başlangıcı Osmanlı dönemine, 1795 yılına, kadar uzanmaktadır. Bu tarih aynı zamanda Türkiye'de inşaat mühendisliği eğitiminin başlangıç tarihi olarak da kabul edilir. Ayazağa kampüsünde yer alır. İçerisinde inşaat mühendisliği, çevre mühendisliği ve geomatik mühendisliği bölümleri yer almak |
tadır. Karl von Terzaghi, Mustafa İnan, Sedat Ersoy gibi hocalara da ev sahipliği yapan bu fakültenin mezunları Türkiye'nin özellikle ilk yıllarındaki inşasında önemli rol oynamıştır.
Maçka kampüsünde yer alan fakültede Endüstri Mühendisliği,İşletme Mühendisliği ve Ekonomi bölümleri yer almaktadır. Maçka yerleşkesinde fakültenin kendine ait bir kütüphanesi vardır. İTÜ'lülere işletme, iktisat ve hukuk dersleri veren üyelerin kürsüleri birleştirilerek işletme fakültesi kurulmuştur.
Fakülte Ayazağa kampüsündedir. İçinde kimya mühendisliği, gıda mühendisliği ve metalurji ve malzeme mühendisliği bölümleri vardır. 1963 yılında Kimya Fakültesi adıyla kurulmuştur.
Ayazağa kampüsünde yer alır. İçinde maden mühendisliği, jeoloji mühendisliği, petrol ve doğalgaz mühendisliği, jeofizik mühendisliği ve cevher hazırlama mühendisliği bölümleri vardır. Türkiye'de maden mühendisliği ile ilgili eğitim İTÜ maden fakültesinin kurulması ile başlamıştır. Aykut Barka, Kazım Ergin, İhsan Ketin gibi ünlü bilim insanlarını bünyesinde barındırmıştır. Celal Şengör halen öğretim üyeliğine devam etmektedir. Fakültenin kuruluş tarihi 1 Mart 1953'tür.
Makina fakültesinin başlangıcı 1934 yılına kadar uzanmaktadır. Ancak ayrı bir fakülte olarak Yüksek Mühendis Mektebi, İTÜ olarak yeniden yapılandırılırken kurulmuştur. Fakültede makine mühendisliği ve imalat mühendisliği bölümleri olmak üzere iki bölüm yer alır. Gümüşsuyu kampüsünde yer alır.
Başlangıcı 1847 yılına kadar uzanan fakülte Taşkışla kampüsündedir ve kuruluşunda büyük emeği olan Emin Halid Onat ile özdeşleşmiştir. İçerisinde peyzaj mimarlığı, iç mimarlık, endüstri ürünleri tasarımı, şehir ve bölge planlama ve mimarlık bölümleri bulunur. Fakülte; Clemens Holzmeister, Paul Bonatz, Emin Halid Onat, Doğan Kuban, Mimar Kemaleddin gibi ünlü hocalara ev sahipliği yapmıştır.
Gümüşsuyu kampüsündedir. İçinde tekstil mühendisliği, moda ve tasarım, tekstil geliştirme ve pazarlama bölümleri bulunmaktadır. Geçmişi 1955'e makine mühendisliği bölümü içinde yer alan tekstil kürsüsüne dayanır. Ayrı bir bölüm olarak 1983'te, fakülte olarak da 2004'te yeniden yapılandırılmıştır. Fakültede uluslararası ortak lisans programları da vardır.
Ayazağa kampüsünde yer alır. İçinde uçak mühendisliği, uzay mühendisliği, Türkiye'deki tek olan meteoroloji mühendisliği bölümleri vardır. Fakülte olarak 1983 yılında kurulmuştur.
Türkiye’nin ilk yerli helikopteri “Arıkopter”, ilk küp uydusu “İTÜpSAT1”, ilk haberleşme uydusu “Türksat3USAT”, ilk insansız otomobili “Otonobil”, ilk hidrojenli teknesi "MARTI-İTÜ” ve ilk elektrikli minibüsü, İTÜ tarafından yapılmıştır. Ayrıca Türkiye'nin ilk mikroelektronik laboratuvarı, ilk uydu yer istasyonu ve ilk süper bilgisayarı İTÜ'de kurulmuştur.
İTÜ bünyesinde, 360 ar-ge laboratuvarı ve 13 araştırma merkezi bulunmaktadır.
İstanbul Teknik Üniversitesi, yükseklisans, doktora ve araştırma etkinliklerini 6 enstitü içerisinde yürütmektedir.
1997 yılında İTÜ bünyesinde kurulmuştur. Amacı yerbilimleri konularında lisansüstü eğitim ve öğretim, bilimsel araştırma ve uygulamalar yapmaktır. Her yıl, ünlü yer bilimcileri Prof. Dr. İhsan Ketin ve Prof. Dr. Aykut Barka anısına konferanslar düzenlenmektedir. Bünyesinde Celal Şengör gibi ünlü bilim insanlarını barındırır. Ayazağa yerleşkesinde yer alır.
Bilgi teknolojileri ve bilişim alanında araştırma yapmak, teknoloji üretmek için kurulmuştur. Ulusal Yüksek Başarımlı Hesaplama Merkezi bu enstitünün bünyesindedir. Binası Ayazağa kampüsündedir.
1961 yılında kurulmuş olan Nükleer Enerji Enstitüsü'nün 2002 yılında yeniden yapılandırılması ile kurulmuştur. İçinde Yenilenemez-Konvansiyonel Enerji, Yenilenebilir Enerji, Nükleer Araştırmalar ve Enerji Planlaması ve Yönetimi Anabilim Dalları yer almaktadır. Ayrıca TRIGA Mark-II Nükleer Araştırma ve Eğitim Reaktörü de bu enstitü bünyesinde yer alır. Enstitü Ayazağa kampüsündedir.
1 Ekim 1982 tarihinde kurulmuştur. Ayazağa kampüsünde yer alır. Çağdaş bilim ve teknolojinin gelişmesini izleyip bunları Türkiye'de uygulama alanına aktarabilecek araştırma niteliği kazanmış yüksek lisans ve doktora öğrencisi yetiştirmek üzere etkinliklerini sürdürmektedir.
Taşkışla kampüsünde yer alır. 1982 yılında kurulmuştur. Bünyesinde pek çok master ve doktora programı barındırır.
İTÜ'de deprem ve deprem mühendisliğine yönelik çalışmalar 1939 Erzincan Depremi ile başlamıştır. Daha sonra bir Sismoloji Enstitüsü açılmıştır ve çeşitli bilim insanlarınca Deprem Mühendisliği Türk Millî Komitesi oluşturulmuştur. Japon ve Amerikalı biliminsanlarının yardımıyla çeşitli laboratuvarlar açılmış ve konferanslar düzenlenmiştir. Sonunda deprem mühendisliği konusundaki araştırmaları geliştirmek için bir enstitü 2010 yılında kurulmuştur. Ayazağa yerleşkesinde yer alır.
İngilizce hazırlık eğitimi vermek üzere 1983 yılında kurulmuştur. Maçka kampüsünde hizmet vermektedir. Hazırlık eğitiminin yanı sıra ileri ingilizce lisans derslerini ve seçmeli olarak ikinci yabancı dil eğitimini lisans öğrencilerine vermektedir.
1975 yılında kurulmuştur diğer Türk müziği konservatuvarlarına öncü olmuştur. İTÜ'nün Maçka kampüsünde yer alır.
1999 yılında kurulmuştur. Müzik yüksek lisans ve müzik doktora programları vardır. Maçka kampüsünde yer alır.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Gazimağusa ilçesinde bulunmaktadır. 2010 yılında kurulmuştur. Deniz Ulaştırma ve İşletme Mühendisliği, Gemi Makinaları İşletme Mühendisliği, Gemi İnşaatı ve Gemi Makinaları Mühendisliği olmak üzere üç lisans programında eğitim vermektedir.
İTÜ'nün eğitimi uluslararası alanda da kabul görmüştür. Türkiye'de ve dünyada ABET eşdeğerliği almış mühendislik bölümü en çok İTÜ'dedir. 24 mühendislik bölümü ABET tarafından akredite edilmiştir. mimarlık fakültesi NAAB tarafından, denizcilik fakültesi ise IMO tarafından akredite edilmiştir.
İTÜ'lü bilim insanları COST, EUREKA, NASA, NATO, NSF, BM, Dünya Bankası, Jean Monnet, Erasmus Mundus, Leonardo and SOCRATES, AB çerçeve programları gibi projelerde etkin görev almaktadır. İTÜ; AÜB, CESAER, SEFI, TIME, EIAE, ATHENS gibi uluslararası ağlara üyedir. İTÜ'lü öğrenciler, AIESEC ve IAESTE sayesinde yurtdışında staj olanağı bulabilmektedir. IAESTE programına Türkiye adına İTÜ 1953 yılında üye olmuştur.
İTÜ, QS ve Times Higher Education gibi uluslararası sıralamalarda Dünya'nın en iyi 500 üniversitesi arasına girmeyi başarmıştır ve Türk üniversiteleri arasında ise en üst sıralarda yer almıştır. İTÜ, 2015-2016 QS Dünya Üniversite Sıralamaları'na göre mühendislikte dünyada 173. ve Türkiye'de 1. sıradadır. Doğa bilimlerinde ise dünyada 307. Türkiye'de 1.'dir. Alanlara göre sıralamada da 10 kategoride listeye girmeyi başarmıştır.
İstanbul Teknik Üniversitesi'nin eğitim binaları 5 yerleşkeye yayılmıştır. Bu 5 yerleşke dışında Kuzey Kıbrıs'ta İTÜ-KKTC Eğitim-Araştırma Yerleşkeleri bulunmaktadır.Teknik Üniversite'nin İstanbul Florya ve Küçükçekmece'de de arazileri vardır. Ayrıca Aydın, Elâzığ ve Kastamonu'da da sismoloji laboratuvarları vardır.
Ana yerleşim birimi olan Ayazağa yerleşkesi, İstanbul'un yeni finans merkezi konumuna gelen Maslak bölgesindedir. Rektörlük ve yönetim birimleri bu yerleşkede bulunmaktadır. On üç fakülteden sekizi ve yüksek lisans ve doktora eğitimlerinin yürütüldüğü beş enstitüden dördü; Enerji, Fen Bilimleri, Avrasya Yer Bilimleri, Bilişim Enstitüleri de Ayazağa yerleşkesinde bulunmaktadır. Bu yerleşke, sosyal binalar olarak da zengindir. Mustafa İnan Kütüphanesi, Kültür ve Sanat Birliği, Spor Birliği, 75. Yıl Öğrenci Sosyal Merkezi, Süleyman Demirel Kültür Merkezi, kapalı spor salonu, kapalı yüzme havuzu, Bilgi İşlem Daire Başkanlığı, mezunlar derneği, gölet, kafeler, öğrenci yurtları, lojmanlar, halı saha, tenis kortları, stadyum da bu yerleşkededir. Merkez kütüphane olarak hizmet veren Mustafa İnan Kütüphanesi, 7/24 hizmet veren Türkiye’nin ilk ve tek üniversite kütüphanesidir.
Ayrıca Enerji Enstitüsü'nde Triga Mark-II nükleer reaktörü, Ulusal Yüksek Başarımlı Hesaplama Merkezi'nde Türkiye'nin süper bilgisayarı bulunmaktadır. Arı Teknokent de bu kampüstedir.
İstanbul Teknik Üniversitesi'nin ilk eğitim yaptığı binalar Gümüşsuyu'ndaki binasıdır. Önceleri bu binanın bir kısmı kullanılırken daha sonra onarılmış ve tümü kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde makina ve tekstil teknolojileri ve tasarımı fakültesi, bir spor salonu ve öğrenci yurtları bu yerleşkede bulunmaktadır. Taksim'e yürüyüş mesafesindedir.
Maçka yerleşkesinde işletme fakültesi, yabancı diller yüksekokulu, Türk Müziği Konservatuvarı, İTÜ Vakfı büroları ve sosyal tesisler bulunmaktadır. Maçka yerleşkesindeki tarihi binalar ise Osmanlı zamanında silahhane olarak kullanılırken daha sonra İTÜ'ye, Gümüşsuyu'na ek olarak devredilmiştir. Beşiktaş - Nişantaşı hattı üzerindedir.
İTÜ'nün kent merkezi yerleşkelerindeki yapılar Osmanlı zamanında kalma olduğu için tarihin izleri burada görülebilir. Taşkışla yerleşkesindeki bina yeni rönesans üslubunda yapılmış bir Osmanlı kışlasıdır. Mimarlık fakültesinden başka sosyal bilimler enstitüsü, güzel sanatlar bölümü ve sürekli eğitim merkezi ve İTÜ Geliştirme Vakfı ve rektörlük kent içi büroları da Taşkışla yerleşkesindedir.Taksim'de bulunmaktadır.
Taşkışla yerleşkesinde, etkileşimli sergilerle çocukları bilime özendirmeyi amaçlayan İstanbul Teknik Üniversitesi Bilim Merkezi de bulunmaktadır. 2007 Kasım'ında açılmış olup; Merkezde optik yanılsama, mekanik, elektrik magnetizma, matematik, DNA, uzay, akışkanlar mekaniği, ses ve titreşim, genel fizik konularına ait birimler bulunmaktadır.
İTÜ'nün İstanbul'un köklü semtlerinde bulunan tarihi Taşkışla, Gümüşsuyu ve Maçka yerleşkeleri birbirine yakın olup yürüyüş mesafesindedir. Ayazağa kampüsünden Taşkışla ve Gümüşsuyu kampüslerine metro hattı üzerinden ulaşım mümkündür. Ayrıca Maçka kampüsü ile Taşkışla kampüsü arasında teleferik hattı vardır.
16.5 hektarlık alana sahip Tuzla yerleşkesi Anadolu yakasındaki tek yerleşke olup burada çağdaş ekipmanlarla donatılmış eğitim havuzu ile Denizcilik Fakültesi bulunmaktadır. Buradaki koyda İTÜ'ye ait Akdeniz Gemisi ve Sism |
ik1 gemisi de bulunmaktadır.
İTÜ Ayazağa, Gümüşsuyu, Taşkışla, Maçka ve Tuzla kampüslerinde geniş bir alana yayılmıştır. İTÜ kampüslerinde öğrenciler, çok çeşitli sosyal etkinliklerde bulunabilir. Öğrenci ve personelin yemek gereksinimi her fakültede bulunan yeme-içme yerlerinde ve yemekhanelerde karşılanmaktadır. Sağlık sorunları için ise Ayazağa ve Maçka kampüslerinde bulunan medikososyal merkezleri mesai saatleri içinde tüm üniversiteye hizmet etmektedir. İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencilerinin barınma gereksinimleri geçtiğimiz yıllarda yapımı tamamlanan ve kampüs içerisinde çeşitli bölgelerde bulunan yurtlar ile giderilmektedir. Spor yapmanın ve spor etkinliklerinin bir gelenek olduğu İTÜ'de basketboldan tenise, badmintondan amerikan futboluna kadar çok çeşitli sporlar yapılabilir.
İTÜ'de Kulüpler Birliği'ne bağlı birçok öğrenci kulübü yer almaktadır. İTÜ'ye gelen her öğrenci birden fazla kulübe birden üye olarak etkinliklerde yer almakta ve sosyal bir üniversite hayatı sürmektedir. Bu kulüplerde öğrenciler son yıllarda robot yarışması İTÜRO ve Projekent gibi büyük organizasyonlara da imza atmışlardır. İtü bünyesinde bulunan çok sayıdaki kulüpten bazıları girişimcilik, kültür sanat ve spor kulüpleridir. Girişimcilik kulüplerine örnek olarak İtü'deki girişimci potansiyeli açığa çıkarmak için çalışan İtü Girişimcilik Kulübü, kültür sanat kulüplerine örnek olarak Sinema Kulübü, spor kulüplerine örnek olarak ise İtü Hornets verilebilir. Buna ek olarak öğrencileri çıkarttığı Arıyorum gazetesi, İTÜ Radyosu ve değişik kulüplerin çıkardığı dergiler (Uzgörü (Dergi), Petek dergisi, Maçka dergisi gibi) İTÜ'lüler arasında bir birliktelik ortamı yaratmaktadır. Yine yıl içinde sinema kulübünün açık hava film gösterimi, dans kulübünün dans festivali, Dil ve Tarih Kulübünün İTÜ Türkçe Günleri gibi etkinlikleri de önemli etkinlikler arasındadır. Yıl sonunda çeşitli şenliklerde öğrenciler bütün yılın yorgunluğunu üzerlerinden atmaktadırlar.
Öğrenci kulüplerinden ayrı olarak, İTÜ'lü öğrenciler bir takım oluşturup Türkiye ve Dünya çapında yarışmalara da girmekte ve büyük başarılar elde etmektedir. Örneğin ARIBA güneş arabaları TÜBİTAK Formula G 2006 ve 2007 yarışmalarında 1. ve 2., Nusrat güneş teknesi uluslararası güneş tekneleri yarışında dünya ikinciliği ve üçüncülükleri ve 6 dalda ödül kazanmıştır. Ayrıca İTÜlü öğrenciler Imagine Cup yarışmasına katılmakta, Hydrobee hidrojenli aracını oluşturmaktadır. Lisans öğrencisi düzeyinde ilk Türk (piko) uydusunun tasarımı İTÜ'de gerçekleştirilmiştir.
Her öğrencinin bir ülke delegesi rolünü üstlendiği simülasyon Birleşmiş Milletler konferansları düzenleyen kulüp, dünya üzerindeki birçok saygın üniversitenin yanında İTÜ'de de faaliyette. Diğer delegelere karşı kendi fikrini sunma, gerektiğinde fikrini savunma ve uzlaşma bazlı içeriğiyle sosyal yetenekleri geliştirirken bir yandan da yurt içi ve yurt dışı konferanslara katılarak Türkiye'nin ve Dünya'nın her yerinden öğrencilerle iletişim kurulmasını sağlıyor. Geçmişte faaliyetlerine kısa bir ara vermiş olan kulüp 2014'te, günümüzde aktif durumda.
1930'da Gümüşsuyu kampüsündeki voleybol sahası İTÜ'deki ilk spor alanı olmuştur. İlk zamanlarda voleybolun Türkiye'de beşiği olan İTÜ'de ilgi zamanla basketbola kaymıştır. Daha sonra açılan Gümüşsuyu spor salonu ise 1970'lere kadar Türkiye'nin 2. büyük spor salonu olmuştur. Şimdilerde İTÜ'lü öğrencilerin spor olanakları arasında tenis kortları, halı sahalar, sağlıklı yaşam merkezi, kapalı spor salonu, kapalı yüzme havuzu bulunmaktadır. Daha önce 5 kez basketbolda şampiyon olmuş İTÜ basketbol takımı şu an 2. ligde mücadele etmekte ve karşılaşmalarını Ayazağa kampüsündeki Ayazağa Spor Salonunda yapmaktadır. İTÜ basketbol takımı Türk basketboluna önemli isimler de kazandırmıştır. Bunlardan bazıları: Kemal Erdenay, Harun Erdenay, Levent Topsakal ve Erman Kunter'dir. Her yıl düzenlenen rektörlük kupası futbol karşılaşmaları da fakülteler arasında bir rekabete yol açmaktadır. Ayrıca Ayazağa kampüsünde her ay yürüyüş günleri yapılmaktadır.
İTÜ'deki yurt kapasitesi 1355 kız, 2010 erkek olmak üzere toplam 3365'tir. Yurtların büyük bir bölümü Ayazağa yerleşkesindedir. Gümüşsuyu yerleşkesinde de da kız ve erkek öğrenci yurtları bulunmaktadır. Yurtların standartları yurttan yurda değişmekte ve özellikle göl manzaralı Gölet yurtlarının standartları üst düzeydedir.
Erkek öğrenciler Vadi yurtları, Gölet yurtları, Yılmaz Akdoruk Konuk Evi ve Gümüşsuyu öğrenci yurdu'nda; kız öğrenciler ise Arıoğlu, Ayazağa, Ayşe Birkan, Ferhunde Birkan, Gölet, Gök, Gümüşsuyu, Yılmaz Akdoruk Konuk Evi, Verda Üründül, ve Zeynep Birkan öğrenci yurtlarında kalabilmektedir.
Üniversitenin akademik ve idari personele verdiği lojmanlar da Ayazağa yerleşkesinde, Akatlar'da ve Florya'dadır.
İTÜ, Türkiye'nin yönetiminde ve gelişiminde rol alan çok sayıda siyasetçi yetiştirmiştir. Bunların başında Turgut Özal, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Binali Yıldırım gelmektedir. Özal Türkiye Cumhuriyetinin 8., Demirel ise 9. cumhurbaşkanı olmuştur. İTÜ'de öğretim üyeliği de yapan Prof. Dr. Necmettin Erbakan ise bir süre Türkiye Cumhuriyeti başbakanlığı görevinde bulunmuştur. Türkiye Cumhuriyeti'nin mevcut başbakanı Binali Yıldırım da İTÜ mezunudur. Yıldırım uzun süre Ulaştırma Bakanı olarak da görev yapmıştır. Çeşitli dönem bakanlık yapmış olan Recai Kutan, İsmet Yılmaz, Tarhan Erdem, Ali Topuz, Safa Giray, Fatma Şahin, Veysel Eroğlu, Lütfi Elvan ve Taner Yıldız da Teknik Üniversite mezunudurlar.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmış olan ve Yeditepe Üniversitesi'nin kurucusu Bedrettin Dalan da İTÜ'lüdür. Ankara Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Vedat Ali Dalokay, Adana Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Aytaç Durak ve Bursa Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Teoman Özalp de teknik üniversite mezunu olup mühendis siyasetçi geleneğindendirler.
Zamanının önde gelen bilim adamlarından Mustafa İnan, Ziya Akçasu, Bedri Karafakioğlu, Doğan Tekeli, Doğan Hasol, Kemal Kafalı ve Mehmet Toner de İTÜ'den mezun olmuşlardır. Dünyaca ünlü malzeme bilimcisi Ali Erdemir İTÜ'den malzeme bilimcisi olarak mezun olmuştur. İlk Türk kadın mühendis Sabiha Gürayman da İTÜ mezunudur.
Eserleriyle tanınan ünlü İTÜ'lülerden bazıları ise şunlardır: Anıtkabir'in mimarlarından Prof. Dr. Emin Halid Onat ve Doç. Dr. Ahmet Orhan Arda hem İTÜ mezunudurlar hem de okulda öğretim üyeliği yapmışlardır. Atatürk Üniversitesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi yerleşkelerinin mimarı Veli Behruz Çinici, Devrim arabaları mühendislerinden Kemalettin Vardar, İTÜ mezunudur.
ASELSAN ilk genel başkanı ve kurucularından Hacim Kamoy, TÜBİTAK'in 1968'de kurulan Elektronik Araştırma Ünitesi'nin kurucu başkanı Yılmaz Tokad , 1995'te kurulan TÜBİTAK UEKAE'nin kurucu müdürü Önder Yetiş , HAVELSAN eski genel müdürü Faruk Yarman, Türk Hava Yolları eski genel müdürü ve TAI'nin şimdiki genel müdürü Temel Kotil, TÜSİAD yönetim kurulu başkanı Erol Bilecik, Siemens eski genel müdürü Arnold Hornfeld, Türkiye Petrolleri Genel Müdürü Besim Şişman , Alarko'nun kurucularından Üzeyir Garih, Enka'nın kurucuları Şarık Tara ve Sadi Gülçelik, iş adamı Orhan Öcalgiray, Elginkan Holding'in kurucuları Ekrem Elginkan ve Cahit Elginkan da İTÜ mezunudur.
Konservatuvar mezunu ünlü İTÜ'lülerden bazıları: Volkan Konak, Funda Arar, Çelik Erişçi, Aşkın Nur Yengi, Melihat Gülses, Erkan Oğur, Erol Parlak ve İsmail Hakkı Demircioğlu. Mimar ve Redd grubunun gitaristi Berke Hatipoğlu, İTÜ mimarlık fakültesi mezunudur. Film yapımcısı, senarist ve yönetmen Tolga Örnek ise kimya ve metalurji fakültesi mezunudur. Sporcu ve manken Çağla Kubat makine mühendisliği mezunudur. Ata Demirer ise konservatuvarı yarıda bırakmıştır.
Türk edebiyatının önemli isimlerinden Oğuz Atay İTÜ inşaat mezunudur. Ayrıca yazar Orhan Pamuk da bir süre mimarlık fakültesine devam etmiş fakat mezun olmamıştır. Tiyatrocu Yılmaz Erdoğan ise inşaat fakültesine bir süre devam etmiş ancak daha sonra okulu bırakmıştır.
Şizofreni
Şizofreni; (Eski Yunanca σχίζειν "s’chizein" "bölünmek, yarılmak, ayrılmak, parçalanmak" ve φρήν "phrēn" "akıl, ruh, huy, hissiyat" benzer belirtilere sahip bir takım ruhsal hastalıklardır.
Hastalık, algılama ve düşünme yetilerinde meydana gelen bozukluklara bağlı olarak kişinin davranışlarında da değişime, bozulmalara yol açar. Bu bozulmalar neticesinde şizofreni hastası, kendisini rahatsız etmeye başlayan dış dünyadan bağımsız, kişiler arası ilişkilerden ve gerçeklerden uzaklaşarak kendi kendine yeni bir dünya kurmasına yol açar.
Şizofreni kelimesi, Yunanca ayrık veya bölünmüş anlamına gelen ""şizo"" ("schizein", Yunanca: σχίζειν) ve akıl anlamına gelen ""frenos"" ("phrēn", "phren-" Yunanca: φρήν, φρεν-) sözcüklerinin birleşiminden gelir. Anlatılmak istenen kişinin iki kişilikli olması değil, aynı anda iki farklı gerçekliğe inanmasıdır. ""Gerçek gerçeklik"" normal, sıradan bir insanın algılamasına denk düşerken, ""ikinci gerçeklik"" sağlıklı bir insanın anlayamayacağı, çoğu kez belli bir sisteme dayalı bir gerçekliktir.
Şizofreninin ömür boyu görülme sıklığı genel nüfusta %0,5-1'dir. Ancak kan bağı olan akrabaları arasında şizofreni hastaları bulunanlarda, şizofreni görülme sıklığı genel toplumdan daha yüksektir. Şizofrenide genetik faktörlerin rolü iyi tanımlanmış olmakla beraber, bu hastalık yalnızca kalıtımsal faktörlerin değil, birçok koşulun bir araya gelmesi ile oluşur. Yani şizofreni genetik ve çevresel faktörlerin rol aldığı oldukça kompleks bir hastalıktır.
Günümüzde şizofreni tedavisinde çok yönlü bir yaklaşım yararlı bulunmaktadır. Güncel tedavide temelde antipsikotik ilaçlar kullanılmaktadır. Bunun yanı sıra psikoterapiler ve diğer psikososyal yaklaşımlara da başvurulmaktadır. Antipsikotik ilaçların şizofrenide dopamin varsayımını doğrular biçimde dopamin üzerinden etki ettikleri düşünülmektedir. Hastalığın özellikle akut döneminde hastaların hastanede yatarak tedavi görmesi gerekebilir.
Birçok alttipi bulunan şizofreni çok değişik gidiş ve sonlanış gösteren süreğen bir bozukluktur. Ş |
izofrenide hastalığın gidişi her birey için farklı biçimde gelişebilir. Hastalığın popüler kültürdeki olumsuz imajına rağmen, hastaların çok büyük kısmı tedaviden fayda görebilirler. Buna karşılık şizofreni hastalarının yaklaşık %25-30'unda, ne tür sağaltım yapılırsa yapılsın, belirgin bir iyileşme görülmez ve bu hastalarda ciddi ölçüde yetiyitimi olabilir.
20. yüzyılın başlarına kadar henüz psikolojik hastalıkların tasnif edildiği sistematik bir düzenleme yapılmamıştı. Hastalık ilk olarak 1853 yılında Bénédict Morel tarafından, genç erişkin ve gençleri etkileyen bir sendrom olarak tanımlanmış ve "démence précoce" (latince; "erken bunama") ismiyle adlandırıldı. Bu kavram, 1891'de Arnold Pick tarafından psikozu olan bir hastanın vaka raporunda kullanıldı. Yine 19'uncu yüzyılda "hebefreni" ve "katatoni" gibi şizofreni türleri de tanımlanmıştır.
1893'te Alman ruh hekimi Emil Kraepelin, duygudurum bozuklukları ve "démence précoce" ve benzeri zihinsel hastalıkların sınıflandırılmasında yeni bir yaklaşım geliştirdi. Kraepelin, "dementia praecox"'ın esasen bir beyin hastalığı olduğuna ve bilhassa "dementia" yâni bunamanın ileri yaşta gelişen diğer formlarından farklı bir çeşidi olduğuna inanıyordu. Ayrıca, Kraepelin "paranoid" ve "basit" tiplerini de eklemiş ve hepsini bir tanı altında toplamıştır. Bu tanıya göre hastalıkta erken başlama ve bunama olması gerekmektedir. Ancak bu tanım hastalığı erken başlama ve bunama gerektiren dar bir alanda sınırlamaktadır. 20. yüzyılda İsviçreli Eugen Bleuler hastalığın erken yaşlarda başlamasının ve bunamayla sonuçlanmasının zorunlu olmadığını ortaya koymuştur. Bu hastalıkta hastanın ruhsal hayatındaki yarılmaya önem veren Bleuler, "schizophrenia" (şizofreni) terimini önermiştir. Günümüzde şizofreni tek bir hastalık türü olarak görülmemekte; bir bozukluklar kümesi olarak kabul edilmektedir.
Şizofreni terimi ilk olarak 1908 yılında İsviçreli Eugen Bleuler tarafından kişilik, düşünce, hafıza ve algılamadaki fonksiyonel ayrılmayı tarif etmek için kullanılmıştır. Bleuler, Kraepelin'in ileri sürdüğü gibi her hastada yıkımın ("detoriorasyon"un) olmadığını; duygu, düşünce ve davranışta yarılmayı (skizis) ortaya atmıştır. Bleuler, hastalığın etkilerini temel ve ikincil belirtiler olmak üzere iki kümeye ayırmıştır. Şizofrenide çağrışımlarda (Assosiasyon"da) enkoherans (çağrışımlarda sapma, parçalanma ve yarılma), duygulanımda (Affektivite"de) kısıtlılık (küntlük), duygu düşünce ve davranışta ikilemler (Ambivalans"), kişinin dış alemden çekilerek kendi iç alemine dönmesi (Autism") 4A belirtisinin olduğu birincil; hezeyan, halüsinasyonlar ve diğer belirtileri ikincil belirtiler olarak değerlendirmiştir. Bleuler'e göre temel belirtiler her şizofreni hastasında bulunması gereken belirtilerdir. İkincil belirtiler ise temel belirtilerin üzerine eklenen belirtilerdir ve başka ruhsal hastalıklarda da görülebilmektedir.
Alman psikiyatr Kurt Schneider şizofreninin tanısı ve bu hastalığı anlama ile ilgili birçok çalışma yaptı ve şizofreni hastalığını diğer psikoz türlerinden ayırmaya çalıştı. Çalışmaları sonucunda hastalığın belirtilerini birincil ve ikincil dereceden semptomlar olmak üzere ikiye ayırdı. Günümüzde bu tanımların yerini DSM-IV ve ICD-10 tarafından yapılan tanımlamalar almıştır.
Şizofrenin ömür boyu görülme sıklığı -hayatlarının herhangi bir evresinde başlamak üzere- genel nüfusta %0,5-1'dir. Şizofreni her toplumda ve her türlü sosyo-ekonomik sınıfta görülmektedir. Kadın-erkek arasında sıklık bakımından önemli bir fark görülmemekle beraber kadınlarda başlangıç yaşı (26-32), erkeklerdaki başlangıç yaşından (20-28) daha geç olmakta ve genellikle erkeklere göre daha iyi bir gidiş göstermektedir. Ayrıca gelişmekte olan ülkelerde sıklığı gelişmiş ülkelere göre daha düşüktür. Son yıllarda çok geç yaşlarda başlangıçlı şizofreni üzerine yayınlar görülse de, hastalığın genellikle gençlik çağında başladığı kabul edilmektedir. Geç ya da çok geç başlayan şizofreniler üzerinde araştırma yapan bir grubun görüş birliğini içeren son rapora göre 40 yaşından sonra başlayan şizofreni hastalığının "geç-başlangıçlı şizofreni"; 60 yaşından sonra başlayanların ise "çok geç-başlangıçlı şizofreni-benzeri psikoz" olarak tanımlanması önerilmektedir. Erken başlangıçlılarda ("çocukluk dönemi başlangıçlı") ise kalıtımın görece daha önemli etken olduğu sanılmaktadır. Ayrıca çocukluk çağında başlayan şizofreniyi ayrı bir hastalık türü olan çocukluk şizofrenisinden ayırt etmek gerekmektedir.
Şizofrenik hastalar hastalık öncesi sessiz, arkadaşı az, yalnızlığı seven, tuhaf, güvensiz kişilerdir. Bu özellikler ayırıcı tanıda yardımcı olmaktadır. Aileler genelde çocuklarının hastalık başlamadan önce hep çalışan, sessiz, uyumlu, arkadaşsız olduklarını anlatırlar. Şayet hasta bu özelliklere uymuyorsa tanı için duygudurum bozuklukları gibi diğer hastalıklar düşünülmelidir. Şizofreni, daha önce de belirtildiği gibi, çoğunlukla 18-25 yaşlarında her çeşit psikolojik stresle başlayabilir. Kişinin benliğine darbeler, delikanlılık çağında dürtülerin aşırı şiddet kazanması, cinsel ya da saldırgan dürtülere karşı denetim zayıflığı gibi durumlara, psikozun başlamasından önce sık rastlanmaktadır.
Şizofrenide bilinç ve yönelim genellikle yerindedir. Zekâ seviyesinde belirgin bir gerileme olmasa da, soyutlama yetisinde zayıflamanın ve belirgin bir yıkımın görüldüğü kimi süreğen hastalarda zekâ seviyesinde de eksilme, gerileme, azalma olduğu izlenimi edinilebilir. Örneğin hastanın ilgisi kolayca dağılabilir, sorulara yanıtları geç ya da yanlış olabilir. Son yıllarda temelde var olan negatif belirtilerin baskın olduğu şizofreni türlerinde bir "eksiklik sendromu"ndan söz edilmekte ve bu türlerde beyin patolojisinin incelenmesine ağırlık verilmektedir. "Eksiklik sendromu," bilişsel yetilerdeki eksikliklerdir. Bu sendrom, "kalıcı ve başka nedenlere bağlı olmayan, özgün, olumsuz belirtiler" olarak tanımlanmaktadır.
Şizofrenide; içgörü, düşüncelerin içeriği ve oluşturulması, duyguların deneyimlenmesi ve ifade edilmesi, algılama, davranışlar ve bilişsel işlevler gibi birçok alanda belirtiler ortaya çıkabilir. Şizofreni heterojen görünümlü bir hastalık olduğu için tipik bir genel görünüme sahip değildir; bazı hastalarda bazı belirtiler ortaya çıkarken, diğerlerinde başka belirtiler olabilir.
Hastaların çoğunda içgörü yoksunluğu da görülen belirtiler arasında yer alır. Kısıtlı anlamıyla içgörü kişinin içinde bulunduğu hastalık ve bunun belirtileri hakkında gerçekçi bir kavrayışa sahip olmasıdır. Dünya Sağlık Örgütü'nün 1979'da yayınladığı verilere göre akut şizofrenide en sık görülen belirti içgörü yoksunluğudur. Bu durumdaki hastalar hasta olduklarını düşünmezler. Tedavide büyük handikapa yol açtığından, içgörü yoksunluğu büyük öneme sahiptir.
Şizofreninin seyri sırasında ortaya çıkan belirtiler ayrıca negatif ve pozitif olmak üzere iki başlık altında incelenebilir. Pozitif belirtiler normalin dışında fazlalık, aşırılık ve sapmalar olarak ortaya çıkan belirtilerdir. Negatifler ise normal işlevlerde azalma, eksiklik gösteren belirtilerdir. Şizofreni heterojen görünümlü bir hastalık olduğu için tipik bir genel görünüme sahip değildir.
Hastalığın etkilerini temel ve ikincil belirtiler olmak üzere iki kümeye ayırmıştır. Temel belirtiler her şizofrenikte bulunması gereken belirtilerdir. İkincil belirtiler temel belirtilerin üzerine eklenen belirtilerdir. İkincil belirtiler başka ruhsal hastalıklarda da görülebilmektedir.
Bu belirtiler daha çok ABCD semptomları olarak hatırlanır. İşitme halüsinasyonları (İng. Auditory hallucinations"), düşünce yayınlanması (Broadcasting of thought"), düşüncelerinin kontrol edildiği düşüncesi (Controlled thought" ("delusions of control")), sanrısal algılama (Delusional perception").
Amerikan Psikiyatri Derneği'nin "Diagnostic and statistical manual of mental disorders: DSM-IV" kılavuzuna göre şizofreni tanısını koyabilmek için;
Bunlardan iki ya da daha fazlasının hastada bulunması zorunludur. Bu belirtiler en az bir ay sürmüş olmalıdır.
Şizofreni tanısı koyabilmek için tipik semptomlara ek olarak;
DSM-IV sınıflamasına göre şizofreni beş alt tip ihtiva etmektedir:
ICD-10 sınıflama sisteminde ise bu türlere ek olarak iki alt tip daha vardır.
Şizofreni çok değişik gidiş ve sonlanış gösteren süregen bir bozukluktur. Gidiş ve sonlanışın değerlendirilebilmesi için genellikle şu ölçütler kullanılır: hastalığın belirtileri, iş uyumu, toplumsal uyumu, hastaneye yatış sayısı ve süresi, bilişsel yetileri, genel sağlığı, özkıyım (intihar).
Olumlu gidiş göstergeleri:
Olumsuz gidiş göstergeleri:
Beklentiler yükseldikçe ve hastalar bunu karşılayamadıkça düş kırıklarına bağlı öfke ve üzüntü tepkilerinin daha şiddetli olması beklenir. Bu nedenle ailenin hasta hakkındaki emellerini daha gerçekçi, alçak gönüllü bir düzeye çekmesi sağlanmalıdır. Bunun sağaltımda da önemli bir yeri vardır.
Şizofreniklerde intihar akut dönemlerde hiç beklenmedik anda birden olabilir. Bazı ağır negatif belirtili, yetiyitimli süregen hastalar planlayarak kendilerine kıyabilir. Şizofreniklerde özkıyım riskini artıran faktörler arasında; erkek olma, bekarlık, işsizlik, toplumdan yalıtılmış olmak, çökkünlük, çaresizlik, önemli bir yitim ve ilaç/madde bağımlılığı sayılabilir.
Şizofreni araştırmalarında büyük ilerlemelere rağmen hastalık için spesifik etiyolojik faktörler veya patogenik süreçler kesin olarak tanımlanamamıştır. Etiyoloji üzerindeki görüşler eskiden beri "organik" ve "psikososyal" olmak üzere iki ana kümede tartışılmış olsa da, 20-30 yıldan beri şizofreni, giderek artan bir yaygınlıkla, beynin bir gelişim bozukluğu olarak kabul edilmektedir. Hastalığın asıl nedeninin henüz kanıtlanamamış bir beyin bozukluğu olduğu görüşü kesinlik kazansa bile, bu rahatsızlığın ortaya çıkışında ve zaman zaman görülen alevlenmelerde çevresel-zihinsel etkenlerin varlığı da önemsenmektedir. Şizofreni tek tip bir hastalık değildir. Böyle bir hastalıkta çok değişik oluş nedenlerinin bulunması doğaldır. Organik yönden yapılan araştırmaların yan |
ı sıra psikolojik ve çevresel etkenlerin araştırılması da önemli bir konu olmuştur. Organik bir etiyolojinin gösterilmeyişi nedenin psikososyal olduğunu kanıtlamaz ancak çevresel etkenler açık biçimde gösterilebildiği zaman anlam kazanabilir.
Sinaptik bağlantıların budanması, öğrenme ve beyin yoğrulması gibi önemli biyolojik oluşumlarda erken dönemde yaşanan psikososyal olayların önemli bir rolü vardır. Şizofreninin temelini teşkil ettiği farz edilen nörobiyolojik hasarların biraz olsun düzeltilmesinde hatta iyileştirilmesinde rehabilitasyonun çok önemli bir rolü olduğu düşünülmektedir. Günümüzde şizofreninin oluş nedeni hakkında "Nörodejeneratif" ve "Nörogelişimsel" olmak üzere iki önemli kuram vardır. Son zamanlarda nörogelişimsel kuram giderek güçlenmektedir.
Şizofreninin her şeyden önce biyolojik bir hastalık olduğuna inanılmaktadır. Bununla beraber şizofreni, oluşumunda hem çevresel hem de kalıtımın rol oynadığı kompleks bir hastalıktır. Tek bir nedeni yoktur, çeşitli faktörlerin bir araya gelmesi ile oluşur. Şizofreniye yatkınlık kalıtımsal olmakla birlikte, bozukluğun akut krizler halinde su yüzüne çıkmasında en önemli etkenler şunlardır;
Genel nüfusta %0,5-1 arasında bulunan şizofreni sıklık oranı, şizofreni hastası kişinin birinci derecedeki akrabalarında yaklaşık %10’dur, yani hastanın birinci derecedeki akrabaları için risk genel popülasyon için olanın 10-20 katı kadardır. Akrabalık uzaklaştıkça bu oran düşmektedir. Bu konuda yapılan araştırmalardan elde edilen veriler şizofrenide kalıtımsal bir etkenin bulunduğu görüşünü desteklemektedir. Fakat aile araştırmalarından elde edilen veriler, hem genetik mekanizmayı hem de yakın çevrenin neden olabileceği etkiyi içermektedir. Bu etkileri birbirinden ayırabilmek için evlat edinme araştırmaları ve ikiz araştırmaları yapılmıştır.
Değişik ülkelerde yapılan araştırmalar, tek yumurta ikizlerindeki konkordansın çift yumurta ikizlerinden çok daha yüksek olduğunu göstermiştir. Örneğin; konkordans oranı yaklaşık %50 olan tek yumurta ikizleri (monozigotik ikizler) ve %10-14 olan çift yumurta ikizleri (dizigotik ikizlerle) yapılan araştırmada, kalıtılabilirlik %80 olarak gösterilmektedir.
Kalıtımın yanı sıra çevrenin de hastalık üzerine etkisini anlatmak için evlat edinme araştırmaları yapılmıştır. Bu araştırmalarda biyolojik ana-babası şizofrenik olan ve başkalarına evlat olarak verilen çocuklarda şizofreni oranı belirgin olarak yüksek bulunmuştur.
Günümüzde yapılan çalışmalarla artık bir risk etkeni olarak kalıtımın yeri kesinleşmiştir. Fakat hastalığın hassas bölgedeki basit bir pozisyon değişikliğinden mi, eksik penetransa sahip tek bir genden mi, değişik genlerden mi kaynaklandığı henüz açıklığa kavuşmamıştır. Nonmendelian kalıtıma uyan bu hastalıkta eksik penetrans ve çoklu gen kuramı olasıdır.
Klasik aile, ikiz, evlat edinme çalışmalarının yanı sıra son yıllarda moleküler genetik çalışmaları da gitgide artmaktadır. Genetik belirleyiciler üzerinde yapılan çalışmalarda 5. kromozom, 11. kromozomda bulunan DRD2 (Dopamin-2) reseptörünün yerleşme noktası ve X kromozomları incelenmiş, fakat çalışmalar henüz bir sonuç vermemiştir. Bağlantı dengesizliği üzerinde yapılan çalışmalar ise şizofrenide birden çok genin etkili olabileceği görüşüne dayanmaktadır. Bu çalışmalarda özellikle, sinaptik yayılım ve postsinaptik reseptör kontrolünü etkileyen DTNBP1, nöronal migrasyon ve beyin gelişiminde önemli rolleri olan NRG1, 1q42.1 bölgesinde bulunan DISC1 ve DISC2 ("dısrupted ın schizopherenia") genleri ve ayrıca 22q11 silme sendromunun şizofreni için oldukça yüksek bir riske sahip olduğu ortaya konmuştur. Ayrıca dopaminin salınımını kontrol eden COMT ("Katekol-O-metiltransferaz") kodlanmasını sağlayan gen üzerinde de çalışmalar vardır. Bütün bu genler nörogelişimsel süreç, anormal sinaptik bağlantılar ve bozuk nörotransmitter salınımı ile ilişkilidir.
Hücresel iletişim ve antipsikotik ilaçların farmokolojik işlevleri hakkındaki bu bilgiler; dopamin, noradrenalin, seratonin, asetilkolin, glutamat, nöromodülatör proteinler ve bunların reseptörleri hakkında biyokimyasal hipotezlerin ortaya atılmasına katkıda bulunmuştur.
Şizofreninin fizyopatolojisinde dopamin varsayımı 1960-1970'lerden bu yana sayısız araştırmaya konu olmuştur. Bunun nedeni üç önemli bulguya dayanmaktadır:
Dopamin varsayımının altında yatan gözlem, kimi şizofreni hastalarında; mezolimbik, mezokortikal ya da nigrostriatal dopaminerjik nöronlarda göreceli bir etkinlik artmasıdır. Şizofrenide görülen sanrı, varsanı, düşünce bozukluğu, düzensiz davranışlar gibi pozitif belirtiler bu artma ile açıklanmaya çalışılmıştır. Etkili nöroleptikler özellikle DA reseptörlerine ket vurarak (inhibe ederek) dopamin artımını önler ve bu yolla pozitif belirtileri düzeltirler. Fakat duygularda küntleşme, ilgisizlik, aldırmazlık, toplumdan çekilme, düşünce fakirliği gibi negatif belirtileri daha yoğun olan hastalar nöroleptiklerden fazla yararlanamamaktadır. Bunun nedeni, bu hastalarda beyin neokorteksinde negatif belirtilere yol açan dopamin reseptör sayısı ve aktivitesinde azalmalardır. Bu konuda yapılan çalışmalarla prefrontal kortekste dopamin salınımını sağlayan COMT (katekol-O-metiltransferaz) enziminde kalıtımsal bir bozukluk olduğu gözlemlenmeye çalışılmıştır..
Glutamat beyinde en fazla işlevi olan nörotransmitterlerden biridir. Araştırmalar bir uyarıcı aminoasit olan glutamat aracılığıyla beyinde gerçekleştirilen nöral iletimin şizofreniklerde bozuk olabileceğini göstermektedir. Bazı araştırmalarda şizofrenide hipokampustaki N-metil-D-aspartat reseptörlerinde glutamerjik etkinlikte bir eksiklik olduğu görülmüştür. Bu konuda araştırmalar henüz kesin bir sonuca ulaşmış değildir.
Glutamat hipotezine göre; glutamatın şizofreni patofizyolojisindeki yeri majör glutaminerjik reseptör olan N-metil-D-aspartat (NMDA) reseptör kompleksinde glutaminerjik etkinlikte bir eksiklik; glutaminerjik, dopaminerjik, GABA sistemleri arasındaki ilişkiler; fensiklidinin neden olduğu akut ve kronik etkilere dayanmaktadır. NMDA'nın antogonisti olan fensiklidinin kısa dönemli uygulanımı şizofrenide görülen pozitif ve negatif belirtilere yol açmakta, kronik uygulanımı ise prefrontal kortekste hipodopaminerjik durumu doğurmakta ve negatif belirtilere neden olmaktadır.
Şizofreniklerin bir kesiminde beyinde ve beyin-omurilik sıvısında noradrenalin arttığı ve bu yolla dopaminerjik yayılımın çoğaldığı bildirilmiştir. Fakat noradrenalin yıkım ürünü olan MHPG üzerindeki çalışmalar bir sonuç vermemektedir.
Serotonin reseptörlerini bloke edici etkisi yüksek olan klozapin süregen şizofrenik hastalarda olumlu etki göstermektedir. Dopaminerjik ve serotonerjik dizgeler anatomik olarak birbirine bağlantılıdır ve işlevsel olarak birbirleriyle etkileşim içindedirler. Henüz serotoninin şizofrenideki yeri aydınlatılamamıştır.
Noradrenalin ve serotonin üzerine yapılan araştırmalar dopamin varsayımına karşı değil onu tamamlamaya yöneliktir. Bu araştırmalar kesin bir sonuca ulaşamamıştır.
Beynin belli bir ya da birkaç bölgesinde birinci derece sorumlu özgül bir bozukluk henüz saptanamamıştır. Araştırmalar şizofreninin daha çok beynin iletim devrelerinde bir bozukluk olabileceğini göstermektedir. Şizofreniklerde genel beyin hacminde küçülme bulunmuştur. Bu eksilmenin nedeninin nöro-dejeneratif bir bozukluk mu, nöro-gelişimsel bir bozukluk mu olduğu tartışılmaktadır. Son yıllardaki incelemelerin çoğu, nörodejeneratif bozukluktan ziyâde nörogelişimsel bozukluk görüşünü desteklemektedir.
Araştırma verilerine göre; frontal lobda küçülme, talamusun algıları süzme ve ayıklama işlevinde bozukluk, prefrontal korteks ve serebellum arasındaki devrelerde bozukluk vardır. Yapılan araştırmalarla süregen şizofrenik hastalarda uyaranların beyne ulaşırken karşılaştıkları süzgeçte ve girdi ayarlamasında bir yetersizlik olduğu, bu nedenle beyne çok fazla bilgi iletildiği, ama hastanın bu bilgileri uyum amacıyla ayıklayamadığı ve bütünleştiremediği anlaşılmaktadır. Şizofreniklerde temelde bir bilgi-işleme kusuru olabileceği görüşü giderek ağırlık kazanmaktadır. Şizofreni bilgi-işleme kuramları başlangıçta daha çok uyaranların süzülmesinde bir bozukluk olduğu varsayımına dayanmaktaydı. Son yıllarda daha çok nörofizyolojik temelli bilgi işleme kuramları öne çıkmaktadır. Bazı araştırmalara göre şizofrenide temel bozukluk istenç eksikliğidir. Niyetlenme ve harekete geçme işlevleri frontal korteks ile ilgilidir. Şizofrenide bir niyetin harekete geçirilmesi için gerekli olan istenç eksikliği "frontostriatal" bir patolojiyle bağlantılıdır. Son yıllarda ""eksiklik sendromu"" giderek artan biçimde ilgi çekmektedir.
Günümüzde şizofrenide beyindeki yapısal anormalliklerinin araştırılmasında çoğunlukla manyetik rezonans (MR) teknikleri kullanılmaktadır. Birçok beyin MR incelemesi; lateral ventrikülerin hacminde artma, beynin tümünde az da olsa azalma (%2-3 arasında), ayrıca hipokampus, talamus ve frontal lobların bölgesel hacminde azalma olduğunu göstermektedir. Bununla beraber, şizofrenlerdeki ventriküler genişlemenin ilerleyici olmadığına ve hastalık ortaya çıkmadan önce de var olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır.
Çocukluk-başlangıçlı şizofrenlerin anatomik MR araştırmaları, gri cevherde azalma ve ventriküler büyümenin yetişkinliklerinde tipik olarak görüldüğünü göstermektedir. Buna zıt olarak yetişkinlik-başlangıçlı şizofrenide temporal lobda yapısal değişiklikler bulunmuştur.
Şizofrenide pozitron emisyon tomografisi (PET) araştırmaları ise frontal loblar, bazal gangliyonlar, talamus ve temporal loblar üzerine yoğunlaşmış ve bunların her biri ile ilgili bir takım anormallikler gösterilmişse de henüz beynin belli bir ya da birkaç bölgesinde birinci derecede sorumlu özgül bir bozukluk saptanamamıştır. Şizofrenide genel olarak frontal lobda küçülme, talamusun algıları süzme ve ayıklama işlevinde bozukluk, prefrontal korteks ve serebellum arasındaki devrelerde bozukluk olduğu bilinmektedir.
Şizofrenlerin beyin büyüklükleri sağlıklı kontrol grupları ile karşılaştırıldığında yakl |
aşık olarak %5-8 daha hafif ve %4 daha küçüktür. Ayrıca Nelson ve arkadaşları, bir manyetik rezonans (MR) meta-analiz çalışmasında, şizofreni ile bilateral hipokampus ve amigdala küçülmesi arasında pozitif ilişki olduğunu kanıtlamıştır.
1990'lara kadar uzun yıllar bilim çevrelerince sıklıkla kabul edilen hipotez nörodejeneratif kuramdır. Ancak bu hipotez hastalığın patofizyolojisini açıklamakta yeterli olamamıştır. Son yıllarda yapılan çalışmalar neticesinde, artık günümüzde yaygın kabul gören görüş, nörogelişimsel kuramdır.
Yıllar boyunca şizofreninin, hastalık ortaya çıkmadan kısa bir süre önce meydana gelen patolojik süreçlerden kaynaklandığı düşünülmüştür. Günümüzde ise yaygın olarak şizofreninin erken beyin gelişiminde meydana gelen bir anormallikten kaynaklandığı kabul edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında şizofreni beyin gelişiminden kaynaklanan ensefalopatiler gibi kabul edilmektedir.
Nörogelişimsel kuram, şizofreninin yaşamın erken dönemlerine ait gelişim basamakları ile ilgili sabit ve yapısal bir noksanlıktan kaynaklandığını öne sürmektedir. Bu gelişim basamakları; nöronal öncülleri, glial proliferasyonu ve migrasyonu, aksonal ve dentritik proliferasyonu, aksonların miyelinizasyonunu, programlı hücre ölümünü ve sinaptik budanmayı kapsamaktadır. Yaygın olarak kabul gören bir model, nörogelişimsel bir kusurun morfolojide ve hücre mimarisinde değişikliğe yol açarak nöronların modulatuar kapasitelerinde bir noksanlık meydana getirdiğini öne sürmektedir. Bununla birlikte ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde bu nörogelişimsel kusurun stres gibi çevresel tetikçilerle birlikte belirgin semptomlara yol açtığı düşünümektedir. Bozukluğu kompanse eden sinaptik bağlantıların budanma sonucu yok olmalarının belirtilerden sorumlu olduğu düşünülmektedir.
Nörogelişimsel kuram, şizofreninin yaşamın erken dönemlerine ait gelişim basamakları ile ilgili sabit ve yapısal bir noksanlıktan kaynaklandığını öne sürmektedir. Nörogelişimsel bir kusurun morfolojide ve hücre mimarisinde değişikliğe yol açarak nöronların modulatuar kapasitelerinde bir noksanlık meydana getirdiğini öne sürülmektedir. Bununla birlikte ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde bu nörogelişimsel kusurun stres gibi çevresel tetikçilerle birlikte belirgin semptomlara yol açtığı düşünümektedir. Bozukluğu kompanse eden sinaptik bağlantıların budanma sonucu yok olmalarının belirtilerden sorumlu olduğu düşünülmektedir.
Hastalığın erken gelişim döneminde oluşan bir lezyondan köken almasına rağmen klinik belirtilerin ergenlik çağının sonlarında ortaya çıkması ergenlik döneminde gerçekleşen olgunlaşma süreçlerinin psikozu ortaya çıkarttığı yönünde yorumlanmaktadır. İnsan beyninin, yaklaşık olarak yetişkin beyin büyüklüğüne ilkokul yıllarında ulaştığı bilinmektedir ve bu büyüme beyaz cevherden değil gri cevherden olur. Ayrıca nöral bağlantıların özgül olarak düzenlenmesi ve serebral yapılardaki özel küçülmeler de erken serebral olgunlaşmada gerçekleşmektedir. Erken dönemde oluşmuş bir lezyon ile hastalığın ortaya çıkması arasındaki gecikme, ergenlikte meydana gelen kortikal budanma gibi bazı olgunlaşma mekanizmalarında meydana gelen genetik değişikliklerle açıklanmaktadır.
Günümüzde hastalığın klinik olarak başlamasına neden olan ek bir patolojinin ortaya çıkması ya da tetikleyici psikostresör bir etkenin varlığı üzerinde yoğunlaşılmıştır. Şizofrenide, erken beyin gelişimindeki hasarla bozulmuş nöronal sistemler aslında geç olgunlaşan nöronal sistemlerdir. Bu nedenle, bunlara ait bir fonksiyonel bozukluk, postnatal olgunlaşmanın tamamlandığı döneme dek görülmeyebilir. Diğer bir deyişle postnatal beyin gelişimi tamamlanıncaya dek -ki bu durum geç adölesan ve hatta erken erişkinlik dönemlerine kadar devam eder- hem hatalı fonksiyon belirti vermez hem de diğer sistemler bu hatalı fonksiyonu kompanse ederler. Bunun nedeni -"Kennard prensibi"- genç beynin daha fazla kompansasyon kapasitesine sahip olmasıdır.
Nöropsikolojik testler ve fonksiyonel beyin görüntüleme tekniklerini kullanan çalışmalar; kortikal disfonksiyonun, prefrontal ve temporal loblar arasındaki fonksiyonel ilişkiyi içerdiği gösterilmiştir ki bu şizofreninin karakteristik bulgusudur. Beynin en geç olgunlaşan bölümü prefrontal-temporal bölgedir. Nörogelişimsel kurama göre, bu nedenle bu bölge ile ilgili fonksiyonel bozukluk belirtileri geç ortaya çıkar. Prefrontal-temporal bölge çevresel şartlar yetersiz olduğunda maksatlı davranışa rehberlik etmek için geçmiş deneyimlerin kullanımını kolaylaştıran bölgedir. Sonuçta yeni çevresel şartlar ile geçmiş deneyimler arasında bağlantı kurarak yeni tepkilerin verilebilmesi ve uyumlu bir davranış modeli gösterilebilmesinde rehberlik yapar. Yeni bir stresör ile karşılaşan kişi, prefrontal-temporal bölgenin işlevi sayesinde bu stresör ile başa çıkabilir. Bu nedenle prefrontal-temporal bölgenin henüz gelişmekte olduğu erken çocukluk dönemlerinde bu fonksiyon işlev görmediğinden diğer bölgelerin kompansasyonu yardımıyla stresör etkenlerle başa çıkıldığından bu bölgedeki bozukluk olgunlaşma tamamlandıktan sonra ortaya çıkacaktır. Çünkü bu dönemde diğer olgun bölgelerin kompansanyon işlevi de son bulmuştur.
Konuşmada gecikme, okuma ve motor becerilerde yetersizlik gibi nörogelişimsel bozukluklar genellikle ilerleyici değildirler ve yaşamın ilk on yılında görülmektedirler. Serebral morfolojik değişiklikler; mikrosefaliyi, hidrosefaliyi, anormal hücre migrasyonunu ve bazı beyin bölgelerinin asimetrisini içermektedir. Şizofreni hastaları nörogelişimsel bozukluklukların birçok karakteristik özelliğini taşımalarına rağmen çok farklı klinik bulgular sergilemektedirler. Bu nedenle bu bozukluklar hakkında genel bir yargıya ulaşmakta güçlükler yaşanmaktadır. Nörogelişimsel kuram göz önüne alındığında, hastalığın gizli, belirti vermeyen bir süreci olduğu ve lezyon ile bazı nörogelişimsel anormalliklerin tanı konulmadan önce gözlenebilineceği düşünülmektedir. Şizofrenideki nörogelişimsel anormalliklerle ilgili yapılan çalışmaların çoğu olumsuz sonuçlansa da bazı çalışmalar şizofreni için risk sayılan bir takım davranışsal ve bilişsel anormallikler tanımlamaktadır.Hastalığın erken gelişim döneminde oluşan bir lezyondan köken almasına rağmen klinik belirtilerin ergenlik çağının sonlarında ortaya çıkması ergenlik döneminde gerçekleşen olgunlaşma süreçlerinin psikozu ortaya çıkarttığı yönünde yorumlanmaktadır. İnsan beyninin, yaklaşık olarak yetişkin beyin büyüklüğüne ilkokul yıllarında ulaştığı bilinmektedir ve bu büyüme beyaz cevherden değil gri cevherden olur. Ayrıca nöral bağlantıların özgül olarak düzenlenmesi ve serebral yapılardaki özel küçülmeler de erken serebral olgunlaşmada gerçekleşmektedir. Erken dönemde oluşmuş bir lezyon ile hastalığın ortaya çıkması arasındaki gecikme, ergenlikte meydana gelen kortikal budanma gibi bazı olgunlaşma mekanizmalarında meydana gelen genetik değişikliklerle açıklanmaktadır.
Nörodejeneratif kuram, gelişimsel evrelerde herhangi bir sorun olmaksızın, sonradan nöronal dejenerasyon sonrasında hastalığın ortaya çıktığı görüşünü destekler. Hastalığın seyri sırasında nöron fonksiyonlarında progresif kayba yol açan, bir nörodejeneratif sürecin devam ettiğini iddia eder. Hastalığın genellikle ileri (yetişkin) yaşlarda ortaya çıkması ise yaşlı nöronların bu bozuklukların dejenerasyonuna daha duyarlı olduğuna bağlanmaktadır.
1990'lara kadar uzun yıllar bilim çevrelerince sıklıkla kabul edilen hipotez nörodejeneratif kuramdır. Buna göre genç erişkin dönemde klinik semptomatoloji başlayıncaya kadar birçok olguda ya beyin gelişiminin normal olduğu ya da sonradan gelişen metabolik, enfeksiyöz veya degeneratif hastalıklar nedeniyle hasara uğrayan beynin bozuk işlevleri sonucu şizofreni ortaya çıktığı ileri sürülmüştür. Bu çerçevede viroimmünolojik hipotez gibi görüşler de ileri sürülmüştür.
Ancak son yıllarda yapılan araştırmaların neticesinde; şizofreni kliniği arasında bağlantıların olduğunu gösterebilen nörobiyolojik modellerin bulunması nörodejeneratif hipotezden ziyade nörogelişimsel modelin şizofreni kliniğine uygun olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır. Bir grup araştırmacı ise bazı şizofrenlerin, nörogelişimsel modelden çok nörodejeneratif modele uygun klinik tablolar sergilediğini öne sürmektedir. Bu tablolar, önceden sağlıklı olan insanlarda meydana gelen ve başlarda giderek kötüleşirken sonra hafifleyen ya da psikotik ve/veya negatif belirtilerle devam eden hastalık durumunu ve hastalık öncesi haline dönen çok küçük bir grubu içermektedir.
Şizofeni için annenin kötü beslenmesi, zehirlenmesi, strese maruz kalması, enfeksiyonlar, gebelikte ve doğumda karşılaşılan olumsuzluklar ve genetik etkenler dahil sayısız risk etkeni tanımlanmıştır. Yapılan bir araştırmada; şizofreni ile doğumda erken membran ruptürü, forsepsle doğum ve 2,500 gramdan düşük doğum ağırlığı arasında belirgin ilişki olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca erkeklerin gebelik ve doğum sorunlarına, serebral olgunlaşma zamanlarının farklı olmasından sebep daha hassas oldukları öne sürülmektedir. Annenin beslenmesi üzerinde birçok araştırma yapılmasına rağmen, sadece gebeliğin ilk üç ayında yetersiz folik asit alımı ile nöral tüp defektleri (spina bifida, hidrosefali, anensefali) arasında bir ilişki olduğu bulunmuştur.
Ilıman iklime sahip ülkelerdeki epidemiyolojik çalışmalar kış sonu ve ilkbahar başlarındaki doğumlarda şizofreni prevalansının yüksekliğine dikkat çekmektedir. Şizofreni ile doğum mevsimi arasındaki ilişkiyi açıklayan çevresel etkenler enfeksiyon ajanlarına, beslenme faktörlerine ve çevre sıcaklığındaki değişikliklere işaret etmektedir. Ayrıca şizofreni üzerine yapılan epidemiyolojik çalışmalar annenin gebeliğin ikinci üç aylık döneminde maruz kaldığı grip ve diğer virüslerin bebeğin ileriki yaşlarında şizofreni için risk teşkil edebileceğini göstermektedir.
Bu güne kadar şizofreninin ana kökeni ve tam tedavisi bulunamamıştır. Aşağıdaki tedavi şekilleri semptom tedavisinde,akut krizlerin tekrar ortaya çıkmasını engellemek ve kişinin bozukluğa rağmen kişilik g |
elişimini desteklemek içindir. Şizofreni tedavisi dört önemli başlık altında özetlenebilir;
Şizofreninin ilaçla tedavisinde nöroleptikler kullanılmaktadır. Nöroleptiklere; "Clozapin, Risperidon, Zotepin, Sulpirid , Olanzapin, Sertindol, Amisulprid, Quetiapin, Ziprasidon" örnek verilebilir. Nöroleptik (antipsikotik) ilaçlar 1950'lerde ilk olarak "klorpromazin" ile kullanıma girmiş ve şizofreni tedavisinde çığır açmıştır. İlaçların kullanımı hastadan hastaya ve türden türe değişiklik göstermektedir. İlaçların etki süresi de hastadan hastaya değişiklik gösterir ve kullanılan ilacın türüne bağlı değişik yan etkiler görülebilir. Sıkça görülen yan etkiler arasında yorgunluk, hareket bozuklukları, yerinde oturamama, susuzluk, terleme, bulanık görme, iştah artması, kilo alma sayılabilir. Özellikle eski tip antipsikotiklerin uzun süreli kullanımına bağlı olarak tardiv diskinezi adı verilen, istemsiz hareketlerle karakterize bir hareket bozukluğu ortaya çıkabilir.
Akut dönemlerinde zorunlu olmak üzere şizofrenide ilaçlar başta gelen tedavi yöntemidir. İlaçsız sağaltım yöntemleri süregenleşme riskini arttırır. İlaçların özellikle pozitif belirtileri yatıştırdığı bilinmektedir. İlaçlara yanıt ve duyarlılık bireyden bireye farklılıklar göstermektedir. Negatif belirtilerin baskın olduğu hastalarda yatıştırıcı etkisi daha az olan nöroleptiklerin kullanımı araştırmalarla desteklenmiştir. Uzun süre verilen ilaçlar bazen hastalarda negatif belirtilerin artmasına neden olabilmektedir.
Şizofreni hastalarının tedavisinde kullanılmak üzere çeşitli psikoterapi yaklaşımları (bilişsel-davranışçı terapiler, destekleyici psikoterapi, ilaç uyum terapisi, “kişisel” terapi, kabullenme ve bağlılık terapisi vb.) geliştirilmiştir. Bu yaklaşımlar arasından etkinliği konusunda hakkında en fazla kanıt bulunan tür, bilişsel-davranışçı terapi olarak adlandırılan terapi çeşididir. Bu tür bir terapinin, ilaç tedavisinden sonra geride şikayetleri kalan hastalarda yararlı olduğu düşünülmektedir.
Psiko-bilgilendirmenin şizofreni hastalarının tedavisinde uygulanacak programa dahil edilmesinin yararlı olduğuna dair kanıtlar vardır ve bazı ülkelerde bu tür programlara rutin olarak dahil edilmiştir.
Şizofrenide ilaçla tedavi yanında bir beslenme planı da bazı yazarlarca önerilmiştir. Bu yazarlara göre alkol, kahve, et ve şekerin mümkün olduğunca az alınması gerekir. Omega-3 bağı içeren yağların (balık, her türlü deniz ürünleri, tofu, soya, badem, ceviz), omega-6 bağı içeren yağlar (ayçiçeği, susam, mısır), folik asitler (taze portakal suyu, ıspanak, fıstık, kuru fasulye, nohut), B3 vitamini (balık, patates, avokado, kahverengi pirinç), B6 vitamini (tavuk, karnabahar, domates) ve C vitamini (brokoli, turunçgiller, lahana, kivi) tüketimi yine bazı yazarlar tarafından önerilmiştir.. Bir diğer öneri ise çölyak hastalığının da tedavi şekli olan glutensiz ve kazeinsiz diyet'tir.
"Sosyal stigmata", şizofreni hastalarının tedavisinde en büyük engel olarak tanımlanmıştır.
1999 yılında yapılan geniş bir örnekleme sahip bir çalışmada, Amerikalıların şizofreni konusundaki inanışları incelenmiştir. Bu çalışmada, şizofrenlerin başkalarına zarar verici davranışlarda bulunmasını Amerikalıların %12,8'i "oldukça muhtemel" olduğuna inanırken, %48,1'inin ise bunun "bir miktar muhtemel" olduğuna inandığı bulunmuştur. Aynı çalışmada, şizofrenlerin kendi tedavileri hakkında karar verme yetileri olup olmadığı konusunda bir başka soruya ise %74'ün üzerinde kişi "pek muktedir değil" veya "hiç muktedir değil" diye cevaplamıştır. Aynı şekilde para idaresi konusunda karar verme yetileri olup olmadığı konusundaki soruya da %70,2'si "pek muktedir değil" veya "hiç muktedir değil" diye cevaplamıştır. Yapılan bir çalışmada, psikoz hastalarının şiddete meyilli oldukları inancının 1950'lerden bu yana iki katından fazla arttığını gösterilmiştir.
"Akıl Oyunları" adlı kitap ve filmde, şizofreni tanısı konmuş Nobel ödüllü matematikçi John Forbes Nash'ın hayatı konu edilmiştir. Marathi dilindeki "Devrai" adlı filmde bir şizofreni hastasının konu edilmiştir. Hastaların davranış şekli, düşünce yapısı ve hastalıkla mücadelesi konu edildiği film Hindistan'ın batısında yer alan Maharashtra'ın Konkan bölgesinde çekilmiştir. Ayrıca, hastaların tedavide kullandıkları ilaçlar ve aile üyelerinin gösterdikleri büyük sabır da filmde konu edilen diğer konulardır. Şizofrenlerin aile üyeleri tarafından kaleme alınan gerçek olaylara dayanan kitaplardan bir diğeri ise, Avustralyalı gazeteci Anne Deveson'un oğlunun şizofreni ile mücadelesini kaleme aldığı "Tell me I'm Here" adlı kitaptır. Bu kitap sonradan beyaz perdeye de uyarlanmıştır.
Mark Vonnegut tarafından kaleme alınan "The Eden Express" adlı kitapta bir şizofreni hastasının, hastalıkla mücadelesi ve tedavi süreci konu edilmiştir. Şizofreninin konu edildiği bir diğer kitap ise, Mikhail Bulgakov'un 1975 tarihli "The Master and Margarita" adlı eseridir.
Tasavvuf
"Sufizm'in diğer anlamları için Sufi (anlam ayrımı) sayfasına bakınız"
Tasavvuf ya da Sufilik ( Sufiyye) ( tasavvuf) ( sūfīgarī), İslam'ın iç veya mistik yüzü olarak tarif edilir.
Tasavvuf ve sufi kelimelerinin hangi kökten geldiği hakkında ihtilâf vardır. Sûfî kelimesinin kökü olarak en çok hüsn-ü kabul gören kelime, ""yün"" anlamına gelen Arapça ""sûf""tur. Klâsik tasavvuf yazarlarının ilklerinden olan Ebû Nasr Serrâc (ölm. 378/988); "peygamberlerin, evliyâ ve asfıyânın yolu" dediği sûf giyme âdetinden hareketle sûfî kelimesini bu kökten sayar.
Sahih-i Buhârî Tercemesi'nde ""Suffa; Kāmûs müterciminin dediği gibi, eski yerlerdeki "sed", "seki" gibi yüksekçe eyvana denir. Lisanımızda tahrifle "sofa" tâbir olunur. Ehl-i suffa buna izâfe edilmiştir." denilmektedir.
Bir diğer görüşte ise suffe; ""avlu, gölgelik"" gibi mânâlarda kullanılır. Mescid-i Nebevî'nin avlusu ve gölgeliğinde yatıp kalktıkları için, bu fakir ve bekâr muhacirlere “Ashâb-ı Suffe "(Suffeliler)"” adı verilmiştir.
Sûfî kelimesinin kökünün Muhammed döneminde ""keçi vb. hayvanların kılından, yününden (sûf) yapılmış, çobanların giydiği üst kalın elbise, kepenekten geldiği"" görüşünün açıklamasında; peygamberin döneminde hiçbir sohbeti kaçırmayan ve İslâm peygamberinin tüm dini açıklamalarına daime katılan çok fakir bir bedevi grubu anlatılmaktadır. Bunlar işleri veya mecbur sebeplerden dolayı sohbete ve konuşmalara katılamayan diğer din mensuplarına İslam hakkında peygamberin konuşmalarını anlatırlarmış. Bunların kendilerini tamamen fiziki olarak da İslam'a ve dini yaşamaya adamaları; her kesimin dikkatini çekmiştir. Belirgin özellikleri olan giydikleri keçi kılından olan üst kalın elbise nedeniyle suffa ehli (Ashab-ı Suffa) olarak anılmaya başlanmışlardır. Nitekim bu giydikleri elbise Arapça dilinde soffa veya suffa olarak anılmaktaymış. Yine bu görüşe göre İslam peygamberinin bahçede sohbet yaptığı etrafı açık çardak benzeri bir yapı yüzünden de tasavvuf kelimesinin türeyebileceği söylenmektedir. Zira bu yapı da soffa veya suffa olarak anılmaktaymış. Bu ifadeler kapsamında "tasavvuf" lafzı buralardan gelebilir denilmektedir ancak esasta kelimenin ruhani manası Kur'an'ın "yaşama geçirilmiş hali, Kur'an'ın tamamına inanıp onu yaşamak" olarak tarif edilmektedir.
Tasavvufun mistisizmin İslam özelindeki hali olduğunu iddia edenler olduğu gibi, mistisizmin Çin-Hindu dinlerinden gelmesi nedeni ile İslam ile tamamen farklı olduğunu iddia edenler de olmuştur. Kimilerine göre, tasavvuf şeriattan daha yüksek bir aşamayı ifade eder. Mutasavvıflar sufi olmaya çalışmışlar, tekkeler, medreseler kurmuşlardır. Sufiyâne hayat yaşamaya çalışanlara derviş de denilir. Türkler arasında Tasavvuf Batı Türkistan’da çıkmıştır. İlk sufiler keşif sahibi insanlardı, mala mülke değer vermezler, bazen çıkınları bile olmadan gezer ve gittikleri yerlerde insanları dini yönden aydınlatırlardı. Batı Türkistan’daki bu ilk sufilerin bazıları, bir tarikat gütmedikleri için tarikat şeyhleri gibi isim yapmamış olabiliyorlardı.
Arapça tasavvuf kelimesinin hangi kökten geldiği tam olarak bilinmemektedir. En çok kabul gören görüşlere göre:
Yün giyme anlamı için kullanılan peygamber sözlerinden bir kısmı:
Kuşeyrî ve Hucvirî gibi bâzı müellifler; bu kelimenin Arapça herhangi bir kelimeden türemediğini, olsa olsa câmid bir lâkâb olabileceğini söylerler. Sûfî ve tasavvuf kelimelerinin Arapça bir kökü bulunduğunu öne sürenler ise bir kelime üzerinde ittifak edememişlerdir. Tasavvuf kelimesinin kökü olarak öne sürülen başlıca kelimeler şunlardır:
Sufizm'in tanımı çeşitli mutasavvıflarca farklı şekillerde yapılmıştır. Bu tanımlardan birine göre, Sufizm, insanın akıl yoluyla erişemediği ilahî hakikatleri ve gayb âlemine ait hakikatleri manevi latifelerle arama yoludur. Hedef, insan-ı kâmil olmaktır. Bir başka deyişle, Sufizm, İslam inanışına göre, kişiliği kötü huylardan temizleyip, ruhu pak edip, olgunluk ve kemale erme yoludur.
Tasavvuf, silsile yolu ile Muhammed'e dayandırılan, Allah'ı anlamaya vesile olarak, Peygamber vârisi olduğuna inanılan Evliya ve Mutasavvıflar tarafından, "Hakk'tan aldığını halka sunuş" yolu olarak takdim edilen, dinin fıkıh, kelam, Ahlak ve tasavvuf olmak üzere dört ana temelden oluştuğu inancını savunan Mutasavvıfların yolu olarak ortaya çıkmıştır.
Tasavvufun çok önemli iki boyutu vardır:
2. Yatay boyut: insanlara hizmet etmek ve dünyevi ilişkileri uyum, güzellik ve sevgi boyutunda ayarlamak.
Tasavvufun ilk örneği olarak İslam peygamberinin Hira mağarasında inzivaya çekilmesi gösterilir.
Tebe-i Tâbi'în devrinde iyice genişleyen İslâm dünyâsında refah arttıkça halktan ibâdet ve zühd konularına yönelenlere ""âbid, zâhid, nâsik, bekkâ"" gibi isimler verilmeye başlandı. Bunların arkasından hicrî II. asrın ortalarından sonra ise "sûfî" kavramı yaygınlaşmıştır. "Sûfî" lâkâbıyla ilk anılan zât; bir rivâyete göre Câbir b. Hayyân "(ölm.150/767)", bir başka rivâyete göre ise Ebû Hâşim'dir. Her ikisi de Kûfe'li olduklarından, "sûfî" kavramının önce Kûfe ve Basra'da ortaya çıktığı söylenebilir.
Tasavvufta Peygamberin orada halktan uzak |
kalarak nefsini terbiye ile uğraştığına, Sahâbeden Ali ve Ebubekir gibi bazı kimselerin tasavvufi gerçekleri Peygamber'den aldığına ve nesilden nesile aktardığına inanılır.
"Suffe ehli; Medine'de duracak yerleri, sığınacak kimseleri olmayan sayıları zaman içinde değişen erkeklerden oluşuyordu. Mescid-i Nebevinin etrafındaki hücrelerde bir arada yaşıyorlardı. Ziraat yapmaya, süt hayvanları ile uğraşmaya veya ticarete imkânları yoktu. Gündüzleri odun taşıyarak ve hurma çekirdeklerini kırıp öğüterek karınlarını doyurmaya çalışıyor; geceleri ise ibadetle ve Kur'an okumakla meşgul oluyorlardı. Şu ayetlerin onlar hakkında olduğu düşünülür:"
"Rablerinin rızasını dileyerek sabah ve akşam O'na dua eden fakirleri yanından kovma."
"Sabah akşam rablerinin rızasını dileyerek O'na dua ve ibadet eden kimselerle beraber sabret, gözünü onlardan ayırma!"
Tarikat liderlerinin veya velilerin de peygamberin vârisleri olarak bu yolu takip ettikleri kabul edilir.
Tasavvuf'ta şii - batıni etkilenmeler; Tasavvufun Şiîlik ile alâkalı olduğu ve bazı mutasavvıfların şii eğilimli oldukları bilinmekle beraber, bu olguyu bütüne yaymak mümkün değildir. Yeni Eflâtunculuk, Yunan felsefesi, Kabalizm ve İran etkilerinin henüz oluşmamış olduğu eski devirlerde de tasavvuf hareketlerine rastlanmaktadır. Bu ilk mistiklere ait eserlerden günümüze kadar elimizde kalanları bulunmamakla beraber, sadece rivayet ve menkıbeleri hayâtta kalmıştır.
Helenistik etkiler; Hâkim Tirmizî’den sonra Fârâbî’nin getirdiği yenilikler sayesinde tasavvufa girmeye başlamıştır.
Abdal Musa, Beyazid Bistâmî, Bişri Hafî, Celâleddîn Rûmî, Cüneyd Bağdadi, Fudayl bin İyâz, Hacı Bektaş, Hâris el-Muhasibî, İbrahim Edhem, İmâm-ı Gazâlî, Muhyiddîn İbn Arabî, Şâh-ı Nakşibendî, Yunus Emre, diğer büyük sufiler arasında sayılabilir.
Tasavvufa göre, bilginin kaynağı üçtür:
Tasavvuf, her üçünü de kabul etmekle beraber vahyin özel bir şekli olan ilhama dayanır. İlhamın ancak arınmış, temiz bir kalbe gelebileceğine inanılır. Vahyin çeşitleri vardır. En üstte peygambere yapılan vahiy, en altta ise arı gibi hayvanlara yapılan vahiy vardır. İlham ise peygamber olmayan insanlara Allah'ın bildirmesidir.
Buna göre, şeriat ve Kur'an yargıları da dâhil olmak üzere, söze dayanan teorik bilgilerin tümü sözel bilgidir. Bu bilgiler dıştan okunarak elde edilebilir. Oysa iç bilgi, dıştan okunarak elde edilemez, bu bilgi insanın içinden doğarak gelir ve gerçek bilgi budur. Tasavvufa göre, asıl bilginin, tasavvuf bilgisi denilen bu bilgi olduğu; kardeşlik duygusunu geliştirdiği, toplu olarak bir arada yaşama duygusunu güçlendirdiği, insanları iyilik ve olgunluğa götürdüğü kabul edilir.
Dış bilgi elde eden kişinin kendisi için iyilik istediği, tasavvuf bilgisi olan kişinin ise tüm insanlığı düşündüğüne inanılır.
Tasavvuf konu olarak felsefenin alanına girmektedir. Ancak tasavvuf bir felsefi ekol değildir. Tasavvuf, felsefeden farklı olarak aklı yalnızca maddi dünyada delil olarak kullanır. Ancak metafizik âlemin anlaşılması için aklın yetersiz olduğunu iddia eder.
Tasavvufta akıl dışında bir diğer bilgi kaynağı da ‘nakil’dir. İman, vahye dayanan nakle teslim olmak demektir. Bu görüşe göre, iman ispat gerektirmez.
Tasavvuf bu iki görüş arasında bilginin başka bir kaynağı olduğu iddiasındadır. Nefsini temizleyip Allah'tan gelen ilhamlara hazır hale getiren bir veliye Allah'ın izni ile bilinmeyenlerin kapısının teker teker açıldığına inanılır. Bu yola girenlerin her ilerleyişinde yeni bir makama varılır; Her makamın kendine özgü pratiği vardır. Örneğin bazı makamlarda sürekli zikir yapılırken, bazı makamlarda kişi Kur'an okumayı bırakır ve yalnızca tefekkür eder.
Tasavvufta saf bilgiyle, uygulama "(pratik)" olmadan ilerleme sağlanamayacağına inanılır. Bu nedenle, tasavvufi gerçeğe kavuşmak için bu yola girmek ve nefsi arındırmak gerekir. Tasavvufi bilgi tefekkür (meditasyon ve Mürşid-i Kâmil vasıtasıyla elde edilir.
Tasavvuf ile elde edilen bilgi şüphe içermez. Ancak tasavvufun önde gelen temsilcileri Hâris el-Muhasibî ve Gazâlî'ye göre insanları tasavvufa yönlendiren şey şüphedir. Diğer tassavvuf âlimlerine göre ise insanları tassavvufa yönlendiren güdü içsel arayıştır (Mevlana Rumi). Tasavvuf ilerleyen safhalarında şüphe barındırmamasına rağmen, tasavvufun başlangıcında şüphe ve insanın içine düştüğü kalbi zihni boşluktan kaynaklanan arayış vardır.
Mistisizm inançların ve dinlerin manevi (aşkın) yönlerini ifade eden kavramın adıdır. Mistikler, yaşadıkları din, kültür ve medeniyet ortamında şekillenirler. Bu nedenle kavram olarak bu şemsiyenin altında incelenseler de birbirinden farkları vardır.
Tasavvuf ve sufizmin İslam mistisizmi olduğu söylenebilir. Tasavvuf ve sufizm İslam dinine özel bir terim olup diğer dinlerin mistiklerinden bazı yönleri ile ayrılmaktadır. Sufizm ve tasavvufun mistisizmden başlıca farkları şunlardır:
Doğal olarak bu tanımlamalar sünni tarikat ekollerini tarif etmekte, ancak tarihte görülen ve dışsal olarak Ortodoks İslam inancına aykırı görülen Bektâşîlik, Kalenderîlik gibi tarikatleri kapsamamaktadır.
Tasavvufta zikr, murakabe ve şeyh veya mürşide bağlanma yolu ile seyru suluk'a girilir. Bazı tarikatler için aşk ve cezbe ön plandadır.
Mürşid-i Kâmil (olgun rehber) Mürşid-i kâmil olarak kabul edilen şeyh, daha önce aynı yoldan geçmiş, Allah'tan gelen ilhamlara açık kimsedir. Şeyh, müridin (murad eden, isteyen) düşünce hayatını kontrol altında tutar. Onun zayıf noktalarını bilir ve ona göre bir eğitim tertip eder. Şeyhin kalp gözü açık olduğundan müridin kalp hayatını kendisinden daha iyi bildiğine inanılır.
Fahruddîn-i Râzî şeyhte şu şartların aranmasını şart koşar:
Şeyh, Dünya'yı ve masivayı kalbinden çıkarmış, yalnız Allah'a dayanan kimsedir.
Batıni-tasavvuf anlayışında hakikat yolculuğu değişik basamaklar geçilerek gerçekleştirilir. Şeriatte helâl olan tarikatte haram, tarikatte helâl olan hakikatte haramdır. Meselâ kısas şeriatte helâldir, tarikatte haramdır. Tasavvufçulara göre tasavvuf dinin içyüzü ve ruhudur.
Şeriat seviyesindeki ana fikir "Seninki senin, benimki benim" dir.
Tarikat seviyesindeki ana fikir "Seninki senin, benimki de senin"dir.
Marifet seviyesindeki ana fikir "Ne benimki var ne seninki"dir.
Hakikat seviyesindeki ana fikir "Ne sen varsın, ne ben", "her şey O'dur" anlayışı, yani Vahdet-i vücudtur.
Tasavvufçular şeriat kalıplarının dışına taşan dini tutumları ve anlatımlarındaki hayal, sembolizm, gerçeklik karışımı ifadelerle değişik eleştirilerin hedefi olmuşlardır. Eleştirilerin bir kısmı ahlaki yozlaşma, Müslüman din anlayışının bozulması, İslamın insana bakış açısının tasavvuf eliyle bozulması, vahdet-i vücud ve tefani gibi hint kökenli tasavvufi inanışların tevhide aykırılığı, eserlerinin ilahi ilham, vahiy veya fütühatlarla yazdırılmaları, herkesin bu sözleri ya da hakikatları anlayamayacağı iddiaları, Kur'anda geçen veli, zikir gibi bazı kavramların tasavvufçular tarafından gerçek kullanım amaçlarından farklı kullanılması gibi konularla ilgilidir.
Robotik
Robotik, makine mühendisliği beraberinde uçak mühendisliği ve uzay mühendisliği , elektronik mühendisliği, bilgisayar mühendisliği, mekatronik mühendisliği ve kontrol mühendisliği dallarının ortak çalışma alanıdır. Robotlar bir yazılım aracılığıyla yönetilen ve yararlı bir amaç için iş ve değer üreten karmaşık makinelerdir. Robotik bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de büyük ilgi görmektedir. Türkiye'de Robotik Mekatronik adı altında anılır. Üniversitelerimizde Mekatronik adıyla robotik bölümleri açılmakta, ön lisans, lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde eğitimler verilmektedir.
"Robot kavramı ve uygulamaları", insan konforu ve güvenliğiyle ilgili temel kavramlarda ve uygulama niteliklerinde ilkesel düzeyde değişimlere yol açacak bilimsel ve teknolojik bir adımdır.
Robot teknolojisi, çağımız gelişim süreci içinde gelişen birçok bilimsel ve teknolojik olguların, robot adını verdiğimiz teknolojik ürünler üzerinde bütünleşmesi ve uygulamasını içerir.
Robotik biliminin babası; Ktesibius'tur. Ktesibius çağını aşan pek çok çalışmalar yapmış, sibernetik ve robotik biliminin kurucusu olmuştur. Ondan sonra bilinen en büyük sibernetik uzmanlarından biri El-Cezeri'dir. Çağının çok ilersinde robotlar yapmıştır. Eski tarihlerde yaşamış olan meslektaşlarının icatlarını geliştirmiş ve kendine ait olan birçok şey yapmıştır.》El Cezeri, Otomatik Makineler tarihinde "Çağın Doruğuna Erişmiş Büyük Mühendis İbn-i Razzaz Cezeri" adıyla anılır. Yazdığı kitabındaki tüm buluşlar insanımsı, estetik değerlere sahiptir ve hiçbiri hayal ürünü değildir. Alman Profesörü Widemann, tarafından tekrar üretilip çalıştırılmışlardır. El Cezeri'nin kaleme aldığı orijinal ismi "Kitab-ül Camii Beyn-el ilmi vel-amel En Nafi-i fi Sınaat-il hiyel" kitabı, Kültür Bakanlığı 1990 yılında "Olağanüstü Mekanik Araçların Bilgisi Hakkında Kitap" adında basmıştır. Kitabın Türkçe çevirisi ise Sevim Tekeli tarafından hazırlanarak Türk Tarih Kurumu Yayınları tarafından basıldı. El-Cezeri'nin mezarı halen Cizre'de Nuh Peygamber Camii'nin avlusunda bulunuyor. Avrupalılar tarafından Al-Jasar olarak bilinmektedir. İtalya Floransa'da yaşamış Rönesansın en büyük ressam ve heykeltıraşlarından kabul edilen Leonardo Da Vinci'ye ait 1495 yılında tasarımlandığı sanılan savaşçı robot kayıt altına alınmış bir başka örnektir.
Resimdeki model Leonardo'nun orijinal çizimlerinden yararlanılarak 1950 yılında yeniden yapılmıştır. Robot kollarını çenesini ve başını hareket ettirebilmektedir.
Bu yüzyıllarda daha çok eğlence amaçlı gerçekleştirilen Robot - Otomatlar zengin sarayların gözdesiydi.
Yanda: 1776 yılında Fransız mekanikçi Pierre Jaquet Droz tarafından yapılan org çalan müzisyen
Osmanlı Sarayı için geliştirilen otomatlardan biri de 1769 yılında [Baron Von Kempelen] tarafından yapılan satranç oynayan adamdı. Bu otomat Viyana ve Moskova fuarlarında sergilenmişti. Ancak daha sonraları bu otomatın içinde insan gizlendiği iddia edilmiştir. Bir Zemberekten güç alan metal silindir ve üzerindeki kamlar sayesinde olasılıkları hesap |
layabilen karmaşık bir mekanizması vardı. O yıllarda Laterna mekaniğinin benzeri olan bu sistemler daha sonraları Thomas Alva Edison'a da ilham kaynağı olacak ve Edison üzerinde sabitlenmiş kamları bulunan silindirin yerine üzerine yazılabilir balmumu silindiri koyarak gramafonu icad edecekti. Bu örnek tarihte icatların öyle gökten düşmediğine ilişkin çarpıcı bir örnektir.
1785 yılında Pierre Kintzing tarafından yapılan Müzisyen. Dönemin değer yargılarına göre oldukça estetik bir görünümü olan ve bir tür vurmalı akustik çalgı olan Harpsicord çalan kadın döneminin androidi sayılabilirdi. Bu gün Fransada müzede bulunan bu örnek de kurulan bir zemberekten güç almaktaydı. Bu otomatlar gerçekten de birçok müzik parçasını çalabilen karmaşık makinelerdi. Avrupa'nın bilgi birikimi, o çağda doruğa çıkmış olan saat yapımcılığı ve mekanik ustalığından ileri gelmekteydi. Çok küçük parçalar yapmakta ustalaşmış saat yapımcıları ve mekanik ustaları için otomat yapımı sarayda ve soylu çevrelerde kendilerini gösterebilecekleri eşsiz fırsatlardı.
Charles Roberts adlı bir mekanik ustası tarafından geliştirilen bu örnekteki resim çizen otomatların tarihi bilinmemektedir. Ancak 19. yüzyılda yayınlanan bir kitapta resimleri yer almaktadır. Fransa ulusal müzesinde sergilenen otomatlar son derece karmaşık çizimleri ustalıkla yapmaktadır. Ayrıca şiirde yazabilen otomatlar zemberek - kam prensibiyle çalışmaktaydı.
ISO 8373 Standardına göre belirlenmiş endüstriyel robot tanımı ve robot tiplerinin sınıflandırılması şöyledir:
"Endüstriyel uygulamalarda kullanılan, üç veya daha fazla programlanabilir ekseni olan, otomatik kontrollü, yeniden programlanabilir, çok amaçlı, uzayda sabitlenmiş veya hareketli manipülatördür."
Günümüzde kullanılan robotlar çeşitli sınıflara ayrılabilirler. Bunlar kullanılan eksen
takımlarına göre, tiplerine göre, kullanılan tahrik elemanının çesidine göre vb. Bunlardan en önemli olan sınıflandırma yöntemleri aşağıda verilmiştir;
Scara, kelimelerinin baş harflerinden oluşmuştur. Yani seçimlere uyan (faaliyet yerine getirme) montaj robot koludur. Bu robot 1970’den sonra Japon Endüstriyel Konsorsiyomu ve bir grup araştırmacı tarafından Japonya’da Yamanashi Üniversitesi’nde geliştirilmiştir.
Scara tipi robot, çok yüksek hızlara, en iyi tekrarlama kabiliyetine, yüksek hassasiyet ve doğruluk oranlarına sahip bir robot çeşididir.
Scara tipi bir robota ait şematik çizim verilmiştir. Scara robotun genel özellikleri şöyledir:
Bu robot genellikle dikey eksen çevresinde dönen 2 veya 3 kol bölümünden meydana gelmiştir. Şekil 16’de görülen 1 numaralı eksen robota ana dönmeyi veren eksendir. Bu eksen en çok montaj robotlarında kullanılmaktadır. 2 numaralı eksen doğrusal dikey eksendir.
Bu eksende sadece dikey hareket yapılabilmektedir. Bu özellik montaj robotlarında istenildiğinden dolayı, montaj robotlarının büyük bir kısmı aşağıya doğru dikey hareket yapar.
Dikey eksen hareketleri koordinat hareket eksenleri içinde aşağıya doğru yapılan en çabuk ve düzgün hareketlerdir. 3 numaralı eksende robot kolunun erişebileceği uzaklık değiştirilebilir. 4 numaralı eksende ise dönen kol bileği hareket eder. robotun çalışma alanına ait çizdiği hacim verilmiştir.
Yamaha, 1974 yılında servo motor teknolojilerinin gelişmesiyle robot AR-GE çalışmalarına başladı.1976 yılında ilk scara robotu geliştirerek, araştırmalarının verimlerini almaya başladı. 2002 yılında YK120X/150X mini SCARA Robotları, 2005 yılında YK220X-YK500XG serisi yeni SCARA robotlar, 2007 yılında YK600XGH-1000XG serisi robotlar üretildi.
X serisi robotlar Yamaha’nın ticari amaçlı geliştirmiş olduğu ilk Scara Robot modelleridir.X serisi robotlardan sonra geliştirilen XG serisi robotlar Robotlardır.
Kompakt yapı, düşük maliyetli üretim teknolojisi, direkt bağlantı yapıları, montaj kolaylığı ve üstün teknolojisi oluşturmaktadır.
Yamaha, robotlarının bütün bileşenlerini kendisi imal ettiği için üretim safhasında kalite yönetimi, maliyet yönetimi gibi konularda üstünlüklerini, kullanıcılara maliyeti düşük, yüksek performans ve kaliteli ürünler ile sunmaktadır.
Son geliştirilen YK-XG serisi robotlar için birtakım özellikler aşağıdaki tabloda verilmiştir.
Günümüzde Scara tipi robotlar yaygın olarak birçok alanda kullanılmaktadır. Elektronik devre elemanlarının baskılı devre üzerine yerleştirilmesinde, elektromekanik olarak çalısan küçük cihazların ve bilgisayar disk sürücülerinin montajında bu robotlardan faydalanılmaktadır.
Elektronik devre elemanlarının yerleştirilmesi sırasında robotun tutucu kolu kullanılır.
Bu kola alınan parça bakırlı plaket üzerinde önceden belirlenen yere yerleştirilir. Yerleştirme işlemi ve öncesi bilgisayar tarafından kontrol edildiği için hatâ meydana gelmeyecektir.
Robotların elektronik sanayiinde kullanılmasıyla birlikte seri üretim yapılmaya başlanmış ve kalite artmıştır.
İnsanın yaşamasına elverişli olmayan ortamlarda çalışırlar. Örnek: Radyasyon ortamı, su altı, uzay vb. sistemler programlanabilir ve kendi kendine çalışan bir olmaktan çok uzaktan kontrolludur. Servo DC motor, hidrolik ve pnömatik sistemler tercih edilebilir. Yüksek teknoloji gerektirir. Özel amaçlara göre özel yaklaşımlar geliştirilir. Uzaktan yönetim için güç aktarım sistemleri (hidrolik veyâ pnömatik) veyâ radyo frekansı kullanılır.
Gelişmiş protezler piezo elektrik sensörlerle tendonlardaki gerilimleri (beyin komutlarını) algılayabiliyorlar ve parmaklara veyâ eksenlere gerilimin şiddetine göre güç gönderebiliyorlar. Güç aktarımı servo motorlar ve yapay tendon sistemleriyle yapılıyor. Bu protezler çok pahalıya malolduğundan çok yaygın olarak şimdilik kullanılamıyor. Mâliyeti düşürmek için son zamanlarda bellekli metâller üzerinde çalışılıyor.
Tamamen adımlı motorlar ve hassas kontrollerle yapılan sistemler, kıtalar arası iletişimle cerrahların ameliyatlara katılmasını sağlıyabilmektedir.
Amaç sistemi canlı dokuya benzetmek olduğu için elektronik, malzeme bilimi, sibernetik ve tıp konunun içine girmiştir. Ayrıca konstruktif fizik, pnomatik, hidrolik ve makine gibi geleneksel mühendislik ve bilim kategorilerinide ilgilendirmektedir. Plastik döküm yöntemleri, Üç boyutlu yaratım yeteneği ve sanatsal görüş gibi soyut yeteneklerde gerektirmektedir. Bâzı sibernetikçi bilim insanları plâstik ve metal yerine kalsiyum ve doğal dokuları kullanmak için araştırmalar yapmaktadırlar.
Yapay zekâ araştırmaları, programcılık ve veri tabanı sorgu dillerini bilmeyi ve yeni algoritmalar geliştirebilmeyi gerektiriyor. Araştırmalar, mevcut ikili bilgi sisteminin (0 ve 1 (Boole cebiri)) sınırlarını zorluyor. İnsan beyni kadar esnek ve yetenekli bir yapay zekâ, slikon teknolojisiyle mümkün görünmüyor. Bu yüzden bâzı bilim insanları moleküler ve biyolojik bilgisayar sistemleri, üzerinde çalışıyorlar.
Elektronik ve mekanik sistemler içeren Robotik oyuncaklar çok karmaşık olabiliyor. Sibernetiğin teorik araştırmaları, ilk ticârî ürünlerini bu alanda veriyor. Furby, Sony'nin AIBO robot köpeği, ünlü robot araştırmacısı Mark Tilden'in Robosapien'i bu alandaki öncü ürünlerden bâzıları.
Robot hobisi Dünya'da çok sayıda kişinin uğraş alanıdır. Bu kategori herkesin değişik eğilimlerine göre şekillenebilmektedir. Örnegin Japonya'da her yıl hobi robotlarının yarıştırıldığı gösteriler düzenlenmektedir. Hobi tutkunlarının kurduğu birçok topluluk mevcuttur. Bu alana yönelik çok sayıda kitap ve yayın vardır. Ulusal ve uluslararası birçok yarışma düzenlenmektedir.
Robotik etkinlikleri özellikle FeTeMM Eğitimi'nde ogrenmenin bir parçası olarak kabul ediliyor. Bu etkinlikler okul sonrasi programlar veya daha genel bir ifade ile okul disi ogrenmenin kapsaminda degerlendirilebiliyor.
Kyoto Protokolü
Kyoto Protokolü, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda mücadeleyi sağlamaya yönelik uluslararası tek çerçeve. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içinde imzalanmıştır. Bu protokolü imzalayan ülkeler, karbon dioksit ve sera etkisine neden olan diğer beş gazın salımını azaltmaya veya bunu yapamıyorlarsa karbon ticareti yoluyla haklarını arttırmaya söz vermişlerdir. Protokol, ülkelerin atmosfere saldıkları karbon miktarını 1990 yılındaki düzeylere düşürmelerini gerekli kılmaktadır. 1997'de imzalanan protokol, 2005'te yürürlüğe girebilmiştir. Çünkü, protokolün yürürlüğe girebilmesi için, onaylayan ülkelerin 1990'daki emisyonlarının (atmosfere saldıkları karbon miktarının) yeryüzündeki toplam emisyonun %55'ini bulması gerekmekteydi ve bu orana ancak 8 yılın sonunda Rusya'nın katılımıyla ulaşılabilmiştir.
Kyoto Protokolü şu anda yeryüzündeki 160 ülkeyi ve sera gazı salımının %55'inden fazlasını kapsamaktadır. Kyoto Protokolü ile devreye girecek önlemler, pahalı yatırımlar gerektirmektedir. Sözleşmeye göre;
Kyoto Protokolü şu prensipleri temel alır:
Pratikte bu kurallar Ek 1'de yer almayan ülkelerin sera gazı sınırlamalarına tabi olmadıklarını ama sera gazını azaltan bir projenin bu ülkelerde uygulanması durumunda elde edilen Karbon Kredisinin Ek 1 ülkelerine satılabilineceğini anlatır.
Bu mekanizma şu iki ana nedenden dolayı koyulmuştur:
Tüm Ek 1 ülkeleri Kyoto Protokolü içinde sera gazı salım değerlerini gözetim altında tutmak için ulusal daireler kurmuşlardır. Japonya, Kanada, İtalya, Hollanda, Almanya ve daha birçok ülke devletleri karbon kredisi için bütçeden pay ayırmışlardır. Bu ülkeler kendi büyük enerji, petrol, doğalgaz holdingleri ile birlikte çalışarak mümkün olan en fazla sayıda Karbon Kredisini en ucuza almaya çalışmaktadırlar.
Hemen hemen tüm Ek 1'de yer almayan ülkeler de kendi Kyoto Protokolü süreçlerini izlemek amacıyla ve özellikle TGT Yönetim Kuruluna destek için sunacakları projeleri belirlemek amacıyla yönetim birimleri kurmuşlardır.
Bu iki ülke grubunun çıkarları birbirine terstir, Ek 1 ülkeleri mümkün olan en ucuza Karbon Kredisi almak isterlerken Ek 1'de yer almayan ülkeler ise kendi TGT projelerinden elde ettikleri Karbon Kredisinden en fazla değeri elde etmek istemektedirler.
Kyoto Protokolü'ndeki amaç, “atmosferdeki sera gazı yoğunluğu |
nun, iklime tehlikeli etki yapmayacak seviyelerde dengede kalmasını sağlamak”tır. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, 1990 ile 2010 yılları arasında 1.4 °C ile 5.8 °C arası sıcaklık artışı tahmin etmektedir. Tahminlere göre, başarılı bir şekilde uygulanması durumunda Kyoto Protokolü bu artışı 0.02 ile 0.28 C arasında düşürebilecektir. Kyoto Protokolü savunucuları bu protokolün amaca ulaşmak için ilk adım olduğunu ve amaca ulaşıncaya kadar hedeflerin değiştirileceğini belirtmektedirler.
Anlaşma Aralık 1997'de Japonya'nın Kyoto şehrinde görüşülmüş, 16 Mart 1998'de imzaya açılmış ve 15 Mart 1999'da son halini almıştır. Rusya'nın 18 Kasım 2004'te katılmasıyla 90 gün sonra 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Aralık 2006 tarihinde toplam 169 ülke ve devlete bağlı örgütler anlaşmaya imza atmışlardır (Ek 1 ülkelerinin salımlarının %61.6'sından fazlasına karşılık gelmektedir). İmza atmayan önemli ülkeler arasında ABD ve Avustralya gibi gelişmiş ülkeler haricinde, gelişmekte olan Türkiye (şubat 2009 itibari ve meclis kararı ile Türkiye 2013 yılına kadar Ek 2 ülkeleri içinde yer almak ve karbon salım azaltımına bu tarihe kadar gitmemek kaydı ile Kyoto Protokolünü imzalamıştır) gibi ülkeler de yer almaktadır.Çin ve Hindistan gibi bazı ülkeler ise anlaşmaya imza atsalar bile karbon salımlarını azaltmak zorunda değillerdir.Anlaşmanın 25. maddesine göre anlaşma “Ek 1'de yer alan en az 55 ülkenin imzalaması ve bunun Ek 1 ülke salımlarının en az %55'ine karşılık gelmesi durumunda, buna uyulduğu tarihten sonraki doksanıncı gün yürürlüğe girer.” 55 ülke şartı 23 Mayıs 2002'de İzlanda'nın anlaşmayı kabul etmesi ile, %55 şartı da Rusya'nın 18 Kasım 2004'te anlaşmayı imzalaması ile sağlanmış, anlaşma 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Birleşmiş Milletler Çevre Programı basın bildirisine göre:
“Kyoto Protokolü gelişmiş ülkelerin sera gazı salımlarını 1990 yılına göre %5.2 azaltmalarını öngören bir anlaşmadır (protokolün uygulanmaması durumunda 2010 yılı salım tahminleri dikkate alınırsa bu, %29'luk bir azalmaya karşılık gelmektedir). Amaç altı sera gazının – karbon dioksit, metan, nitröz oksit, kükürt heksaflorür, HFC'ler ve PFC'ler – 2008-2012 arası beş yıllık ortalama salım değerlerini azaltmaktır. Ulusal hedefler AB ve başka bazı ülkeler için %8'lik, ABD için %7'lik, Japonya için %6'lık azaltma, Rusya için %0 değişiklik ve Avustralya için %8 ile İzlanda için %10'luk bir artış şeklinde çeşitlilik göstermektedir.”
Anlaşma 1992'de Rio De Janeiro'da yapılan Dünya Zirvesi'nda kabul edilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ne (BMİDÇS) ek olarak kabul edilmiştir. BMİDÇS üyesi tüm ülkeler Kyoto Protokolüne imza atabilir, üye olmayanlar atamazlar.
Kyoto Protokolünün birçok maddesi BMİDÇS Ek 1'de belirtilen gelişmiş ülkeler için geçerlidir.
BMİDÇS “ortak fakat farklılaştırılmış” sorumluluklar tanımlamaktadır. Ortak ülkeler
kabul ederler.Diğer bir deyişle Çin, Hindistan ve diğer gelişmekte olan ülkeler anlaşma gereklerinden muaftırlar çünkü şu andaki iklim değişikliklerine neden olan salımların ana sorumlusu değildirler.Kyoto Protokolünü eleştirenler gelişmekte olan ülkelerin ve özellikle Çin, Hindistan gibi ülkelerin yakın bir zamanda en fazla sera gazı salımı yapan ülkeler olacağını söylemektedirler. Aynı zamanda, protokol sınırlamaları yüzünden gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere çıkış olacağını ve dolayısıyla net sera gazı salımlarının değişmeyeceğini söylemekteler.
Kyoto Protokolüne göre ülkeler 2008 ile 2012 yılları arasında salımlarını 1990 yılına göre %5.2 düşürmekle yükümlüdürler. Buna rağmen, pratikte birçok ülke belirli sanayi kuruluşlarına sınırlamalar koymuştur (kâğıt endüstrisi, enerji santralleri gibi). AB'de bu uygulama vardır ve birçok ülke de buna doğru kaymaktadır. Buna göre, belirlenen seviyeden fazla salım yapacağını anlayan bir şirket bir şekilde başka yerlerden Karbon Kredisi bulmak zorundadır. Bu da Karbon ticaretini ve borsasını ortaya çıkarmıştır.
BMİDÇS Uygulama Biriminin bir Ek 1 ülkesinin salım hedeflerine uymadığına karar vermesi durumunda o ülke salım hedefi farkı ile birlikte fazladan %30 daha salımını azaltması gerekmektedir. Aynı zamanda ülke salım ticareti programın yüzde 50'sini kapsamaktadır.
2004 yılında BMİDÇS'ye taraf olan ancak uzun süre Kyoto Protokolü'nü imzalamayan Türkiye 30 Mayıs 2008'de Protokolü imzalayacağını resmen açıklamıştır. Başlangıçta tüm OECD ülkeleri gibi hem Ek 1 hem de Ek 2'de yer alan Türkiye, kendi başvurusu üzerine 2001'de Fas'ta yapılan toplantı da geçiş ülkesi sayılarak Ek 2'den çıkarılmıştır.
Türkiye'nin, Kyoto Protokolüne katılmasının uygun bulunduğuna ilişkin kanun tasarısı 05.02.2009 tarihinde, TBMM Genel Kurulunda kabul edilerek yasalaştı.
Tasarının maddelerinin görüşülmesinden sonra, tümü üzerinde yapılan açık oylamada, kanun tasarısı, 3'e karşı 243 oyla kabul edildi. Oylamada 6 milletvekili de çekimser kaldı. 17 Şubat 2009 tarih ve 27144 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan 5836 Sayılı Kanun ile birlikte meclis oylamasında alınan karar yasal olarak yürürlüğe girmiş oldu.
Türkiye'nin kişi başı sera gazı salınımı 5,9 ton'dur. Bu oran OECD ortalamasının 1/3'ü, Avrupa Birliği ortalamasının 1/2'si kadardır. Türkiye'nin küresel ısınmaya katkısı son 150 yılda %0,04 oranındadır. 1990 yılında 187 milyon ton sera gazı salınmı, 2009 yılında 370 milyon tona çıkmıştır. Günümüzde enerjisinin %20'sini yenilenebilir enerjiden elde eden Türkiye 2023'te bu oranı %30'a çıkartmayı hedeflemektedir.
Türkiye 2010-2020 yıllarını kapsayacak Ulusal İklim Değişikliği Strateji Belgesini kabul etmiştir. Bu belgeye dayalı eylem planı 2011 yılında tamamlanmıştır.
Çocuk Hakları Sözleşmesi
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde benimsenen Çocuk Hakları Sözleşmesi 2 Eylül 1990 tarihinde de yürürlüğe girmiştir. Türkiye de dahil olmak üzere 197 ülkenin taraf olduğu sözleşme en fazla ülkenin onayladığı insan hakları belgesidir. Amerika Birleşik Devletleri hariç bütün Birleşmiş Milletler üyeleriyle Filistin, Vatikan, Nieu ve Cook Adaları sözleşmeye taraftır. Türkiye, ÇHS'yi 14 Ekim 1990'da imzaladı ve sözleşme 27 Ocak 1995'te Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Sözleşmeyle çocuk haklarının korunması amaçlanmış ve taraf devletlerin bu hakların yaşama geçirilmesi için yükümlülüklere uymaları gerektiği hükme bağlanmıştır.
ÇHS'nin dört temel ilkesi şunlardır:
Taraf devletlerin bu sözleşme ile üstlendikleri yükümlülükleri yerine getirme konusunda kaydettikleri ilerlemeleri incelemek amacıyla Çocuk Hakları Komitesi (ÇHK) kurulmuştur. Devletler ÇHS'ye taraf olduktan iki yıl sonra başlangıç raporunu ve bundan sonra da her beş yılda bir raporlarını ÇHK'ya sunmak zorundadırlar.
Cenevre Çocuk Hakları Bildirisi
Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi, uluslararası alanda çocukların korunmasına yönelik yapılan ilk sözleşmedir.
Cenevre Bildirgesi’nde; çocukların doğal biçimde gelişmesine olanak sağlanması, aç çocukların beslenmesi, hasta çocukların tedavi edilmesi, terk edilmiş çocukların korunması, felaket anında yardımın öncelikle çocuğa yapılması, çocukların her türlü istismara karşı korunması ve kardeşlik duyguları içinde eğitilmeleri gerektiği belirtilmiştir. Bu bildirge Türkiye tarafından da onaylanmıştır.
Daha sonra Balkan ülkelerinin çocukları koruma kuruluşlarının iş birliği sonunda 5-9 Nisan 1936 tarihinde Türkiye’nin de katıldığı Birinci Balkan Kongresi toplanmıştır. Normal ve sağlam çocukların korunması ve çocukların çalışma yaşı konularında çalışmalar yapmak üzere 1-7 Ekim 1938 tarihleri arasında da İkinci Balkan Kongresi toplanmıştır.
Bu kongreler Balkan ülkeleri ile sınırlı olmasına karşın bu alanda gerçekleştirilen evrensel çalışmalara öncülük etmişlerdir.
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ya da Mahalli İdareler Avrupa Antlaşması, Avrupa Konseyi tarafından imzaya açılan, yerel yönetimlerin merkezi otoriteden özerkliğini garanti eden bir anlaşmadır.
Avrupa Konseyi arşivlerinde saklanan bu sözleşme, İngilizce ve Fransızca olarak ve her iki metin de aynı derecede geçerli olmak üzere, tek nüsha halinde 15 Ekim 1985 tarihinde Strazburg'da düzenlenmiştir.
Maastricht kriterleri
Maastricht kriterleri, AB’ye üye ülkelerin Ekonomik ve Parasal Birliğe katılabilmeleri için gerekli şartları, Kopenhag kriterleri ise AB’ye tam üyelik koşullarının esaslarını belirlemektedir.
9-10 Aralık 1991 tarihinde imzalanarak 1 Ocak 1993'de yürürlüğe giren Maastricht Anlaşması’nda Ekonomik ve Parasal Birliğin (EPB) aşamaları, bu süreçte izlenecek ekonomik ve parasal politikalar ile bunların gerektirdiği kurumsal değişiklikler ayrıntılı olarak düzenlendi. Bu düzenleme çerçevesinde EPB’nin son aşamasına geçiş öncesinde, üye ülke ekonomileri arasındaki farklılıkların giderilebilmesini teminen bazı makro büyüklükler açısından yakınlaşma kriterleri tespit edildi ve bunlara uyulmaması durumunda yaptırımlar belirlendi.
Dışsal Ekonomiler
Dışsal ekonomiler, mal ve hizmetlerin sosyal optimuma göre daha az veya daha fazla arzına neden olan özel bir piyasa başarısızlığıdır. Dışsallık, bir bireyin üretim veya tüketime ilişkin bir faaliyetinin bir başka bireyin fayda fonksiyonunu etkilemesidir. Negatif dışsallık, söz konusu mal ve hizmetin sosyal optimumdan daha fazla, pozitif dışsallık ise mal ve hizmetin sosyal açıdan optimum olan miktardan daha az arzına neden olur. En yaygın dışsallık örnekleri çevre kirliliği ve Ar-Ge faaliyetleridir. Negatif dışsal ekonomilerde üretici toplum tarafından üstlenilen marjinal maliyetleri dikkate almaz ve aşırı üretime yönelir. Pozitif dışsallıkta ise, tam tersine, üretici toplum tarafından sağlanan faydayı dikkate almaz ve optimum düzeyin altında bir üretim gerçekleştirir.
Coase teoremi
Ronald Coase tarafından 1960 yılında geliştirilen ve Coase teoremi olarak bilinen teoreme göre, dışsal ekonomilerde mülkiyet hakları tesis edilirse mübadele maliyetinin sıfır olması koşuluyla taraflardan biri diğerinin zararını karşılayarak sosya |
l optimuma ulaşılır ve ekonomik etkinlik sağlanır. Mülkiyet hakkının hangi tarafa tahsis edildiği ekonomik etkinlik açısından önem taşımamakta, ancak faydanın taraflar arasındaki dağılımını etkilemektedir.
Capoeira
Capoeira, ("ka-pu-ey-ra" şeklinde okunur) Brezilyalı kölelerin muhtemelen 16. yüzyılda ortaya çıkardıkları, savaş sanatı, spor ve müzik içeren bir savaş sanatı.
Brezilya Portekizcesi'nde kelime anlamı büyük ormanlarda küçük ağaçsız alandır. Dövüş sanatının adı da buradan gelmektedir.
Brezilya'da yaşayan Afrika asıllı kölelerin kendilerini savunmak için geliştirdikleri bu saldırı kökenli spor bugün Brezilya başta olmak üzere Dünya'nın 48 ülkesinde resmi olarak yapılmaktadır. Estetik görünümü ve katı formlara sahip olmayışı capoeirayı diğer savunma sanatlarından ayırır. Bazı insanlara göre Capoeira bir savaş sanatı, savunma sanatı ya da sadece bir dans olabilir. Brezilya'daki capoeiranın kökenlerini yaratan köleler için Capoeira 'Özgürlüğe giden yol' olarak kabul görmüş.
Capoeira, "roda" adı verilen insanlardan oluşan bir çember ya da yuvarlak daire ya da yarım daire içerisinde iki kişi ile belli stillerde ve ritimlerde oynanan bir oyundur. Bu oyunun adı "jogo"dur. Roda çemberinin ve jogu oyununun belli töresel kuralları vardır. Roda, orkestrayı da içinde barındırır. Oyun müzik eşliğinde, saldırı ve savunma kavramları temel alınarak oynanır. Bu oyunda rakipler birbirlerine ağırlıklı olarak zihinsel ve bunun yanında fiziksel üstünlük sağlamaya çalışır.
Capoeira, "angola" ve "regional" adı verilen iki temel stil halinde oynanan bir oyundur. Her iki stilde de kurallar, oyunun anlamı ve amacının bilinmesi, uygulamaktan çok daha önemlidir.
Capoeira ile ilgilenen bir kişi, öncelikle bu kültürün gerçek felsefesini ve kurallarını öğrenebilmek için bir hocadan eğitim almalıdır.
Capoeiranın amacı, felsefesi, geleneksel kuralları, orkestrası, enstrüman, ritim ve şarkıları, oyunu ile bir bütündür. Capoeirada kurallar gelenekseldir ve çok önemlidir.
Portekizliler, 16. yy'ın 30'lu yıllarında, şeker pancarı üretimi için çalıştıklarından birçok işçiye ihtiyaç duymuşlardı. Bu yüzden, kendi yerlileri olan "Tupi" kızılderililerini köleleştirmeye çalıştılar.
Kızılderililer işçi değil, avcı olduklarından, o kadar yoğun bir tempoya ayak uyduramıyorlardı, ama buna karşın yine de köleleştirildiler. Portekizliler, köle kullanımında uzman olmalarına rağmen, kısa bir süre içinde yüzbinlerce kızılderili çeşitli nedenlerle ölmüş ve bu nedenle kilise kızılderililerin köleleştirilmesini yasaklamıştır.
Açık kalan işçi boşluğu bir şekilde doldurulması gerekmiştir. Bu düşünceyle hareket eden Portekizliler, kısa bir süre sonra, 1538 yılından sonra Afrika'dan Brezilya'ya 2-3 ile 18 milyon arasında bir sayıda köle getirtmeyi başarmıştır. Kölelerin çoğu, çok kötü şartlar altında kuzeydoğu Brezilya'daki şeker pancarı üretim sahalarında çalıştırılımıştır. Bu dönemde, birçok köle kaçmaya çalışmış, kaçarken veya kaçtıktan sonra "Capitães do mato" (ormanın kaptanları) tarafından yakalanıp çok büyük cezalara çarptırılmışladır. Capitães de mato'ya yakalanmadan kaçabilen köleler (o dönemde sayıları pek fazla değildi) yaşamlarını tehlikeli ormanlarda sürdürmek üzere kurdukları "quilombos" adı taşıyan köylere (topluluk) yönelmişlerdir. Kısa bir zaman sonra, Brezilya'nın ormanlarında birçok quilombos kurulmuştur.
Bunların başlangıcı 1690'lı yıllarda Palmares'in ormanlarında (bugünkü Alagoas) görülmüş ve sayıları sürekli artmıştır. Buna rağmen, quilombos sayısı Portekiz askerlerine karşı koyabilecek ölçüde gelişmemiştir. Bu durum, 14 Şubat 1630 yılında Hollandalılar'ın üçbine yakın askerle Portekiz ordusuna saldırmasıyla değişmiş ve köleler ayaklanarak kaçma imkânı bulabilmişlerdir. Palmarino'lulara katılan çok sayıda köle, Palmarino'luların kendilerine olan güvenlerini arttırmıştır.
1635 yılında, Quilombo'ların başına Gunga-Zumba (anlamı: büyük öncü) geçmiştir. Gunga-Zumba önderliği ele aldıktan sonra, Hollanda ve Portekiz askerleri birçok kez Palmarino'ya saldırı düzenlemiş, ama her seferinde başarısız olmuşlardır. 1667'den 1670'e kadar Pernambuco'nun güneyi Palmarino'luların egemenliğinde kalmıştır. 1676'da Pernambuco'nun o dönemki generali olan Pedro de Almedia, acımasızlığı ile ünlenen komutan, Fernão Carrilho'yu Palmarino'yu yerle bir etmesi için görevlendirmiştir. 1667'de Palmarino'ya saldırılmış ve kuşatma sonucunda Gunga-Zumba'nın Amaro'da bulunduğu ortaya çıkmıştır.
Komutan Fernão C. Gunga-Zumba'yı ele geçirebilme amacıyla Amaro'ya saldırmış, ama ayağından ağır bir yara almasına rağmen Gunga-Zumba kaçmayı başarmıştır.
1678'de Porto Calvo'ya geri dönen komutan, büyük ölçüde asker kaybetmesine rağmen, Portekiz halkı tarafından bir şampiyon gibi karşılanmıştır. Generalin elinde 200'den fazla Palmarino esiri bulunmasından dolayı, Gunga-Zumba'yla bir antlaşmaya varmaya çalışmış ve savaşlardan yorgun düşen Gunga-Zumba antlaşmayı kabul etmiştir. Bunun ardından, Gunga-Zumba yanına birçok Palmarino'luyu alarak Serinhaém'den 32 kilometre uzaklıkta bulunan Lucaû'daki bir rezerveye yerleşmiştir. Herkes Palmarino'luların yenildiğini düşünürken, kısa bir süre sonra halk yeniden ayaklanmış ve yeni kral, öncekilerden daha acımasız ve kararlı olan Zumbi başa geçmiştir.
İlk Quilombo'lar kurulmadan önce, tutsak dönemlerinde geliştirilen Capoeira, Gunga-Zumba'nın döneminde de kullanılmasına rağmen, en yoğun Zumbi'nin döneminde kullanılmıştır. Zumbi'yi yok etmek için birçok girişimde bulunulmuş ve sonra Pernambuco'nun generali, "yabani" lakabı takılmış Domingos Jorge Velho'yu Bandeirantes'in başına geçirerek, Zumbi'yi ve Palmarino'luları yakalamak üzere görevlendirmiştir. Birçok kez savaşa girilmesine rağmen, Velho her seferinde başarısız olmuş, ama pes etmemiştir. Pernambuco'nun zengin tabakası, Palmarino'lular yüzünden birçok köle kaybetmiş ve bunun sonucunda generale baskı yapmaya başlamışlardır. General, bunun üzerine 1694 yılında Velho'ya, Palmarino'ya karşı 9000 asker vermiştir. Bu savaş Palmarino tarihinde ikinci en büyük savaş olmuştur. Velho başarısız olmak üzereyken, Macaco (Palmarino'da bir quilombo)'nun önüne altı tane top getirtmiş ve Palmarino'luları geri çekilmeye zorlamıştır. Bu sistemi bir raya oturtarak, Velho tüm köyleri birer birer yıkmaya başlamıştır. Savaş bittikten sonra, Palmarino'luların çok azı hayatta kalmıştır ve bunlardan birisi de Zumbi'dir.
Kitaplarda anlatılana göre, Zumbi çok yakın bir arkadaşı olan Antônio Soares'in ihbarı üzerine öldürülmüştür, çünkü Soares Portekizlilerin tutsağı konumunda olduğundan, işkencelere daha fazla dayanamayarak Zumbi'yi ele vermiştir.
20 Kasım 1695'de Gongoro'da Zumbi Soares'le karşılaşmış ve sarıldıkları sırada, Soares Zumbi'nin karnına bir hançer saplamıştır. Aniden meydana çıkan Portekiz askerlerinden kaçmaya çalışırken, Zumbi bir kişiyi öldürmüş ve birçok kişiyi yaralamıştır.
Zumbi'nin ölümü ile Palmarino direnişi sona ermiştir. Palmarino'nun tarihi capoeiranın da tarihi olmuştur, çünkü siyah kölelerin ateşli silahlara karşı kullandıkları en büyük silahları capoeiraydı. Bundan dolayı, 13 Mayıs 1888 Brezilya'daki "abalição" (köleliğin kalkması)'dan sonra isyancıların vazgeçilmez silahı Capoeira da yasaklanmıştır. Bu engellere rağmen, siyah kültürün bir öğesi olan Capoeira hayatta kalmayı başarabilmiştir.
Vücutları silahlarıydı. Dansları ise kamufle. Bu gizlilik aynı zamanda da onların hayat felsefesi ve kültürü oldu.
Angola, Regional ve Senzalaolmak üzere üç genel tarzı vardır. Bunların dışında berimbaudan çıkan belli ritimlere göre oynanan oyunlar vardır: banguela, iuna, muidinho gibi.
Yavaş bir ritimle yere yakın oynanır. Amaç kurnazlık ve çeviklikle rakibi alt etmektir. İlk capoeira örneklerine daha yakın olduğu varsayılır. Bu oyunun zorluğundan dolayı Mestrelerin (Ustaların) oyunu da denmektedir. Müzik yavaş başlar ve oyunda buna bağlı olarak yavaştır. Angola oyunları uzun sürer ve bu süre içerisinde müzik hızlanır. Müzikle birlikte oyun da hızlanır. Müziğin ritmi ve şarkının sözleri oyunun karakterini etkiler. Yavaştan hızlıya doğru giden sadece bedenin değil aklında sınırlarının zorlandığı, mandinga adı verilen kandırma, kurnazlık oyunlarının bulunduğu zengin bir tarzdır. Ayrıca en zengin orkestra Angola'da bulunur.
Mestre Bimba trafından geliştirilen Capoeira sitilidir. Angola sitilinin dövüş tekniklerinde yetersiz kaldığını düşünerek Capoeira nın dövüş tekniklerine ağırlık vererek jinga tekniğinden en sert tekniklerine kadar değiştirmiştir. Ayrıca gelistirdiği sequensa teknikleri ile öğrencilerin çok daha çabuk mezun olmalarını sağlamıştır. Regional dövüş teknikleri üzerine kurulmuştur ve akrobatik öğeler içermez, oldukça serttir.
Birçok Mestre Bimba'yı ve sitilini eleştirmiş, Sitilinin capoeiranın ruhuna aykırı olduğunu savunmuş ve şiddetle karşı çıkmıştır. Bunun üzerine M. Bimba bütün Mestrelere meydan okur ve müsabakaya çağırır. Gönüllü olan üç mestreden en fazla dayananı sadece 70 saniye ayakta kalabilmiştir…
Bu sitl Mestre Bimba'nın eleştirilerine karşı ve bu eleştirilerinde haklı çıkmasından sonra capoeiranın eski halini koruyarak pek çok mestre tarafından geliştirilen Regional ve Angola stilini birleştiren, bu günün modern capoeira'sı olarak nitelenen ve bu gün en fazla uygulanan capoeira sitilinden biri olmaktadır. Fakat ne yazıkki çok fazla Mestre Bimba'nın Regional stili ile karıştırılmaktadır.
Bu sitilde Regional sitilinin bir oyunudur darbe ve vuruşlardan ziyade iki kişinin uyumu içinde uygulanır dövüş teknikleri kullanılsa da dövüşten uzaktır. Amaç dövüşten çok strateji ve uyumdur. vücutla yapılan dama ya da satranç gibi düşünülebilir.
İki capoeiristanında tüm yeteneklerini gösterebildiği karşılıklı tekniksel ve acrobatik kapışmanın yapıldığı, birinin yaptığı hareketi diğerinde yapmaya çalıştığı oyun stilidir ve bu oyunu sadece formado - Graduado (Mezun) veya daha üst seviyeye sahip capoeiristalar oynayabilir.
Mestre suassunanın yarattığı capoeristaların oyun oynama becerilerini sergilediği çok yakın oynanan bir oyundur
Capoeira müziğini yapa |
n gruba Bataria denmektedir. Genelde "bataria"da şu çalgılar bulunur:
Aslında fakir Brezilya halkının sokaktan toplayıp yapabilecekleri kadar basit tutulan bu müzik aletini, her öğrencinin kendisinin yapması adettendir ve capoeira eğitiminin bir parçasıdır.
"Maculelê" ve "Samba de Roda" aslında doğrudan capoeira olmayıp zamanla capoeiraya eklenip onun bir parçası olmuş danslardır. Maculelê, capoeira çemberinin ("Roda"- Hoda diye okunur) içinde aslen "facâo" adı verilen bıçaklarla ama genellikle sopalarla yapılan bir çeşit eşli danstır.
Çemberin sambası şeklinde çevrilebilecek olan samba de roda ise Brezilya'lıları samba dansının capoeiradan sonra yapılan ve yine eşli olarak Çemberin içinde oynanan bir çeşididir. Dövüşün bittiğini ve artık beraber dans edip eğlenme zamanı geldiğini belirtir. Özellikle capoeira felsefesindeki kardeşlik ve anlayışın göstergesidir.
Kriptografi
Kriptografi, gizlilik, kimlik denetimi, bütünlük gibi bilgi güvenliği kavramlarını sağlamak için çalışan matematiksel yöntemler bütünüdür. Bu yöntemler, bir bilginin iletimi esnasında karşılaşılabilecek aktif ya da pasif ataklardan bilgiyi -dolayısıyla bilgi ile beraber bilginin göndericisi ve alıcısını da- koruma amacı güderler.
Bir başka deyişle kriptografi, okunabilir durumdaki bir bilginin istenmeyen taraflarca okunamayacak bir hale dönüştürülmesinde kullanılan tekniklerin tümü olarak da gösterilir.
Bir bilginin güvenli olarak iletileceğinden ya da elde edilmiş bir bilginin güvenli bir şekilde elde edilmiş olduğundan bahsedilebilmesi için, kullanılan iletişim sistemlerinin sahip olması beklenebilecek bazı güvenlik kavramları vardır:
Bu temel kavramlar dışında zaman bilgisi, tanıklık, anonymity, sahiplik, sertifikalandırma, imzalama gibi kavramlardan da bahsedilebilir.
Esas kelimesi ile bir kriptografik sistem içerisinde kullanılan temel işlevlerden bahsedilmektedir. Bir kriptografik sistem, bilgi güvenliğini sağlamak için bir araya getirilmiş birçok küçük yöntemler bütünlüğü olarak görülebilir. Bu yöntemler yapıları itibarı ile üç ana grupta incelenebilirler:
Kriptografi sadece bilgi saklaması ve aktarması problemine güvenli bir çözüm aramaktan ibaret değildir. Elektronik imza, elektronik para ve elektronik seçim gibi farklı kullanım alanları da bulunmaktadır. Bu problemlere çözüm getiren protokoller, bahsi geçen şifreleme sistemlerine ek olarak, "kriptografik temel taşları" diyebileceğimiz yöntemler kullanmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Kriptoloji çok eski çağlardan beri insanoğlu tarafından kullanılmaktadır. Bu tarihçeye kısaca bakacak olursak:
· 1976'da DES (Data Encryption Standard), ABD tarafından FIPS 46(Federal Information Processing Standard) standardı olarak açıklandı.
Türev
Türev, diğer sayı kümeleri üzerindeki fonksiyonlar için de genellenmiş olmasına rağmen öncelikle reel değerli, yani reel sayılardan reel sayılara giden tek değişkenli fonksiyonlar için tanımlanmış, kabaca bir fonksiyonun grafiğine çizilen teğetin eğimini hesaplama tekniğidir.
Bu türden bir f fonksiyonunun a noktasındaki türevin
limiti olarak tanımlanır. Bu limit eğer var ise, yani bir gerçel sayı ise, f fonksiyonu anoktasında türevlenebilirdir denir. Limitin sonsuz olması veya var olmaması durumunda, f ye a noktasında türevlenemez denir. Bu limitin temsil ettiği oran aşağıdaki grafikte gösterilmiştir. Limiti alınan oran, yani formula_3 oranı, Newtonsal oran olarak adlandırılır.
Yukarıdaki grafikte h değeri sıfıra yaklaştıkça, d doğrusu da y=f(a) eğrisine (a,f(a)) noktasındaki teğete yaklaşır. Burada :formula_3
ifadesinin de d doğrusunun eğimini verdiğine dikkat etmek gerekir.
formula_5 noktasında türevlenebilen bir fonksiyon, formula_5 civarında sürekli olmak zorundadır. Fakat bunun tersi doğru değildir. Başka bir ifadeyle, formula_5 civarında sürekli olan fakat türevlenemeyen fonksiyon bulmak mümkündür. Örnek olarak, Weierstrass fonksiyonu gerçel sayılar kümesinin her noktasında sürekli olmasına karşın hiçbir noktasında türevlenebilir değildir.
Yukarıdaki limit a civarında doğrudur. Başka bir deyişle, h sayısı 0 civarında 0 a yaklaştıkça, a+h sayısı a civarında a ya yaklaşır. Bu sebepten dolayı, eğer uç noktalarda türev alınacaksa, limit sembolü soldan limit veya sağdan limit olarak yazılmalıdır. Analiz kitapları, genellikle, sürekli fonksiyonları kapalı aralıklarda türevlenebilir fonksiyonları ise açık aralıklarda tanımladıklarından, sol ve sağ limit tanımlamazlar.
Türevin birinci tanımını örnekleyerek bir ikinci tanım daha yapabiliriz.
Bir "f"("x") fonksiyonunu q türevi
sıklıkla formula_10 şeklinde yazılır, q-türev Jackson türevi olarak bilinir.
ayrıca;
Eğer "f" bir R üzerinde gerçek-değerli fonksiyon ise koordinat eksenlerinin yönü içinde "f" in kısmi türevi
içinde çeşitli ölçmeler ise; Örneğin, eğer "f" bir "x" ve "y" fonksiyonunun, "x" yönü ve "y" yönü içinde "f" 'in kısmi türevinde çeşitli ölçmeler ise, buna yönlü türev denir.
Bununla birlikte köşegen çizgi boyunca gibi herhangi diğer yön içinde "f" in yönlü ölçü çeşitleri yoktur .
Burada yönlü türev ölçüsü kullanılıyor. Bir vektör seçelim:
vnin yönü içinde "f"in yönlü türev inin x noktasında sınırıdır
Bazı durumlarda, bu vektörün uzunluğunu değiştirme sonrası yön türevi hesaplamak veya tahmin etmek daha kolay olabilir.
Genellikle bu bir birim vektör yönünde bir yönde türevinin hesaplanması içinde sorunu açmak için yapılır.Bunun nasıl çalıştığını görmek için, bunu varsayalım. fark katsayısı içinde yerine konur.Aradaki fark katsayısı:
Bu u sırasıyla "f"in yönlü türevi için λ zaman içinde farklı katsayısıdır. Dahası, sıfıra yönelen "k" olarak alınan limit olarak aynı "h" ve "k" için herhangi diğerinin çarpımıdır. Bunun için . Bu nedenle yeniden ölçeklendirme özelliği, yönlü türevler sık sık sadece birim vektörler için kabul edilir.
Eğer "fin tüm kısmi türevleri var ve xda sürekli ve formülü ile v"' yönü içinde "f" içinde belirlenen yönlü türev ise:
Bu toplam türevin tanımının bir sonucudur.Bu yönlü türev aşağıda v içinde doğrusaldır, bunun anlamı
Aynı tanım ayrıca "f" olduğunda R içindeki değerleri ile bir fonksiyondur.Yukardaki tanım,vektörlerin her bir bileşeni için uygulanır.Bu durum içinde, yönlü türev R içinde bir vektördür.
Burada kullanılan türev
tekrarlanarak şu sonuca ulaşılır:
faktöriyel yerine Gama fonksiyonu'nu alalım
Bu durumu tekrarlarsak
Gerçekten burada beklenen sonuç aynıdır.
Buradaki türev alma işlemi sadece gerçel sayılarla sınırlı değildir
örneğin, (1+"i")inci türev , (1-"i")inci türev iki türevlidir.Ancak negatif değerler için alınan "a" integrali verir.
laplace transformlarını da alabiliriz
Laplace dönüşümünün ifadesi
ve
vb., bizim beklentimiz
örneğin
beklenti doğrudur. gerçekten, verilen konvolüsyon kök formula_32 (ve kısaca formula_33 doğrulama için) bulunur
Cauchy serisini verir. Laplace transformu bazı fonksiyonların kullanılabilmesi ile ilşkilidir.sıklıkla kesirli diferansiyel denklemler çözümünde kullanılır
Kısmi türev çok değişkenli bir işlevin, sadece ilgili değişkeni sabit değilken alınan türevdir. Bu tarz türevleri içeren denklemlere kısmi diferansiyel denklem denir.
formula_35
formula_36
biciminde tanimlanan n tane bagimsiz degsikene bagli surekli z fonksiyonunun diğer değişkenler sabit tutularak herhangi bir değişkendeki formula_37 degisimine karşılık
fonksiyonun değişim hızı
formula_38
formula_39
formula_40
ifadesine formula_41 fonksiyonunun formula_42 değişkenine göre kısmi türevi denir.
formula_43
limitinin formula_44, yani sonsuz olmasıdır. Dolayısıyla mutlak değer fonksiyonunun grafiği 0 noktasında kırıkken, formula_45 fonksiyonunun grafiği 0'da da kırılmasızdır.
Çok karmaşık görünümlü fonksiyonların da türevlerini almamızı kolaylaştıracak teknikler (teoremler) mevcuttur.
Daha fazla bilgi için Türev alma kuralları maddesine bakınız.
formula_46 olsun
formula_47'dir
İspat:
formula_46
formula_49
formula_50
formula_51
formula_52
formula_53
formula_54
formula_55
formula_56
formula_57
formula_58
formula_59
formula_47
formula_61 olsun
formula_62'dir
İspat:
formula_61
formula_64
formula_65
formula_66
formula_67
formula_68
formula_69
formula_70
formula_71
formula_72
formula_73
formula_74
formula_75
formula_62
Vize, Kırklareli
Vize, Kırklareli'nin doğusunda, İstanbul'a 140 km. mesafede, tarihi ve doğal güzellikleri ile ön plana çıkan bir ilçedir. "Cittaslow" denilen sakin şehir unvanı ile Türkiye'deki 10 ilçeden de birisi olmuştur. 2015 TÜİK verilerine göre ilçe nüfusu 13.095'tir. Vize aynı zamanda bir Bulgaristan şehirleriyle benzer olarak Trakya'daki Karadeniz ilçelerindendir. Vize, Avrupa'dan kopmamış Yunanistan ve Bulgaristan ile kültür, turist alışverişini sürekli devam ettiren bir Balkan ilçesidir.
Tarihte değişik isimlerle anılan kent Byzia, Bizye, Bida, Biza, Vyza, Vizii ve son olarak da Vize olarak bilinmektedir. İsmin kökü Byzas'tan gelmekte olup Byzas Poseidon'un bir oğlunun adıdır. Aynı zamanda Byzas, Trak dilinde keçi anlamına gelmekte olup Trakların çokça kullandıkları bir isimdir. Ayrıca Byzas isimli efsanevi bir Trak Kralının adından geldiği söylenir ki bu Byzas Su Perisi Semestra'nın oğludur. Ayrıca Yunan Mitolojisinde Kaynak Perisinin adı Byzia'dır. Vize'nin her dönemde isminin suyunun bolluğu ile anıldığı düşünülürse bu da akla yatkın bir ihtimaldir.
Vize'nin bilinen ilk resmi sahipleri Trakların bir kolu olan Astai'lerdir. Daha sonraları Persler, Romalılar, Keltler, Peçenekler, Bizanslılar, Bulgarlar hakim olmuş ve son olarak Osmanlılar ile Türk egemenliği başlamıştır. 1369 tarihinde Osmanlı idaresine geçen yerleşim, Rumeli Eyalet'nin bir sancağı olan Vize sancağının merkezi konumunda bulundu.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre;
Kırkkilise sancağının kazası olan Vize kasabasına bağlı 47 köydeki 4466 hanede 23595 nüfus olup, çoğunluğu İslam ve Rum’dur.
Saray, Yenice, Örencik, Hasboğa nahiyeleri Vize’ye bağlıdır. Vize hükumet konağı, 108 basamaklı merdivenle çıkılan bir tepe üzerindedi |
r. Vize’de 4 cami, 3 mescit vardır. Bunlardan Gazi Süleyman Paşa’nın yaptırdığı cami Ayasofya’nın modelindedir. Diğer 3’ü Saka Baba, Hasan Bey ve Ferhat Bey tarafından yaptırılmıştır.
Kaza içinde 13 sağlam, 27 harap cami ve mescit, 2 hükumet konağı, 32 okul, 1 ortaokul, 2 harap imaret, 1 telgrafhane, 1 tekke, 5 kiremithane, 5 sayak dolabı, 46 çeşme 1 metropolithane, 18 kilise ve manastır, 301 ev arsası, 42 mera, 775 çayır, 17759 tarla, 28 Bahçe, 3926 bağ, 6 çiftlik, 1522 ambar ve samanlık, 1 rakı fabrikası, 25 değirmen, 10 han, 2 hamam, 31 fırın, 35 İslam, 18 Hristiyan mezarlığı, 72 harman yeri, 6 tahta bıçkısı, 3 çiftlik arsası, 1 yağhane ve 376 dükkan vardır.
Vize ilçesi 1.Viyana Seferi esnasında Kanuni Sultan Süleyman tarafından kullanılan Avyolu güzergahı üzerindedir. Bu güzergah günümüzde yeniden keşfedilerek Sultanlar Yolu ismiyle doğa, kültür ve tarih sevenlerin kullanımına açılmıştır. Sultanlar Yolu işaretlemeleri Vize içinde ve çevresinde yolu yeniden keşfeden Sedat Çakır tarafından yapılmıştır. Sultanlar Yolu Viyana-Simmering'den İstanbul'da Süleymaniye Camii ve Topkapı Sarayı'na kadar uzanan 2133 kilometrelik bir yoldur.
Önemli tarihi eserler arasında Ayasofya Kilisesi, Türkiye Trakyası'nda bilinen tek antik tiyatro, kaya kiliseleri, manastır, Trak tümülüsleri, kale surları, çeşmeler sayılabilir. İlçede bulunan Yenesu Mağarası, 1620 m. uzunluğuyla Trakya'nın 3. büyük mağarasıdır.
Omega-3 yağ asitleri
Omega-3 yağ asitleri (ω−3 yağ asitleri), n-3 pozisyonunda (omega-3) çift bağ içeren doymamış yağ asitleri.
Vücut için gerekli olup insan vücudunda üretilemediğinden gıdalardan elde edilir. İnsan beslenmesinde yer alan önemli omega-3 bağı ihtiva eden yağ asitleri olarak alfa-linolenik asit, eikosapentaenoik asit (EPA), ve dokosaheksaenoik asit (DHA) sayılabilir.
Vücudun omega-3 yağ asidine ihtiyacı daha anne karnında başlar, çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılık boyunca bu ihtiyaç devam eder.
omega-3 terimi ("n-3", "ω-3" olarak da kullanılır) ilk çift bağın, karbon zincirin ucundaki (ω) metil grubundan itibaren sayılınca 3. karbon-karbon bağı olduğu anlamına gelir.
İnsan beslenmesinde önemli olan omega-3 yağ asitleri şunlardır: alfa-linolenik asit (18:3, ALA), eikosapentaenoik asit (20:5, EPA) ve dokosaheksaenoik asit (22:6, DHA). Bu üç doymamış yağda, sırasıyla 18, 20 veya 22 karbonlu bir zincirde 3,5, veya 6 çift bağ vardır. Çift bağların hepsi "cis"-biçimindedir, yani hidrojen atomları çift bağın aynı tarafındadır.
Omega-3 yağ asitlerindeki çift bağlar onların esnekliğini azaltır. Hücre zarında omega-3 yağ asitlerini içeren fosfolipitler doymuş yağ asitli fosfolipitlere kıyasla daha gevşek bir şekilde istiflenirler ve bu yüzden bunlardan oluşan membranlar (zarlar) daha akışkan olurlar. Sıvı fazda olan membranlarda proteinler birbiriyle daha serbestçe etkileşebilir, sinir hücrelerinde ise membranların yalıtkanlığını arttırdığı öne sürülmüştür
Omega-3 yağ asitleri, anne karnındaki bebeğin sağlıklı gelişimine aşağıdaki şekillerde yardımcı olabilir:
Omega-3 yağ asidinin beyin ve sinir sisteminin sağlıklı şekilde çalışmasındaki etkileri yapılan pek çok araştırmada ortaya konmuştur. Omega-3, beyin ve sinir sisteminde başlıca aşağıdaki şekillerde yardımcı olabilir:
Yüksek doz omega-3 alımı gözde yaşa bağlı olarak gelişen sarı nokta hasarları riskini önleyebilmektedir. Omega-3 yağ asitleri eksikliğinde, retinada görme fonksiyonunun azaldığı tespit edilmiştir.
EPA ve DHA’nın antienflamatuar etkisi vardır, ayrıca kas-iskelet sistemi ve bağışıklık sistemi üzerinde faydalı etkileri bulunmaktadır. Omega-3 kemik ve eklem sağlığında başlıca aşağıdaki şekillerde yardımcı olabilir:
Yapılan araştırmalarda, omega-3 yağ asitlerinin dengeli alımının özellikle kalp ve damar hastalıkları açısından yararlı olduğu vurgulanmaktadır. Omega-3 tüketenlerde koroner kalp hastalığına bağlı ölümler daha düşük bulunmuştur. Omega-3, kalp ve damar sağlığında başlıca aşağıdaki şekillerde yardımcı olabilir:
Tractatus Logico-Philosophicus
Tractatus Logico-Philosophicus.
Ludwig Wittgenstein'ın hayatı boyunca yayımladığı tek eseridir. Gerçeklik ve dil arasındaki ilişkileri tanımlamak ve bilimin sınırlarını betimlemek amacıyla yazılmıştır. Wittgenstein kitabın notlarını I. Dünya Savaşı'nda askerlik yaparken hazırlamıştır. Ağustos 1918'De, İtalya'da savaş esiriyken tamamlamıştır. Kitap 1921'de yayımlanmış, önsözü Bertrand Russell tarafından yazılmıştır. Daha sonra 1929 yılında Wittgenstein bu eseri Cambridge Üniversitesi'nden doktora derecesi almak için kullanacaktır. Wittgenstein, felsefi hayatının ikinci döneminde bu eseri basit bularak dil oyunlarını temel alan Felsefi Soruşturmalar adlı eseriyle uğraşacaktır. Tractatus'un Wittgenstein'in dünya, gerçeklik, bilim, etik, mantık, din, mistisizm, felsefe, dil ve düşünce alanında yaptığı önermeler ve bu önermeleri açıklamak için kullandığı alt-önermelerden oluşan bir yapısı vardır. G. E. Moore, kitabın adının Baruch Spinoza'nın Tractatus Theologico-Politicus adlı eserine atıfta bulunduğunu söyler.
Eser önermelerin doğruluk koşullarını ve anlam-doğruluk ilişkisini sorgulamaktadır. Bu eserde Wittgenstein'a göre dil: fikirleri, dinleri, bilimleri ve metafiziği içinde barındırır. Metafizik ve akıl dışı unsurları dışarıda bırakacak, belirsizliklerden arınmış bir dil inşa etmek gerektiğini söyler. Bu dil, dünyayı yansıtan bir resimden farksız olmalıdır. İnsan, dil tarafından sınırlandırılır. Dilin sınırları aynı zamanda dünyanın sınırlarıdır. Dilin sınırları geçildiğinde metafizik alanına girilir. Tractatus’ta ideal bir fizik dili kurmanın olanağı tartışılır. Yazar bütün dillerin ortak özünü tasvir eder ve gerçekliği dil yoluyla ortaya koyabilmeyi tartışır. Bunun için mantık dili oluşturmanın imkanını soruşturur.
Eser Wittgenstein'in Gottlob Frege ve Bertrand Russellın felsefeleriyle etkileşim içindeki, oldukça sıkı mantık bağlantılarıyla kurulu dil felsefesinin bir özetidir. Kitabın anlaşılması kendi deyimiyle " bu konular üzerinde düşünenlerce" mümkündür. Genel olarak dilin bir görünümünü serimlemek ve mantıksal yapıyı anlamak amacındadır. Yayımlandıktan sonra birçok felsefe çevresinin ilgisini çekmiştir. Özellikle Viyana Çevresi'nden Rudolf Carnap ve Moritz Schlick kitap ve Wittgenstein ile bağlantı içerisindeydiler. Rudolf Carnap ise Wittgenstein tarafından fikirlerini intihal etmekle suçlanmıştır. Daha sonra Wittgenstein Viyana Çevresi'ne ilgisini bırakacaktır. Kitap hakkında Macar yönetmen Peter Forgacs'ın bir adet filmi bulunmaktadır. Ayrıca Derek Jarman'ın Wittgenstein adlı filmi de kitaptan fikirleri içerir.
Nesne yalındır.
İmge bir olgudur.
Dünya olgulara bölünür.
İmgenin sunduğu anlamıdır.
Biçim yapının olanağıdır.
Dünya durum olan her şeydir.
Toplam edimsellik dünyadır.
Bir apriori gerçek imge yoktur.
Dünya olguların toplamıdır, şeylerin değil.
İşlerin durumları birbirlerinden bağımsızdır.
Uzay, zaman ve renk nesnelerin biçimleridir.
İmgenin öğeleri imgede nesnelerin yerini alır.
Uzaysal nesne sonsuz uzayda yatıyor olmalıdır.
Nesneler imgede imgenin öğelerine karşılık düşer.
Töz durum olandan bağımsız olarak kalıcı olandır.
İmgesel biçimi imgeyi temsil edemez; onu gösterir.
İmge biçimini taşıdığı her edimselliği temsil edebilir
Ama imge kendini sunma biçiminin dışında sunamaz.
İmge mantıksal bir uzaydaki olanaklı bir durumu sunar.
Olgunun yapısı işlerin durumlarının yapılarından oluşur.
Olgu imge olabilmek için imgelenenle ortaklaşa bir şey taşımalıdır.
Nesne değişmez, kalıcı olandır; betileniş değişen, kalıcı olmayandır.
Nesneler dünyanın tözünü oluştururlar. Buna göre bileşik olamazlar.
Yalnızca imgeden onun gerçek mi yoksa yanlış mı olduğu bilinemez.
Tüm nesneler verili olsa, bununla işlerin olanaklı tüm durumları da verilmiş olur.
Eğer nesneyi biliyorsam, işlerin durumunda bulunmasının tüm olanaklarını da bilirim.
İmgede ve imgelenende bir şey özdeş olmalıdır ki bütününde biri ötekinin bir imgesi olabilsin.
Bir nesneyi bilebilmek için, hiç kuşkusuz dışsal değil ama tüm içsel özelliklerini bilmeliyim.
İmge mantıksal uzaydaki olgu durumlarını, işlerin durumlarının kalıcı olmasını ve olmamasını temsil eder.
İmge nesnesini dışarıdan sunar (duruş noktası sunma biçimidir), bu yüzden imge nesnesini doğru ya da yanlış olarak sunar.
Mantıkta hiçbir şey olumsal değildir: Şey işlerin durumunda bulunabilirse, işlerin durumunun olanağı şeyde önceden yargılanmış olmalıdır.
Her şey bir bakıma işlerin olanaklı durumlarının bir uzayındadır. Bu uzayı boş düşünebilirim, ama şeyi uzay olmaksızın değil.
Karmaşıklar üzerine her bildirim onların bileşenleri üzerine bir bildirime ve karmaşıkları tam olarak betimleyen tümcelere ayrışır.
Dünyanın hiçbir tözü olmasaydı, o zaman bir tümcenin anlamının olup olmadığı bir başka tümcenin doğru olup olmadığına bağımlı olurdu.
Suşehri
Suşehri, Sivas'ın Doğu Karadeniz Bölgesi sınırlarında kalan bir ilçesi.
İlçe tarihinin "Bakır Çağı"'na kadar indiğine dair bulgular mevcuttur. Ova kesiminde, Kayadelen köyü Büyükgüzel ve Küçükgüzel civarında (Kılıçkaya Baraj gölü altında kalmıştır.) Bakır Çağı özelliklerini gösteren eşyalara rastlanmıştır. Suşehri düzlüğü (veya "Akşar ovası") Selçuklular zamanında "Aq-Šahr" veya başka bir deyimle "Aqšer-abād" adı altında önemli bir yol düğümleri noktası idi
Akşar, Eskişar, Kale köyleri ve Çataloluk beldesinde Roma, Bizans ve Selçuklu dönemlerinden kalma kale kalıntıları mevcuttur.
Büyükgüzel ve Küçükgüzel köylerinin (eski yerleşim yerleri) Roma devrinde önemli merkezler olduğu, rastlanılan tarihi kalıntılardan anlaşılmaktadır. Küçükgüzel köyünde bulunan, mermer aslan başı Sivas Müzesi'nde sergilenmektedir. Ayrıca aynı köyde bulunan önemli bir yapıya ait olduğu sanılan bazı kalıntılar, Hükümet Konağı bahçesinde muhafaza edilmektedir.
Şu anda Suşehri’ne bağlı bir köy olan Akşar’ın (Akşar-Abat) bilhassa Ortaçağ'da önemli bir merkez olduğu , Suşehri ve civarının idari açıdan buraya bağlı olduğu, Suşehri Ovasının “Akşar Ovası” olarak anıldığı tarihi kaynaklardan |
anlaşılmaktadır.
1875 yılında yeniden yapılan vilayet düzenlemesinde Şebinkarahisar sancağı Trabzon’dan alınarak Amasya ve Tokat" ile birlikte Sivas vilayetine bağlanmıştır. Bu düzenleme ile Suşar (Gölova) ve Akşar Subaşılıkları kaldırılmış ve Endires köyüne ilçe teşkilatı kurularak “ŞEHR-İ SU” adı verilmiştir. Yerli halkın önemli bir bölümü Türkmen/Çepnilerden oluşur.
1933 yılında çıkarılan bir kanunla Suşehri’nin bağlı bulunduğu Şebinkarahisar ilçe yapılarak Giresun'a bağlanınca Suşehri, Sivas iline bağlanmıştır.
Suşehri İlçesi, idari olarak Sivas iline bağlıdır. İlçeye bağlı Merkez ve Çataloluk Belediyesi olmak üzere 2 adet belediye teşkilatı, 70 köy muhtarlığı ve 42 mezra ile toplam 112 yerleşim birimi bulunmaktadır. Sivas il merkezine 131 km uzaklıktadır.
Köyler, yerleşim özelliği bakımından incelendiğinde ilçe merkezine yakın bulunan ve düşük rakımlı yerlerde kurulu olan köyler toplu; dağlık kesimde kurulan köyler ise mezralara bölünmüş bir şekilde dağınıktır.
Suşehri’nde kültürel yapıyı etkileyen en önemli faktörlerden biri coğrafi konumdur. Karadeniz Bölgesinde yer alması nedeniyle Sivas'a özgü halk oyunları ve klarnet yerine Suşehri'nde Kemençe, Zurna ve Horon kültürü vardır. Çok yakın zamana kadar ilçede kemençe yapımcıları, icracıları ve tulum sanatçılarına çok sık rastlanmaktaydı. Tulum kültürü bu bölgelerde yok olmak üzeredir.Halk oyunlarında en çok tercih edilenler; Siksara, Düz Horon, Dik Horon, İki Ayak Horon, Temurağa Horonu, Alaşağı, Güzeller Horonudur.
Bölgenin geçim kaynağını tarım ve hayvancılık oluşturur. Zengin toprak yapısı ve yayla konumunda olmasından dolayı hemen hemen her türlü sebze ve meyvenin yetiştirilmesi mümkündür. Şekerpancarı yoğunlukta olmakla beraber buğday en çok üretim yapılan bitkileridir. Yine Suşehri ilçesinin geleneksel kavun karpuz festivali vardır. Hayvancılık bölgede ileri derecede yapılmaktadır. Genellikle köylerde yaşayanlar süt ve süt ürünlerini kendileri karşılamaktadır.
OpenBSD
OpenBSD, 1996 tarihinde NetBSD'den ayrılan Theo de Raadt tarafından başlatılan bir projedir. Her ne kadar NetBSD tabanlı ise de gerekli kaynak yoksunluğundan NetBSD’ye göre daha az donanımda çalışır.
17 farklı platformda çalışabilen OpenBSD'nin sloganı ve temel amacı "güvenlik"tir. FreeBSD ve NetBSD de bu alana önem vermesine rağmen OpenBSD bu yönüyle diğerlerinden hemen ayrılır. Bu OpenBSD nin “Güvenli yazılım bütünü” manasına gelmesinin yanında OpenBSD'de güvenlik "correctness" manasına da gelir. Theo de Raadt ve etrafındaki takım, satır satır kodları düzelterek olası bugları temizlemekte ve olabilecek güvenlik problemlerini minimuma getirmek için çalışmaktadır. (Doğal olarak FreeBSD ve NetBSD uygun olan yerlerde bu düzeltmelerden yararlanmaktadır). OpenBSD'nin güvenliği aynı anda kriptografi desteği içermesini sağlar. Böylece birçok kripto hızlandırıcı donanım desteğini kendi bünyesine katmıştır. Theo de Raadt Kanada'da yaşadığı için kriptografi ile ilgili kodların yurt dışına çıkış yasağı gibi bir problem de yaşanmamaktadır.
Diger açıkkod özgür BSD türevleri gibi OpenBSD de BSD lisansı ile dağıtılmaktadır. OpenBSD projesi, her 6 ayda bir yeni sürüm çıkarmaktadır.
Nükleer enerji
Nükleer enerji, atomun çekirdeğinden elde edilen bir enerji türüdür. Kütlenin enerjiye dönüşümünü ifade eden, Albert Einstein'a ait olan E=mc² formülü ile ilişkilidir.
Bununla beraber, kütle-enerji denklemi, tepkimenin nasıl oluştuğunu açıklamaz, bunu daha doğru olarak nükleer kuvvetler yapar. Nükleer enerjiyi zorlanmış olarak ortaya çıkarmak ve diğer enerji tiplerine dönüştürmek için nükleer reaktörler kullanılır.
Nükleer enerji, üç nükleer reaksiyondan biri ile oluşur:
Ağır radyoaktif maddelerin,dışarıdan nötron bombardımanına tutularak daha küçük atomlara parçalanması olayına fisyon,hafif radyoaktif atomların birleşerek daha ağır atomları meydana getirdiği nükleer tepkimelere ise füzyon tepkimesi denir. Füzyon tepkimeleriyle fisyon tepkimelerinden daha fazla enerji elde edilir. Güneş patlamaları füzyon'a, nükleer santrallerde kullanılan tepkimeler, atom bombası teknolojisi gibi faaliyetler de fisyona örnek olarak gösterilebilir.
Nükleer enerji, 1896 yılında Fransız fizikçi Henri Becquerel tarafından kazara, uranyum maddesinin fotoğraf plakaları ile yan yana durması ve karanlıkta yayılan radyoaktif ışınların fark edilmesi ile keşfedilmiştir.
Bir nükleer santral kurmak için zenginleştirilmiş uranyuma ihtiyaç vardır. Uranyumun fisyon tepkimesine girerek bölünmesi sonucunda açığa çok yüksek miktarda enerji çıkar. Bu bölünme için, nötronlar yüksek bir hızla uranyum elementinin çekirdeğine çarpar. Bu çarpışma çekirdeğin kararsız hale geçmesine ve sonrasında büyük bir enerji açığa çıkartan fisyon tepkimesine neden olur.
Gerçekleşen tetikleyici ilk fisyon tepkimesi sonucunda ortama nötronlar yayılır. Bu nötronlar diğer uranyum çekirdeklerine çarparak fisyonu elementin her atom çekirdeğinde gerçekleştirene kadar devam eder. Ortaya çıkan enerji kontrol edilmediği takdirde ölümcül boyutlardadır. Kontrol etmek için reaktörlerde fazla nötronları tutan ve tepkimeye girmesini engelleyen üniteler vardır. Bu sayede kontrollü bir fisyon tepkimesi zinciri sağlanır.
Nükleer santralin iç yapısına baktığımızda, uranyumun fisyon tepkimesine girmesiyle oluşan enerji su buharının çok yüksek sıcaklıklara kadar ısıtılmasını sağlar. Yüksek sıcaklıktaki bu buhar, elektrik jeneratörüne bağlı olan türbinlere verilir. Türbin kanatçıklarına çarpan yüksek enerjili buhar, bilinen şekilde türbin şaftını çevirir ve jeneratörün elektrik enerjisi üretmesi sağlanır. Jeneratörde oluşan elektrik ise iletim hatları denilen iletken teller ile kullanılacağı yere gönderilir. Türbinden çıkan basınç ve sıcaklığı düşmüş buhar, tekrar kullanılmak üzere yoğunlaştırıcıya gider ve su haline geldikten sonra tekrar bölünme ile açığa çıkan enerji ile ısıtılıp buhar haline getirilir ve döngü devam eder.
Nükleer enerji, günümüzün ve geleceğin en önemli enerji kaynaklarından biri olarak kabul görmektedir. Petrol ve doğalgaz'ın bazı ülkede geniş rezervler halinde bulunması ve bu kaynakların yenilenemez oluşu birçok ülkeyi nükleer araştırmalara ve nükleer enerjiden faydalanmaya yönlendirmiştir. Bugün Dünya üzerinde 400'den fazla nükleer enerji santrali vardır ve bunlar dünyanın toplam elektrik ihtiyacının %15'ini sağlayacak kapasitede çalışmaktadılar. Örneğin Fransa, elektrik ihtiyacının %77'sini nükleer reaktörlerinden sağlamaktadır.
Nükleer enerjiye karşı çıklanlar ise tükenmiş yakıt bertarafı, santral güvenliği ve kaza riski (bkz. nükleer erime) gibi nedenleri öne sürmektedir.
Bugüne kadar çevreye zarar verebilecek ölçüde büyük 4 tane nükleer santral kazası gerçekleştiği bilinmektedir. Bunlardan ilk 2'si alınan önlemlerle çevrelerine herhangi bir zarar vermediği söylenirken, 3. olarak gerçekleşen Çernobil Faciası doğaya ve insanlara çok feci zararlar verdiği bilinmektedir, 4. Fukuşima Faciası ise Çernobil Faciasını tehlike seviyesi olarak geçtiği belirtilmiştir.
Bu kazalar:
1) 1957 yılında İskoçya'da meydana gelen Windscale kazası; bu kazada reaktörün civarına bir miktar radyasyon yayılmakla beraber ölümle veya akut radyasyon hastalığıyla sonuçlanan bir olay meydana gelmemiştir.
2) 1979 yılında ABD'de meydana gelen Three Mile Island kazası; normal bir işletim arızası, ekipman kaybı ve operatör hatası ile kazaya dönüşmüş, ancak kısmi reaktör kalbi ergimesi meydana gelmesine rağmen reaktörü çevreleyen beton koruyucu kabuğun sayesinde çevreye ciddi bir radyasyon sızıntısı olmadığı söylenmiştir.
3) 1986 yılında Ukrayna'da meydana gelen Çernobil reaktör kazası; tek kelimeyle bir faciadır. Kazanın nedenleri; operatörlerin güvenlik mevzuatına aykırı olarak santralde deney yapmaları sonucunda reaktördeki ani güç artışı, reaktörde aşırı basınç oluşumu ve santral tasarımında derinliğine güvenlik prensibine aykırı olarak, reaktörü çevrelemesi gereken bir beton koruyucu kabuğun inşa edilmemiş olması olarak özetlenebilir.
26 Nisan 1986'da Ukrayna'daki Çernobil nükleer reaktöründe meydana gelen patlama ve sonucunda yayılan radyoaktif madde Ukrayna, Beyaz Rusya ve Rusya'da yaşayan 336.000 insanın tahliyesine, 56 kişinin ölümüne, 4.000 doğrudan ilişkili kanser vakasına ve 600.000 kişinin sağlığının ciddi şekilde etkilenmesine sebep olmuştur . Nükleer kalıntıların ürettiği radyoaktif bulut patlamadan sonra tüm Avrupa (Türkiye'de özellike Karadeniz ve Marmara bölgesi) üzerine yayılmış ve Çernobil'den yaklaşık 1100 km uzaklıktaki İsveç Formsmark Nükleer Reaktöründe çalışan 27 kişinin elbiselerinde radyoaktif parçacıklara rastlanmış ve yapılan araştırmada radyoaktif parçacıkların İsveç'ten değil Çernobil'den gelen parçacıklar olduğu tespit edilmiştir.
4) 2011 yılında Japonya'da meydana gelen Fukuşima I Nükleer Santrali kazaları; Fukuşima I Nükleer Santrali kazaları 9.0 büyüklüğündeki 11 Mart günü olan 2011 Tōhoku depremi ve tsunamisi sonrasında meydana geldi. Honşu adası açıklarında meydana gelen bu deprem, Japonya'da büyük bir tsunamiye yol açtı. Tsunami Japonyaya çok büyük zarar verdi, ve nükleer enerji santrallerinde arızalar meydana getirdi.
Günümüzde dünyanın birçok yerinde ve Türkiye'de de nükleer karşıtı gruplar oluşmuştur. Bunlardan en ünlüleri; Yeşiller Partisi, Yeşil Barış (Greenpeace), Nükleer Karşıtı Platfom (NKP) Anti-Nükleer Cephe ve bu konuda öne çıkan bireysel tepkilerdir. Nükleer enerji santralı yapılması istenilen Sinop ve Akkuyu'da ayrıca yerel bazlı nükleer-karşıtı örgütlenmeler de mevcuttur.
Miyase Sertbarut
Miyase Sertbarut (d. 1963, Ceyhan, Adana) Türk yazar. Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden 1985 yılında mezun oldu. Ankara, Sivas ve Antalya'da öğretmenlik yaptı. Yazmaya radyo oyunlarıyla başladı. TRT radyolarında oyunları seslendirildi. Çocuk edebiyatına girişi, 1996 yılında yazdığı "Fasulyem Bulutlara Çıkamaz" adlı öykü kitabıyla oldu. Çocuk edebiyatı alanında ve radyo oyunlarında pek çok ödülü vardır. 2013 yılında Gülten Dayıoğlu Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Vakfı roman ödülünü aldı. 2016 yılı |
Astrid Lindgren Anma Ödülü Türkiye adayı oldu. Sertbarut, günümüzde Ankara'da yaşıyor.
Libya
Libya (Arapça: ليبيا "Lībiyā"), Akdeniz kıyısında, doğusunda Mısır, batısında Cezayir ve Tunus, güneyinde Nijer ve Çad, güneydoğusunda Sudan ile komşu olan bir Kuzey Afrika ülkesidir.
Ülkenin adı olan 'Libya', eski Mısırlılar'ın Nil'in batısında yaşayan Berberiler için kullandıkları Lebu sözcüğünden gelmektedir. Sözcük eski Yunanca'ya 'Libya' olarak geçmiştir. Eski resmi adı "Libya Sosyalist Halk Cemahiriyesi" olan ülke 2011 yılında yaşanan iç savaşla Kaddafi'nin öldürülerek iktidardan düşürülmesinden sonra önce adını sadece "Libya" olarak kullanmış, 2013 ocağında ise "Libya Devleti" adını almıştır.
Ülkenin asıl yerlileri Berberi kabilelerdir. Ancak Antik çağlardan bu yana bilinen tarihinde ülkeye Fenikeliler, Kartacalılar, Büyük İskender'in orduları, Ptolemaus hanedanı ve Romalılar, Arap-İslam İmparatorluğu ile Osmanlılar hakim olmuşlardır. Trablus, esas olarak Kartaca'ya bağlı Fenikeli bir grup koloni idi. Üç büyük şehir (Yunanca "Tri": üç, "polis": şehir) Oea, Sabrata ve Leptis Magna, Fenikelilerce kurulmuştu. MÖ 7. yüzyılda burası, Roma'nın Kartaca devletine son verdiği Punik savaşlarından (Fenike savaşları/Pön savaşları) sonra diğer Kartaca toprakları gibi Romalılar'ın eline geçti. Doğu kıyılarındaki Sirenayka ise Roma İmparatorluğu hakimiyetinden önce kurulmuş Yunan kolonisiydi. Büyük İskender'in fethinden sonra Ptolemiler'e, ondan sonra da Romalıların yönetimine geçti. Roma ikiye ayrılınca, Libya Doğru Roma'nın elinde kaldı.
647 yılında ise Abdullah ibn el-Sa’ad komutasındaki Arap İslam orduları Libya'ya girerek Bizanslılar'ı mağlup etti. Trablus ve Sirenayka Halife'ye bağlanmakla birlikte Bizanslılar'a (İstanbul ve Şam) bağlı yöneticiler (exarch-egzark) bölgeyi yönetmeye devam ettiler. 1146'da Sicilyalı Normanlar Trablus'u istila etti. 14. ve 15. yüzyıllarda İslam egemenliğinden sonra, 16. yüzyılda İspanyol yönetimine geçti.
Burası 1553'te, Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı Turgut Reis tarafından fethedildi. 1611 yılına kadar, paşalar tarafından yönetildi. 1611 yılında dayılık sistemi geldi. Osmanlı Devleti'nin zayıflamasına paralel olarak, Dayılar daha bağımsız hareket etmeye başladı. Dayılar birer devlet başkanı gibi başka devletlerle ikili antlaşmalar bile yapabiliyorlardı. 19. yüzyıl başlarında Libya'daki dayılar da Tunus ve Cezayir dayıları gibi Akdeniz'de A.B.D ile mücadele etmiştir. Osmanlılar 1835 yılında Libya'daki kontrolü yeniden sağlayarak burayı merkezi yönetime bağladılar (Birinci ve İkinci Berberi Savaşı).
Osmanlı İmparatorluğu'nun zayıfladığı dönemde, 1911'de İtalyanlar bölgeyi işgal ettiler. Trablusgarp Savaşı akabinde yapılan Uşi Antlaşması ile Libya'daki fiili Osmanlı hakimiyeti sona ermekle birlikte, hukuken Osmanlı'ya bağlılığı benimsendi. Ülkeyi işgal eden İtalyanlara karşı Mustafa Kemal, Enver Paşa ve diğer kimi Osmanlı subaylarının örgütlediği milis kuvvetleri uzun zaman direnç gösterdi. Ancak her türlü üstünlüğe sahip olan İtalya ülkenin tamamını kontrol etmeyi başardı. Halkı baskı ve zulüm ile sindirdi. Adeta bütün Libya'yı köleleştirdi.
Bu dönemde İtalyan sömürgeciliğine karşı Ömer Muhtar tarafından başlatılan direniş hareketi ise Ömer Muhtar'ın yakalanarak idam edilmesi sonucunda başarısızlığa uğradı. II. Dünya Savaşı'ndan sonra bölge Fransa ve Birleşik Krallık'a bırakıldı. Birleşmiş Milletler 1949'da Libya'nın bağımsız bir ülke olması gerektiği kararını aldı. Görüşmelerde Libya'yı, 1920'lerden beri İtalyanlar'la mücadele etmiş olan, sonrasında Mısır'a sürgüne giden Şeyh İdris temsil etti.
1951'de Libya bağımsızlığını kazandı ve Birleşmiş Milletler aracılığıyla bağımsızlığa kavuşan ilk ülke oldu. İdris ülkenin kralı oldu.
1969'da, ordunun genç subaylarından Muammer Ebu Minyar El-Kaddafi bir grup subayla birlikte Kral İdris'e karşı bir darbe yaptı. Monarşi sona erdirildi ve Libya Arap Cemahiriyesi kuruldu. Kaddafi, o tarihten sonra kendisinin "Üçüncü Evrensel Teori" dediği, Sosyalizm ve İslam karışımı bir politik rejimi izledi. Bu sisteme "İslamî Sosyalizm" ve "Yeşil Sosyalizm" gibi isimler verdi. 1990'lı yıllardan itibaren Lokerbie faciası gerekçesiyle Amerika'nın ve uluslararası toplumun sürdürdü ambargo 1969'dan itibaren sürdürülen kalkınma hamlesine darbe vurdu.Yönetim "Cemahiriye" tabirini kullanarak kitlelerin devleti olduğunu ifade etmektedir.
Londra-New York seferini yapan Pan Am 103 sefer sayılı Boeing 747 uçağı 21 Aralık 1988 tarihinde havada infilak etti ve İskoçya'nın Lockerbie kasabasına düştü. Uçak içindeki 259 kişi ve kasabadaki 11 kişiyle birlikte toplam 270 kişi hayatını kaybetti. Semtex adlı patlayıcıyı uçağa yerleştirenlerin Libya uyruklu olduğunun anlaşılmasından sonra, Libya'dan tazminat talep edildi. Libya her iki şüpheliyi de İskoçya'ya iade ederek kişi başı 10 milyon dolarla toplam 2,75 milyar dolar tazminat ödedi.
İskoç mahkemelerinde yargılanan şüphelilerden Lamin Khalifah Fhimah beraat etti. Libya gizli servisi üyesi olan Abdelbaset Ali al-Megrahi ise 2001 yılında ömür boyu hapse mahkûm edildi ve cezasını İskoçya'da çekmeye başladı. Yükümlü olduğu esnada prostat kanseri olan Megrahi 20 Ağustos 2009 tarihinde üç aylık ömrü kaldığı gerekçesiyle İskoç hükümeti tarafından serbest bırakıldı. Olayda ölen yolcuların 189'u Amerikalıydı. Serbest bırakma kararı ABD başkanı Barack Obama tarafından "hata" olarak nitelendirildi. Megrahi 20 Mayıs 2012'de prostat kanserinden öldü. Dönemin Birleşik Krallık başbakanı Gordon Brown serbest bırakma kararının (özerk) İskoçya parlamentosuna ait olduğunu, Birleşik Krallık hükümetinin kararı olmadığını açıklamıştı ancak daha sonradan basına sızan Wikileaks belgelerinde Birleşik Krallık hükümetinin Libya ile ekonomik anlaşmalarının sürekliliğini sağlayabilmek için Libya'nın isteğine boyun eğerek Megrahi'nin serbest bırakılmasını teşvik ettiği ortaya çıktı.
Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi'nin kararına dayanarak Fransa, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri'nin önderliğinde Libya’ya karşı 18 Mart 2011 akşamı havadan askeri operasyon başlattı. Operasyonun gerekçesi, Libya lideri Muammer Kaddafi'ye bağlı birliklerin halka baskı ve şiddet uygulaması ile Libya'nın BM kararlarına riayet etmemesi olarak açıklandı. BM ve halk 22 Ağustos 2011'de Kaddafi'yi devirdi. Ayaklanmanın sonlarında Sirte yakınlarında Kaddafi'nin konvoyuna NATO destekli saldırı düzenlenmiş, bu saldırıdan yara almadan kurtulan Kaddafi, saklandığı bir geçitte isyancılar tarafından yakalanarak linç edilmiştir.Muhalif gruplar Khalifa Haftar yönetiminde bulunan rakip başkent Tobruk'un güçlü lideridir ve Muammer Kaddafi'nin de devrilmesinde payı olan kişilerdendir.
Libya tarihinde üç silahlı kuvvet vardır.1950 yılında bağımsızlaşan Libya Krallığı'nın "Libya Kraliyet Silahlı Kuvvetleri".Muammer Kaddafi döneminin "Libya Arap Cemahiriyesi Silahlı Kuvvetleri" ve iç savaş sonrası, Ulusal Geçiş Konseyi tarafından kurulan "Libya Ulusal Ordusu".
Libya çok büyük bir yüzölçümüne sahip olmasına rağmen nüfusun tamamına yakının kıyı bölgelerde yaşar. Örneğin; Trablus ve Sirenayka'da km'ye düşen insan sayısı 50 iken ülkenin geri kalanında, km'de 1 kişinin altına düşer. Ülkenin büyük ölçüde çöllerle kaplı olmasından dolayı, ülke yaşayanların %90'ı kıyı şehirlerinde yaşamaktadır. Ülkeyi kaplayan çöllerin büyüklüğünü, bütün ülkedeki alanda km'ye düşen insan sayısının 3,6'ya düşmesinden anlaşılabilinir. Tarımsal faaliyetlerin imkansız olduğu çöllerle kaplı Fizan'dan ziyade halk Trablus ve Sirenayka bölgelerinde yaşamaktadır.
Bütün nüfusun %90'ı, ülke topraklarının sadece %10'unda yaşamaktadır. Ülke toplam nüfusunun %88'i şehirde yaşamaktadır ve çoğunluğu üç büyük şehir olan Trablus, Bingazi ve el-Beyda'da bulunmaktadır. 6,5 milyon civarındaki Libya nüfusunun yaklaşık yarısı '15 yaşından' küçüktür. 1984 yılında dünya çapındaki en büyük nüfus artış hızına ulaşan Libya'da, yıllık doğum oranı %4 olarak tespit edilmişti. 1984'te 3,6 milyon olan ülke nüfusu 1964'te 1,54 milyondu.
Libya halkının etnik unsurlarını öncelikle; Araplaşmış Berberiler, Türkler, saf Arap ve çöl kabilelerinden oluşan Bedeviler ile Tuaregler oluşturmaktadır. Ayrıca az sayıda Sahara altı siyahlarından olan Sahiller ile Tobular da mevcuttur. Ayrıca ülke çok sayıda Orta Afrika'dan göçmen barındırmakta ve ayrıca çok sayıda Mısırlı göçmenler ülkede yaşamaktadır. 2011'de tahminlere göre 60.000 Bangladeşli, 30.000 Çinli, 30.000 Filipinli Libya'da çalışmaktadır. Libya'da yaşayan Türk vatandaşlarının sayısı yaklaşık olarak 25.000'dir , fakat ataları Türk olanların sayısı 80.000'dir.
Libya'nın resmi dili Arapça olduğu gibi halk arasından da %80'in üzerinde bir oranla Arapça; Arapça'nın ağız ve lehçeleri konuşulmaktadır. Ülkenin geriye kalanı olan %20'si ise Berberi Dili olan Tamazight dilini konuşmaktadır. İngilizce ve İtalyanca büyük şehirlerde konuşulmaktaysa da, İtalyan esaretini yaşamış yaşlıların büyük çoğunluğu İtalyanca bilmektedir.
Demokratik Halk Partisi
Demokratik Halk Partisi veya Demokrat Halk Partisi ile aşağıdakiler kastedilmiş olabilir:
Genç Parti
Genç Parti (GP), 10 Temmuz 2002'de Cem Uzan ve arkadaşları tarafından kurulan siyasi parti. Daha sonra kendini feshederek Yeniden Doğuş Partisi'ne (YDP) katıldı. YDP, 23 Ağustos 2002'de 3. Olağanüstü Kurultayı'nda "Genç Parti" adını aldı ve parti başkanlığına Cem Uzan seçildi.
Genç Parti, beklenmedik bir şekilde 3 Kasım 2002 seçimlerinde %7,25 oy aldı. Parti lideri Cem Uzan'a, bir konuşmasında başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a hakaret ettiği için dava açıldı. Ancak dava Cem Uzan'ın beraatiyle sonuçlandı. Bunun yanında Cem Uzan'a öfke kontrolü için kitap okuma cezası verildi.
22 Temmuz 2007 seçimlerinde, seçim öncesi yapılan anketlerin hiçbirinde tahmin edilmediği kadar düşük bir oran alarak (%3,03) girdiği ikinci seçimde de meclise girmeyi başaramadı. Genç Parti Genel Başkanı Cem Uzan Fransa'dan "siyasi sığınma hakkı" almıştır. Genç Parti 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri'ne, 2011 Genel Seçimlerine ile Haziran 2015 Genel Seçimlerine |
ve Kasım 2015 genel seçimlerine katılmayacağını açıklamıştır.
Star TV ile Kral TV ve "Star" gazetesi yayın organı olan Genç Parti, Şubat 2004 tarihinde Uzan Grubu'na ait tüm şirketlere TMSF tarafından yönetimine el konulmuştur.
Özgürlük ve Dayanışma Partisi
Özgürlük ve Dayanışma Partisi (kısaca ÖDP), 1996 yılında Türkiye'deki değişik politik ve ideolojik geçmişlere sahip sol ve enternasyonalist demokrat grupların birleşmesiyle kurulan siyasi partidir. Partinin amacı, tüzüğünde şöyle açıklanır:
2016 yılında gerçekleştirilen 8. Olağan Kongresi'nde Eş Başkanlık değiştirilerek yerine 5 kişilik Başkanlar Kurulu getirilmiştir. Başkanlar Kurulu sözcüleri Alper Taş, Önder İşleyen, Pelin Bektaş, Çiçek Çatalkaya ve Sema Yazan Özçetin'dir.
22 Ocak 1996'da kurulan parti, farklı mücadele ve örgütlenme geleneklerine sahip olan grupları kitlesel bir sol parti sloganı altında bir araya getiren bir yapılanma olmaya çalıştı. Kurucu Genel Başkan Ufuk Uras'tı. Ufuk Uras, Sadun Aren, eski BSP, TKP, TİP, TSİP üyeleri, THKP-C kökenli Ertuğrul Kürkçü, Sungur Savran, Metin Çulhaoğlu gibi isimler ve çevreler ÖDP içinde temel prensiplerde anlaşarak özerk bir şekilde siyaset yapmaya çalıştılar.
1997 yılında Susurluk Skandalı'nın teşhir ettiği karanlık ilişkileri protesto etmek için yapılan Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemi'nin öncülerinden biri oldu.
1999 Türkiye genel seçimlerinde %0,8 oy aldı (250.000 oy).
2004 Türkiye yerel seçimlerinde Artvin'in Hopa ilçesinde ve Yozgat’ın Sorgun ilçesine bağlı Bahadın beldesinde belediye başkanlıkları kazandı. ÖDP, bu seçimlere DEHAP ve Sosyaldemokrat Halk Partisi koalisyonu ile girmişti.
2007 Türkiye genel seçimlerinde Bin Umut Adayları ittifakı içinde yer aldı. ÖDP, seçimlerde 0,15 oy alsa da dönemin parti genel başkanı Ufuk Uras bu bağımsız adaylık sayesinde meclise girebilmiştir.
2009 Türkiye yerel seçimlerinde Hatay'ın Samandağ ilçesinde ve Kırıkkale'nin Hasandede, Hatay’ın Aknehir ve Malatya’nın Ağılbaşı beldelerinde belediye başkanlıkları kazanmıştır.
2014 Türkiye yerel seçimlerinde Tunceli'nin Mazgirt ilçesinin belediye başkanlığını almıştır.
ÖDP'nin kuruluşunda solu birleştirme amacı olduğundan partide birkaç akım mevcuttu. Bunlar;
Dördüncü Enternasyonal taraftarı "Yeni Yol", "Hareket" (EHP'yi kurdu. ), "Kurtuluş Hareketi" (SDP’ye geçti), "Odakçılar" (SDP’ye geçti), "Ekmek ve Gül" (önce Sosyalist Emek Hareketi adıyla faaliyet yürüttü, daha sonra Sosyalist Gelecek Parti Hareketi'ni kurdu).
2007 yılına kadar partideki en etkin fraksiyon "Özgürlükçü Sosyalizm Platformu"’ydu 2007’de platform Ufuk Uras yandaşları ("Özgürlükçü Sol Hareket") ve karşıtları ("Devrimci Dayanışma") olarak bölündü.
2009'da Uras ve yandaşları partinin 6. Kongresi öncesi ayrıldılar. "Özgürlükçü Sol Hareket" daha sonra EDP’yi kurdu, Ufuk Uras ise bazı ÖDP üyeleri ile birlikte BDP’ye geçti.
2009’daki 6. Kongreden sonra partiye Devrimci Yol geleneğini sahiplenme iddiasında olan "Devrimci Dayanışma" grubu hakim olmuştur. Bu grubun içerisinden Alper Taş Genel Başkanlığa seçilmiştir.
2012'deki 7. olağan konferans/kongresinde Alper Taş'ın "partide bir kadın sesine de ihtiyaç olduğu" şeklinde ifade ettiği, ÖDP’de ilk defa uygulanan eş başkanlık sistemine geçilmiştir. Eş genel başkanlığa Alper Taş ve Bilge Seçkin Çetinkaya seçilmiştir.
2016 Mart ayında gerçekleştirilen 8. Olağan Kongre sonucunda eş başkanlık yerine, 5 kişilik Sözcülük oluşturuldu. Sözcüler Alper Taş, Önder İşleyen, Pelin Bektaş, Çiçek Çatalkaya, Sema Yazan Özçetin olarak tanıtıldı.
ÖDP'nin istediği yönetim şekli emekçilerin egemenliğindeki yerel meclislere dayanan doğrudan demokrasi modelidir. Parti, özgürlük ve eşitlik mücadelesini birlikte yürütmeyi savunur. Siyasal ve toplumsal alanda devrimci bir değişimin, emekçileri temsil etme iddiasındaki bir partinin herhangi bir biçimde hükümet olmasıyla değil bizzat işçilerin ve emekçilerin kendilerini yönetmesiyle gerçekleşeceğine inanır. Bu nedenle emekçilerin "daha bugünden", toplumsal yarar doğrultusundaki faaliyetlerini geliştirecekleri, eşitlikçi, dayanışmacı ve demokratik ilişkileri yaşamın her alanına yayacakları, siyasetin toplumsallaşması yönünde çaba ve girişimlerini sürdürecekleri, yaratıcılıklarını geliştirecekleri bir mücadele hattına ve siyaset tarzına sahip olmayı vazgeçilmez sayar. "Devrim yapmaya" değil "devrim olmaya" çalışır. ÖDP aynı nedenlerle kendini SSCB gibi bürokratik ve gerici reel sosyalizm deneyimlerinden ayırmak için özgürlükçü sosyalizm ve özyönetim terimlerini kullanır.
Gericilik ve muhafazakarlığa karşı laik ve bilimsel düşünceyi, ırkçılık ve milliyetçiliğe karşı bir arada yaşam kültürünü savunur. Eğitimin ve sağlık hizmetlerinin ücretsiz olmasını, sosyal güvenlik hakkı ve yurttaşlık gelirini, anadilde eğitimi, tarımın desteklenmesi ve geliştirilmesini, katılımcı yerel yönetimleri, kadın haklarını, çocuk haklarını, engelli haklarını savunur. Hem demokratik, hem sosyal hakların özgürce kullanılabileceği bir Türkiye‘yi kurmayı amaçlar.
Anti emperyalisttir. Uluslararası şirketler ve kurumlar aracılığıyla Dünya’ya dayatılan kapitalist küreselleşmeye karşıdır. Bu nedenle IMF, Dünya Bankası, AB, ABD ve İsrail başta olmak üzere birçok kapitalist-emperyalist kurum ve ülke yönetimlerine karşıdır. Kapitalist küreselleşmenin amacının insanlığa fayda sağlamak değil; zengin azınlığın kar amacı güderek daha da zenginleşmesi olarak görür ve bunu Marksist kuramdaki emperyalizm olarak kabul eder. Emperyalizmi önemsemeden kapitalizme karşı olunamayacağını savunduğu gibi ulusal sermayeye de dahil kapitalizme karşı olmadan bağımsızlıktan söz edilemeyeceğini savunur.
İçinde emekçileri, sendikaları, tarım üreticilerini, kadın ve çevre hareketlerini, savaş karşıtlarını, farklı kültür ve kimlik taleplerini, diğer bir deyişle küreselleşme mağdurlarını barındıran alternatif küreselleşme hareketini, 21. yüzyıl başı sistem karşıtı direnişin önemli bir olgusu olarak destekler.
Türkiye'nin en temel sorunlarından biri olan Kürt sorununun evrensel demokratik ve sosyalist değerler temelinde tartışılarak çözülmesi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının eşit yurttaşlık anlayışıyla birlikte yaşaması hedeflenmektedir. Kürtçe eğitim imkanı, bölgesel eşitsizliklerin giderilmesi, Kürt emekçilerin de söz sahibi olması, toprak reformu vb. etnik ve sosyal gereksinimlerin karşılanmasını ister. Parti, devletin asimilasyon ve inkâr politikasına karşı haklar ve özgürlükler mücadelesi veren Kürt kitlelerine sahip çıkmakta ancak belirli noktalarda da eleştirmektedir.
ÖDP; Kürt meselesinde tarafların karşılıklı şiddet uygulamasına karşıdır. TSK’nın askeri operasyonları durdurmasını ve PKK’nın silah bırakmasını, Kürt hareketinin sivil siyaset yapmasını savunur. Süregelen savaş ve baskı yılları boyunca işlenen savaş suçlarının, hangi cepheden kim tarafından işlenirse işlensin aydınlatılmasını ve faillerin cezalandırılmasını talep eder.
Bölge’deki operasyonlar ve şiddet eylemleri etnik düşmanlıkları derinleştirdiğinden, Türk şovenizmi ve Kürt ayrılıkçılığının birbirini pekiştirerek gelişmesine meydan verdiğinden, Yugoslavya’daki gibi bir "Bosnalaşma" tehlikesine dikkat çeker.
ÖDP, 16 Ekim 2010 tarihinde BDP’lilerin ve çeşitli yazarların da katılımıyla "Kürt Sorununda Çözüm Önerileri" adı altında bir çalıştay düzenledi. Çalıştayda Genel Başkan Alper Taş, DTK’nın ortaya attığı Demokratik Özerklik anlayışı ile ÖDP’nin yerel yönetim hedefinin aynı yere vurgu yaptığını söyledi.
Taş, Kürt sorununun çözümü için, bir arada yaşam için atılmasını gerekli gördüğü önerileri ise şöyle sıraladı:
7. olağan konferans/kongresinde ÖDP eş genel başkanı seçilen Bilge Seçkin Çetinkaya, ÖDP konferans ve kongre sürecini değerlendirirken Kürt sorununu "Türkiye’nin en temel meselelerinden biri Kürt sorunu. ÖDP kongre-konferansının da en temel temalarından biri Kürt sorunu oldu. AKP’nin bu konudaki temel politikasının, Kürt açılımının asıl amacının örgütlü Kürt hareketini tasfiye etmek ve yerine kendi iktidarını bölgede örgütlemek olduğu çok açık bir şekilde anlaşılmıştır. AKP’ye göre en iyi Kürt, örgütsüz olan, birey olan, vatandaş olan Kürt’tür. Dolayısıyla böylece AKP’nin kendi teşkilatlanması içerisine dahil edilebilir. Ama Kürtler mücadelelerinden biliyorlar ki örgütsüz Kürt, ölü Kürt’tür. Kürt siyasal hareketi de AKP’nin siyasal iradelerini dışarı iterek kendi çözümünü dayatma siyasetine siyasetle cevap vermiştir. Ancak AKP şu an KCK operasyonları ile, öğrenci, akademisyen, gazeteci tutuklamaları ile puşi davaları ve siyasetin önünü alarak Kürt siyasal hareketini tasfiye etmeye çalışmakta, sorunun çözümü için Kürtleri savaş ve AKP politikası arasına sıkıştırmayı amaçlamaktadır. Van depremi AKP politikalarının nasıl insafsız, aciz ve insansız politikalar olduğunu adeta gözümüze sokmuştur.
ÖDP olarak, kongremizde de defalarca ifade edildiği gibi, var olduğumuz her alanda Kürt kardeşlerimizle eşit ve özgür bir birlik temelinde bir arada yaşamı savunmaya ve Kürt kardeşlerimizin siyasi hakları, dil, kimlik, kültür talepleri ve bunların anayasada güvence altına alınması taleplerinin arkasında durmaya devam edeceğiz." şeklinde değerlendirmiştir.
Yunanistan ile Türkiye arasında Ege’de barışı sağlamak için ülkelerin karşılıklı askeri bütçeyi, silah alımını azaltması isteniyor. Karşılıklı silahlanmanın hem ülkelerdeki militarist ve şoven güçlerin yararına olacağı hem de ABD ve NATO’ya hizmet edeceği belirtiliyor.
Ermenistan ile sosyal ve kültürel ilişkileri geliştirmeyi ve her türlü ambargonun kaldırılmasını iki ülkenin yoksul halklarının iyiliği için savunur. Açılacak olan sınır kapısına öldürülen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ermeni gazeteci Hrant Dink'in ismini uygun görür.
Kıbrıs Sorunu'nda çözümü "siyasi eşitliğe dayalı iki toplumlu iki bölgeli federatif bir devlet yapısı" olarak görüyor ve Yeni Kıbrıs Partisi'ni destekliyor.
ÖDP, NATO zirvesinde verilen İran'a karşı Türkiye'de füze kalkanı kurma projesine tepki gösterdi. "Emperyalizme değil İran halkına, savaşa değil barışa kalkan ol" konulu basın açıklaması yay |
ınlamıştı.
ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'ne ve onu sağlamak için yaptığı Afganistan, Irak işgallerine, İsrail'in Filistin işgaline karşıdır. Yine NATO güçlerinin çeşitli bahanelerle Libya ve Suriye gibi ülkelerin iç işlerine karışmasına, Orta Doğu'daki çatışmaları kendi lehine manipule etmesine karşıdır. Hem neoliberal emperyalistlere hem de eski despotlara karşı sosyalist bir Ortadoğu'dan yanadır. Türkiye'nin Suriye siyaseti ve ÖSO destekçiliği de bu bağlam içinde kınanmakta, Suriye ile savaşa karşı çıkılmaktadır. AKP hükümetinin bölgede ABD emperyalizminin "aktif taşeronluğunu" yaptığı; bölgeyi ABD'nin desteğiyle neoliberalizmin güncel ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleme görevini üstlediği söylenmektedir.
Ekonomik krizelerin halk üzerinden aşılmasına tepki olarak Avrupa ülkelerinde çıkan emekçi ve öğrenci isyanlarını destekler.
Latin Amerika'daki sol hareketleri,Hugo Chavez'in önderliğindeki Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi'ni ve Küba'yı destekler.
Halkevleri, TKP, EMEP ve ÖDP sık sık ortak hareket eder. Bazı eylem ve panelleri birlikte organize ederler.
BDP ile genelde Kürt sorunu konusunda tartışmalar yapılmakta, kimi noktalarda anlaşmaya varılmaktadır. Genel Başkan Alper Taş, DTK’nın ortaya attığı Demokratik Özerklik anlayışı ile ÖDP’nin yerel yönetim hedefinin aynı yere vurgu yaptığını söylemiştir. Parti, Demokratik Özerklik projesine genel olarak olumlu bakmaktadır. ÖDP,Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku'nun devamı olan Çatı Partisi'nin programını yetersiz buluyor; Çatı Partisi'yle dayanışmayı bozmadan Birleşik Devrimci Merkez için çağrı yapıyor.
Parti, Sosyalist Demokrasi Partisi ve Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) üyelerinin "Devrimci Karargâh Örgütü" ile bağlantılı olduğu iddiasıyla tutuklanmasına karşı çıktı. AKP'nin muhalif kesimleri "terörist" olarak yaftalayıp sindirmeye çalıştığını belirtti.
Avrupa'da ve Avrupa Birliği'nde sosyalist ve komünist partilerin bir araya gelerek oluşturduğu Avrupa Solu Partisi birliğine üyedir. Ayrıca Avrupa Anti-Kapitalist Solu'nun kurucu üyelerindendir.
Yunanistan'daki radikal sol ve çevreci güçlerin koalisyon partisi SYRIZA ve SYRIZA'nın içindeki platformlardan Synaspismos ile dayanışma içindedir.
Özgürlük ve Dayanışma Partisi, insanın insanı sömürmesine, sermayenin emek, erkeğin kadın, zenginin yoksul üzerindeki hâkimiyetine, cinsiyet ayrımcılığına, baskıya, şiddet ve eşitsizliğe dayalı düzene son verilmesi için mücadele eder.
Üretenlerin yönettiği, sınıfların egemenliğinin son bulduğu, ezen ve ezilenin olmadığı, toplumun üzerindeki askeri, polisiye ve bürokratik baskı ve denetimin ortadan kalktığı, ekonomik karar ve planlama süreçlerinin çalışan ve üreten çoğunluğun iradesine dayandığı bir dünyayı amaçlar.
Kadınların ekonomik, siyasal ve toplumsal düzeyde ve gündelik hayatta erkeklerle eşit olduğu; insanlar arasında dil, etnik köken ve inanç farklılıklarına dayanan ayrımcılığın son bulduğu; uluslararasındaki düşmanlıkların sona erdiği; ulusların kendi kaderlerini özgürce tayin edebildiği; insanın kendisiyle ve doğayla barıştığı ve barışın kuşattığı bir toplumu hedefler.
Bu hedef doğrultusunda kapitalizmin sınırlarını bugünden aşmaya yönelen bir eylem ve mücadele planına sahiptir.
Trablusgarp Savaşı
Trablusgarp Savaşı veya diğer adıyla 1911-1912 Türk-İtalyan Savaşı, 1911-1912 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu ve İtalya Krallığı arasında geçen bir savaştır. Adı, "Trablusgarp Savaşı" olmasına rağmen çarpışmalar Trablusgarp dışında Adriyatik Denizi, Ege Adaları, Çanakkale Boğazı ve Kızıldeniz gibi farklı bölgelerde de sürmüştür. Diğer büyük devletlerin ve I. Balkan Savaşı'nın patlak vermesi sayesinde savaşı kazanan İtalya, Osmanlı Devleti'nin Trablusgarp Vilayeti'ne bağlı Trablusgarp, Fizan ve Sirenayka bölgelerini ele geçirmiştir. Bu bölgeler hep beraber birleşip gelecekteki Libya devletini oluşturacaklardır.
Savaş sürerken Rodos ve On İki Ada İtalyan kuvvetlerinin işgaline uğramış, savaş sonrasında imzalanan Uşi Antlaşması'yla birlikte On İki Ada Osmanlı İmparatorluğu'na geri verilmiştir. Bununla birlikte, antlaşmanın belirsizliği adaları geçici İtalyan yönetimine bırakmış ve Türkiye, 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'nın 15'inci maddesinde bu adalar üzerindeki bütün taleplerinden vazgeçmiştir.
23 Ekim 1911'de Osmanlı toprakları üzerinde uçan İtalyan Yüzbaşı Carlo Piazza, tarihteki ilk keşif uçuşunu gerçekleştirmiştir. Giulio Gavotti ise 1 Kasım günü Etrich Taube model bir uçakla Libya'daki Osmanlı kuvvetlerine karşı bir hava saldırısı düzenlemiş ve bu saldırı, ilk hava saldırısı olarak tarihe geçmiştir. Herhangi bir hava taşıtı savunma silahı olmayan Osmanlı askerleri ise tüfek atışıyla bir uçak düşürmeyi başarmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin gelecekteki cumhurbaşkanı ve Kurtuluş Savaşı'ndaki lideri Mustafa Kemal Atatürk, savaş sırasında sahip olduğu binbaşı rütbesiyle Tobruk Muharebesi'ni yöneterek kendini göstermiştir.
Kuzey Afrika'daki eyaletler içerisinde devlete en çok bağlı olan eyalet, Osmanlı'nın 1551'de ele geçirdiği Trablusgarp'tı. 1864 tarihinden itibaren vilayete dönüştürülen Trablusgarp eyaleti, 1877 tarihli kanunla da doğrudan doğruya başkente bağlı bağımsız bir sancak haline getirildi.
Sanayi Devrimi'yle birlikte paralel olarak endüstrinin gelişmesi ortaya bir takım problemler çıkarmıştır. Endüstri geliştikçe üretim artmış ve ülkeler bu üretim fazlasını kendi sınırları içinde tüketemez olmuşlardı. Bu üretim fazlasını dağıtacak yeni pazarlar aramaya başlayan ülkeler, sömürgeciliğin önemini daha da arttırmışlardır. Diğer yandan endüstrinin hammadde ihtiyacına Avrupa'nın sınırlı kaynakları cevap vermekten çok uzaktı. Endüstrileşen Avrupa devletleri kendilerine yeni hammadde kaynakları sağlayacak topraklar elde etmek zorundalardı. 16. yüzyılda başlayan sömürgeleştirme hareketlerinin dışında kalan İtalya Krallığı, Fransız İhtilali'nden yaklaşık bir yüzyıl sonra, 1870 yılında, siyasi birliğini geç olarak sağladığında Afrika topraklarının hemen hemen tamamı Avrupalı devletlerin tarafından paylaşılmıştı. 1881'de Fransa'nın Tunus'u işgali, ardından da Birleşik Krallık'ın 1882'de Mısır'ı ele geçirmesinden sonra Akdeniz'deki iki muhtemel üssü elinden kaçıran İtalya, coğrafi olarak kendine çok yakın konumda bulunan Kuzey Afrika'da kalan son Osmanlı toprağı olan Trablusgarp'la ilgilenmeye başlamıştı.
İtalya, amacına ulaşmak için ilk etapta büyük Avrupa devletleri ile kendisine burada hareket serbestliği tanıyan gizli antlaşmalar yaptı. Britanya ve Fransa arasında, Kuzey Afrika'daki sömürgelerin paylaşımı yüzünden çıkan Faşoda Buhranı sonunda Kuzey Afrika'nın paylaşımı yapıldı ve böylece Trablusgarp da kâğıt üzerinde İtalya'ya bırakıldı. İtalya 1887'de Birleşik Krallık ve Avusturya, 1891'de Almanya, 1900 ve 1902'de Fransa, 1902'de Avusturya, 1909'da Rusya ile gizli antlaşmalar yaptı ve Trablusgarp üzerindeki emellerini bu devletlere kabul ettirdi. İtalya Trablusgarp'taki hareketlerinin bu antlaşmalarla engellenmeyeceği garantisini sağladıktan sonra buradaki faaliyetlerine hız verdi ve en uygun anı beklemeye başladı.
1902 yılından itibaren İtalya, Trablusgarp üzerinde bir "Barışçıl İşgal" politikası uygulamaya başladı. Buna göre Roma Bankası'nın maddi desteğiyle ekonomik ve ticari alanlarda bir takım girişimler başladı. Böylelikle kurulan fabrikaların ve diğer iş yerlerinin,gerekirse, silahlı , İtalya'nın Trablusgarp'taki bütün ekonomik imtiyazlarını sonlandırarak sonunda tehlikenin önünü kesmeyi başardı. Ortaya çıkan büyük mali çöküntü sonunda, hissedara alacaklarının ödenebilmesi için, Roma Bankası, İngiliz ve Alman finansörlerle görüşmeye başladı.
Bunun yanında, Almanya, İttifak Devletleri ile beraber olduğu İtalya'nın Trablusgarp'a sahip olmasını istemiyordu. Çünkü Kuzey Afrika'daki bu bölgeyi ileride kullanabileceği bir istasyon olarak görüyordu.
Trablusgarp Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti çok büyük iç ve dış karışıklıklar içerisindeydi. 23 Temmuz 1908'de Meşrutiyet ikinci defa ilan edilmiş ve II. Abdülhamit 24 Temmuz 1908'de anayasayı yeniden yürürlüğe koymuştu. 5 Ekim 1908'de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna Vilayeti'ni işgal etmiş aynı gün Bulgaristan prensi de İstanbul'a telgraf çekerek bağımsızlığını ve krallığını ilan etmişti. Avusturya, Sırplara karşı Bulgarları destekliyordu ve Bulgaristan ile Avusturya eş zamanlı darbeler için anlaşmaya varmışlardı. Bu iki önemli toprak parçasının resmen elden çıkması İttihat ve Terakki'nin prestijini büyük ölçüde sarsmıştı. Bosna-Hersek ve Bulgaristan'dan sonra Osmanlı Devleti'nin üçüncü sorunu da Girit oldu. Girit'in zaten bu tarihte Osmanlı Devleti ile pek bir bağlantısı kalmamıştı. Fakat ada, hukuken Osmanlı toprağı olarak görünüyordu. Bosna-Hersek krizi sırasında Girit Rumları da harekete geçerek adayı Yunanistan Krallığı'na ilhak ettiklerini ilan ettiler. Fakat bu Avrupa Devletleri tarafından kabul edilmedi. Gelişen iç ve dış olaylar, İttihat ve Terakki'ye karşı bir muhalefetin olgunlaşmasına ve 13 Nisan 1909'da başlayan olayların bir irtica hareketi şeklinde patlak vermesine neden oldu. İstanbul'daki gerici ayaklanma Rumeli'deki İttihat ve Terakki şubelerinde ve ordu içinde Meşrutiyetin tehlikede olduğu düşüncesini uyandırdı. Bunun üzerine, 3. Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa'nın Hareket Ordusu adındaki bir orduyu İstanbul'a göndermesiyle ayaklanma bastırıldı. Tehlike böylece önlenmiş oldu. Meclis, 27 Nisan 1909'da II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesine karar verdi. Yerine kardeşi Mehmet Reşat padişah oldu. Bundan sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti, ülke yönetimini kesin olarak eline aldı.
Trablusgarp Savaşı öncesinde Balkanlar'ın durumu son derece karışıktı. Mart 1911'de Katolik Arnavutlar İşkodra'da ayaklanmışlardı. Karadağ Krallığı bu isyancılara her türlü yardımda bulundu. Bundan dolayı Osmanlı-Karadağ ilişkileri çok gergindi. İtalya, Karadağ'ı desteklemekte, onu Osmanlı Devleti'ne karşı kışkırtmakta idi. Bu ayaklanmada İtalyan parmağının olduğu açıktı. Ayaklanma Haziran 1911'de bastırıldı ve ayaklananlar Karadağ'a sığındılar. Bu olaylardan sonra İttihat ve Te |
rakki'nin Osmanlıcılık ideolojisini gerçekleştirmek için yürüttüğü "Balkanlar'ın tek bir bayrak altında birleşmesi" politikası Osmanlı Devleti'nin aleyhine sonuçlanarak Bulgar, Sırp ve Yunan çetecilerin faaliyetlerini daha da arttırmalarına ve Osmanlı'ya karşı işbirliğine girmelerine sebep oldu.
1911 yılı İtalyan birliğinin ve krallığının kuruluşunun 50. yılına rastladığından, ülkede büyük bir milli heyecan yaratılmaya çalışılmış ve bu çerçevede İtalya'nın Trablusgarp üzerindeki eski iddiaları da şekillenmeye başlamıştı. İtalya III. Vittorio Emanuele'in tahta çıkmasından sonra, 15 yıl süreyle otoritesini herkese kabul ettiren başbakan Giovanni Giolitti zamanında istikrarlı bir siyasete kavuştu. Kalabalık göç dalgalarına rağmen hâlâ yüksek olan ülke nüfusunun dinamikliği ve iyi bir yönetim sayesinde hükümet tarım ve sanayi alanında büyük atılımlar yaptı. Giolitti, giriştiği bir dizi cesaretli reform hareketiyle sosyalist kanadın isteklerine uygun yenilikleri gerçekleştirdi. Ancak sağ kanattaki milliyetçi istekleri de tatmin etmek gerekiyordu. İtalyan milliyetçilerin Floransa'daki kongresinde, Giolitti hükümeti Libya üzerine diplomatik ipotek koymaya zorlanmıştı. Libya seferini milliyetçiler, eski Roma İmparatorluğu günlerindeki Akdeniz siyasetinin dönüşü olarak görürken, Katolikler İslam'a karşı yeni bir Haçlı seferi olarak tanımlıyorlardı. İtalyan kamuoyunun kayda değer bölümü ise güneydeki bu yeni koloniye, dış göçe son verecek bir toprak parçası olarak bakmaktaydı.
İtalyan sosyalistleri ise aralarında bir birlik olmamasına rağmen genelde bu savaşa karşı olmuşlardı. 27 Eylül 1911 tarihli Tanin'de ""İtalyan sınıf-ı aliyyesinde işgal için pek ziyade heyecan var ise de amele sınıfı işgale muhaliftir"" deniliyor ve işçi sınıfının İtalya'nın Libya'ya asker sevk etmesini men etmek için umumi grev teşebbüslerine giriştiğini yazıyordu. Fakat sosyalistlerin grev teşebbüslerini hükümetin şiddetle engellemesi ve halkın nümayişçilere kötü gözle hatta vatan haini gibi bakması yüzünden bir sonuç verememişti. Ayrıca İtalyan sosyalistler Fransız, İngiliz ve Alman sosyalistleri kadar güçlü değillerdi. Mart 1911'de ikinci kez iş başına gelen Giolitti Hükümeti, Trablusgarp işini bir sonuca bağlamayı parti programının 3. maddesine almıştı.
İtalya'yı 1911'de Trablusgarp'a karşı harekete geçiren en önemli olay, Fas meselesinin alevlenmiş olmasıydı. İtalya'nın daha 1900'de Fransa ile yaptığı gizli antlaşmaya göre, Fransa Fas'ta yeni menfaatler elde ederse, İtalya da Trablusgarp için harekete geçecekti. Bu antlaşma ile Trablusgarp İtalya'ya vadedilmiş oluyordu. 24 Nisan 1911'de Fransız ordusu Fas'a girdi. İtalya kamuoyunda, Fas'ın da Fransa tarafından kapılmış olduğunun duyulması bir anda hükümeti devirecek kadar şiddetli bir etki yaratınca Giolitti hükümeti uzun zamandır hazırlanan ihtiraslarını açığa vurmaya mecbur kaldı. Bu durum Trablusgarp'a karşı harekete geçmek için sabırsızlanan İtalyan kamuoyunu daha da şiddetlendirerek İtalyanların savaş kararı almasında etkili oldu.
Trablusgarp Savaşı sırasındaki İtalyan Başbakanı Giolitti hatıralarında; işin iç yüzünü bilmeyenlerin Trablusgarp'a gitme kararının birdenbire verildiğini söylediklerini fakat işin aslının böyle olmadığını, kendilerinin Britanya ile Mısır, Fransa ile de Fas meselesini müzakere ederken kendileri için birtakım haklar aldıklarını ve bunu büyük devletlere tasdik ettirdiklerini, Fransa'nın Fas'a girmesinden sonra kendileri açısından vaktin gelmiş olduğunu, zira kendileri Trablusgarp'a gitmemiş olsalardı, diğer bir Avrupa devletinin burayı mutlaka işgal edeceğini, Tunus‟un Fransızlar tarafından işgalinin kendilerinde yarattığı hayal kırıklığını bir daha yaşamak istemediklerini ve bu durumda bir Avrupa devleti ile savaşmak zorunda kalacaklarını, bunun da Osmanlı Devleti ile savaşmaktan daha zor olacağını belirtmişti.
İtalyanlar büyük devletler nezdinde başarılı diplomasi faaliyetlerini sürdürürken, öte yandan da Trablusgarp'ta kendi hesaplarına elverişli bir ortam hazırlamaya uğraşıyorlardı. Her emperyalist devletin uyguladığı metotları İtalyanlar da burada uygulamaktaydı. Ülkede egemen olma amaçları için çalışan okulları, bankaları, iktisadi kuruluşları vardı. Liman ve benzeri kurumlar için imtiyaz peşinde koşuyorlardı. Okulları, resmi ve mahalli mekteplerle rekabet ediyordu. İtalyanların 1907‟de Trablusgarp ve Bingazi'de birer şubesini açtığı Banco di Roma onların Trablusgarp'a ekonomik bakımdan sokulma politikalarının başlıca aracı olmuştu. Banco di Roma, Trablusgarp'ta geniş maddi manevi kredisiyle, nüfus teminine ve İtalyanların ekonomik bakımdan piyasaya hakim olmalarına çalışıyordu. Banka aynı zamanda yerlilerin elindeki toprakların İtalyanlara geçmesine vasıta ve aracı oluyordu. Banco di Roma'nın kilise ile ilişkisi, kilisenin de savaşı desteklemesine sebep olmuştu. Bu nedenle Libya'da büyük çıkarları olan Banco di Roma'nın Vatikan çevresi ile ilişkisi, hükümeti Libya seferine zorlayan bir etkendi.
1910 yılı başından itibaren, İtalyanlar Trablusgarp'taki faaliyetlerine büyük hız vermişlerdi. Elde ettikleri bütün imtiyazlara rağmen yine de Trablusgarp'taki iktisadi faaliyetlerinin kısıtlandığından şikayet ediyorlardı. Trablusgarp Mebusu Sadık, 12 Eylül 1911'de Tanin'e yazdığı mektupta, İtalyanların buradaki faaliyetlerini şöyle anlatıyordu: ""İtalya Trablusgarp'taki cüretli hareketlerine Abdülhamit Dönemi'nde başlamıştı. Trablusgarp'ta zorla Banco di Roma müessesesini kurmuş, Bingazi'de de bir postane açmıştı. Trablusgarp'ta halifeye bağlı milyonlarca Müslüman Meşrutiyet idaresinden çok şey bekledikleri halde ümitleri boşa çıkmıştı. İstibdat Devri'nde başlayan bu hareketler, Meşrutiyet idaresinde de O'nun bıraktığı yerden devam etti. Trablus her konuda ihmal edildi. İtalyan emellerini herkesten fazla bilmesi gereken eski Roma elçisi Sadrazam Hakkı Paşa kabinesinin ilk icraatı Banco di Roma'nın resmiyetini tasdik etmek oldu. Bundan sonra İtalya'nın faaliyetleri kat kat artmaya başladı. Birçok yerde Banco di Roma'nın şubeleri açıldı. Bu müessese bütün ticareti eline geçirdi ve yerli tüccarı iflas ettirdi. Emlak ve arazi satın almaya başladı. Hükümet ise bu hale seyirci kalıyordu. Osmanlı sancağını taşıyan vapur 4-5 ayda bir defa Trablusgarp'a gidebiliyordu. Maden araştırması için İtalyalı bir heyete izin veriliyordu. Velhasıl diğer devletlerin hiçbirine verilmeyen imtiyaz, İtalya'ya verildi. İtalya'ya verilecek sadece bir şey kaldı. O da bütün İtalyan kamuoyunun hayali, idari hakimiyet meselesiydi.""
Eylül 1911'in ortalarından itibaren, İtalya'daki askeri hazırlıklar iyice açığa çıkmaya başlamıştı. İtalyan basınının dili çok sertti. Açıktan açığa işgal hazırlıkları ile ilgili haberler çıkması Osmanlı Devleti'ni tedirgin etmekteydi. Osmanlı Devleti'nin bu konudaki başvurusuna İtalya'nın askeri hazırlıklarının işgal amacıyla yapılmadığı, İtalyan menfaatlerini herhangi bir olaya karşı koruyabilmek için yapıldığını bildirdi. İtalya, bu savaşa uzun zamandır hazırlanmaktaydı. Her çapta kara ve deniz topları, sayısız mitralyöz, cephane ve kalabalık bir ordusu vardı. İtalya o sıralarda dünyanın en güçlü donanmalarından birine sahipti. Osmanlı Devleti'nin ise, savaş başladığı zaman, Trablusgarp'taki askeri sayısı 2000'i geçmiyordu. Bingazi'dekiler daha azdı ve kendi hallerine terk edilmişlerdi.
25 Eylül'de Roma'daki Osmanlı maslahatgüzarı Seyfettin Bey'in İtalya Dışişleri Bakanı San Giuliano ile görüşmesinde Dışişleri Bakanı; İtalyan hükümetinin halkın arzusu haricinde hareket edemeyeceğini bildirdikten sonra iki hükümet arasındaki dostluk münasebetlerinin devamından yana olduğunu ilave etse de, görüşmede hiçbir sonuç vermeyecekti.
26 Eylül'de İtalyan hükümeti, Viyana büyükelçisi vasıtasıyla üçlü ittifakı yenilemeye hazır olduğunu, eğer Trablusgarp işi de İtalyan istekleri doğrultusunda çözümlenirse, üçlü ittifakın daha sağlam bir üyesi olacağını Avusturya'ya bildirdi. Bu, gizli olarak yapıldı. Çünkü Almanya ve Avusturya, Türklerin Britanya ve Fransa'ya yaklaşmasından korkuyorlardı. Osmanischer Lloyd gazetesinde yayınlanan bir görüşe göre, İtalya hükümetinin Trablusgarp'taki İtalyan nüfusunu gerek Osmanlı Devleti'nin her türlü tecavüzünden gerekse diğer devletlerin rekabetinden korumak için, bazı isteklerde bulunmak üzere Bâb-ı Âli'ye bir nota vermek üzere hazırlandığını, eğer Bâb-ı Âli, bu nota muhteviyatını kabul etmeyecek olursa İtalya'nın askeri tedbirlere başvuracağını yazıyor ve ayrıca bu hareketlerini mazur göstermek için, İtalyan kamuoyunun hükümet üzerindeki etkisinden bahsedeceklerini ilave ediyordu.
En sonunda İtalya uzun zamandır hazırlanmakta olduğu savaşı başlatmak zamanının geldiğine hükmederek Osmanlı Devleti'ne 28 Eylül 1911'de bir nota verdi. Bu notada özetle: Osmanlı Devleti'nin Trablusgarp ve Bingazi'nin ilerlemesi için hiçbir şey yapmadığı, bu bölgenin İtalya kıyılarına yakınlığı dolayısıyla kendileri için hayati önem taşıdığı bölgeye medeniyet götürülmesinin zorunlu olduğu, fakat bu konudaki İtalyan görüş ve fikirlerinin Osmanlı Devleti tarafından tasvip edilmediği ve İtalya'nın buradaki teşebbüslerinin inatla engellendiği, şimdi Osmanlı Devleti'nin İtalya ile kendi menfaatlerine ters düşmeyecek bütün iktisadi imkanları vermeye hazır olduğu ancak İtalya hükümetinin geçmişte yapılanları göz önüne alarak buna güvenmediği belirtiliyor ve İtalya'nın Trablusgarp ve Bingazi'yi askeri işgale karar verdiği, bundan başka çarelerinin kalmadığı ve buradaki Osmanlı memurlarının işgale muhalefet etmemeleri isteniyordu. Osmanlı hükümeti, İtalyan notasına 29 Eylül 1911'de cevap verdi. Bu cevapta; Trablusgarp ve Bingazi'nin geri kalmasının kendilerinden önceki idarenin eseri olduğu, bundan dolayı meşrutiyet hükümetinin suçlanamayacağı, son üç sene zarfında bölgede İtalyan teşebbüslerine büyük kolaylıklar sağlandığı ve iyi niyet gösterildiği, burada asayişin temini konusunda hiçbir endişeye mahal olmadığı, İtalyan ve diğer tebaanın bölgeden ayrılmasını gerektirecek bir olay olmadığı belirtiliyordu. Ancak Bâb-ı Âli'nin notaya cevap verdiği gün, İtalya da h |
arp ilanı notasını verdi. Bu ilan-ı harp notasında, özetle; İtalyan isteklerinin gerçekleştirilmesi konusunda, İtalya'nın, Osmanlı Devleti'ne verdiği sürenin İtalya'nın hoşuna gidecek bir cevap gelemeden sona erdiği, Osmanlı Devleti ve memurunun Trablusgarp ve Bingazi'deki İtalyan hak ve menfaatlerini korumakta kötü niyetli ve aciz olduğu iddia ediliyor, İtalyan hak ve menfaatlerini sağlamak zorunda oldukları bildiriliyordu.
Osmanlı Devleti'ne nota verilmeden hemen önce, 25 Eylül 1911'de, İtalya'da seferberlik emri yayımlandı. Bu emirde seferberliğin birinci günü olarak 28 Eylül tarihi belirlenmişti. Silah altında bulunan 1890 doğumlular ile birlikte, seferi kolordunun birliklerini teşkil edecek olan 1888 doğumlular ise 23 Eylül'de silah altına çağrıldılar. Bunların birliklerine katılımları da 26 Eylül'de tamamlandı.
İtalya henüz Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmeden hemen önce Adriyatik sularında ve Preveze'de Türk-İtalyan savaşı başlamıştı. İtalya bu sefere başlarken, Avrupa büyük devletlerinin icazetini almıştı. Daily Telegraph gazetesinde, Birleşik Krallık'ın İtalya savaşa girdiği takdirde tarafsız kalacağı ve İtalya'ya karşı Osmanlı'yı müdafaa etmeyeceği belirtiliyordu. Daily Graphic'te ise Britanya'nın savaşın sadece Trablusgarp'a ait olmasını ve Avrupa'ya sıçramamasını İtalya'ya tembih ettiği bildiriliyordu.
Balkanlar'da ise Trablusgarp Savaşı başlayınca, Osmanlı Devleti Balkan devletlerinin saldırabileceği veya Rumeli'de ayaklanmalar olacağını düşünerek, oraya çok sayıda asker yığmıştı. Bundan en çok Bulgaristan ürkmüş ve büyük devletlere başvurarak kendilerini korumalarını istemişti. Savaşın başladığı günlerde Bulgar ve Sırp hükümetleri arasında, iki tarafın menfaatlerini görüşmek üzere bir yakınlaşma başladı. Bulgarlara göre, o sıradaki fırsat kaçırılmamalıydı. Bütün Balkan devletleri, Osmanlı Devleti'ne karşı ittifak etmek üzereydi. Bulgaristan, Osmanlı-İtalyan savaşının hemen bitmesini istemedi. Çünkü bu savaşın, Balkanlar'da Slavlara karşı olan bu iki devleti zayıflatacağını düşünmekteydi.
Savaşın başlaması Yunan kamuoyunda da heyecan yaratmış ve Başbakan Venizelos'un savaştan faydalanmak için vaktinde hazırlık yapmamasından ötürü eleştirilmesine sebep olmuştu. Ancak Balkanlar'da yeni olayların çıkmasını istemeyen İtalya ve diğer Avrupa devletleri tarafından Yunanistan'ın savaştan faydalanma isteği rafa kaldırılmıştı.
Trablusgarp Savaşı'ndan hemen önce, buradaki tümenden önemli bir kısmı silahlarıyla birlikte Yemen'e İmam Yahya ayaklanmasını bastırmak üzere gönderildi ve tekrar yerlerine iade edilmedi. Trablusgarp Vali ve Kumandanı Müşir İbrahim Paşa, bu işin Trablsgarp'ın İtalyanlara tesliminden başka bir şey olmadığını ısrarla ifade etmişse de asker nakliyatını engelleyememişti. Burada ancak jandarma vazifesi görecek, çok az bir kuvvet bırakılmıştı. 1910 yılı bütçesinde kabul edilen, Trablusgarp'taki iki süvari alayı da bir alaya indirildi.
Trablusgarp'taki asker mevcudunun azaltılması bir nevi İtalyan işgaline zemin hazırlanmış oldu. Buraya gönderilen subaylarda eskiden olduğu gibi mahalli lisana vakıf olma şartı aranmadı. Trablusgarp halkı geçimini temin etme hususunda da sıkıntı içindeydi. Bu durum Trablusgarp mebusları tarafından defalarca hükümete bildirildiği halde, Osmanlı hükümeti bu konuda oldukça ihmalkar davrandı.
İbrahim Hakkı Paşa hükümetinin, savaş öncesi yaptığı en büyük hatalardan biri de, İtalyanların isteği üzerine Trablusgarp'ta vali olarak bulunan İbrahim Paşa'yı görevden almasıydı. İbrahim Paşa, Trablusgarp'ta Osmanlı menfaatlerini koruduğu için, İtalyanlar ondan hep şikayetçi olmuşlar ve buradan gönderilmesi için sürekli Osmanlı hükümetine baskı yapmışlardı. İbrahim Paşa'nın yerine tayin edilen Bekir Sami Bey ise izinli olarak Tokat'ta bulunduğu için hemen Trablusgarp'a gidemese de, savaş başladıktan sonra görev yerine ulaşabildi. Bu nedenle savaş öncesi bölge, valisiz, komutansız, askersiz, son derece savunmasız ve işgale açık bir duruma getirilmişti. İbrahim Hakkı Paşa ise savaş öncesi, Trablusgarp'taki icraatından dolayı vatan hainliği ile suçlanmıştı. Mahmut Kemal İnal'a göre bütün bunlar su-i tesadüf değil su-i idareydi ki cinayet addine layıktı.
Trablusgarp Savaşı öncesi, Osmanlı hükümetinin yanlış hareket ettiği İtalyanlarca da itiraf ediliyordu. İtalyanlar İttihat ve Terakki'nin Trablusgarp'ta yerli halk arasında İtalya aleyhine propaganda yaptıklarını fakat buna paralel olarak askeri hazırlıklarını kuvvetlendiremediklerini, bilakis buradan devletin ihtiyacı olan diğer bölgelere asker çektiklerini ifade ediyorlardı. Nitekim, İtalya bu savaşa bir sömürge savaşı gibi değil de sanki büyük bir Avrupa devleti ile savaşa giriyormuş gibi hazırlanmış, ihtiyatlar da dahil olmak üzere bütün Deniz Kuvvetlerini seferber ettiği gibi, kiraladığı ticaret gemilerini de savaş için hazır hale getirdi. Eylül ayında bu hazırlıklar yapılırken, Osmanlı Devleti'nin tek tedbiri savaştan önce Trablusgarp'a gönderilen Derne Gemisi oldu.
Savaşın ülke çapında yarattığı üzüntü ve heyecan, savaş için maddi yardım teklif eden ve savaşa bizzat gönüllü asker olarak katılmak isteklerini bildiren mektupların gazetelere gönderilmesine sebep oldu. Ayrıca yurt içinde ve dışında İtalyan işgalini protesto eden mitingler düzenlendi. Savaş başladıktan hemen sonra, İbrahim Hakkı Paşa istifa etti. Bunun üzerine sadrazamlık 30 Eylül 1911'de 8. kez Mehmed Said Paşa'ya verildi.
İtalyan donanması, henüz İtalya Osmanlı Devleti'ne savaş açmamışken, 27 Eylül'de Trablus önlerine gelmişti. 20 Ekim'e kadar İtalyanlar, Türk Afrikası kıyılarının önemli noktalarını ele geçirmiş bulunuyorlardı. Bu şehirlerin hiçbirisi kendiliğinden İtalyanlara teslim olunmamıştı. İtalyanlar ayrıca Kızıldeniz'de de bazı hareketlerde bulunmuşlardı. Savaş öncesi İtalyanlar buraya bazı gemiler göndermişler ve Türklere karşı ayaklanan Şeyh İdris'in yardımıyla, Türkleri burada da sıkıştırmaya çalışmışlardı.
Savaş başladıktan sonra, Bâb-ı Âli'de Trablusgarp'ta mukavemet edip etmeme konusunda genelde iki görüş mevcuttu. Mehmed Said Paşa'nın ilk toplantısında eldeki mevcut imkanlarla mukavemet lüzumu kararlaştırıldı. Ahmet Muhtar Paşa'ya göre Trablusgarp'ta mukavemet cinayet demekti. Kâmil Paşa da aynı görüşte idi. Şeyhülislam Cemaleddin Efendi de harbin uzamasının can ve mal kaybından başka bir işe yaramayacağını söylüyordu. Bütün olumsuz şartlara rağmen, Osmanlı Devleti Trablusgarp'ı göz göre göre düşmana savaşmadan teslim edemezdi. Bu hem kamuoyunda hoş görülmez hem de Osmanlı Devleti'nden pay almak için pusuda bekleyen devletlere kötü örnek olurdu. Bu savaş çok ümitsiz şartlar içinde olacaktı. Oradaki kuvvetlere silah ve cephane yollamak imkansız gibiydi. Ancak Birleşik Krallık ile Fransa, Mısır ve Tunus'un tarafsızlığını ilan ederek kendi sömürgelerindeki Müslümanları gücendirmeyecek ve onların şikayetlerine yol açmayacak ve bu üç tarafı bu şekilde idare yoluna gideceklerdi.
İtalya, 23 Eylül 1911’de Osmanlı hükümetine bir nota vermiş, 26 Eylül'de, silah ve cephane taşıyan bir Osmanlı gemisi Trablusgarp'a ulaştı. 28 Eylül günü ise İtalya, Osmanlı Devleti'ne bir ültimatom vererek, 48 saat içinde Bingazi ve Trablusgarp'un İtalyan yönetimine bırakılmasını ve İtalya'ya yıllık vergi verilmesini talep etti . 29 Eylül'de İngiliz ve Fransız hükümetlerinin desteğini de arkasına alan İtalya, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etti. Aynı gün İtalya'nın Adriyatik Denizi'ndeki bazı Osmanlı gemilerini batırması üzerine, Adriyatik'te çıkarları bulunan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, bu bölgede savaşılmasını yasakladı. 30 Eylül'de Trablus şehri bombardımana tutuldu. Kenti eski silahlarla savunmaya çalışan 8 bin kişilik Osmanlı kuvveti dayanamadı ve 5 Ekim'de İtalyanlar şehri ele geçirdi. Bunun üzerine Osmanlı kuvvetleri kıyıdan 15 km içeriye çekildiler. 18 Ekim'de Derne'yi, 20 Ekim'de de Bingazi'yi ele geçiren İtalyanlar, buralara asker çıkartmaya başladılar. 23 Ekim'de saldırıya geçen Osmanlı Ordusu, İtalyanları kuşatmış ve uzun süren savaştan sonra İtalyanlar kurtulmuşlardı. 26 Ekim'de yapılan bir başka Osmanlı saldırısı, İtalyan kuvvetlerinin büyük kayıp vermesiyle geri püskürtüldü. 23 Ekim 1911'de Sciara Sciat'da (Trablus yakınlarında) oluşan bir ağır çatışma sonrası İtalyan askerleri Arap sivil halkına karşı, ihanet suçlamasıyla, bir pogrom gerçekleştirdi. 5 gün içinde binlerce sivil Arap öldürüldü, evleri yakıldı ve hayvanlarına el koyuldu. İleriki haftalarda İtalyanlar açık alanlarda toplu idamlar (Görsel) gerçekleştirdi ve 4.000 sivili Tremiti ve Ponza adalarına tehcir etti. 5 Kasım'da İtalyan resmî gazetesi, Trablusgarp'ın İtalya tarafından ilhak edildiğini yayımlamışsa da bu henüz gerçekleşmemişti. Osmanlı direnişi karşısında İtalyan kuvvetleri sahilden fazla uzaklaşamamışlardı.
Enver Paşa, Mustafa Kemal, Fuat (Bulca), Nuri (Conker) ve Fethi (Okyar) gibi Osmanlı subayları gizli yollarla Trablusgarp'a gelip (Örneğin Mustafa Kemal Paşa, buraya "gazete muhabiri Şerif Bey" adıyla Mısır üzerinden ulaşmıştır) buradaki kuvvetleri düzenleyerek, İtalyanlara rahat vermeyecek şekilde sürekli saldırılar başlattılar. Enver, yaptığı bir gazete röportajında, ""Buraya geldiğimde 900 çöl savaşçısı bulmuştum. Şimdi ise elimin altında 16 bin talimli asker var"" diyerek durumu ortaya koymaktadır. Bu ordu, yapılan savaşlar sonucunda 2 makineli tüfek, 250 tüfek, 2 top, sayısız mermi ve 10 tane de katır ele geçirmiştir.
Yerel halkın da desteklediği direnişe Senusi tarikatı şeyhi ve adamları destek vermişti. Ancak İtalyanlar'ın düşündüğünün aksine, buradaki Osmanlı direnişi çok kuvvetli olmuş, Enver, Mustafa Kemal ve Neşet gibi komutanların yönettiği ordular, sayıca çok üstün olan İtalyan kuvvetlerine karşı kahramanca savaşmışlardır. Trablusgarp'taki Osmanlı birlikleri başlıca üç komutanlığa ayrılmıştı:
Kasım 1911'de İtalyanlar Çanakkale Boğazı'na saldırmak için hazırlıklar yaptılar. Ancak Rusya ticari kaygılardan dolayı buna karşı çıktı.
Kasım ayında İtalyanlar, Ekim ayında boşalttıkları bazı mevzileri tekrar ele geçirdiler. 19 Aralık'ta bir İtalyan ko |
lu, imha olmaktan son anda kurtuldu. Ayrıca bu dönemlerde İtalyan basını Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Fransa'yı, İtalya'nın başarılarına engel oldukları iddiasıyla suçlamaya başlamıştı.
8 Aralık'ta Trablusgarp'a gelen Mustafa Kemal Paşa, 22 Aralık'ta Tobruk Savaşı'nı kazandı. Derne'de 16-17 Ocak 1912 taarruzunda gözünden yaralandı. Bir ay hastanede tedavi gördükten sonra, 6 Mart 1912'de Derne komutanı oldu ve burada başarılı savunma muharebeleri yaptı.
Ocak 1912'de İtalyanlar'ın 100 bin kişilik askerine karşılık Bingazi'de 15 bin, Trablus'ta da yaklaşık 10 bin Osmanlı askeri ve Arap gönüllüsü savaşmaktaydı. Şubat ve Martta İtalyanlar Bingazi'yi tamamen ele geçirdiler. Bunun yanında Beyrut limanındaki 2 küçük Osmanlı gemisini batırdılar. Yemen'de Ocak 1911'de başlayan isyan nedeniyle daha savaş başlamadan önce Trablus'taki kuvvetlerin bir kısmı bu bölgeye kaydırılmıştı. Ocak 1912'de İtalyan donanması Kızıldeniz'e girip, buradaki Osmanlı gemilerinden bazılarını batırarak Hudeyde limanını bombalamaya başladı. İtalyanlar'ın bölgedeki varlığı, deniz ulaşımını aksattığı için Yemen isyanının bastırılmasını zorlaştırıyordu.
25 Mart 1912'de Osmanlı Devleti'nin koruyucusu görevini üstlenen ve İtalya'nın müttefiki olan Almanya, ara buluculuk yapmak için İtalya Kralı'yla Venedik'te görüştü. Ancak bu görüşmeden bir sonuç çıkmadı.
18 Nisan'da İtalya donanması Çanakkale Boğazı'nı bombalamaya başladı. Bunun üzerine Osmanlı İmparatorluğu, boğazları kapattı. Ancak bu hareketin uluslararası ticarete darbesi çok büyük oldu. Rusya'nın tahıl ihracatı milyonlarca dolarlık zarara uğrarken, Birleşik Krallık, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya gibi ülkelerin zararları da günlük 100 bin doları buluyordu. Karadeniz'e gidecek olan İngiliz gemileri, Süveyş Kanalı üzerinden Hindistan'a gitmek zorunda kaldılar. Ancak 10 Mayıs'ta Avrupa ülkelerinin baskılarından dolayı boğazlar tekrar ticarete açıldı.
Trablusgarp Savaşı devam ederken İtalyan kuvvetlerinin Libya sahillerine çakılıp kalmaları ve iç bölgelere bir türlü girememesi üzerine, İtalyan hükümeti, On İki Ada ve diğer bazı Osmanlı şehirlerini baskı altına alarak ve tazyik ederek Osmanlı hükümetine barış antlaşmasını zorla imzalatmaya karar verdi. İtalyanlar'ın saldırmayı düşündüğü şehirlerden biri de Beyrut'tu. Beyrut bir Osmanlı şehri olmasına karşın Fransız nüfuzunun yoğun olduğu bir bölgeydi; şehirde çok sayıda Avrupalı yaşıyordu. Aynı zamanda Beyrut bütün ilahi dinlerce kutsal sayılan Kudüs'ün bir kapısı durumundaydı. İtalya'nın Beyrut'a saldırısı, sadece Osmanlı Devleti'ni değil diğer Avrupa devletlerini de rahatsız edecek; bunun sonucunda büyük devletler barışa zorlamak için Bâb-ı Âli'ye baskı yapacaklardı.
Bu gerekçelerle 24 Şubat 1912'de bir İtalyan filosu Beyrut'a saldırdı; limanda bulunan iki Osmanlı gemisi batırıldı ve şehir topa tutuldu.
Bunun üzerine 4 Mayıs'ta İtalya kuvvetleri, Rodos Adası'na çıkarma yaptılar ve iki hafta içerisinde Rodos'u, daha sonraki 2 hafta süre içerisinde On İki Ada olarak bilinen adalar grubunu ele geçirdi. Böylece 389 yıldır Osmanlı yönetiminde kalmış, yönetim merkezi Rodos Adası olan Cezair-i Bahr-i Sefid Eyaleti (On İki Ada) tamamen İtalya'nın eline geçti. 8 Haziran'da Trablus'taki Osmanlı kuvvetleri çöle püskürtüldü. Haziran'dan Ağustos'a kadar süren çarpışmalar sonunda bütün batı sahil şeridi İtalyanların hakimiyetine geçti. 12 Temmuz'da 5 İtalyan savaş gemisi, Osmanlı filosuna saldırmak için Çanakkale Boğazı'na girdi. Ancak boğazın girişine Kilitbahir civarında çelik kablolar çekildiği için İtalyanlar ilerleyemeden ağır ateş altında kaldılar ve geri çekildiler (18 Temmuz). Bu, ayrıca savaş içindeki son deniz savaşı olmuştur. Eylül'de Osmanlı İmparatorluğu ve İtalya Krallığı arasında barış görüşmeleri başladı. İki taraf da savaşın bitmesini istemesine rağmen çatışmalar devam ediyordu. 22 Eylül'de güçlü bir Osmanlı mevkii ele geçirildi. Binbaşı Enver Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri bazı saldırılar yapsalar da, ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldılar.
Buna rağmen İtalyanlar dörde bir sayı ve büyük silah üstünlüğüne karşın Trablusgarp'ta sonuçsuz durumun ötesine geçemediler,aldıkları bölgelerde de kontrolü sağlayamamaktaydılar; zira bu bölgelerde Arap ve Türk düzensiz kuvvetlerinin gece baskınları,yeniden ele geçirme girişimleri ve gerilla saldırıları ile sürekli kuşatma altındaydı. İtalyanlar bu baskınlara karşı yerel halka sert tedbirler uyguluyordu bu baskınların intikamı ve gözdağı olarak yakalanan kişilerden pek çoğu halkın önünde asılıp idam edildi. Bu sebeple italyanlar ise sahilde belli bir kesim dışında bir hakimiyet alanı oluşturamadılar.
8 Ekim'de Karadağ'ın Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmesiyle Balkan Savaşları başlayınca, Osmanlı İmparatorluğu her ne pahasına olursa olsun İtalya'yla barışa razı oldu, çünkü Ege Denizi'ndeki İtalyan donanması, Makedonya'ya yardım gönderilmesini engelliyordu. Sonuçta İtalya'nın şartları kabul edildi ve 15 Ekim 1912'de İsviçre'nin Ouchy (Uşi) kentinde antlaşma imzalandı.
İsviçre'de Lozan'in bir semti olan Uşi (Ouchy)'de imzalanan antlaşmaya göre;
Ancak Osmanlı İmparatorluğu, Balkan Savaşları'nda On İki Ada'yı Yunanistan'a kaptırma endişesi içinde kaldığı için adaları, savaştan sonra geri almak şartıyla İtalya'ya verdi. Ancak İtalya, Balkan Savaşları bitmesine rağmen adaları kendi topraklarına kattığını ilan etti.
Savaş sonunda Osmanlı İmparatorluğu, Kuzey Afrika'daki son topraklarını da kaybetmiş oluyordu. Ayrıca ileriki yıllarda Türkiye ve Yunanistan arasında sıkça sürtüşmelere neden olacak olan adalar sorunu da başlamıştı. II. Dünya Savaşı sırasında Almanya tarafından işgal edilen On İki Ada, bir taktik ve hediye olarak Türkiye'ye hediye edilmek istenmiş, ancak ülkenin tarafsızlığını bozacağı için, bu öneri reddedilmiştir. On İki Ada, 1947 yılındaki Paris Antlaşması'yla Yunanistan'a bağlanmıştır.
İtalya'da ise savaş, İtalyan Milliyetçiliği'nin gelişmesine katkıda bulunmuş ve 1922 yılında Benito Mussolini'nin iktidara gelişini kolaylaştırmıştır.
Savaşta içine düşülen çıkmaz, Osmanlı siyasi hayatına 21 Kasım 1911'de Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın kurulması biçiminde yansıdı. Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nı kuran ve bu fırkaya giren kişilerin tek ortak oldukları konu, İttihat ve Terakki düşmanlığıydı. Fırkanın birinci amacı da İttihat ve Terakki'yi iktidardan uzaklaştırmaktı. İttihat ve Terakki'nin itibarını büyük ölçüde kaybettiği bu günlerde, Hürriyet ve İtilaf'ın ortaya çıkması, çok taraftar toplamasına ve dağınık durumdaki muhalefeti birleştirmesine sebep oldu.
Trablusgarp Savaşı, içinde barındırdığı bazı ilkler sebebiyle de ayrıca ilginç bir savaştır. Dünya tarihinde ilk kez uçakların savaş aracı olarak kullanılması bu savaşa rastlar. Trablusgarp Savaşı'nda İtalyan uçakları savaş sırasında bombalama ve bildiri dağıtma gibi görevler üstlenmişlerdi. İtalyan pilot Giulio Gavotti 1 Kasım 1911'de dünya tarihinde ilk kez uçaktan Osmanlı askerlerinin üzerine bomba atarak bir hava saldırısı gerçekleştirdi. Bunun için İtalyanlar dünyada bir ilki gerçekleştirmişlerdir.
Trablus'taki hava harekatı yapılırken siyasi ve psikolojik sonuçlar elde etmek için Osmanlı hatlarının gerisine ve Arapların üzerine bildiriler atılmıştı. Tarihte uçak ile atılan ilk bildiri şöyleydi:
""Trabluslu Araplar'a: Bizimle gelmek için ne bekliyorsunuz? Camilerinizde ibadet etmek arzusunu duymuyor musunuz? Ailelerinizle sakin yaşamak istemiyor musunuz? Bizim de kitabımız var, biz de namuslu ve dindarız. İtalya, babanızdır. Çünkü Memleketimiz, anneniz Trablus'la evlenmiştir.""
1911'de İtalyanlar tarafından asılan 14 Libyalı veya Osmanlının görüntüleri.
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1150/13504.pdf
Dijital veri
Sayısal veri, dijital veri veya dijital sinyal, sayısallaştırılmış sinyal. Bir analog sinyalden belirli örnekler alınır ve analog sinyalin tam karşılığı olmayan dijital sinyal oluşturulur. Girişteki verinin saklanma veya aktarılma şeklinin değiştirilmesiyle elde edilir.
Sayısal veri ile analog veri arasındaki en büyük fark, analog verinin sürekli (İngilizce: "continuous") olan bir ölçekte, sayısal verinin ise rakamlarla sınırlı olan, sürekli olmayan (İngilizce: "discrete") bir ölçekte var olmasıdır.
Sayısal veri, rakamların arka arkaya dizilmesi ile elde edildiği için üzerinde biçim değişikliği işlemi yapılabilir. Bu biçim değiştirme, birçok alanda karşımıza çıkabilir:
diiital veri: Olgu, kavram ya da komutların, iletişim, yorum ve işlem için elverişli biçimsel ve uzlaşımsal bir gösterimi.
Buna ek olarak, bir sayısal veriye hata düzeltme kodları eklenerek verinin bozulsa bile tamir edilebilmesi sağlanabilir. Ayrıca, sayısal veri gönderilirken başka bir sayısal veri ile aynı ortama konulup gönderilebilir. Tüm bu avantajlar doğrultusunda, sayısal veri birçok alanda (hem karasal hem de mobil telekomünikasyon, İnternet, film ve müzik saklaması gibi) analog verinin yerini almaktadır.
Briç
Briç, oyun kartları ile yapılan stratejik ve çözümsel düşünmeyi esas alan olimpik bir beyin sporudur.
Yeniden bazı çevrelerde "briç" yerine "hidiv" denmesinden yola çıkılarak Türk kökenli bir oyun olduğu iddia edilse de aslında İngilizlerin whist isimli oyunundan evrimleşerek bugünkü haline gelmiştir. Oyunun Türk kökenli olmasına dair bir başka iddia da "briç" kelimesinin Türkçe "bir-üç" ifadesinden bozulma olduğu varsayımına dayanır. "Bir-üç" ifadesinin kökeni olarak ise oyun sırasında, üç elin kapalı, bir elin açık olması şeklinde bir yorum getirilmektedir. Ancak önceki iddia gibi bu iddia da asılsızdır. Bir başka iddia ise, 1910'lu yıllarda İngiliz subayların, bugünkü Galata Köprüsü altındaki kahvehanelerde oynadıkları bu oyuna "Bridge" adını koymalarıdır. Bu iddianın da yersiz olma ihtimali büyüktür. Bugün en yaygın oynanan biçimi olan "Kontrat Briç" versiyonunun kuralları, 1920'lerde Amerikalı iş adamı Harold Vanderbilt tarafından oluşturulmuştur. 1920 ve 1930'lu yıllarda Ely Culbertson ve 1940 ve 1950'li yıllarda da Charles Goren yazdıkları kitaplar ve katıldı |
kları radyo ve televizyon programları aracılığıyla bu oyunu popülerleştirmişlerdir. Türkiye'ye Fransa yoluyla girmiştir. Bu nedenle Türkiye'de briçle ilgili deyimlerin Fransızca'sının kullanılması gelenektir.
Rober ve Duplike Briç arasında oldukça büyük farklar vardır.
Duplike Briç'in kuralları üzerine kurulu çok çeşitli türde turnuva vardır. Bunlardan bazıları:
İkililer arasında bir müsabaka şeklinde oynanır, turlara bölünmüştür. Genelde her turda çiftler, turnuvadaki bir başka çifte karşı iki veya üç el oynar. Turnuva sonunda her elde en iyi skoru alan "kuzey - güney"ler ve "doğu - batı"lar kendi aralarında sıralanırlar ve her ikiliye geçtikleri ikili sayısı artı berabere kaldıkları ikili sayısının yarısı kadar maç puanı verilir. Turnuva sonunda en yüksek maç puanını toplayan çift kazanır. Turnuva sonunda bir çiftin başarısını aldıkları maç puanının, mümkün olan en fazla maç puanının yüzdesi olarak ifade etmek gelenektir. Bir seans genelde 20 ila 27 el arasında oynanır, bazı turnuvalar birden çok seanslıdır, bu tür turnuvalarda ancak belirli bir başarı oranını yakalayan çiftler sonraki seanslara katılma hakkı elde ederler.
Dört, beş veya altı kişilik takımlar arasında oynanır ancak herhangi bir anda her takımdan dörder kişi oyuna katılır. Bir takım bir masada kuzey - güney yönünde otururken diğer tarafta doğu - batı yönünde oturur. Her seansın sonunda iki masada kazanılan skorlar karşılaştırılır ve eğer skorlar arasında eşitsizlik varsa daha çok skor kazanan tarafa, skor farkına karşılık gelen bir uluslararası maç puanı (IMP denir) verilir. Bu fark aşağıdaki tabloya göre hesaplanır:
Ayrıca bir lig usulündeki turnuvanın parçası olarak oynanan maçların sonunda IMP puanları farkı zafer puanlarına (İngilizcesi "victory points") çevrilip maçın sonucu olarak yazılır.
Yukarıdaki en temel iki müsabaka türüne ek olarak bu ikisinin karışımından türetilen çok çeşitli turnuva formatları vardır. Bunlardan bazıları:
Puanlamadan da görüldüğü üzere taraflar alabilecekleri el sayısından fazlasını deklare ettikleri takdirde rakibe yüklüce bir puan kazandırma durumundadırlar, özellikle de rakip kontratı konturlarsa. O yüzden belirli bir löve kazanma potansiyeline sahip olmayan ellerle deklare vermek çok risklidir. Öte yandan gene puanlama tablosu incelenirse görülecektir ki, yeteri kadar kuvvetli ellerle biraz riski göze alıp yüksek seviyeli bir kontrat almak kazançlıdır, özellikle de manş ve şlem seviyesindeki elleri. Bu nedenle açık arttırma sırasında ortakların birbirlerine ellerinin gücü ve ellerindeki suitlerin dağılımı konusunda mümkün olan en fazla bilgiyi vermesini sağlayacak konuşma sistemleri geliştirilmiştir. Bu sistemler bricin oyuncularının dili olarak düşünülebilir.
Konvansiyonlar ise özel bir durumda özel bir konuşmaya belirli bir anlam yükleme prensipleridir. Yani konuşma sistemlerinden daha dar durumlar içindedirler ve bir veya birden fazla sistem içerisinde kullanılıyor olabilirler. Bu açıdan konvansiyonlar bir dilde kullanılan kelimelere benzetilebilirler, bazı kelimeler birden çok dilde kullanılıyor olabilir.
Her sistem çeşitli durumlarda yapılan çeşitli konuşmalara özel anlamlar yükleme prensiplerinden oluşur. Doğal ve doğal olmayan olarak sınıflandırılan çok çeşitli sistemler mevcuttur. Aralarındaki pek çok farka rağmen hemen hepsi Milton-Work puanlamasına dayanır. Bu puanlamada her oyuncu elinin kuvvetini ölçmek için elindeki her as için 4, rua için 3, dam için 2, vale için bir puan ekler ve onör puanı denen puanını hesaplar. Ayrıca bu puan üzerinde eldeki uzun ve kısa suitler ve bu suitlerdeki onör miktarı da göz önüne alınarak bir ayarlama yapılır. Daha sonra oyuncular ellerindeki suitlerin dağılımı, ellerinin gücü ve o ana kadarki konuşmalara bakarak sistem içerisinde ellerini en iyi anlatacak konuşmayı yapmaya çalışırlar. Konuşmaların anlamlarının rakiplere açık olması esastır. Yani bir oyuncu kurallara uygun bir şekilde sorulduğunda sistemlerindeki konuşmaların anlamlarını açıklamak ve ayrıca eğer bir konuşmanın anlamı geleneksel anlamından farklıysa rakipleri bu konuda uyarmak durumundadır. Bu uyarıya "alört" denir.
Doğal sistemler, çoğunlukla bu sistemi kullanan oyuncular ellerinin gücü elverdiği durumlarda ellerindeki en uzun suitlerin adını anan bir deklere verdikleri için bu şekilde sınıflandırılırlar.
Doğal olmayan sistemler, çoğunlukla, konuşmalar sırasında söylenen suitlerin oyuncuların ellerindeki uzun suitlere karşılık gelmemesi nedeniyle böyle anılırlar.
Aşağıdaki konvansiyonlar pek çok sistemin parçası olarak yaygın kabul görmüşlerdir.
Aşağıdaki turnuvalar Briç oyuncuları için en prestijli müsabakalardandır.
İnternetin yaygınlaşmasıyla beraber, Briç'de geleneksel olarak oynanageldiği briç kulüplerinin dışına çıkıp internetle tanışmıştır.
Bu kadar yaygın olan bir beyin sporunun organizasyonu Dünya Briç Federasyonuna ( http://www.worldbridge.org/ ) bağlı bölgesel yapılanmalar:
şeklindedir.
Bu bölgesel federasyonlar, kadınlar, gençler ( çeşitli yaş grupları ), üniversite, seniorlar (yürürlükteki uygulamalara göre 62 yaş ve üzeri ) ve büyükler kategorilerinde gerek bricin geliştirilmesi, gerek Turnuva kurallarının günün şartlarına göre yeniden ayarlanması ve tüm dünyaya yayılan yüzlerce uluslararası turnuvanın organizasyonu ile ilgili olarak çalışmaktadırlar.
Çanakkale Savaşı
Çanakkale Savaşı veya Çanakkale Muharebeleri, I. Dünya Savaşı sırasında 1915–1916 yılları arasında Gelibolu Yarımadası'nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebeleridir. İtilaf Devletleri; Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'u alarak İstanbul ve Çanakkale boğazlarının kontrolünü ele geçirmek, Rusya'yla güvenli bir erzak tedarik ve askeri ikmal yolu açmak, başkent İstanbul′u zapt etmek suretiyle Almanya′nın müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak İttifak Devletlerini zayıflatmak amaçları ile ilk hedef olarak Çanakkale Boğazı'nı seçmişlerdir. Ancak saldırıları başarısız olmuş ve geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Kara ve deniz savaşı sonucunda iki taraf da çok ağır kayıplar vermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, Almanya'nın Rusya'ya savaş ilan ettiğı 1 Ağustos 1914'ün hemen ertesi günü, Almanya ile bir ittifak antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşma, imparatorluğun eninde sonunda Almanya'nın ana gücünü oluşturduğu İttifak Devletleri safında fiilen savaşa gireceği anlamına gelmektedir. Enver Paşa, fiilen savaşa girmeyi, seferberliğin tamamlanmamış olması ve Çanakkale Boğazı savunmasının tamamlanmaması gibi gerekçelerle ertelemeye çalışmıştır. Ancak Almanya, bir an önce savaşa fiilen girilmesi için baskılarını sürdürmüştür. Bu baskılar, Akdeniz'de Britanya donanması önünden çekilen Goeben ve Breslau savaş gemilerinin İstanbul'a gelmesiyle bir oldubittiye getirilmişti. Daha sonra Osmanlı Donanması'na bağlı bir grup gemiyle Karadeniz'e açılan bu gemiler 27 Ekim 1914 tarihinde Rus limanlarını bombalayınca Rusya, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmiştir.
Birleşik Krallık Savaş Konseyi sektereri Albay Hankey Winston Churchill 'in de desteğiyle, 1914 yılı Eylül ayında Çanakkale Boğazı'nın donanmayla geçilerek İstanbul'un işgalini öngören bir planı savaş konseyine sunmuştur.. Plan, çeşitli evrelerden geçerek uygulamaya kondu ve Birleşik Krallık ve Fransa gemilerinden oluşan bir donanmanın Boğaz'a geniş çaplı saldırıları 1915 Şubat ayında başlatıldı. Özellikle 19 Şubat 1915 ve 25 Şubat 1915 bombardımanları sonucu Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Çobanlı giriş tabyalarının geri hatta çekilmesi emrini uygulatmıştır. En güçlü saldırı ise 18 Mart 1915 günü uygulamaya konuldu. Ancak Birleşik Donanma ağır kayıplara uğradı ve deniz harekatından vazgeçmek zorunda kalındı.
Deniz harekatıyla İstanbul'a ulaşılamayacağı anlaşılınca bir kara harekatıyla Çanakkale Boğazı'ndaki Osmanlı sahil topçu bataryalarını ele geçirmek planı gündeme getirilmiştir. Bu plan çerçevesinde hazırlanan Britanya ve Fransa kuvvetleri 25 Nisan 1915 şafağında Gelibolu Yarımadası'nın güneyinde beş noktada karaya çıkarılmıştır. Britanya ve Fransa çıkarma kuvvetleri her ne kadar Seddülbahir ve Arıburnu sahillerinde köprübaşları oluşturmayı başardılarsa da Osmanlı kuvvetlerinin inatçı savunmaları ve zaman zaman giriştikleri karşı taarruzlar sonucunda Gelibolu Yarımadası'nı işgalde başarılı olamadılar. Bunun üzerine sahildeki kuvvetler takviye edilmek için Arıburnu'nun kuzeyinde Suvla Koyu'na 6 Ağustos 1915 tarihinde yeni kuvvetlerle bir üçüncü çıkarma yapılmıştır. Ancak 9 Ağustos'ta Kurmay Albay Mustafa Kemal'in Birinci Anafartalar Muharebesi olarak bilinen karşı taarruzunda İngiliz Komutanlığı ihtiyat tümenini ateş hattına sürerek sahilde tutunmayı ancak başarabilmiştir. Mustafa Kemal ertesi gün Kocaçimentepe – Conk Bayırı hattında yeni bir karşı taarruz gerçekleştirmişti, bu hattaki Anzak birliklerini de geri atmıştır. Britanya ve Anzak kuvvetlerinin İkinci Anafartalar Muharebesi olarak bilinen genel taarruzları ise Osmanlı savunmasını aşamamıştır. Tüm bu gelişmelerin sonrasında İngiliz, Anzak ve Fransız kuvvetleri Gelibolu Yarımadasını 1915 yılı Aralık ayı içinde tahliye etmiştir.
Sanayi Devrimi'nden itibaren giderek büyüyen üretim bir yandan hammadde gereksinimini sürekli artırırken diğer yandan yeni pazarları gerektiriyordu. Diğer yandan giderek büyüyen sermaye birikimi, yeni yatırım alanları bulmaya yöneliyordu. Avrupa'nın büyük devletleri 19. yüzyıl boyunca farklı hızlarda gelişmişlerdi ve gelişmelerini sürdürebilmek için etki alanlarını genişletmek için sıkı bir rekabet içindeydiler. Birleşik Krallık, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Çarlık Rusyası farklı ilgi alanlarına sahip olsalar da bu alanlar çok yerde iç içe girmektedir. Sonuçta bu rekabet, 20. yüzyılın başlarında bir savaşı kaçınılmaz olarak gündeme getirmişti. Bu ülkeler arasında süreç içinde oluşan ittifaklar da olası savaşın Avrupa çapında bir savaş olmasına yol açacaktır. Bu dönemde netleşen bu ittifaklar, Birleşik Krallık, Fransa ve Çarlık Rusyası'nın oluşturduğu İtilaf Devletleri ile Almanya, A |
vusturya Macaristan İmparatorluğu ve İtalya'nın oluşturduğu İttifak Devletleri bloklarıdır. Bu şekilde bir bloklaşma 1882 yılında Almanya, Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve İtalya arasındaki bir ittifakla, bir bloğu oluşturmuştu. Kısa süre sonra 1894 yılında Fransa – Rusya, 1904 yılında Birleşik Krallık – Fransa, 1907 yılında da Birleşik Krallık – Rusya arasında antlaşmalar yapılarak diğer blok şekillenmiştir. Birleşik Krallık ve Fransa arasındaki 1904 yılı antlaşması ilginçtir. Birleşik Krallık, Fransa'nın "Kuzey Afrika'nın en iyi parçalarını" almasına göz yumuyordu, Fransa ise Mısır'daki Britanya varlığına karışmayacaktı. Birleşik Krallık ile 1907 yılında Çarlık Rusyası arasındaki antlaşma da 1904 antlaşmasına benzer biçimde, esas olarak tarafların Avrupa dışı ilgi alanlarını düzenliyordu. İran, Afganistan, Çin ve Tibet'teki iki ülkenin çıkarları arasındaki çekişmelere çözüm getiriyordu. Tüm bunların ortaya koyduğu haliyle Avrupa'daki bu bloklaşmalar, esas olarak Avrupa dışı paylaşımı konu almaktaydı. Dolayısıyla bu bloklaşmanın sonunda ortaya çıkacak olan Avrupa çapındaki topyekün savaş, esas itibarıyla Avrupalı büyük güçlerin, Avrupa dışını yeniden paylaşımı mücadelesi olarak görülmektedir.
I. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Balkanlar da iki kampa ayrılmıştı. Bir bakıma İtilaf Devletleri'nin himayesinden olan Yunanistan, Romanya ve Sırbistan bir tarafı oluştururken İttifak Devletleri'ne daha eğilimli görünen Bulgaristan diğer tarafı oluşturuyordu. Dolayısıyla bu bölgeyle ilgili hesaplarda Bulgaristan'ın durumu hesaba katılmak zorundaydı. Nitekim 1914 yılının Haziran ayında Bulgaristan yüklüce bir borç anlaşmasıyla de facto İttifak Devletleri safına kaymıştır. Sonuç olarak özellikle Avrupalı büyük devletler arasında oluşan bu bloklaşma, yerel bir çatışmanın bile Avrupa'nın en azından dört büyük devletinin işe karşımasını gerektirecekti.
Sonuçta ortaya çıkan da bu oldu. Avusturya Macaristan İmparatorluğu veliahtı Franz Ferdinand 28 Haziran 1914 günü bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldü. Bunun üzerine Avusturya Macaristan İmparatorluğu Sırbistan'a 48 saat süreli bir ültimatom vermiştir. Sırbistan'ın tüm oyalama çabalarına karşın 28 Temmuz Belgrad'ı bombalamaya başlayarak bu ülkeye savaş ilan etti. Ardından Çarlık Rusyası genel seferberliğe gitti. Ancak Almanya daha önce Rusya'nın seferberlik ilanını, savaş ilanı olarak kabul edeceğini tüm devletler nezdinde deklare etmiştir. Bunun üzerine 1 Ağustosta Rusya'ya, 3 Ağustosta da Fransa'ya savaş ilan etti. Bu savaş ilanlarının ardından İtalya tarafsızlığını ilan ederek Almanya – Avusturya bloğundan ayrılmış, bir yıl sonra yeniden katılmıştır.
Almanya, geçmişten beri, daha net olarak Bismarck'tan beri iki cepheli bir savaştan kaçınmaktaydı ancak bu değişmez kaderi gibi görünüyordu. Doğuda Çarlık Rusyası, batıda ise Fransa gibi iki güçlü devlet vardı. Alman İmparatorluğu'nun 1891 – 1905 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığını üstlenen Schlieffen, bu tehlikeli durum için bir plan geliştirmişti ve doğal olarak Schlieffen Planı olarak biliniyordu. Bu plan, Rusya'nın seferberliğini bir ay içinde tamamlayabileceği hesabına dayanmaktadır. Almanya, tüm gücüyle batıya saldırarak kesin sonuç elde edecek ve bunun üzerine seferberliğini anca tamamlamış olan Rusya'ya saldıracaktı. Böylelikle iki cephede savaşma durumunda düşmekten kaçınacaktı. Almanya bu stratejiyi uygulamak için 3 Ağustosta Fransa'ya savaş ilan eder etmez hiç vakit kaybetmeden, bu ülkeye Belçika üzerinden saldırı hazırlığına girişmiştir. Belçika'dan geçiş için izin istendiyse de olumlu yanıt alınmadı ve bunun üzerine Alman orduları 4 Ağustosta Belçika'ya saldırdı. Ancak kısa süre içinde bu stratejinin uygulaması başarısız oldu ve Alman Orduları Marne'de Salatalıık – Britanya savunmasını aşamadı ve 12 Eylülde Marne hattında durduruldular. Artık Schlieffen Planı işlemeyecekti Bu durumda Almanya yine iki cepheli savaşla karşı karşıyaydı. Doğuda Rusya ile, batıda da Britanya ve Fransa kuvvetleriyle çarpışmak durumundaydı. Ancak iki cephede de güçlü olamazdı, bir tarafa öncelik vermeliydi. Güçlü olmayı seçtiği cephe Batı Cephesi'ydi, doğuda zayıf kuvvetlerle oyalama muharebesi verecek, diğer deyişle savunmada kalacak, kuvvetlerinin büyük kısmını Batı'da kullanarak burada kesin sonuç elde ettikten sonra esas kuvvetlerini Rusya Cephesi'ne aktaracaktı.
Avrupa içlerindeki bu gelişmeler, Birleşik Krallık ve Fransa’yı müttefikleri Rusya’yı desteklemek zorunda bırakmıştı. Zaten Rusya, Almanya üzerinde yeterince güçlü bir baskı yapamamaktaydı. Kısıtlı endüstriyel kapasitesi dolayısıyla Britanya ve Fransa desteğine gerek duyuyordu. Ancak Almanya'yı yenilgiye uğratabilmek için Rusya'nın muazzam insan kaynaklarından yararlanmak gerekiyordu. Bunun için de Rusya mühimmat, silah ve mali olarak desteklenmeliydi. Özellikle mühimmat yönünden bu zorunluydu. Çünkü Rus ordusu mühimmat stoklarını büyük ölçüde tüketmiş durumdadır. Bu durumda ondan taarruzi bir hareket beklenemezdi. Fransa ve Birleşik Krallık'ın bu desteği sağlaması için olası dört yol vardır. Kuzey ulaşım hatlarından ikisi olanaksızdır. Kuzey Buz Denizi, yılın çok büyük bölümünde donmuş olduğundan deniz ulaşımına olanak vermemektedir, Baltık Denizi ise Alman Donanmasının denetimindedir. Orta ulaşım yolu olan Avrupa karayolu ise Alman denetimindedir. Olası dördüncü yol ise Osmanlı İmparatorluğu’nun denetiminde bulunan Çanakkale ve İstanbul boğazlarının oluşturduğu denizyoludur. Sonuçta Rusya ile müttefiklerinin irtibatı kesilmiştir. Sadece Rusya'ya yardım konusu değil, Rus buğdayının ve petrolünün Avrupa'ya getirilmesi de artık olanaksızdır. Sonuç olarak Rusya ile tek bağlantı boğazlardır. İtilaf Devletleri'nin Birleşik Krallık / Fransa ve Rusya olarak doğu – batı parçaları arasındaki tek ulaşım hattı boğazlardı. Üstelik Rus savaş sanayi, savaş sırasındaki mühimmat sarfiyatını karşılayacak kapasitede değildi ve mühimmat açığı her geçen gün büyümekteydi.
Osmanlı İmparatorluğu, 20. yüzyılın başlarında neredeyse 200 yıldır Gerileme Dönemi'ndeydi. Bu süre boyunca uğranılan askeri yenilgilere 1912-13 yıllarında yaşanan Balkan Savaşı eklenmiş, Balkanlar'daki toprakların bütün bütün elden çıkmış olmasının ötesinde en iyi eğitimli ve en iyi teçhiz edilmiş ordular bu savaşta kaybedilmişti. Dahası büyük miktarda silah ve mühimmat da terk edilmişti.
Avrupa devletleri I. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Osmanlı İmparatorluğu'nun tarafsız kalacağını varsayıyorlardı. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu savaşın ilk aylarında "savaş dışı" durum ilan etmiştir. Bu durum İtilaf Devletleri arasında olumlu karşılanmıştır. Bu sayede Boğazlar ticari deniz trafiğine açık kalacaktır. Osmanlı İmparatorluğu açısından da I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde en doğru politika tarafsız kalmak gibi görünüyordu. Ancak "bu yeterli bir çözüm müydü? Bir de mümkün müydü?". Avrupalı devletlerin Osmanlı toprakları üzerindeki niyetleri biliniyordu. Rusya, yüzyıllardır sıcak denizlere inebilmek için Boğazlar'ı istiyordu. Birleşik Krallık, Hindistan yolunun güvenliği için Filistin'i, petrolü için de Irak'ı istiyordu. Fransa, Lübnan, Suriye ve Kilikya'yı, İtalya ise Antalya'yı istemektedir. Bunları bilen Osmanlı yöneticileri, söz konusu devletlerin bu emellerine ulaşmak için, savaş sırasında ya da savaştan hemen sonra Osmanlıyı rahat bırakmayacaklarını rahatlıkla seziyorlardı. Gerçekten de Avrupa'nın büyük devletleri arasındaki gerginliklerin bir Avrupa savaşına varmasının nedenlerinden biri de Osmanlı toprakları üzerindeki emelleriydi ve İmparatorluğun parçalanması sorunuydu. Diğer deyişle her devlet, kendi ilgi alanının rakiplerinden önce kontrol altına almak istiyordu.
Fakat Osmanlı İmparatorluğu için en vahim tehlike Rusya'nın durumuydu. Çarlık, Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa katılması durumunda, savaş sonrasında İstanbul'u terk etmek zorunda kalacaklarını hesaplıyor, şimdiden durumu sağlama bağlamayı gerekli görüyordu. Bunun için dönemin Dışişleri Bakanı Sergey Sazonov, 1914 yılı ilkbaharında İngiliz ve Fransız hükümetleriyle görüşmeler yaptı. Birleşik Krallık Hükûmeti'nin yanıtı oldukça açıktır.
Fransa ise bir süre Rus talebine karşı tutum takınmıştır. Ancak Akdeniz'de Alman tehdidi ortaya çıktıktan sonra karşı çıkmaktan vazgeçmiştir. Osmanlı topraklarının İtilaf Devletleri arasında gizli antlaşmalarla, savaşın sona ermesinden önce paylaşılmasının bir diğer örneğini Fransa vermiştir. Fransa'nın Suriye ve Adana bölgesini alması, Birleşik Krallık ve Rusya tarafından prensip olarak kabul edilmiştir. Daha sonraki görüşmelerde Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Batı Karadeniz Bölgesi'nin Rusya'ya bırakılmasında anlaşma sağlandı. Fransa'ya verilecek toprakların çerçevesi de genişletildi. Paylaşmanın bir diğer uzantısı Britanya ile Haşimi Ailesi'nden Şerif Hüseyin arasında yapılan anlaşmadır. Birleşik Krallık yönünden Şerif Hüseyin önemli bir kozdu, çünkü Peygamber ailesinden kabul ediliyordu. Böylelikle Osmanlı Halifesi'nin İslam Dünyası üzerindeki otoritesini sarsacak güçte kabul ediliyordu. Şerif Hüseyin de Arap Yarımadası'nı ve tüm Ortadoğu'yu içine alacak bir krallığı olsun istiyordu. Görüşmeler sonunda Arap Yarımadası, Irak ve Suriye'yi kapsayan bir krallık kurması üzerinde 1916 yılı Ocak ayında anlaşma sağlanmıştır. Ancak bu durum Fransa'yı harekete geçirdi. Birleşik Krallık ile Fransa arasıda 9-16 Mayıs 1916 tarihlerindeki bir dizi resmi mektuplaşmanın ardından Fransa'nın hakimiyet alanı yeniden belirlendi. Bu mutabakat, 29 Nisan 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması ile resmileştirilmiştir.
Diğer tarafta Osmanlı yöneticileri de Batılı devletlerin bu emellerini seziyor ve Rusya'nın en büyük tehlike olduğunu görüyorlardı. Bu durumda Osmanlı yöneticilerinin, imparatorluğun güvenliği için bir desteğe ihtiyaçları vardı. En mantıklı görünen, hem savaşta Rusya'nın ittifakı içinde olmak, hem de aynı ittifak içinde yer almakla Birleşik Krallık ve Fransa'nın desteğini sağlamak gibi görünüyordu. Bu amaçla Maliye Bakanı Cavit Bey Britanya makamlarıyla, Bahriye Nazırı Cemal Paşa ise Fransız makamlarıyla bi |
r süredir temas halindedir. Ancak ne Britanya tarafı ne de Fransız tarafı bu ittifak yaklaşmasına sıcak bakmadılar. Rusya'nın da bu işe kesin olarak karşı olmasının da bu durumda payı olduğu kabul edilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun Britanya ile ittifak girişimine olumlu yaklaşılmamasında, Jön Türk yönetiminin kısa sürede çökeceği yönündeki öngörü etkili olmuştur. Jön Türkler yerine Alman yanlısı olmayan bir iktidarın Almanya'nın Orta Doğu'daki tehdidini ortadan kaldıracağı hesap edilmektedir. Diğer yandan Almanya ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu da savaş öncesinde Osmanlıyı ittifaka almaya yakın değillerdi.
Osmanlı İmparatorluğu'nun dış politikası, İkinci Meşrutiyet'in ilk yıllarından (1908) itibaren Almanya'dan yavaş yavaş uzaklaşırken Birleşik Krallık'a yaklaşmıştır. Hatta Birleşik Krallık ile bir ittifak kurulması yönünde İttihat Terakki Merkez Komitesi'nden Ahmet Rıza Bey ve Nazım Bey, 1908 yılı içinde Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey ile bir görüşme yapmışlardır. İzleyen yıllarda bir dizi olayın da etkisiyle, artık şekillenmeye başlayan İtilaf Devletleri'ne yakınlaşma sürmüştür. İtilaf Devletleri'yle bir yakınlaşma arayışlarının bir başka örneği de 1914 Mayıs ayında Mehmet Talat Paşa'nın Kırım'da Çar II. Nikolay ve Dışişleri bakanı Sazanov'la görüşmesidir. Ancak Çarlık Rusyası, diğer müttefiklerinden ayrı bir antlaşmaya yanaşmamıştır. Diğer yandan Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın Fransa görüşmeleri de bir sonuç vermemiştir.
Almanya ile ilişkiler ise Balkan Harbi sonrasında bir kesiti dönemi geçirmiştir. Balkan Harbi öncesinde bir dönem Osmanlı Ordusu Alman generali Von der Goltz düzenleme desteğini alıyordu. Ancak yenilgi sonrasında Alman desteğine güven hırpalandı ve Osmanlı Ordusu Kurmay Başkanlığı Yardımcısı görevinden ayrıldı. Bu ayrılmadan 1913 yılı Aralık ayına kadar geçen süre içinde İstanbul'da etkili olacak bir Alman politik - askeri varlığı olmamıştır. Bu ayda Liman von Sanders başkanlığında bir Alman subay grubu İstanbul'a gelmiştir. Bu grubun yetkileri oldukça geniştir. Liman von Sanders bu yetkilere dayanarak üç ay içinde Osmanlı Ordusu içinde büyük ölçüde hakim duruma gelmiştir.
Ancak İttihat Terakki'nin 1913 yılı Ocak ayında iktidara gelmesiyle Osmanlı dış politikası yeniden Almanya'ya yakınlaşmaya başlamıştır. Zaten İtilaf Devletleri ile yapılan tüm ittifak görüşmeleri boşa çıkmıştır. Bu durumda Osmanlı İmparatorluğu'nun, eğer Avrupa Savaşı öncesinde bir ittifaka girmesine zorunluluk gözüyle bakılıyorsa, tek seçenek Almanya'dır. Bir başka açıdan bakıldığında Enver Paşa'nın, Almanya'nın Avrupa'nın en güçlü askeri gücüne sahip olduğu ve bir Avrupa Savaşı'nda kesin olarak kazanan taraf olacağına güçlü bir inanç beslediği, genellikle kabul edilmektedir. Fakat esas önemlisi 1890'lı yıllardan itibaren Osmanlı ekonomisinde Alman sermayesinin etkinliğinin artıyor olmasıdır. Özellikle Bağdat Demiryolu inşaasının bir Alman firmasına ihale edilmesi, Osmanlı topraklarında Alman sermayesinin Yakındoğu'ya uzanan güçlü bir rekabet durumu yaratmıştır. Bu arada Almanya'nın özellikle İstanbul'daki Türkçülük hareketini, Osmanlı'nın Rusya ile yakınlaşmasının önleyici bir manevra olarak desteklediği bilinmektedir.
Sadrazam (Başbakan) ve Hariciye Nazırı Sait Halim Paşa Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun Sırbistan'a savaş ilanından bir gün önce 27 Temmuz akşamı geç saatlerde Alman Büyükelçisi'ni çağırtmış, iki devlet arasında Rusya'ya karşı bir savunma antlaşması yapma teklifinde bulunmuştur. Yirmi dört saate kalmadan Almanya bu teklife olumlu yanıt vermiştir. Bu mutabakat üzerine Osmanlı İmparatorluğu, Almanya'nın Rusya'ya savaş ilan etmesinden bir gün sonra, 2 Ağustos 1914 günü Almanya ile bir ittifak antlaşması imzalamıştır. Eylül sonları ve Ağustos başlarında İstanbul'daki Birleşik Krallık Büyükelçisi izin kullanmaktaydı. Dolayısıyla Britanya'nın bu olaylar üzerine müdahalesi oldukça sınırlı kalmış olmalıdır. Antlaşmadan sadece Sadrazam (Başbakan) ve Hariciye Nazırı Sait Halim Paşa'nın, Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın, Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın ve Meclis-i Mebusan Başkanı Halil Bey haberdardır. Diğer meclis ve hükümet üyelerinin, dahası Sultan Mehmet Reşat'ın dahi haberi yoktur.
Antlaşmanın imzalanmasında Osmanlı İmparatorluğu'nun savaş hazırlıkları tamamlanana kadar tarafsız görünmesine karar verilmiştir. Diğer deyişle antlaşma gizli tutuldu, Osmanlı "silahlı tarafsızlık" ilan etti. Ertesi gün ise seferberlik hazırlıklarına başlanmıştır.
Antlaşmanın ana teması Osmanlı İmparatorluğu'nun Avusturya ve Sırbistan arasındaki çekişmede tarafsız kalması, bu çatışma Almanya ve Çarlık Rusyası arasında bir savaşa yol açarsa Almanya yanında savaşa girmekti. Diğer yandan Almanya, Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü korumayı kabul etmektedir. Aslında bu antlaşma imzalandığında Almanya ile Çarlık Rusyası zaten savaş durumuna geçmiş bulunmaktaydılar.
Ekim ayı başlarında Almanya'nın savaşta kısa süre içinde kesin sonuç alma umutları sönmeye başlamıştı. Alman ordularının Batı Cephesi'nde durdurulmaları, Çarlık ordularının Galiçya'da başarılı harekatları durumu sıkışık hale getirdi. Bu durumda Almanya, kilitlenmiş durumu başka bir bölgedeki girişimlerle çözmenin yollarını aramıştır. Bu girişimlerin ip uçları Yakın Doğu'da aranmaya başlandı. Alman İmparatoru Alman Üst Komutanlığı'na emri, Osmanlı Kabinesi'nin oluru alınamazsa bile durum bir oldubittiye getirilerek Osmanlı İmparatorluğu'nun fiilen savaşa çekilmesinin sağlanması yönündedir. Sonuç olarak Almanya ile ittifak antlaşması imzalandıktan hemen sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun bir an önce fiilen savaşa girmesi konusunda Alman baskıları başlamıştı. Bu baskılar aralıksız sürmüştü. Örneğin Alman Krupp Fabrikaları'nda hazırlanan dört adet 28 cm’lik sahil topuna Alman Denizcilik Bakanlığı el koyduğu 11 Eylül 1914 tarihli telgrafla İstanbul'a bildirilmiştir. Alman Denizcilik Bakan Vekili'nin Berlin ataşemiliteri Cemil Bey'le bir görüşmesindeki sözleri çok nettir, "Süveyş'e hareket ediniz, sahil toplarını alırsınız"
Almanya'nın, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir an önce savaşa fiilen girmesi yönünde baskısının bir taktik nedeni de Kafkasya Cephesi'ndeki Osmanlı askeri tehdidinin Almanya'nın Galiçya Cephesi kuvvetleri karşısındaki baskıyı hafifleteceğinin hesaplanmasıdır. Ekim ayına gelindiğinde Birleşik Krallık ve Rusya'nın seferberlik hazırlıkları tamamlandığı ve cepheye daha fazla kuvvet getirdikleri görülmektedir. Almanya'nın kısa sürede Batı'da kesin sonuç elde etme planı bütünüyle başarısız olmuştur. Buna bağlı olarak Osmanlı'nın savaşa girmesi yönünde baskılar artıyordu. Öte yandan Britanya Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünü garanti ediyor, kapitülasyonlar'ın kaldırılmasına olumlu yaklaşıyor ve mali yardım öneriyordu. Osmanlı İmparatorluğu zaten 17 Ağustosta kapitülasyonları kaldırdığını ilan etmişti.
Almanya'dan, bir an önce savaşa fiilen girilmesi yönündeki baskılar, Enver Paşa tarafından savaş hazırlıklarının henüz tamamlanmadığı gerekçesiyle oyalanıyordu. Ancak iki Alman savaş gemisinin girişimi, bir oldubitti durumu yaratarak Osmanlı İmparatorluğu'nun fiilen savaşın içine çekmiştir.
Almanya ile Osmanlı arasında ittifak antlaşması imzalandığında Alman Akdeniz Filosu (tümeni) Komutanı Wilhelm Souchon elinde iki yeni, hızlı ve muharebe gücü yüksek gemi vardır. Bunlar ağır kruvazör Goeben ile hafif kruvazör Breslau'dur. Antlaşmadan iki gün sonra, 4 Ağustosta Amiral Souchon'a iletilen şifreli telgraf mesajında İstanbul'a hareket etmesi emredilmiştir. Almanya, 4 Ağustosta Belçika'ya saldırmıştı ve Akdeniz'de bu iki gemi, Britanya kontrolündeki Cebelitarık'tan ya da Süveyş Kanalı üzerinden Akdeniz dışına çıkamazdı. İki gemiden açıkça daha güçlü olan Britanya ve Fransız filoları karşısında zor durumdaydı. Ancak iki gün sonra İstanbul'a gitme emri iptal edildi. Buna karşın Britanya zırhlılarının yakın durumundan endişelenen Amiral 8 Ağustosta İstanbul'a gitmeye karar vermiştir. Emrindeki bir gemiyle İzmir'deki Alman deniz ateşesine, İstanbul'a giriş için izin istenmesini bildirdi. Akdeniz'deki dokuz günlük bir kovalamanın sonunda gemiler 10 Ağustosta Çanakkale Boğazı önlerinde gelmiştir. Enver Paşa Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanlığı'na "Akdenizde bulunan Alman zırhlılarının, İngiliz filosu ile muharebeye girmiş olması muhtemeldir. Söz konusu Alman Zırhlılarının boğazdan geçişini sağlayınız." talimatını vermiştir. Talimatın verilişi, bir bakıma alınışı, Başkomutanlık Vekaleti'nde göre yapan Alman subayı Baron Kress von Kressenstein tarafından kaleme alınan anılarında anlatılmaktadır. Baron von Kressenstein, Çanakkale Müstahkem Mevkii'nden gelen telgrafı Enver Paşa'ya ilettiğini, Enver Paşa'nın gemilerin Çanakkale Boğazına girmesi için karar verme yetkisi olmadığını ifade ettiğini anlatmaktadır. Bunun üzerine von Kressenstein itiraz etmiş ve "gemiler içeri alınsın" talimatını almıştır. Daha sonra takipteki Britanya gemileri Boğaz'a girmeye çalışırsa sahil bataryaları tarafından ateşle karşılanması yönünde emir istemiş, Enver Paşa yine yetkisi olmadığını ileri sürünce yine itiraz etmiş ve ateş açılması talimatını almıştır.
Uluslararası antlaşmalar gereği ya gemiler 24 saat içinde Osmanlı karasuları dışına çıkacak ya da silahtan arındırılarak enterne edilecektir. Ancak Alman büyük elçisinin şiddetle karşı çıkışı üzerine gemilerin Osmanlı İmparatorluğu'nca satın alındığının ilan edilmesi gibi bir çözüme gidilmiştir. Gemilerin 80 milyon marka satın alındığı 11 Ağustosta ilan edilmiştir. Gemilere Osmanlı bayrağı çekilir. Goeben'in adı Yavuz, Breslau'nun adı da Midilli olmuştur. Bu iki Alman gemisi, bir bakıma Birleşik Krallık'ın el koyduğu Sultan Osman ve Reşadiye'nin yerine alınmış olmaktadır.
Sonuç olarak Almanya, ileride Karadeniz'deki Rus limanlarına karşı kullancağı ve Osmanlı İmparatorluğu'nu bir oldubitti ile fiilen savaşa sokacağı bu iki güçlü silahını Karadeniz'e atmış bulunmaktadır. Bu durum İtilaf Devletleri nezdinde bir bakıma alarma yol açacaktır.
Bu tarihe kadar Malta Üs Komutanı olan İngiliz Amiral Carden |
, 20 Eylül'de "Abluka Filosu" Komutanlığı'na atanmıştır. Emrinde Britanya Indomitable ve Indefatigable muharebe kruvazörleri, Dublin ile Glochester hafif kruvazörleri, Verite ve Suffren Fransız muharebe gemileri ve 12 muhrip, üç denizaltı bulunmaktadır. Denizaltı sayısı daha sonra üçü Britanya ve üçü Fransız olmak üzere altıya çıkmıştır.
Çanakkale Boğazı'nı ablukaya alan Britanya filosu, 27 Eylülde Boğazdan çıkan Akhisar (Osmanlı torpidobotu)|Akhisar torpido botunun yolunu keserek Osmanlı savaş gemilerine ateş açılacağını bildirmiştir. Bunun üzerine boğazlar tüm yabancı gemilere kapatılmıştır. Artık ticari gemiler de boğazları kullanamayacaktır.
Bu iki güçlü savaş gemisinin Osmanlı Donanmasına katılması bir süredir zaten Donanma'nın ve Osmanlı halkının hayaliydi. Osmanlı İmparatorluğu, halktan toplanan yardım paralarıyla finanse edilen iki savaş gemisini Birleşik Krallık tersanelerine sipariş etmişti. "Sultan Osman" adı verilen geminin inşası mayıs ayında tamamlandığında, parası ödenmiş olan bu geminin teslimi, "Reşadiye" adı verilen diğer geminin teslimine ertelenmişti. Ağustos ayına kadar ertelenen teslim, 3 Ağustos günü tümüyle iptal edilmiştir. Esasen bu iki gemi Ege Denizi'nde Yunan deniz üstünlüğünü ortadan kaldıracağı gibi Karadeniz'de de Rus Karadeniz Donanmasına karşı belirgin bir üstünlük sağlayacaktı. Britanya resmî tarihine göre Türkler tarafından "haydutluk" olarak nitelendirilmiş olan bu Britanya tutumu, bir bakıma askeri zorunluluktu, bu denli güçlü gemilerin "düşman eline geçmesine kesinlikle müsaade edilemezdi". Sonuç olarak gemiler, Britanya'ya kadar gitmiş olan Osmanlı deniz müfrezesine teslim edilmedi. İlginç bir denk geliştir ki aynı gün, 3 Ağustos'ta Goeben ve Braslau İstanbul önlerine gelmiş bulunmaktadır.
Esasen Goeben ve Breslau, Almanya ile ittifak antlaşması imzalandığı 2 ağustostan kısa bir süre sonra, 10 ağustosta Osmanlı karasularına girmişti ve hemen hemen aynı tarihlerde Alman Üst Komutanlığı bu gemileri Karadeniz'de kullanmayı istediğini Osmanlı makamlarına iletmeye başlamış, dahası baskı yapmıştır. Berlin ataşemiliteri Cemil Bey'in 12 Ağustos 1914 tarihli şifreli telgrafından bu konu belirtilmektedir. Bir sonraki gün Enver Paşa'nın Cemil Bey'e söyledikleri ise, "seferberlik bitmeden, Bulgaristan'la tamamiyle anlaşmadan" diğer deyişle Çanakkale Boğazı savunması hazırlanmadan bu gemilerin Karadeniz'e çıkmasına izin verilmeyeceği yönündedir. Enver Paşa, bu durumda Britanya Donanması'nın Boğazı geçeceğini düşünmektedir. Enver Paşa'nın Bulgaristan konusundaki tutumu da Berlin – Viyana – İstanbul ulaşım hattıyla ilişkilidir.
Bu oyalamalara karşın Amiral Souchon 9 Eylül 1914 tarihinde Osmanlı Donanma Komutanlığı'na atanmıştır. Hemen ertesinde Marmara'da atış talimleri ve manevralar başlatıldı. Öte yandan Karadeniz'de, İstanbul açıklarında Rus Donanması'na bağlı gemiler, Çanakkale Boğazı dışında da Birleşik Krallık ve Fransa gemileri devriye gezmektedir. Bu arada Amiral Souchon, tatbikatlara Karadeniz'de devam etmek üzere Osmanlı yetkililerine baskı yapmaktadır.
Yavuz ve Midilli’nin de içinde bulunduğu on bir parça gemiden oluşan bir Osmanlı filosunun Amiral Souchon komutasında 29 Ekim 1914 günü Karadeniz'e açılması, Osmanlı'nın fiilen savaşa girmesi sonucunu doğurmuştur. Bu gemiler İstanbul Boğazı açıklarındaki Rus gemilerine ateş açtıktan sonra Karadeniz'in kuzey kıyılarındaki Odessa, Sivastopol, (29-30 Ekim gecesi) Norvosiski ve Feodosya limanlarını bombalamışlardır. Bu taarruz, Enver Paşa'nın 25 Ekimde Amiral'e verdiği yazılı emre dayanmaktadır. Esasen Bakanlar Kurulu'nun aynı tarihli kararına aykırı olan bu emirde ""Bütün filo Karadeniz'de manevra yapmalıdır. Vaziyeti uygun bulduğunuz anda, Rus filosuna hücum ediniz. Çarpışmaya başlamadan evvel, bu sabah size verdiğim gizli emri açınız."" Gizli emirde ise ""Türk filosu Karadeniz'de zorla üstünlük sağlamalıdır. Rus filosunu arayınız. Nerede bulursanız, harp ilan etmeksizin hücum ediniz.""
Rusya'nın askeri tepkisi 1 Kasım 1914 günü Kafkasya üzerinden Osmanlı topraklarına taarruz etmek olmuştur. Aynı gün Britanya gemileri İzmir ve Kızıldeniz'deki Akabe limanlarını bombaladılar. İki gün sonra 3 Kasımda Britanya birlikleri Basra Körfezi'nde Osmanlı topraklarına çıkarıldılar. Aynı gün iki Britanya ve iki Fransız savaş gemisi Çanakkale Boğazı'ndaki Osmanlı istihkâmlarını ateş altına aldılar.
Esasen Osmanlı Donanması'nın Karadeniz Rus limanlarını bombalaması, fiilen savaşa girme yönündeki baskılara direnen Enver Paşa'yı bir oldubittiye getirme manevrası olarak görülmesi gerekir. Sonuç olarak Yavuz ve Midilli Olayı, Osmanlı İmparatorluğu'nu savaşa sokan olaydır.
İtilaf Devletleri'nin Çanakkale Boğazı'na karşı bir askeri harekat kararı almalarına varacak kilometre taşlarından biri Çar II. Nikola'nın Birleşik Krallık'a yönelik talebidir. Çar bu talebinde –Boğazlar'dan söz etmeden- Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir askeri hareket ve askeri malzeme yardımı talep etmiştir. Birleşik Krallık Savaş Bakanı Lord Kitchener bu soruların askeri harekat yanına olumlu yanıt vermişti. Çarlık'ın böyle bir askeri hareketten beklentisi Osmanlı'nın Kafkasya'dan bir kısım birliğini çekmek zorunda bırakılması, bunun da Rusya'nın bu cephedeki yükünü hafifleteceğidir. Diğer önemli bir kilometre taşı ise Yunanistan Başbakanı Venizelos'un, bir çıkarma yapılması durumundan Yunanistan'ın bu harekata askeri olarak katılabileceğini Britanya'ya bildirmesiydi. Venizelos, 19 Ağustos 1914 tarihinde Çanakkale Boğazı'na taarruz etmeye dayanan ayrıntılı bir planı Britanyalı yetkililere iletmiş, bu taarruza Yunanistan'ın da birlik verebileceğini belirtmişti. Ancak Venizelos'un planında Bulgaristan'ın da İstanbul'a saldırması koşulu vardı. Britanya askerî makamları planı incelemiş ve fazla şarta bağlı olması dolayısıyla uygulanmasının olanaksız olduğu yönünde rapor vermişti. Bulgaristan meselesi son derece akıllıca seçilmiş bir koşuldur. Osmanlı Ordusu'na her türlü Alman desteği için kullanılabilir tek ulaşım yolu olan demiryolu Bulgaristan üzerinden geçmektedir. Bu destek hattının kesilmesi, ancak Bulgaristan'ın İtilaf Devletleri tarafına geçmesiyle olanaklıdır. Diğer yandan Birleşik Krallık'ın İstanbul Büyükelçisi Sir Louis Mallet, Ağustos ayında Boğazların yabancı savaş gemilerine kapatılmasının ardından Boğazların zorla geçilmesi yönünde bir öneriyi rapor etmiştir. Mallet, donanmanın geçmesinden sonra Boğazların kara birliklerince işgal edilmesi gerektiği görüşünü öne sürmekteydi. Bir yandan bu savaş planları yapılırken Birleşik Krallık Hükûmeti Osmanlı İmparatorluğu'nu savaşın dışında tutmaya çabalıyordu. Osmanlı savaşa girdiğinde ilk askeri harekatının Süveyş Kanalı üzerine olacağı tahmin ediliyordu. Bu bölgeye Batı Cephesi'nden o sıralarda birlik kaydırılmasına olanak yoktu. Müstemlekelerden kuvvet aktarmak ise aylar alırdı. Diğer yandan müslüman ülkelerin, ki birçoğu İngiliz müstemlekesiydi, Müslüman halkında ayaklanmalar olmasından ciddi biçimde çekiniliyordu. Bu endişelerin boşuna olduğunu zaman göstermiştir, Osmanlı davası uğruna müslüman ülkelerden, hatta kendi tebaasından dahi kayda değer bir destek olmamıştır. Bütün bu endişelerle Birleşik Krallık Hükûmeti, Osmanlı'nın savaş dışı kalması şartıyla bir kısım öneri getirmiştir. Bu önerilere Fransa'nın, hatta Rusya'nın da desteği sağlanmıştı. Öneriler, Çanakkale Boğazı'nın ticari gemilere açılması ve Alman askeri personelinin sınırdışı edilmesi şartlarını içermektedir. Goeben ve Breslau üzerinde ısrar ediliyordu. Bu gemilere, Ege'ye çıktıkları takdirde, eğer Alman askeri personeli taşıyorlarsa, Alman savaş gemisi işlemi uygulanacaktı, yani ateş açılacaktı.
Çanakkale Boğazı'nın geçilerek istanbul'un zorlanması fikrinin Birleşik Krallık Parlamentosu'nda ilk olarak 25 Kasım 1914 tarihindeki Birleşik Krallık Başbakanlık Toplantı Salonu'ndaki olağan toplantıda Churchill tarafından ortaya sürüldüğü kabul edilmektedir. Mısır'ın savunulması konusunda alınacak ek önlemlerin konuşulmasının hemen ardından söz alan Deniz Bakanı (Denizcilik Birinci Lordu) Churchill, Mısır ve Süveyş Kanalı'nı yerinde savunmanın pasif bir tutum olacağını öne sürerek konuşmasına başlamıştır. Bu bölgedeki kuvvetlerin büyük bölümünü, Avrupa'dan bir kısım kuvvetle takviye ederek Osmanlı İmparatorluğu'nun en zayıf noktasında saldırmanın daha uygun olacağını belirtmiş ve bu noktayı, başkent İstanbul olarak işaret etmiş, Böylesi bir harekattan Churchill'in beklediği amaçlar, Rusya'ya yardım edilmesi, Bulgaristan ve Romanya gibi tarafsız ülkeleri, hatta Almanya yanında savaşa girmeye yaklaşan İtalya'yı ve taraf konusunda kararsız Yunanistan'ı etkilemek, Fransa ve Rusya cephelerinde kilitlenmiş görülen savaşa, Balkanlar üzerinden bir kuşatma ile çözüm bulmaktı. Diğer yandan Churchill, bol silah ve mühimmatla desteklenecek Rus Çarı'nın, milyonluk nüfusunu savaşa sürerek, Almanya'yı bu insan seli karşısında yıkacağını belirtmektedir. Bu ifadelere karşın o günkü toplantıda bu konu üzerinde bir görüşme açılmamıştır. Sonraki toplantılarda Savaş Bakanı Lord Kitchener, Fransa Cephesi'nin durumu nedeniyle Çanakkale için asker veremeyeceğini kesin olarak ifade etmiştir. Fransız orduları Başkomutanlığı da Batı Cephesi'nden başka bir yer için asker alınmasına şiddetle karşıdır.
Bu durumda Churchill Çanakkale Boğazı'nı kendi komutasında olan donanmayla geçmenin yollarını aramıştır. Bunun üzerine 3 Ocak 1915'te Akdeniz'deki Amiral Sackville Carden'e "Boğazları sadece deniz kuvvetleriyle zorlama" konusunda görüş soran bir mesaj göndermiştir. Mesajda, mayın hatlarına kömür gemileri sürerek durumun değerlendirilebileceği notu vardır. Ancak Amiral Carden bunu mümkün görmediğini, bunun için büyük bir kuvvet gerekeceğini bildirmiştir. Churchill, bu kez "Tasarladığınız harekatın niteliğini, istediğiniz kuvvetin miktarını ve bunu nasıl kullanmayı düşündüğünüzü lütfen bildiriniz" içeriğinden bir mesaj göndermiştir. Amiral'in 11 Ocak'taki yanıtı ile bir görev kuvveti şekillenmeye başlamıştır. İki gün sonraki, 13 Ocak'taki Yüksek Savunma Konseyi toplantısında, Çanakkal |
e Boğazı'nın sadece donanmayla zorlanması konusunda Deniz Bakanlığı'na ön yetki verilmiştir. Churchill hazırlıklarını sürdürürken Fransız Hükümeti tarafından, harekat için Amiral Guépratte komutasında dördü zırhlı, dördü denizaltı olmak üzere 26 parçalık bir filo tahsis edileceği bildirildi. Churchill de Britanya gemilerini Amiral Carden komutası altına girmek üzere bölgeye hareket ettirmiştir. Harekat için kesin karar ise Konsey'in 28 Ocak 1915 tarihli toplantısında alınmıştır.
Sonuç olarak denizden ya da karadan hareketle İstanbul'un alınması planlarının dayandığı bir dizi amaç ortaya çıkmıştır. Bu amaçlar ana başlıklar halinde şu şekilde görünmektedir.
Esasen Birleşik Krallık'ın hesabı Rus petrol ve buğdayıdır. Karadeniz limanlarında toplam 350 bin ton taşıma kapasiteli ticaret gemileri hareketsiz kalmıştır. Boğazlar açıldığı takdirde bu gemiler Rus buğday ve petrolünü Avrupa'ya rahatlıkla taşıyacaktır.
İtilaf Devletleri ordusu değişik etnik ve dinsel gruplardan gelen askerlerden oluşmaktadır. Bu orduda İngiliz, İskoç, İrlandalı, Fransız, Hint, Kuzey Afrikalı (Cezayirliler, Zuaveler), Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerle Rum ve Yahudi gönüllüler bulunmaktadır. Anzak askerleri her ne kadar gönüllü olarak orduya yazılmışlarsa da Birleşik Krallık ile dominyonları arasında yapılan antlaşmaya göre bu askerlere günde altı şilinden hesaplanarak ayda dokuz pound maaş ödeniyordu. Bu haliyle Anzak askerleri gönüllüden çok paralı asker sayılmaktadır. Anzak birlikleri içinde başta Polinezya Adaları'ndan Maoriler olmak üzere Okyanusya adaları yerlilerinden unsurlar da bulunmaktadır. Bu unsurlar da Gurkalar gibi savaşçı gelenekleriyle lanse edilmiştir. Tüm bu unsurlar üzerinde, Türklerin esirleri kestiği imajının, bir propaganda hedefi olarak uyandırılmış olduğu, savaş esirlerinin kayda geçirilen ifadelerinden anlaşılmaktadır. Açıkça kafalara sokulan "teslim olmaktansa intihar edin"dir.
Askeri tarihte II. Dünya Savaşı'na kadar görülen en büyük çıkarma harekatıdır.
İngilizler, boğazları ele geçirmek için donanmanın yeterli olacağına inanıyorlardı. Bahriye Nazırı Churchill’in planları Akdeniz filosu komutanı Amiral Sackville Carden tarafından da desteklenince, Birleşik Krallık Donanması Komutanı Lord Fisher’in başarısını şüpheli gördüğü bu harekatın donanma ile yapılmasına karar verildi. Fisher, kara harekatınca desteklenmeden deniz kuvvetlerinin "böyle bir maceraya atılmasının" hatalı olduğu görüşündedir. İtilaf Devletleri Savaş Konseyi'nin 28 Ocak 1915 tarihli oturumunda harekat karara bağlanmıştır. Konsey tutanağında harekat amacı şu şekilde tanımlanmıştı,
Zaten Birleşik Krallık Donanması'nın önemli bir kısmı Amiral Carden emrinde olmak üzere Ege Denizi'nde toplanmaya 13 Ocak kararının hemen sonrasında başlamıştır. Harekata geçme meselesi, Savaş Konseyi'nin kararına bağlıydı. Askeri tarihçi İbrahim Artuç, Çanakkale Deniz Harekatları'nın "hemen hemen yalnız bir kişinin, Churchill'in yorulmaz gayretlerinin eseri" olduğunu belirtmektedir. Bununla birlikte Savaş Konseyi kararındaki, bir karanın, deniz topçusunca "döve döve" nasıl zaptedilebileceği çok açık değildir. Deneyimli ve yetenekli Amiral Fisher'in de karşı çıktığı budur. İtilaf Devletleri’nin deniz harekatı 19 Şubat 1915’te başladı. 13 Mart 1915’e kadar düşman gemileri tabyaları top ateşine tuttu, mayın tarama gemileri olabildiğince yol açtı. Boğazları zorlayarak geçebileceklerine inanan düşman kuvvetlerinin, kararlı ve dirençli bir karşılık almaları bu işin o kadar da kolay olmadığını gösteriyordu. Bir ay boyunca yapılan binlerce mermi atışının ardından çok da büyük bir gelişme elde edilememişti.
İtilaf devletleri, kısa bir aranın ardından bir sonraki saldırıyı 18 Mart'ta gerçekleştirmişlerdir. Hedef, Çanakkale Boğazı'nın sadece 1 mil genişliğindeki en dar noktasıdır. Amiral John de Robeck komutasındaki aşağı yukarı en az 16 savaş gemilik dev donanma Çanakkale'yi geçmeye kalkmıştır. Ancak her gemi Nusret Mayın Gemisi adlı Osmanlı mayın gemisinin boğazın Asya tarafına yerleştirdiği deniz mayınları tarafından hasar almıştır. Bazı balıkçılar, İngilizler tarafından mayın toplama işiyle görevlendirilmiştir; ama Osmanlı ordusunun açtığı top atışlarıyla korkarak kaçmışlar, mayınlara dokunulmamıştır. Yerinde kalmış bu mayınlar İngiliz HMS "Ocean", HMS "Irresistible" ve Fransız "Bouvet" adlı üç zırhlıyı batırmıştır. Ayrıca İngiliz "Inflexible" ve Fransız savaş gemileri "Suffren" ve "Gaulois" çok ağır bir şekilde hasar almıştır. 18 Mart’a kadar geçen bu dönemde boğazın girişinde bulunan Rumeli yakasındaki Seddülbahir ve Ertuğrul tabyaları ile, Anadolu yakasındaki Kumkale ve Orhaniye tabyaları tahrip edilmişti. Boğaza giriş kapıları aralanmış ama hala ilerde olacaklar belirsizdi. Sonuç olarak, "18 Mart" 1915'te, deniz mayınları ve kıyılardaki Osmanlı topçu bataryalarının isabetli atışları denizden geçişin mümkün olmayacağını göstermiş, İtilaf Devletleri Gelibolu Yarımadası'na asker çıkararak Boğaz topçu bataryalarını etkisiz hale getirmeyi hedeflemiştir. + Ve 18 Mart 1915 sabahı geldiğinde kimse günün sonunda neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Gelibolu Yarımadasında Müttefik çıkarmaları yarımadanın güney bölümündeki altı kumsala, iki cephede yapılmıştır. Seddülbahir Cephesi’ne Britanya 29. Tümeni ile Fransız Kolordusu (Fransız Doğu Sefer Kuvveti) çıkarma yaparken Arıburnu Cephesi’nde ise Anzaklar Kolordusu çıkarma yapmıştır. Bu beş tümene ek olarak bir hafta içinde İskenderiye'den getirilecek olan Hint Tugayı, muhtemelen Seddülbahir Cephesi'nde kullanılmak üzere ordu ihtiyatını oluşturacaktı. Plana göre; 18 Mart sabahı 2 deniz tümeninden oluşan düşman filosu boğazda belirdi. Filonun en güçlü gemilerinden oluşan 1. Tümen bizzat Amiral de Robeck tarafından kumanda ediliyordu.
Birleşik Krallık Kraliyet Donanması'na ait HMS "Queen Elizabeth", "HMS Agamemnon", "HMS Lord Nelson" muharebe gemileri ve "HMS Inflexible muharebe kruvazöründe oluşan ilk tümen, saat 10:30'da boğazdan içeri girdi. Filonun önündeki muhripler savaş alanını tanıyorlardı. Planlanan noktaya ulaşıldığında "HMS Queen Elizabeth"in hedefi Rumeli Mecidiye Tabyası, "HMS Lord Nelson"un hedefi Namazgah Tabyası, "HMS İnflexible"nin hedefi ise Rumeli Hamidiye Tabyasıydı. "A Savaş Hattı" olarak adlandırılan bu plan 11.30'da uygulanmaya başlandı ve merkez tabyalarına ateş başlatılmıştı.
Bu arada düşman gemileri Kumkale'den gelen tedirgin edici ateş hattına da girmişlerdi. Obüslerden üstlerine ateş yağıyordu. Yine de mesafe uzak olduğundan Türk bataryaları savaş gemilerine karşılık veremiyordu. Saat 12.00 sularında Çimenlik, Rumeli Hamidiye ve Anadolu Hamidiye ateş almıştı. B Hattı diye adlandırılan Amiral Guepratte komutasındaki 3. Tümen Suffren, Bouvet, Goulois, Charlemagne adlı dört Fransız gemisiyle Triumph ve Prince George adlı iki Britanya muharebe gemisinden oluşuyordu. Plana göre bu tümen 1. Tümenin arkasından hareket geçti ve B hattı önündeki yerini aldı. Yavaş yavaş yaklaşan gemiler Türk bataryalarından düşen mermi ateşi altında B hattına vardılar. Şiddetli yapılan karşılıklı çatışmalarda aradaki bataryalar sustuysa da merkez bataryalar ateşe devam ediyorlardı. 900 yarda kadar içeri sokulduklarından şiddetli ateş bu gemilerin üzerine yağıyordu. 3. Tümene ait olan iki Britanya gemisi Triumph ve Prince George A hattının kıç omuzluklarında yerlerini almış Rumeli Mesudiye ve Yıldız Tabyalarını hedeflemişlerdi. Rumeli merkez bataryaları çok yoğun bir ateş altındaydı. Mermilerin çoğu tabyalar içine düşmüş, telefon hatlarını bozmuş, yangınlar çıkarmıştı. Rumeli Mecidiye tabyası topçuların şehit olması ile devre dışı kalmıştı.
Planın ikinci aşamasında Türk bataryaları üzerinde yeteri kadar üstünlük sağlanabilirse Albay Hayes Sadler komutasındaki 2. Tümen devreye girecekti. Ocean, İrresistible, Albion, Vengeance, Swiftsun ve Majestic’ten oluşan 2. Tümen, 3. Tümenin yerini alacak ve B Hattından son olarak yakın muharebe yapılarak Tabyalar içinde olmayıp mayın hatlarını savunan toplar tahrip edilerek bombardımandan hemen sonra mayın tarama işlemlerine başlanacaktı. Fakat 3. Tümenin yerini alacak 2. Tümen gelmeden önce beklenmedik bir şey oldu. Saat 14:00’e doğru Suffren büyük bir hızla boğazı terk etmekte ve Bouvet’de onu izlemekteydi. A hattını geçmek üzereyken Fransız gemisi Bouvet’de bir iki patlama oldu ve Anadolu Hamidiye tabyasınca ateş altındayken 3 dakikada suların altına gömüldü. Derin bir şaşkınlık yaşanıyordu. Queen Elzabeth ve Agamemnon dışındaki bütün gemiler ateşi kestiler. Muhripler ve istimbotlar personeli kurtarmaya gittiklerinde 20 kişi kurtarılabilmiş, 603 kişi sulara gömülmüştü. Bu arada 12.30 sularında Goulois isabet almış ve ağır yaralarla boğazı terk ediyordu. 15.30 sularında mayına çarpan Inflexible’ın durumu kötüydü ama yoğun çabayla Bozcaada’ya ulaştı. 2. Tümen Britanya gemileri, 3. Tümenin yerini aldığında bu manzara ile karşılaşmıştı. Saat 14.30’da ateşe başlayarak 10 yardaya kadar yaklaştılar. Namazgah tabyasını bombardıman ediyordu. Saat 15.00’te Rumeli Hamidiye daha sonra da Namazgah aldığı isabetle savaş dışına kalmıştı. Anadolu Hamidiye tabyası hasar görmemişti ve İrrisistible’a ateş ediyordu. Saat 15.14’de İrrisistible’ın yanında korkunç bir patlama duyuldu. Saat 16.15’te tabyalarda uzaklaşmak isterken bir mayına çarptı. Bu bölgede bir gece önce Nusret’in döktüğü mayınlar hiç hesapta yokken can alıyordu. Bölgenin mayınlı olduğunu anlayan Amiral de Robeck 2. Tümenin geri çekilmesi için emir verdi. 18.05’te geri çekilirken Ocean da mayına çarpmıştı. Güçlü top ateşine rağmen Ocean’ın personeli muhripler tarafından boşaltıldı.
18 Mart'ta yaşananlar şaşkınlık yaratmıştı. "HMS Lord Fisher" gibi ordusuz bir donanmanın başarıya ulaşamayacağını söyleyenler haklı çıkıyor, de Robeck ve Churchill gibi hala donanma ile boğazları zorlayıp İstanbul'a çıkılabileceği düşüncesi yeni hareket planları doğuruyordu.
Çanakkale Savaşları’nda Deniz Harekâtı’nın başarısızlığı umutları Kara Harekâtı’na çevirmişti.Daha 1 Mart’ta Yunanistan, Gelibolu yarımadasını işgal etmek, mümkün olduğu takdirde İstan |
bul üzerine yürümek üzere Birleşik Krallık'a üç tümenlik bir kuvvet önermişti. İngiliz ve Fransızlara kalsa öneri kabul edilebilirdi. Ancak Rus Çarı, Birleşik Krallık Büyükelçisi’ne, hiçbir şart altında Yunan askerinin İstanbul’a girmesine izin vermeyeceğini bildirerek bu tasarıyı önledi.
Askeri durumu tetkik için Çanakkale’ye gönderilen General Sir William Birdwood, 5 Mart’ta Kitchener’a gönderdiği raporda, Donanmanın tek başına Boğaz’dan geçemeyeceğine inandığını, kuvvetli bir ordunun karadan donanmayı desteklemesi gerektiğini bildiriyordu. Bu rapor Kitchener’in bütün tereddütlerini giderdi. 10 Martda 29’ncu Tümenin Ege’ye gönderileceğini açıkladı. Ayrıca bir Tümen de kendilerinin göndermeleri için Fransızları ikna edeceğini ilave ediyordu.
Böylece Mısır’daki Anzac Tümenleri ile birlikte 70 bin kişilik bir kolordu bu işe ayrılmış oluyordu.
Birdwood’un raporuna rağmen, hala donanmanın tek başına Boğazı geçebileceğini düşünenler vardı. Bu karışıklık içinde Kara kuvveti hazır olana kadar Donanmanın harekatını geri bırakmasını, bu suretle Kara ve Deniz Kuvvetlerinin müşterek harekata başlamasının en iyisi olacağını hiç kimse aklına getiremiyordu.
O sıralarda Londra’ya hakim olan bu kargaşalık ve belirsizliği, ne yapacağı belli olmayan Sefer Kuvveti’nin Komutanlığına yapılan atamadan anlamak mümkündür. Bu komutan, Kitchener’in Güney Afrika savaşlarından eski bir arkadaşı General Sir Ian Hamilton’du.
Donanma asıl saldırısını yapana kadar, Hamilton’un birlikleri işe karışmayacaktı. Eğer deneme başarıya ulaşmazsa Hamilton Gelibolu yarımadasına çıkarma yapacak, başarıya ulaşırsa yarımadaya zayıf bir kuvvet bırakıp doğrudan doğruya İstanbul üzerine yürüyecekti. Oradan İstanbul Boğazına çıkarılmış bir Rus Birliği ile birleşmesi umuluyordu.
Türk tarafı ise, 18 Mart’ta kazandığı zaferden dolayı kendisine olan güvenini tazelemiş, Çanakkale’nin Boğazlar’dan geçilemeyeceğini tüm dünyaya göstermişti. Bu zaferin ardından, İtilafların kaçınılmaz kara harekâtına karşı Türk tarafı da son sürat hazırlıklara başlamıştı. Gelibolu‘da 5. Ordu oluşturulmuş başına da Mareşal Liman von Sanders getirilmişti. Kıyılara dikenli tellerle çevriliyor, birlikler önemli yerlere yerleştiriliyor, müttefiklerin her hareketi gözleniyordu. Müttefik çıkarmasını bekleyen bir başka kişi ise 19. İhtiyat Tümeni’nin başında bulunan yarbay Mustafa Kemal'di.
General Hamilton emrine verilen kuvvetler ve savaşçı mevcutları şöyledir.
Böylece harekât için 75 bin kişilik bir kuvvet oluşturulmuştur.
General Hamilton, Gelibolu Yarımadasındaki çeşitli çıkarma alanlarına kuvvet çıkartarak yarımadanın denetimini, böylece Osmanlı kıyı topçusunu etkisiz hale getirmeyi amaçlamıştır. Bunun için iki ana çıkarma bölgesi belirlenmiştir. Bunlardan biri, yarımadanın en güney ucu olan ve Seddülbahir olarak bilinen bölge, diğeri ise daha kuzeydeki Kabatepe-Küçük Arıburnu arasındaki kumsaldır. Bu iki çıkarma bölgesinden Seddülbahir’e ağırlık verilmiştir. Seddülbahir bölgesine ağırlık verilmesi üç taraftan da donanma topçu ateşiyle desteklenebilir bir bölge olmasındandı.
General Hamilton Seddülbahir Cephesi çıkartmaları için Seddülbahir bölgesinde beş ayrı kumsal belirlemişti.
Bu kumsallar için iki İngiliz, bir Fransız tümeni ile bir Hint tugayı tahsis etmiştir.
Arıburnu Çıkarması için ise iki tümenden oluşan Anzak Kolordusu tahsis edilmiştir.
Seddülbahir Cephesi’ne çıkarılan birliklerin hedefi, Gelibolu Yarımadası’nın güney bölgesinin taktik derinliğindeki Alçıtepe bloğu’nun ele geçirilmesidir. Bu birliklerin ileri harekâtı derinlikte birleşerek Kirte Köyü hattından Alçıtepe bloğu ele geçirilecek, Arıburnu Cephesi’ne çıkan birlikler ise Conkbayırı-Kocaçimentepe hattından Maltepe bölgesinin ele geçirilmesiyle Seddülbahir Cephesi’nin Osmanlı kuvvetlerince takviyesi önlenecektir. Alçıtepe, ilk günün hedefi olarak belirlenmiştir, Seddülbahir’den 10 km. ve Zığındere’den 5 km. mesafededir.
Arıburnu Cephesi kuvvetlerine verilen taktik hedef ise Kocaçimen tepe üzerinden Eceabat'ta sahile ulaşarak Seddülbahir Cephesi'ndeki Osmanlı kuvvetlerinin geri bağlantısını kesmektir.
Deniz harekâtının başarısızlığı ardından (18 Mart 1915) bir kara harekâtına girişileceği ve bu harekâtın Gelibolu Yarımadası’nı hedef alacağını öngörüsü, mantık gereği olarak bile neredeyse kesinlik kazanmıştır. Kaldı ki 1915 yılının Nisan ayı başlarından itibaren Hamilton’un kuvvetleri Mısır’da toplanmaya başladığında bölgedeki Osmanlı istihbaratı, birliklerin mevcutları, komutanları, silah ve donanımları hakkında ayrıntılı bilgiler edinmeye başlamıştır.
14 Aralık 1914 tarihinde 42 kişilik bir subay gurubuyla İstanbul’a gelen ve Enver Paşa tarafından 1. Ordu Komutanlığı’na atanmış olan Alman Danışma Kurulu Başkanı Mareşal Liman Von Sanders, yeni teşkil edilen ve bölgeyi savunmakla görevli 5. Ordu komutanlığına 24 Mart 1915 tarihinde atanmıştır. Dolayısıyla bölgenin savunmasından sorumlu olan 3. Kolordu da Mareşalin emrine girmiştir.
Mareşal Sanders’in savunma planı, Hamilton’un taarruz planıyla örtüşmemektedir. Mareşal Sanders, çıkarmaların Saros Körfezi kıyılarına yapılacağını hesaplamaktadır ve 5. Ordu’nun ana kuvvetlerini bu bölgede toplamıştır. Saros Körfezi, Gelibolu Yarımadası’nın en dar bölgesidir. Buradan yapılacak bir çıkarmanın, yarımadayı savunan Osmanlı birliklerinin geri çekilme ve kara ikmal hattını kesmesi olasıdır. Ayrıca Mareşal Sanders’in savunma planı, elindeki kuvvetlerin önemli bir bölümünü geride, yedekte tutarak çıkarma kuvvetlerine ileri harekâtları sırasında taarruz etmeyi öngören, savunma ağırlıklı, temkinli bir plandır. Osmanlı komutanları ise, çıkarmadan sonra, çıkarma kuvvetlerinin sahillerde elde edecekleri köprübaşlarıyla yoğun olarak takviye alacaklarını, gerekli tahkimatı yapacakları, dolayısıyla bu tahkimatlardan sökülüp atılmalarının çok güç olacağını düşünmektedirler. Onlara göre etkin bir savunma, hemen sahilde, daha çıkarma harekâtı sırasında yapılmalı, karşı tarafın kıyıda bir köprübaşı oluşturması önlenmelidir.
5. Ordu, üç tümenli 3. ve iki tümenli 15. kolordulardan oluşmaktadır. Ayrıca ordu karargâhına bağlı 19. Fırka, 1. Süvari Tugayı, bir piyade alayı ve dört Jandarma taburu bulunmaktadır. Toplam savaşçı sayısı 84 bindir. Bu kolorduların bünyesindeki tümenler ve komutanları şöyledir.
Gelibolu Yarımadası’ndaki Osmanlı savunma kuvvetlerinin, Çanakkale Savaşları süresince, kara ve deniz olmak üzere iki ana ikmal hattı vardır. Kara ikmal hattı, İstanbul’dan bölgeye en yakın olan Uzunköprü’ye kadar yaklaşık 250 km’lik bir demiryolu hattı ve devamında 165 km’lik bir stabilize yoldur. Osmanlı tarafına yeterli motorlu nakliye aracı olmadığından, personel bu yolu yaya olarak geçmek durumundadır. Her türlü ikmal malzemesi de öküz ya da at arabalarıyla taşınacaktır. Ayrıca bu yolun bir bölümü gündüz saatlerinde Saros Körfezi’ndeki Birleşik Donanma’nın ateşi altına alınabilmektedir. Bu nedenle yolun bu bölümü ancak günün karanlık saatlerinde geçilebilmektedir. Deniz ikmal hattı ise Marmara Denizi’nden geçen 150 deniz millik bir hattır. Kara ikmal hattına oranla çok daha kısa sürede geçilebilen bu ikmal hattı, Birleşik Donanma’nın suüstü gemileri yönünden tehdit altında değildir. Ancak denizaltı faaliyetlerinin tehdidine açıktır. Nitekim 25 Nisan 1915 tarihinden itibaren Marmara’da en az bir denizaltı faaliyet halinde bulunmuştur. Mayıs 1915 ortalarından itibaren ise deniz ikmal yolu, artan denizaltı faaliyetleri yüzünden bütünüyle kullanım dışı kalmış, ikmal ve takviye kara ulaşım hattına bağımlı olmuştur.
Kalıcı olarak asker çıkartılan kumsallar, Seddülbahir bölgesindeki beş kumsalla, Kabatepe kuzeyindeki Arıburnu bölgesidir.
General Sir Ian Hamilton, asıl çıkarmalar dışında iki farklı biçimde yanıltıcı operasyonlar planlamıştı. Göstermelik çıkarmalar yapıldığı gibi, çıkarma yapılacak izlenimi uyandırmak üzere sadece deniz topçusunun hazırlık ateşi açacağı hedefler de belirlenmişti.
25 Nisan sabahı Saros Körfezi açıklarına gelen Birleşik Donanma’ya bağlı Canopus ön-dretnotu, Dartmouth ve Doris Kruvazörleri ile iki destroyer, Bolayır sırtlarını top ateşine tutmuşlardır. Gün boyu süren bu ateşin ardından havanın kararmasına çok az bir süre kalan içleri asker dolu sekiz büyük filika sahile doğru hareket ettiler. Sahile ulaşmadan hava kararmıştı ve karanlıktan yararlanarak gemilere döndüler. Donanma ateşi ve geceye doğru yapılan bu manevra, Osmanlı tarafına bu bölgede gece boyunca çıkarma yapılacağı izlenimi vermiş, bu bölgedeki kuvvetlerini kaydırmaları en azından 24 saat engellenmişti. Esasen planlanan harekât bu kadardı. Fakat gece yarısından sonra gönüllü bir İngiliz Yüzbaşı, sahile iki km. kadar yaklaşan bir filikadan sahile kadar yüzmüş, üç ayrı noktada aydınlatma fişeği ateşleyerek geri dönmüştür.
Seddülbahir Cephesi'ndeki Britanya ve Fransa birliklerinin ilk hedefi Kirte Köyü ve hemen kuzeyindeki Alçıtepe olmuştur.
Bu hedeflerin ele geçirilmesi için ilk müttefik taarruzu olan Birinci Kirte Muharebesi, 28 Nisan 1915 sabahı başlamıştır. Taarruzun sol kanadında iki Britanya tümeni, sağ kanadında ise bir Fransız tugayı taarruza katılmıştır. Osmanlı savunması Britanya taarruzları karşısında tutunurken Fransız kesiminde yarılma noktasına gelmiştir. Cephe komutanı Albay Halil Sami Bey, hatların geri çekilmesi emri vermişken, iki bölüklük bir kuvvet, donanma topçusunun ateşinde bir gedik bularak hatları takviye etmiştir. Bunun üzerine geri çekilme emri derhal geri alınmıştır. Öğleden sonra Yarbay Sabri Bey, iki taburluk bir kuvvetle karşı taarruza geçerek müttefiklerin taarruz gücünü kırmıştır. Gün sonunda müttefikler, taarruz başlangıç hatlarına geri çekilmişlerdir. Toplam zayiat Osmanlı tarafında 2.380, Britanya ve Fransa tarafında ise 3.000 kadardır.
Müttefik kuvvetlerin ikinci taarruzu, 6 Mayıs 1915 sabahı başlayan İkinci Kirte Muharebesi'dir. 8 Mayıs'a kadar süren çatışmalarda Müttefik kuvvetlerin "bağlantı noktası", en soldan taarruz edecek olan bir Britanya tugayıdır. Bu tugay, ilk günkü taarruzunda yoğun bir ateşle karşılaşmış ve ilerleyememiştir. Taarruz |
hattı, en sol kenardan başlayan bu engelle, en sağa kadar durmak zorunda kalmıştır. Sol uç, ilerleyemeyince diğer birlikler de planlanan ileri harekâta girişememişlerdir. Osmanlı ateşinin en yoğun olduğu rapor edilen tepe, donanma ve sahildeki top bataryaları tarafından hallaç pamuğu gibi atıldığı halde, Osmanlı tarafının ateş gücünde bir değişiklik olmamıştır. Balonlarla yapılan hava keşfi de Osmanlı mevzilerinin yerini saptayamamıştır. İkinci gün merkez kesimden, üçüncü gün tekrar sol kanattan yapılan taarruzlar da aynı ateşle kaşılaşarak durmuştur. Üç günlük muharebelerin sonunda müttefik kuvvetler, en fazla 500 metre ilerleme sağlayabilmişlerdi. Müttefik kaybı yaklaşık 7000, Osmanlı kaybı ise 2.000'dir.
Müttefik kuvvetlerin üçüncü taarruzu, 4 Haziran 1915 tarihli Üçüncü Kirte Muharebesi’dir. Donanma topçusunun üç yönden, kara topçusunun ise cepheden geliştirdiği hazırlık ateşi ardından başlayan savaşta, Osmanlı cephesinin sol kanadından taarruz eden Fransız birlikleri yer yer Osmanlı siperlerine girmişlerdir. Yarbay Selahattin Adil komutasındaki Osmanlı 12. Tümeni’nin karşı taarruzluyla bu siperlerden çekilmişlerdir. Sağ kanatta ise Britanya birlikleri Osmanlı siperlerine girmiştir. İkinci Topçu Bataryası komutanı Teğmen Arif Tanyeri’nin, 150 askeriyle ileri çıkıp cepheyi tutmasıyla Osmanlı hatlarının kırılması önlenmiştir. Osmanlı cephesi, Kirte Köyü’ne bir kilometre mesafede sabitlenmiştir. İzleyen 5 Haziran günü Osmanlı 9. Tümeni’nin saldırısı başarılı olmamış, akşam saatlerinde Arıburnu Cephesi’nden kaydırılan Yarbay Hasan Askeri komutasındaki Osmanlı 2. Tümeni'nin taarruzu ise birkaç yüz metre ilerlemiştir. 6 Haziran günü ise küçük çaplı çatışmalarla geçmiştir. Üçüncü Kirte Muharebesi’nde Britanya kayıpları 4500, Fransız kayıpları 2000, Osmanlı kayıpları ise 4.965 yaralı, 52 ölüdür.
Her üç taarruzun başarısız olması üzerine cephe komutanları, İngiliz komutan H. Weston ve Fransız komutan Gouraund, tüm cephe hattında değil de, daha sınırlı bir hattan taarruzu gerekli görmüşlerdir. Böylece gerek piyade, gerekse de topçu unsurları daha dar bir cephede kuvvet merkezi (siklet merkezi) oluşturulacaktı. Planın ilk operasyonu, cephenin en sağ (doğu) bölgesi olan Kerevizdere’de uygulamaya konulmuştur. 18 Haziran’da başlayan topçu ateşi üç gün boyunca sürdürülmüştür. 21 Haziran günü Fransız birliklerinin taarruzuyla başlayan Birinci Kerevizdere Muharebesi’nde Fransız birlikleri, hedefleri olan tepeyi ele geçirmeyi başarmıştır. Muharebelerde Fransız kayıpları 3200, Osmanlı kayıpları ise 6.000 kişidir.
Bir sonraki Zığındere Harekâtı, bu kez cephenin sol kanadından taarruzu öngörmektedir. Zığındere ile sahil arasındaki Zığın sırtı boyunca üç tugayla ve Zığındere’nin karşı yamaçlarından iki tugayla taarruz etmektir. Zığın sırtı Albay Refet Bey’in komutasındaki Osmanlı 11. Tümeni’in savunma bölgesidir. Zığındere ile Kanlıdere arasındaki bölge ise Albay Halil Bey’in Osmanlı 7. Tümen’i tarafından savunulmaktadır. Her iki tümen de tek tugaylıdır. Deniz ve kara topçusunun 26 Haziran’da başlayan bombardımanı üç gün sürmüştür. 28 Haziran’da iki saatlik hazırlık ateşi ardından başlayan taarruz, sağ kesimde Osmanlı siperlerinin tümünde başarılı olmuştur. Bombardıman sonrasında Osmanlı ön hat siperlerinde sağ kalanların tümü yaralı subay ve erattır. 800 metre mesafedeki Kirte Köyü’ne yapılan ileri hareket, topçu ateşiyle durdurulmuş, hemen ardından Osmanlı karşı taarruzları başlamıştır. siperler 30 Haziran 1915 günü sabahına kadar birçok kez el değiştirmiş, sonunda İngilizlerde kalmıştır. Zığın sırtının kuzeyinden 1 Temmuz 1915 günü iki kez yenilenen Osmanlı taarruzu, yoğun topçu ateşi altında etkisiz kalmıştır. 5 Temmuz 1915 tarihinde Albay Hasan Basri Bey’in Osmanlı 5. Tümen’inin Zığın sırtına ve Albay Nicolai’nin komutasındaki Osmanlı 3. Tümen’inin Zığındere’nin doğu yamaçlarına giriştikleri taarruz ise sonuç alamamıştı.
Her iki kanattan yapılan taarruzların ardından bu kez cephenin merkez bölümünde taarruza geçilmiştir. Üç saat süren ve 60.000 bin top mermisinin kullanıldığı hazırlık ateşi ardından 12 Temmuz 1915 sabahı başlayan İkinci Kerevizdere Muharebesi iki gün sürmüştür. Hazırlık ateşi ardından başlayan Britanya taarruzu, hiçbir savunmacının sağ kalmadığı ilk hat siperlerini almış, ikinci hat siperlerinde ise ağır kayba uğrayarak geri çekilmiştir. Öğleden sonra yedekteki İngiliz tugayının giriştiği saldırı, üçüncü hat siperlerine girmişse de Osmanlı karşı taarruzlarıyla yeniden eski konumuna çekilmiştir. İkinci girişilen Britanya taarruzu, Osmanlı topçusunun ateşiyle geri çekilmiştir. Savaş sonunda cephenin en sol yanındaki birkaç siper parçası işgal edilebilmiş, sağ kesimde ise Fransız birlikleri Osmanlı siperlerinde tutunmayı başarmışlardır. İki günlük muharebelerin sonucunda müttefik kayıpları 5.800, Osmanlı kayıpları ise 9.700’dür.
Bu muharebeler sonunda Seddülbahir Cephesi’nde Osmanlı kuvvetlerini atarak ilerlemenin olanaksız olduğu ortaya çıkmıştı. Müttefik kuvvetler komutanı General Hamilton, takviye kuvvetlerle Suvla Koyu’nda bir çıkarma yapmayı planlamıştır. Bu çıkarma harekâtının, Anzak Kolordusu komutanı General W. Birdwood’un önerdiği Sarı Bayır Harekâtı ile aynı tarihte uygulanmasına karar verilmiştir. Ayrıca Osmanlı savunmasının dikkatini yarımadanın güney ucuna çekmek için Seddülbahir Cephesi’nde yanıltıcı bir taarruz planlanmıştı. Kirte Bağları Muharebesi olarak bilinen bu taarruz, 6 Ağustos sabahı Britanya birliklerinin taarruzuyla başlamıştır. İngilizler, ilk hat siperlerine girmiş, ancak karşı taarruzla geri atılmışlardır. Taarruzun ikinci günü girişilen Britanya taarruzları, Kirte Köyü’nün güney batısındaki bir bağ alanının bir bölümünde tutunabilmiştir.
Sınırlı hedeflere yönelik, üstelik de bir yanıltma operasyonu olan Britanya taarruzunun bu denli kayba rağmen başarısız olması üzerine General Sır Ian Hamilton, Seddülbahir Cephesi'nde hiçbir askeri harekâta girişilmemesi emrini vermiştir.
Daha önce yabancı kaynaklardan ve Anzakların anılarından yapılan aktarmalarla nasıl başlandığı ve ilk günleri açıklanan Arıburnu’ndaki Anzak Kolordusunun Nisan’da yaptığı çıkarmanın temel amacı önce, Kabatepe ile KüçükArıburnu arasındaki kumsallık bölgeye çıkmaktı. İlk aşamada Conkbayırı- Kocaçimentepe çizgisi denetim altına alınıp, oradan Maltepe bölgesi ele geçirilecek, böylece, kuzeydeki Türk kuvvetlerinin Güneyde, Seddülbahir bölgesindeki Türk birliklerine yardımı engellenmiş olacaktı.
25 Nisan sabahı savaş gemilerinin, Türk mevzilerini sürekli vuran koruyucu ateş altında, Anzak Kolordusu’nun 1. Tugayından 1500 kişilik ilk hücum dalgası, çıkarma botlarının bir şekilde kuzeye kayması sonucu, saat 05.00’te, Kabatepe bölgesi yerine Arıburnu kesimine çıkmak zorunda kalır.
Bu noktada kıyı gözetlemesi yapan bir Türk takımının direnişine karşın, karaya çıkan Anzak birlikleri belirli bir noktaya kadar ilerler. Diğer taraftan, Bigalı’da bulunan ordu yedeği 19. Tümen, 24-25 Nisan gecesi Conkbayırı yönünde tatbikat yapmakta idi. Gün ağarırken, Arıburnu yönünden top seslerinin gelmesi üzerine, 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, bir çıkarma yapıldığını anlayıp durumu Ordu Komutanına bildirir, ancak bir yanıt alamaz. Durum çok kritiktir. Mustafa Kemal, kıyıda çok zayıf gözetleme ve koruma birlikleri olduğunu düşünerek ve geniş bir sahile yayılmış olan 27. Alayın da, ağır kayıplar verdiği haberini alınca, düşmanın Conkbayırı-Kocaçimentepe çizgisi ve uzantısını ele geçirmesi durumunda, onarılamayacak durumlarla karşılaşacağını kavrar. Ordudan emir gelmemiş olmasına karşın girişimi ele alıp tüm sorumluluğu yüklenerek, 57.Alayı bir batarya ile Kocaçimentepe yönünde harekete geçirir. Kendisi de durumu izlemek üzere Conkbayırı’na çıktığında, Arıburnu kesiminden bazı askerlerin çekilmekte olduklarını ve düşman birliklerinin de bunları izlediklerini görür.
O anı Mustafa Kemal, Ruşen Eşref Ünaydın ile yaptığı görüşme sırasında şöyle anlatmaktadır:
“...Bu esnada Conkbayırı’nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunmasıyla görevli olarak orada bulunan bir müfreze askerin Conkbayırına doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm... Bu askerlerin önüne kendim çıkarak:
— ‘Niçin kaçıyorsunuz?’ dedim.
— ‘Efendim, düşman!’ dediler.
— Nerede?
— ‘İşte!’ diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Gerçekten de düşmanın bir avcı kuvveti 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve tam bir serbestlik içinde ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün. Ben kuvvetleri (geride) bırakmışım, askerler on dakika istirahat etsin diye... Düşman da bu tepeye gelmiş... Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman benim yere gelse kuvvetlerim çok kötü bir duruma düşecekti. O zaman artık bilemiyorum, bilinçli bir düşünme ile midir, yoksa önsezi ile midir, bilmiyorum. Kaçan askerlere:
— Düşmandan kaçılmaz, dedim.
— ‘Cephanemiz kalmadı,’ dediler.
— Cephaneniz yoksa süngünüz var, dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının yetişebilen askerlerinin ‘marş marşla’ benim bulunduğum yere gelmeleri için, yanımdaki emir subayını geriye yolladım. Bu askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an, bu andır...”
Gerçekten de, çekilen Türk askerleri mevzi alınca, karşı taraf ta mevzi alıp duraklar. Böylece, 57. Alay Öncü Bölüğü'nün Conkbayırı’na yerleşmesi için gereken süre kazanılmış olur. İşte bu an, Gelibolu Savaşı’nın kaderini belirleyen önemli anlardan birisidir. Bu husus, Çanakkale Savaşları tarihiyle uğraşan Türk ve yabancı bütün uzmanlar tarafından doğrulanıp vurgulanmaktadır.
Daha sonra, Kolordu Komutanı Esat Paşa'nın izniyle, 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emrine alan Tümen Komutanı Mustafa Kemal, karşı saldırıya geçmek üzere 57. Alay'a şu emri verir:
“Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.”
25 Nisan 1915 günü, vakit ikindiye yaklaşırken, ilk çıkarma kademesi olan |
tümenin sahile çıkışı da tamamlanmıştır. Ne var ki, 27. Alayın birlikleri ve 57. Alayın yaptığı karşı saldırı ile süngü hücumları sonucu Anzaklar çok sayıda kayıp vermiş ve sahile çekilmişler, kritik ve endişeli anlar yaşamaktadırlar. Gene de gün batarken, Anzak Kolordusu’nun sahile çıkan Tümeni, Arıburnu’nun sarp yamaç ve tepelerinde yerleşme olanağı bulur. Bu tarihten başlayarak harekat, 1915’in Ağustos ayına kadar dört ay boyunca, Conkbayırı- Kocaçimentepe-kabatepe bölgelerinde, tarafların karşılıklı saldırı ve özellikle gece yapılan süngü hücumlarıyla, yakın boğuşmalar şeklinde ve çok kanlı çarpışmalarla geçecektir. Bu çarpışmalar sırasında Türkler de, Anzaklar da ağır kayıplar vermişlerdir. Ağustos ile birlikte ise savaş şiddetli çarpışmalara dönüşür. Tıpkı Seddülbahir’de olduğu gibi, Anzak ordusu da taarruz hedeflerine varamamış, çıktıkları yerlerde 3–4 km'lik bir mesafe ilerleyip, boşaltmaya kadar da o noktada kalmışlardır.
Her iki cephedeki kanlı çatışmalar ardından 1915 yılının Temmuz ayı sonlarında cepheler kilitlenmiş, çatışmalar mevzi harbine dönüşmüştü. Gelibolu Yarımadasında bir sonuç elde edebilmek için İngiliz General Sir Ian Hamilton, daha kuzeyde üçüncü bir cephe açmak gereği duymuştur. Burada amaç, sert direnme gösteren her iki cephedeki Osmanlı kuvvetlerinin geri hattını kuşatmaktır. Hamilton, üçüncü cepheyi Küçük ve Büyük Kemikli burunları arasındaki Suvla kumsalına, takviye olarak gelen Britanya 9. Kolordusu’nu çıkartarak açmıştır. 6 Ağustos 1915 tarihinde Suvla Koyu'na yapılan çıkarmayla Gelibolu Savaşı bu bölgeye kaymış, Arıburnu'ndaki Anzak Kolordusu ile Suvla çıkarma kuvvetleri, dolayısıyla bu iki cephe birleşmiştir. Gelibolu Yarımadası'nın Müttefik kuvvetlerce tahliyesine kadar asıl çatışmalar bu bölgede olmuş, yarımadanın güneyindeki Seddülbahir Cephesi, kayda değer bir çatışmaya sahne olmamıştır.
5-6 Ağustos gecesi başlayan çıkartma gün boyu sürmüştür. Suvla/Anafartalar Ovası’na hakim ilk kademe sırtlardaki üç Osmanlı taburu, çıkarma birliklerinin ileri harekâtını durdurmayı başarmıştır.
İngiliz 9. Kolordusu’nun genel bir taarruz için düzen alması, 8 Ağustos tarihini bulmuştur. 9. Kolordunun kaybettiği bu zaman içerisinde Osmanlı 7. ve 12. Tümenleri cepheye yetişerek stratejik noktaları tutmuş, 9 Ağustos 1915 günü şafakta iki Britanya tümeni taarruz için ilerlemeye başladığı sırada Kurmay Albay Mustafa Kemal Bey’in de taarruzu başlamıştı. Osmanlı taarruzu, önlerindeki Britanya kollarını atarak ilerlemiş, öğleden hemen sonra Britanya 9. Kolordusu komutanı General Stopford, ihtiyatta tuttuğu tümeni ateş hattına sürerek sahilde tutunmayı ancak başarabilmiştir.
Birinci Anafartalar Savaşı’nın hemen ertesi günü, 10 Ağustos 1915 sabahı Albay Mustafa Kemal, Kocaçimen Tepesi – Conk Bayırı hattına giderek burada yeni bir taarruz yapmıştır. Albay Ali Rıza Bey komutasındaki 8. Tümen ve Yarbay Cemil Bey komutasındaki 9. Tümen’in taarruzlarıyla müttefik cephesi 500-1.000 metre geri atılmıştır.
Bu bölgedeki Osmanlı taarruzunun başladığı saatlerde daha kuzeyde, Britanya 53. Tümen’i Yusufçuk Tepe ve daha kuzeydeki Küçük Anafartalar Sırtı yönünde taarruza geçmişti. Yoğun topçu ateşleri ardından dört kez yenilenen taarruzlar gün boyu sürmüş olup iki Osmanlı taburunun savunması, mevzileri korumayı başarmıştır.
Son muharebeler sonunda Arıburnu Cephesi'nde Anzak kuvvetleri eski hatlarına çekilmiş, Anafartalar Cephesi'nde ise Suvla Ovası'nın sahil bandından kalmışlardı. Özellikle bu bölgede, hakim sırtlardaki Osmanlı mevzilerinin ateşi altında kalmakta idiler. Müttefik kuvvetler üst komutanı General Sır Ian Hamilton, bu sırtların en azından kuzey kesimini oluşturan Tekketepe yükseltilerinin bir an önce ele geçirilmesinin gerekliliğini bilmektedir. Bu amaçla sahile yeni çıkartılmış olan 54. Tümen ile bu sırtlara taarruz kararı vermiştir. Bu tümenin bir taburunca 12 Ağustos 1915 tarihinde girişilen ve Tekketepe Muharebesi olarak bilinen taarruz, Osmanlı savunması önünde ağır kayba uğrayarak sonuçsuz kalmıştır.
Bu taarruzun başarısızlığı üzerine General Hamilton, taarruzu daha kuzeye kaydırarak 12. Tümen'i sağ yandan çevirmeyi amaçlayan bir taarruz planlamıştır. Bu taarruz Kireçtepe ve Kireçtepe sırtlarının işgal edilmesini amaçlamaktadır. Böylece 12. Tümen kanat kırarak Tekketepe'den çekilmek zorunda kalacak, bu yükselti bu suretle Britanya kuvvetlerinin eline düşecektir.
Kireçtepe sırtları, Suvla Koyu'na çıkarma yapıldığı 6 Ağustos 1915 tarihinden itibaren Bursa Jandarma Taburu ve Yüzbaşı Kadri Bey komutasındaki Gelibolu Jandarma Taburu tarafından tutulmaktadır. Üç tugaydan oluşan Britanya birlikleri 15 Ağustos 1915 günü taarruza geçmiştir. Ağır kayıplara Yüzbaşı Kadri Bey'in ağır şekilde yaralanması da eklenince tabur geri çekilmiş, Kanlıtepe - Havantepe hattında yeniden mevzi almıştır. Akşam saatleri bölgeye ulaşan bir taburluk takviye ile karşı Osmanlı kuvvetleri karşı taarruza geçmiştir. Çatışmalar gece boyu sürmüş, 16 Ağustos sabahı bölgeye gelen Mustafa Kemal, taarruzu kendisi yönetmiştir. Kısa süre sonra Britanya birlikleri eski hatlarına geri çekilmişlerdir.
Aynı gün, başarısız bulunan Britanya 9. Kolordusu komutanı General Stopford ve iki tabur komutanı, General Hamilton tarafından görevden alınmıştır.
Hemen ardından Seddülbahir Cephesi’ndeki Britanya 29. Tümeni Anafartalar Cephesi’ne aktarıldı. Mısır’da bulunan 5.000 kişilik bir tümen de aynı cepheye getirildi. Bu şekilde içerden ve dışarıdan takviye edilen Anafartalar Cephesi’ndeki kuvvetlerle genel bir taarruz planlandı. Müttefik taarruzu, Anafartalar Grup Komutanı Kurmay Albay Mustafa Kemal’in sorumluluk bölgesinde, 12. ve 7. Tümenlerin mevzilerine yönelmiştir.
Bu kuvvetler 21 Ağustos 1915 sabahı İsmailoğlu ve Yusufçuk Tepelerine genel bir taarruza geçtiler. Aynı anda Anzak Kolordusu ve İngiliz 29. Tümeni'ne bağlı birlikler de Bomba Tepe’ye "(Hill 60)" taarruz etmiştir. İsmailoğlu ve Yusufçuk Tepeleri’ne yönelik taarruz aynı gün, kesin bir başarısızlıkla son bulmuştur. Bomba Tepe’deki çatışmalar ise 29 Ağustos tarihine kadar sürmüş, İngiliz ve Anzak birliklerinin bazı Osmanlı siperlerini ele geçirmiş olmasına rağmen tepenin zirvesi Osmanlı savunmasının elinde kalmıştır.
Kayacık Ağılı Muharebeleri olarak da bilinen Bomba Tepe taarruzu, Çanakkale Savaşının son büyük muharebesidir. Yarımada'da bu tarihten sonra ciddi bir çarpışma yaşanmamış, muharebeler siper savaşı şeklinde devam etmiştir.
Savaş, İkinci Anafartalar Muharebesinden sonraki aylarda siper savaşları şeklinde sürmüştür. İki tarafın da taarruz gücü kalmamıştı. Müttefikler açısından bu dönem bir kararsızlık dönemidir. Onca kayıptan sonra Gelibolu’yu tahliye etmek kolay verilecek bir karar değildir. Taarruz için de General Ian Hamilton’un değerlendirmelerine göre en az ellibin askerlik bir takviye gerekmektedir. Ancak 14 Ekim 1915 günü Bulgaristan, İttifak Devletleri safında savaşa girerek Sırbistan’a saldırmıştır. Bu gelişme müttefiklerin Çanakkale seferinin varoluş nedenlerinden birinin ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Çünkü bu sefere kalkışılmasının nedenlerinden biri de Balkan ülkelerinin İtilaf Devletleri safında savaşa girmesini teşvik etmekti. Üstelik Bulgaristan’ın Osmanlı Devleti ile Müttefik olması, Alman İmparatorluğu ile Osmanlı Devleti arasında kara bağlantısını, dolayısıyla savaş malzemesi nakliyatını büyük ölçüde kolaylaştıracaktır. Nitekim 29 Ekim 1915’de İstanbul’la Almanya arasındaki demiryolu hattı İttifak Devletleri’nin kontrolüne geçmiştir. Bu demiryolu bağlantısının ilk en acı belirtisi de Avusturya’dan gönderilen ve cephede 15 Kasım 1915 tarihinde ateşe başlayan 240 mm’lik top bataryasıdır.
Bu tarihten üç gün sonra General Ian Hamilton görevden alınarak yerine General Charles Monro atanmıştır. Monro cephede yaptığı incelemelerin ardından 3 Kasım 1915’de Birleşik Krallık Yüksek Savunma Konseyi’ne cephe hakkındaki görüşünü, “Gelibolu tahliye edilmelidir” şeklinde bildirmiştir. Bu kolay alınacak bir karar değildir. 6 Kasım 1915 günü Birleşik Krallık Savaş Bakanı Lord Kitchener Gelibolu’ya gelmiştir. 15 Kasım’da Lord Kitchener’in kararı Seddülbahir Cephesi dışındaki diğer iki cephedeki askerlerin tahliye edilmesi yönündedir. Ertesi gün 16 Kasım’da Müttefiklerin Selanik Cephesi de General Monro’ya bağlanmıştır. General Birdwood, General Monro’ya bağlı olmak üzere Gelibolu Müttefik Kuvvetleri Komutanlığı’na atandı.
Kesin karar 7 Aralık 1915 tarihinde verilmiştir. Arıburnu ve Anafartalar Cepheleri’ndeki Müttefik kuvvetler, Selanik Cephesi’ne kaydırılacak, Seddülbahir Cephesi’ndeki kuvvetler ise yerlerinde kalacaktı.
Tahliye işlemleri 10 Aralık 1915 tarihinde başladı. Gizlilik sağlanması amacıyla tahliye sadece geceleri yapılmıştır. Bir grup asker gündüzleri sahile çıkarılıyor, cepheye doğru yürüyüşe geçiyorlardı, bu askerler geceleyin tahliye ediliyor ertesi gün yine sahile çıkarılıyordu. Sahile indirilen boş cephane sandıkları katırlarla siperlere taşınıyordu. Son birlikler, postallarının üstüne çorap giyerek siperlerinden ayrılıp sahile yürüdüler. Götürülemeyen malzemeler sahilde ateşe verildi. Osmanlı siperleri altına kadar uzanan tünellerde toplam bir ton kadar dinamit yerleştirildi ancak birkaç yer haricinde bu lağımlar ateşlenmedi. 19 Aralık 1915 akşamı son asker de cepheden ayrıldı.
Anafartalar ve Arıburnu Cephelerinin tahliyesinin hemen ardından Lord Kitchener’in, Seddülbahir Cephesi’ndeki birliklerin yerinde kalması yönündeki kararı, “ne amaçla kalması” açısından sorgulanmaya başlanacaktır. Sonuçta, 27 Aralık 1915 tarihinde bu bölgenin de boşaltılmasına karar verilir. Kuşkusuz bu hatalı bir gecikmeydi. 20 Aralık’tan itibaren Osmanlı tarafı, hiç olmazsa Seddülbahir Cephesi’ndeki Müttefik askeri varlığını elden kaçırmamak için mevcut kuvvetleri güney hattına kaydırmaya başlamıştır. özellikle 240 mm’lik ve daha sonra gelen 150 mm’lik top bataryaları Seddülbahir Cephesi’nde konuşlanıp ateşe başlamışlardı. Yine de büyük bir ustalıkla sürdürülen tahliye işlemleri 9 Ocak 1916 sabahı, saat 03:20’de tamamlanmıştır. Otuzaltıbin asker, dörtbin nak |
liye hayvanı –gemilere alınamayan yüzlerce at, kuzeyde olduğu gibi, öldürülmüştü- 127 top ve ikibin ton ikmal malzemesinden taşınabilenler, gemilere yüklenmişti. Taşınamayan malzeme ise yine kuzeyde olduğu gibi sahilde büyük yığınlar halinde ateşe verilmişti.
Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinin ertesinde, 6 Kasım 1918’de İngilizler Gelibolu’yu işgal ederek Merkez Tahkimatı’na el koymuşlardır.
Mareşal Liman Von Sanders, 25 Nisan akşamından itibaren diğer bölgelerdeki Osmanlı birliklerini Arıburnu ve Seddülbahir Cephelerine kaydırmaya başlamıştı. 28 Nisan 1915 tarihinde Seddülbahir Cephesi’nde de tüm Müttefik askeri karaya çıkartılmıştı ve ileri hareketleri Osmanlı birlikleri tarafından durdurulmuştu. General Sır Ian Hamilton’un elindeki tüm kuvvet budur ve ihtiyatı da yoktur. Osmanlılar ise diğer bölgelerden kaydırdıkları kuvvetlerce takviye edilmektedirler. Her geçen gün, Hamilton’un harekâtı başarıyla sonuçlandırma olanağını sınırlamaktadır. Gerek İngiliz gerek Fransız üst rütbeli subayları, Batı cephesinden kuvvet aktarılmasına karşı çıkmaktadırlar. Gelibolu harekât alanına, ikinci öncelik verilmektedir. Ancak Lord Kitchener Gelibolu’daki birlikleri takviye etmeye karar vermiştir. Mısır’daki 42. Tümen 28 Nisan da gemilere bindirilmeye başlandı. Fransızlar da 30 Nisan da General Bailloud komutasındaki 156. Tümen’i, Doğu Sefer Kolordusu’nun 2. Tümen’i olarak Gelibolu’ya gönderme kararı almıştır. Oysa Alman Amiral von Tirpitz daha gerçekçi değerlendirmelerde bulunmakta, “Çanakkale Boğazı düşecek olursa savaş aleyhimize sonuçlanmış olacaktır” demektedir.
Müttefiklerin Gelibolu Seferi'ne eklenen yeni takviyelerle üçüncü bir cephe açılmasına karşın kara harekâtı Müttefikler açısından bir sonuç getirmemiş, Osmanlı kuvvetlerinin direnci karşısında cepheler yeniden kilitlenmiştir. Bulgaristan'ın 14 Ekim 1915 tarihinde İttifak Devletlerine katılmıştır. Almanya ile Osmanlı arasında Balkanlar üzerinden bir demiryolu hattı 29 Ekim tarihinde işlemeye başlamıştır.
Bu tarihten üç gün sonra General Ian Hamilton görevden alınarak yerine General Charles Monro atanmıştır. Monro cephede yaptığı incelemelerin ardından 3 Kasım 1915’de Birleşik Krallık Yüksek Savunma Konseyi’ne cephe hakkındaki görüşünü, “Gelibolu tahliye edilmelidir” şeklinde bildirmiştir. Bu kolay alınacak bir karar değildir. 6 Kasım 1915 günü Birleşik Krallık Savaş Bakanı Lord Kitchener Gelibolu’ya gelmiştir. 15 Kasım’da Lord Kitchener’in kararı Seddülbahir Cephesi dışındaki diğer iki cephedeki askerlerin tahliye edilmesi yönündedir. Ertesi gün 16 Kasım’da Müttefiklerin Selanik Cephesi de General Monro’ya bağlanmıştır. General Birdwood, General Monro’ya bağlı olmak üzere Gelibolu Müttefik Kuvvetleri Komutanlığı’na atandı.
Kesin karar 7 Aralık 1915 tarihinde verilmiştir. Arıburnu ve Anafartalar Cepheleri’ndeki Müttefik kuvvetler tahliye edilerek Selanik Cephesi’ne kaydırılmış, Seddülbahir Cephesi’ndeki kuvvetler ise yerlerinde kalmışlardır. Bu cephedeki kuvvetlerin tahliyesine 27 Aralık 1915 tarihinde karar verilmiştir. Tahliye işlemleri 9 Ocak 1916 sabahı tamamlanmıştır. Böylece Gelibolu Muharebeleri Osmanlı kuvvetlerinin zaferiyle sonuçlanmıştır.
Çanakkale Cephesi'nin deniz harekatı, kuşkusuz sıradan bir askeri harekat ya da muharebe olayı değildir. Boğazlar, konumu ve tarihi önemi itibarıyla, İstanbul Karadeniz kapısı, Çanakkale de Ege denizi kapısı olarak, geçmişte taşıdıkları ve çağımızda taşımakta oldukları stratejik önem ve değer açısından daima birlikte mütalaa edilmiş ve edilmektedir. Her iki boğaz, klasik ve dar çerçevede sadece Akdeniz’i Karadeniz’e, Avrupa'yı Asya'ya bağlayan su geçitleri ya da köprüler değil, Akdeniz’in öteki önemli su geçitlerinden Cebelitarık ve Süveyş kanalı ile de bütünleşerek, dünyanın büyük denizlerinden Atlas okyanusu ve Hint Okyanusu gibi büyük kıta kara parçalarını birbirine bağlayan, daha geniş anlamdaki jeopolitik konumuyla, dünya siyaset ve iktisadiyatı üzerine olan etkilerini bugün de korumaktadır. Bu nedenlerledir ki, Türk Boğazları, uluslararası ilişkilere yön vermede daima odak noktası olmuşlardır.
Tarihin eski dönemlerinden beri ön planda, Avrupa ülkeleri ve Asya ülkeleri arasında başlamış olan ekonomik, ticari ve siyasi ilişkilerle, askeri hareketler, sürekli olarak Boğazlar bölgesinde cereyan etmiştir. Başka bir deyişle boğazlar, dünyanın diğer parçalarında pek görülmemiş ardı arkası kesilmeyen mücadelelere sahne olmuştur. Boğazların tarihin akışı içindeki stratejik durumu ve jeopolitik konumuyla ilgili yukarıdaki kısa açıklamaların ışığı altında, Çanakkale Muharebelerinin sonuçları üzerindeki değerlendirmeler, kuşkusuz daha bir önem ve anlam taşıyacaktır. Böylesine bir değerlendirmenin daha gerçekçi ve sağlıklı olabilmesi ise, büyük devletlerin Türk Boğazları üzerindeki ulusal emellerine kısaca da olsa, bir göz atılmasını gerektirir Yine Birinci Dünya Harbi öncesinin başlıca büyük devletlerinden Almanya’nın, "Drang Nach Osten" (doğuya doğru) politikası, Rusya’nın ılık denizlere ulaşma emelleri; Birleşik Krallık'ın, “denizlere egemen olan dünyaya hakim olur” teorisine dayanarak, özellikle XIX. yüzyıldan bu yana güttüğü Rusya’nın Akdeniz’e çıkmasını engelleme siyaseti, hep Türk boğazlarında düğümlenmektedir.
Boğazların bu tartışma götürmez önemi konusunda Napolyon "İstanbul bir anahtardır. İstanbul'a egemen olan dünyaya hükmedecektir. Eğer Rusya, Çanakkale Boğazı’nı ele geçirecek olursa, Tulon, Napoli ve Korfu kapılarına dayanmış olacaktır" demekle, Fransa’nın Boğazlar üzerindeki duyarlılığını açık seçik ortaya koymuş olmaktadır. Rusya’nın görüşüyse, Genelkurmay Başkanı Pyotr Kropotkin'in bir raporunda; XX. yüzyılda Rusya’nın en önemli işinin, İstanbul Boğazı’nı ele geçirmek olduğuna işaretle, Osmanlı Devleti’ni, boğazı Rusya’ya bırakmaya hazırlamalı ve Almanya ile anlaşma yapmalıdır” şeklinde ifadesini bulmaktadır. Büyük devletlerin Boğazlar üzerindeki kısaca açıklanan bu emelleri, onları kendi aralarında da gizli birtakım mücadelelere yöneltmiştir. Nitekim, Rus Dışişleri Bakanı Sazanof, Çar tarafından da onaylanan bir raporunda; “Boğazların güçlü bir devletin eline geçmesi, tüm Güney Rusya’nın ekonomik hayatının, o devletin egemenliği altına girmesidir” demekte ve bu durumun önlenmesi için, İstanbul’un alınmasını önermektedir. Öte yandan Kasım 1911’de Rusya’nın, Osmanlı Hükümeti’ne Boğazlar üzerindeki istekleriyle ilgili bir notasından haberdar edilen İngiltere ve Fransa, Rus isteklerini reddetmişlerdir. Keza Rusya’nın bu ve buna benzer çeşitli tarihlerdeki yinelenen daha birçok istek ve baskılarının birbirini izlemesi, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda Merkez Devletleri safına kaymasında büyük bir etken olmuştu. İşte Boğazlar üzerindeki bu gizli çıkar çatışmalarıdır ki, İngiliz ve Fransızlar’ı İstanbul’u almaya ve Ruslar’dan önce Karadeniz Boğazı’na el atmaya yöneltmiş ve Çanakkale Cephesi’nin açılmasında başlıca etken olmuştur. Ruslara silah ve malzeme yardımı sorunuysa, savaşın sadece görünüşteki nedenini oluşturmuştur.
Böylece büyük devletlerin Türk Boğazları üzerindeki tarihi emellerini ortaya koyarken, bu devletlerden İngiltere’nin bu cephenin açılmasında birinci derecede aktif rol aldığını da belirtmek doğru olur. Nitekim İngiliz Donanma Bakanı Churchill, cephenin açılmasında büyük çaba göstermiş ve etkili olmuştur.Gerçekten o, bu cephenin açılmasının baş mimari olmuş, Türklerin askeri gücünü ciddiye almamış, olayı basit ve sadece “sınırlı bir cezalandırma hareketi” olarak görmüştü. En güçlü ve modern silahlarla donatılmış zırhlılarının Boğaz’da görünüvermesiyle, Türklerin direnmekten vazgeçeceğini sanmıştı. Kuşkusuz bu büyük bir yanılgıydı. İngilizler, Çanakkale’deki Türk savunmasını ve askerini sadece matematiksel ölçülere vurup, onun yüksek manevi gücünü görmezlikten gelerek, büyük bir hesap hatasına düştüler ve sonunda, önce denizde, sonra da karada hiç de beklemedikleri amansız cevabı aldılar.Böylece onlar, zaferi Boğaz’da, Türk top ve mayınlarına, karada Türk süngüsüne bırakarak çekilip gittiler. Anlaşma Devletleri’nin Çanakkale serüveni bu suretle noktalandıktan sonra, yukarıdaki açıklamaların ışığı altında, Türkiye ve uluslararası politika ve diplomasi tarihi açısından ortaya koyduğu önemli sonuçları da şöylece özetlemek mümkün olur.
Çanakkale Savaşları, ilgili bütün ulusları derinden etkilemiştir. Her yıl çıkarmanın yıl dönümü olarak 25 Nisan'da Anzak Günü adıyla anma törenleri düzenlenir ve o gün Avustralya ile Yeni Zelanda'da ulusal tatildir. Ayrıca Avustralyalı ve Yeni Zelandalılar o gün toplanarak Gelibolu Yarımadası'ndaki Anzakların (ANZAC: Australian and New Zealand Army Company) çıkarma yaptıkları Anzak Koyu'na gelerek atalarının savaştıkları bu yeri ziyaret ederler.
Çanakkale Savaşları, özellikle de Avustralya ve Yeni Zelanda'yı etkilemiştir. Bu savaştan önce bu iki ülkenin vatandaşları Britanya İmparatorluğu'nun yenilmez üstünlüğünden emindiler ve böyle bir imparatorluğun onları askeri seferlere çağrısından büyük onur duymuşlardı. Ancak Gelibolu Savaşı onların bu büyük güvenini derinden sarsmıştır. Anzaklar için Gelibolu Savaşı'nın önemi çok büyüktür, Gelibolu'dan ayrılan Anzaklar savaşın başka cephelerinde savaşmaya gönderilmişler ve gittikleri her yeri Gelibolu'yla karşılaştırmışlardır. Avustralya Federasyonu 1 Ocak 1901'de kurulmuş, Avustralyalılar on yıllık bir süreçte seçme ve seçilme ile temsil edilme haklarını elde etmişlerse de ülkenin gerçek psikolojik bağımsızlığı Gelibolu olarak görülür.
Canberra'da Kemal Atatürk Memorial ve Yeni Zelanda'nın Wellington'un Tarakina Koyu'nda Atatürk Memorial adında anıtlar dikilidir. Yine Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Britanya ve Fransa donanmalarının geri püskürtüldüğü 18 Mart tarihi, "Çanakkale Şehitlerini Anma Günü" olarak ilan edilmiştir. Dünyada ise bu savaş, askeri beceriksizlik ve felaket sembolü olarak sayılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk'ün 1934 Anzak törenleri sebebiyle gönderdiği mesaj ülkeler arası dostluğu pekiştirmiştir:
2015 yılında Çanakkale savaşının 100. yılı dolasıyla birçok e |
tkinlik ve törenler düzenlendi. 24 Nisan 2015 tarihinde 17 yabancı devlet başkanı ve 5 başbakanın da katıldığı törenler düzenlendi. 1 Ağustos 2015 tarihinde 750 sporcunun katıldığı etkinliklte Anzak Koyu'nun 1915 metre açığından yüzerek kıyıya Dünya barışı için yüzdüler.
Pardus (işletim sistemi)
Pardus (yazıldığı gibi okunur), Türkiye'de TÜBİTAK tarafından geliştirilen bir Linux dağıtımı olan işletim sistemi. Planlamasına 2003 yılında başlanmış olup ilk kararlı sürümü 27 Aralık 2005’te yayınlanmıştır.
Pardus adı, Anadolu Parsı'nın bilimsel adı olan "Panthera pardus tulliana"'dan gelmektedir.
Pardus, ilk sürümden 2011.2 sürümüne kadar herhangi bir başka Linux dağıtımı temel alınmadan kendine özgü projelerle geliştirilmiş olup 2013 yılında yayınlanan Pardus 2013 sürümü ile beraber Debian tabanına geçilmiştir. 2011 yılı son aylarından itibaren TÜBİTAK bünyesinde yeniden yapılanma çalışmaları neticesinde yönetici ve geliştirici ekip dağıtılarak tasfiye edilmiştir. 2012 yılında TÜBİTAK, Pardus projesi için tekrar geliştirici istihdam etmiş ve o güne kadar Pardus projesi kapsamında geliştirilmiş olan PİSİ paket yönetim sistemi, ÇOMAR yapılandırma yöneticisi, YALI kurulum aracı, Müdür açılış sistemi, Kaptan ilk ayar sihirbazı ve diğer irili ufaklı tüm projeler terk edilerek Debian tabanına geçilmiştir. Kararlı sürümü 25 Ocak 2013'te yayınlanan "Pardus 2013 Anadolu Parsı" sürümüyle beraber artık Pardus, Debian tabanlı bir Linux dağıtımı haline gelmiştir. Terk edilen eski Pardus projeleri ise gönüllüler tarafından yürütülen Pisi Linux projesi kapsamında sürdürülmektedir. Ayrıca yine gönüllüler tarafından yürütülen Pardus Topluluk Sürümü projesinin web sayfasında eski Pardus araçlarının Debian tabanı üzerinde kullanılabilmesi için çalışmalar yürütüldüğü ve kullanılması mümkün olan bazı araçların ileride Pardus Topluluk Sürümüne dahil edilebileceği bildirilmektedir.
Pardus, 2013 sürümü ile beraber artık bireysel kullanıcılara yönelik resmi bir sürüm yayınlamamakta, "Kurumsal", "Sunucu" ve "Fatih projesi" sürümü olmak üzere 3 ayrı sürümü yayınlanmaktadır. Pardus 2013 sürümünden itibaren bireysel kullanıcılara yönelik resmi bir sürümü bulunmamakla birlikte TÜBİTAK tarafından "Pardus" isminin kullanımı için izin verilen, TÜBİTAK'tan bağımsız bir topluluk tarafından Pardus Topluluk Sürümü adı altında bireysel kullanıma yönelik bir sürümü yayınlanmaktadır.
2003 yılının önemli bir bölümünde TÜBİTAK tarafından ulusal bir dağıtımın gerekliliği, dünyada benzer uygulamalar, yazılım sanayisinin mevcut durumu ve eğilimleri araştırıldı. Ülkenin bilgi teknolojisi alanındaki insan kaynağı, yerel yazılım sanayisinin yetenekleri ve rekabet unsurları incelendi. Tüm bulgular ışığında, 2003 yılı yazında, bir ulusal işletim sistemi dağıtımı oluşturmanın yerinde bir karar olduğu sonucuna varılarak somut düzeyde planlama işine girişildi.
Mevcut işletim sistemleri, başta Linux olmak üzere incelendi, açık kaynak yazılım metodolojisi (yöntem bilimi) ve felsefesi ayrıntılı olarak çalışıldı. Hedef, bir dağıtım oluşturmanın ötesinde, bu dağıtımı sürekli kılabilecek düzenlemeci yapıyı da kurmak olduğundan yazılım sanayisinde, özellikle açık kaynak çerçevesinde, kullanılabilecek iş örnekleri irdelendi.
Bu incelemeler sonrasında, 2003 yılı sonbaharında, Linux temelli, açık kaynaklı, olabildiğince GPL lisanslama yöntemini kullanan bir işletim sistemi dağıtımı oluşturulmasına karar verildi.
Pardus Projesi'nin hayata geçmesi, 2004 yılı başında teknik ekibin çekirdeğinin oluşturulmasıyla başladı. Bu aşamada Türkiye'nin Linux geçmişi, mevcut ve planlanan dağıtımlar, açık kaynak ve Linux camiası ve girişimleri de göz önüne alınarak, var olan bilgi birikimi ve deneyimden en üst düzeyde yararlanmanın yolları arandı. Sonuçta ulusal işletim sistemi geliştirilmesinde görev alması en uygun kişiler Türkiye'nin dört bir yanından seçilerek TÜBİTAK/UEKAE bünyesinde bir araya geldiler.
2004 yılının önemli bir kısmı teknik seçeneklerin değerlendirilmesi ile geçti. Farklı Linux dağıtımları incelendi, mevcut dağıtımlardaki eksiklikler, olası gelişim alanları, yapılması gerekenler ve bunların iş gücü ve kaynak gereksinimleri irdelendi. Hedef kitlenin kim olacağı üzerinde beyin fırtınaları yapıldı, bunun sonucu olarak yol haritası seçenekleri belirlendi.
2004 yılı ekim ayında bu teknik değerlendirmeler sonuçlandı ve yayınlanan Proje Ana Sözleşmesi ile amaç, yöntem ve takvim belirlendi. Pardus'un “bilişim okur-yazarlığına sahip bilgisayar kullanıcılarının temel masaüstü ihtiyaçlarını hedefleyen” bir işletim sistemi olmasına, “mevcut Linux dağıtımlarının üstün taraflarını kavram, mimari ya da kod olarak kullanmasına”, ancak “otonom sisteme evrilebilecek bir yapılandırma çerçevesi ve araçları ile kurulum, yapılandırma ve kullanım kolaylığı sağlamasına” karar verildi.
Teknik hedefi ve yöntemi belirlenen tasarı hızla ilerlemeye başladı ve 1 Şubat 2005 tarihinde ilk ürün olan Pardus Çalışan CD 1.0 yayımlandı. Tasarının amaçları ve teknik yaklaşımı hakkında Linux camiası ve kullanıcıları bilgilendirmeyi amaçlayan Çalışan CD (canlı CD) beklenenin üzerinde ilgi gördü. Sonrasında geliştirme daha çok özgün yenilik tasarılarına yoğunlaştırıldı ve nihayet 27 Aralık 2005'te Pardus'un ilk kurulabilir sürümü olan Pardus 1.0, ağ üzerinden yayımlanmaya başlandı. Pardus 2011.2 sürümüne kadar kendine özgü PİSİ paket yönetim sistemini kullanan özgün bir Linux dağıtımı olarak yoluna devam etti.
2011 yılının son aylarından itibaren TÜBİTAK bünyesinde yeniden yapılanma çalışmaları neticesinde proje yöneticileri ve geliştirici ekip dağıtılarak tasfiye edildi. İdari ve teknolojik olarak köklü değişiklikerlerin yaşandığı bu süreçte son sürüm olan Pardus 2011 sürümünün bakımı yapılmadı. Mevcut sürümlerin bakımlarının ve yeniden yapılanma çalışmalarının içeriği konusunda resmi açıklamaların yapılmaması Pardus kullanıcıları arasında projenin sona erdiğine dair haberlerin yayılmasına neden oldu. Ocak 2012'de Pardus 2011 bireysel sürümününe güncelleme desteğinin sona erdiği, e-posta listeleri üzerinden duyuruldu.
2 Mart 2012'de projenin resmi sitesinden 23-24 Mart 2012 tarihlerinde “Pardus’un Yarını Çalıştayı” adında, projenin yeniden nasıl sürdürüleceğine dair bir çalışma yapılacağı açıklandı. Sadece davetlilere açık olan çalıştayda, Pardus hakkında kararlar alacak bir kurul oluşturulmasına ve bu kurulun aşağıdaki üyelerden oluşmasına karar verildi.
Ayrıca kurul üyelerinin kendi temsil ettikleri topluluklardan seçim yoluyla belirleneceği ve Pardus’un en önemli hedefinin en iyi Türkçe desteği veren işletim sistemi haline gelmek olduğu belirtildi.
19 Haziran 2012 tarihinde ULAKBİM Başkanı Dr. Ahmet Kaplan ve Pardus Proje Yöneticisi Abdullah Erol projenin hedeflerini açıkladıkları bir basın toplantısı düzenlediler. Abdullah Erol'un proje yöneticisi olduğu bu toplantı ile kamuoyu tarafından öğrenildi. Toplantıda özetle FATİH Projesindeki akıllı tahtalarda Pardus kullanılacağı, yeni bir kurumsal sürüm hazırlandığı, sunucu ve mobil sürümler yapılacağı ve özel sektörle işbirliklerine gidileceği belirtildi. Bu vaatler Pardus topluluğu tarafından şüphe ile karşılandı. Abdullah Erol 2016 yılı Ağustos ayında FETÖ soruşturmaları kapsamında görevinden alındı.
Pardus danışma kurulu ilk toplantısını 29 Haziran 2012 tarihinde Ankara'da ULAKBİM'de yaptı. Ancak toplantıdan bir gün önce projenin bir Debian derlemesini bazı ekran görüntülerini değiştirerek Pardus 2011 adı altında FATİH projesi kapsamındaki akıllı tahtalara yüklediği ve okullara dağıttığı ortaya çıktı.
Toplantıda TÜBİTAK'ın mevcut sözleşmeleri ve taahhütleri gereği akıllı tahtalara yüklemek ve bazı kurumlardaki masaüstü bilgisayarlardaki Pardus sürümlerini hızlıca güncellemek için Debian dağıtımını kullandığı, Pardus için geliştirilen PİSİ gibi projelerin bu yeni Debian sürümüne eklenemediği, akıllı tahtaların da Pardus ile çalıştırılamadığı için Debian kullanıldığı, bu işlemler için Vestel firması ile işbirliği yapıldığı öğrenildi. (Oysa CEBİT 2011'de Pardus çalıştıran bir akıllı tahta sunulmuştu ) Ayrıca Danışma Kurulu'nun henüz resmi olarak kurulmamış olduğu, bunun için TÜBİTAK bilim kurulunun yetki devri işlemi yapması gerektiği ortaya çıktı . Bu şartlar altında üyeler TÜBİTAK'ın onaylanmasını istediği bazı kararları (Debian sürümü hakkında) onaylamadı ve kurulun resmi oluşumunun tamamlamasının beklenmesine karar verildi. Ayrıca Pardus hakkında kararları vereceği çalıştayda tespit edilmiş olan Danışma Kurulu toplanmadan ve kamuoyuna bilgilendirme yapılmadan TÜBİTAK'ın Pardus'un yeni sürümünde Debian'ı kullanmaya karar vermiş olması ve toplantının kurulun resmi oluşumu açısından daha erken yapılmamış olması, Pardus topluluğunda şaşkınlıkla karşılandı. Ancak TÜBİTAK danışma kurulunu bir daha toplamadı ve bu kurul işlev kazanamadı.
2012 yılı ilk yarısında Fatih Projesi kapsamında okullara gönderilen etkileşimli tahtalarda Pardus logolu Debian işletim sisteminin kullanıldığı görüldü. 2012 yılı ikinci yarısında TÜBİTAK yeni geliştiriciler istihdam ederek yeni sürüm hazırlıklarına başladı. 25 Ocak 2013'te Debian tabanlı ilk kararlı Pardus sürümü ""Pardus 2013 Anadolu Parsı"" adı ile yayınlandı. Böylece Pardus projesi kapsamında 2012 yılına kadar geliştirilmiş olan Pardus'a özgü PİSİ paket yönetim sistemi, ÇOMAR yapılandırma yöneticisi, YALI kurulum aracı, Müdür açılış sistemi, Kaptan ilk ayar sihirbazı ve diğer irili ufaklı tüm projeler terk edilerek tamamen Debian tabanına geçilmiş oldu. Ayrıca 2013 yılının ilk aylarında Tübitak geliştiricilerinin üye olduğu, destek kanalı olarak tanıdığı ve onayladığı topluluk sitesi parduslinux.org açıldı.
2013 yılında yayınlanan Pardus 2013 sürümü ile beraber Debian tabanına geçilmiştir. Debian tabanına geçilmeden önce Pardus projesi kapsamında üretilen belli başlı özgün projeler aşağıda listelenmiştir. Bu projeler ile ilgili teknik dökümanlara developer.pardus.org.tr adresinden ulaşabilir.
Pardus'un, Pardus 2013 sürümünden itibaren "Kurumsal", "Sunucu" ve "Fatih" sürümü olmak üzere 3 ayrı sü |
rümü bulunmaktadır. Kurumsal sürüm, kurum ve kuruluşların ihtiyaçları göz önüne alınarak hazırlanmıştır. Fatih sürümü ise FATİH Projesindeki akıllı tahtalarda kullanmak üzere hazırlanmıştır.
Pardus'un 2013 sürümünden itibaren bireysel kullanıcılara yönelik resmi bir sürümü bulunmamakla birlikte TÜBİTAK tarafından "Pardus" isminin kullanımı için izin verilen, TÜBİTAK'tan bağımsız bir topluluk tarafından Pardus Topluluk Sürümü adı altında bireysel kullanıma yönelik bir sürümü yayınlanmaktadır. Pardus'un resmi web sayfasında; Pardus Topluluk Sürümü'nün, ev kullanıcılarının ihtiyaç duyabileceği çeşitli yazılımları barındırdığı belirtilerek, indirme bağlantıları sunulmaktadır.
Pardus 2013 sürümü öncesindeki dönemde ise; bireysel kullanıcılara yönelik ""2000 serisi sürümler"" ile kurumsal kullanıcılara yönelik ""Pardus Kurumsal"" sürümleri adı altında iki farklı sürümü yayınlanmıştır.
Pardus, Google'ın öğrencilerle staj ve kendini geliştirme imkânı ile tasarılara geliştirici ve katkı sağlamayı amaçladığı açık kaynak tasarısı Google Summer of Code'a 2008 ve 2009 olmak üzere iki kere katılmıştır. Bu organizasyona ilk katılan Türk tasarısı Pardus olmuştur.
Bazı dönemlerde Pardus hakkındaki gelişmeleri halka duyurmak ve tasarıya olan ilgiyi arttırmak amacıyla CeBIT Eurasia Bilişim Fuarı'na katılım sağlanmaktadır. 2006, 2008, 2009, 2010, 2011,2013 ve 2014 fuarlarında Pardus standı kurulmuştur.
2014 yılında bu etkinlikte yer alınmıştır.
Bu etkinliğe Gümüş sponsorluk ile katkıda bulunulmuş ve Pardus standı kurulmuştur.
Yabancı dillerde bazı Pardus incelemeleri
Herbert Spencer
Herbert Spencer (27 Nisan 1820 - 8 Aralık 1903), İngiliz filozof ve sosyolog.
1820 yılında Derby'de doğmuştur. Babası George, geleneklere uymayan, Anglikan mezhebine bağlı olmayan bir okul öğretmeniydi. Babası da dahil olmak üzere birçok aile üyesi öğretmen olan Spencer, kırk yaşına kadar hiçbir eğitim görmemiştir. Garip bir gururla, "Ne çocukluğumda, ne de gençliğimde, hiç İngilizce dersi almadım, şu ana kadar gramer konusunda tek bilgim yok" demiştir. Sistematik bir eğitim almamasına, okumayı fazla sevmemesine karşın birçok bilim dalında binlerce fikir ortaya atmış ve "evrim" teorisinde Charles Darwin'in bir numaralı rakibi olmuştur.
1851'de yazdığı ilk kitabı "Toplumsal Statik", insan haklarının gelişimini, ve bireysel özgürlüklerin savunusunu evrimsel bir teoriyi temel alarak açıklar. 1858'de evrim teorisini biyoloji bilimi ile sınırlamayıp, bu teoriyi bütün bilimlere uygulamak fikri kafasında belirdi. Sağlık sorunları nedeniyle günde sadece birkaç saat yazabiliyor olmasına, ve maddi durumunun kötülüğüne rağmen, 1862'de dokuz ciltlik şaheseri "Statik Felsefe"'yi yazmaya başladı.
Statik felsefe kısaca birçok farklı bilim dalına evrim teorisini uygulamayı konu alır. Bu şaheserin en çok dikkat çeken, ve Spencer'ın da üzerinde en çok çalıştığı bölüm, sosyoloji'ye evrim teorisinin uygulanmasını, toplum evrimini inceleyen, "Sosyoloji İlkeleri" adlı 3 cilttir. "Biyolojinin İlkeleri" , ve "Ahlâkın İlkeleri" bu şaheserin üzerinde en çok konuşulan ve kuşkusuz bilim dünyasına en çok katkıda bulunan diğer bölümleridir.
1858'de evrim teorisini biyoloji bilimi ile sınırlamayıp, bu teoriyi bütün bilimlere uygulamak fikrini uygulamaya koyar. 1862'de dokuz ciltlik Sentetik Felsefe'yi yazmaya başladı. Sentetik Felsefe, kısaca birçok farklı bilim dalına evrim teorisini uygulamayı konu alır. Bu kitabın en çok dikkat çeken ve Spencer'ın da üzerinde en çok çalıştığı bölüm, sosyolojiye evrim teorisinin uygulanmasını, toplum evrimini inceleyen, "Sosyoloji İlkeleri" adlı 3 cilttir. Spencer, ahlaki ve siyasal inançlarını, çağdaşı olan Toplumsal Darwinciler gibi bir Doğa felsefesi zemininde geliştirmeye çalıştı. Darwin'in doğal evrim teorisinin ve bu teoriden önce kendisinin türettiği "uyum yeteneği” doğal seçilimin toplumsal hayatta uygulamasında başı çekti. Spencer'a göre, tıpkı doğada verilen var olma mücadelesinde "uyum yeteneği en çok olan"ın hayatta kalması gibi, toplumda yaşanan rekabet de en iyi olanın ortaya çıkmasını sağlayabiliyordu.
Spencer, toplumların tıpkı canlı organizmalar gibi işlediğini de öne surdu. Toplumlar ne kadar karmaşıklaşırsa parçaların karşılıklı bağımlılığı da o ölçüde artıyordu. Doğal bir özellik olarak kendi dengelerini sağladıkları için, kendi üyelerinin daha ileri düzeyde evrim için mücadele etmelerine ihtiyaç duyarlar. Ancak mücadele feodal toplumda askeri bir form kazanırken, Spencer, sanayileşmiş toplumda rekabet ve iş birliği bileşiminin bu formun yerini almasını gerekli görür. Ayrıca, evrimin özel çıkarları genel faydaya dönüştürerek bir tur "görünmez el" gibi işlediğini düşünür. Evrimin en uzun vadeli yönelimi egoizmden özgeciliğe doğrudur. Süreç içinde toplumsal hayat, toplumsallaşmanın en yüksek düzeye ulaşmasıyla bireysellikte en büyük gelişimi sağlayacaktır.
1870'lerde ve 1880'lerin başında özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve İngiltere'de ünü doruk noktasına varmıştı. 1902'de Edebiyat dalında Nobel Ödülüne aday gösterildi. Birçok ödülü ve övgüyü çoğu zaman reddetti. Uzun bir hastalık döneminin ardından 1903'te vefaat etti.
Herbert Spencer geniş bir alana yayılmış farklı türdeki bilgileri uyumlu bir şekilde birleştirerek Viktorya çağına damgasını vuran kişilerden olmuştur. Evrim kuramının gelişiminde ve kabulunde en az Charles Darwin kadar büyük bir rol oynamış, bugün evrim kuramını açıklarken kullanılan birçok terimi de ilk kez kullanan kişi, o olmuştur.
İran
İran (Farsça: ), resmî adı İran İslam Cumhuriyeti (Farsça: ) / Cu"mhuri-ye İslâmi-ye İran", Güneybatı Asya'da ülke. Güneyde Basra Körfezi ve Umman Körfezi, kuzeyde ise Hazar Denizi ile çevrilidir. Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Irak, Pakistan, Afganistan ve Türkmenistan ile kara sınırına sahiptir. Başkenti Tahran'dır. Resmî dili Farsçadır. Anayasasının 12. maddesine göre ülkenin resmî dini İslam resmî mezhebi İsnâaşeriyye Şiiliği'dir.
İran, MÖ 4000'lere dayanan tarihi ve var olan yerleşmeleriyle dünyadaki en eski sürekli uygarlıklardan birine ev sahipliği yapmaktadır. Tarih boyunca İran Avrasya'daki merkezî konumu nedeniyle jeostratejik öneme sahip olmuştur ve bir bölgesel güçtür.
İran BM, Bağlantısızlar Hareketi, İslam İşbirliği Teşkilatı ve OPEC üyesidir. İran siyasal sistemi 1979'da kabul edilen anayasaya göre oluşturulan birkaç karmaşık yönetim yapısına göre işlemektedir. En yüksek devlet makamı şimdiki Ayetullah Ali Hamaney'in üstlendiği İran dinî liderliğidir (Velayet-i Fakih).
İran, uluslararası enerji güvenliği ve dünya ekonomisinde geniş petrol ve doğal gaz kaynakları sonucu önemli bir konuma sahiptir.
İran sözcüğünün kökeni, Sanskritçe "Aryan" sözcüğünden gelir.
"İran" (ایران) sözcüğü modern Farsçaya, Zerdüştlük'ün kutsal kitabı Avesta'da yer alan bir Proto-İrani terim olan "Aryānām"'dan girmiştir."Ariya-" ve "Airiia-" kelimeleri aynı zamanda Ahameniş İmparatorluğu yazıtlarında etnik bir atıf olarak yer almıştır. Orta Farsça'dan gelen "Ērān" terimi, Pehlevî dili'nde "ʼyrʼn", Nakş-ı Rüstem'deki I. Ardeşir'in taç giyme törenini gösteren kabartmanın yanındaki yazıtta bulunmuştur. Bu kabartmaya eşlik eden Partça dilindeki yazıtta İran,"aryān" olarak ifade edilirken, bu yazıtta, kralın sanı Orta Farsça "ērān" kelimesini (Pehlevî dilinde,"ʼryʼn") içermektedir. I. Ardeşir'in zamanında "ērān" ifadesi "devlet"ten çok insanları kastederek bu anlamını korudu.
Bu yazıtta İran halklarına atfen kullanılan "ērān" kelimesine rağmen, "ērān" ifadesinin imparatorluk coğrafyasını ifade etmek için kullanılması Sâsânî hanedanlığının ilk döneminde de görülmüştür. I.Şapur'un -Ardeşir'in oğlu ve halefi- bir yazıtında açıkça "Ērān" bölgelerinin içine İranlıların yerleşmediği Ermenistan ve Kafkasya'yı da dâhil etmiştir.Kartir kitabelerinde yüksek rahip, "Anērān"'ın egemenliği altındaki bölgeleri gösteren listede aynı bölgeleri saymıştır."ērān" ve "aryān" kelimelerinin ikisi birden, (İranlı) Aryanların ülkesi anlamına gelen Proto-İran dilindeki "Aryānām" teriminden gelmektedir. Airyanem Vaejah kelimesi ve kavramı aslında İran'ın ülke isminde (Edebi olarak Aryanlar'ın ülkesi anlamında), aynen "Aryānā" kelimesinin modern Farsça karşılığı olan Iran ("Ērān") gibi korunmuştur.
Ülkenin adı M.Ö. 6. yüzyıldan 1935'e kadar Pers İmparatorluğu, Acemistan gibi isimlerle bilinirken, o yıl Rıza Şah uluslararası topluluktan "İran" adını kullanmalarını istemiştir. Birkaç yıl sonra bu isim değişikliğinin ülkenin geçmişiyle arasındaki bağı kopardığını iddia eden bilimadamları protesto gösterileri yapmış, 1959'da Muhammed Rıza Pehlevî her iki ifadenin resmî olarak birlikte ve birbirinin yerine kullanılabileceğini açıklamıştır.
1979'daki İran İslâm Devrimi'nden itibaren ülkenin resmi adı "İran İslâm Cumhuriyeti" olmuştur.
İran, 1.648.195 km²’lik yüzölçümüyle Türkiye'nin komşuları arasında yüzölçümü Türkiye'den büyük olan tek komşu ülke, aynı zamanda yüzölçümü açısından, Libya'dan sonra ve Moğolistan'dan önce gelen Dünya'nın 18. büyük ülkesidir. Ülkenin yüzölçümü kabaca Birleşik Krallık, Fransa, İspanya ve Almanya yüzölçümü toplamlarına eşit ya da Alaska'nın yüzölçümünden çok az küçüktür. Kuzeybatıda Azerbaycan ile (432 km/268 mi) ve Ermenistan ile (35 km/22 mi) uzunluğunda; kuzeyde Hazar Denizi; kuzeydoğuda Türkmenistan ile (992 km/616 mi) uzunluğunda; doğuda Pakistan (909 km/565 mi) ve Afganistan ile (936 km/582 mi) uzunluğunda ve batıda Türkiye ile (499 km/310 mi) uzunluğunda ve Irak ile (1.458 km) uzunluğunda ve son olarak güneyde Basra Körfezi ve Umman Körfezi ile sınırlara sahiptir. İran'ın yüzölçümü 1.648.000 km²'dir.
İran'da Hazar Denizi ile Huzistan kıyıları arasında İran platosu bulunmaktadır. Dünya'daki en dağlık ülkelerden biridir, coğrafyası çeşitli havza ve platoları biririnden ayıran halı gibi serilmiş sıradağlar ile biçimlendirilmiştir. Kafkas, Zagros ve Elburz sıradağları ile nüfusun yoğun olarak bulunduğu Batı bölgesi en dağlık kesimdir; en son belirtilen sıradağlar içinde yer alan Demavent Dağı 5.604 m yüksekliğiyle yalnız İran'ın değil Hinduk |
uş Dağlarının batısındaki Avrasya topraklarının en yüksek dağıdır. Yükseklikleri yer yer 5.000 metreye yaklaşan bu dağ sıraları iç bölgelerde çok sert bir kara ikliminin yaşanmasına neden olur. Hatta bu bölgelerde geniş çöl alanları bulunur.
Ülkenin doğusunun büyük kısmında, kuzey orta bölgesinde ülkenin en büyük çölü olan Kebir Çölü ("Deşt-i Kebir") ve güneyinde ise Lut Çölü ("Deşt-i Lut") gibi çöl havzaları olmak üzere bazı tuz gölleri bulunmaktadır. Bunun nedeni dağ sıralarının bu bölgelere yağmur bulutlarının ulaşmasını engelleyecek kadar yüksek olmasıdır. Büyük ovalar yalnızca Hazar Denizi kıyısında ve Basra Körfezi'nin kuzey ucunda İran'ın Şatt-ül-Arap (Arvand Rūd) nehri deltasındaki sınırları boyunca bulunmaktadır. Küçük, düzensiz ovalar ise Basra Körfezi'nin Hürmüz Boğazı ve Umman Körfezine bakan kıyılarındadır.
İran'ın iklimi çoğunlukla kurak veya yarı kurak ve Hazar Denizi kıyısında subtropikaldir. Ülkenin kuzey sınır bölgesinde kış aylarında sıcaklıklar neredeyse donma noktasının altına düşer ve iklim yıl boyu nemli kalır. Yaz sıcaklıkları nadiren 29 °C'yi aşar (85 °F).
İran'ın iklim şartları, kuzeybatısında Irak ve Türkiye sınır bölgelerinde yer alan topografik ve dağlık yapısı nedeniyle, ülkede bitki örtüsü olarak bozkır ve orman bulunur. Ülkenin kuzeybatısındaki dağlık bölgede kavak, Söğüt ve Meşe ağaçları bulunur.
İran'ın ekonomisini tarım, turizm, alışveriş Doğal gaz ve petrol ihracatı oluşturmaktadır.
İran'ın kültürü İslâm dini ve geleneksel Türk, Fars ve Arap kültürü etrafında biçimlenmiştir. Buna karşın, İran'ın çeşitlilikler içinde yüksek bir kozmopolit toplum ve canlı bir kültüre sahiptir. İslâm etkisi Türk, Fars ve Arap kültürünün müzik, giyim, mutfak ve yaşam tarzında görülebilmektedir.
Fars, Arap ve Türk mutfağı tutulmakta olup, ülkenin her yerinde döner lokantalarından İran otellerinin lüks lokantalarına kadar her yerde bulunabilmektedir. Hızlı yiyecekler, Fars, Arap, Türk ve Batı mutfakları da çok popüler olup, geniş miktarda bulunabilmektedir. Fars, Arap ve Türk mutfağı birbirleriyle binlerce yıllık etkileşimle günümüze gelmiş gayet zengin ve farklı bir mutfaktır. Mutfağın temel malzemeleri kuzu eti, yöresel baharatlardır, pirinç ve bulgurdur. Bu nedenle İran mutfağı ağır yemeklerden oluşur. Mutfağın temel bileşenleri Kebaplar, lahmacunlar, etli yemekler ve hamurlu tatlılar olup, Dünya'nın her yerinde tanınmakta ve tercih edilmektedir. Fast-Food tarzı Batı kültürünün de arttığı bu devirlerde, fast-food ile yarışabilir hızlı hazırlanabilen bir mutfaktır.
İran'da giyim bakımından bir zorlayıcılık yoktur. İnsanlar istedikleri kıyafeti giyebilmektedirler örneğin: yöresel kıyafetler veya batı tarzı kıyafetler. İran'da insanların birçoğu yöresel Arap kıyafeti olan kandura ve Kürt kıyafeti giyerler. Bu giyim biçimleri, İran'ın çok sıcak ve nemli veya çok soğuk olan iklimine göre degişmektedir. Ama kadınlar başlarına; tülbent, eşarp veya şal takmak zorundadır.
Yapılan araştırmalara göre İran nüfusunun %61'ini Farslar, %16'sını Azerî Türkleri, %10'unu Kürtler, 6%'sını Lurlar, %2'sini Belûcîler, %2'sini Araplar ve %2'sini Kaşkay Türkleri ve diğer Türkmen gruplar oluşturur.
İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Salihi'nin Ocak 2012 tarihinde verdiği demece göre İran nüfusunun %40'ı Türkçe konuşmaktadır. (Türkmence, Azerîce, Kaşkayca vs.) Ama İran'daki Azeriler ve Türkmenler, İran anayasasının 15. maddesinde mahalli dillerin öğrenimi serbest denilmesine rağmen okul ve üniversitelerde Türkmence ve Azerice öğrenmek ve dillerini yaşatma hakkından mahrumdurlar.
İran nüfusunun dinî yapısının %90'ını Şiî Müslümanlar, %8'ini Sünnî Müslümanlar, kalan %2'sini ise diğer dinlere mensup insanlar Ahli-Hak, Bahâîler, Sâbiîler, Hindular, Hristiyanlar (Ermeniler (İsfahan), Keldânîler, Ortodoks Gürcüler), Musevîler, Sâbiîler, Yezîdîler ve Zerdüştler (Yezd civarı) oluşturmaktadır. Hindu, Keldani ve Sâbiîlik inançlarıa bağlı topluluklar azdır. İran'da dinî azınlıkların inanç özgürlüğü anayasal güvence altına alınmış olup azınlık temsilcilerine (Ortodoks Hristiyanlık, Musevîlik ve Zerdüştlük) Meclis'te koltuk ayrılmıştır. İran hükümeti tarafından "sapkın bir inanç" olarak nitelendirilen Bahâîlik ise yasak olup bazen sert kovuşturmalara uğramaktadır.
Ülkenin resmî mezhebi olan Şiîlik ve 12 İmam (İsna Aşeriye) inancı, ülkenin özellikle orta ve kuzey kısımlarında güçlüdür. Sünnilik inancıysa ağırlıklı olarak ülkenin kuzeybatısındaki Kürtler ile Pakistan sınırındaki Belûcilerde ve Horasan eyaletinde yerleşik Türkmen aşiretlerinde yaygındır.
81.824.270'luk (Temmuz 2015) nüfusa sahip olan ülke, hem etnik hem de mezhepsel bakımdan büyük çeşitlilik göstermektedir. Genel nüfusun %60'ı İrani denilen karakteristiğe sahiptir. Ülkenin kuzeybatısında, "İran Azerbaycanı" olarak adlandırılan bölge ve etrafında; Doğu Azerbaycan Eyaleti'nin Ahar, Bunab, Merend, Sarab, Shabestar, Tebriz; Batı Azerbaycan Eyaleti'nin Hoy, Maku, Miyandoab, Nakadeh, Salmas, Takab, Urmiye; Erdebil Eyaleti'nin Erdebil, Meskinşehr, Parsabad; Hamedan Eyaleti ve Zencan Eyaleti'nde yaşayan Türkler İran'da Farslarla beraber en büyük etnik topluluktur.
Azeriler dışında Kaşkaylar, Fars Eyaleti: Abadeh, Faraşbend, Firuzabad, Kazerun, Semirom ve Şiraz'da, Türkmenler ise Gülistan Eyaleti'nde Bender-i Türkmen'de ve Günbed-i Kavus yaşamaktadır.
Bunun dışında Bahtiyarîler ve Belûciler gibi Fars kökenlilerden başka etnik topluluklar da ülke nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturur. Çoğunluğu Sünni olan ve Irak sınırına yakın bölgede yoğun olarak yaşayan Kürtler de 5.000.000 yaklaşan nüfuslarıyla önemli bir etnik topluluktur. Kürtler, resmi mezhebin Caferîlik olması sebebiyle sisteme entegre olamamışlardır.
İran platosu boyunca bulunan onlarca tarih öncesi kalıntı M.Ö. dördüncü binyılda, Mezopotamya yakınlarında ortaya çıkan en erken uygarlıklardan yüzyıllar önce antik kültürlerin ve yerleşim yerlerinin varlığına işaret etmektedir.
Proto-İranlılar ilk olarak Hindu-İranlıların ayrılmasını takiben ortaya çıkmışlar ve izleri Baktria- Margiyana Arkeoloji Bölgesine kadar takip edilmektedir.Aryan, (Antik İran halkları) toplulukları M.Ö. üçüncü veya ikinci binyılda İran platosuna; büyük olasılıkla birden fazla göç dalgası ile gelmiş ve yerleşmişlerdir. Proto-İranlıların "Doğu" ve "Batı" diye gruplara ayrılması göçe bağlı olarak meydana gelmiştir.
M.Ö. birinci milenyumda Medler, Farslar, Baktrialılar ve Partlar batı bölgesinin nüfusunu oluştururken, Karadeniz'in kuzey steplerini Kimmerler, Sarmatlar ve Alanlar yerleşmişti. Diğer topluluklar Hindistan yarımadası kuzeybatı sınırındaki dağlık kesimde ve bugün Belûcistan denilen bölgede yerleşmişlerdir. İskit toplulukları gibi diğer topluluklar batıda Balkanlara doğuda ise Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ne kadar yayılmışlardır. Avesta dili "c." M.Ö. 1000 ortaya çıkan Zerdüştlük'ün kutsal kitabı Avesta'nın kutsal ilahi ve kurallarını bir araya getirmek için kullanılmış eski bir İrani dildir. Zerdüştlük, 7. yüzyıla kadar Ahameniş İmparatorluğu ve sonraki İran imparatorluklarının devlet diniydi.
İran'ın bir millet ve imparatorluk (M.Ö. 625–M.S. 559 ) olarak, Büyük Kiros Medler ve Persler'den Ahameniş İmparatorluğu'nu (M.Ö. 559–330) oluşturacak birleşik bir imparatorluk kurana ve daha ilerde insanlar ve kültürler arası bir birleşme olana dek zamanının en büyüğü olmak üzere birleşmesi, Medler ile başlar. Kiros'un ölümünden sonra, oğlu Cambyses fetihlerine Mısır'da önemli yerleri ele geçirerek devam etmiştir. Ölümünü taht kavgası izlemiştir ve kraliyet ailesinden gelmemesine rağmen I. Darius (M.Ö. 522-486 arasında hüküm sürmüştür) kral ilan edildi. I. Darius antik İran krallarının en büyüğü olarak kabul edilmiştir.
Büyük Kiros ve I. Darius yönetiminde Pers İmparatorluğu o zamana kadar insanlık tarihindeki en büyük imparatorluk haline gelmiştir. Pers İmparatorluğu'nun sınırları doğuda İndus Nehri ve Ceyhun nehrinden batıda Akdeniz'e uzanıyor Anadolu (günümüz Türkiye'si) ve Mısır'ı kapsıyordu. Atina M.Ö. 499'da Sardes'in yağmalanması ile sonuçlanan Milet'teki bir isyana destek vermiştir. Bu, M.Ö. 5. yüzyıl boyunca süren Yunan-Pers Savaşları olarak bilinen savaşları çıkartacak ve Yunanlara karşı bir Ahameniş harekatına neden olacaktır. Yunan-Pers savaşları sırasında Persler bazı büyük üstünlükler ele geçirmişler ve M.Ö. 480'de Atina'yı yıkıp yerle bir etmişlerdir. Ancak Yunanların bir dizi zaferinden sonra Persler çekilmek zorunda kalmışlardır. Savaşlar M.Ö. 449'da Callias Barışı ile sona ermiştir.
Ahamenişlerin en büyük çalışması imparatorluğun kendisiydi. Zerdüşt'ün öğretilerinden kaynaklanan kurallar ve ahlak insan hakları, eşitlik ve köleliğin yasaklanmasına dayandırılan politikaları geliştiren ve uygulayan Ahamenişler tarafından sıkı bir şekilde takip edilmiştir. Zerdüştlük, Ahamenişler zamanında ve Kiros tarafından Babil'de özgür bırakılan sürgün edilmiş Yahudilerin ilişkileriyle, daha çok tanıtıldı ve İbrahimi dinleri etkiledi. Aristo, Eflatun ve Sokrates tarafından belirlenen Atina'nın Altın Çağı sırasında Yunanların Pers İmparatorluğu ve Orta Doğu ile temasları oluşurken Ahamenişlerin hüküm sürmüşlerdir. Orta Doğu ve Güneydoğu Avrupa halklarına sağlanan barış, asayiş, güvenlik ve zenginlik tarihte nadiren görülen bir dönemi oluşturmuş; bu dönem ticaretin bu oranda arttığı tek dönem olmuş ve bölge insanlarının yaşam standartları yükselmiştir.
Büyük İskender Ahameniş topraklarını, son Ahameniş İmparatoru III. Darius'u M.Ö. 333'te Issus Savaşı'nda yenerek imparatorluğuna kattı. Ölümünden sonra çatışmalara ve imparatorluğun bölünmesine yol açacak bir kararla ele geçirdiği Ahameniş topraklarının çeşitli bölümlerini ordusunun üst düzey komutanlarının yönetimine bırakarak 328–327'de bu topraklardan ayrıldı. 700 yıl sonra hüküm süren Sâsânî İmparatorluğu'na kadar (aşağıdaki bölüme bakınız) bu topraklarda tek bir devlet yönetimi kurulamadı.
Part İmparatorluğu M.Ö. 3. yüzyılın başlarında Yunan Selevkos İmparatorluğu'nu yendikten sonra İran platosunu tekrar birleştiren ve yöneten ve aynı zamanda M.Ö. 150 ve M.S. 224 arası Mezopotamy |
a'yı kontrol eden Arsasid Hanedanı (اشکانیان Ashkâniân) tarafından idare ediliyordu. Partlar antik İran'ın üçüncü yerli halkından olan hanedanıydı ve beş yüzyıl hüküm sürdüler.
Medler'in, Asurlular'ın, Babil'in ve Elam'ın topraklarının ele geçirilmesinden sonra Partlar kendi imparatorluklarını düzenlemek zorunda kaldılar. Bu ülkelerin eski elit tabakasından olan herkes Yunan'dı ve yeni egemenler eğer hükümranlıklarını sürdürmek istiyorsa kendi geleneklerini bunlara uydurmak zorundaydılar. Sonuç olarak, şehirler eski antik haklarını korudu ve sivil yönetimler ancak belli oranda rahatsız edildiler.
Partlar doğuda, Roma'nın genişlemesini (orta Anadolu'da) sınırlandırdığı için Roma İmparatorluğu'nun baş düşmanlarıydı. Partlar zırhlı ve ağır silahlı ve hafif silahlı ancak hareketli atlıları kullanarak kendi topraklarını yaklaşık 300 yıla yakın bir süre savundular. Roma'ın en sevilen generali Marcus Antonius M.Ö. 36'da Partlılar'a karşı, sonucunda 32.000 asker kaybedeceği büyük bir sefer düzenledi. Roma İmparatoru Augustus zamanında Roma ve Part İmparatorluğu aralarındaki sorunları diplomasi aracılığıyla çözüyordu. Bu gelişmeler sırasında Partlar kendi ordularında Marcus Antonius'tan ve M.Ö. 53'te Harran'da "müthiş bir bozguna" uğrattıkları Marcus Licinius Crassus'den elde ettikleri deneyimlerle o dönem çok takdir edilen Roma Lejyon standartlarına, "altın kartallar"a göre bir düzenlemeye gittiler.
İmparatorluk düzeninin gevşediği ve son kralın imparatorluğun vasallarından biri olan I. Ardeşir tarafından yenilmesi üzerine Part İmparatorluğu M.S. 224'te sona erdi. I. Ardeşir Sâsânî İmparatorluğu'nu kurdu. Ülkeyi ekonomik ve askeri alanda reformlarla geliştirmeye başladı. Sâsânîler Ahamenişler tarafından çizilen sınırlar içinde, onlara "Erânshahr" veya "Iranshahr", "", "Aryanların Ülkesi" İranlılar diye atıfta bulunarak, başkentleri Tizpon olmak üzere imparatorluklarını kurdular. Romalılar arka arkaya I. Ardeşir,I. Şapur ve II. Şapur ile girdikleri savaşları kaybettikleri için çok sorun yaşadılar. Sâsânî hükümranlığı döneminde Roma İmparatorluğu'na karşı kazanılan zaferler Roma'da o kadar büyük bir karamsarlık yarattı ki tarihçi Cassius Dio şunları yazmıştır:
Part ve daha sonra Sâsânî devrinde İpek Yolu üzerindeki ticaret Çin, Mısır, Mezopotamya, İran, Hindistan ve Roma medeniyetlerinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır ve modern Dünya'nın temellerinin atılmasına yardımcı olmuştur. Partlılardan geriye kalan kalıntılar bazı açılardan klasik Yunan etkileri taşır ve çoğunlukta kendi oryantal anlayışlarını sergiler; "Part sanat ve yaşamını ifade eden kültürel farklılığın" açık bir ifadesi olarak. Partlılar, Avrupa Romanesk mimarisini andıran ve muhtemelen bu mimariyi etkilemiş olduğu Tizpon'da örnekleri görülen Part stili mimari tasarımların yaratıcılarıydılar. Sâsânîlerin yönetiminde İran Çin ile ilişkilerini geliştirdi, Sâsânî sanatı, müziği ve mimarisi büyük atılım gerçekleştirdi ve Nizip Okulu ve Gundeşapur Akademisi gibi dünya çapında tanınan bilim ve araştırma merkezleri oluşturuldu.
Bu dönemde batıda Hıristiyanlığın, doğuda Budizm ve Manicilik gibi dinlerin yayılması sonucunda Zerdüştlük İran birliğinin sağlamlaştırılması için ulusal bir devlet dini olarak örgütlendi. Ayrıca yine bu dönemde yazılı kültüre geçilmiştir. Kutsal metinlerin derlenmesinden oluşan enderzler, Zerdüştlüğün kutsal kitabı olan Avesta, dini ya da din dışı gelenekler ve İran'ın ulusal destanı sayılan Şehname bu dönemde kaleme alınmıştır. M.S. 630'larda başlayan Müslüman Arap akınları Sâsânî egemenliğine 651 yılında son vermiş ve İslâmiyet'i İran'da yaymıştır.
632'de Arap yarımadasından Sâsânî İmparatorluğu'na saldırılar başladı. İran El Kadisiye Savaşı'nda İran'ın İslâmî Fethi'ne yol açacak şekilde yenildi.
İran'ın İslâm devleti tarafından fethinden sonra İran Emevîler'in yönetimine girdi. Fakat İran tam anlamıylada İslamlaşmadı. Ancak İran'ın İslamlaşması İran toplumunun kültürel, bilimsel ve siyasî yapısı içinde derin dönüşümlere neden oldu: Olgunlaşmış İran edebiyatı, felsefesi, bilimi ve sanatı yeni oluşan İslâm medeniyetinin ana öğeleri haline geldi. Kültürel, politik ve dinî olarak İran'ın İslâm medeniyeti'ne eklemlenmesi çok büyük önem taşımaktadır. Son tahlilde İran'ın katkısı İslâm'ın Altın Çağı'nın oluşmasında çok etkili olmuştur.
Ebû Müslim Horasanî, Emevîleri Şam'dan çıkardı ve Abbâsîlerin Bağdat'ı fethetmesine yardım etti. Abbasi halifeleri, sıklıkla vezirlerini İranlılardan seçerdi ve İranlı valilerin ciddi anlamda yerel otonomi yetkileri vardı.
822'de Horasan Valisi Tahir bağımsızlığını ilan etti ve yeni bir Pers hanedanlığı olarak Tahirîler hanedanlığını kurdu. Samanîler döneminde İran'ın bağımsızlığını kazanma çabaları daha da güçlendi.
İran'da araplaştırma denemeleri hiçbir zaman başarılı olamamıştır ve İranlılar için Shuubiyah gibi akımlar Arap istilacılarla ilişkilerde bağımsızlıklarını kazanma konusunda işleri kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı görevi görmüştür. Abbâsîler sonrası dönemin kültürel canlanması İran ulusal kimliğinin yeniden su yüzüne çıkmasına yol açmıştır. Bu kültürel akım 9. ve 10. yüzyıllar sırasında zirve yapmıştır. Bu akımın en açık etkisi Perslerin dili ve İran'ın resmî dili olan Farsçanın günümüze kadar sürekliliğinin sağlanmasıdır. İran'ın en güçlü epik şairi Firdevsi Farsçanın günümüzde yaşamasının en önemli destekçisi olarak kabul edilmektedir.
Bir sessizlik döneminden sonra İran ayrı, farklı ve değişik bir öğe olarak İslâm'ın içinde belirdi. İslâm'ın fethinden sonra İran felsefesi, eski İran felsefesi, Yunan felsefesi ve gelişen İslâm felsefesi ile geliştirdiği değişik ilişkilerle farklılaşacaktır.İşrakilik ve Aşkınlık Felsefesi o dönemin İran'ında iki ana felsefe geleneği olarak kabul edilmekteydi.
Gazneli Mahmut başkenti İsfahan ve Gazne olan büyük bir imparatorluk kurduğunda bu akım başarıyla 11. yüzyıla ulaşmış oluyordu.
Takipçileri olan Selçuklular egemenlik alanını Akdeniz'den Orta Asya'ya kadar genişletti. Kendilerinden önce gelenler gibi imparatorluğun divanı, Nizamiye'yi oluşturan İranlı vezirlerin elindeydi.
Bu dönemde İranlı yüzlerce araştırmacı ve bilim adamı teknoloji, bilim ve tıbba, daha sonra Avrupa Rönesansının doğuşunu destekleyecek şekilde çok büyük katkı sağladı.
1218'te Harezmşahlar Devleti'nin doğu bölgeleri olan Maveraünnehir ve Horasan Cengiz Han'ın istilasına uğradı. Bu dönemde yarım milyondan fazla İran nüfusu öldürüldü;Nişabur gibi kentlerin caddeleri "kan nehirlerine döndü"; etrafına şehrin kedi ve köpek kulubelerinin itina ile yerleştirildiği insan kafalarından oluşan piramitler yapıldı. 1220 ve 1260 rasında İran'ın nüfusu bu kitlesel katliamlar ve açlık sonucu 2.500.000'dan 250.000'e düştü.
Cengiz Han torunlarından biri olan Hülagû Han Fransa Kralı IX.Louis'e yazdığı bir mektupta İran'a ve Halife'ye karşı yaptığı akınlarda tek başına 200.000 kişinin öldürülmesinin sorumluluğunu üstleniyordu.
Başkentini Semerkand'da kuran başka bir fatih olan Timur onu takip etti. Bu yıkım dalgaları etkileri Nişabur gibi birçok şehrin bu saldırılar öncesi nüfuslarına yeniden kavuşmasını sekiz yüzyıl kadar; 20. yüzyıla kadar engelledi. Ancak hem Hülagû Han hem de Timur ve onların takipçileri kendi tarzlarını ve gelenekleri fethettikleri yerinkilere göre değiştirip tamamen Pers kültürüne uygun yaşadılar.
İran'da ilk Şiî İslâm devleti Şah İsmail tarafından Safevî Hanedanı (1501 ile 1736 arası) yönetiminde kuruldu. Safevî Hanedanı Türk bir aile ve Erdebilde yaşıyorlardı. Erdebil, Türk bölgesi olan Azerbaycan'ın bir parçasıdır. ilerleyen zaman içinde büyük bir politik güç haline geldi ve çift taraflı devlet antlaşmaları yapmaya başladı. Safevîlerin en güçlü oldukları zaman I. Abbas'ın hükmettiği dönemdir.Safevî Hanedanı Osmanlı Devleti, Şeybanî Hanlığı ve Portekiz İmparatorluğu ile savaştı. Safevîler başkentlerini Tebriz'den alarak önce Kazvin'e sonra da dönemlerinde sanata verdikleri destek ile İran estetik düzeyi yüksek üretim dönemlerinden birini yaşadığı İsfahan'a taşıdılar. Dönemlerinde ülke yönetiminde merkezileşme arttı; ordunun moderleştirilmesinde ilk adımlar atıldı ve mimaride İsfahânî tarzı gelişti. 1722'de Afgan isyancılar I. Hüseyin'i yendi ve Safevî Hanedanı'na son verdi.
Ancak 1736'da Nadir Şah başarılı bir şekilde Afgan isyancıları İsfahan'dan çıkardı ve Afşar Hanedanı'nı kurdu. 1738'de aralarında Taht-ı Tavus, Işık Dağı elması ve Işık Denizi elmasının da bulunduğu kraliyet hazinelerini güvence altına alacak bir sefer yaptı. Ne var ki hükümdarlığı çok uzun sürmedi, 1747'de bir suikast sonucu öldü. Ölürken yanında bulunan karısı Kenya kökenli El Fatima'ya İran tahtını bıraktı.El Fatima'nın zenci olması nedeniyle İran halkı bu kadın şahı kabul etmedi ve yarı zenci olan Nadir şahın küçük kızı El Hebübe'ye tahtı bırakmak zorunda kaldı. El Hebübe Bu sırada 21 yaşlarında güzel bir kızdı Afgan şahı Şeyhsüvari El Hamd'la evliydi dolayısıyla İran tahtı iki Türk kadından sonra Afgan hanedanına geçerek siyasî varlığını sürdürmeye devam etmiştir.
Meşhed kökenli Afşar hanedanlığı, 1750'de başkentini Şiraz'da kuran Kerim Han Zend tarafından kurulan Zend Hanedanı tarafından takip edildi. Onun yönetimi görece bir barış ve refah sağladı.
Zend hanedanı Lotf Ali Han Ağa Muhammed Han Kaçar tarafından idam edilinceye kadar üç kuşak sürdü ve yeni hükümdar Tahran'ı 1794'te Kaçar hanedanı'nın doğuşunu gösterecek şekilde başkent yaptı. Yetenekli Kaçar yöneticisi Amir Kabir diğer modernleşme reformları arasında İran'ın ilk üniversitesini de kurmuştur. Kaçar hanedanı döneminde İran Rus-İran Savaşları sonucunda Rus İmparatorluğu ve İngiliz İmparatorluğuna karşısında Gülistan Antlaşması, Türkmençay Antlaşması ve Akhal Antlaşması ile topraklarının neredeyse yarısını kaybetmiştir. Büyük Oyun'a rağmen İran egemenliğini korumayı becermiş ve çevresindeki diğer ülkelerin tersine asla sömürgeleştirilememiştir. Sürekli tekrarlanan dış müdahaleler ve yozlaşan ve zayıflayan Kaçar yönetimi, bir Parlamenter monarşi içinde ülkenin ilk parlamentosunu oluşturan İran Anayasa Devrimi ve Kaçar hanedanının e |
gemenliğine son veren Tütün Protestosu gibi protestolara yol açmıştır
1908’de İran’da petrolün bulunması bir dönüm noktası oldu. Böylece hem emperyalist güçlerin İran üzerindeki hesapları hem de İran’ın 20. yüzyılına damgasını vuracak olan karmaşık sosyo-ekonomik yapı ortaya çıktı.
İran’ın kırsal kesiminde feodalizm egemendi ve büyük toprak sahipleriyle topraksız köylüler arasındaki uçurum oldukça derindi. Şehirlerde ise bazargan ya da çarşı adı verilen geleneksel küçük burjuvazi, esnaf tarihsel olarak etkin bir sınıf olarak göze çarpmaktaydı. Bu sınıf aynı zamanda toplumun en çabuk örgütlenebilen kesimini oluşturmaktaydı. Özgün bir hiyerarşiye sahip olan İran uleması, mollalar hem toprak sahipleri hem de çarşı esnafı arasında nüfuz sahibiydi. Pek çok açıdan bu sınıfların çıkarlarının temsilciliğini üstlendiği gibi vakıf mülklerine sahip olması açısından kendisi de ekonomik olarak toprak sahibi sayılırdı. Petrolün ekonomik bir ürün olarak devreye girmesiyle birlikte kapitalist ilişkilerin ülkede yayılmaya başlaması sonucunda bir ticaret burjuvazisi ve işçi sınıfı da ortaya çıkmış, 1940’lardan itibaren etkinliğini artıracak olan sanayi burjuvazisinin öncülleri oluşmaya başlamıştı. Ülke, emperyalist ülkeler açısından ise artık, en güçlünün en büyük dilimi alacağı bir pasta olarak görülmekteydi.
Kaçar Hanedanı İran tarihindeki son Türk hanedandır. Bu tarihten sonra Türkler bir daha devlet denetimini ele geçirememişlerdir.
İngiliz ajanı Sir Ardeşir J. Reporter aracılığıyla İngilizlere tanıtılan Rıza Pehlevî, 1921 darbesiyle İngilizler için çalışmaya başladı ve 1923 yılında başbakan ve sonunda 1925 yılında İran şahı oldu. İngilizlerin himayesi altında İran’daki birçok sosyalist, milliyetçi ve etnik hareketi bastırmayı başardı. 1925 yılında Kacar hanedanlığını devre dışı bırakarak kendi Pehlevî hanedanlığını kurdu. Kısa sürede Azerbaycan, Arabistan (Huzistan) ve Luristan gibi büyük bölgelerin yarı özerk konumunu ortadan kaldırarak tüm yetkileri Tahran’da merkezileştirdi. Aynı zamanda Farsça olmayan dillerin kullanımını da yasakladı ve bu yasakları kendi aşırı milliyetçi ideolojisi doğrultusunda tüm ülkede uygulamaya başladı. Yönetimi merkezileştirmek doğrultusunda Farsçayı tek yasal dil olarak tanıdı ve diğer milliyetlere ait dillere yasak koydu. Kürtçe, Lurice ve yabancı olan yani Hint-Avrupa dilleri olmayan Türkçe ve Arapça gibi dilleri de Farsçanın bozuk lehçeleri olarak baskı altında tuttu. Fars olmayan topluluklar böylelikle kendi yerli kültürlerini, dillerini, tarihlerini ve gündelik yaşam biçimlerini söküp atmaya mecbur edildiler.
Rıza Şah zamanında, devlet bütçesinden, Farsçılık propagandası yapan edebiyatçılara, tarihçilere, eğitimcilere ve sanatçılara büyük bir bütçe tahsis edildi. Bunun en önemli örneği 1925 yılında Ahmed Kesrevi tarafından yayınlanan “Azerîce ya da Eski Azerbaycan’ın Dili” kitabıdır. Kitapta Azerîcenin, Türkçe ile ilgili olmadığı ve aslında Farsçanın bir lehçesi olduğu savunulmuştur. Bir diğer örnek ise TUDEH Partisi'nin kurucularından sayılan Arânî’dir. Arânî, kendi döneminin birçok entelektüeli gibi, Farslaştırma siyasetinden himaye ediliyordu. Azerbaycan ile ilgili bir makalesinde, Azerbaycan’ı “İran’ın beşiği” saymış ve Azerbaycanlıların Farsçayı vahşî Moğolların saldırısı sonucu unuttuğunu iddia etmiştir. Arânî’ye göre bu olay çok tehlikelidir, çünkü Azerîleri yanlışlıkla Türk olduklarına ve İran’dan ayrılmaları gerektiğine ikna etmektedir. Ona göre bu sorunu çözmek için devlet, Türkçeyi ortadan kaldırmak ve Farsçayı yaygınlaştırmak için her türlü girişimi yapmak zorundadır.
Rıza Şah sanayileşmeyi, demiryolu taşımacılığını ve yapımını başlatıp İran’da yükseköğretimin temelini attı. Rıza Şah, Rusya ve Birleşik Krallık arasında bir denge politikası yürüttü ancak II. Dünya Savaşı başlayınca Almanya ile yakınlaşması Britanya ve Rusya’yı alarma geçirdi. 1941’de II. Dünya Savaşı boyunca İran demiryolundan yararlanmak amacıyla İran’ı Birleşik Krallık ve SSCB işgal etti.
İşgalin ardından müttefik güçleri, Şah Rıza’nın ülkedeki Alman görevlilerin sınır dışı edilmesi yönündeki isteklerini kabul etmemesi üzerine Şah, oğlu Muhammed Rıza Pehlevî lehine tahtından feragat etmeye zorlandı. Şah Rıza’nın ülkeden uzaklaştırılmasının ardından esas olarak işgal güçlerinin denetiminde olmak kaydıyla Muhammed Rıza Pehlevî iktidarı başlamış oldu.
Şah Rıza dönemine göre nispeten demokratik bazı açılımlar sağlandı; siyasî tutuklular özgür bırakıldı, basına yönelik sansür (karartma) kaldırıldı, siyasal ve toplumsal örgütlenmelere izin verildi. Artık sesini duyurma olanağı bulan çeşitli toplumsal ve siyasal muhalefet hareketleri bu özgürlük ortamından yararlanarak reform taleplerini yükseltmeye başladılar. Daha sonraki yıllarda ülkenin siyasal ve toplumsal yaşamını büyük ölçüde etkileyecek olan Marksist kökenli Tudeh (Kitle) Partisi de bu ortamda, 1941 yılında kuruldu ve işçi yasası, toprak reformu, kadın hakları gibi geniş toplumsal tabanı kucaklayan talepleriyle önemli destek buldu.
Birleşik Krallık, SSCB ve ABD’nin çıkar mücadelesine sahne olan İran’ın, 1942’de imzalanan anlaşmanın ve 1943’te yapılan Tahran Konferansı’nın ardından, bu üç devlet tarafından yeniden inşa edilmesine karar verildi; fakat SSCB. bu anlaşmaya uymayarak denetimi altındaki bölgede sosyalist nitelikli, 1945'te Azerî Azerbaycan Millî Hükümeti, 1946'da Kürt Mahabad Cumhuriyeti olmak üzere iki özerk devlet kurdurdu. İşgal bölgesini yine aynı yıl, İran’ın kuzey petrol yataklarını işletme konusunda imtiyazlı bir anlaşma imzaladıktan bir ay sonra boşalttı. SSCB işgalinin sona ermesinden hemen sonra İran, bu iki özerk cumhuriyetin varlığına güç kullanarak son verdi. SSCB’ye verilen imtiyaz da ülke içindeki milliyetçilerin ve Birleşik Krallık'ın baskısıyla 1947 yılında geçersiz kılındı.
Fakat tüm bu gelişmeler ülke içindeki milliyetçi muhalefeti güçlendirmişti. Giderek etkinliğini artıran Ulusal Cephe, 1951’de halkın büyük çoğunluluğunun da talebi olan petrolün ulusallaştırılması kararının Meclis’te kabul edilmesini sağladı. Bu karara karşı çıkan Başbakan Razmara’nın öldürülmesinin ardından çıkan ayaklanmadan sonra Şah, Ulusal Cephe’nin lideri Muhammed Musaddık’ı başbakanlığa getirmek zorunda kaldı. Batıda eğitim görmüş, bağımsızlıktan ve ulusal egemenlikten yana olan bir milliyetçiliği savunan Musaddık’ın ilk işi; petrolün ulusallaştırılması yönündeki kararı onaylamak oldu. Bu karar ve Musaddık’ın bağımsızlıkçı politikası Birleşik Krallık ve ABD'nin tepkisini çekmekteydi. Fakat bir süre sonra, başta Musaddık’a destek veren ulema, Muhammed Musaddık’ın Sovyetler’le yakınlaşmasından kaygılanarak hükümete verdikleri desteği geri çektiler ve Ulusal Cephe dağıldı. TUDEH Partisi ise Musaddık’ı desteklemeye devam etmekteydi. Bu durumdan rahatsız olan ordu içindeki bir grup CIA’in de desteğiyle bir darbe düzenlediler. 1953 yılında Şah, Musaddık’ı görevden almaya çalıştı fakat çıkan isyanın ardından ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Buna karşılık İngilizler A.B.D.’yi Musaddık’ı devirmek için hazırlanan bir plana dahil olmaya davet etti ve 1953’te Başkan Dwight D. Eisenhower Ajax Operasyonu’nun yapılmasını onayladı. Operasyon yapıldı ve Musaddık 19 Ağustos 1953’te tutuklandı.
Şah ise kaçmış olduğu Roma’dan dönerek tekrar görevini devraldı. Bu gelişmelerin ardından İran petrollerinin işletilmesi için, %50 hakkı İran’da olmak üzere çok uluslu bir konsorsiyum oluşturuldu.
Operasyon Ajax’tan sonra Muhammed Rıza Pehlevî’nin yönetimi giderek otokratikleşti. A.B.D.’nin desteği ile Şah İran’ın altyapısını modernleştirirken kendisine muhalif bütün siyasî oluşumları istihbarat örgütü SAVAK aracılığıyla ezdi.
1953’te yaşanan olaylar İran’ın siyasal ve toplumsal yaşamı için bir dönüm noktası sayılabilir. Musaddık’ın devrilmesiyle sonuçlanan süreçte bölünen yalnızca uygar milliyetçi güçler olmadı. Tudeh’de de kırılmalar yaşandı. Partiden kopan gençlik örgütünden silahlı mücadeleye başlayan Halkın Fedaileri ve Halkın Mücahitleri örgütleri doğdu. Bu örgütlerin de içinde yer aldığı İran sol hareketi, 1960’lı yıllarda kitlesel etkinlik gösterse de, sol hareketin giderek kitle hareketinden silahlı mücadeleye kaymasıyla toplumsal tabandaki etkisini yitirmiş oldu. Musaddık’ın iktidara gelmesinde de önemli rol oynayan işçi hareketi ise etkinliğini kaybetse de etkisini İslâm Devrimi’ne kadar sürdürdü. Hatta devrimi başlatan, rafineri ve petrol işçilerinin grevi olacaktı.
Musaddık iktidarının sonundan İslâm Devrimi’ne uzanan süreçte büyük önem taşıyan gelişmelerden biri Şah’ın 1962 yılında gündeme getirdiği “Ak Devrim” adını verdiği reform paketidir. Ülkede siyasî istikrarı sağlayan Şah Muhammed Rıza petrol gelirinin de yardımıyla sosyo-ekonomik yapıyı sarsıcı biçimde değiştirmekteydi. Bir yandan istihdam artıp, ücretler yükselirken sanayi toplumuna hızlı geçişin sancıları çok güçlü bir şekilde kendini hissettiriyordu. Köylerinden ayrılan milyonlarca topraksız köylü şehirlerin etrafındaki gecekondu bölgelerinde toplanmaktaydı. Bir yandan yeni üretim biçimlerine bağlı olarak ortaya çıkan bir sanayi burjuvazisi giderek zenginleşirken yoksul, işsiz ve umutsuz, ekonomik olduğu kadar siyasal olarak da dışlanmış milyonlar da büyük kentlerin dışında öfkeli bir muhalefetin koşullarını oluşturuyordu. 1953’ün şaşkınlığıyla bölünüp gücünü yitiren sol, bu kitlelerle ilişki kuramazken; ulemanın etkinliği giderek artmaktaydı.
Şah’ın modern kapitalizm yolunda ilerlemek için yürürlüğe koymaya çalıştığı reform ise çarşı ya da bazargan adı verilen ve geleneksel olarak İran’ın siyasal, toplumsal yaşamında büyük önem taşıyan küçük ve orta sınıf esnafın, toprak sahiplerinin ve ulemanın tepkisini çekti. Toprak reformu, seçim reformu ve kadınlara oy hakkının tanınması, devlet işletmelerinin hisselerinin belirli oranda satılması gibi düzenlemeleri içeren Ak Devrim böylelikle tarıma dayalı ekonomiyi devre dışı bırakıp, toprak sahiplerini sanayi yatırımlarına yönelterek sağlam bir kapitalist ekonomik yapı kurmayı hedefliyordu. Ayrıca Şah’ın ulus inşa süreci için bir engel olarak gördüğü |
çarşı da bu şekilde tasfiye edilebilecekti. Yine bu hedef doğrultusunda eğitim, sağlık gibi alanlarda çeşitli düzenlemeler öngörülmekteydi. Bunun dış politikadaki yansımaları da İran’ın giderek bölgede A.B.D.’nin jandarması rolüne soyunması şeklinde gerçekleşti. 1970’lerde petrol fiyatlarının aşırı artmasıyla bir yandan içerideki modernleşme hamlesini ve bir sanayi atılımını finanse eden İran, bir yandan da satın aldığı gelişmiş silahlarla askeri güç haline gelerek Basra Körfezi’ndeki askeri varlığını fiilen pekiştiriyordu.
Söz konusu reformların tehdit ettiği sınıflar ve kadınların oy hakkı başta olmak üzere bazı yeniliklere karşı çıkan ulemanın kurduğu ittifak, mutsuz yoksul kitlelerin öfkesiyle birleşerek Devrim’e ulaşan süreçte geri dönülmesi zor bir dönemecin aşılmasına neden oldu. Seçim reformuna ulemanın tepki göstermesiyle başlayan olaylar sonucunda pek çok kişi öldü. Bu olaylar sırasında, 1979 Devrimi’nin manevî önderi haline gelecek din adamı Ayetullah Humeynî de siyasal bir önder olarak sivrilmekteydi. Humeynî olaylardan sorumlu tutularak tutuklandı, 18 ay hapiste tutuldu. 1964’te bırakılmasından sonra Humeynî A.B.D. hükümetini açıkça eleştirdi. Şah, General Hasan Pakravan’ın yönlendirmesiyle Humeynî’yi sürgüne yolladı. Humeynî önce Türkiye’ye, sonra Irak’a, en sonunda ise Fransa’ya gitti. Sürgünde Şah’ı eleştirmeye devam etti.
İran Devrimi, aynı zamanda İslâm Devrimi olarak da bilinir, Ocak 1978’de Şah karşıtı ilk büyük halk gösterileri ile başladı. Grevler ve gösteriler ülkeyi ve ekonomiyi felç ettikten sonra Şah Şubat 1979’da ülkeden kaçtı ve büyük bir halk kitlesinin karşılamasıyla Ayetullah Humeynî İran’a geri döndü. Pehlevî Hanedanı 11 Şubat’ta İran ordusu, gerillalar ve militanlar sokak savaşlarında Şah’a bağlı silahlı gruplara karşı üstünlük sağlayınca kendini “tarafsız” ilan etmesiyle tamamen çöktü. 1 Nisan 1979’da İran resmen İslâmî Cumhuriyet oldu. Aralık 1979’da ülke teokratik bir anayasayı ve Humeynî’nin ülkenin dinî lideri olmasını onayladı.
Genel af çıkarıldı, belirli bir süre, düzenleme için müzik ve gazete yasağı konuldu. Beni Sadr cumhurbaşkanı oldu.
Devrimin hızı ve gerçekleşmesi Dünya'da birçok kişide şaşkınlık yarattı, çünkü ciddi olarak ne askeri bir karşı koyuş, ne mali bir kriz ne de bir karşı ayaklanma yaşandı. Hem milliyetçi hem de Marksist muhalif gruplar İslâmî gelenekçilerle birlikte Şah’a karşı mücadele etmelerine rağmen onbinlercesi Ayetullah Humeynî yönetiminde İslâm Cumhuriyeti ile sonuçlanan devrim sonrasında İslâmî rejim tarafından idam edildi. ( Bakınız… 1988 İran siyasi suçlu idamları ve Tudeh)
2000 yılında Ayetullah Montazeri, yani Humeynî'nin sağ kolu, yayınladığı Hatıralar adlı kitabında, “1988 yılında 30.000 siyasî tutuklunun Humeynî'nin emriyle idam edildiği” ni yazıyordu.
İran’ın A.B.D. ile ilişkileri devrim sırasında hızla kötüleşti. 4 Kasım 1979’da bir grup İranlı öğrenci, A.B.D. büyükelçiliğinin “casus yuvası” olduğunu iddia ederek elçilik personelini rehin aldı. Elçilik personelini 1953’te Muhammed Musaddık’a düzenlenen komplo gibi devrim hükümetine karşı halkı ayaklandırmaya çalışmakla suçladılar. Öğrenci liderleri Humeynî’den izin almadan elçiliği basmalarına rağmen Humeynî olayın başarıya ulaşması üzerine onları destekledi. İlk birkaç ay içinde kadın ve Afro Amerikalı rehineler salıverilse de, kalan elli iki rehine 444 gün bırakılmadı.
Öğrenciler rehineler karşılığı Şah’ın verilmesini istedi ancak 1980 yazında Şah’ın ölümü üzerine rehinelerin casusluk suçundan yargılanması talebi gündeme geldi. Jimmy Carter yönetimin müzakere çabaları veya Kartal Pençesi Operasyonu kurtarma harekâtı başarıya ulaşamadı. Ancak 19 Ocak 1981 tarihinde Cezayir Bildirisi’ne istinaden rehinler bırakıldı.
Irak lideri Saddam Hüseyin kendisinin İran Devrimi’nin başlangıç aşamasında algıladığı dağınıklıktan ve İran’daki yönetimin Batılı hükümetler nezdinde itibar görmeyişinden üstünlük sağlamaya karar verdi. Devrim sırasında İran’ın güçlü ordusu dağıtılmıştı. Saddam Şah zamanından beri Irak’ın üzerinde hak iddia ettiği bölgeleri ele geçirerek Irak’ın Basra Körfezine açılımını genişletme arzusu taşıyordu. Irak için en çok önem taşıyan Huzistan yalnızca Arap nüfusu açısından değil zengin petrol yatakları açısından da değerliydi. Aynı zamanda Ebû Musa ve Büyük ve Küçük Tunb adaları da hedef haline gelmişti. Bu düşünceler içinde Hüseyin İran’a ani bir saldırı yapmayı ve başkent Tahran’a üç gün içinde ulaşmayı öngören bir plan yapmıştı. 22 Eylül 1980’de Irak ordusu savaşı başlatacak şekilde Huzistan’a girdi. Saldırı devrimci İran tarafından tamamen şaşkınlıkla karşılandı.
Saddam Hüseyin’in kuvvetleri 1982’ye kadar çeşitli ilerlemelerde bulunsa da İran kuvvetleri Irak kuvvetlerini tekrar Irak’a geri çekilmek zorunda bıraktı. Humeynî Irak’ın batı kısmında çoğunlukta olan Şiî Arapların yer aldığı kesimde İslâmî devrimine taraftar bulmaya çalıştı. Savaş 1982’den sonra altı yıl daha devam etti. Humeynî’nin kendi ifadesi ile “bir tas dolusu zehri” içerek BM’in barış antlaşmasını kabul etmesiyle de savaş sona erdi. On binlerce İranlı sivil ve asker Irak kimyasal silah kullandığı için öldü. Irak’a silah satan ülkeler; Mısır, Basra Körfezi’nin Arap ülkeleri, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ülkeleri, (1983’ten itibaren) ABD, Fransa, Birleşik Krallık, Almanya, Brezilya ve (aynı zamanda İran’a silah satan) Çin. İran sekiz yıl içinde kimyasal silahlardan dolayı 100.000’den fazla kurban verdi. İran’ın toplam yaralısının 500.000 ile 1.000.000 arasında olduğu tahmin ediliyor. Tüm uluslararası ajanslar savaş sırasında Saddam’ın İran’ın insan dalgası hücumları karşısında kimyasal silah kullandığını doğrularken İran’ın hiç kimyasal silah kullanmadığını teyit etmişlerdir.
İslâm Cumhuriyetinin politik sistemi 1979 İran Anayasası'na dayanmaktadır. Sistem girift bir şekilde birbirine bağlı çeşitli yönetim yapılarını kapsamaktadır.
İran Dinî Lideri İran İslâm Cumhuriyeti’nin genel politikalarının tanımlanmasından ve denetiminden sorumludur. Dini Lider din adamlarından oluşan Uzmanlar Meclisi tarafından kaydı hayat şartıyla seçilir. Dini lider, silahlı kuvvetlerin "Başkomutanı"dır, askeri istihbaratı ve güvenlik operasyonlarını kontrol eder ve savaş açmada veya barış kabul etmede tek yetkilidir. Yargının, devlet radyo ve televizyonunun, polis kuvvetlerinin, silahlı kuvvetlerin baş yöneticileri ve 12 üyeli Anayasa Koruma Konseyi’nin altı üyesi Dinî Lider şehmuz tarafından atanır.
Uzmanlar Meclisi liyakat ve sahip olunan itibara bağlı olarak İran dinî liderini seçer ve görevinden alır. Danışmanlar Konseyi dinî lidere yasal görevleri konusunda danışmanlık yapmakla sorumludur. Danışmanlar Konseyi, yılda bir kez toplanır, sekiz yıllığına genel oy ile seçilen 86 “yetenekli ve eğitimli” hukukçudan oluşur. Devlet Başkanlığı ve meclis seçimlerinde olduğu gibi Anayasa Koruma Konseyi adayların yeterliliğini belirler. Konsey dinî lideri seçer ve dinî lideri her zaman görevden alma konusunda anayasadan kaynaklanan yetkisi vardır. Bütün toplantıları ve belgeleri çok gizlidir ve Konsey’in dinî liderin kararlarının herhangi bir tanesiyle çelişen bir kararı bilinmemektedir.
Anayasa İran Devlet Başkanı'nı dinî liderden sonraki en yüksek devlet otoritesi olarak tanımlar. Devlet Başkanı dört yıllığına genel oy ile seçilir ve yeniden yalnızca bir kez daha seçilebilir. Örneğin İran Devlet Başkanı Mahmut Ahmedinejad 2005 İran Devlet Başkanlığı Seçimleri'nde seçilmiştir ve ardından 2009’da yapılan seçimlerde tekrar cumhurbaşkanı olmuştur.
Başkan adayları, İslâm devriminin ülkülerine bağlılıklarından emin olmak üzere mutlaka Anayasa Koruma Konseyi’nden onay almalıdır. Anayasanın 115. maddesine göre Cumhurbaşkanı Şii mezhebinden olmalıdır. Devlet Başkanı anayasanın uygulanmasından ve her konuda son sözü söyleme yetkisine sahip olan dinî lidere bağlı olan konular dışında yönetim yapılarının çalışmasından sorumludur. Devlet Başkanı Bakanlar Kurulunu atar ve onlardan danışmanlık alır, hükümet kararlarını yönlendirir ve yasamanın önüne konacak hükümet politikalarını seçer. Devlet Başkanı’na bağlı olarak sekiz kişilik yardımcılar kurulu ve yirmi iki kişiden oluşan ve meclis tarafından onaylanması gereken bir Bakanlar Kurulu vardır.
2008 yılı itibarıyla İran Meclisi tek meclisli bir yapıdır.İran devrimi öncesinde yasama iki meclisli idi ancak İran Senatosu yeni Anayasa’da kaldırıldı. İran Meclisi dört yıllığına seçilen 290 üyeden oluşmaktadır. Meclis yasama faaliyetini yürütür, uluslararası antlaşmaları değerlendirir ve ulusal bütçeyi onaylar. Tüm meclis üyeleri ve Meclis’teki tüm yasama çalışmaları Anayasa Koruma Konseyi tarafından onaylanmalıdır.
Anayasa Koruma Konseyi altı tanesi Dinî Lider tarafından atanan on iki üyeden oluşmaktadır. Diğerleri İran Yargı’sı tarafından aday gösterilen hukukçular arasından İran Meclisi tarafından seçilmektedir. Konsey anayasayı yorumlar ve Meclis kararlarını iptal edebilir. Eğer bir yasa anayasa veya Şeriat ile uyumlu değilse Meclis’e düzeltilmesi için tekrar geri gönderilmektedir. Çelişkili gibi görünse de Konsey İran Anayasası’na dayanarak parlamento üyelerini veto etmiştir.
Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi Meclis ve Anayasa Koruma Konseyi arasındaki anlaşmazlıklarda çözüm bulma yetkisine sahiptir ve Dinî Lider’i ülkedeki en güçlü yönetim yapısı yapacak biçimde ona danışmanlık görevi sunar.
Dinî lider, sırayla Üst Mahkeme ve Başsavcı’yı atayan Yargı Sistemi Başkanı atar.
Sulh ve ceza konuları ile ilgilenen mahkemeleri de içine alan çeşitli tipte mahkemeler ve ulusal güvenlik gibi önemli güvenlik konularına bakan “devrim mahkemeleri” de vardır. Devrim mahkemelerinin kararları kesindir ve temyiz edilemez. Özel Din Adamları Yargılama Mahkemesi, dinle ilgili konulara baktığı gibi, din adamları tarafından işlendiği öne sürülen suçlara bakar. Normal yargı işleyişinin dışında çalışır ve yalnızca Dinî Lider’e karşı sorumludur. Mahkemelerinin kararları kesindir ve temyiz edilemez.
İran, idarî olarak ostanlara ( — "ostān"; çoğul: — استانﻫﺎ — "ostānhā"), ostanlarda şehristanlara (), şeh |
iristanlarda bahşlara () ayrılmaktadır. Ostanların merkezi genellikle ( — "markaz") ostandaki en büyük şehir olmaktadır. Ostan yönetiminin başında Bakanlar Kurulu tarafından onaylanmasına istinaden İçişleri Bakanı tarafından atanmış olan bir vali-komutan () bulunur. İran idarî olarak 30 ostana ayrılmıştır:
İran şehir ve köy meclislerine aday olanlar halkoyu ile dört yıllığına seçilirler. İran Anayasası’nın 7. maddesine göre Meclis ile beraber bu yerel meclisler “devletin karar alma ve yürütme organı”dır. Bu madde 1999’da ilk yerel seçimler yapılana kadar uygulanmadı. Meclislerin başkanların seçimi, belediye çalışmalarına danışmanlık yapılması, kendi bölgelerinin toplumsal, kültürel, eğitim, sağlık, ekonomik ve refah gereksinimlerini karşılayacak çalışmaların gerçekleştirilmesi ve toplumsal, ekonomik, yapısal, kültürel, eğitim ve diğer refah konularının hayata geçirilmesinde ulusal paydanın planlanması ve düzenlenmesi gibi görevleri vardır.
İran ekonomisi planlı ekonomi, petrol ve diğer büyük sektörlerde devlet işletmeciliği, köy tarımı ve küçük ölçekli özel işletme ve hizmet yatırımlarının bir karışımıdır. Ekonomik altyapısı son 20 yıl içinde düzenli bir oranda gelişmektedir ancak enflasyon ve işsizlikten etkilenmektedir. 21. yüzyılın başında hizmet sektörü GSMH’da en büyük yüzdeye sahip oldu; hizmet sektörünü madencilik, imalat ve tarım izledi. 2006'da yaklaşık olarak hükümet bütçesinin %45’i petrol ve doğal gaz ödemelerinden ve %31’i vergi ve harçlardan geldi. 2000-2004 arasında hükümet harcamaları yıllık %14'lük bir enflasyon oluşturdu. İran $70.000.000.000'lık döviz rezervinin %80’ini ham petrol ihracatından elde etmiştir. 2007’de GSMH'nin $206.000.000.000 (satın alma gücü paritesi açısından ise $852.000.000.000) veya kişi başına düşen millî gelir açısından $3.160 (satın alma gücü paritesi açısından ise $12.300). İran'ın resmî olarak yıllık büyüme oranı ise %6'dır. Bu veriler ve çok çeşitli olan ancak küçük ölçekli sanayi yapısı nedeniyle, BM İran’ın ekonomisini yarı-gelişmiş kabul etmektedir.
Hizmet sektörü GSYİH içindeki payı açısından en uzun süreli büyümeyi göstermiş olsa da sektör dengeli değildir. Üretimin serbestliği ve ambalajlama ve pazarlamanın yeni ihracat pazarlarının gelişimini desteklemesi ile beraber devlet yatırımı tarım üretimi artırdı. Ülke çapında son yıllarda birçok barajın yapılması ile büyük ölçekli sulama ve ihracat amaçlı üretilen hurma, çiçek ve fıstık gibi tarım ürünleri 1990'lar sonrasında sektörler arasında en hızlı ekonomik büyümeyi sağladı. İran'ın büyük ticari ilişkileri olan ülkeler Çin, Almanya, Güney Kore, Fransa, Japonya, Rusya ve İtalya’dır.
%1,8’e yakın bir oranda istihdam sağlayan turizm sektörünün önümüzdeki beş yıl içinde istihdam açısından %10'luk bir oranı yakalaması bekleniyor.
2004 yılında 1.659.000 yabancı turist İran'ı ziyaret etmiştir; turistlerin çoğunluğu Orta Asya cumhuriyetleri de dâhil olmak üzere Asya ülkelerinden gelirken çok küçük bir kısmı Avrupa Birliği ve Kuzey Amerika ülkelerinden gelmiştir.2000’li yılların başında sanayi hâlâ altyapı, iletişim, denetleyici normlar ve yetişmiş çalışan konularında ciddi sorunlar yaşamaktadır. İran turizm geliri açısından Dünya'da 89. sıradadır ancak aynı zamanda Dünya'daki en turistik ilk on ülke arasındadır. Yetersiz tanıtım, dengesiz bölge şartları, Dünya'daki olumsuz imaj, turizm sektöründe etkili planlama yetersizliği turizmde büyümeyi engellemiştir.
1990'ların sonlarından itibaren İran; Suriye, Hindistan, Venezuela ve Güney Afrika gibi gelişmekte olan ülkelerle ekonomik iş birliğini geliştirdi. İran, Türkiye ve Pakistan ile ticaret ilişkilerini de geliştirmekte ve Ekonomik İşbirliği Örgütü adı verilen kurum aracılığıyla Batı ve Orta Asya’da ortak bir pazar oluşturma hedefini diğer ülkelerle paylaşmaktadır. İran, ithalat üzerinde daha çok azaltılmış sınırlamalar/vergiler ve Çarbahar, Keşm ve Kiş adaları serbest ticaret bölgeleri gibi yatırım için uygun bir iklim yaratarak milyarlarca dolar yabancı yatırım çekmeyi planlamaktadır.
Şimdiki hükümet daha önceki hükümetin pazar reform planlarını takip etmeye devam etmekte ve İran’ın petrole dayalı ekonomisini çeşitlendirmeye çalışacağını ifade etmektedir. Bunu devlet yatırımlarını otomotiv, imalat, uzay sanayileri, tüketici elektroniği, petrokimya ve nükleer teknoloji gibi alanlara yaparak gerçekleştirmeye çalışıyor. İran biyoteknoloji, nanoteknoloji ve ilaç sanayilerinde de açılımlar yapmaktadır. Güçlü petrol pazarı 1996’dan beri İran üstündeki finansal baskıların hafiflemesine neden oldu ve Tahran'ın borç servisinin ödemelerini yapmasını sağladı. İran'ın bütçe açıkları her zaman kronik bir sorun olmuştur; özellikle geniş ölçekli devlet sübvansiyonları; indirimli yiyecek sağlanması ve özellikle benzin satışı; tek başına enerji sektörüne maliyeti 2008 için 84.000.000.000 dolardır.
Tarım, İran'ın geleneksel faaliyetlerinden biridir. Antik dönemde yerleşik düzene geçilmiş olan ülkede doğudan gelen göçebe boylarla yaşanan gerilim ülke tarihinde belirleyici olmuştur. Bugün bile ülkede hâlâ önemli bir nüfusa sahip olan göçebe topluluklar bir sorun kaynağı olarak görülür. Ülkede tarım vadi tabanlarında, plato eteklerindeki vahalarda ve nemli alçak basınç hareketlerine açık yağış alan bölgelerde yapılır. Başlıca tarım ürünleri şekerpancarı, şekerkamışı, pamuk, tütün, pirinç, çay ve tahıllardır; fakat pirinç dışındaki ürünler ihtiyacı karşılamaktan uzaktır.
Hayvancılık da İran'ın önemli ekonomik faaliyetlerinden biridir. Göçebe yaşantısını sürdüren pek çok topluluk geçimini küçük ve büyükbaş hayvan yetiştiriciliğiyle sağlar. İpekböceği ve Hazar kıyısında Dünya'nın en kaliteli havyarlarının elde edilmesini sağlayan mersin balığı da ülke ekonomisi için önemli hayvanlardan sayılabilir. Zanaatkârlık tarih boyunca İran için önemli olmuştur. Gerek hayvancılık ve ipek üretimine bağlı olarak gelişen halıcılık, gerekse ülkenin geleneksel sanatları sayılabilecek süslemecilik ve tezhip gibi sanatlara bağlı olarak gelişen bakır işlemeciliği, çanak çömlek yapımı gibi el sanatları İran'ın Dünya'da tanınmasına neden olmuş faaliyetlerdendir. Bunlarla da bağlantılı olarak, küçük ticaret, esnaflık, daha sonra da göreceğimiz gibi, ülkenin sosyo-politik yapısına etki edecek derecede önemli olagelmiştir.
Bütün bu geleneksel faaliyetlere karşın, günümüzde ülkenin ekonomik kaderini tayin eden, nispeten yeni bir ürün olan petrol ve doğal gazdır. Petrol İran için öylesine önemli bir üründür ki; ülkenin son yüz yıllık tarihinin belirlenmesi, modernleşmesi ve sanayileşmesi hep petrole dayalı olarak gerçekleşmiştir. 1908'den beri işletilmekte olan petrolün tamamına yakın güneybatıdaki Huzistan bölgesinden ve Zağros Dağları ile Basra Körfezi kıyıları arasında kalan şeritten çıkarılır. İç bölgelerdeki nispeten zayıf ya da işletilmesi güç petrol yatakları ise doğal gaz bakımından zengindir. Dünya petrol rezervlerinin %10’unun, doğal gaz rezervlerinin ise %20’sinin İran’da olduğu tahmin edilmektedir. İran-Irak Savaşı öncesinde yıllık 300.000.000 tona kadar çıkan savaş döneminde 50.000.000-60.000.000 tona düşen petrol üretimi bugün hâlâ 200.000.000 tonun altındadır. Ülkenin en önemli sanayi işkolu petrole bağlı olarak gelişen petrokimya sektörüdür. Rafineriler dışında petrol ve doğal gaz boru hatları da petrolün işlenmesi ve iletilmesi açısından önem taşımaktadır. Başta demiryolu ve karayolu olmak üzere pek çok altyapı olanağının ve diğer sanayi alanlarının geliştirilmesi de özellikle 1970'li yıllarda elde edilen petrol gelirleri sayesinde gerçekleştirilmiştir.
İran ekonomisi, merkezi planlamanın, devletin ve bazı büyük şirketlerin yönetiminde olan petrol sanayisinin, küçük çapta özel ticaretin ve tarımın karışımından oluşmaktadır. İran ekonomik altyapısı son 20 yılda sürekli bir büyüme göstermese de; ekonomi, enflasyon ve işsizlikten olumsuz etkilenmeyi sürdürmüştür. 20. yüzyılnin başlarında hizmet sektörü GSYIH'nin en büyük dilimini oluşturmaya başlamış, hizmet sektörünü sanayi ve tarım sektörleri takip etmiştir. Devlet bütçe gelirlerinin yaklaşık %45'i petrol ve doğal gaz gelirlerinden, %31'i ise vergilerden elde edilmektedir. 2000-2004 yılları arasında, bütçe harcamalarına yıllık %14'lük bir enflasyon oranı eşlik etmiştir. 2006 yılında İran'ın nominal GSYİH'si $195.500.000.000 ve kişi başına düşen millî gelir $2.440 olarak hesaplanmıştır. Tüm bu rakamlar ve İran'ın çeşitli ama küçük çapta sanayisi gözönüne alındığında, Birleşmiş Milletler İran ekonomisini yarı-gelişmiş olarak sınıflandırmıştır.
Hizmet sektörü, GSYIH'deki payı açısından uzun vadede en hızlı artışı göstermesine karşın, inişli çıkışlı bir grafik sergilemektedir. Devlet yatırımları, üretimin serbestleştirilmesi ve yeni dışsatım(ihracat) pazarlarının bulunması ile birlikte tarımda patlama yaratmıştır. Ülke çapında inşa edilen birçok baraj sayesinde, büyük ölçekte sulama projeleri hayata geçirilmiş, ihracata ve sanayiye yönelik tarım geliştirilmiş ve böylece 90'lı yıllarda İran'daki başka hiçbir sektörün elde edemediği bir büyümeye elde edilmiştir. Her ne kadar 1998-2001 yılları arasında art arda yaşanan aşırı kurak yıllar tarımsal çıktıyı olumsuz yönde etkilese de, tarımsal işgücünün önemli bir yüzdesini elinde tutmaktadır.
İran'ın başlıca ticaret yaptığı ülkeler Çin, Almanya, Güney Kore, Fransa, Japonya, İtalya ve Rusya'dır. İran, 90'ların sonundan beri Suriye, Hindistan, Küba, Venezuela ve Güney Afrika gibi ülkelerle yaptığı ekonomik iş birliğini de geliştirmektedir.
İran doğal gaz rezervi açısından Dünya'da ikinci ve petrol rezervi açısından Dünya'da üçüncü durumdadır.
2005'te, kaçakçılık ve yetersiz ülke içi kullanım nedeniyle İran petrol ithalatına $4.000.000.000 harcamıştır. 2005'te petrol endüstrisi günde ortalama 4.000.000 varil üretime ulaşmıştır; 1974'te ise günde ortalama 6.000.000 varil üretim yapılıyordu. 2000'li yılların başında endüstri altyapısı teknolojik yetersizlikten dolayı çok zayıflamıştı. 2005'te çok az sayıda araştırma kuyusu açıldı.
2004'te, İran'ın doğal gaz rezervinin büyük bir kısmı henüz kullanıma açıl |
mamış durumdaydı. Yeni hidroelektrik istasyonlarının eklenmesi ve klasik kömür ve petrol ile çalışan istasyonlarının hatlara bağlanmasıyla ülke kapasitesi 33.000 megavata yükselmiştir. Bu miktarın %75'i doğal gaz, %18'i petrole ve %7'si hidroelektrik enerjiye dayanmaktadır. 2004'te İran ilk rüzgar enerji ve jeotermal santrallerini açtı; ilk termal güneş santralini da 2009'da kullanıma açmaya hazırlanıyor.
Nüfus artışı ve yoğun endüstrileşme elektrik ihtiyacının yılda %8 oranında artmasına neden olmuştur. Hükümet, 2010 itibarıyla 53.000 megavatlık kapasite hedefine ulaşmak için gaz ile çalışan yeni enerji santrallerini etkin hale getirmeyi, hidroelektrik santraller eklemeyi ve nükleer enerji santraleri kurmayı planlamaktadır. İran'ın Buşehr'deki ilk nükleer enerji santrali 2007 yılı itibarıyla henüz faaliyete geçmemişti.
İran kültürü İslâm öncesi ve İslâmî kültürün bir karışımıdır. Büyük olasılıkla Orta Asya ve Andronovo Kültürü'nden kaynaklanan İran kültürü, M.Ö. 2000’lerdeki İran bölgesi kültürünün mirasçısı olarak büyük oranda kabul edilmektedir. İkinci bin yıl sırasında entelektüellerin ve dinin ve daha önce de halkın dili olarak Farsça ile beraber İran kültürü uzun bir süre Orta Doğu ve Orta Asya’nın baskın kültürü olmuştur. İran kültürünün görece olarak Çin, Hint ve Roma medeniyetlerini etkilemesi açısından Sâsânî İmparatorluğu İran’da önemli ve etkili bir dönem oluşturmuştur, ve aynı şekilde batı Avrupa ve Afrika’yı da etkilemiştir. Bu etki hem Avrupa hem de Asya ortaçağ sanatında önemli bir rol oynamıştır. Bu etki İslâm dünyasına da taşınmıştır. Daha sonraları İslâmî öğrenimin filolojisi, edebiyatı, hukuku, felsefesi, tıbbı, Mimarisi ve bilimi İslâm dünyasına Sâsânî İmparatorluğu’ndan aktarılan yapılardan oluşuyordu.
İran'ın İslamlaşmasından sonra İslâmî töreler İran kültürüne girdi. Bunlardan en önemlisi Muharrem ayında yapılanlardır. Her yıl Aşure Günü İran’da, Ermeniler ve Zerdüştler dahil İranlıların büyük çoğunluğu Kerbela Savaşı’nda şehit olanları anma törenlerine katılır. Modern İran’da günlük yaşam Şiîlik anlayışına göre düzenlenmiştir ve ülkenin sanat, edebiyat ve mimarisi İran’ın derin ulusal geleneğini ve edebi kültürünü daimi bir hatırlatıcısı durumundadır.
İran sineması modern İran’da gelişmiştir ve birçok İranlı yönetmen dünya çapında yaptıkları çalışmalarla tanınmıştır. İran filmleri son yirmi beş yıl içinde üç yüzden fazla ödül kazanmıştır. En çok tanınan yönetmen Abbas Kiyarüstemi’dir.
İran medyası özel ve kamu işletmeciliğinin bir karışımıdır ancak kitaplar ve filmler yayınlanmadan önce Kültür ve İslâmî Rehberlik Bakanlığı tarafından mutlaka onaylanmalıdır. Onay almayan filmler genellikle devlet sansürüne uğramıştır.
İnternet İran gençliği arasında inanılmaz oranda yayılmış durumdadır. İran bugün Dünya'da dördüncü büyük blogger sayısına sahip ülke durumundadır.
Birçok İrani dil İran kökenlidir, Farsça bunların arasında en yoğun kullanılanıdır. Farsça Aryan veya Hint-Avrupa dillerinin Hint-İran dilleri dalına ait bir dildir. Eski Farsça’ya ait en eski kayıtlar Ahameniş İmparatorluğuna kadar gitmektedir ve Eski Farsça örnekleri günümüzde İran, Irak, Türkiye ve Mısır’da bulunmaktadır. Sekizinci yüzyılın sonlarında Farsça çok fazla Arapçalaştırılmıştı ve Arapça’ya benzetilerek yazılıyordu. Bu Farsça’nın yeniden canlandırılmasını savunan bir harekete neden oldu. Bu uyanışın en önemli sonuçlarından birisi Firdevsi’nin yazdığı Şehname oldu. İran’ın millî destanı sayılan bu eser özgün bir Farsça ile yazılmıştır.
İran Anayasası’nın 15.maddesi şöyle der: ""İran’ın resmî dili… Farsçadır… ve Farsçaya ek olarak yerel ve aşiret dillerinin basında ve kitle iletişim araçlarında ve okullarda çocukların edebiyatlarını öğrenmeleri için okullarda öğretilmesine izin verilmiştir.""
Farsça İran’da "lingua franca" görevi görmektedir ve yayınların ve basılan eserlerin çoğu bu dildedir. Farsça’dan hariç olarak İran’da kullanılan görece yaygın olan diğer Azerice, Kürtçe ve hatta izafi olarak çok yaygın olmayan Arapça ve Ermenice dillerinde de yapılan birçok yayın ve basılan eser vardır.
İran ülkesini 1500 yıl boyunca Türk hanedanlar, aşiretler, ordular yönetmiştir. Türk lehçeleri İranda çok yaygındır. Yirminci asrın başlarında İran'ın ekseriyetinin anadili Türkçe idi. 100 yıllık asimilasyon politikaları sonucu bugün bile nüfusun %13-16'sı Türk'dür.
İran'da Türklerin yoğun olduğu yöreler: Abhar, Abiverd, Abyek, Ahar, Akbarabad, Alvand, Anzali, Ardabil, Asadabad, Astara, Avej, Bahar, Bayadistan, Bijar, Binab, Bojnurd, Buinzehra, Damavand, Esferain, Eslamshahr, Fereydan, Firuzabad, Firuzkuh, Garmi, Geydar, Gharadagh, Gharchak, Ghazvin, Ghods, Ghom, Ghorve, Guchan, Hamadan, Hurramdara, İshtihard, Julfa, Kabudarahang, Kalat, Karaj, Khalajistan, Khalkhal, Kharaghan, Khoy, Khudabande, Kivi, Mahanshan, Maku, Malakan, Maragha, Marand, Mazdaghan, Melard, Meshgin, Miyandoab, Miyane, Mughan, naghade, Namin, Nazarabad, Pakdesht, Razan, Razghan, Rey, Robat Karim, Salmas, Sarab, Save, Savujbulakh, Shabistar, Shahindej, Shahriyar, Shirvan, Songhur, Soyughbulagh, Tabriz, Tafresh, Takistan, Tarum, Tehran, Tekab, Tufargan, Urmiye, Zanjan, Zarrinabad.
Birçok İrani dil İran kökenlidir, Farsça bunların arasında en yoğun kullanılanıdır. Farsça Aryan veya Hint-Avrupa dillerinin Hint-İran dilleri dalına ait bir dildir. Eski Farsça’ya ait en eski kayıtlar Ahameniş İmparatorluğuna kadar gitmektedir ve Eski Farsça örnekleri günümüzde İran, Irak, Türkiye ve Mısır’da bulunmaktadır. Sekizinci yüzyılın sonlarında Farsça çok fazla Arapçalaştırılmıştı ve Arapça’ya benzetilerek yazılıyordu. Bu Farsça’nın yeniden canlandırılmasını savunan bir harekete neden oldu. Bu uyanışın en önemli sonuçlarından birisi Firdevsi’nin yazdığı Şehname oldu (Farsça: “Kralların Hikayesi”), İran’ın millî destanı; tamamen özgün Farsça ile yazıldığı söylenmektedir.
Farsça Arapça’nın yanı sıra özellikle Anadolu, Orta Asya ve Hindistan’da edebiyat ve bilim dili olarak kullanılmıştır. Şiîr İran kültürünün çok önemli bir öğesidir. Şiîr İran’da kültürden, bilim ve metafiziğine kadar birçok önemli eserde kullanılmıştır. Mesela İbni Sina’nın tıp makalelerinin yaklaşık yarısının nazım yazıldığı bilinmektedir.
İran birçok ünlü şair yetiştirmesine rağmen ne yazık ki Ömer Hayyam gibi ancak birkaç isim batılı okurlar tarafından bilinmektedir oysa Hafız Sadi ve "ferdosi" gibi isimler çoğu İranlı için çok değerlidir. 1634’ten beri ünlü şairlerin kitapları batı dillerine çevrilmektedir. Fars şiirinin gücünü gösteren, BM’in Uluslar Salonu’nun girişinde yer alan bir şiir örneği aşağıda yer almaktadır:
İran, Dünya'nın en zengin sanat geleneklerine sahip olan ülkelerden biridir ve birçok disiplini içine almaktadır; çömlekçilik, dokuma, hat sanatı, metal işleme, mimari, resim ve taş oymacılığı gibi. Halı dokuma Fars kültürünün ve sanatının en özgün dallarından biridir ve kökü antik çağlara kadar uzanmaktadır.
İranlılar mimaride matematik, geometri ve astronomiyi ilk kez kullananlardandı ve kapalı çarşı ve camilerin inşasında sıklıkla görülebileceği gibi büyük kamusal alanların yapımında sıra dışı yetenekleri vardı. Klasik İran mimarîsinin ana yapıları cami ve saraydır. İran, çok sayıda sanat evi ve galerisinin yanı sıra Dünya'daki en büyük ve değerli mücevher koleksiyonlarına da sahiptir. Dünyadaki en eski tavla 60 parçasıyla beraber Güneydoğu İran'da bulunmuştur.
İran UNESCO tarafından arkeolojik kalıntıları ve yerler açısından Dünya'daki en önemli yerler arasında yedinci sıradadır. UNESCO'nun Dünya Miras Listesi'ndeki 15 mimari eser İran mimarisine aittir. Anadolu'daki Pers egemenliği sırasında inşa edilen Halikarnas Mozolesi Dünyanın Yedi Harikasından biri kabul edilse de günümüzde İran yönetimi Pers sanat ve arkeolojik mirasının özellikle İslâm öncesine ait olan kesimine önem vermemekte ve birçok tarihi miras yıkım tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır.
İran'ın uluslararası kodları:
I. Dünya Savaşı
I. Dünya Savaşı, 28 Temmuz 1914'te başlayan ve 11 Kasım 1918'de sona eren Avrupa merkezli küresel savaş. II. Dünya Savaşı'na dek Dünya Savaşı veya Büyük Savaş olarak adlandırılmıştır. Savaşın taraflarından Osmanlı İmparatorluğunca "Genel Savaş" anlamında Harb-i Umumi (Osmanlıca حرب عمومی), halk arasında ise Seferberlik olarak adlandırılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri savaşa girinceye kadar savaş ABD'de Avrupa Savaşı olarak anılmıştır. Zamanın büyük güçleri iki tarafa ayrılarak savaşta yer almışlardır: İtilaf Devletleri (Birleşik Krallık, Fransa Cumhuriyeti ve Rus İmparatorluğu’nun Üçlü İtilaf’ı merkezlidir) ve İttifak Devletleri (asıl olarak Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve İtalya Krallığı’nın Üçlü İttifak’ı merkezlidir; fakat Avusturya-Macaristan anlaşmaya karşı saldırıya geçtiği için İtalya savaşa girmemiştir). Bu ittifaklar yeniden yapılanmış (İtalya, İtilaf Devletleri’nin tarafına geçmiştir) ve yeni devletlerin savaşa girmesiyle genişlemiştir. İtalya Krallığı'nın İtilaf Devletleri'ne geçmesinin asıl nedeni Fransa Cumhuriyeti ve Birleşik Krallık'ın İtalya Krallığı'nın kendi saflarında savaşa girmesi halinde savaşa henüz girmeyen Osmanlı İmparatorluğu'ndan toprak vereceğini söz vermesidir. Nihayetinde 60 milyon Avrupalı dâhil olmak üzere 70 milyon askeri personel, tarihin en büyük savaşlarından biri için seferber edilmiştir. Yeni teknolojiler sayesinde silahların öldürücülüğünde görülen muazzam ilerlemeye karşılık savunma ve hareketlilikte aynı miktarda gelişme olmaması sonucu yaklaşık 9 milyon muharip hayatını kaybetmiştir. Böylece bu savaş dünya tarihindeki en çok zayiat verilen beşinci savaş olmuş ve savaşa katılan devletlerde birçok politik değişikliğe ve devrimlere yol açmıştır.
Savaşın bir nedeni de Avrupalı Büyük Güçler Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Rus İmparatorluğu, Birleşik Krallık, İtalya Krallığı ve Fransa Cumhuriyeti’nin uzun zamandır süregelen emperyalist dış politikalarıdır. Avusturya tahtının veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te Gavrilo Princip adında |
bir Sırp milliyetçisi tarafından Saraybosna’da öldürülmesi, savaşı tetikleyen olay olmuştur. Olaydan sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Sırbistan Krallığı'na bir ültimatom göndermiştir. Nihayetinde on yıllardır yapılanmakta olan ittifaklar sisteminin işlemesiyle birkaç hafta içerisinde Avrupa’nın ana güçleri kendilerini savaşta bulmuşlar ve koloniler yoluyla savaş bütün dünyaya yayılmıştır.
28 Temmuz'da çatışmalar Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’ı işgal etmesi ile başlamış ve bunu Almanya’nın Belçika, Lüksemburg ve Fransa’yı işgali ile, Rusya’nın Almanya’ya saldırması takip etmiştir. Almanların Paris’e yürüyüşü durma noktasına gelince batı cephesindeki çatışmalar durağan bir siper savaşına dönüşmüştür ve bu durum 1917’ye kadar pek değişmemiştir. Doğu cephesinde ise Rusya ordusu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kuvvetleriyle başarılı bir şekilde savaşmış fakat Doğu Prusya ve Polonya’dan Alman ordusu tarafından geri püskürtülmüştür. Osmanlı’nın 1914’te, İtalya ve Bulgaristan’ın 1915’te ve Romanya’nın 1916’da savaşa girmesiyle ilave cepheler açılmıştır. Çarlık Rusyası 1917’de Ekim Devrimi’yle yıkılınca savaştan da çekilmiştir. 1918’de Batı Cephesi boyunca bir Alman taarruzundan sonra Müttefikler ardı ardına yaptıkları saldırılarla Almanları geri püskürtmüş ve ABD kuvvetleri siperlere girmeye başlamıştır. Bu noktada zaten başı kendi içindeki devrimcilerle dertte olan Almanya, daha sonra Ateşkes Günü olarak tarihe geçecek olan 11 Kasım 1918’de mütarekeyi kabul etmiştir. Savaş böylece Müttefikler’in zaferiyle sona ermiş olur.
Savaşın tarafları, tüm insan gücü ve ekonomik kaynaklarını bir topyekün savaş için seferber etmeye çalıştıklarından sivillerin durumu da cepheler kadar çalkantılı olmuştur. Savaşın sona ermesiyle büyük emperyalist güçlerden dördü; Almanya, Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları tarihe karışmıştır. Bunlardan Alman ve Rus İmparatorluklarının halefleri çok büyük toprak kaybı yaşamış; Avusturya-Macaristan ile Osmanlı İmparatorlukları ise tamamen parçalanmışlardır. Avrupa Haritası daha küçük parçalardan oluşacak şekilde yeniden çizilmiştir. Daha sonra bu tarz çatışmaların yaşanmasını önlemesi ümidiyle Milletler Cemiyeti kurulmuştur. Avrupa’da milliyetçiliğin bu savaşla ve imparatorlukların yıkılmasıyla yeniden canlanması, Almanya’nın yenilgisinin yan etkileri ve Versay Antlaşması’nın yarattığı problemler İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına katkıda bulunan etkenler olarak kabul edilir.
Avrupa'da 16. yüzyılda yaşanan Katolik-Protestan ayrışmasıyla, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na bağlı prenslikler, farklı taraflarda savaşmışlar, tarihte Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) olarak bilinen bu savaş da Vestfalya Antlaşması'yla sona ermiştir. Savaş sonucunda, bugün bile Avrupa Birliği'nin kökenini oluşturan Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu dağılmıştır. Savaşın sonunda Fransa'nın güçlenmesi, tam aksine Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun ve Habsburg Hanedanı'nın zayıflaması söz konusudur. Bu sonuç Almanya için 19. yüzyıla kadar sürecek bir zayıflık dönemine ve yine bu tarihlere kadar birliğini kuramamasına neden olmuştur. Sanayi Devrimi ve Sömürgecilik hareketlerinde de bu olay etkisini göstermiş ve İngiltere ile Fransa sömürgecilik alanında hızla güçlenirken Almanya'nın bu alanda geri kalmasına neden olmuştur.
1815'te yapılan Viyana Kongresi ile Avrupa'ya ve geniş anlamda dünyaya yeni bir statü getirilmiş ve buna göre güçler dengesi kurulmuştur. Kırım Savaşı'nda (1853-1856) bu dengelerin Rusya lehine değişmesine engel olmak için, Haçlı Seferleri'nden sonraki en önemli ittifakla, Avrupa Devletleri, Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte Ruslara karşı savaşmıştır. Yenilgiye uğrayan Ruslar, etkisi 1917 Ekim Devrimi'ne kadar sürecek siyasi ve ekonomik dalgalanmalar yaşamıştır. Yine bu savaşın sonunda, İtalya Birliği'ne gidecek yollar da açılmıştır. 1870 Sedan Muharebesi ile Almanya ve İtalya'nın birliklerini kurmaları ve büyük devletler olarak devletler arası ilişkilerde yer almak için girişimlerde bulunmaları, Viyana Kongresi statükosunu ve güçler dengesini büyük ölçüde değiştirmişti. Bundan sonrası ise yeniden bir dengenin kurulması girişimlerine, Avrupa'da yeni blokların ortaya çıkmasına ve bunların birbirleriyle çatışmasına yol açmıştır. Bloklar arasındaki gerginlik de karşılıklı silahlanmaya neden olmuştur. Bu da "silahlı barış" dönemini ortaya çıkarmıştır . Bu dönemde bloklar ve devletler arası ilişkilerde çok yönlü gelişen çatışmalar, gerginliği daha da artırmış ve devletleri bir savaşın eşiğine getirmiştir. Bu genel çerçeve içinde I. Dünya Savaşı'nın nedenleri çeşitli ekonomik, siyasi, askeri gelişmelere dayanmaktadır. Bunlara büyük devletlerin çıkar hesaplarını da eklemek gerekir. Özelikle Prusya'nın Avusturya'yı yenip Alman birliğini sağladıktan sonra yeni ortaya çıkan Alman İmparatorluğu'nun elinde önemli sömürgeleri olmamasına rağmen dönemin süper gücü Britanya İmparatorluğu'na karşı koyabilecek hatta onu geçebilecek bir sanayi, insan gücü ve teknoloji haline gelmesi ve bunun başta İngiltere ve Fransa tarafından engellenmek istemesi başlıca çekişme kaynağıdır.
Sanayi Devrimi ve Sömürgecilik sonucunda ekonomik pozisyonlarını güçlendiren İngiltere ve Fransa, karşı taraftaki Almanya ve İtalya gibi ülkelerden ekonomik olarak çok ilerideydi. Almanya ve İtalya, siyasi birliklerini oluşturduktan sonra 1914'e kadar olan süreçte aradaki farkı kapatmaya çalışmışlardır. İngiltere ve Fransa'nın ekonomik hakimiyet alanlarını koruma, Almanya'nın ise bu alanları ele geçirme niyeti savaşın başlıca ekonomik nedenlerindendir. Bu nedenler; sömürgeler, deniz yollarının hâkimiyeti, uluslararası ticaret imtiyazları gibi ana başlıklarda değerlendirilebilir.
Öte yandan 19. yüzyıl sonlarından itibaren kullanılmaya başlayan ve neredeyse 20. yüzyıla damgasını vuran petrol yataklarının mülkiyeti de savaşın temel ekonomik nedenlerindendir. Osmanlı İmparatorluğu'nun hakimiyeti altındaki Orta Doğu petrol varlığı, 19. yüzyıl sonlarında özellikle İngilizler tarafından, çeşitli gizli/açık yöntemlerle tespit edilmiştir. İngiltere, petrol siyasetini, 1900'lerde tüm stratejilerinin birinci sırasına koymuştur.
Diğer bir konu da Rus İmparatorluğu'nun ekonomik durumudur. Rusya, 19. yüzyılın sonlarında 20. yüzyılın başlarında toplumsal dalgalanmanın en fazla görüldüğü ülkedir. Toplumun en büyük kesimini oluşturan köylü sınıfı ve o büyüklükte olmasa da etkin bir işçi sınıfı 1905 Devrimi ile 1917 Ekim Devrimi'ne giden yolu açmıştır. Toplumsal dalgalanmalar ekonomik açıdan Rus İmparatorluğu ve çarlık rejimi için tehlike oluşturuyordu. Rus yönetimi bu dalgalanmaları engellemek için siyasi ve ekonomik güç kazanmak zorundaydı.
I. Elizabeth’in uzun ve başarılı saltanatında (1558-1603) İskoçya'daki İngiliz etkisinde farklılık görülmeye başlandı. İngiltere'deki Tudor Hanedanı'yla, İskoçya'daki Stuart Hanedanı arasındaki evlenmeler, iki geleneksel düşmanı birbirine yaklaştırdı. İskoçya Kralı I. James aynı zamanda İngiltere kralı oldu. 1707 yılında iki krallığı birleştiren bir antlaşma imzalandı. Bu tarihten sonra Büyük Britanya tarihi başlar.
1642-1651 yılları arasında gerçekleşen İngiliz İç Savaşı sonucunda krallık devrildi. Bunun yerine önce parlamento idaresinde (1649-1653) sonra da Oliver Cromwell iktidarında (1653-1659) kısa süren bir cumhuriyet kuruldu. Cromwell'in ölümünün ardından parlamento iç karışıklıkları önlemek için sürgündeki kral II. Charles'ı krallığı yeniden kurmak üzere İngiltere'ye davet etti.
18. ve 19. yüzyıllarda İngiltere, büyük bir sanayi devleti ve sömürge gücü haline gelen Britanya İmparatorluğu'nun merkezi konumundaydı. 19. yüzyılın başlarında Avustralya, Kanada, Hindistan, Afrika’da bazı devletler, Antiller ve Hong Kong gibi dünyanın büyük bir kısmına yayılan dev bir sömürge imparatorluğu kurulmuştu. Kraliçe Victoria (1837-1901) zamanında Birleşik Krallık dünyanın en büyük gücü durumuna geldi. 1858'de Hindistan sömürgeleştirildi. 1882'de Mısır ele geçirildi.
Britanya 20. yüzyıla gelindiğinde dünyanın en büyük gücü konumundaydı. Bu gücü sömürgeler, deniz yolları hakimiyeti, küresel şirketler aracılığıyla askeri ve siyasi anlamda da sağlamayı başarabilmiştir. 1871'den itibaren Alman İmparatorluğu'nu kendi etkinliğine karşı en önemli tehdit olarak algılamıştır. Çünkü güçlü bir Almanya, İngiltere için en büyük tehdit olacaktır. Fransa ile sürdürdüğü ortaklıkta, Fransa'nın da 1871 yenilgisinden itibaren Alman İmparatorluğu'na karşı olan düşmanlığı belirleyici nokta olmuştur. Yine aynı şekilde Rusya ile I. Dünya Savaşı öncesinde temin ettiği ittifak da, Balkanlar ve Doğu Avrupa'da Rusya'nın Panslavizm politikası ile Almanya'nın Pan-Cermen politikası karşıtlığı temeline oturmuştur.
Britanya, bir ada ülkesi olması nedeniyle, savunma stratejisini Hollanda ve Belçika'nın Almanya'ya karşı dirençli olması esasına dayandırmaktaydı.
Alman İmparatorluğu'nun İngiltere için gerek ekonomik gerekse de siyasi tehdit haline gelmesi Britanya için tartışmasız bir savaş nedeniydi. Aynı zamanda, sömürgelerin korunması, deniz yollarının kontrol altında tutulması, küresel şirketlerin hakimiyeti ve en önemlisi Ortadoğu Enerji Koridoru'na sahip olmak stratejileri tamamen Alman İmparatorluğu çıkarlarıyla çatışmaktaydı.
1815 yılında yapılan Waterloo Muharebesi'nde Napolyon'un son yenilgisinden sonra Fransa'da krallık yönetimine geri dönüldü. Ancak bu kez kralın yetkilerine anayasal kısıtlamalar getirildi. 1830 yılında çıkan bir sivil ayaklama olan Temmuz Devrimi'yle Bourbon Hanedanı tümüyle kaldırılarak anayasal krallığa dayanan Temmuz Monarşisi getirildi. Bu yönetim biçimi 1848 yılına dek sürdü. Bu arada kurulan İkinci Cumhuriyet oldukça kısa süreli oldu ve 1852 yılında III. Napolyon İkinci İmparatorluğu kurunca yıkıldı. 1870 yılında başlayan Fransa-Prusya Savaşı'nda yenilen III. Napolyon bunun üzerine tahttan indirildi ve bu yönetim rejimi de Üçüncü Cumhuriyet'in kurulmasıyla feshedildi.
Fransa 17. yüzyıldan başlayarak 1960'lara dek bir sömürge devleti kimliğiyle var oldu. 19. ve 20. yüzyıllarda dünyanın dört |
bir yanında edindiği sömürge toprakları Fransa'yı İngiltere'den sonra ikinci büyük sömürge imparatorluğu hâline getirdi.
Fransa ve Almanya, 1871 yılından itibaren birbirlerini tehdit olarak görmüşlerdir. Fransa için, kaybettiği Alsace-Lorraine bölgesi hem ekonomik hem de askeri açıdan büyük öneme sahipti. Öte yandan Ren Nehri üzerindeki köprüler ve Belçika'nın güçlü savunmaya sahip olması, Fransa için diğer iki askeri strateji unsuruydu.
Fransa için Alman İmparatorluğu, Merkezi Avrupa'da olduğu kadar, sömürgeleri için de büyük tehdit oluşturuyordu.Çünkü Fransız Askeri-ekonomik-siyasi gücünün temeli sömürgeler üzerine kuruluydu.
Rusya İmparatorluğu'nun başlangıcı 1721 yılındadır. 1866 yılında toprakları Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın belirli bölümlerini kapsamıştır. 19. yüzyılın başında dünyanın en büyük ülkesi olmuş, toprakları kuzeyde Kuzey Buz Denizi'nden güneyde Karadeniz'e, doğuda Büyük Okyanus'tan batıda Baltık Denizi'ne kadar uzanmıştır.
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında, İmparatorluğun ekonomik yapısı geniş ölçüde köylü ve sayıca daha az ama etkili bir işçi sınıfına dayanmaktaydı. Sanayileşme yetersizdi ve üretim büyük ölçüde tarıma dayalıydı. Şehirleşme 2-3 şehir dışında son derece az ve nüfusun büyük çoğunluğu taşrada yaşamaktaydı. 1905 Devrimleri, ve ardından gelen 1917 Devrimleri, Rusya'nın bu ekonomik ve siyasi yapısından kaynaklanmıştır.
Rusya 19. yüzyılda temelde dört hedef doğrultusunda siyasetini yapmaktaydı:
1904-1905 Rus Savaşı'nda büyük yenilgiye uğrayan Rusya, aynı tarihlerde, İngiltere ile İngiliz-Rus Sömürge Antlaşması'nı imzalamak zorunda kalmıştır.
Batıda Almanya İmparatorluğu'nun Pan-Cermenizm politikası, güneyde Osmanlı İmparatorluğu ile yüz yılı aşkın süren savaşlar, Pasifik'te İngiltere'ye karşı ABD ile yardımlaşma vb. stratejiler nedeniyle Rusya, İtilaf Devletleri safında yer almıştır.
18 Ocak 1871 tarihinde Versay Antlaşması'yla kurulan Alman İmparatorluğu, tüm dağınık Alman devletçiklerini -Avusturya hariç- bir arada topladı. İmparatorluk 1884 yılından itibaren ülke dışında sömürgeler kurmaya başladı. Alman İmparatorluğu 1914 yılına kadar, birliğini geç oluşturması nedeniyle geri kaldığı İngiltere-Fransa-Rusya ittifakıyla, ekonomik,siyasi ve askeri yönden başabaş noktasına geldi. Hatta sanayileşme ve iş gücü alanında İngiltere'den (1914 verilerine göre) daha ileri bir seviyeye ulaştı.
II. Wilhelm döneminde Almanya, diğer Avrupa güçleri gibi emperyal bir politika izlemiş ve zaman zaman sömürgeleri konusunda komşu devletlerle sürtüşmeye girmiştir. Bu, Almanya'nın dostluklarını zedelemiştir. Bu yüzden Almanya'ya karşı Fransa, Birleşik Krallık ve Rusya İmparatorluğu bir anlaşma imzalayarak kutup oluşturmuşlardır. Almanya ise sadece Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile ittifak kurabilmiştir. Almanya'nın emperyal politikası ülke dışına taşmış ve devlet diğer Avrupa güçleri gibi Afrika'nın paylaşımına katılmıştır. Berlin Konferansı'nda bu kıta Avrupa güçlerine pay edilmiştir. Almanya'nın payına Alman Doğu Afrikası, Alman Kuzey-Batı Afrikası, Togo ve Kamerun düşmüştür. Afrika'da, büyük güçler arasında yaşanan bu mücadele I. Dünya Savaşı'nın nedenlerinden biri olmuştur.
Almanya siyaset alanında ve denizlerde, o sırada Britanya'ya ait olan küresel konumu ele geçirmek ve böylece Britanya'yı otomatik olarak daha alt statüye indirgemek istiyordu. 1900'lerde emperyal ve emperyalist çağın en yüksek noktasında hem Almanya'nın ""Alman Ruhu dünyayı yenileyecektir!"" deyişiyle yegane küresel statü iddiası, hem de Avrupa merkezli bir dünyanın tartışmasız "büyük güçleri" olan Britanya ve Fransa'nın iddiası hala etkiliydi.
Alman Ulusal Birliği'nin kurulduğu 1871 ile I. Dünya Savaşı'nın çıktığı 1914 tarihleri arasında Avrupa Tarihi'nin hiç değişmeyen öğesi Almanya ile Fransa arasındaki düşmanlıktır. Fransa'nın 1871 Alman yenilgisi bu düşmanlığın en önemli etkenidir. Aynı zamanda Alsace-Lorraine'in kaybedilmesi iki ülke için, hem ekonomik hem de askeri önemi, bu düşmanlıklarda etkili olmuştur. Çünkü iki ülke arasındaki en önemli savunma noktaları olan Alsace-Lorraine ve Ren Nehri Köprüleri'ne sahip olmak önemliydi.
Öte yandan, Hohenzollern Hanedanı yönetiminde ve mutlakiyetçi yapıdaki Alman İmparatorluğu, siyasi olarak cumhuriyetçi İngiltere ve Fransa'nın yönetim sistemi yönünden de rakibiydi. Bu rekabet, I. Dünya Savaşı'nı, bir nevi mutlakiyet ve cumhuriyet mücadelesi şekline de getirmiştir. Bu mücadelenin sonucu olarak, savaş sonrasında mağlubiyete uğrayan taraftaki bütün mutlakiyetler çökmüş, yerine yeni cumhuriyetler kurulmuştur.
Alman İmparatorluğu 1914'e gelinirken, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile ittifakı dışında, Avrupa'da güçlü bir müttefike sahip değildi. Belki de savaşın daha başındaki bu durum, savaşın sonucunu belirleyecek olaylarda Alman stratejisinin, savaşın kaybı konusundaki en büyük eksikliğiydi. Çünkü Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çok uzun ömürlü olamayacağı, 1910'larda neredeyse kesin gibi duruyordu. Bu konuda Adolf Hitler bile "Kavgam"da, ""Eğer Reich, Schoenerer'in Habsburglar hakkındaki ikazlarına kulak vermiş olsa idi, Almanya'nın başına bütün dünyaya karşı savaşa girerek uğradığı felaket gelmeyecekti"" demiştir.
Almanya'nın oluşturmak zorunda kaldığı diğer ittifakları da (Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan) savaşın sonucuna etki edebilecek ekonomik ve askeri düzeyde değildi. Almanya için güvenilmesi gereken temel güç, kendi öz gücüydü.
Kutsal Roma İmparatorluğu'nun etkinliği azaldıkça Avusturya'nın arşidükleri bağımsız olarak hareket etmeye başladılar. 1804 yılında arşidükler kendilerini imparator ilan ettiler. 1866'da Prusya-Avusturya Savaşı yenilgisi, ve Alman Konfederasyonu'nun dağılmasından sonra prestijini kaybeden Avusturya İmparatorluğu, 1867 yılında da Macaristan'la birleşerek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nu kurdular. Avusturya ve Macaristan aslında içişlerinde bağımsız olan iki ayrı ülkeydiler. Fakat dışişleri açısından tek bir Habsburg İmparatoru tarafından yönetilmekteydiler.
Emperyal bir devlet olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda, 11'in üzerinde etkili etnik grup mevcuttu. Bu etnik grupların büyük kısmı Almanlar, Slavlar ve Macarlar'dan oluşmaktaydı. Etkinlik sahasında (doğu bölgesinde yoğun Slav devletleri, batısında da Germen toplumları) farklı etnik gruplar bulunmaktaydı. 1789 Fransız Devrimi ve beraberinde getirdiği süreç, emperyal devletlerin sonunu hazırlamaktaydı. Uyanan milliyetçilik akımları 19. yüzyılda en fazla Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na zarar vermiştir.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun karşısındaki en büyük tehdit Rusya ve Rusya'nın Pan-Slavizm Politikası'ydı. Rusya, Doğu Avrupa'ya ve Balkanlar'a doğru güç alanını genişletmek istiyordu. Bu amaçla gerek Osmanlı içindeki, gerekse de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki tüm etnik unsurlara -başta Slavlar olmak üzere- açık (veya el altından) destek veriyordu. Bunun yanı sıra, batı kanadının güvenliğini sağlamak için, Almanya'yla yapılan ittifak ile sağlamlaştıran Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, diğer taraftaki Rusya etkinliğini yok etmek istiyordu.
Aslında, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun da durumu Osmanlı İmparatorluğu'ndan farklı değildi. İki imparatorluk da kendi geleceklerini tamamen savaş sonunda alınacak bir galibiyete bağlamışlardı. Yani savaş, bir ölüm-kalım mücadelesi idi.
1882 yılında yapılan antlaşmayla kurulan Üçlü İttifak ile Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya arasında oluşturulan birliktelik (1902 yılında yenilenerek) I. Dünya Savaşı'na kadar sürmüştür. (İtalya, savaşın başında tarafsız kaldıktan sonra, İtilaf Devletleri safında savaşa girmiştir.)
19. yüzyılın ilk yıllarında İtalya I. Napolyon tarafından işgal edilerek Fransız etkisi altına girdi. Viyana Kongresi İtalya'nın, Fransız işgalinden önce yöneten hanedanlara geri verilmesini öngörüyordu. Böylece Papalık Devleti, Sardinya-Piemonte Krallığı, Toskana Grandüklüğü, Modena Düklüğü ve Lombardiya-Venedik Krallığı tekrar kuruldu. Ancak Carbonari adı verilen gizli dernekler İtalya'nın birleşmesi için çalışmaya başladılar. Giuseppe Mazzini ve Giuseppe Garibaldi birleşme hareketinin öncüleri arasında yer alıyorlardı. Ayrıca Sardinya Kralı II. Victor Emmanuel de bu birleşme hareketini destekleyenler arasındaydı.
1848 yılında Lombardiya Avusturya'nın elinde bulunuyordu. İtalya'yı birleştirmek konusunda Fransa'nın desteğini almayı başaran İtalya, 1859'da Fransa ile birlikte Avusturya'yı mağlup etti ve 11 Kasım 1859'da Avusturya ile Piyemonte arasında Zürih'te barış antlaşması yapıldı. Buna göre; Avusturya, Lombardiya'yı Piyemonte'ye verdi. Venedik dâhil olmak üzere diğer İtalyan Devletleri arasında bir konfederasyon oluşturulması ve konfederasyonun fahri başkanının papa, fiilî başkanının Piyemonte olması kabul edildi. Bir süre sonra Kuzey İtalya'daki küçük devletler de Piyemonte'ye katılma kararı aldılar. Böylece bütün Kuzey ve Orta İtalya Piyemonte'ye katılmış oldu. 1870'te Roma, 1886'da da Venedik İtalya birliğine dâhil oldu. Bunların da katılımı sonucu İtalyan Millî Birliği tamamlanmış oldu. İtalya Krallığı kuruldu.
İtalya, Roma devrinden sonra ilk kez tek bir ülke hâline gelebilmişti. Yeni İtalyan Krallığı'nda 20. yüzyılda Kuzey İtalya hızlı sanayileşerek gelişirken, Güney İtalya'da nüfus hızla yükseliyor ve milyonlarca insan daha iyi bir yaşam için yurtdışına göç etme yolları arıyordu.
19. yüzyılın son yirmi yılından başlayarak İtalya da diğer Avrupa ülkeleri gibi sömürgeleşme yoluna gitti. Osmanlı İmparatorluğu'na karşı yaptığı Trablusgarp Savaşı'nı kazandı. Batı Türkiye'de On İki Ada; Afrika'da Libya, Etiyopya ve Somali gibi bazı ülkeleri de işgal ederek sömürgeleştirdi.
1882 Yılında, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Üçlü İttifak'ı oluşturan İtalya, 1. Dünya Savaşı'nın başında tarafsız olmasına rağmen, 1915'te Londra Paktı ile İtilaf Devletleri arasına katıldı. İtalya'ya savaşa girmesi koşuluyla Trento, Trieste, Istria, Dalmaçya ve Osmanlı İmparatorluğu'nun bazı bölgeleri vadedildi. Savaş süres |
ince 600.000 İtalyan askeri yaşamını yitirdi ve İtalya ekonomisi çöktü. Savaşın sonucunda İtalya'ya verilen sözlerden çoğu tutulmadı. St. Germain Antlaşması ile İtalya galip tarafta olmasına karşın yalnızca Trento, Trieste ve Bolzano'yu alabildi. Bu sonuç İtalyan toplumu arasında büyük hoşnutsuzluklara yol açtı.
İtalya savaş öncesi dönemde mevcut sömürgelerini korumak isterken, aynı zamanda Ortadoğu, Balkanlar ve Afrika'daki gücünü de artırmak amacındaydı. Fransa ile eski düşmanlıkları ve yeni ortaya çıkan durum nedeniyle 1915 yılına kadar ortada bir siyaset takip ederken, bu tarihte itilaf devletleri safında savaşa katılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu, 1699 Karlofça Antlaşması'ndan beri süregelen gerileme döneminin,son ağır yenilgisini 1912-1913 yıllarındaki Balkan Savaşları ile almıştı.Bu savaşlarda, imparatorluktan ayrılmış küçük devletlerle dahi başa çıkamaz durumda olduğu görülmüştür. Ülkenin genel Durumu şöyledir:
Ekonomik durumu: Maliye iflas etmiş, yıllık enflasyon %300'lerde (Temmuz-Kasım 1914 aralığında %50), tamamen dışa bağımlı ve cari harcamaları dahi karşılayamayacak durumdadır.
Siyasi durumu: Balkanları ve Mısır'ı kaybetmiş, Orta Doğu'daki kalan toprakları için de endişeli bir Osmanlı İmparatorluğu vardır. Etnik gruplarındaki milliyetçilik ve ayrışma hareketleri nedeniyle, Anadolu'da dahi güvenlik sorunları en üst düzeydeydi. İmparatorluk, İngiliz ve Fransızlar'ın Ortadoğu konusundaki niyetlerini ve -sanılanın aksine- petrolün yeni dönemdeki önemini son derece iyi bilmekteydi. Öte yandan yüzyıldan fazla süredir aralıklarla savaştığı Rusya'nın da Boğazlar ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi üzerindeki hedeflerinin farkındaydı.
Askeri durumu: Balkan Savaşları sonucunda ordunun son derece zayıflamış yapısının ortaya çıkmasına rağmen, İttihat-Terakki Hükümeti iki yıldan kısa bir sürede bu yapıyı reforme ederek, yeni bir ordu oluşturma başarısı göstermiştir. Hükümet, ordu yapısı içerisindeki alaylı/okullu sistemini değiştirerek, okullu subayları faal birliklere, alaylı subayları da ya emekliye ya da geri görevlere sevketmiştir. Öte yandan personel yapısında çok başarılı bir değişim gösteren ordu, aynı başarıyı -ekonomik nedenlerden dolayı- teknoloji ve silahlar yönünde yakalayamamıştır. Alman ekolünün hakim olduğu Osmanlı Ordusu, özellikle lojistik ve sevkiyat konusunda da gerekli düzeyde kabiliyete sahip değildi.
1913 Bab-ı Ali Baskını ile iktidara gelen İttihat-Terakki Hükümeti, savaşın kaçınılmaz olduğunu fark ettiği andan itibaren, İngiltere ve Fransa ile uzlaşmak amacıyla çalışırken, Almanya ile de ilişkilerini aynı ölçüde sıkı tutmaya çalışmıştır. Hatta bu öylesine yoğun bir çift taraflı mücadele olmuştur ki, her iki tarafla da son dakikaya kadar görüşmeler devam etmiştir. İngiltere ile yapılan görüşmelerde Osmanlı Hükümeti'nin ittifak için temel beklentisi olan savaş sonrası toprak bütünlüğünün garanti altına alınması isteği, İngiliz tarafından ancak savaş sonrası görüşülebileceği şeklinde yanıtlanmıştır. İngiltere ve Fransa ile ittifakı sağlayamayacağı kesin görünen İttihat ve Terakki hükümeti, 2 Ağustos 1914 günü Almanya ile "gizli bir ittifak antlaşması" (Osmanlı-Alman Gizli Antlaşması) imzalayarak savaşa İttifak güçleri yanında girmeyi taahhüt etmiş ve silahlı kuvvetlerinin genel sevk ve idaresi için bir Alman askeri heyetini yetkili kılmayı uygun görmüştür.
Anlaşmadan haberdar olan İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu'nun sipariş ettiği iki zırhlıyı Osmanlı İmparatorluğu'na teslim etmekten vazgeçer. Rauf Orbay ve ekibi Londra'dan eli boş döner. Kalabalık bir İngiliz donanmasının Çanakkale Boğazı'na kadar kovaladığı "Goben" ve "Breslav" adlı iki Alman zırhlısının Çanakkale Boğazı'ndan geçmesine izin verilir. İki gemi 11 Ağustos'ta İstanbul'a gelir. İngiltere'nin bu durumu yansızlığın ihlali olarak değerlendiren bir nota vermesi üzerine, Alman zırhlıları Osmanlı donanmasınca 'satın alınmış' ve gemi mürettebatı fes giydirilerek Osmanlı hizmetine alınmıştır. Goeben (Yavuz Muharebe Kruvazörü), Breslau ise (Midilli Kruvazörü) ismini almıştır (Yavuz ve Midilli Olayı).
26 Ekim'de Osmanlı donanması bir keşif tatbikatı için hazırlanma emri aldı ve ertesi gün toplanma bölgelerine gitmek için Haydarpaşa'dan ayrıldı. 28 Ekimde Osmanlı filosu 4 ayrı görev gücüne ayrılarak Rusya kıyılarında farklı hedeflere yöneldi. Koramiral Souchon 29 ekim 1914 sabah 6:30'da 3 Osmanlı destroyerinin refakatinde bulunan Goeben ile Sivastopol'daki kıyı bataryalarına ateş açtı. Hamidiye kruvazörü 6:30'da Kefe'ye geldi ve yerel yetkilileri 2 saat içinde çatışmaların başlayacağı konusunda uyardı. Hamidiye 9:00 da bir saat süren bir ateşe başladı ve daha sonra da Yalta'ya giderek burada 7 Rus ticaret gemisini batırdı. 2 Osmanlı destroyeri 6:30'da Odessa'ya hücum etti ve 2 Rus gambotunu batırarak birkaç tahıl silosunu tahrip etti. Breslau kruvazörü ve ona eşlik eden Osmanlı destroyeri Novorossisk'e geldi yerel yetkilileri uyararak 10:30'da kıyı bataryalarına ateş etti ve 60 mayın döşediler. Limandaki 7 gemi hasar gördü, biri battı.
30 Ekim günü Rusya Osmanlı İmparatorluğu'na savaş açmış, bundan birkaç saat sonra Enver Paşa, Osmanlı İmparatorluğu'nun Rusya'ya savaş ilan ederek, savaşa İttifak Bloku yanında girdiğini duyurmuştur. Bu duyurudan sonra İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemeye başlaması ve Rusya İmparatorluğu'nun da desteğiyle, Balkanların tümünde olduğu gibi Bulgaristan'da da ulusal kurtuluş hareketi alevlenmişti. 93 Harbi'nden yenilgiyle çıkan Osmanlı, Bulgaristan'ı 1878 yılında içişlerinde bağımsız prenslik olarak, 1908 senesinde ise tam bağımsız çarlık olarak tanımıştır.
Bulgaristan Krallığı'nın Balkan Savaşları sonrası konumu, Yunanistan-Sırbistan-Karadağ-Romanya ile batıda Osmanlı İmparatorluğu arasında sıkışmasına yol açmıştı. Savaş öncesi dönemde diğer Balkan Devletleri ile olan düşmanlığı, Bulgaristan için Almanya ile ittifaktan başka bir seçenek bırakmamıştır.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Franz Ferdinand, 28 Haziran 1914 günü Saraybosna'yı ziyaretinde bir Sırp Milliyetçisi olan Gavrilo Princip tarafından eşi Prenses Sophie ile birlikte suikaste uğradı. İki devleti bir arada tutan tek unsur olan Habsburg Hanedanı'nın tek veliahtı öldürülmüştü. Avusturya Hükümeti'nin tepkisi çok sert oldu. Fakat Rusya'yı tek başına karşısına almaya çekinen Avusturya, öncelikle Almanya'ya danıştı. Almanya'nın verdiği üstü kapalı desteğin ardından, Avusturya Sırbistan'a 48 saat süreli ve bağımsız bir devletin kabul edemeyeceği ağır bir nota verdi. Sırbistan bu notaya -Rusya'nın desteğiyle-, kaçamak yanıtlar verdi. Bunun üzerine Avusturya 28 Temmuz 1914'te Belgrad'ı bombalamaya başlayarak, Sırbistan'a savaş ilan etti. Bunun üzerine Rusya 31 Temmuz'da genel seferberlik ilan etti. Daha önceden Rus Seferberliği'ni savaş ilanı kabul edeceğini açıklamış bulunan Almanya 1 Ağustos'ta Rusya'ya, 3 Ağustos'ta da Fransa'ya savaş ilan etti. Almanya, barış zamanında hazırlamış olduğu Schlieffen Planı'na uygun olarak, Fransa'yı hemen ezip, seferberliğini tamamlama çabası içinde bulunan Rusya'ya daha sonra dönmek istediğinden, Fransa'ya saldırıda ordusunu, en kolay yol olan, Flander Düzlükleri'nden geçirmek istedi ve bunun için Belçika'ya 'Zararsız Geçiş Hakkı' için başvurdu. Tarafsız bir ülke olan Belçika, İngiltere'ye danıştıktan sonra Almanya'nın önerisini reddedince, Almanya 4 Ağustos 1914 tarihinde Belçika'ya saldırdı. İngiltere de Almanya'ya savaş açtı. Böylece, 4 Ağustos 1914 tarihine gelindiğinde üç cephede savaş başlamıştı: Alman-Fransız Cephesi, Alman-Rus Cephesi ve Avusturya-Sırbistan Cephesi.
Savaş başında taraflar arasında, savaşın süresinin çok da uzun olmayacağı konusunda neredeyse bir fikir birlikteliği vardı. Almanya, Schlieffen Planı ile Fransa’yı altı hafta gibi kısa bir sürede devre dışı bırakacağını varsayıyordu. Bu planı 4 Ağustos 1914 tarihinde Belçika’ya saldırarak uygulamaya koysa da, Belçika’nın umulandan daha uzun süre dayanması sonucunda (plandan 12 günlük bir gecikmeyle Liège ele geçirilebildi), Almanya Schlieffen Planı’nın başarısızlığı ile karşı karşıya kaldı. 6-12 Eylül 1914 I. Marne Muharebesi, savaşın akıbeti hakkında taraflara bir fikir vermişti. Schlieffen Planı başarısız olduktan sonra Almanya’nın alternatif bir planı yoktu ve gecikmeler sonucunda Rusya seferberliğini tamamlamak üzereydi.
Almanya’nın hızlı bir harekâtı sonuca ulaştıramamasının ardından, I. Dünya Savaşı’nın yeni ve belirleyici bir özelliği olan ‘siper savaşı’ başlamış oldu.
I. Dünya Savaşı cepheleri 2 ana başlıkta toplanabilir.
Batı Cephesi, Almanya'nın batısında kalan Avrupa topraklarında, esas olarak Belçika, Hollanda ve Fransa'yı yani Batı Avrupa'yı içine alan cephedir.
Doğu Cephesi, I. Dünya Savaşı'nda Orta Avrupa ve Doğu Avrupa'da, Almanya'nın, Avusturya-Macaristan'ın ve Bulgaristan'nın doğusunu, Rusya'nın ve Romanya'nın ise batısında kalan cephedir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun I.Dünya Savaşı'nda savaştığı 8 tane cephe vardı. Bunlar birinci dereceden (Kendi topraklarında savaştığı) ve ikinci dereceden (Kendi toprakları dışında savaştığı) olmak üzere ikiye ayrılır.
Birinci Dereceden Cepheler:
İkinci Dereceden Cepheler:
Enver Paşa kumandasındaki Türk ordusu 21 Aralık 1914'te (o zamanki Rus sınırı olan) Köprüköy - Eleşkirt hattında hücuma geçti. Sarıkamış yakınında Allahuekber Dağları'na ulaşan ordu burada 1915 Ocağı'nın ilk haftasında ağır bir yenilgiye uğradı. 130.000 kişilik asker mevcudunun 60.000'i çarpışmalarda veya soğuktan donarak hayatını kaybetti. Geri kalanlar esir düştü.
II. Nikolay'ın amcası Grandük Nikola kumandasındaki Rus ordusu bir yıllık bir bekleyişten sonra 13 Ocak 1916'da Erzurum cephesinde harekete geçti. 16 Şubat 1916'da Erzurum, 3 Mart'ta Bitlis ve Muş, 18 Nisan'da Trabzon, 24 Temmuz'da Erzincan düştü. Ancak Ağustos ayında Bitlis ve Muş geri alındı.
Rusya'da 1917 Mart ayında Çarlık rejimine karşı başlayan ayaklanma Kasım ayında Bolşevik rejiminin kurulması ve 1918 Ocak ayında Rus ordusunun dağılması ile sonuçlandı. Rus ordusunun |
çekilmesi üzerine, onların boşalttığı alanlarda Antranik komutasındaki Ermeni birlikleri ""Batı Ermenistan Geçici Hükümeti"'"ni ilan ettiler. Ancak hücuma geçen Türk ordusu karşısında tutunamayarak dağıldılar. 26 Şubat 1918'de Erzincan, 27 Şubat'ta Trabzon, 12 Mart'ta Erzurum, 2 Nisan'da Van kurtarıldı.
3 Mart 1918'de imzalanan Brest-Litowsk Antlaşması ile Rusya savaşta kazandığı toprakları terkederek 1878 öncesi sınırlara dönmeyi kabul etti. Bu sırada Tiflis'te kurulan Transkafkasya Cumhuriyeti'nin direnmesi üzerine Halil (Kut) Paşa kumandasında ileri harekete geçen Türk ordusu 25 Mart'ta Oltu, 3 Nisan'da Ardahan, 5 Nisan'da Batum, 15 Mayıs'ta Gümrü, 20 Temmuz'da Nahcivan'ı aldı ve nihayet 15 Eylül'de Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu Bakü Muharebesi'ni kazanarak Bakü'ye girdi. Ekim başında da bir Türk müfrezesi Dağıstan'da kontrolü ele aldı.
Ancak 30 Ekim'de imzalanan Mondros Mütarekesi uyarınca Türk ordusu işgal ettiği Kafkasya topraklarını bırakarak 1914 sınırına geri çekildi. Türk ordusunun boşalttığı Batum, Ardahan ve Kars'ta kurulan Millî Şura Hükümetleri 1919 ilkbaharında Kafkasya'daki İngiliz kuvvetleri tarafından tasfiye edildi.
İtilaf Devletleri kara ve deniz güçlerinin Çanakkale Boğazı'nı kontrol altına alarak İstanbul'u işgal etme girişimleridir. İstanbul'un işgaliyle Osmanlı İmparatorluğu savaştan çekilecek, Almanya bir müttefikini kaybedecek ve Rusya ile güvenli bir deniz ticaret ve ulaşım yolu açılmış olacaktı. 1915 yılının Şubat ve Mart aylarında Müttefik donanmasının sahil top bataryalarını susturarak İstanbul'a ulaşma çabaları, Türk sahil topçusu ve mayın hatları nedeniyle başarısız olmuştu. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa yüksek komutanlıkları, Gelibolu Yarımadası'nın amfibik bir harekâtla işgal edilmesine karar vermişlerdir. 25 Nisan 1915 günü, yarımadanın altı kumsalında yapılan Müttefik kuvvetler çıkartmasıyla Çanakkale Kara Savaşı başlamış oldu. Çıkartma kuvvetlerinin Türk savunması karşısında planlanan başarıyı sağlayamamaları üzerine 6 Ağustos 1915 tarihinde yeni kuvvetlerle Suvla Koyu'nda bir çıkartma daha yapılmıştır. Kurmay Albay Mustafa Kemal'in komuta ettiği birinci ve ikinci Anafartalar Muharebeleri'yle bu ileri harekât da başarısızlığa uğramıştır. 9 Ocak 1916 tarihinde Gelibolu Yarımadası'ndan Müttefik kuvvetlerin tahliyesi tamamlanmıştır.
Halk arasında "Yemen Cephesi" adıyla da anılır. I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı İmparatorluğu 4 Tümenlik bir kuvvetle Arabistan'daki kutsal İslam şehirlerini korumaya çalıştı. 7. Kolordu'nun birer tümeni Hicaz, Asir, San'a ve Hudeybiye'de konuşlandırılmıştı. Uzaklık sebebiyle bu tümenlere yeni asker, malzeme ve silah desteği sağlanamıyordu. 1916 yılında İngilizlerin kışkırtmasıyla, Araplar kendilerini koruyan Osmanlı Kuvvetlerine karşı ayaklandı, Mekke Emiri Şerif Hüseyin, bağımsızlığını ilan etti. Bu bölgedeki en önemli Osmanlı direnişi Medine müdafaası'ydı. Yemen'de İmam Yahya Osmanlılar'a bağlı kalırken Asir'de Seyyid İdris de ayaklanmaya katıldı.
1917 Şubatında Hicaz Seferi Kuvvetleri'ne atanmak üzere, Şam'a gelen Mustafa Kemal Paşa, Hicaz'ın boşuna savunulmayıp boşaltılmasını istedi. Manevi sebeplerden dolayı bu istek uygulanmadı. Komutanlık ataması da yapılmadı. Bin bir güçlükle Medine'yi, Yemen'i, Asir'in kuzeyini I. Dünya Savaşı sonuna kadar savunan 7. Kolordu Mondros Mütarekesi'nden bir müddet sonra, 23 Ocak 1919'da teslim oldu. Dönüşte kutsal emanetler İstanbul'a getirilmiştir.
İngilizler 1914 yılı Aralık ayında Türk dostu saydıkları Hidiv Abbas Hilmi Paşa'yı yönetimden uzaklaştırarak, Mısır ve Süveyş Kanalı'na tamamen egemen oldular.
Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa'nın, 14 Ocak 1915'te iki koldan Süveyş Kanalı'na yaptığı harekât (1. Kanal Savaşı) başarısız oldu. Kanalı şişme botlarla aşmaya çalışan Osmanlı birlikleri ağır makinalı tüfek atışları sebebiyle daha kıyıya varamadan ağır kayıplar verdi. 4 Şubat 1915'te Birüsseba-Gazze'ye geri dönüldü.
1916 yılında Süveyş Kanalı'nı almak için 2. Kanal Harekâtı yapılırken, Mekke Emiri Şerif Hüseyin İngilizlerin kışkırtmasıyla Osmanlı İmparatorluğu'na karşı ayaklandı. Ayaklanmanın bastırılması için 4. Ordu'dan bir kısım birlikler Hicaz'a gönderildi. Ordunun geri kalan kısmıysa, Gazze-Şeria-Birüsseba hattında savunmaya çekildi. 1917 baharında İngilizler, Gazze'ye saldırdı. Burada iki tane muharebe yapıldı. İngilizler Türklerin kahramanca savunması karşısında çekilmek zorunda kaldılar. Takviyelerini artırmaya başlayan İngilizlerin Filistin Cephesi'nde toplanmaları üzerine, Cemal Paşa'nın uyarısıyla Yıldırım Ordularının Irak cephesinde kullanılmasından vazgeçilerek Filistin ve Suriye'de kullanılması kararlaştırıldı. Aynı yıl 7. Ordu Komutanlığına atanan Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Ordular Komutanı General Liman von Sanders ile anlaşamadı. Harbin yönetimini tenkit eden iki rapor yazarak 6 Ekim 1917'de komutanlıktan istifa etti. Mustafa Kemal elde kalan birliklerle ancak savunma savaşı yapılabileceğini, Falkenhayn'ın saldırıya geçme fikrinin tamamen yanlış olduğunu düşünüyordu. Savaş hazırlıklarını tamamlayan İngilizler, 24 Ekim 1917'de 138.000 askerle taarruza başladılar. Birüsseba-Gazze Savaşı'nı kazandılar. 9 Kasım 1917'de Kudüs düştü.
General Allenby komutasındaki İngiliz kuvvetlerinin Mart 1918 başı ile 18 Mayıs arasındaki Telazur, 1. ve 2. Salt-Amman taarruzları başarıyla durduruldu. Yığınaklarını artıran ve mevcudu 550.000'e yükselen İngiliz ordusunun 19 Eylül 1918'de Filistin'de başlattığı taarruz hızla gelişti ve Filistin tamamen İngilizlerin eline geçti. (Nablus Hezimeti)
Bu cephe, İngilizlerin petrol sahalarını ele geçirmek amacıyla, 15 Ekim 1914'te Bahreyn'i ve 23 Kasım 1914'te Basra'yı işgali üzerine açıldı. Yerli askerlerle karışık Osmanlı kuvvetleri işgale karşı koyamadı. İngilizler, İran'da Ahvaz'ı da ele geçirdiler.
20 Aralık 1914'te, Basra'yı geri almak amacıyla cephe komutanlığına atanan, Yzb. Süleyman Askeri Bey aşiretlerden ve gönüllülerden yararlanarak topladığı kuvvetle, 12 Nisan 1915'te taarruz etti. Şuaybiye Savaşında başarılı olamadı ve intihar etti. İngilizler Kutü'l Ammare'yi de ele geçirip Bağdat'ı almak için, General Townshend komutasında saldırdılar. Türk Kuvvetleri, İngilizleri Selmanpak'ta durdurdu. Kanlı çarpışmalardan sonra İngilizler, 26 Kasım 1915'te çekildiler. Kut ül Amare'de 8 aralık 1915'te kuşatılan İngiliz birlikleri, beş ay süren bir direnişten sonra 28 Nisan 1916'da teslim oldu. General Townshend dahil 13.399 esir alındı. Fakat insan gücü çok fazla olan İngiltere Hindistan'dan getirdiği yaklaşık 150.000 askeri bölgeye çıkarttı.
1916 yılı başında bir kısım İngiliz birlikleri General Townshend'in yardımına geldiyse de İran'da Hemedan'a kadar sürüldüler. İngiliz birlikleri 1917 yılı başında bekledikleri güce ulaştılar. Taarruza geçtiler. 11 Mart 1917'de General Maude yönetimindeki İngiliz birlikleri Bağdat'a girerken Halil Paşa'nın komutasındaki Osmanlı askerleri Bağdat'ı boşalttı.
Türk kuvvetlerinin Bağdat'ı geri alma teşebbüsü başarılı olamadı. Samerra'yı da ele geçiren İngiliz Ordusu, Musul'a doğru ilerlemeye başladı. Bağdat'ı geri almak için 6. Ordu'yla Halep'te kurulan 7. Ordu birleştirilerek General Falkenhayn komutasında Yıldırım Ordular Grubu kuruldu. Halep'te hazırlıklar sürerken, İngilizler Tikrit'e kadar ilerlediler.
1918 yılında aldıkları takviyelerle iyice güçlenen İngiliz birlikleri, petrol yataklarının bulunduğu Musul'a giremediler. Ancak, ne yazık ki, Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından üç gün sonra 3 Kasım 1918'de, mütarekeye aykırı şekilde burayı işgal ettiler.
Galiçya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun kuzeydoğu ucunda yer alıyordu. Bu bölge bugün, bir kısmı ile Polonya'nın güneyinde, diğer kısmı ile Ukrayna'nın batısında yer almaktadır. Galiçya'nın güney sınırını Karpat dağları oluşturur.
Genel savaş planına göre, Almanya batıda Fransa'nın 'işini' halledecek, bu süre boyunca Avusturya-Macaristan doğuda Rusya'yı oyalayacaktı. Ancak Avusturya Macaristan bu işi başaramadı. Rusya orduları Karpat dağlarının kuzey eteklerine kadar yanaştı.
Bunun üzerine Almanlar doğu cephesinin merkezi Galiçya'ya Türk kuvvetlerinin gitmesi konusundaki Enver Paşa'nın teklifini kabul ettiler. Daha önce Çanakkale'de savaşmış 19. ve 20. Tümenler'den 15. Kolordu oluşturularak, Temmuz 1916'dan itibaren yaklaşık 30.000 asker her tabur bir tren katarına denk gelecek şekilde, trenle yola çıkarıldı. Eylül 1916'da intikal tamamlanmıştı. Kolordunun komutanı, Kurtuluş Savaşı'nda da önemli görevler üstlenen Yakup Şevki Subaşı'ydı. Kasım 1916'da görevi Cevat Paşa'ya devredecektir.
Osmanlı'nın Avrupa'da savaştığı üç cepheden biri Galiçya idi. Genellikle Romanya Cephesi ile karıştırılır. Osmanlı'nın asıl olarak savaştığı yer, Berezhany kasabası çevresidir. Berezhany ile Rohatin kasabası arasındaki yol üzerinde, sağ taraftaki dağın yamaçlarında halen Türk şehitliği vardır (Rohatin, tarihte Hürrem Sultan olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman'ın eşinin doğduğu şehirdir). Bunun yanında, yöredeki diğer köylerde de küçük Türk şehitlikleri bulunmaktadır. Şehitlikler Ekim 2008 tarihi itibarıyla bakıma alınmıştı. Bunda Kiev Türk Büyükelçiliği askeri ateşesinin ve Ukrayna'da bulunan Türk işadamlarının büyük katkısı olmuştu.
Türk askerlerinin savaştığı bölge, bugün ormanlıktır. Savaş sırasında kullanılan mevziler bugün bile net olarak görünmektedir. Bu haliyle, Çanakkale'nin 30 yıl önceki haline benzetilebilir.
Sırbistan'ın İttifak Devletleri'nce işgal tehlikesi belirince, bir Fransız tümeni Çanakkale'den getirilerek, 5 Ekim 1915'te Selanik'te karaya çıkarıldı. Bir İngiliz tümeniyle bir Fransız tugayı da daha sonra bu birliğe katıldı. Böylece Makedonya cephesi açılmış oldu. 20. Türk Kolordusu ile birtakım Alman ve Bulgar birlikleri İngiliz ve Fransızların karşısında yer aldı.
1916 yılında İngiliz, Fransız ve Sırp askerlerinin sayıları 250.000'e ulaşınca 10. Türk Kolordusu da 17 Kasım 1916'da cepheye geldi. 10 Aralık 1916'da Yarbay Şükrü Naili Gökberk komutasındaki 50. Tümen Drama civarında düşmanla savaştı. Cephedeki küçük taarru |
zların yanında en önemli olay, 11 Aralık 1916'da, Manastır'ın İttifak Devletleri'nin eline geçmesidir (Manastır Saldırısı).
1917 yılı küçük muharebelerle geçti Türk Kuvvetleri Kavala-Serez hattında savaştı. 27 Haziran 1917'de Yunanistan İtilaf Devletleri safında savaşa girdi. 29 Mayıs 1918'de İngiliz, Fransız, Yunan ve Sırp kuvvetleri büyük bir taarruz başlattı. Bulgar ordusu yenildi. 29 Eylül'de Bulgaristan, Selanik Ateşkes Antlaşması'nı imzalayıp, savaştan çekildi. Topraklarından İtilaf Devletleri'ne ait askeri birliklerin geçmesine de izin verdi. İtilaf Devletleri üç koldan Balkanlarda ilerlemeye başladı. Bu kollardan biri İstanbul'u hedef almıştı.
Batı Cephesi'nde Schlieffen Planı’na göre altı haftada Fransa’yı işgal etmeyi öngören Almanya, Belçika’nın direnmesi sonucunda bu planda başarısız olmuştur. Almanya’nın ‘Yıldırım Harekatı’ Marne Muharebeleri ile engellenmiştir. Batı Cephesi’nde savaş, 1914 yılında siper savaşına dönmüştür.
Doğu Cephesi’nde savaş, 2 Ağustos 1914’te Avusturya’nın Sırbistan’a saldırısı ile başladı. Avusturya, Bosna yolu ile Belgrad’a doğru ilerledi. Avusturya’nın Belgrad’a kolayca gireceği sanılırken, Belgrad ancak üç ay sonra düştü. Ardından iki hafta sonra Sırplar, Belgrad’ı tekrar geriye aldılar. Avusturya Orduları, Tuna’nın kuzeyine çekilmek zorunda kaldılar. Bu olay Avusturya’nın güçsüzlüğünü ortaya koyması bakımından önemlidir. Almanya, Batı Cephesi’nde Fransız direnişiyle karşılaştıktan sonra, doğuda da Avusturya’ya güvenemeyeceğini anlamıştır.
Rusya seferberliğini beklenenden kısa sürede tamamlayarak, 17 Ağustos 1914‘te Doğu Prusya’ya girdi. Rusya’nın ilerlemesi karşısında doğudaki Alman Orduları’nın başına Hindenburg ve Ludendorff getirildi. Alman Orduları, Rus Orduları karşısında geri çekilmeye başlayınca, Rus Orduları’nın komutanı Samsonov, Alman Orduları’nın bozgun halinde geri çekildiği düşüncesine kapıldı.Rus Orduları, haberleşmede şifre kullanmayı bıraktı ve hızla Almanya içlerine doğru ilerleyerek, ikmal merkezleriyle olan bağlantılarını zayıflattı.Gerçekte Alman Generalleri, Rus Orduları’nı bilinçli olarak Tannenberg Bölgesi’nde oluşturdukları pusuya doğru çekiyorlardı.Sonunda Rus Ordusu, çember altına alınarak Tannenberg Bölgesi’nde yenilgiye uğratıldı ve 120.000 Rus Askeri esir alındı.Almanya büyük bir zafer kazanmıştı.Rusya vurucu gücünü yitirmişti.
Bundan sonra Batı Cephesi’nde Fransa’nın yükünü hafifletmek isteyen İngiltere ve Fransa, Rusya’ya acil silah yardımı yapmak amacıyla 1915 yılındaki Çanakkale Savaşı’na yol açacak planlarını oluşturmaya başlamışlardır.
Diğer taraftan Avusturya, Galiçya Muharebesi’nde Rusya’ya karşı bir üstünlük elde edemedi. Bu cephede uzun ve kanlı savaşlar sonucunda taraflar birbirine karşı bir avantaj elde edememiştir.
1915 Yılında Batı Cephesi, İsviçre sınırından Manş Denizi’ne kadar uzanan ve yıl boyunca taraflara somut hiçbir şey kazandırmayan; uzun ve son derece kanlı muharebelerden oluşmaktaydı. Siper savaşının kanlı ve sonuç almaktan uzak niteliği yüzünden bu dönemde (zehirli gazların da yoğun kullanımıyla) binlerce kişi ölmüştür. 1915 Sonbaharı’na kadar geçen sürede Batı Cephesi kayıpları şöyledir:
İngiltere 60.000, Fransa 190.000, Almanya 210.000 kişi.
Diğer yönden, Almanya 1915 yılı içerisinde İngiltere’yi (bu savaşta ilk kez kullanılan) zeplinler ile havadan bombalamaya başladı. Bu bombardımanlar 1916 yılına kadar sürdü. Ağır ve kolay hedef olan zeplinler önemli zayiata yol açamadı (İngiltere’de 11.000 kişi bu saldırılarda ölmüştür) ve 1916’da Almanya Zeplin Bombardımanı’nı kesti. Fakat, İngiltere kamuoyu üzerinde bu bombardımanların etkisi büyük oldu. Bir ada ülkesi olan İngiltere’de ilk kez bir saldırıyla karşılaşan halkta Almanya’ya karşı büyük bir nefret uyandı. Günlük yaşam, savaş algısıyla bozuldu.
Savaşın getirdiği bir diğer teknolojik yenilik de Almanlar’ın kullandığı U-Boat(Unterseeboot)’tur. Almanlar denizaltı kullanımıyla, savaş gemilerinin yanında ticaret gemilerini de batırarak, lojistik yönünden başta İngiltere olmak üzere tüm rakip devletlere ciddi zararlar vermiştirler.
1915’in kış aylarında Rusya’ya karşı yapılan Almanya-Avusturya ortak harekatı başarılı oldu. Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Birlikleri iki hafta içerisinde Rusya içinde 120 km ilerlediler. Rusya’nın talebiyle Osmanlı İmparatorluğu üzerinden yeni bir cephenin açılması bu dönemde kararlaştırıldı. Bu cephe Çanakkale Cephesi olacaktı.
1916 yılı savaşları da taraflarına hemen hemen hiçbir avantaj kazandırmamıştır. Bu yılın Batı Cephesi’ndeki en önemli savaşları, Verdun Bölgesi’nde olmuştur. Bu savaşlar, aynı zamanda I. Dünya Savaşı’nın da en kanlı savaşlarıdır. İngiltere tarafından, denizden sıkı bir ablukayla kuşatılmış olan Almanya -zaten sınırlı sayıdaki sömürgelerinden lojistik sağlayamıyordu-, savaşın uzamasının en büyük zararı kendisine vereceğini biliyordu. Schlieffen Planı’nda arkasından dolaşmayı tasarladığı Verdun’u düşürüp Paris’e girmek ve hiç olmazsa Batı Cephesi’nde savaşı bitirmek istiyordu. Başlangıçta başarılar kazanan Almanya, sonradan Fransız komutan Mareşal Petain’in uyguladığı cephe gerisi stratejisi-Fransa’nın diğer bölgeleri ile Verdun arasındaki ulaşım olanaklarının artırılması ve lojistik sağlamada kolaylık-ile birlikte sonuca gidememiştir.
Verdun Savaşları, Şubat-Haziran 1916 arasında sürmüş ve çok sayıda kayba neden olmuştur (Fransa 350.000, Almanya 300.000). Buna karşın, her iki taraf da bir sonuca ulaşamamıştır. Daha sonra İngiltere, Somme Bölgesi’nden bir karşı saldırıya geçmişse de bunda başarılı olamamıştır. İngilizler'in, bu saldırının ilk gününde 60.000 olmak üzere toplam kaybı 420.000 kişi olmuştur.
1916’da, Batı Cephesi’nde ölü sayısı 1.263.000’e ulaşmıştır. Ayrıca ilk kez bu cephede savaş tarihinde tank kullanılmıştır.
1915’in sonlarında İtalya savaşa dahil oldu. Yine aynı dönemde Bulgaristan da savaşa katıldı. Bu iki katılım ile savaş güçleri her iki taraf için de dengelendi. 1916’da Romanya, Almanya ve müttefiklerine savaş açtı. Doğu Cephesi’nde açılan bu yeni rota, Alman ve Avusturya ordularının dört ay gibi kısa bir sürede -1916’nın aralık ayında- Bükreş’e girmesiyle son buldu.
Bunun dışında, Doğu Cephesi’nde de Batı Cephesi’nde olduğu gibi, 1916 yılında yapılan savaşlar iki tarafa da bir üstünlük sağlamadı.
Askeri açıdan değerlendirildiğinde İttifak Devletleri, 1917’ye kadar olan dönemde başarılı görünmektedir. Fakat, savaş uzadıkça Almanya için sıkıntılar had safhaya çıkmaya başlıyordu. Sömürgelerinin lojistik desteğine rahatlıkla ulaşan İngiltere ve Fransa, denizden abluka altına aldığı Almanya’ya aynı şansı tanımıyordu. Almanya bu ablukayı denizaltıları ile kırmaya çalışıyordu. Bu amaçla deniz savaşlarına ağırlık vermişti.
Almanya’nın denizaltı savaşına yönelmesi, ABD’nin dış ticaretine çok olumsuz etki yapmıştı. Aynı zamanda, Almanya’nın kurmaya çalıştığı Alman-Meksika İttifakı’da ABD’de büyük bir tepkiye yol açmıştı (Almanya ABD’nin savaşa girmesi durumunda Meksika’nın ABD’ye saldırmasını istiyordu).
Bu iki nedenin ABD’de kamuoyu oluşturmasıyla, Amerikan Kongresi 6 Nisan 1917’de Almanya’ya savaş ilan etti.
ABD’nin savaşa girmesi, aynı zamanda dönemin en büyük ekonomik imkânlarına sahip olan bir devletin savaşa girmesi demekti. Bu da savaşın kaderine çok önemli etkilerde bulunmuştur.
1905 Devrimleri ile son dönemecine giren İmparatorluğu Rusyası, Tannenberg Savaşı’nda kaybettiği gücünü -Çanakkale Savaşları sonucunda da yardım alamayarak- savaşın sonuna kadar toparlayamadı. Bunun üzerine Menşevikler ve Beyaz Ordu ülkede Şubat Devrimi'ni yaptılar. Menşeviklerin iktidara gelişi, Rusya'nın tüm saldırılarını durdurmasına neden oldu.
Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin Bolşevik kanadı (1918 yılında adı Sovyetler Birliği Komünist Partisi olarak değiştirildi) öncülüğünde işçiler, köylüler ve askerler 1917 yılının Ekim ayında gerçekleşen Ekim Devrimi'ni yaptılar. Bunun sonucunda, Rusya Brest Litovsk Barış Antlaşması'yla tamamen savaştan çekildi. Böylece Doğu Cephesi kapanmış oldu. Fakat, Almanya için bu olay savaşın kazanılmasına yol açmamıştır. Ama Osmanlı için, bu olay eski doğu sınırlarına geri dönüş anlamına geri geliyordu.
1918 yılı Almanya için sonun başlangıcı olmuştur. Sınırlı kaynakları ile abluka altında, ham madde ve gıda sıkıntısı had safhaya ulaşan Alman İmparatorluğu'nda, Rusya'dan Ekim Devrimi sonucunda hızla yayılan Bolşevik hareketleri ile grevler ve ayaklanmalar başlamıştı. Bu grevleri önlemeye çalışan hükümet, çok kritik bir hata yaparak, grevcileri -ceza olarak- savaş alanlarına sürdü. Grevciler, bu sefer de Alman ordusu içerisinde isyanlara ve itaatsizliklere yol açtılar.
1918'de savaş tamamen İttifak Devletleri'nin aleyhine dönmüştü. Rusya'nın savaştan çekilmesiyle, Doğu Cephesi'ndeki gücünü Batı Cephesi'ne kaydıran Almanya, mart ayında General Ludendorff komutasında büyük bir saldırı başlattı. Bu saldırı sonucunda Almanya kısmen başarılı olup cepheyi yarmayı başarsa da, Alman ordusu içerisindeki isyancılar ve karşı tarafta da Amerikan tanklarının cepheye sokulması ile daha fazla ilerleyemedi. İtilaf Devletleri, Alman ordusunu geriye doğru püskürtmeye başladı. Bu saatten sonra, artık İttifak Devletleri için yapılacak pek bir şey kalmamıştı.
İtilaf Devletleri'yle tek tek İttifak Devletleri arasında yapılan mütarekelerle çatışmalar resmi olarak sonlandırılmıştır. Bu mütarekeler, Bulgaristan ile 29 Eylül 1918 tarihinde Selanik Ateşkes Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu ile 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile 3 Kasım 1918 tarihinde Villa Giusti Antlaşması ve Almanya ile 11 Kasım 1918 günü Rethondes Antlaşması'dır.
I. Dünya Savaşı, kendinden önceki savaşlardan çok farklı özellikler gösterir. Bu, modern çağlardaki en ağır ve en acımasız insan buluşu olan ‘Topyekün Savaş’tır. 20. yüzyıldan önceki savaşlar belirli cephelerde sürerdi. Savaşa katılan ülkelerin halkları direkt olarak savaşın etkilerine maruz kalmazlardı. Daha çok gıda ve ihtiyaç maddeleri sıkıntısı halklar üzerinde etkili olurdu. Fakat I. |
Dünya Savaşı bu durumu değiştirdi. Cephe gerisi saldırıları, sabotajlar vb. savaş taktikleriyle, savaşan devletlerin sosyal hayatlarını düzenli bir şekilde sürdürmeleri imkânsız hale geldi.
I. Dünya Savaşı’nın getirdiği bir savaş tarzı siper savaşıdır. Tahkim edilmiş, ağır silahlarla donatılmış siperlerde, iki tarafın çok ağır insan kayıplarına yol açacak çatışmalar yaşanmıştır. Ayrıca, Almanya Ypres Çatışmalarında klor gazı kullanarak tarihteki ilk kimyasal saldırıyı gerçekleştirmiştir. Başlangıçta itilaf devletlerini korkutsa da, gaz maskesi kullanımı ile zehirli gaz saldırıları etkilerini yitirmiştir. Korumaya karşın kimyasal silahların kullanımı, halkların gözünü korkutmuştur.
Siper savaşlarında kullanılan silahlar büyük gelişmeler gösterdi. Mitralyözler ve yarı otomatik tüfekler kullanıldı. Piyade tüfeklerin atış hızı artırıldı. Siper aralarında süngü çarpışmaları görülüyordu. Gemilere karşı kullanılan sabit ve hareketli toplar güçlendirildi. 15 km uzağa ateş edebilen sabit toplar kullanıldı.
İlk olarak İngilizler tarafından Batı cephesinde tanklar ve zırhlı araçlar kullanılmıştır. Tanklara karşı da tanksavarlar geliştirilmiştir.
Ayrıca haberleşme de gelişmiştir. Güçlü sistemler geliştirilip, karşı taraftan istihbarat alma; ve karşı tarafın fark edemeyeceği şekilde haberleşme sistemleri kuruldu.
Denizde ise menzili 15 km'ye varan savaş gemileri ve denizaltılar kullanılmıştır. İlk denizaltı olarak bilinen Alman U-Botları, ABD'nin İngiltere'ye insani ve askeri yardım ulaştırmasını engelleyerek İtilaf Devletleri'ne ciddi kayıplar verdirtmişlerdir. Denizaltıların kullanımı, sonarın geliştirilmesine neden olmuştur.
Kruvazör, destroyer gibi gemilerle sahil kısımları ve daha iç kısımlar denizden bombardımana tutulmuştur. Bu durum çıkarmaya karşı koymaya çalışan orduları çok zor durumda bırakmıştır.
Havada ise uçaktan yararlanılmaya devam edilmiştir. I. Dünya Savaşı'nda hava gücü, daha çok istihbarat elde etme ve düşmanın istihbarat almasını engelleme görevlerinde kullanılmıştır. Almanlar ise, yine tarihte bir ilk olarak zeplinleri İngiltere’yi bombalama amaçlı kullanmışlardır. Fakat zeplinlerin ağır ve korumasız olması nedeniyle 1916 yılında faaliyetlerine son vermişlerdir. Bunların yanında, düşmanın yük trenlerini bombalama, donanmaları bombalama gibi amaçlarda da kullanıldı. Bir yandan da uçaklara karşı olarak uçaksavar silahlar geliştirilmiştir.
Tüm ülkelerden 65.038.810 askerin katıldığı savaş, arkasında resmi rakamlara göre toplam 8.556.315 ölü, 21.219.452 yaralı ve 7.750.945 kayıp veya esir bırakmıştır.
I. Dünya Savaşı ülkeler arasındaki sorunları çözümlememiş, ağır yaptırımlar içeren antlaşmaların sonucu olarak savaş sonrası gelişen aşırı milliyetçilik, yeni oluşan faşizm ve nasyonal sosyalizm gibi ideolojiler II. Dünya Savaşı'na zemin hazırlamıştır.
Atlantis
Atlantis (Yunanca Ἀτλαντὶς νῆσος), "Atlas'ın adası", Platon'un Timaeus" ve "Critias kitaplarında bahsettiği efsanevi batık bir kıta ve uygarlık.
Platon'a göre Atlantis, "Herkül Sütunları'nın ötesinde" yer alan, Batı Avrupa ve Afrika'nın birçok kısmını fetheden ve Solon'un zamanından 9000 yıl önce (yaklaşık MÖ 9500) Atina'yı fethetmeye çalışan, ancak başarılı olamayıp bir gecede okyanusa batan bir uygarlıktır.
Platon'un diyaloglarında gömülü bir hikâye halinde olan Atlantis, genellikle Platon tarafından kendi politik teorilerini anlatmak için yaratılmış bir efsane olarak görülür. Birçok akademisyen için Atlantis hikâyesinin amacı belirgin olmasına rağmen, Platon'un hikâyesinin ne kadarının eski hikâyelerden derlendiği bir tartışma konusudur. Bazı akademisyenler Platon'un hikâyeyi Thera yanardağ patlaması veya Truva Savaşı'ndaki bazı öğelerle oluşturduğunu savunurken, bazıları ise MÖ 373'te gerçekleşen Helike'nin yıkımı veya MÖ 415-413 yılları arasında gerçekleşen Atina'nın başarısız Sicilya işgali gibi olaylardan esinlendiğini savunurlar.
MÖ 421 yılında Sokrates'in evindeki bir felsefe sohbetinde Atinalı devlet adamı Kritias, dedesi Dropides'in kendisine naklettiği efsaneyi hikâye eder. Hikâyeyi dede Dropides'e nakleden ünlü Yunan şair Solon'dur. Solon'un gösterdiği kaynak ise Mısır'da bulunduğu dönemde tanıştığı Mısırlı bir keşiştir ve keşişe göre Atlantis'e ilişkin olaylar MÖ 9000 yılında gerçekleşmiştir.
Plutarkhos'a göre Sais şehrinde Solon'la konuşan rahibin adı Sonchis idi. İskenderiyeli Clemens'e göre bu aynı zamanda Pythagoras'a ders veren Mısırlı rahibin adıdır. Platon'un hem Kritias, hem de Solon'la akrabalığı vardı. Ayrıca, kendisi de Mısır'ı ziyaret ederek birkaç yıl kalmış ve inisiye olmuştu. Onun için, bazı Atlantologlar onun Atlantis konusunu yazmadan önce, bu konudaki bilgileri topladığı fikrindeler. Platon(eflatun)'a göre bu kıta çok zengindi ve soylu insanlar tarafından yönetiliyordu. Bir felaket sonucu okyanusun sularına gömülmüştü.
Kur'an'da "Ad kavmi" diye de geçer, Ad-land; Kuzey dillerinde Ad Ülkesi demektir. Kimi araştırmacılara göre, İbranice’deki, ilk insanı belirten ve adama sözcüğünden gelen "Adem", Sanskrit dilinde “ilk, başlama” anlamına gelen ve Aryenler’in ilk konuşan insan türüne verdikleri ad olan "Ad-i", Frigler’in "Attis", Kafkasyalılar’ın "Adige", Polinezyada’daki "atea", Truva öyküsündeki "Ate", Aztek mitolosindeki "Atzlan" (ada) ve Türkçedeki "ad", "ada", "ata" (pek çok dilde baba anlamına gelir) sözcükleri ile "Ad" kavminin adı arasında etimolojik bir bağlantı olabileceği düşünülmektedir.
James Churchward Atlantis'in efsanevi Mu uygarlığının bir kolonisi olduğunu belirtmiştir. İngiliz ordusunda görevli subay olarak Tibet'te bulunmuş, daha sonra dünyayı gezmiş ve araştırmalar yapmıştır. James Churchward 1883'te, Batı Tibet'te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün yüzüne çıkartmıştır. Tibet'te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki araştırmaları doğrultusunda Tibet'teki manastırları dolaşırken, yolu Batı Tibet'te bir manastıra düşmüş ve bu manastırın, "Büyük Rahipler Kardeşliğinin" önde gelen üyelerinden olan baş rahibi Rishi, Churchward'a, 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri"ni göstermiştir.
III. Ramses'in yazdırdığı yazılarda, Atlantislilerin büyük su dairesi üzerindeki kara parçasından ve adalardan, dünyanın ucundan, dokuzuncu kuşaktan geldikleri anlatılıyor. 9. Kuşak da Antik Mısır, Yunan ve Roma'da kullanılan coğrafi bölümlere göre 52. ila 57. Kuzey enlemleri arasında kalan bölgedir.
Ünlü tarihçi Renan ise, şaşırtıcı bir şekilde Mısır sanatının gençlik dönemi olmadığı iddiasında bulunarak Mısır uygarlığı ile ilgili şüphelerini şöyle dile getiriyordu:
Herodot da 'Euterpe' adlı eserinde, Mısır rahiplerinin yazılı tarihinin kendi zamanından 12.000 yıl öncesine kadar gittiğini belirtiyor. Yani Atlantis'in batışına kadar.
5400 yıl önce Mısır'daki Siyen (Aswan) kentinin, tam olarak Yengeç Dönencesi'nin altına rastladığı dönemde inşa edilmiş olan Siyen Duvarları, tam güneşin gündönümü anında, öğle vakti, güneş komple bir disk halinde bu duvarların üzerinden yansırken görülürdü. "Günümüzde, Avrupa'nın bütün bilim adamları bir araya gelseler bunun bir benzerini yapamazlar" diyor tarihçi Keneally "Tanrının Kitabı" adlı eserinde.
Amerikalı araştırmacı Robert Sarmast Platonun ünlü diyalogları Critias ve Timaeus’da ifade ettiği yaklaşık 50 fiziksel işaretten yola çıkarak, çalışmalarını Kıbrıs yayı ve Levantine havzası olarak tarif edilen Doğu Akdeniz kıyılarına kaydırdı. Bölge ile ilgili olarak Amerika Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi'nin (NOAA) hazırlamış olduğu haritalardan ve veritabanlarından faydalanan Sarmast, bu bilgilerin yeterli olmadığını görünce dünyaca ünlü Jeofizikçi Dr. John K. Hall ile işbirliğine gitti. Dr. Hall, Sarmast’a 1980'li yıllarda bir Rus petrol gemisi tarafından Doğu Akdeniz’de deniz tabanından toplanan dijital verileri iletti. NOAA ve Dr. Hall dan gelen verileri birleştiren Sarmast, bölgenin 3 boyutlu ve bathymetric (derinlik ölçü birimi) haritalarını çıkarttı. Sarmast’a göre Atlantis Kıbrıs, Suriye arasında idi ve batan kıtanın en üst noktası ise bugünkü Kıbrıs’tı.
Sarmast "Discovery Of Atlantis" isimli ünlü eserinde Atlantis’in bu bölgede olmasını güçlendiren bulguları ve nedenlerini açıkladı.
Atlas Okyanusu birçok volkanik hareketlerin sık sık yer aldığı bir yerdir. 1957'de yanardağlar eşliğinde yeni bir ada Azorların yakınlarında ortaya çıktı.
Paul ve Pauline Vayntsveyga Zalittski adlı Kanadalı bir çiftin öncülüğünde yapılan deniz dibi araştırmalarında, Bermuda Şeytan Üçgeni olarak adlandırılan bölgede batık bir şehir bulundu. Araştırmacılar, Küba kıyılarından 700 metre uzaklıkta ve 180 metre derinlikte, yolları, tünelleri, piramitleri ve başka yapıları olan büyük bir şehir keşfettiler. Elde edilen görüntülerde, batık şehirde sıradan piramitlerin yanı sıra camdan yapılmış piramitlerin, Sfenks şeklinde heykel, birçok monolitik yapılar ve bina duvarlarına oyulmuş yazıtların bulunduğu görüldü.
526 yılında Antakya'da 250.000 kişi, 1042 yılında Tebriz, İran'da 40.000 kişi, 1556'da Çin'de 830.000 kişi, 1908'de Messina, Sicilya'da 200.000 kişi, 1923 Tokyo civarlarında 200.000 kişi ve 1976'da Çin'de 700.000 kişi şiddetli depremlerle hayatlarını kaybettiler. Sellere gelince Çin'de 1887'de Huang Ho nehrin taşıması en az iki milyon insanın ölümüne yol açtı. Aynı nehrin 1931'de taşması 4 milyon insanın ölümüne yol açtı.
Okyanusları ve kıtaları çepeçepre saran Yerkabuğu birçok tektonik plakalardan oluşmaktadır. Yerküre'nin çekirdeğindeki patlamalar bu tabakaların yer değiştirmesine, büyük depremlere ve yanardağ patlamalarına neden olur. Yerküre'nin katı dış katmanını oluşturan yerkabuğunun kalınlığının Yerküre'nin çapına oranı çok düşüktür. Yerkabuğu 6 ile 70 km.lik bir katmandır ve yüzeyden derine inildikçe, her bir kilometrede sıcaklık 30 derece artar. Çekirdeğin üstündeki manto tabakası sıcaklık nedeniyle yumuşak ve eriyik magma halindedir. Çekirdekten gelen patlamalar ve basınç manto tabakası tarafından kısmen yutulur. Eriyik haldeki manto tabakasındaki esneklik, nispeten ince olan yerkabuğunu etkileyip karaların alçal |
ıp yükselmesine neden olarak, bu şekilde dağların ve ovaların oluşmalarını sağlar. Bu değişimlerin oluşması için milyonlarca yıllık bir süreç gereklidir. Ancak Dünya'nın çekirdeğindeki faaliyetin arttığı ve bunun da yerkabuğunu daha fazla etkilediği aktif bir dönemin olabileceği gözönüne alındığında, bunun kısa bir süreçte yerkabuğunda büyük bir etkiye neden olduğu ve atmosferde de büyük bir değişikliğe yolaçtığı düşünülebilir. Denizlerin karalara olan oranıyla uyumlu olarak, yanardağ patlamalarının % 80'i okyanuslarda gerçekleşmektedir. Kıtaları ve okyanusları çevreleyerek Yerküre'yi saran Okyanus Ortası Sırtı iki farklı tektonik plakayı birbirinden ayırır. Bunların faaliyetleri kıtaların yer değiştirmelerine neden olurlar. Tufan'a ilişkin oluşumun anlatıldığı Başlangıç 7. bölümde geçen sözlere göre, bu olayda okyanusların kaynaklarında meydana gelen bir yarılma ve patlayarak oluşan bir fışkırma olayı meydana gelmiştir. Ayrıca, bu olayların sonucunda karalarda yükseltilerin değişerek dağların yükseldiği, ovaların da alçaldığı kayıtlıdır.
Dağların üst kısımlarında deniz canlılarına ilişkin bulunan fosiller, yüksek dağların bir zamanlar denizle kaplı olduklarını gösteren kanıtları sunarlar. Burada ortaya çıkan sorun, yüksek dağları örtecek kadar suyun nereden gelmiş olacağıyla ilgilidir. Bu suların bir kısmı kutuplarda buzullar olarak depolanmıştır; ancak bu buzullar tamamen eriyecek olsalar bile, içerdiği su miktarı karaların yüksek kısımlarını örtmeye yetmeyecektir. Yakın zamanlarda yapılan bir keşif, okyanusların tabanının daha da altında bulunan büyük bir su kaynağının olduğunu açığa çıkarmıştır. Bu yer altındaki su kaynağı, yeryüzündeki okyanuslardan üç kat daha fazla büyüklükteki bir suyu içinde barındırmaktadır. Bu suların yerin tam 700 km altında bulunan "Ringwoodite" olarak adlandırılan mavi taşların içinde bulundukları keşfedilmiştir. Bu keşif, "işte "o gün derin suların tüm kaynakları yarıldı [patladı-fışkırdı]" sözleriyle uyumludur. Bu durum, karaları tümüyle kaplamaya yetecek ölçüdeki su kaynağının, yer altındaki bu sular olabileceğini akla getirmektedir.
Día de los Muertos: Ölüler Günü Meksika'da 31 Ekim ile 1 ve 2 Kasım günlerinde ölüleri anmak üzere yapılan etkinliklere verilen bir addır. Kitab-ı Mukaddes'e göre en eski takvim Eylül ayıyla başlar ve birinci ayın başlangıcı yaklaşık olarak Eylül ayının 14 ya da 15'dir. Buna göre "ikinci ayda, ayın on yedinci gününde" başladığı kayıtlı olan tufanın günümüzdeki tarihi, Kasım ayının 1. ya da 2. gününe denk gelmektedir. Meksika'da ölüler için yapılan bu anmanın tarihinin tufanın başladığı tarihe rastlaması, bunun geçmişte insanların topluca ölmelerine yolaçan bu olayla ilgili olduğunu ve zamanla gerçek anlamının unutulduğunu ya da değişmiş olabileceğini akla getirir.
R. F. Walworth ve G. W. Sjostrom'e göre son buzul çağında su seviyesinin düşük olması Atlantis'in varlığı için yeterli bir sebeptir. Bu iki araştırmacının geniş bir araştırmaya dayanan tezlerine göre, periyodik olarak peşpeşe gelen volkanik patlamalar dünyanın geçmişinde uzun buzul çağları yaratmıştır. Bazı jeolojik izlere göre buzlar bütün kıtaları kaplamıştır, su seviyeleri inip yükselmiştir. Halen güncelliğini koruyan ve Donelly tarafından ortaya atılan bir teze göre, Atlantis'in batmasıyla, daha önce onun yüksek dağları tarafından engellenen sıcak Gulf Stream akıntısı Kuzey Avrupa'ya ulaşarak buzların erimesine yol açmıştı. Halen yolunda devam eden bu sıcak akıntı Avrupa'nın ısısını bulunduğu enleme rağmen ılımlı tutmaktadır. Oysa, aynı enlemde bulunan Rusya'daki şehirler çok daha soğuk iklimlere sahiptir.
Kuzey Sibirya'da buzlar altında on binlerce donmuş mamut cesetleri vardır. Geçen yüzyıl sonlarında bu mamutlardan en az 20.000 kadar çok iyi durumda fildişi çıkartılarak piyasaya sürüldüğü kaydedildi. Bu mamutların toplu bir felakete uğradıkları ortadadır. Ani bir donmadan ölen bu mamutlardan bazılarının midelerinde halen yemekte oldukları otlar bulunduğu görülmüştür.
Karbon 14 testleri onların yaklaşık 12,000 yıl önce öldüklerini gösteriyor. Aşırı soğukların olduğu Sibirya mamutlar gibi sıcakkanlı hayvanların yaşayabileceği uygun bir yer değildir. Bu durum Sibirya gibi şimdi çok soğuk olan bölgelerin bir zamanlar ılıman bir iklime sahip olduğuna işaret etmektedir. Bununla ilgili başka kanıtlar da bulunmuştur. Bütün bunlar ani bir iklim değişikliğinin olduğunu göstermektedir. Profesör Frank C. Hibben'e göre son buz çağının sonuna gelen bu devrede, sadece Kuzey Amerika'da 40 milyon hayvan ölmüştü. Amerika'da Niagara çağlayanlarının 12.500 yıl önce meydana geldiği hesaplanmıştır. Cordilleras Dağları yaklaşık 10,000 yıl önce meydana geldiler. Karbon 14 testlerine göre, şu anda Bermuda civarlarında deniz altında olan geniş bir bölgede 11,000 yıl önce sedir ormanları vardı. Bu bölgede yapılan araştırmalarda, Küba yakınlarında denizin 180 metre altında binlerce yıllık antik batık bir şehir bulundu. 1986 yılında Japonya'da (Okinawa)
Yonaguni Jima adası yakınında, denizin 25 metre altında Yonaguni Monument olarak adlandırılan antik batık bir yapı bulunmuştur. Aynı şekilde İngiltere’ye yakın Kuzey Denizi, İrlanda ve Grönland yakınlarında, deniz diplerinde binlerce yıl önce denizin dibini boylamış ormanlar görülür. Olayların çoğu Atlantis'in batış tarihine uymaktadır.
Bu tarihin hesaplanmasında kullanılan Radyokarbon tarihleme yönteminin bir kesinlik içermediği gözönünde tutulmalıdır. Bu hesaplamanın yapılmasında temel etken, karbon 14 ile karbon 12'nin birbirine oranının hesaplanmasıdır. Radyoaktif olmayan karbon 12, uzaydan gelen radyasyonun -kozmik ışımanın- etkisiyle, radyoaktif bir özellik kazanarak karbon 14'e dönüşür.
Karbon 14'ün yarılanma ömrü 5730 yıldır. Karbon 12 ise radyoaktif özelliğe sahip olmadığından aynı kalır. Bütün canlıların yapılarında karbon 14 ve karbon 12 birlikte bulunurlar. Ancak bir canlı organizma öldüğünde, bunların birbirlerine olan başlangıçtaki oranı giderek değişmeye başlar. Çünkü canlı bir organizma öldüğünde karbon 12 ve karbon 14 alımı sona erer ve önceden kendisinde var olan karbon 14 radyoaktif bozunmaya uğrar ve zamanla azalır. Ölen canlı organizmadaki karbon 12'de ise bir değişim olmayacağından, karbon 14'ün karbon 12'ye olan oranı giderek azalmaya başlar. Bu oransal değişimler bir tür saat görevi görürler ve bir canlının ne zaman öldüğü saptanabilir.
Bununla birlikte, Atlantis ve tufan gibi bir olayın etkisiyle atmosferde oluşabilecek bir değişiklik, bu yöntemle yapılacak hesaplamaların doğruluğuna etki eder. Çünkü bu tarihleme yöntemi için, "atmosferdeki karbon 14 yoğunluğunun eski zamanlardan günümüze değişmediği varsayılır". Temel varsayımı doğrulamak üzere ağaç halkaları sayımı (dendrokronoloji) yöntemiyle gerçek halka yaşları belirlenen yüzlerce örneğin radyokarbon yaşları da bulunarak karşılaştırılmaları yapılmıştır. Bu karşılaştırmalar "temel varsayımın doğru olmadığını", yeryüzündeki karbon 14 yoğunluğunun eski yıllarda önemli miktarlarda değiştiğini, bazı zamanlarda arttığını bazı zamanlarda ise azaldığını göstermiştir. Karbon 14 oranının, karbon 12'ye oranının karşılaştırılmasına dayanan bu yöntem atmosferin hep aynı kalması koşuluyla doğru olabilecektir. Atlantis'in batışı öncesinde atmosferde kalın bir su buharı tabakasının var olduğu kabul edildiğinde, bu durumun güneşten gelen kozmik ışınları şimdikinden daha fazla engelleyeceği ortadadır. Daha az miktardaki kozmik ışın, daha az miktarda karbon 14 oluşturacaktır. Buna göre karbon 14'ün karbon 12'ye göre geçmişte var olduğu düşünülen orantısının yanlış olabileceği ortaya çıkar. Sonuçta Atlantis'in günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce battığına ilişkin hesaplama kesin bir olgu değildir. Bu tarihin 12.000 yıl kadar geriye gitmesi karbon 14 ile yapılan hesaplamanın tam doğru olmamasından dolayıdır. Hesaplamalardaki yanlışlık gözönünde tutulduğunda, Atlantis'in batışıyla ilgili tarihin çok daha yakın bir zaman olması gerektiği anlaşılabilir. Atlantis konusuyla bağlantısı olabileceği düşünülen Nuh tufanının tarihi MÖ 2370 olarak verilir.
1947 yılında, Ölü Deniz'e yakın Kumran mağarasında bulunan rulo yazıtlar, İbrani kutsal edebiyatının en eski örneklerini oluştururlar. Bulunan bir yazıta göre Nuh farklı bir fiziğe sahipti. Öyle ki, babası Lamek onun kendi oğlu olduğunu karısı Bartenoş'un yemin ve ısrarlarına rağmen inanmamıştı. Nuh'un "Bakıcılar, Kutsal Olanlar veya devler" in soyundan gelmediğini ancak meleklerden her şeyi öğrenen" büyükbabası Enok ("İdris")'a danıştıktan sonra inanmıştı.
Kitab-ı Mukaddes'te ("Eski Ahit ve Yeni Ahit / İncil") Enok kitabından yer yer söz edilir. Asırlardır saklanan ve kutsal metinler külliyatından çıkarılan bu kitabın iki farklı nüshası vardır, biri yakın zamanlarda bir Rus manastırında bulunarak Slavonik dilde muhafaza edilmiştir. Adı Enok'un (İdris) Sırlar Kitabıdır. Bu kitapta Enok'un Tanrı tarafından göğe kaldırıldıktan sonra cennet ve cehennem katlarında gördüklerini ve sonradan 360 kitap yazdığını anlatmaktadır. İkinci ve çok daha uzun kitap ise Enok’un Kitabıdır. Burada Nefilimlerin devler olduklarını ve tufandan önceki çöküş devrinde onların insanoğlunun yiyeceklerini tükettiklerini ve bunlar da yetmediğinde insanları yediklerini yazıyor. Bu kitapta, bu çeşit atıflar, dini çevreleri rahatsız etmişti (San Augustine Tanrının Şehri) ve bu kitabın Eski Ahit külliyatından çıkarılmasına, 1772 yılında James Bruce tarafından bir Habeş manastırında bulunana dek, yüzyıllardır ortadan kayıp olmasına sebep vermişti.
Gerçekte ise, Kitab-ı Mukaddes'te Hanok'un (Enok (İngilizce: Enoch): Türkçe Kitab-ı Mukaddes'te Hanok) yazdığı bir kitaptan değil, Hanok'un kendisinden sözedilir. Kitab-ı Mukaddes'teki bilgilere göre, Hanok MÖ 3404 ile 3039 yılları arasında yaşamış bir kişidir. Hanok, MÖ 2970 yılında doğan Nuh'un dedesinin babasıdır ve Nuh'un doğumundan önce yaşayıp ölmüş bir kişi olarak Nuh'u görmemiştir. Hanok Nuh'tan onlarca yıl önce yaşamış bir kişi olup kitap yazmış bir kişi değildir. Aynı şekilde, Nuh'un ne başka bir atası, ne kendisi, ne de Musa'ya k |
adar soyundan bir başkası bir kitap yazmıştır. Ayrıca zaten bu kişilerin yaşadıkları dönemde günümüzdeki anlamda bir kitap yazılması da sözkonusu değildir. İlk defa papirüs kullananlar Mısırlılardır. Bunların devri de daha yakın bir dönemdir. Bu kişiler bütün yaşadıkları olayları ve bilgileri sonraki nesillere sözlü olarak aktarmış kişilerdir. İbrahim, İshak, Yakub ve Yusuf ta buna dahildir. Kumran mağaralarında bulunan Kitab-ı Mukaddes tomarlarının karbon testleri, bunların yaşının Mö. 100-200 yılları arasında olduğunu söylemektedir. Eğer Hanok'un Sırlar Kitabı'nın bunlarla ilişkili olduğu söylenmek isteniyorsa, bu devir hiçbir şekilde Hanok'un yaşadığı devre uymaz. Çünkü Hanok'un ölüm tarihi bile MÖ 3039 yılıdır.
Yaklaşık olarak MÖ 1500'lü yıllarda Kitab-ı Mukaddes'i ilk olarak kaleme alıp yazan kişi, İbrahim'in soyundan gelen Musa'dır. Kitab-ı Mukaddes'teki soy hattına göre Musa, sözlü bir şekilde aktarılan bilgileri ilham altında kaleme almış ilk kişi olmaktadır. Musa'nın yazdıkları tufanı ve öncesini de kapsar. Hanok ile ilişkilendirilen Nefilim denen devler konusu da bu yazılanlar arasındadır ve ilk kitabının 6. bölümünde yer alır. Musa Hanok'tan sözeder; ancak Hanok'un yaşadığı zamanın, Nefilim denen devlerin ortaya çıkmasından yüzyıllar öncesi olduğunu gösterir. Buna göre, gerçekte Hanok Nefilim denen devleri hiç görmeden yaşayıp ölmüş bir kişidir. Musa Nefilim denen devlerin, tufan öncesinde yeryüzüne insan şeklinde maddeleşerek gelen meleklerin insan kızlarıyla evliliklerinden ortaya çıkan bir melez soy olduğunu söyler. Bunların tufan geldiğinde Nuh ve ailesi dışındaki bütün insanlarla birlikte boğularak yok olduklarını anlatır.
Doğruluk dereceleri herhangi bir bilimsel kanıtla kanıtlanmamakla birlikte, Atlantis hakkında şimdiye dek en ayrıntılı açıklamaları yapmış olan ünlü isimler, Atlantis hakkında akaşik okumalara dayalı bilgiler vermiş Edgar Cayce ve Rudolf Steiner'dir. Bir başka kaynak da Doğu'nun kadim kitaplarından Dzyan Kitabı'dır. Cayce ve Steiner, birbirlerinden bağımsız olarak yaptıkları açıklamalarda insan türünün yoğunlaşma ve katılaşma gösterek evrim geçirmiş olduğunu belirtirler ve Atlantis'te savaşan karşıt görüşteki iki gruptan uzun uzadıya bahsederler. Cayce bu iki gruptan birini Tanrı Yasası Oğulları, diğerini Belial (Satan, Şeytan, Şer-Kötü) Oğulları olarak adlandırır. Savaşlar nükleer gücü elinde bulunduran Belial Oğulları'nın lehine sonuçlanmış, manevi alanda ilerlemiş olan birinci gruptakiler ise, kıtanın batacağı kendilerine vahyedilmiş olduğundan, kendilerine bağlı olanlarla birlikte kıtadan göç etmeyi tercih etmişlerdir.
Sonuç olarak günümüzde Atlantis ile ilgilenen akademisyenlerin neredeyse tümü, Atlantis hakkında yazılan külliyatın büyük çoğunluğunun psişiklerce uydurulan safsatadan ibaret olduğunu ileri sürerken bir kısım araştırmacı ise, tek şahidi Platon olan bu gizemli kıtanın eski Yunanlar tarafından unutulan, Santorini adasında gerçekleşen bir deprem sonucu karanlığa gömülen Minos uygarlığı olabileceğini ileri sürmektedir.
Green Day
Green Day, 1987 yılında kurulan bir punk rock grubudur. Albümleri ABD'de 23 milyon, dünya çapında 70 milyon satmıştır ve bu sebeple tüm zamanların en başarılı punk rock grubu unvanını almışlardır. Green Day 4 tane Grammy ödülü -Dookie ile en iyi Alternatif Albüm, American Idiot ile en iyi Rock Albümü, "Boulevard of Broken Dreams" parçası ile yılın kaydı ödülünü, 21. Century Breakdown ile en iyi rock albümü ödülünü almıştır.
Bağımsız bir plak şirketi olan Lookout! Records çıkışlı kayıtlarıyla (1989-1991) underground bir şöhrete sahip olan grup,1994'te Reprise Records bünyesinden çıkan 3. stüdyo albümleri Dookie ile ABD'de punk müziğin mainstream'e taşınmasına çağdaşları The Offspring, NOFX ve Rancid ile birlikte en büyük katkısı olan gruptur.
İlk adıyla Sweet Childrenı Rodeo-Kaliforniya'da oluşturan Billie ve Mike, John Sweet lise kafeteryasında ilk tanıştıklarında 10 yaşlarındaydılar. Kuzey Kaliforniya underground punk sounduna sahip bu grup evlerinde Ozzy Osbourne, Def Leppard ve Van Halen'dan heavy metal şarkıları çalarak başladılar müzik hayatlarına. Billie Joe Armstrong ilk şarkısı "Why Do You Want Him?"i annesi ve üvey babası için yazdığında 14 yaşındaydı.
1987 yılında gruba John Kiffmeyer (Al Sobrante) dahil oldu ve grubun adı "Green Day" olarak değişti. Sonrasında grup cafelerde çalmaya başladı. 1989 yılında grup bağımsız ilk "EP"leri "1,000 Hours"u kaydetti. Bu EPyi "Sweet Children" ve "Slappy" "EP" leri izledi.Grubun resmi ilk albümü önceki "EP" lerinin kombinasyonu olan "1039/Smoothed Out Slappy Hour" yerel bir firma Lookout! Records tarafından 1990 yılında yayınlandı. Sonrasında John Kiffmeyer eğitimi yüzünden gruptan ayrılmaya karar verdi.
John'un ayrılması sonrasında gruba Tré Cool (Frank Edwin Wright, III) dahil edildi. Tré ile ilk grubun ikinci albümü "Kerplunk" ile grup 5 ulusal turne düzenledi. Bu albüm grubun büyük firmalar tarafından tanınmasını sağladı ve "Reprise Records" ile anlaşmaya bağlandı. Bu firmayla ilk albüm 1994 yılında yayınlanan Punk rock soundlu "Dookie" idi. Albümden çıkan ilk single "Longview" ile "Dookie" hit oldu. İkinci single "Basket Case" ile Amerika Modern Rock listelerinde 5 hafta zirvede kaldı.
Yaz sonunda Woodstock'94 şovu albüm satışlarını arttırmaya en büyük etken oldu.Albümün 4.single ı "When I Come Around" ile grup Amerika Modern Rock listelerinde 7 hafta birinciliğini korudu. Dookie sadece Amerika'da 5 milyondan, uluslararası 10 milyondan fazla sattı ve bu albüm 1994 Grammy ödül töreninde "Best Alternative Music Performance" ödülünün sahibi oldu. Green Day 1995 sonbaharında "Insomniac" albümünü yayınladı. Albüm 1996 baharına kadar 2 milyon kopya sattı. 1997 yılında "Nimrod" albümünü piyasaya sürdüler. Bu albümünde başarısının ardından grup üyeleri kendi ailelerini kurmaya başladı. Ve aileleriyle vakit geçirebilmek için müziğe 2 yıl ara verdiler.
2000 yılında Green Day müzik piyasasına "Warning" albümüyle geri döndü. Bu albüm grup için farklı bir sounda sahipti. Albüm daha olgun punk içeriyordu ve maalesef fanları ve eleştirmenler tarafından fazla tutulmadı. Albümün en büyük hiti "Minority" idi. Sonraki 4 yıl birkaç turne ve toplama albümlerle (International Superhits-2001, Shenanigans-2002) geçti.
Eylül 2004'te yayınlanan "American Idiot" albümü Amerika hükümetine ve medyasına bir eleştiri içeriyordu. Grup ABD 43. cu başkanı George W. Bush ve onun radikal sağcı görüşlerini eleştirmesiyle birçok kez gündeme oturmuştur. "American Idiot" adlı şarkısı ise ABD'nin dış ve iç politikaların eleştiren bir şarkıdır. Ayrıca grup küresel ısınma karşıtıdır ve ABD'nin küresel ısınmaya yaptığı büyük katkıyı sık sık eleştirir ve bu konuda Greenpeace organizasyonunu destekler. Albüm Jesus of Suburbia isimli kurgu bir öykü üzerine kurulu olduğundan Punk Rock Opera olarak sınıflandırıldı. Bu albüm Dünya Billboard listelerinde 1 numaraya yerleşti. İlk single albümünde adını taşıyan "American Idiot" parçasının başarısını "Boulevard Of Broken Dreams" izledi. "American Idiot" albümü 7 Grammy ödülüne aday gösterildi ve "Best Rock Album" ödülünü aldı.MTV Video Music Awards'da 7 ödül kazanan grup Kerrang'dan da 2 ödül aldı. 2005 yılında Bullet in a Bible live albümü çıktı. Konser Milton Keynes de gerçekleştirildi.
Uzun bir tatil döneminden sonra Green Day yeni albümleri 21st Century Breakdown'u 15 Mayıs 2009' da satışa sundu. Albümün çıkış parçası Know Your Enemy klibi televizyonlarda dönmeye başlamış ve Billboard Hot Modern Rock Tracks listesinde ilk haftadan 1 numaraya yerleşmiştir. Singleları ise Know Your Enemy , 21 Guns, 21st Century Breakdown, ve East Jesus Nowhere'dir. 1 Şubat 2010 Grammy Ödül Töreninde Green Day en iyi rock albüm , en iyi rock şarkı ve en iyi rock grup vokal performans dallarında 3 kez aday gösterildi. Green Day ise en iyi rock albümü alarak grammy ödül sayılarını 4'e yükseltmişlerdir. 22 Mart 2011'de Awesome as F**k adlı live albümü Reprise Records'dan yayımlanmıştır. Albüm, 2009–2010 21st Century Breakdown World Tour kapsamında gerçekleşen Japonya konserinin DVD kaydıdır.
Green Day 2011'de bazı barlara çıkıp küçük konserlere çıktı. Hit şarkılardan çok yeni şarkılar vardı. Yeni şarkıların çok olması, şarkı sayısı fazla olan bir albümün beklendiğini gösteriyordu. 2012 başında Green Day stüdyoya girdi. Yaklaşık 4 ay stüdyoda kayıt yapan Green Day yazın Uno-Dos-Tre üçlemesini açıkladı. Bir süre sonra Green Day'in albüm yayın tarihleri de açıklandı. Üç aşamalı albüm serisinden Uno 25 Eylül'de, Dos 13 Kasım'da ve üçlemenin son parçası Tre 11 Aralık'ta çıktı. Uno albümündeki singlelar büyük beğeni topladı. Dos albümündeki garage rock havası Green Day'in ne kadar renkli bir grup olduğunu gösterdi. Uno albümünde "Kill the DJ" şarkısı hem pop rock dans havası verirken bir de siyasi konulardan geçilmiştir.
Dookie albümünün yayınlanmasının ardından grubun MTV'de video yayınlarına başlaması özellike Punk Rock'ı politik bir eylem olarak gören punk camiasından tepki aldı, fakat grubun yayınlarının büyük bir kitleye ulaşması hayran kitlenin değişmesine sebep oldu.
Bu konuda Sex Pistols grubunun solisti John Lydon'dan tepki gelmişti:
"Bana Green Day'in Punk olduğunu söylemeyin. Değiller, kendilerinin bile anlamadığı bir konuda tıngırtı ve özentilik yapıyorlar. Bence sahteler"
Ayrıca The Killers grubundan Brandon Flowers, "önceden hesaplanmış Anti-amerikancı" ("Calculated Anti-americanism") olmakla suçlamıştır. Grubun American Idiot albümünün içeriğini ve Bullet In A Bible isimli canlı konser kaydı DVD'sini yurtdışında (İngiltere) kaydetmelerini de Amerikan karşıtlığı olarak yorumlamıştır.
Taşkıran, Çaykara
Taşkıran, Trabzon'a bağlı Çaykara ilçesinin bir mahallesidir.
Easy Rider
Easy Rider, başrollerini Peter Fonda, Dennis Hopper ve Jack Nicholson'ın paylaştığı 1969 ABD yapımı bir yol filmidir.
Easy Rider teriminin Türkçesi "Geniş İnsan"dır. Yani hayatı hafife alan, para kazanmayan ama harcayan insanları betimler. Filmde de bu tip canlandırılmıştır.
"Easy Rider" |
, 1998 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.
Filmde, uyuşturucu satışından kazandıkları parayı harcamak amacıyla motosikletleri ile Amerika Birleşik Devletleri'nde gezinen iki hippinin, Wyatt (Peter Fonda) ve Billy'nin (Dennis Hopper), öyküsü anlatılmaktadır.
Bağımsız sinemanın en önemli örneklerinden birisi olarak kabul edilir. Hollywood sinemanın stüdyoya bağımlı projelerine karşı alternatif bir pozisyonda ortaya çıkmıştır. Yapımcılar artık çok büyük bütçelerin haricinde de sinema yapılabileceğini görmüştür. Filmde gelenekseldeki özdeşleşmeyi engelleyecek pek çok unsur bulunmaktadır. Hemen fark edilenlerden biri sahne değişirken sıçrayarak diğer sahneye geçişlerdir. Karakterler hiçbir otoriteyi tanımazlar; bir yere, bireye, topluma bağlı değillerdir.
Filmde özgürlükler ülkesi olarak sunulan Amerika'nın aslında kendi içerisinde farklılıklara ve bireysel özgürlüğe karşı ne kadar hoşgörüsüz bir tutum takındığından bahsedilmektedir. Zamane kuşağın bu zihniyeti değiştirmeye çalışması ve kendi bakış açısını ortaya çıkarma çabası filmin ana temasını oluşturur. Midnight Cowboy ve Alice's Restaurant ile birlikte film dönemin en eleştirel yapımlarından biridir.
"Heavy Metal" kelimesi ilk olarak Steppenwolf'un 1968 tarihli 'Born To Be Wild" şarkısının sözlerinde kullanılmıştır.Grubun kendi adını taşıyan ilk albümünde bulunan bu şarkı efsanevi "Easy Rider" filminin soundtrack'inde yer alması sayesinde geniş kitlelere ulaştı.Daha sonra müzik tarzının adı oldu.
Heavy Metalcilerin saç uzatması, motosikletlere ilgi duyması, deri ceket giymesi kısmen Easy Rider filminin konu ettiğin kuralsız yaşamın bir uzantısıdır. Metalcilerin hayat felsefesi ve dış görünüşünde Easy Rider filminin etkisi büyüktür.
Taksim Meydanı
Taksim Meydanı, İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde yer alan ve İstanbul kentinin en ünlü noktalarından biri olan meydan. Çevresindeki lokanta, mağaza, otel, eğlence ve kültür yerleriyle İstanbul'un en büyük turistik çekim merkezinden biridir. Cumhuriyet Döneminde bir meydan haline gelmiş olan Taksim Meydanı, pek çok siyasi ve toplumsal olaya da evsahipliği yapmıştır. Meydandaki trafiği kısmen yer altına indiren Taksim Yayalaştırma Projesi, 2013 yılında kısmen tamamlanmıştır.
Osmanlı döneminde, civar semtlere su dağıtmak için şu an Taksim Meydanı olarak bulunan bölgede bir su deposu yapıldı. Depolanan suyu da dağıtmak, yani taksim etmek için küçük bir yapı, yani maksem yapıldı. Meydan adını, eskiden Galata-Beyoğlu suyunun "taksim edildiği", Taksim Maksemi'nden almıştır.
Şişhane ve Tünelbaşı'ndan başlayıp ana eksen olan İstiklal Caddesi'nin iki yanında yoğun bir yerleşim sergileyen Beyoğlu, burada ilk kez geniş perspektifli bir boşluğa ulaşır ve bu meydandan geriye, yani tekrar batıya (Sıraselviler) ve doğu yönüne denize (Ayaspaşa-Gümüşsuyu) ve kuzeye (Mete Caddesi ve Elmadağ) doğru giden caddelerle, kendisine ulaşmış olan insan ve taşıt hacmini, çeşitli yönlere dağıtır.
Bu boşluk ancak çok yeni tarihlerde bir meydan kimliği kazanmıştır. Fransız Elçiliği'nin buraya taşınması ile ilk kez Galata Surlarının dışına çıkan Frenk yerleşimi, orta ekseni oluşturan Grande Rue de Péra (İstiklal Caddesi) ile bugünkü meydana vardığı noktada sona eriyor, ondan sonra ilkel bir taş patikası bile olmayan toprak zeminli ve az ağaçlı geniş kırlıklar uzanıyordu.
Buraya giren ilk mimari eseri, Frenk ve Levanten çevresine hayli yabancı duran, klasik Osmanlı üslubunda bir su binasıdır. Her yerleşim yerinin olduğu gibi İstanbul'un da yaşamsal sorunu suydu. İstanbul bir deniz kenti olmakla birlikte bir vahaya dönüşmesinde özellikle 15. ve 18. yüzyıllar arasında yürütülen çalışmalar önemli rol oynamıştır. Galata ve Beyoğlu'nun 18. yüzyılın ilk yarısında giderek büyümesi karşısında mevcut su kaynakları yetersiz hale gelmişti.
Dönemin padişahı Sultan I. Mahmud bu sıkıntıyı gidermek için Belgrad Ormanlarındaki su kaynaklarını Levent-Mecidiyeköy üzerinden isale hattıyla İstiklal Caddesi'nin baş tarafına yaptırdığı maksemden verilmesini sağladı (1732-1733); şehrin kuzeyindeki gümrah ormanlarından şehre ilk kez su getiren künkler, teraziler ve kemerler sistemi burada sona eriyor ve depolanan su, köşe başındaki taş bir meksemden, çeşitli yönlere taksim ediliyordu. Meydan ve yakın çevresi adını bu maksemden ve suların buradan taksiminden alır. Bir zamanlar cephesinde "Her şeye su ile hayat verdik" anlamına gelen bir ayetin yazılı olduğu Taksim Maksemi, bugün kurumuş da olsa varlığını sürdürmektedir.
Maksemden sonra Harbiye yönüne yüründüğünde görülen duvarın içerisinde Maksemle aynı tarihte inşa edilen ve bir su deposu olarak kullanılmış olan "Taksim Hazinesi" yer alır. Hazinenin duvarı, Cumhuriyet döneminde imar edilmiş ve 1930'ların üslubunda, yarım daire şeklinde, küçüğünden büyüğüne doğru büyüyen raflarla süslenmiştir.
Tarih sırası ile meydana imar getiren ikinci eser, Harbiye yolu başındaki Topçu Kışlası olmuştur. Bugün Atatürk Kültür Merkezi önüne gelen yeşil alanda da, daha basit bir yapı olan, ortası avlulu ahırlar yer almaktaydı. Kışlanın karşısındaki boşluk, talim yeri idi. Burası 1920'lerin sonunda, bugünkü apartmanlarla dolarak bir semt haline gelmiş ve Talimhane olarak adlandırılmıştır.
Abdülmecid Döneminde (1839-1861), bugün İTÜ'nün Taşkışla Binası olarak bilinen Mecidiye Kışlası, bu kışladaki topçu subayları içinse Ayaspaşa Mezarlığı'nın bir kısımı kaldırılarak Gümüşsuyu Askeri Hastanesi inşa edildi. 1850'lerde, Hademe-i Hassa (Saray hademeleri) ve Muzıka-i Hümayun (Saray orkestrası) üyeleri için inşa edilmeye başlayan, ancak Abdülaziz Döneminde (1861-1876) tamamlanan Gümüşsuyu Kışlası ve askerlerin talim yaptığı Talimhane bölgesiyle birlikte Taksim'in ‘askerî’ ve ‘devletçi’ topografyası iyice belirginleşti.
Ancak bölge, bu yeni haliyle, gayrimüslimler ve Levantenlerin yaşadığı Pera bölgesi ve Tatavla'yla (Kurtuluş) sosyolojik bir tezatlık yaratmıştı. Bunun üzerine, 1870’te, Ermeni mezarlığı Şişli’ye taşındı ve açılan alanda bu kesimlerin eğlence ihtiyacını karşılamak için, askeri yapıların arasına bazı eğlence mekânları sıkıştırılmaya çalışıldı.
1913'te elektrik tramvayla Beyoğlu'nun Şişli'ye bağlanması Taksim'in önemini biraz daha arttırdı ama burası hala geniş ve tanımsız bir alandı.
1920'li ve 1930'lu yıllarda, binaları boşalmış ve avlusu futbol sahası (Taksim Stadı) olarak kullanılan kışla, 1939'u izleyen birkaç yıllık Lütfi Kırdar imar operasyonu sırasında ortadan kaldırıdı. Kışlanın yerine Gezi Parkı ortaya çıktı. Meydanın doğu, yani Boğaziçi tarafı ve yamaçları, azınlık (Pangaltı Ermeni Mezarlığı) ve Müslüman (Ayaspaşa Mezarlığı) mezarlıkları ile kaplanmıştı. Ayaspaşa Mezarlığı Müslüman, Harbiye yönü Ortodoks ve Gregoryen kabristanlarına ayrılmıştı. Meydan kenarında ise bostancıbaşıların işlettiği geniş bir açık hava kahvesi yer alıyordu.
Bir kısmı Osmanlı döneminde kaldırılan Ayaspaşa Mezarlığı, 1920'li yıllarda tamamen ortadan kaldırılmış ve bugünkü apartman dizileri, Gümüşsuyu Askeri Hastanesi'nin bulunduğu yere kadar yayılmışlardır. 19. yüzyılda, Elektrik İdaresi'nin yabancı müdürü için bir lojman binası yapılmıştı. Cephesi sarmaşıklı, 3 katlı bu bina da II. Dünya Savaşı sonrası yıktırılarak yerine ve arkasına, bugünkü Atatürk Kültür Merkezi yapıldı.
Meydanın batı kenarında, 19. yüzyılda birkaç önemli bina daha yapılmıştı. Bunlarda ilki, bugün The Marmara Taksim Oteli'nin yerindeki, Osmanlı Bankası'nın Fransız genel müdürüne tahsisli güzel barok konaktı. Onun devamında, Sıraselviler Caddesi'ne dönen köşeden itibaren de kagir ve panjurlu binalar dizilmişti ki, en büyüğü Osmanlı hariciyesinin ünlü isimlerinden Noradunkyan Efendi'nin konağıydı. Bugün Taksim Sahnesi'nin (2007'de kapatıldı) bulunduğu yerde ilk önce bir Rum okulu vardı. 1920'li yılların başında burada Majik Sineması adı ile bir sinema açılmış ve yakın zamana kadar çeşitli ad ve fonksiyonlarla gelmiştir. Ondan sonra Kazancı Yokuşu'nun iki başında da, II. Abdülhamid döneminin (1876-1909) ünlü vezirlerinden Lübnanlı iki kardeş Necip ve Selim Melhame'nin kagir konakları yer alıyordu. Bunlardan soldaki, 1930'larda Beyoğlu Halkevi yapılmış, 1950'lerde yıktırılıp yerine bugünkü Dilson Oteli dikilmiş, Cihangir tarafında sağdaki ise, önce Nemlizade ailesine konut olmuş, sonra o da yıktırılıp yerine günümüzün Keban Oteli yapılmıştır. Meydana hakim bir konumdaki Aya Triada Kilisesi 1887 tarihli, kesme taştan, karakterli bir binadır.
Taksim boşluğunu bir "meydan" haline getirmiş olan gelişmeler, bir yandan onu çevreleyen bu binaların biçimlenmesi, öte yandan onları tamamlayan son bir dekor ve unsur olarak, ortadaki Cumhuriyet Anıtı'dır. Bu anıttan önce kırlık bir açık alan, bir yol kavşağı, bir boşluk olan Taksim, bu eserin ortaya dikilmesinden sonra, bir "Şehir Meydanı" olmuştur.
Meydanın batı yönüne, Talimhane apartmanlarının önüne, 1930'lu yıllarda, beton sütunlar üstünde yükselen bir bina oturtulmuştu. Kristal Gazinosu. Dar ve uzun bir dekor biçimindeki yapının üst katı, 1940'ların eğlence hayatında çok ün yapan lokanta-gazino olarak çalışmıştır. Adnan Menderes'in 1956-60 imar operasyonunda yıktırılan binanın arkasındaki apartmanlar da Bedrettin Dalan'ın 1987-1989 arasında Tarlabaşı Bulvarı'nı açış hamlesi sırasında yıktırılarak boşlukları meydana ve yola katılmıştır.
1987-89 Taksim-Tarlabaşı-Şişhane yıkımları sonrası, Taksim Cumhuriyet Anıtı'nın oturduğu dairesel taban İstiklal Caddesi yaya yolunun bir parçası halini almıştır.
1992 yılında inşaatına başlanan ve 2000 yılında hizmete giren Taksim-Levent metro hattıyla İstanbul metrosunun duraklarından biri oldu.
Meydanın kuzeybatısındaki Talimhane bölgesi 2000'li yılların başlarına kadar oto yedek parçaları satan dükkanların yoğun olduğu bir alan iken, 2004 yılında, bu bölgede yer alan beş caddeyi kapsayan, 25 bin metrekarelik alandaki yayalaştırma faaliyetiyle oteller bölgesine dönüştürüldü.
Öteden beri meydanın yayalaştırılması düşünülmüş, bu kapsamda, Taksim Yay |
alaştırma Projesi inşaat çalışmalarına 2012 yılının son aylarında başlanmıştır. 2013'ün eylül ayında tamamlanan Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında Tarlabaşı Bulvarı – Cumhuriyet Caddesi arasındaki araç trafiği yer altına alınarak bu bölge yayalaştırıldı. Böylece Oteller Bölgesi (Talimhane) ile İstiklal Caddesi'ne erişimi kesintisiz olarak sağlandı. Kentin birçok noktasına belediye otobüslerinin seferler düzenlediği Gezi Parkı'nın kenarındaki duraklar ile lokantalar da çalışmalar kapsamında kaldırıldı.
Taksim Meydanı, Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde, özellikle 1928'de Cumhuriyet Anıtı'nın açılışından sonra, Sultanahmet ve Beyazıt meydanlarının kamusal işlevlerini yüklenerek, yeni rejimin bir simgesi olarak görüldü. Cumhuriyet Anıtı çevresinde yapılan törenler, çelenk konulmaları, daha sonra eski kışla yerine 1940'ta düzenlenen İnönü Gezisi'nin (daha sonra Taksim Gezisi) kenarına yerleştirilen tribünler önündeki geçit resimleri ve gece, anıtın etrafına renkli ampullerden çevrilen ışık hatları ile tarihi su tesisinin duvarına yaptırılan modern dekorların renkli ışıkları içerisinden akıtılan suların parıldıyan çağıltılar, 25-30 yıl boyunca, şehir halkının görmeye akın ettiği güzellikler ve ulusal övünç tabloları oluşturmuştur.
İstanbul'un çok kalabalıklaştığı 1960'lı yıllardan itibaren, Taksim Meydanı Cumhuriyetin ilk yıllarındaki temiz ve seçkin görünümünden çok kayıplar vermiş, politik çalkantıların buhranlı görüntüsü, kalabalık ve olaylı mitingler, tarihte ilk kez bu meydanda görünür olmuştur.
Bunların en trajik olanı, miting için toplanan yoğun kalabalığa, birçok yerden ateş açılması sonucunda çıkan panikte çok sayıda kişinin hayatının kaybettiği, 1 Mayıs 1977'dir. 1 Mayıs 1977 tarihinde İşçi Bayramı'nı kutlamak üzere Türkiye'nin çeşitli illerden İstanbul'a gelen yaklaşık 500 bin kişi DİSK'in önderliğinde Taksim Meydanı'nda düzenlenen mitinge katıldı. Akşam saatlerine doğru alanın çevresindeki birkaç noktadan açılan ateş sırasında çıkan panikte 28 kişi ezilme ya da boğulma nedeniyle, 5 kişi vurulma nedeniyle, 1 kişi de panzer altında kalarak yaşamını yitirdi, yaklaşık 130 kişi de yaralandı. 34 kişinin yaşamını yitirdiği o gün tarihe "Kanlı 1 Mayıs" olarak geçti.
Meydan bu kanlı olaydan ancak 32 yıl sonra, 1 Mayıs İşçi Bayramı'nın resmi tatil ilan edildiği 2009 yılından itibaren 1 Mayıs kutlamalarına açıldı.
2013 yılının Mayıs-Haziran aylarında, Taksim Yayalaştırma Projesi çerçevesinde, Taksim Gezi Parkı'na İstanbul 6. İdare Mahkemesi ve 2 No'lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararı olduğu halde Topçu Kışlası'nı imar izni olmadan yeniden inşa edilmesini engellemek için başlayan eylemler (2013 Taksim Gezi Parkı protestoları) kısa sürede İstanbul ve Türkiye'ye yayıldı.
Taksim'i bir semt olarak tanımlamak pek mümkün değildir. Daha çok bir meydan ve onu kuşatan yapılar topluluğu olarak görmek daha doğrudur.
Meydan olmadan önce, eski evlerin sıralandığı dar bir bölge olan semt, meydan haline getirilip genişletildikten sonra zamanla bugünkü görünümünü almıştır. Meydanın ortasındaki Cumhuriyet Anıtı bugün ulusal günlerde tören yeri olarak kullanılmasının yanı sıra İstiklal Caddesi ve çevresinde zaman geçirmek için gelenlerin buluşma yeri işlevini de üstlenmektedir. Meydanın başlangıcından Tünel'e kadar nostaljik tramvay çalışır.
Taksim Meydanı ve çevresi aynı zamanda kültür, eğlence ve büyük bir alışveriş merkezidir. Çok sayıda mağaza, sinema ve tiyatro salonu, sanat atölyesi, sergi salonu, bar, disko, kafe barındırır. Özellikle haftasonları Taksim'de 24 saat hareket vardır; Meydanın girişinde bulunan büfelerin (bazıları haftaiçi de dahil olmak üzere) çoğu haftasonu gün boyu açıktır. Sabah saatlerine kadar gece kulüpleri kapanmaz. Meydanın yakınlarında bulunan taksiler ile günün her saati ulaşım sağlanır ve kesinlikle herkesin buluşabileceği bir yerdir.
Ulaşım açısından önemli bir merkez haline gelen Taksim, günümüzde bir meydandan çok bir kavşak özelliği göstermeye başlamıştır. Meydan, Cumhuriyet ve Halaskargazi caddeleri üzerinden Harbiye, Nişantaşı, Osmanbey, Şişli ve Mecidiyeköy'e, Tarlabaşı Bulvarı'yla Kasımpaşa, Şişhane, Unkapanı, Aksaray ve Yenikapı'ya, İstiklal Caddesi ve devamındaki Galip Dede ve Yüksek Kaldırım caddeleriyle Tünel ve Karaköy'e, Sıraselviler Caddesi ve Defterdar Yokuşu ile Cihangir ve Tophane'ye, İnönü (Gümüşsuyu) Caddesi'yle Dolmabahçe'ye, Dolmabahçe üzerinden de karşıt yönlerdeki Beşiktaş veya Kabataş'a, Mete Caddesi ve devamındaki Taşkışla Caddesi ile de Nişantaşı ve Maçka'ya bağlanır.
Taksim Meydanı'nın simgesi haline gelen anıt İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica'ya yaptırılmış, 1928 yılında yerine yerleştirilmiştir. Anıtın yapımı 2,5 yıl sürmüş, anıt taş ve bronz kullanılarak yapılmıştır. Cumhuriyet dönemi anıtlarından ilk defa figüratif bir anlatımla Atatürk'ü ve yeni düzeni anlatan bir heykeldir. Anıt dikilmeden önce Taksim'de alan özelliği yoktu.
Dairesel bir meydanın ortasına dikilen anıtta, iki yüzünde bronz figürlerin yer aldığı geleneksel mimari kullanılmıştır, 11 metre yüksekliğindedir. Kaidesinde pembe Trentino ve yeşil Suza mermerleri kullanılmıştır. Anıtın bir yüzü Cumhuriyet Türkiyesi’ni, diğer yüzü ise Kurtuluş Savaşı'nı simgelemektedir.
Anıtın kuzey yönünde Mustafa Kemal, yanında İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, halk ve iki Sovyet generali Kliment Yefremoviç Voroşilov ile Mihail Vasilyeviç Frunze betimlenmiştir. Anıtın yan yüzlerinde birer asker üstlerindeki madalyonlarda ise iki kadın figürü görülmektedir. Anıtın dar yüzleri altında mermerden yalaklar bulunur. Bunlar çeşme olarak düşünülmüş daha sonra eklenmemiştir.
Courbet (1911)
Courbet, Fransız Deniz Kuvvetleri ve Özgür Fransa Deniz Kuvvetleri'nde hizmet eden zırhlı. Adını Vietnam topraklarının Fransız sömürgesi haline gelmesine yol açan Çin-Fransız Savaşında büyük rol oynayan Amédée Courbet'den almıştır.
Courbet sınıfı zırhlı’nın isim gemisi olarak Fransa’nın Brest kentindeki Arsenal de Brest tersanesinde 1 Eylül 1910’da kızağa kondu. 23 Eylül 1911 tarihinde denize indirilen gemi 19 Kasım 1913’de Fransız Donanması'na katıldı. I. Dünya Savaşı sırasında aynı sınıftan diğer üç gemi ile birlikte Akdeniz’deki 1. Deniz Ordusu’na (1 Armée Navale) tahsis edildi. "Courbet", Akdeniz’de ünlü Fransız Amirali Boue de Lapeyrere’nin bayrak gemisi olarak kullanıldı. 16 Ağustos 1914 tarihinde Arnavutluk kıyılarındaki bir deniz savaşına katılan gemi (Bu savaşta Avusturya-Macaristan Donanması’na ait "Zenta" kruvazörü batırıldı) 1915 yılından itibaren yedek kadroya alındı.
I. Dünya Savaşı sonrası 1921-22 yılları arasında "Courbet" birinci modernizasyon çalışmasına tabi tutuldu. 6 Haziran 1923’de kazan dairesinde çıkan bir yangın sonucu hasar gören gemi 1924 yılına kadar tamir edildi. Ancak, 1 Ağustos 1924 tarihinde yine kazan dairesinde meydana gelen bir yangın sonucu "Courbet" yeniden hasar gördü. İkinci modernizasyon 1929 yılında gerçekleşti. Bu modernizasyon sırasında ateş kontrol sistemi yenilendi ve buhar kazanları daha küçük yapıda su-borulu kazanlar ile (Bu yeni kazanlar iptal edilen Normandie sınıfı zırhlılar için imal edilmişti) değiştirildi. "Courbet", 1931 yılında kardeş gemi "Paris" ile birlikte eğitim gemisi olarak kulllanılmaya başladı.
II. Dünya Savaşı öncesinde 1937-38 yılları arasında tamir-bakım çalışması yapılan gemi, savaşın başlaması ile birlikte Fransa’nın kuzey kıyılarına gönderildi. 19 Haziran 1940’da Cherbourg kentinin kıyı savunması için görev alan "Courbet"'nin bataryaları kente saldıran Alman güçlerine karşı ateş açtı. 3 Temmuz 1940 tarihinde Birleşik Krallık'taki Portsmouth limanına sığınan gemi Kraliyet Donanması tarafından ele geçirildi. İngilizler tarafından bir uçaksavar platformu olarak kullanılan "Courbet", 11 Temmuz 1940’da Özgür Fransa Donanması’na transfer edildi. Özgür Fransız güçleri de gemiyi bir uçaksavar platformu ve depo olarak kullanıldı. 1941 yılında geminin tüm silahları söküldü. 9 Haziran 1944 tarihinde gerçekleşen Normandiya Çıkarması sırasında tekne Courseulles yakınlarında yapay bir Mulberry Limanı dalgakıranı meydana getirmek amacı ile karaya oturtuldu. 17 Ağustos 1944’de iki Alman Marder mini denizaltısı tarafından hasar verilen geminin sökülme işlemi savaş sonrası başladı.
Algoritma
Algoritma, belli bir problemi çözmek veya belirli bir amaca ulaşmak için tasarlanan yol. Matematikte ve bilgisayar biliminde bir işi yapmak için tanımlanan, bir başlangıç durumundan başladığında, açıkça belirlenmiş bir son durumunda sonlanan, sonlu işlemler kümesidir. Genellikle bilgisayar programlamada kullanılır ve tüm programlama dillerinin temeli algoritmaya dayanır. Aynı zamanda algoritma tek bir problemi çözecek davranışın, temel işleri yapan komutların veya deyimlerin adım adım ortaya konulmasıdır ve bu adımların sıralamasına dikkat edilmelidir. Bir problem çözülürken algoritmik ve sezgisel (herustic) olmak üzere iki yaklaşım vardır. Algoritmik yaklaşımda da çözüm için olası yöntemlerden en uygun olan seçilir ve yapılması gerekenler adım adım ortaya konulur. Algoritmayı belirtmek için ; metinsel olarak düz ifade ve akış diyagramı olmak üzere 2 yöntem kullanılır. Algoritmalar bir programlama dili vasıtasıyla bilgisayarlar tarafından işletilebilirler.
İlk algoritma, el Harezmi tarafından "Hisab el-cebir ve el-mukabala" kitabında sunulmuştur. Algoritma sözcüğü de El Harizmi'nin isminin Avrupalılarca telaffuzundan doğmuştur.
Algoritma sözcüğü, Özbekistan'ın Harezm, bugünkü Türkmenistan'ın Hive kentinde doğmuş olan Ebu Abdullah Muhammed İbn Musa el Harezmi'den gelir. Bu alim 9. yüzyılda cebir alanındaki algoritmik çalışmalarını kitaba dökerek matematiğe çok büyük bir katkı sağlamıştır. "Hisab el-cebir ve el-mukabala (حساب الجبر و المقابلة)" kitabı dünyanın ilk cebir kitabı ve aynı zamanda ilk algoritma koleksiyonunu oluşturur. Latince çevirisi Avrupa'da çok ilgi görür. Alimin ismini telaffuz edemeyen Avrupalılar "algorizm" sözcüğünü "Arap sayıları kullanarak aritmetik problemler çözme kuralları" manasında kullanırlar. Bu sözcük daha sonra "algoritma"ya dönüşür ve g |
enel kapsamda kullanılır.
Çoğu algoritmalar bilgisayar olarak uygulanmak üzere tasarlanmıştır. Bununla birlikte, başka yöntemlerle de uygulanmaktadır, biyolojik sinir ağı (örneğin insan beyninin hesap yapması veya bir böceğin yemek araması), elektrik devresi veya mekanik cihazlar gibi.
Bilgisayar algoritmasına örnek verelim. Kullanıcının girdiği dört sayının ortalamasını görüntüleyen algoritmayı yazalım:
İkinci dereceden ax² + bx + c = 0 biçiminde bir denklemin tüm köklerini bulmak için algoritma yazalım:
Kullanıcı tarafından girilen bir sayının faktöriyel değerini bulmak için bir algoritma yazalım:
Algoritmalar, tek başlarına, genellikle patent verilebilir değildirler. Amerika Birleşik Devletleri'nde soyut kavramların, sayıların ve işaretlerin yalnızca basit yönlendirmelerinden oluşan bir iddia "süreç" oluşturmaz (USPTO 2006), ve bundan dolayı algoritmalar patent verilebilir değildir (Gottschalk v.Benson'da olduğu gibi). Bununla birlikte, algoritmanın pratik uygulamaları zaman zaman patent verilebilirdir. Örneğin, Diamond v.Diehr'da, sentetik kauçuğun muhafaza edilmesine yardımcı olmak için kullanılan basit geri bildirim algoritmasının uygulaması patent verilebilir sayılmıştır. Yazılım patenti son derece tartışmalıdır ve algoritmaları içeren birçok eleştirilmiş patent vardır, özellikle veri sıkıştırma algoritmaları, Unisys' LZW patentinde olduğu gibi.
Ek olarak, bazı kriptografik algoritmaların ihracat kısıtlamaları vardır.
Faaliyetlerin birçoğu algoritmanın tanımının geliştirilmesine yönlendirilmiştir ve aktifliği çevredeki sorunlar nedeniyle, özellikle matematiğin temelleri(özellikle Church-Turing tezi) ve akıl felsefesi(özellikle yapay zeka konusundaki tartışmalar) sebebiyle devam etmiştir.
Derleyici
Programcılıkta, bir programlama dilinde yazılmış olan kaynak kodunu başka bir dile (genellikle makine koduna) çeviren yazılım. Derleyiciye bunu yaptırmaktaki amaç genellikle çalışabilir bir yazılım elde etmektir. Kullanıcıların programları kullanırken kolaylık sağlamak amaçlı geliştirilmiştir...
Örneğin, şu satırı bir programın kaynak kodunda (programın okunabilir hali) düşünelim:
formula_1
Alttaki assembly'de yazılmış satırlar, aynı programın derlenmiş halidir:
Bu örnekte çevirinin hedefi, programcının anladığı kaynak kodundan işlemcinin anladığı
0 ile 1 den oluşan makine dili kodunu üretmek (LOAD,ADD ve STOR komutları 0001, 0011 ve 0010 olarak yorumlanır)
Daha fazla bilgi için:
Pîr Sultan Abdal
Pir Sultan Abdal asıl adı Haydar olan, 16. yüzyılda yaşamış, Alevi-Türk halk şairi ve ozanıdır.
Tarihi kaynaklarda hakkında bilgi bulunmamaktadır. Yaşamının büyük bölümü Sivas'ın Yıldızeli ilçesinin Çırçır bucağına bağlı Banaz köyünde geçmiştir. Kanunî Sultan Süleyman ile İran Şahı I. Tâhmasb zamanında yaşadı. İran şahının tahriki ile Osmanlı Devleti aleyhine olan isyana katıldığı ve İran lehine casusluk yaptığı gerekçesi ile Hızır Paşa tarafından Sivas'ta asıldı. İdam edilerek ölen Pir Sultan Abdal'ın ölümünün, 1547-1551 ya da 1587-1590 yılları arasındaki bir tarih olduğu sanılmaktadır. Ayrıca Pir Sultan Abdal, şiirlerinde Allah, İslam Peygamberi Muhammed, Ali, On İki İmam ve Ehl-i Beyt sevgisini sıkça işlemiştir. Ayrıca sosyal konulara da yer vermiş ve bunları birer sosyal uyarı niteliğinde işlemiştir. Çoğu şiirini nefes tarzında yazmıştır. Alevi bir şair olduğundan Hak-Muhammed-Ali motifini kullanmıştır. Alevi geleneklerine bağlı bir dergâh ortamında yetişmiştir. Alevi ekolü tekke eğitiminin etkisiyle insanlar arasında bu yola çağıran bir şahıs olmuştur. Medrese öğrenimini Erdebil'de görmesine rağmen, diğer bazı halk şairlerinin tersine, Divan Edebiyatı'ndan hiç etkilenmemiştir.
Pir Sultan Abdal, Aleviler arasında "Yedi Ulular" olarak bilinen Yedi Ulu Ozan'dan birisidir. Genellikle Osmanlı bürokrasisine karşı tutumuyla bilinir. Deyişlerinde eski Türk kültürünü ve Alevi inancını yansıtır. Ölümünün ve deyişlerinin etkisiyle kolektif bir bilinç oluşmuş, onun adına birçok şiir, söz, anı oluşturulmuştur. Anadolu halk kültürünün yaşayan bir ögesi olarak görülmüştür.
""İmam Cafer mezhebine uyarız"", ""Kabe'nin yapısı bina yapısı / İman etse asilerin hepisi / Beş vakit okunur Ayetü'l-kürsi"" , ""Kur'an'ın kilidi İhlas-ı şerif"" , ""Şeriat göğe çekildi / Alem zulm ile yıkıldı."" gibi beyitlerinden inancına dair görüşleri anlaşılmaktadır.
""Çeke sancağı götüre / Şah İstanbul'a otura / Frenk'ten yessir getire / Horasan'da sala bir gün"" beytiyle Safevî şahı taraftarı olduğunu dile getirmiştir. ""Kangı kitapta var ol Ömer Osman / Kur'an'da okunan Ali değil mi?"" beytiyle Ömer ve Osman'ın kitapta yeri olmadığını ifade etmiştir.
Sivas'ın Hafik ilçesinin Sofular köyünde yaşayan Pir Sultan'ın adını duyup ondan feyiz alan daha sonra Sivas Valisi olan Hızır Paşa tarafından idam edilmiştir. ""Çeke sancağı götüre, Şah İstanbul’a otura"" mısralarıyla Safevî Devleti taraftarlığı yapması ve bu yöndeki çabalarının idam edilmesine sebep olması muhtemeldir.
Ayrıca, opera sanatçısı ve halk müziği araştırmacısı ve icracısı Ruhi Su, Pir Sultan'ın eserlerinden bazılarını bir albümde toplayarak yorumlamıştır.
Polonya
Polonya (Lehçe: ', okunuşu: ), resmî adıyla Polonya Cumhuriyeti (Lehçe: ', okunuşu: ), Orta Avrupa'da bulunan bir ülke. Komşuları, batıda Almanya, güneybatıda Çek Cumhuriyeti, güneyde Slovakya, kuzeydoğuda Rusya ve Litvanya, doğuda Beyaz Rusya, güneydoğuda Ukrayna ve kuzeyde Baltık Denizi'dir. Ülke 312.679 km²'lik yüzölçümüyle Avrupa'nın dokuzuncu, dünyanın altmış dokuzuncu büyük ülkesidir. Yaklaşık 38 milyonluk nüfusuyla dünya sıralamasında en kalabalık 33. ülkedir.
Slav kabilelerin Vistül havzasına MÖ 2000'lerde yerleştikleri sanılmaktadır. MS 9. ve 10. yüzyıllarda bu bölgede Piast hanedanı egemendi. 966'da Piast Hükümdarı I. Mieszko Hristiyanlığı kabul etti ve Polonya devletinin temelini attı.
Ne var ki, Polonya 200 yıl boyunca, doğuya doğru genişleme amacında olan Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na karşı bağımsızlığını korumak için mücadele etmek zorunda kaldı. Polonya 12. yüzyılda bu imparatorluğun egemenliğine girdi ve bazı topraklarını yitirdi. Ülke 13. yüzyılda yeni sorunlarla karşılaştı. 1241'de başlayan Moğol akınları büyük yıkımlara neden oldu. Öte yandan ülkenin kuzeyi, Vistül'ün doğusunda güç kazanmış olan Töton Şövalyeleri'nin tehdidi altına girdi. Töton Şövalyeleri 1308'de Danzig'i (bugün Gdansk) ve Pomeranya'nın kıyı bölümünü ele geçirince Polonya'nın denizle ilişkisi kesildi.
Son Piast Kralı III. Kazimierz, Tötonların tehdidi altındaki komşuları Litvanyalılar ile Polonyalılar arasında bir birlik oluşturmaya çalıştı. 1386'da Litvanya Grandükü II. Wladyslav Jagiello'nun Polonya Kraliçesi Jadwiga ile evlenmesiyle istenen birlik gerçekleşti. Bu evlilikle Polonya toprakları dört kez büyüdü ve doğu ticaret yolu açılmış oldu. 1410'da Jagiello, Grunwald'de Töton Şövalyeleri'ni yenmeyi başardı. 1466'da oğlu IV. Kazimierz, Töton Şövalyeleri'ne karşı açtığı On Üç Yıl Savaşları'nı kazanarak Pomeranya ile Gdansk'ı geri aldı. Böylece Baltık Denizi'ne çıkış yeniden sağlanmış oldu. 15. yüzyılın sonuna doğru Osmanlılar ve Kırım Tatarları Karadeniz çevresindeki bazı bölgeleri ele geçirerek Polonya'nın doğu ticaret yolunu kestiler. Aynı dönemde Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, Töton Şövalyeleri'ni Polonya'ya karşı ayaklandırdı. Bu arada Polonya sınırları Rus ve Osmanlı akınlarıyla zorlanıyordu.
I. Zygmunt (1506-48) Rus saldırılarının çoğunu püskürttü. Osmanlıların sürekli akınlarını durdurmak için ise 1533'te bir barış antlaşması imzaladı. 1569'da birleşik ve bağımsız bir krallık yönetimini öngören bir anayasa hazırlandı. Tüm soyluların kralın seçimine doğrudan katılması sağlandı. Litvanya Grandüklüğü ve Polonya Krallığı, tek bir hükümdarca yönetilen bir devlet oluşturdular. Bu dönemde soyluların köylüler üzerideki sömürüsü ağırlaşmıştı.
Polonya, Doğu Avrupa'nın önemli bir tarım ve ticaret merkezi haline durumuna geldi. Seçimle işbaşına gelen Stefan Batory, Rusların işgali altındaki toprakları geri almayı başardı, ülkede reformlara girişti. Batory'den sonra başa geçen III. Zygmunt Waza (1587-1632) İsveç ve Rusya ile savaşa girdi. Bu dönemde parlak zaferler kazandıysa da daha sonra Osmanlı akınları karşısında zayıf düştü. Polonya'nın zayıf düşmesinden yararlanan İsveç, 1629'daki bir antlaşmayla Baltık kıyı kentlerini aldı. Bir yandan Osmanlılar Avrupa'nın ortalarına doğru ilerlerken, Ruslar da topraklarını batıya doğru genişletmeye başlamıştı. 1674'te tahta çıkan Jan Sobieski, Viyana'yı kuşatan Osmanlı ordusunun yenilgiye uğratılmasında önemli rol oynadı (1683). Karlofça Antlaşması ile Osmanlıların elindeki topraklar yeniden Polonya'ya geçti (1699).
Avusturya ve Rusya 17. yüzyılın sonunda Avrupa'nın iki büyük gücü olarak öne çıkmıştı. 18. yüzyılın başında Polonya İsveç'in işgaline uğradı, kentleri yağmalandı ve nüfusunun dörtte birini yitirdi. Bundan yaralanan I. Petro, Polonya topraklarının bir bölümünü ele geçirerek, Polonya'nın Rusya'nın koruması altına girdiğini ilan etti. 1772'deki bir anlaşmayla Polonya topraklarının yaklaşık üçte biri Rusya, Avusturya ve Prusya arasında bölündü. Bu olay Polonya soylularının yurtseverlik duygularını kamçıladı. Düzenli bir ordu kurduktan sonra 1791'de yeni bir anayasa ile halk egemenliğini öngören bir yönetim planı geliştirdiler. Polonya'nın Fransız Devrimi'ne benzer bir girişimde bulunmasından kaygılanan Rusya ülkeyi işgal etti. 1793'teki ikinci paylaşımla Polonya daha da küçüldü. Sonraki yıl General Tadeusz Kosciuszko önderliğindeki ayaklanma yenilgiyle sonuçlandı. 1795'te Rusya, Avusturya ve Prusya'nın katıldığı son bölünmeyle birlikte Polonya 100 yılı aşacak bir süre boyunca Avrupa siyasal haritasından silindi.
Rusya'da gerçekleşen 1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'yle iktidara gelen Bolşevikler Polonya'nın bağımsızlığını kabul etti. Lenin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına saygı göstererek Polonya'nın bağımsızlığını onayladı. Ancak Polonya Rusya'da çıkan iç savaştan istifade edip toprak kazanabilmek için saldırıya geçti. Bağımsızlığını S |
ovyet hükümeti sayesinde kazanmasına rağmen Polonya Ukrayna ve Beyaz Rusya topraklarına saldırıya geçti. Böylece SSCB-Polonya Savaşı (1919-1921) başladı. Batılı devletlerce desteklenen Polonya, Kızıl Ordu'yu yendi ve 1921'de Riga Antlaşması'yla doğu sınırını da çizdi.
Polonya sanayi açısından çoğu Avrupa ülkesine göre daha geriydi. Bu nedenle yalnızca savaş yaralarını sarmakla kalmayıp yeni bir yönetim oluşturmak, eskiden üç parçaya ayrılmış olan ülkede birliği sağlamak ve bir sanayileşme programı uygulamak zorundaydı. 20 yıl sürecek bağımsızlık döneminde oldukça önemli adımlar atıldı.
Polonya, SSCB ile Almanya arasındaki anlaşmazlıkların dışında kalacağını umuyordu. Fransa, Romanya ve İngiltere ile savunma antlaşmaları yaparak olası bir savaştan uzak kalmaya çalıştı. Almanya ile de saldırmazlık paktı imzaladı. Savaş başlamadan önce Almanya ile SSCB 23 Ağustos 1939'da kendi aralarında bir saldırmazlık paktı imzaladılar. Alman birlikleri savaş ilan etmeden 1 Eylül 1939'da Polonya'yı istila etti. SSCB de doğu illerine girdi. Polonya toprakları ikiye bölünerek Almanya ve SSCB'ye bağlandı. Bunun üzerine Paris'te bir Polonya sürgün hükümeti kuruldu. Polonyalılar Fransızlarla beraber Almanlara karşı savaştılar. Sürgün hükümeti daha sonra Londra'ya taşındı. Alman işgali altındaki Polonya'da çok sayıda Yahudi'nin yaşadığı gettolar kapatıldı. Polonya'da 1941'den itibaren büyük bir Yahudi soykırımı yaşanmaya başlandı. Chelmno, Auschwitz ve Treblinka toplama kamplarında 3 milyon Yahudi öldürüldü. Alman orduları Polonya üzerinden SSCB'ye saldırıya geçti. Bunun üzerine SSCB, Polonya sürgün hükümetini tanıdı ve Polonyalı savaş tutsaklarından bir ordu kurulmasını onayladı. Polonya'nın işgaliyle başlayan ülke çapındaki direniş hareketi savaş yılları boyunca giderek gelişti, 19 Nisan 1943'te Varşova Gettosu Ayaklanması başladı. 1 Ağustos - 2 Ekim 1944 Varşova ayaklanması başladı. İki ay süren çarpışmalar kentin yıkılması ve halkın toplama kamplarına sürülmesiyle sonuçlandı. Ayaklanma bastırıldıktan sonra Ocak 1945'te Kızıl Ordu Varşova'ya girdi. Mart 1945'te Alman işgali sona erdirildi.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra Polonya Ulusal Birlik Hükümeti, ABD ve İngiltere tarafından tanındı. SSCB ile de doğu sınırları konusunda anlaşmaya varıldı. Böylece Polonya bağımsız bir devlet olarak yeniden Avrupa haritasında yerini aldı. Ne var ki, yüzölçümü 1939 öncesine göre küçülmüştü; eski topraklarını Almanya'dan geri almasına karşılık, daha fazlasını SSCB'ye bırakmak zorunda kalmıştı.
Ulusal Birlik Hükümeti'nin kurulmuş olmasına karşın, hepsi de savaş sırasında bağımsızlık mücadelesi vermiş çeşitli partiler arasında anlaşmazlık çıktı. Sonunda komünist Boleslaw Bierut cumhurbaşkanı oldu.
Ülkede toprak reformu yapıldı ve büyük sanayi işletmeleri kamulaştırıldı. Hızla sanayileşme amacıyla planlar yapıldı ve ülke kaynakları bu amaca yönelik olarak kullanılmaya başlandı. Ama kilise, öğrenciler ve aydınlar özgürlüklerin kısıtlanmasından, mal kıtlığından ve gelirlerin yetersizliğinden şikayetçiydiler. 1956'da Poznan'da başlayan genel grev bastırıldı. 1968'de aydınların ve öğrencilerin protestosu tüm üniversite kentlerine yayıldı. 1970'lerde ülke çapında işçi direnişleri başladı. Bu arada 1978'de Polonyalı Karol Vojtyla, II. Johannes Paulas adıyla papa seçildi. Yeni papanın 1979'da Polonya'yı ziyareti sırasındaki karşılama törenleri yönetim karşıtı gösterilere dönüştü. 1980'de Lech Walesa'nın önderliğinde Dayanışma Sendikası kuruldu ve kısa sürede bir muhalefet odağı durumuna geldi. 1981'de General Wojciech Jaruzelski başkanlığında yeni bir hükümet kuruldu. Aynı yılın Aralık ayında sıkıyönetim ilan edildi ve Dayanışma Sendikası kapatıldı. 1983'te sıkıyönetim kaldırıldı, 1985'te seçimler yapıldı. Jaruzelski yönetimi, SSCB'de ve öteki sosyalist ülkelerde yürürlüğe giren reformların da etkisiyle ülkede ekonomik ve toplumsal alanda önemli değişimlere yöneldi. Ama 1988'de yeni bir grev dalgası patlak verdi. Hükümet ve Dayanışma önderlerinin aldığı ortak kararlar doğrultusunda Haziran 1989'da serbest seçimler yapıldı. 30 Ocak 1990'da komünist rejim yıkılarak demokratik sisteme geçildi.
Yönetim şekli cumhuriyettir. Cumhuriyetin ilan ediliş tarihi 11 Kasım 1918'dir. Cumhurbaşkanı Bronisław Komorowski, 4 Temmuz 2010'da göreve gelmiştir. 10 Nisan 2010 da Polonya Cumhurbaşkanı Lech Kaczyński ve beraberindeki heyeti taşıyan Tu-154M tipi uçak aşırı sisli havada iniş yapmaya çalışırken düşmüş ve kurtulan olmamıştır. Polonya Başbakanı Donald Tusk, Devlet Başkanı Lech Kaczynski'yi taşıyan uçağın Rusya'da düşmesinin, "Polonya'nın savaş sonrası tarihinin en trajik olayı olduğunu" söylemiştir.
Düşen uçaktaki Polonya heyetinde Kaczynkski ile eşi Maria'nın yanı sıra Genelkurmay Başkanı Franciszek Gagor, Merkez Bankası Başkanı Slawir Skrzypek, Dışişleri Bakan Yardımcısı Andrej Kremer, Polonya'nın sürgündeki son Devlet Başkanı Ryszard Kaczorowski, Ulusal Güvenlik Bölümü Başkanı Aleksander Szczyglo, Devlet Başkan Yardımcıları Pawel Wypch ile Mariusz Handzlik, Parlamento Başkan Yardımcısı Jerzego Szmajdzinski gibi üst düzey devlet görevlileri yer alıyordu.
1 Ocak 1999 tarihinde yapılan idari reformla, daha önce 49 idari bölgeye ayrılmış Polonya, bu sayıyı 16 idari bölgeye düşürmüştür. Bu iller Wroclaw, Bydgoszcz/Toruń, Łódź, Lublin, Gorzów Wielkopolski/Zielona Góra, Kraków, Varşova, Opole, Rzeszów, Białystok, Gdańsk, Katowice, Kielce, Olsztyn, Poznań ve Szczecin'dir.
Sözleri J. Wybicki tarafından yazılıp M. Oginski tarafından bestelenmiş olan "Dabrowski'nin Mazurkası", "Jeszcze Polska nie zginela" (Polonya Daha Ölmedi) marşı, Polonya'nın ulusal marşıdır. Ulusal simgesi Beyaz Kartal'dır. Ulusal rengi kırmızı ve beyazdır. Polonya'nın bir sloganı "Polonya Aile Cumhuriyeti"dir.
1990'ların başından beri istikrarlı bir ekonomik liberalizasyon politikası izleyen Polonya, geçiş süreci ekonomileri arasında bir başarı örneği olarak öne çıkmaktadır. Buna rağmen, Polonya ekonomisinin gelişimi için başta işsizlik oranının düşürülmesi olmak üzere atılması gereken birçok adım bulunmaktadır.
Devletin sahibi olduğu küçük ve orta ölçekli işletmelerin özelleştirilmesi, yeni firmaların kuruluşunu düzenleyen liberal bir yasanın kabul edilmesi özel sektörün gelişimini teşvik etse de, süregelen yolsuzluklara ilaveten yasal ve bürokratik engellerin bulunması özel sektörün daha da gelişmesini baltalamaktadır. Tarım sektörü, işçi fazlası, verimsiz küçük tarlalar ve yatırım eksikliği nedeniyle gelişememektedir. Kömür, çelik, demiryolları ve enerji gibi "hassas sektörlerin" yeniden yapılandırılması ve özelleştirilmesi süreci başlatılsa da, bu süreç yavaş işlemektedir. Sağlık, eğitim, emeklilik sistemi ve devlet yönetiminde yapılan reformlar devlet bütçesine beklenenden daha fazla yük getirmiştir.
Kamu maliyesinin gelişimi kamu iktisadi teşekküllerinden kaynaklanan kayıpların azaltılmasına, kayıtdışı ekonominin kayıt altına alınmasına ve vergi reformu gerçekleştirilmesine bağlı gözükmektedir. Polonya Hükümeti, 2004 yılında kamu harcamalarını 2007 yılına kadar yaklaşık olarak 17 milyar Amerikan doları azaltmaya yönelik bir ekonomik paket yürürlüğe koymuştur.
Polonya 2004 yılı Mayıs ayında Avrupa Birliği'ne (AB) üye olmuştur. 2004 yılında Polonya'nın Avrupa Birliği ülkelerine olan ihracatında yaşanan artış ülkenin büyümesine katkıda bulunmuştur. Polonya 2006 yılına kadar AB fonlarından yaklaşık olarak 13.5 milyar ABD Doları katkı sağlayacaktır.
Polonya yeraltı kaynakları zengin bir ülkedir. Yukarı ve Aşağı Silezya'da taşkömürü çıkartılır. Güneydoğuda kükürt, Katowice'de çinko ve kurşun yatakları vardır. Ayrıca linyit, kayatuzu, doğal gaz ve bakır elde edilir. Petrol ve demir gereksinimini büyük ölçüde dış ülkelerden sağlayan Polonya gelişkin bir sanayi ülkesidir. Demir-çelik, makine, ulaşım araçları, kimyasal maddeler, pamuklu dokuma, kâğıt, metal ürünler ve elektrikli ev aygıtları üretilir. Ormanlardan elde edilen yumuşak odunlu kereste dış ülkelere ihraç edilir. Balıkçılık da ülke ekonomisine büyük katkı sağlar. Gdansk'ta gemi yapım ve onarım tesisleri vardır.
Topraklarının yarıya yakını ekime elverişli olan Polonya'da patates, şekerpancarı, çavdar, buğday, arpa üretilir; domuz ve sığır yetiştirilir.
Polonya'da sanayi bölgelerine ve limanlara ulaşan demiryolları özellikle yük taşımacılığında önemlidir. Varşova, karayolu ağının merkezidir. Ayrıca Oder Irmağı'ndan suyolu taşımacılığında yararlanılır. Başlıca limanları Szczecin, Świnoujście, Gdynia ve Gdansk'tır. Uluslararası hava seferleri Varşova Havalimanı'ndan yapılır.
Polonya Avrupa'nın en dindar ülkesidir. Katolik olduğunu söyleyenler %90'a, düzenli olarak kiliseye gittiğini beyan edenler %80'e ulaşmaktadır.
Dini inancı olanlar arasından 4 grup saptanabilir niteliktedir.
Polonya Meclisi (Sejm) başkan kürsüsünün arkasında Haç vardır. Anayasa'da ilgili her bölümde Katolikliğe atıf vardır. Bu anlamda, Katoliklik devletin resmi dini olarak kabul edilmektedir de denebilir. Kilise; devlet, siyaset ve toplum hayatında gerektiğinde kullandığı ciddi bir nüfuza sahiptir. Bazı katolik papaz ve din grupları, siyasete açıkça girmekte ve bugünkü koalisyon iktidarının bazı partilerini desteklemektedir. Bugün Polonya'da hiçbir kişi ya da resmi veya özel kurumun, Katolikliği açıkça reddetmesi ya da eleştirmesinin düşünülmesi imkânsızdır. Kilise ile açıkça ters düşen bir partinin siyasi yaşamda yer sahibi olması neredeyse imkânsızdır. Papa II. Jean Paul'e incitici eleştiriler yönelten bir gazeteci, mahkeme tarafından suçlu bulunmuştur. Resmi kurumların devlet ile kilise ilişkisini, 1989 yılı yasaları düzenlemektedir. Söz konusu yasalar, inanç özgürlüğünü garanti altına almakta, Roma Katolik Kilisesi'nin radyo ve televizyon programları yapmasına, ayrıca okul, hastane ve tarihi değeri olan binaları işletmesine izin vermektedir. Lublin Katolik Üniversitesi ve Varşova İlahiyat Akademisi dışında birçok üniversite ve eğitim kurumunda ilahiyat bölümleri vardır. 28 Temmuz 1993 yılında hükümet, Başpiskoposluk ile aralarındaki karşılıklı ilişkileri düzenle |
yen bir Konkordato imzalamış, söz konusu anlaşma üzerinde 5 yıl görüşmeler yapıldıktan sonra Parlamento tarafından yasallaştırılmıştır. Varşova Başpiskoposu, aynı zamanda Polonya Başpiskoposu'dur ki, 1981'den bu yana bu görevi Kardinal Józef Glemp üstlenmektedir. Dini başkent Gniezno'dur ve bu kentin piskoposu doğrudan, başpiskopos ûnvanı alır. 1978 yılının Ekim ayında, Krakow Piskoposu kardinal Karol Wojtyła (Karol Voytıua), II. Jean Paul (ikinci Jan Pol) adı ile 'Papa' seçilmiştir. Wojtyła, yani II. Jean Paul 2005 yılında yaşlılık nedeniyle ölmüştür.
Polonya'da 5.000 kadar Müslüman Tatar yaşamaktadır. 1989 yılından itibaren, yeni Müslüman göçmenler ülkeye yerleşmiştir.
Adam Mickiewicz, Jan Kochanowski, Witold Gombrowicz, Stanisław Lem, Bruno Schulz, Stanisław Ignacy Witkiewicz, Jan Polkowski, Adam Zagajewski, Julian Kornhauser, Ewa Lipska ve Rafal Wojaczek gibi tanınmış yazarları vardır. Ayrıca, Henryk Sienkiewicz,Władysław Reymont,Czesław Miłosz ve Wisława Szymborska Nobel ödülü alan edebiyatçılarıdır.
Polonya'nın en ünlü sanatçısı, on dokuzuncu yüzyılda yaşamış besteci ve piyanist Fredric Chopin'dir.
Polonya'nın ünlü takı tasarımcıları Jacek Byczewski, Jan Suchodolski, Piotr Małysz, Krzysztof Ginko, Maryla Dubiel, Jan ve Alicja Wyganowski, Marcin Gronkowski, Jakub Zeligowski, Piotr Modliński ve diğerleri modern gümüş takı tasarımında çağdaş sanatin dünyaca tanınmış sanatçılarıdır.
Polonya'da bulunan Galeria Sztuki w Legnicy Galeria Bielak Galeria Yes Galeria Milano Galeria Srebra Pod Przepiórczym Koszem ve diğer galeriler bu modern sanatçıları takdim edip ve eserlerini satışa sunmaktadır.
Polonya'daki dünyaca tanınmış sinema yönetmenleri Roman Polanski ve Krzysztof Kieślowski'dir.
Sümerler
Sümerler, MÖ 4000 - MÖ 2000 yılları arasında Güney Irak'ta (Güney Mezopotamya) yerleşik olan, medeniyetin beşiği olarak bilinen coğrafi bölge ve medeniyettir.
Mezopotamya'da ortaya çıkan sayısız medeniyetin temelini "Sümerler" atmıştır. Ayrıca yazı ve astronomi de ilk kez Mezopotamya'da Sümerlerde ortaya çıkmıştır. Genel kanı Sümerlerin çağdaşı olan halklarla yakın etkileşim ve benzerliklerinin olduğu yönündedir.
Sümer Devleti, Sami olmayan izole bir topluluk tarafından kurulmuştur
Mezopotamya'da yaşayan birçok farklı kavimden ilk öne çıkan ve daha sonraki medeni oluşumların temelini atan Sümerlerdir. Gerek yazı, dil, tıp, astronomi, matematik, gerekse din, fal, büyü ve mitoloji gibi alanlarda ilk öne çıkan ve bilinen toplum Sümerlerdir. "Yaratılış" ve "Tufan"a, "Emeş ve Enten"e ilk kez Sümerlerde rastlanır. Yılbaşı ağacı süsleme, evlilik yüzüğü, nazar boncuğu da Sümerlerde görülmüştür. Sümer döneminde 21'i büyük olan yaklaşık 35 büyük şehir ve kasaba vardı. Bunlar arasında Kiş, Nippur, Zabalam, Umma, Lagaş, Eridu, Uruk ve Ur sayılabilir.
MÖ 4000 yılları başlarında Sümer sınırları kanallar veya sınır taşları ile belirlenmiş bir düzine şehir devletine bölünmüştü.Bütün şehirlerin merkezinde şehre ait özel bir sahip tanrı veya tanrıçaya adanmış olan ve bir rahip yöneticinin ("ensi") veya kralın ("lugal") idaresindeki tapınak bulunurdu.
Sümer şehri, Mezopotamya'nın güney ucunda, Dicle ve Fırat nehirleri arasında, sonradan Babil olmuş, günümüzde de Irak'ın Bağdat şehrinden Basra Körfezi'ne kadar olan bölgede idi.
Sümer şehri, Sümerlerden önce yaşamış ve Sümerce konuşmayan ve Sami olmayan bir halk tarafından, MÖ 4000 - 2350 yılları arasında kurulmuştur. Bu halka günümüzde Proto-Fıratlılar ya da Ubaidliler denmektedir. Ubaid ismi Al-Ubaid şehrindeki kazı alanından gelir. Ubaidliler Sümer şehrinde kurulmuş ilk medeniyettir. Bataklıkları tarım için kurutmuşlar, ticaret, dokumacılık, dericilik, demircilik, taş oymacılığı ve çanak-çömlekçilik gibi işlerle uğraşmışlardır. Ubaidlilerin bölgeye yerleşmesinden sonra çeşitli Sami halklar da aynı bölgeye yerleşmiş, kültürlerini Ubaidlilerinki ile karıştırarak Sümerler öncesi yüksek bir medeniyet kurmuşlardır.
Sümer medeniyetini kurmuş olan topluluğun nereden gelmiş olduğu hususu tartışmalıdır. Cevat Şakir Kabaağaçlı, eserlerinde Sümerlerin Mezopotamya bölgesine Orta Asya'dan göç ettiklerini belirtir. Sümer medeniyeti ile Orta Asyalılar arasındaki benzerlikler ortaya atılarak bu tez ispatlanmaya çalışılmıştır. Orta Asya ve Sümer kültüründe dağların doruklarının kutsal sayılması ve dağların doruklarında yaşayan çeşitli tanrılara inanılması gibi benzerlikler iki bölge arasında köken birliği ya da kültür etkileşimi olduğunun kanıtı olarak öne sürülmüştür. Samuel Noah Kramer, "Tarih Sümer'de Başlar" kitabında; İran'dan gelen göçebeler ve Samiler'in karışımı olan bir köy kültürü ile Sümer tarihinin başladığını yazıyor. Bu iki halkın ve kültürlerinin karışması zamanla Güney Mezopotamya'daki ilk şehir devletini oluşturuyor. Zamanla bölgeye hakim olmak için mücadele eden şehir devletlerine dönüşüyorlar. Genelde Samilerin üstün çıktığı bu mücadelelerde, Mezopotamyalılar diğer bölgelere genişlemeye başlıyorlar ve yakın doğuda ilk imparatorluğu kuruyorlar.Bu imparatorluk zamanla Elam olarak da bilinen bölge dahil olmak üzere, İran'ın batı düzlüklerine kadar yayılıyor. Bu Mezopotamya imparatorluğu, Hazar Denizi ya da Kafkaslardan geldiği tahmin edilen, ilkel ve göçebe Sümerler ile karşılaşıyor. Mezopotamya ile ilkel kabileler arasında tampon görevi yapan Sümerliler ne pahasına olursa olsun direniyorlar. İlk karşılaşmalarda kendilerinden teknolojik ve kültürel anlamda gelişmiş olan Mezopotamyalılar üstün geliyor. Zamanla esir ya da paralı asker olarak Mezopotamya kültürünü yakından tanıyan Sümerler, kendilerine gerekli olan askeri teknolojiyi öğreniyor ve kendi kültürlerine uyguluyorlar. Zamanla gerilemeye başlayan Mezopotamya devletine üstün gelmeyi ve önce batı İran topraklarını sonra Kuzey Mezopotamya' yı almayı başarıyorlar. Fethettikleri bu bölgede ilk Sümer devletini kuruyorlar.
Sümerler denen, dili bölgede uzun süre yaşayan halkın, MÖ 3300 yıllarından MÖ 3000' e gelindiğinde bölgede en az 12 şehir devleti vardı.
Bu dönemde her kent genellikle surlarla çevriliydi. Her kentin kendi tanrısı vardı ve her kentte en az bir tapınak bulunurdu. Sümerlerde tarihin belki de ilk kral listeleri ile karşılaşılır. Fakat bu listeler genellikle tarihsel gerçeklerin ötesinde mitolojik unsurlara da sahiptirler. Örneğin kral listesine göre Tufan'dan önce Sümerlerin yaşadığı bölgede efsanevi sekiz yönetici (ve dolayısıyla kent) mevcuttu. Kral listesine göre Tufan'dan sonraki ilk Sümer hanedanları Kiş, Uruk ve Ur'dur. Ünlü Gılgamış destanının kahramanı Gılgamış kral listesine göre Uruk Hanedanı'nın krallarındandır.
Lagaş'ta iktidara gelen Ur-Nanşe yaptırdığı inşaatlarla öne çıkmıştır. Urukagina da ilk yazılı reformları sayesinde tanınmıştır. Erken dönemlerde Sümerlerin ana tanrısı An'dır, fakat sonraki dönemlerde bu tanrı yerine Enlil Sümerlerin baş tanrısı konumuna yükselir. Enlil'in Nippur'da Ekur adında bir tapınağı vardır. Bu nedenle Nippur Sümerlerin dini başkenti kabul edilir, burada tapınak yaptırmak veya bu tip inşaatlarda çalışmak, hizmetli olmak önemli sayılırdı.
Bazı araştırmalarda Sümerlilerin zayıflaması Sümer topraklarındaki tuzlanma ve buna bağlı tarımsal üretimin düşmesi gibi ekolojik nedenlere bağlanır.
Sümer bölgesinde Gılgamış destanı gibi anlatımlara konu olan büyük bir sel meydana gelmiş ve bu Tufan'dan sonra bazı şehir devletleri diğerleri üzerinde hakimiyet kurmuşlardır. Şehirleri birleştiren kralların ilki, MÖ 2800 yıllarında Kiş kralı olan Etana dır. Kiş, Erech, Ur ve Lagaş şehirleri diğerlerine hâkim olabilmek için asırlar süren mücadelelere giriştiler. Bu durum Sümerleri harici düşmanlara karşı zayıf bıraktı. Önce Elamlılar (MÖ y. 2530-2450) ve sonra Kral Sargon yönetimindeki (MÖ 2334-2279) Akadlılar Sümerlere saldırdılar. Sargon hanedanı yaklaşık 1 asır iktidarda kaldı ve şehir devletlerini birleştirdi. Sargon hanedanının yönetim modeli tüm Orta Doğu medeniyetlerini etkilemiştir.
Akadlar tarafından çökertilmesi sonrasında Sümerler bir daha eski haline gelemedi. MÖ 2000'li yıllarda bağımsız kimliklerini kaybettiler. Ardından gelen Akad ve Babil uygarlıkları çoğunlukla Sümerler'in izlerini taşıdılar. Kendilerine özgü dilleri ve çivi yazıları uzun süre yaşadı. Sümer inanışları ve mitolojisi İbranilerin Babil sürgünü yoluyla Yahudi, Hıristiyan ve İslam inanışlarını etkilediği gibi Fenike - Yunan - Roma bağlantısıyla da günümüze dek ulaşmıştır.
Sümer ve yabancı devletlerde hükümdarlık yapan Sümer kralları bulunur.
Devlet kentlerden oluşmuştu ve her kent surlarla çevrili idi. Kent içinde yüksek bir tepeye yapılan tapınak bulunurdu ki bu sosyal yaşamın merkezini oluşturmaktaydı.
Başlangıçta Anaerkil bir toplum yapısına sahiptiler. İşbölümü derinleşmişti; 1. sınıfı din adamları ve askerler 2. sınıfı halk 3. sınıfı ise kölelerin oluşturduğu bir toplumsal hiyerarşi vardı. Sürekli savaşlar sonucunda halktan her insan kolayca köle edinebiliyordu. MÖ 3000-2500 yıllarında yüksek ruhbanlardan oluşan egemen sınıflar, dinsel yapıya sahip kent devletlerinin yöneticileri olarak ortaya çıktılar. Bu kral-rahipler dinsel ve siyasal işleri yürütürlerdi. Bir kentin baş rahibi, aynı zamanda o kentin başkanıydı.
Tarihte ilk yazılı hukuk kuralları Sümerler tarafından oluşturulmuştur. Bu özellikleri ile Sümerlere dünyadaki ilk Hukuk devleti denebilir. Otoritenin korunmak istenmesi hukuk kurallarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Lasamtuhgaş Kralı Urukagine tarafından oluşturulan ilk yazılı kanunlar "fidisiyer ve beş yüzyıllar" sistemine dayanıyordu.
İlk yazıyı MÖ 3200 yıllarında Sümerler buldu. İlk yazıları şekiller üzerine kurulu yani her varlık ve olay için bir şekil kullandılar. Çivi yazısı işaretleri geçmişteki bir resim yazısına dayanır. Bir kavramı ifade eden işaretlere ideogram adı verilir. Sümerce bilim dünyasındaki genel geçer görüşe göre yaşayan herhangi bir dille bağlantısı olmayan izole bir dildir. Aralarında Türkçenin de bulunduğu farklı dil aileleriyle ilişki kurmaya yönelik amatör ve profesyonel çalışmalar yürütülmüş olsa da bu çalışmalar genel olarak kabul görmemiştir. |
Sümerlerin en önemli edebiyat eserleri; Gılgamış Destanı, Yaratılış Destanı ve Tufan Hikâyesi'dir. Sümerler kendi ülkelerine Kengir, konuştukları dile Emegir ve kendilerine Sag-giga derlerdi.
Çok tanrılı inanca sahip Sümerlerin tapınaklarına Ziggurat denirdi. Zigguratlar yedi katlı olup toplam üç ana bölümden oluşur. İlk katlar erzak deposu, orta katlar okul ve tapınak, son katlar ise rasathane olarak kullanılmıştır. Yazının icadı serüveni bu tapınaklara dayanır. Mezopotamya'da evler ve tapınaklar, taş az olduğundan kerpiç ve tuğladan yapılmıştır. Hem bu özelliğinden hem de sık sık istilalara uğradığından bu yapılar günümüze kadar ulaşmamıştır.
Sümerlerde hissedilen her nesnenin bir Tanrısı vardı ve insan görünümündeydiler, fakat insanüstü güçleri olan ölümsüz varlıklardı. Tanrılar, insanlara ne istediklerini bildirmez. Ancak insanlar onlara, kendilerinden istenileni sorarak öğrenebilirdi.
Sümer mitolojisinin en önemlilerinden Gılgamış Destanı'nda da adları geçen tanrılardan başlıcaları şunlardır:
Sümer inanışına göre başlangıçta gök ile yer birdi. Daha sonra gök ile yer, tanrılar tarafından ayrılmıştır. Sümer inanışında evrenin kökeni şu şekilde açıklanır:
Bu konu aşağıdaki "Gılgamış, Enkidu ve Ölüler Diyarı" adlı Sümer şiirinin giriş bölümünde şöyle anlatılmaktadır:
Şiirden anlaşıldığı üzere başlangıçta bütün olan gök ve yer birbirlerinden ayrıldı ve böylece insanın yaratılışı buyruldu. Ardından gök tanrısı Anu göğün, yer tanrısı Enlil de yerin hâkimi oldular.
Sümer mitolojisinde insanın tanrılara hizmet etmesi için yaratıldığı anlatılır. Hava tanrısı Enlil tanrılara hizmet etmeleri maksadıyla Enki'nin tavsiyesiyle tahıl tanrıçası Aşnan ile sığır tanrı Lahar'ı yaratmıştır. Ancak bu iki tanrı bir gün öyle bir kavgaya tutuşmuşlar ki tüm işleri yapmaz olmuşlar. Kendilerine hizmet edilmeyen tanrılar, yeryüzündeki işleri yapmaktan yorulmuşlar ve bu konuyu Enki'ye götürüp şikayette bulunmuşlar. Uyuduğu için olan bitenden haberi olmayan Enki, tanrıça Nammu ve doğum tanrısı Ninmah'a insanı yaratması emrini vermiştir. Ninmah ve Nammu "derin suların üzerindeki" "balçığı" kararak şekil bakımından tanrılara benzeyen, ancak onların ölümsüzlük yeteneklerine sahip olmayan insanı yaratmışlar. İnsanın yaratılışı şerefine verilen şölende bütün tanrılar içerek sarhoş olmuşlar. Sarhoşluğun tesiriyle Ninmah'ın yarattığı altı insanın hepsi kusurlu olmuş. Ardından Enki'nin yarattığı insan da akli ve fiziksel bakımdan kusurlu olmuş. Hatasını düzeltmesi için Ninmah'tan yardım isteyen Enlil'i tanrı Ninmah yaptığı hatadan dolayı lanetlemiş.
Sümerlerde insanın yaratılışına dair diğer bir hikâye günümüz Adem inancına da kaynaklık ettiği düşünülen Adapa efsanesidir. Yasak meyve, cennet ve sonsuz yaşamdan kovulma, medeniyet bilgilerine veya sanatlarına sahip olma gibi Adem'e atfedilen diğer sıfat ve fiillere benzer niteliklere sahiptir.
Arif Tekin'e göre, Sümer mitolojisine ait birçok unsur İbranilerin babil sürgünü gibi değişik yollar ve etkileşimlerle günümüze kadar değişimler geçirerek gelmiş, kutsal kitaplara konu olmuştur. Bunların başlıcaları yaratılış ve tufan efsanelerinde karşımıza çıkar. Başlıca temalar; Gök ve yer bitişik iken sonradan ayrılması, her şeyin sudan veya su üzerinde yaratılması, insanın balçıktan ve tanrıya (tanrılara) benzer şekilde yaratılması, erkeğe ait Ti (Sümercede yaşam özü ve kaburga anlamlarına gelmektedir) kullanılarak kadının yaratılması, ilk insanların bin (veya binlerce) yıl yaşaması, insanın Gökteki bilgiye ulaşmak için çabalaması ve bunun tanrıları sinirlendirmesi, tufan, gemi yapımı ve her canlıdan bir çiftin gemiye alınması vb. Bu konuda en net örneği gılgamış destanı vermektedir.
Orhan Hançerlioğlu'nun ifadeleri; "Sümer Tanrısı Marduk’un büyük önemi, üç büyük tektanrıcı dine kaynaklık etmiş olmasıdır. Tevrat’la İncil’deki hikâyelerin çoğu Sümer efsaneleridir. Nuh ve Tufan hikâyesinin aslı olan bu Sümer efsanesi, Tevrat’la İncil’den dört bin yıl öncedir. Gene aynı bölgede, MÖ XX. yüzyılda yaşamış olan Kral Hamurabi kanunları, Tevrat kurallarına kaynaklık etmişlerdir. Samuel Reinach, Orpheus adlı kitabında şöyle demektedir: Hamurabi kanunları için ileri sürülmesi gelenek haline gelen tarihten yedi yüzyıl önce yapılmıştır. Eğer Musevi kanunlarının Musa’ya Tanrı tarafından yazdırıldığı doğruysa, Tanrı, Hamurabi’nin yapıtını
aşırmış demektir."
Sümerler bölgeye yerleştiklerinde, çanak-çömlek yapmayı ve madenleri işlemeyi biliyorlardı. Aşağı Mezopotamya'da Dicle ve Fırat nehirleri kıyısında Uruk, Lagaş, Eridu, Ur, Kiş gibi kent devletleri kurdular. Gelişmiş bir yapı tekniği kullanıyorlardı. Yerleştikleri kesimlerde muazzam bir sulama sistemi kurup, kanallar, barajlar ve bentlerle hem seli önleyip bataklıkları kuruttular hem de düzenli sulamaya dayalı bir tarım geliştirdiler. Tekerleği de icat eden bu toplum tarlaları öküzlerin çektiği sabanlarla sürüyorlardı.
60 rakamına dayanan seksajismal sayı sistemini kullanan Sümerler'in "sos" dedikleri bu 60'lık birim bütün zaman ve mekân hesaplarında kullanılmaktaydı ve onları bir uyum içerisinde birbirine bağlıyordu. Ayı 30, yılı 360 gün olarak hesapladılar. Gece ve gündüzü 12'şer saate böldüler. Bir yılı 12 ay olarak hesapladılar. Ay ve Güneş tutulmasını hesapladılar. Aritmetik ve geometrinin temellerini attılar. Çarpma ve bölme cetvellerini buldular. Daireyi 360 dereceye böldüler.
Sümerler matematik ve geometrinin temellerini atmışlardır. (Dört işlemi bulmuşlar, dairenin alanını hesaplamışlar, çarpma ve bölme cetvelleri hazırlamışlardır.) Sümerler astronomide de gelişmişlerdir. Burçları ilk Sümerler bulmuştur ve günümüze değin gelmiştir.
Artıklı ve doğru bir takvim kullanmışlar, bir ayı 30, bir yılı 360 gün olarak hesaplamışlardır. Ayrıca Güneş saatini icat etmişlerdir. Dünyada ilk kez ay yılı hesabına dayanan takvimi Sümerler bulmuşlardır.
Avrupa Birliği'nin genişlemesi
Avrupa Birliği'nin genişlemesi, Avrupa Birliği'nin yeni üye devletleri kabul etme sürecidir. Bu süreç ilke defa altı ülkenin Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu adı altında 1952'de başladı. Genişleme sürecinde AB, 2007'de Bulgaristan ve Romanya'nın da katılımı ile 27 ülkeye çıktı. 1 Temmuz 2013'te Hırvatistan birliğin 28. üyesi olmuştur.
RNA
Ribo Nükleik asit veya RNA bir nükleik asittir, nükleotitlerden oluşan bir polimerdir. Her nükleotit bir azotlu baz, bir riboz şeker ve bir fosfattan oluşur. RNA pek çok önemli biyolojik rol oynar, bunların arasında DNA'da taşınan genetik bilginin proteine çevirisi (translasyon) ile ilişkili çeşitli süreçlerde de yer alır. RNA tiplerinden olan mesajcı RNA, DNA'daki bilgiyi protein sentez yeri olan ribozomlara taşır, ribozomal RNA ribozomun en önemli kısımlarını oluşturur, taşıyıcı RNA ise protein sentezinde kullanılmak üzere kullanılacak aminoasitlerin taşınmasında gereklidir. Ayrıca çeşitli RNA tipleri genlerin ne derece aktif olduğunu düzenlemeye yarar.
RNA, DNA'ya çok benzer olmakla beraber bazı yapısal ayrıntılarında farklılık gösterir. Hücre içinde RNA genelde tek zincirli, DNA ise genelde çift zincirlidir. RNAnükleotitleri riboz içerirler, DNA ise deoksiriboz (bir oksijeni atomu eksik olan bir riboz türü) vardır. DNA'da bulunan timin bazı yerine RNA'da urasil vardır ve genelde RNA'daki bazlar ayrıca kimyasal modifikasyona uğrar. RNA, RNA polimeraz enziminin DNA'yı okuması (transkripsiyonu) ile sentezlenir ve ardından başka enzimler tarafından işlenerek değişime uğrar. Bu RNA işleyici enzimlerin bazıları kendi RNA'larını içerirler.
RNA'daki her nükleotit bir riboz şekeri içerir, bunun karbonları 1' ila 5' olarak numaralandırılır. 1' konumuna bir baz bağlıdır, genelde adenin (A), sitozin (C), guanin (G) veya urasil (U). İki riboz arasında bir fosfat grubu vardır, bu fosfat bir ribozun 3' konumuna, öbür ribozun ise 5' konumuna bağlıdır. Fizyolojik pH'de fosfat grubu negatif bir yük taşıdığı için RNA yüklü bir moleküldür (polianyon). Bazı bazlar arasında hidrojen bağları oluşabilir: sitozin ve guanin, adenin ve urasil ve bazen guanin ve urasil arasında bu tür bağlar oluşur. Ancak, RNA zinciri çeşitli şekiller alabildiği için bunlardan başka baz-baz etkileşimleri de mümkündür, örneğin bir grup adenin birbiriyle bağlanarak RNA zincirinde bir tümsek oluşturabilir, veya GNRA dörtlüsü'nde bir guanin-adenin etkileşimi olur.
RNA'yı DNA'dan farklı kılan önemli bir fark, riboz şekerin 2' konumundaki hidroksil grubudur. Bu fonksiyonel grubun varlığı c3'-endo şeker konformasyonunu zorunlu kılar, buna karşın DNA'nın deoksiriboz şekerinin C2'-endo konformasyonu vardır. Bunun sonucu olarak RNA'nin çifte sarmallı kısımları A-şekilli olur, DNA'da yaygın olarak görülen B şekilli sarmaldan farklı olarak. A-şekilli sarmalın büyük oyuğu B şekilli sarmala kıyasla daha derin ve dardır, küçük oyuğu ise sığ ve geniştir. 2' hidroksil grubunun ikinci bir etkisi ise, RNA'nın esnek olan bölgelerinde (yani çift sarmal oluşturmamış kısımlarında) bu hidroksil grubunun yanındaki fosfodiester bağa saldırıp şeker-fosfat zincirin kesilmesine neden olabilmesidir.
RNA transkripsiyonu sırasında sadece dört baz kullanılır (adenin, sitozin, guanin ve urasil) ama ergin RNA'larda pek çok değişime uğramış şeker ve baz vardır. Psödouridin (Ψ) adlı nükleozitte urasil ile riboz arasındaki bağ, bir C-N bağından C-C bağına değişmiştir. Psödouridin ve ribotimidin (T) beraberce çeşitli RNA'larda görülür, özellikle tRNA'ların TΨC ilmiğinde. Değişime uğramış bazlardan bir diğeri olan hipoksantin, deamine olmuş bir guanin bazıdır, nükleozit hali inosin olarak adlandırılır. Genetik kodun değişkenliğinin açıklanmasında inosin anahtar bir rol oynar. Değişime uğramış 100'e aykın nükleozit bilinmektedir, bunların arasında psödouridin ve 2'-O-metilribozlu nükleozitler en yaygın olanlarıdır. Bu modifikasyonların çoğunun işlevi bilinmemektedir. Ancak ribozomal RNA'da çoğu transkripsiyon sonrası modifikasyon, ribozomun en işlevsel bölgelerinde, örneğin peptidil transferaz merkezinde ve altbirim arayüzlerinde yer alması kayda değerdir, bu nedenle bu modifikasyonların normal fonksiyon i |
çin gerekli olduğu anlaşılmaktadır.
Tek iplikli bir RNA'nın işlevsel şekli, tıpkı proteinlerde olduğu gibi, çoğu zaman belli bir üçüncül yapı gerektirir. Bu yapının iskeleti, molekülün içindeki bazlar arasındaki hidrojen bağlarıyla ortaya çıkar. Bu şekilde firkete yapısı, tümsek ve ilmik gibi belli ikincil yapı elemanlarından oluşan bölgeler ortaya çıkar. Bir RNA dizisinin nasıl bir üç boyutlu şekil alacağının tahmini halen aktif bir araştırma konusudur.
RNA ve DNA, üç ana özellikleriyle birbirlerinden farklılık gösterirler. Birincisi, DNA çift iplikli olmasına karşın, coğu biyolojik fonksiyonunda RNA tek ipliklidir, ve DNA'dan çok daha kısadır. İkincisi, DNA'yı oluşturan şeker molekülleri deoksiriboz, RNA'yı oluşturanlar ise ribozdur, yani DNA'da pentoz halkasının 2' konumunda bir hidroksil grubu yoktur, RNA'da ise pentoz halkasının iki hidroksil grubu vardır. Rna'da fazladan bulunan hidroksil grupları, hidroliz nedeniyle onun DNA'dan daha az dayanıklı olmasına neden olur. Üçüncüsü, adenin bazını tümleyen baz DNA'daki gibi timin değil, urasildir.
RNA genelde tek iplikli olmasına rağmen, çoğu RNA molekülü katlanarak baz eşleşmesi ile çift sarmallı bölgeler oluşturur. DNA'dan farklı olarak RNA'lar uzun çift iplikli sarmallar değil, birbirine sıkıca sokulmuş kısa sarmallardan oluşur. Bu baz eşleşmeleri RNA molekülüne belli bir şekil verir ve bazların fonksiyonel grupların bir araya gelmesi sonucu reaktif özelliğe sahip olan yapılar ortaya çıkar. Bu sayede RNA, bir enzim gibi, kimyasal katalizör olarak işlev verebilir. Örneğin, peptit bağını oluşturan bir enzim olan ribozomun aktif merkezi tamamen RNA'dan oluşmaktadır.
RNA sentezi genelde DNA'yı bir şablon olarak kullanarak, RNA polimeraz enzimi tarafından katalizlenir. Sentezin başlaması DNA üzerinde, RNA'ya yazılacak bölgenin hemen "yukarı" tarafındaki bir diziye enzimin bağlanması ile olur. DNA çifte sarmalı, RNA polimerazın helikaz aktitivitesi ile açılır. Sonra, enzim DNA'nın şablon ipliği üzerinde 3'- 5' doğrultusunda ilerler ve bunun dizisini tümleyici bir diziye sahip bir RNA zincirini 5'-3' doğrultusunda sentezler. DNA üzerinde bulunan belli bir dizi, RNA sentezinin nerede sona ereceğini belirler.
Yukarıda anlatılan DNA'ya bağımlı RNA polimeraz'dan farklı olarak bir de RNA'ya bağımlı RNA polimerazlar vardır, bunlar yeni bir RNA zincirini sentezlemek için şablon olarak bir RNA zinciri kullanırlar. Örneğin, bir grup RNA virüsleri (çiçek virüsü gibi) bu enzimi kullanarak genetik malzemelerini çoğaltırlar. Ayrıca, RNA'ya bağımlı RNA polimeraz çoğu canlıda RNA enterferans yolunda görev alır.
Mesajci RNA (mRNA) DNA'daki bilgiyi protein sentezi (translasyon) için ribozomlara taşıyan RNA'dır. mRNA'daki kodlayıcı nükleotit dizisi ondan üretilen proteinin amino asit dizisini belirler.
RNA genleri proteine çevrilmeyen, RNA kodlayan genlerdir, bunlar kodlamayan RNA veya küçük RNA olarak adlandırılır. Kodlamayan RNA'lar intronlardan da ortaya çıkabilir. Kodlamayan RNA'ların en belirgin örnekleri taşıyıcı RNA (tRNA) ve ribozomal RNA (rRNA)'dır, bunların ikisi de translasyon sürecinde rol oynarlar. Gen düzenlemesi, RNA işlenmesi ve başka işleveleri olan RNA'lar da vardır. Bazı RNA'lar, başka RNA'ların kesilmesi ve birleştirilmesi (ligasyon) ve ribozomda peptit bağı oluşumu gibi kimyasal tepkimeleri katalizleme yeteneğine sahiptir; bu tip RNA'lar "ribozim" olarak adlandırılırlar.
Çift iplikli RNA (İng. "double stranded RNA" 'nın kısaltması olan dsRNA olarak değinilir), birbirini tümleyici iki iplikten oluşmuş RNA'dır, bu bakımdan şekli DNA'ya benzer. Çift iplikli RNA, bazı virüslerin (çift iplikli virüslerin) genetik malzemesini oluşturur. Ökaryotlarda, virüs RNA'sına benzeyen uzun çift iplikli RNA'lar RNA enterferansını harekete geçirir. RNA enterferansında, siRNA (İng. "small interfering RNA", kısa enterfreanscı RNA) olarak adlandırılan kısa çift iplikli RNA'lar gen ifadesini susturur.
Mesajcı RNA (mRNA) bir proteinin amino asit dizisi hakkında bilgiyi protein sentez yeri olan ribozomlara taşır. Bu bilgi, her üç nükleotit (bir kodon) bir amino asite karşılık gelecek şekilde şifrelenmiştir. Ökaryotlarda bir öncül (prekürsör) mRNA (pre-mRNA) DNA'dan yazıldıktan sonra ergin mRNA'ya dönüştürülür. Bu işlem sırasında pre-mRNA'nın protein kodlamayan kısımları (intronlar) çıkartılır, ayrıca mRNA'nın iki ucuna, onu nükleazlardan koruyucu eklemeler yapılır. Bunun ardından mRNA çekirdekten sitoplazmaya taşınır, orada ribozomlara bağlanır ve tRNA'nın yardımıyla çevirisi (translasyonu) yapılır. Prokaryotlarda, çekirdek olmadığından, RNA'nın transkripsiyonu sürerken ribozomlar tarafından çevirisi başlar. Bir süre sonra mesajcı RNA ribonükleazlar tarafından parçalanır.
Taşıyıcı RNA (tRNA) yaklaşık 80 nükleotit uzunluğunda bir RNA zinciri olup, ribozomun protein sentez konumunda büyümekte olan polipeptide spesifik aminoasitler taşır. Yapısında, mRNA'daki kodonları tanımak için onlarla hidrojen bağı kuran bir antikodon bölgesi ve amino asidin ona bağlanması için gerekli bölgeler vardır.
Ribozomal RNA (rRNA) ribozomların katalitik kısmıdır. Ökaryotik ribozomlar dört RNA içerirler: 18S, 5.8S, 28S and 5S rRNA. Bu rRNA'lardan üçü çekirdekçikte sentezlenir. Sitoplazmada ribozomal RNA ve proteinler bir araya gelip ribozomu oluştururlar. Ribozom mRNA'ya bağlanır ve protein sentezini gerçekleştirir. Bir mRNA'ya aynı andan birkaç yüz ribozom bağlanabilir. Tipik bir ökaryotik hücre sitoplazmasındaki RNA konsantrasyonu 10 mg/ml'dir, bunun %80 rRNA'dan oluşur.
Bazı RNA tipleri genin belli bir kısmının dizisine tümleyici olarak gen ifadesinin aşağı ayarlayabilirler. Ökaryotlarda bulunan mikro RNA'lar (miRNA; 21-22 nt) RNA enterferans yoluyla etki eder. RNA enterferansında miRNA ve enzimlerden oluşan bir kompleks, miRNA'nın tümleyici olduğu bir mRNA'yı parçalayabilir, veya mRNA'nın translasyonunu bloke edebilirler, veya promotörün metilasyonuna neden olarak genelde geni aşağı ayarlarlar. Bazı miRNA'lar ise genleri yukarı ayarlarlar (RNA aktivasyonu). Küçük enterferansçı RNA (İng. "small ınterfering RNA", siRNA)'lar 20-25 nt uzunlukta olurlar, genelde viral RNA'nın parçalanmasından meydana gelmelerine karşın, bu RNA tiplerinin endojen kaynakları da mevcuttur. siRNA'lar, miRNA'ya benzer şekilde )RNA aktivasyonu da dahil olmak üzere) RNA enterferansı aracılığyla etki ederler. Hayvanlarda bulunan Piwi etkileşimli RNA'lar (İngilizce "Piwi-interacting RNAs", piRNA; 29-30 nt) eşey hücrelerinde etkindirler, transpozonlara karşı savunmaya yaradıkları ve gametogenezde rol oynadıkları düşünülmektedir. Dişi hayvanlarda görülen X kromozom inaktivasyonu, X kromozomlarından birini kaplayarak onu inaktive eden Xist adlı bir RNA tarafından meydana gelir. Ters anlamlı RNA bakterilerde yaygındır; çoğu genleri aşağı ayarlar ama bazıları da transkripsiyon aktivatörüdür. Bir mRNA'nın kendisi de 5 üssü çevrilmeyen bölgesinde veya 3 üssü çevrilmeyen bölgesinde riboanahtar gibi düzenleyici elemanlar içerebilir. Bu beri-düzenleyici unsurlar (İng. "cis-regulatory element") mRNA'nın etkinliğini düzenlerler.
Çoğu RNA başka RNA'ların modifikasyonunda rol oynar. Örneğin uçbirleştirmede, pre-mRNA'daki intronların çıkartılmasını sağlayan splisozom, küçük nükleer RNA (snRNA)'lar içerir.
RNA'yı oluşturan nükleotitlerler A, C, G ve U'dan farklı bazlara değişime uğrayabilir. Ökaryotlarda RNA nükleotitlerinin modifikasyonu genelde çekirdekçik ve Cajal cisimlerinde bulunan küçük nükleolar RNA ("small nucleolar RNA", snoRNA; 60-300 nt) tarafından yönlendirilir. SnoRNA'lar enzimlerle birleşip onları RNA üzerindeki belli bir noktaya yönlendiriler, bunu sağlamak için RNA ile baz eşleşmesi yaparlar. Bu enzimler sonra o noktadaki nükleotit modifikasyonunu gerçekleştirler. rRNA ve tRNA bu şekilde büyük oranda değişime uğrarlar, ama snRNA ve mRNA'ların da bu yolla modifiye oldukları görülmüştür,
Yukarıda belirtilenlere ilaveten, pek çok virüs genomu RNA'dan oluşur. Bunlar çift iplikli RNA virüsleri, pozitif anlamlı tek zincirli RNA virüsler, negatif anlamlı tek zincirli RNA virüsleri ve çoğu satelit virüslerdir.
Nükleik asitler 1868'de Friedrich Miescher tarafından keşfedilmiş, hücre çekirdeğinde ("nucleus"ta) yer aldığı için Miescher bu maddeye 'nüklein' adını vermişti. Daha sonradan nükleik asitlerin çekirdeksiz olan prokaryotlarda da olduğu bulunmuştu. RNA'nın protein sentezinde rol oynadığı 1939'ten itibaren, Torbjörn Caspersson, Jean Brachet ve Jack Schultz'un deney sonuçlarından dolayı, tahmin edilmekteydi. Gerard Marbaix ilk mesajcı RNA'yı (tavşan hemoglobinine ait olan) saflaştırmış, ve onu yumurta hücrelerine enjekte edince bunun hemoglobin sentezini sağladığını göstermişti. Severo Ochoa RNA'nın nasıl sentezlendiğini keşfettikten sonra 1950 Nobel Tıp Ödülünü kazandı. Robert W. Holley bir maya RNA'sının ilk 77 nükleotidinin dizisini 1965'te çözmüş, bundan dolayı 1968 Nobel Tıp ödülünü kazanmıştır. Carl Woese ve diğerleri 1967'de RNA'nın katalitik olduğunu buldular en eski canlı tiplerinin bir "RNA Dünyası" içinde yaşadıklarını, RNA'yı hem genetik bilgi taşımak hem de biyokimyasal tepkimeleri katalizlemek için kullanmış olabileceğini öne sürdüler. 1976'da Walter Fiers ve arkadaşları ilk defa bir RNA virüs genomunun (bakteriyofaj MS2'nin) tüm nükleotit dizisini belirlediler.
1990 başlarında bitki hücrelerinin içine sokulan genlerin bunlara benzer endojen genleri susturduğu bulundu. Yaklaşık aynı dönemde, 22 nt uzunlukta (günümüzde mikroRNA olarak adlandırılan) RNA'ların "C. elegans" solucanının gelişimine etki ettiği keşfedildi.
Gen düzenleyici RNA'ların keşfi üzerine, onkogenleri ve viral genleri susturabilecek RNA'dan oluşmuş ilaçlar geliştirmeye yönelik çabalar başladı.. 2006 itibarıyla piyasada bu özellikli tek bir ilaç bulunmaktadır, bir sitomegalovirüs genini inhibe etmeye yarayan Vitravene (bir ters anlamlı RNA), ama RNA enterferans yoluyla genleri aşağı ayarlamak için siRNA kullanmaya yönelik ümit verici araştırmalar sürmektedir.
Tibet'te Yedi Yıl
Tibet'te Yedi Yıl ("İngilizce orijinal adı: Seven Years in T |
ibet") gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak hazırlanmış, 1997 yılı yapımı ABD filmidir. Film, bir dağcının Tibet’te yedi yıl süren macerası boyunca yaşadıklarını ve geçirdiği değişimi konu ediniyor.
Filmin gösterime girmesinin ardından Çin hükümeti başrol oyuncusu Brad Pitt'in Çin'e girmesini yasaklamıştır.
Heinrich Harrer’in kendi yaşamını anlattığı kitaptan yola çıkılarak hazırlanmış “Tibet’te Yedi Yıl”, insan kişiliğinin geçirebileceği değişimin güzel bir örneğini sunuyor izleyiciye. 1939 sonbaharında, ünlü Avusturyalı dağcı Heinrich Harrer ve arkadaşı Peter Aufschnaiter, Himalayalar’ın en yüksek tepelerinden birisi olan Nanga Parbat’a tırmanmak üzere yola koyulurlar. Ancak, elverişsiz hava şartları ve çığ tehlikesi onları engeller. Dağcılar kamp yerlerine dönerken, İngiliz askerleri tarafından yakalanıp bir esir kampına götürülürler. Başarısızlıkla sonuçlanan birçok kaçma girişiminin ardından, Harrer ve Peter en sonunda Hindistan’ın dağlarından geçip Tibet’e kaçmayı başarır. Zorluklarla göğüs göğüse mücadele ettikten sonra bu iki adam kutsal şehir Lhasa’ya varır. Lhasa halkı ilk önce Harrer ve arkadaşını yabancı oldukları için yadırgasa da kısa sürede onları aralarına kabul eder. Bu arada, Harrer, 11 yaşındaki dini lider Dalai Lama’nın dikkatini çeker. Aralarında bir dostluk başlar ve Harrer, Dalai Lama’ya İngilizce ve coğrafya öğretip Batı’yı anlatır. Harrer, Tibet’te yedi yıl sürecek macerası sırasında büyük bir politik çalkalanmanın yanında genç Dalai Lama’nın arkadaşlığına ve ruhsal aydınlığına da şahit olur.
Steven Spielberg
Steven Allan Spielberg (d. 18 Aralık 1946, Cincinnati, Ohio), Amerikalı sinema yönetmeni, yapımcı ve senarist. Filmleri büyük gişe başarıları kazanmış, tüm zamanların en çok hâsılat yapan yapımlarına imza atmıştır. Premiere dergisince film endüstrisindeki en güçlü ve en etkili figürdür. Ayrıca Life dergisi yönetmeni, kendi jenerasyonundaki en etkili kişi olarak liste başı yapmıştır. 70’lerden 90’lara üç önemli döneme damgasını vuran ve uluslararası arenada hit olup en çok gişe başarısı kazanmış "Jaws", "E.T." ve "Jurassic Park" filmlerini yönetmiş, sinema endüstrisinin köşe başlarından birini tutan DreamWorks Pictures’ı kurmuştur. Filmlerinde birbirinden farklı temalar kullanmış, macera ve bilim kurgunun en başarılı örneklerine imza atmış, son yıllarda dramatik öğeler üzerine yoğunlaşmış, aile, savaş, ilişkiler ve terörizm konularında filmler çekmiştir. Filmlerinde II. Dünya Savaşı önemli yer tutmaktadır. Spielberg filmleri sayısız kez Oscar'la ödüllendirilmiştir. Orijinal film müzikleri için John Williams’ı seçen yönetmen, en çok Tom Hanks, Harrison Ford ve Richard Dreyfuss gibi oyuncularla çalışmıştır.
18 Aralık 1946’da 4 çocuklu bir ailenin en büyüğü olarak Cincinnati, Ohio’da dünyaya geldi. Spielberg’ün soyadı kökleri 17. yüzyıla uzanan Macar Yahudisi akrabalarının Avusturya’da yaşadığı Spielberg kentinden gelmektedir. Elektrik mühendisi olan babası Arnold Spielberg’in işleri dolayısıyla çocukluğu Camden, New Jersey, Haddon Township, New Jersey, Phoenix, Arizona Dream ve Saratoga, California Dreamin gibi farklı şehirlerde geçen Spielberg’in izlediği ilk film, Cecil B. DeMille’in "The Greatest Show on Earth"’üydü.
Küçük yaşlarda sinemaya duyduğu büyük ilgiyle hayaller kuran Spielberg, daha sonraları American Film Institute’ye verdiği bir röportajda, ilk kurgusunun oyuncak trenlerini çarpıştırması olduğunu söyleyecekti. Henüz buluğ çağına gelmeden, arkadaşlarıyla birlikte 8mm’lik macera filmleri çeken Spielberg, filmlerin gösterimini evde para karşılığında yapıyor, ablası da misafirlere pop corn satıyordu.
Spielberg ilk ödülünü 13 yaşındayken adını Escape to Nowhere koyduğu 40 dakikalık savaş türündeki filmiyle kazandı. 1963 yılında Phoenix, Arizona Dream’daki Arcadia High School’a devam ederken Spielberg ilk uzun metrajlı bağımsız filmini yazıp yönetti. 140 dakikalık bir bilim kurgu filmi olan ve daha sonra "Close Encounters"’ı çekerken ona ilham verecek Firelight’ı 400 dolarlık bir bütçeyle çekip, 100 dolar kazandı. Firelight, Spielberg’in ilk büyük tanıtım başarısı oldu, zira Phoenix gazeteleri 16 yaşındaki bu çocuğun büyük gelecek vaat ettiğini yazıyordu.
Annesiyle babasının boşanmalarının ardından babasıyla birlikte California Dreamin’ya taşındı. 3 kız kardeşi ve annesi Arizona’da kalmıştı. Öğrenimine devam ederken yaşadığı “En kötü tecrübe” ve “Yeryüzündeki cehennem” olarak nitelendirdiği okulu Saratoga High School’dan 1965 yılında mezun oldu. Arkadaşları ona Spielbug lakabını takmışlardı.
Kartal İzci olan ve Amerika’nın Erkek İzcileri (BSA)’dan Distinguished Eagle Scout ödülünü ve sinematografi şeref rozetini alan Spielberg, daha sonraları BSA’nın anti-homoseksüel duruşundan hoşlanmadığı için BSA’dan istifa edecekti.
Spielberg California’ya taşındıktan sonra 3 kez UCLA’nın University of Southern California's School of Cinema-Television bölümüne sinema eğitimi almak için müracaat etmesine rağmen, kabul edilmemişti. Spielberg, hem UCLA’ya kabul edilmeyişi hem de Vietnam Savaşı'nda askere alınması riskine karşı ailesinin isteği yüzünden Long Beach’taki California State University’ye kaydoldu. Henüz mezun olmadan sinema tutkusuyla kendini Universal Studios’un kurgu bölümünde haftanın üç günü para almadan çalışan bir stajyer olarak buldu ve film kariyeri bu şekilde başladı.
1968’de, Universal Studios’ta çalışırken ilk kısa filmi olan "Amblin"'i çekti. Universal TV başkan yardımcısının 24 dakikalık filmi görmesinden sonra, 21 yaşındaki Spielberg kendisiyle uzun vadeli kontrat imzalanan en genç yönetmen olacaktı. Daha sonraları ona profesyonel anlamda yönetmenlik yolunu açan bu kısa filmin anısına ilk prodüksiyon şirketinin adını da Amblin’ koyacaktı.
1969’da California State University’deki eğitimini Universal Studios’la imzaladığı anlaşma nedeniyle bırakıp, profesyonel olarak yönetmenlik yapmaya başladı.
Spielberg’in Universal Studios’taki ilk işi Joan Crawford’un başrolde oynadığı TV dizisi "Night Gallery"’ydi. 1977’de hayata gözlerini yumana kadar Spielberg’le yakın dost olan Crawford, kendisiyle röportaj yapmak için Night Gallery’nin setine gelen Detroit Free Press’ten Shirley Eder’e Spielberg için şunları söyledi: “Git onunla röportaj yap, çünkü o tüm zamanların en büyük yönetmeni olacak!”
Universal Studios, Spielberg’ün işlerinden çok memnun kalınca yönetmenle 3 TV filmi için yeni bir anlaşma daha imzaladı. Bunların ilki Richard Matheson’un romanından uyarlanan 1971 tarihli "Duel"’di. Ardından 1972’de "Something Evil" ve 1973’te "Savage Grace" geldi.
Spielberg, yola 1974 tarihli "The Sugarland Express"’le devam ettikten sonra, ona kariyerinin ilk yıllarında büyük bir başarı getirecek olan "Jaws" filmi için 1975’te kamera arkasına geçti. Kurgu, film müziği ve ses dallarında 3 oskarı kucaklayan filmin gişe hasılatı 100 milyon dolar oldu. Box-office rekoru kıran film için basın “Jawsmania” tanımlamasını yaptı. En iyi film adayı olarak da gösterilen "Jaws"’tan sonra Spielberg, ünlü aktör ve sonraları alter-egosu olduğunu belirteceği Richard Dreyfuss’la ortak oldu.
"Jaws 2"’yi çekmesi yönünde yapılan teklifleri reddeden Spielberg, 1977’de çocukluğundan beri çekmeyi düşündüğü UFO’larla ilgili olan "Close Encounters of the Third Kind" için kamera arkasındaydı. Film en iyi sinematografi dalında Vilmos Zsigmond’a Oscar Ödülü kazandırdı.
1979’da Pearl Harbor’la ilgili ironik değerlendirmeler yaptığı, Dan Aykroyd, John Belushi ve John Candy’nin başrollerini paylaştıkları "1941" filmini çekti.
"1941", gişede istediği başarıyı yakalayamayınca Spielberg, George Lucas ve ekibiyle bir macera filmi için kolları sıvadı: "Raiders of the Lost Ark". Film en iyi sanat yönetimi dalında Oscar Ödülü aldı, Spielberg’e ikinci en iyi film Oskar adaylığı getirdi ve 1981 yılının en çok gişe hasılatı kazanan yapımı oldu. Ayrıca Spielberg’in daha sonraki projelerinde de birlikte çalışacağı Harrison Ford’la tanışması için harika bir fırsattı.
1982’de Spielberg ikinci bilim kurgu filmi için kamera arakasındaydı: "The Extra-Terrestrial". ET yönetmenin 1993’te çekeceği "Jurassic Park"’a kadar en çok gişe hasılatı yapan ve Spielberg’in en kişisel filmi oldu. 4 dalda Oscar kazandı. Ayrıca prodüksiyonunda storyboard kullanılmayan ve global pazarlama&reklamcılık stratejileriyle hazırlanan ilk Spielberg filmiydi. Spielberg filmi, anne babası ayrıldığında ne hissettiği hakkında çektiği çok kişisel bir film olarak tanımladı. 27 Haziran 1982’de dönemin Amerika başkanı Ronald Reagan ve eşi Nancy Reagan Spielberg’i davet ederek filmin Beyaz Saray’da gösterimini gerçekleştirdiler.
Spielberg ayrıca o dönemde vizyona "E.T."’den bir hafta önce giren "Poltergeist" filminin prodüksiyonunda ve senaryo grubunda yer aldı.
1984’de Spielberg, Star Wars filmlerini çeken George Lucas’ın hikâyesini yazdığı ve başrolde Harrison Ford’u oynatacağı yeni filmi "Indiana Jones and the Temple of Doom"’u çekti. Film en iyi efekt dalında Oscar ödülünün sahibi oldu.
"Güneş İmparatorluğu" ve "The Color Purple" filmlerinden sonra serinin ikincisi "Indiana Jones and the Last Crusade" için 1989’da kamera arkasındaydı. Bu kez kadroda ünlü oyuncu Sean Connery de vardı.
1989 yılı Spielberg’ün 2 film çektiği ilk yıl oldu. Zira aynı yıl "Always"’i de izleyiciyle buluşturan Spielberg, gişede istediği sonucu alamadı. Ancak Always, Audrey Hepburn’ün oynadığı son film olarak sinema tarihindeki yerini aldı.
Always’in yarattığı hayal kırıklığından sonra Peter Pan’ın hikâyesi "Hook"’u beyaz perdeye uyarlayan Spielberg, gişede beklediği başarıyı elde edemedi.
1993’te, yeniden bir macera filmi çekmek için kolları sıvayan yönetmen bu kez Michael Crichton’ın romanından beyaz perdeye uyarlayacağı "Jurassic Park" için iş başındaydı. Film en iyi ses, görüntü efektleri ve en iyi ses dallarında olmak üzere toplam üç Oscarın sahibi oldu ve E.T.’den sonra tüm zamanların en çok ticari başarı kazanan filmiydi. Ayrıca, filmin prodüksiyonu sinema endüstrisinde ilk kez kullanılan DTS (Digital Theatre System) ile yapılmıştı.
Spielberg ayrıca 1993 |
'te Oskar Schindler’in gerçek özyaşam öyküsünü beyaz perdeye taşıdığı ve ona en iyi yönetmen, en iyi film de olmak üzere toplam 7 dalda Oscar kazandıracak "Schindler's List"’i çekti. 1100 kişiyi kendi hayatını kaybetmeyi göze alarak Nazi kampından kurtaran Oskar Schindler’in hayatı, birçok eleştirmen tarafından yönetmenin en önemli ve olgun filmi olarak tanımlansa da, Spielberg filmin en önemli filmi olduğunu kabul etmekte, ancak "E.T".’yi en büyük filmi olarak birinci sıraya koymaktadır. American Film Institute tüm zamanların en iyi 10 filmi listesinde "Schindler's List"’e yer vermiştir.
Jurassic Park ve Schindler's List’in başarılarıyla geçen 1993, Spielberg’ün film şirketi Dreamworks’ün de kuruluş tarihiydi. Zira Spielberg 1997’de kendini "Jurassic Park", "The Lost World"’ü çekerken yönetmen koltuğunda buluncaya kadar DreamWorks için çalıştı.
Aynı yıl yeniden bir tarihi drama için kolları sıvayan yönetmen "Amistad"’ı çekti. Spielberg, 1998’de ona ikinci kez en iyi yönetmen oskarı kazandıracak 2. dünya savaşındaki kişisel bir hikâyeyi anlattığı "Saving Private Ryan" için yönetmen koltuğundaydı.
7 Şubat 2000 tarihinde Spielberg’ün doktoru yönetmenin rutin muayenesinde böbreğinde kansere neden olabilecek hücre değişiklikleri kaydetti. Los Angeles’teki Cedars Sinai Medical Center’da tedavi gören Spielberg, kısa sürede iyileşti.
2001 yılında yakın arkadaşı Stanley Kubrick’in yıllardır çekmeyi planladığı final projesi ""’i çekti. Efsane yönetmen Billy Wilder, filmin çok önemli olduğunu ancak hakkının teslim edilmediğini belirtti.
Philip K. Dick’in romanından beyaz perdeye aktarılan ve Roger Ebert’in 2002’nin en iyi filmi olarak nitelendirdiği "Minority Report", gişede 300 milyon dolar hasılat yaptı.
Aynı yıl Salt Lake City’de yapılan Kış Olimpiyatları’nın açılış töreninde, geleneksel olimpiyat bayrağını taşıma görevi Spielberg’e verildi. Yönetmen ayrıca 1965’te kaydolduğu ve sinema kariyeri yüzünden bıraktığı California State University’deki eğitimini de 2002’de tamamladı. Mezuniyetinin senelerce uzamasını montaj süreci 33 yıl boyunca süren bir filme benzeten yönetmen, elektronik sanatlar ve sinema dalında lisansını aldı. Okuldaki profesörlere mesleki deneyim olarak "Saving Private Ryan", "Schindler's List" ve "Jurassic Park" filmlerini sundu.
Spielberg daha sonra "Catch Me If You Can" (2002), "Terminal" (2004), "War of the Worlds" (2005), "Münih" (2005) filmlerinin yönetmenliğini yaptı. "Münih" 5, "War of the Worlds" 3, "Catch Me If You Can" 2 dalda Oscar'a aday oldu.
Spielberg filmlerinde farklı temalar kullanmaktadır. Sıradan insanların kendilerini sıra dışı durumların içinde bulduğu konsept ağırlık kazanmaktadır. "Duel, Jaws, Close Encounters of the Third Kind, E.T. the Extra-Terrestrial, Empire of the Sun, Hook, Jurassic Park, Saving Private Ryan, Catch Me if You Can, War of the Worlds" ve "Munich" bu temaya örnektir. Bilimkurguya olan düşkünlüğünün babasından geldiğini açıklayan yönetmen, filmlerinde aile bağları üzerinde de sıklıkla durmuş, naif, merak ve inanç duygusu gelişmiş bir duruş geliştirmiştir. Özellikle çocuk ve ebeveyn ilişkileri ekseninde gelişen konular üzerine gitmiştir. Anne babası ayrı çocuklar, ilgisiz babalar, aile sorunları yanında II. dünya savaşı başta olmak üzere, savaş, terörizm, ırkçılık gibi global konularla da yakından ilgilenmiştir.
Sinemanın ‘dâhi çocuğu’ diye anılan Steven Spielberg, "Schindler'in Listesi"’nden bu yana, kendisi açısından özel önem taşıyan konuları filme çekmek için yönetmen koltuğuna oturacağını açıkladı.
Yönetmenin projelerinden biri de Filistinli ve İsrailli çocuklara 250 video kamerayla oynatıcı dağıtmak. Onların her gün ne yiyip içtikleri, nelerle ilgilenip hangi oyunları oynadıkları gibi günlük yaşamlarıyla ilgili detayları kameraya çekmelerini ve sonra birbirlerine vermelerini istiyor. Spielberg, bu yolla İsrailli ve Filistinli çocukların aralarındaki farkın ne kadar az olduğunu göreceklerine inanıyor.
Amerikyum
Amerikyum. Periyodik tablonun aktinitler dizisinde yer alan ve yapay olarak elde edilen kimyasal bir element. Doğada varlığı saptanamayan amerikyum 1944’te Glenn T. Seaborg, Ralph A. James, Leon O. Morgan ve Albert Ghiorso tarafından bir nükleer reaktörde plütonyum-239'dan (atom numarası 94) amerikyum-241 izotopu halinde elde edilir. Bulunan dördüncü uranyum ötesi element (atom numarası 96 olan küriyum bundan birkaç ay önce bulunmuştur) olan amerikyum gümüş beyazlığında bir metaldir. Oda sıcaklığındaki kuru havada çok yavaş kararır. Kolay elde edilebildiği için en önemli izotopu amerikyum–241'dir; bu izotop plütonyumdan elde edilmiş ve akışkan yoğunluklarının ölçümünde, kalınlık ölçmede uçak yakıtı göstergelerinde ve uzaklık algılayıcı aygıtlarda kullanılmıştır. Bu uygulamaların hepsine amerikyum–241'in gamma ışımasından yararlanılır. Amerikyumun bütün izotopları radyoaktiftir. Amerikyum–241'in yarı ömrü 458 yıl iken en kararlı izotopu olan amerikyum–243'ün yarı ömrü 7.370 yıldır ve bu nedenle kimyasal ayrıştırmalar için daha elverişlidir.
Gevaş
Gevaş (), Van'ın 12 ilçesinden birisidir.
Yüzölçümü 727,5 km kare olup, denizden yüksekliği 1750 metredir. İlçe Güneydoğu Toroslar'ın bir uzantısı olan Kavuşşahap (İhtiyarşahap) dağlarının en yükseği olan Artos Dağının (3650 m) eteğinde kurulmuştur. Doğusunda Gürpınar, batısında Hizan ve Tatvan (Bitlis) İlçeleri, kuzeyinde Van Gölü, kuzeydoğusunda Edremit, güneyinde Çatak, güneybatısında da Bahçesaray ilçeleri bulunur. İl merkezine uzaklığı 40 km'dir. Sınırları içerisindeki Akdamar Adası, ilçenin en önemli turistik mekanıdır.
İlçe merkezinin bulunduğu verimli vadi Urartular döneminden beri yoğun yerleşime sahne olmuştur.
Eski kaynaklarda kasabanın adı Vostan,Vastan ve son olarak Vestan(1960'tan itibaren) diye geçer. Bugünkü ilçe merkezinin 20 km kadar batısında Ahtamar Adası karşısında bulunan eski kent, MS 421 yılında Sasani Devleti'nin egemenliğine giren Doğu Ermenistan'ı yöneten İran askeri valilerinin ("vostikan") ikametgâhı olarak önem kazanmıştır.
7. yüzyılda Sasani Devletinin İslam egemenliğine girmesinden sonra Vostan'da Ermeni kökenli Rştuni beyliği hüküm sürmüştür. 705 yılında diğer Ermeni beylerinin ittifak ederek "Vart Rştuni"yi öldürmesinden sonra bölge Başkale (Ağbak) kökenli Ardzruni hanedanının tasarrufuna geçmiştir. 908 yılında I. Gagik Ardzruni bazı Arap beylerinin de desteğiyle Vostan'da "Ermenistan kralı" olarak taç giymiş, ancak daha sonra ikametgâhını Ahtamar Adasında inşa ettiği yeni kasabaya taşımıştır. Van Gölü'nün Güney ve Doğu kıyılarına hakim olan Ardzruni beyliği 1021 yılında Bizans tarafından tasfiye edilinceye kadar varlığını sürdürmüştür.
Gevaş'ın Türk fethinden sonraki ilk iki yüzyıldaki durumu karanlıktır. Kasabanın bugünkü yerine Moğol egemenliği döneminde 1264 veya 1297 yılında taşındığına dair veriler mevcuttur. Kasaba 1380'li yıllarda Hakkari ve Van'ı içeren bölgede güçlü bir beylik kuran İzzeddin Şîr (Kürtçe: Yezdan Şêr)'in başkenti olmuştur. 1386'da Timur'a karşı Van Kalesi'ni savunan İzzeddin Şir daha sonra sırasıyla Timur'a ve Karakoyunlu'lara bağımlı olarak beyliğini sürdürmüştür. Kasabanın en önemli tarihi anıtı olan Celme Hatun Türbesi (veya Halime Hatun Türbesi), İzzeddin Şir'in Karakoyunlu hanedanından olan eşine aittir.
Öte yandan Ahlat'ta bulunan Selçuklu mezarlığından sonra bölgenin en büyük ikinci Selçuklu mezarlığı da ilçededir.
93 Harbi
93 Harbi ya da 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (Rusça: Русско-турецкая война, "Russko-Turetskaya voyna"; 1877-1878), Osmanlı padişahı II. Abdülhamit ve Rus çarı II. Alexander döneminde yapılmış olan bir Osmanlı-Rus Savaşı'dır. Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden Osmanlı tarihinde "93 Harbi" olarak bilinir. Hem Osmanlı Devleti'nin batı sınırındaki Tuna (Balkan) Cephesi'nde, hem de doğu sınırındaki Kafkas Cephesi'nde savaşılmıştır. Savaşa hazırlıksız yakalanan Osmanlı Devleti, çok ağır bir yenilgi almıştır. Savaşın başlıca sebepleri; Osmanlı Devleti'nde yaşanan azınlık isyanları, Rusya ve Batı Avrupa ülkelerinde, Osmanlı Devleti'nde yaşayan Hristiyanların insan haklarının çiğnendiği konusunda oluşan tek taraflı kamuoyu, Rusya'nın Balkanlardaki genişleme siyaseti, Romanya ve Bulgaristan'ın bağımsızlık istekleri ve Panslavizm akımıdır. Avrupa'nın büyük güçleri savaşı önlemek için İstanbul'da Tersane Konferansı'nı toplamışlar, ancak Osmanlı Devleti'ne yaptıkları taleplerin reddedilmesi üzerine savaş patlak vermiştir.
Yaklaşık 1 yıl süren savaşta Osmanlı orduları, savunma savaşı yapmıştır. Batılı devletler ise tarafsız kalarak, savaşı bitirmek için arabuluculuk yapmıştır. Özellikle Balkanlarda bu olaylar neticesinde etnik temizlikler yaşanmış ve yer yer kırımlar görülmüştür. Sonunda batıdaki Osmanlı savunma hatlarını kıran Rus ordularının önü açılmış, dirençle karşılaşmadan İstanbul'un eşiğine (Yeşilköy) kadar ilerleyerek Osmanlı Devleti'nin varlığını tehdit etmiş ve bunun sonucunda Osmanlı Devleti Ayastefanos Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır. Ancak Batı Avrupa ülkelerinin bu antlaşmanın koşullarından hoşnut kalmamaları sonucu bu antlaşma geçerliliğini yitirmiş ve yeniden imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti, çok fazla toprak kaybetmiş, Balkanlardaki nüfuzunu büyük ölçüde yitirmiştir. Balkanlar'da ve Kafkasya'da sayıları 1 milyonu aşkın Osmanlı vatandaşı mülteci konumuna düşmüş, savaş süresince ve savaştan sonra Anadolu'ya dev göç dalgaları yaşanmıştır. Ayrıca Batum'da yaşayan Müslüman Lazlar ve Gürcüler Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kalmışlardır.
Rus İmparatorluğu 18. yüzyılda güçlenmiş ve zamanla kendisini Ortodoks dünyasının lideri ve koruyucusu olarak görmeye başlamıştı. Bu nedenle de Osmanlı Devleti'nin Balkanlarda yaşayan ve çoğunluğu Ortodoks olan Hıristiyan vatandaşlarının haklarını korumak bahanesiyle İstanbul'daki elçileri vasıtasıyla Osmanlı hükümetinden çeşitli taleplerde bulunmaya başladı. Nitekim 1853 yılında, Rusya'nın Kudüs topraklarındaki İsa'nın doğduğu kilisenin anahtar hakimiyetinin Ortodokslara verilmesi talebi Kırım Savaşı'na yol açtı. |
Bu savaş Birleşik Krallık ve Fransa'nın da müdahalesiyle Osmanlı zaferiyle sonuçlandı. Ama gene de Rusların istediği gibi, kilise de Ortodoks rahiplere de söz sahipliği verildi. Böylece Rusya, kendisini Ortodoksların sözcüsü olarak kabul ettirmişti, nitekim Ortodokslar da bundan hoşnuttu.
1858 yılında da Osmanlı yönetimindeki Lübnan topraklarında Hristiyanlarla ilgili bir sorun yaşandı. Fransızların desteklediği Maruniler ile İngilizlerin desteklediği Dürziler çatışmaya başlamıştı. Kayıplar artıyor ve bölgede iç savaş tehlikesi büyüyordu. Fransız basını, Lübnan'da Hristiyanlara yönelik katliamların yapıldığını yazıyordu. Dönemin Hariciye nazırı Keçecizade Fuat Paşa, Lübnan topraklarına giderek çatışmaları bastırdı. İsyanın ele başlarını idam ettirdi. Ama Osmanlı Devleti Fransız ve İngilizlerin baskısıyla Lübnan'a Hristiyan bir vali atanmasını kabul etmek zorunda kaldı.
1861 yılında tahta çıkan sultan Abdülaziz'in döneminde de Osmanlı Devleti'nin Hristiyan halkları arasında huzursuzluklar devam etti. Saltanatının ilk yılında Sırbistan topraklarında ayaklanmalar başladı. Kendilerini geniş anlamdaki Slav milletinin bir parçası olarak kabul eden Sırp halkı özerklik talebiyle ayakladı. Çeteler kuruldu. Müslüman halkla karşılıklı kıyımlar yaşandı. İstanbul hükümeti, bölgeye müdahele etti. Fakat tam başarı elde edilemedi, Ömer Paşa kumandasındaki Türk askerleri, Belgrad'ı topa tutunca birçok kayıp verildi. Avrupa kamuoyunda Türklerin aleyhinde bir tutum gelişti. Paris Antlaşması'nın ihlal edildiği söyleniyordu. Bunun üzerine görüşmeler yapıldı, Osmanlı Devleti için önemli olan birçok kale, özerkliğini kazanmış olan Sırbistan'a bırakıldı. Belgrad ve gerisi ise yine Osmanlı'da kaldı. 1864 yılında ikinci bir İstanbul protokolü yapıldı. Buna göre Romanya, prenslik haline geldi. Bölgedeki Osmanlı nüfuzu azalıyordu, daha sonra Romanya da özerkliğini kazandı ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında Rusya tarafında savaştı.
1866 yılında da Girit adasında ayaklanmalar patlak verdi. Bağımsızlığını 1832 yılında kazanmış olan Yunanistan Krallığı, Girit'i de Yunan yönetiminde görmek istiyordu. Yunanistan'ın kışkırtmalarıyla Girit adasında yaşayan Rum halkı Osmanlı yönetimine isyan etti (1866). Rum çetelerini Yunan Krallığı, dolaylı olarak da Avrupalı devletler destekliyordu. Bölgedeki kırımlar artmaya başladı, müdahalelerde sonuç alınamadı. Sadrazam da heyet topladı ve Girit idaresinde değişiklik yapıldı. Buna göre valinin iki yardımcısından biri de Rum olacaktı. Buna rağmen çete savaşları bitmedi, Yunanlar bu çeteleri desteklemeye devam edince Osmanlı Devleti ültimatom verdi. Ancak 1869 yılında Yunanistan'la yapılan bir anlaşma sonucu, Yunanistan bu tutumundan vazgeçti ama 19. yüzyılın sonlarında ayaklanmalar tekrar alevlendi ve 1898 yılında Girit'in özerklik kazanmasıyla sonuçlandı.
19. yüzyılın ortalarında Avrupa birçok savaşa sahne olmuştu. 1866 yılında bir Prusya-Avusturya Savaşı patlak verdi, 7 hafta süren savaşı Prusya ve müttefikleri kazandı. Böylece diğer Alman eyaletlerinde Prusya egemenliği baş gösterdi. 1870 yılında başlayan Fransa-Prusya Savaşı ise 1 yıl sürdü ve kesin Prusya zaferiyle sonuçlandı. Böylece Alman kökenli eyaletler birleşerek Alman İmparatorluğu'nu kurdular. Bundan itibaren Almanya sürekli güçlendi, Avrupa'nın söz sahibi ülkelerinden biri haline geldi. Fransa ise ağır bir darbe aldı, ekonomik açıdan önemli birçok topraklarını kaybetti ve III. Cumhuriyet kuruldu. 1866 yılındaki yenilgi sonrası Avusturya İmparatorluğu, prestij kaybetti ve Macaristan ile birleşerek Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu kurdu. Avrupa'daki eyaletlere bölünmüş ülkelerin yönetimleri birleşik bir yönetim biçimine geçiyordu.
İtalyan birliğini kurma ümitleriyle Kırım Savaşı'na katılmış olan Sardinya Krallığı da 1861 yılında amacına ulaşarak bu birliği sağladı ve İtalya Krallığı kuruldu. İtalyanlar da aynı Almanlar gibi, gecikmeli olsa da sömürgeciliğe başladılar. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Avusturya güç kaybetmiş, İtalya ve Almanya ise güçlenmişti. Rusya ise yenileşme sürecindeydi. Kırım Savaşı'nda ağır bir yenilgi alan Ruslar, Prusyalı subaylar getiriyor ve orduyu ıslah ediyorlardı. Balkanlar'da da Slav propagandası yapılıyordu. İngiliz İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve İtalya Krallığı, Rusya'ya karşı bir tutum içindeydi. Avrupa ülkeleri arasında yalnızca Alman İmparatorluğu, Rusya'ya dostça davranıyordu.
Balkanlar'daki güç dengesi de değişmişti. Bölgedeki Osmanlı nüfuzu azalıyordu. Milliyetçilik akımı güçleniyor, bölgede katliamlar gerçekleşiyordu. Sırplar ve Yunanlar bağımsızlıklarını kazanmıştı. Romanya ise özerkleşmiş, Bosna'da da özgürlük hareketleri başlamıştı. Sırplar, Rusya'ya yaklaşıyor ve kendilerini ortak bir Slav ırkından sayıyordu. Osmanlı yönetimi 19. yüzyıl başlarından beri Balkanlardaki karışıklıklarla uğraşıyordu. 93 Harbi'ne birkaç yıl kala, Osmanlı devleti'nde büyük bir ekonomik sıkıntı başgöstermişti. Bu sıkıntıyı gidermek üzere vergiler arttırıldı. Bu da Bulgar isyanları'na yol açtı.
Osmanlı hazinesi, Sultan Abdülmecit'in döneminden beri yapılan aşırı harcamalar sonucu Avrupa'ya karşı ağır bir şekilde borçlanmıştı ve bu borçları ödeyebilmek için Balkanlardaki vergileri yükseltmişti. Bu ağır vergiler Balkan halkları arasında hoşnutsuzluk yarattı. Ayrıca Kafkaslar'dan Ruslar tarafından Çerkes Sürgünü sonucu göçe zorlanan Çerkes ve Abhaz gibi Müslüman gruplar Balkanlar'da yerleştirilmiş; bu göçmenlerle Balkanlar'ın yerlisi olan Hristiyanlar arasında büyük bir düşmanlık ortaya çıkmıştı. Nisan 1876 zamanında ortaya çıkan Bulgar isyanları, başıbozuklar vasıtasıyla bastırıldı. Fakat isyanların bastırılması sırasında ölen Bulgarlar için Avrupa'da büyük bir sempati oluştu. İsyanlar sırasında ölen Müslümanların sayısını hiçe sayan Avrupa basını, Osmanlı Devleti'ne karşı çok olumsuz bir kamuoyu yarattı.
Bulgar isyanları'ndan kısa bir süre sonra, Sırplar da topyekün savaşa girişti. 30 Haziran 1876 tarihinde Sırbistan, Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etti. Temmuz ayına gelindiğinde, Bulgarları savunan Avrupa kamuoyu, Sırpları da savunmaya başladı. Rus çarı II. Alexander ve prens Aleksandr Mihayloviç Gorçakov, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu imparatoru Franz Joseph ile 8 Temmuz 1876 tarihinde bir görüşme yaparak Avusturya'ya, Osmanlı Devleti'ne karşı bir ittifak teklifinde bulundu. Avusturya ile Rusya, daha önce Osmanlı'ya karşı yaptıkları son ittifaklarını 1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı'nda kurmuşlardı. Fakat Prusya'ya ve İtalya'ya yenilmiş olan Avusturya, henüz toparlanamadan bir savaşa daha girmek istemedi. Rusların büyük miktarda toprak teklifine rağmen fakat sonuç alınamadı. Rus yönetimi yalnız kaldı. Temmuz ayında, Osmanlı Devleti'yle savaşan Sırp saflarında Rus askerleri de görünmeye başlamıştı. Ayrıca Rus ordusu, Sırplara silah ve asker yardımı da yapıyordu. Buna rağmen Osmanlı ordusu, Sırpları yenmeyi başardı. Sırpların hücum kolları imha edildi, savunma hatları safdışı bırakıldı ve Sırbistan çok güç durumda kaldı. Ağustos ayında, Sırplar ateşkese razı oldular ve Avrupa'dan arabulucuk yapmalarını istediler.
Avrupa'nın da baskısıyla Osmanlı tarafı, barış yapmaya razı oldu. Balkanlardaki bütün bu sorunları çözüme ulaştırmak için İstanbul'daki Tersane-i Amire'de uluslararası bir konferans yapılmasına karar verildi. Tersane Konferansı adı verilen bu konferansta Osmanlı Devleti'ne Balkanlardaki Hıristiyan halklarıyla ilgili ağır baskılar yapılması bekleniyordu. Konferansın kararlarını yumuşatmak için tahta yeni çıkmış olan II. Abdülhamit konferansın toplandığı 23 Aralık 1876 günü alelacele I. Meşrutiyet'i ilan etti. Ama yine de konferans Osmanlı Devleti'ne karşı çok ağır kararlarla sonuçlandı. Rusya, Paris Antlaşması'nın (1856) Karadeniz'de tersane ve savaş gemisi bulundurulmayacağına ilişkin hükümlerini tanımadığını Prusya'nın güçlendiği ve Avrupa dengelerinin sarsılmaya başladığı 1870'te bir nota ile Paris antlaşmasına taraf ülkelere bildirmişti.Bu nedenle kendisini Karadeniz ve Balkanlarda sınırlayan hemen tüm yükümlülüklerden kurtulmuştu. Ardından da Ortodoks uyruklarına söz konusu antlaşmadaki hükümleri uygulaması için Osmanlı Devleti'ne baskıda bulunmaya başladı. Bu sırada Birleşik Krallık, Rusya'nın Osmanlılara savaş ilan etmesini önlemek amacıyla Londra Konferansı'nın toplanmasına önayak oldu. Osmanlı sadrazamı İbrahim Edhem Paşa, konferansta hazırlanan Londra Protokolü Londra Protokolü 1877'nü içişlerine müdahale sayarak reddetti. Ülkedeki Panslavist akımların etkisiyle protokolün reddini bir savaş nedeni sayacağını önceden bildirmiş olan Rusya 24 Nisan 1877'de Eflak ve Boğdan'a girerek Osmanlılara savaş açtı. Kısa bir süre sonra da tam bağımsızlığını kazanmak isteyen Romenler savaşa Rusların safında katıldı. Bulgar isyancıları ve Sırplar da Osmanlılarla savaşan Ruslara ve Romenlere katıldı.
Osmanlı İmparatorluğu'nu hem doğudan, hem de batıdan kıskaca almak isteyen Rusya, 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı Devleti'ne bağlı Romanya'ya girdiği gibi, 27 Nisan 1877 tarihinde de Osmanlı Devleti'nin doğu sınırındaki Doğubayazıt'a girdi. Osmanlılar böylece Kafkasya ve Tuna olmak üzere iki cephede, kendilerinden silah ve asker gücü bakımından çok daha üstün durumdaki Rus ordusuna karşı zorlu bir savunma savaşı vermek zorunda kaldılar.
Hem Rus, hem de Osmanlı tarafının güçlerini en yoğunlaştırdığı cephe Tuna cephesi idi. Savaş başladığında Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa Rumeli Ordusu başkomutanı olarak Balkanlardaki bütün Osmanlı birliklerinin en üst düzeydeki komutanı durumundaydı. Bölgedeki Osmanlı kuvvetleri Rusçuk, Silistre, Şumnu ve Varna arasında bulunan Ahmed Eyüb Paşa'nın komutasındaki Doğu Tuna Ordusu, Vidin'de üslenen Osman Nuri Paşa'nın komutasındaki Batı Tuna Ordusu ve ikisinin arasında yer alan Süleyman Hüsnü Paşa'nın komutasındaki Balkan Ordusu olmak üzere üç ordudan oluşuyordu. Balkanlardaki Rus birliklerinin en yüksek düzeydeki başkomutanı ise Grandük Nikolay Nikolayeviç idi. Ancak savaş meydanındaki Rus birliklerine komuta eden kişi General İosip Gurko idi.
Rus ordusu, |
savaş ilanından bir süre sonra Rumen ordularıyla beraber Tuna Nehri'nin kuzeyinde toplanmaya başladı. Osmanlı ordusu da hazırlıklarını sürdürüyor, gönüllü askerler yazılıyordu. Bu süreçte Romen topçuları, nehirdeki Osmanlı gambotlarını dağıtmayı başardı. Böylece nehri savunan Osmanlı deniz gücü ortadan kalkmış oldu. Savaş ilanından iki ay sonra, 21 Haziran 1877 tarihinde Rus askerleri, tekneler ile nehri geçmeye başladı. Rusların nehri geçmesini önlemek ile görevlendirilen Osmanlı güçleri, zamanında yetişemedi. Ruslar nehri büyük bir direnişle karşılaşmadan aştı. Bu başarısızlık, avantajın Ruslara geçmesine sebep oldu. Zira Tuna'dan sonra daha büyük bir engel yoktu. 27 Haziran gecesi, Ziştovi'ye bağlanmak için gizlice bir köprü kuruldu.
Ruslar, nehri geçtikten beş gün sonra nehre en yakın yerler olan Ziştovi ile Niğbolu'ya taarruz etti. Ziştovi Muharebesi ve Niğbolu Muharebesini kolayca kazandılar. Balkan ana ordusu henüz yetişememişti ve Rus askerleri, her bakımdan Türk askerlerine göre üstündü. Savaşın başındaki bu başarısızlıktan dolayı Başkumandan Abdülkerim Nadir Paşa görevden alındı ve 18 Temmuz'da yerine Mehmet Ali Paşa getirildi. Bu genç paşanın böyle önemli bir göreve getirilmesi, subaylar arasındaki birliği bozdu. Tırnova ve Niğbolu'nun düşmesi, Türk kamuoyunda büyük üzüntüye ve umutsuzluğa neden oldu. Çünkü Osmanlının planı bozuluyordu. Plan şöyle idi: Süleyman Hüsnü Paşa'nın birlikleri, Şıpka geçidini geçecek ve kontrol altında tutacaktı. Kuzeydeki Osmanlı orduları da (Osman Paşa ile Ahmed Eyüb Paşa'nın orduları) Rus ana ordusunu kıskaca alarak durduracaktı. Süleyman Paşa'nın ana ordusu da yetişince, nehre doğru Türk taarruzu başlayacak ve Ruslar, Türk toprağından atılacaktı. Nehrin geçilmesinden birkaç hafta sonra, 17 Temmuz 1877 tarihinde Şıpka geçidi de düştü.. Vidin'deki Osman Paşa birlikleri Şıpka Geçidi düşünce yürüyüşe geçti. Plevne yönüne gidilecek, bölge kontrol altına alınacak ve Niğbolu da kurtarılacaktı.
Ruslar, Bulgar topraklarında bir hayli ilerlemesine rağmen, kuzeyde hala direnen ve başarılı olan Osmanlı bölgeleri vardı. Oldukça stratejik önemi olan Plevne ve Lofça, henüz işgal edilmemişti. Daha doğuda olan ve Doğu Tuna ordusu'nun kapısı olan Elena kasabası da Temmuz ayında Rus saldırısını püskürtmüştü. Osmanlı birlikleri Şıpka Geçidi'ni geri almak için çarpışırken General Yuri Şilder-Şuldner komutasındaki Rus birlikleri Osmanlı ordusunu Plevne'de abluka altına aldılar. Plevne Kalesinin komutanlığını Osman Nuri Paşa üstlenmişti. Kuşatmaya Rus generalleri Mihail Skobelev, Nikolay Kridener ve Kral I. Carol'un emrindeki Rumen askerleri de katıldı. Aslında Plevne'deki Osmanlı birliğinin amacı başkaydı; Niğbolu'ya gelinecek ve burada Rus ordusu durdurulacaktı. Fakat Niğbolu'ya Rus ana ordusunun girmesi, bir de Şıpka geçidinin düşmesi bu planı bozdu. Osman Nuri Paşa, yakınında bulunan Plevne'ye çekilmekle yetindi.
Plevne'deki Osmanlı orduları beklenmedik bir şekilde başarılı bir savunma koydular. Rus ordusu aylar boyunca taarruzlara devam etti. Fakat sonuç alamadılar ve çok fazla zayiat verdiler. Yaklaşık 5 ay boyunca Ruslar, bu kasabayı ele geçirmek için savaştı. Kuşatmanın ilk safhalarında tek yönlü taarruz uygulandı. Ağustos'ta Rus taarruzu geri püskürtüldü. Avrupa kamuoyunda Rusların yenileceği ve savaşı Osmanlıların kazanacağı söylenmeye başlandı. Rus ordusunda moralsizlik başladı. Plevne'ye güneydeki Lofça kasabasından da mühimmat ve takviye birlikleri geliyordu. Eylül ayına gelindiğinde Plevne'deki Osmanlı gücü 40.000 askeri bulmuştu. Rus generalleri, kasabayı tam bir kuşatma altına alma kararı aldılar. Bunun için Plevne'ye mühimmat ve takviye sağlayan Lofça'ya saldırıldı (Bkz. Lofça Muharebesi). Bu kasaba 3.Plevne Muharebesinden hemen önce kaybedildi. Buna rağmen 3.Plevne muharebesi Osmanlı zaferi ile sonuçlandı. Rus komutanlığı bunun üzerine Plevne'yi tamamen kuşatma kararı aldı. Radomirçe ve Teliş Mevziileri yoğun Rus saldırıları ile alınarak Plevne üzerindeki çember daraltıldı. Bunun yanında Gosif Gurko, 24 Ekimde Gorni Dubnik Muharebesi'ni kazanarak Sofya - Plevne arasındaki tek lojistik yoluda kesti. Böylece Plevne'ye giden tüm yollar kapanmış oldu. Buna rağmen Osmanlı direnişi devam etti. Erzağı, cephanesi biten Osmanlı askerleri, Rus taarruzlarına karşı bir süre daha direndi.Plevne'ye yapılan 13 Ekim ve 13-14 Kasımdaki Rus ve Romen kısmi saldırıları püskürtüldü. Osman Paşa, güneydeki Şıpka Geçidi Muharebeleri'ndeki Osmanlı taarruzlarından ümitliydi. Bu saldırılar başarıya ulaşırsa, Plevne'ye yardım gelebilir ve Rus ordusu dağılabilirdi. Fakat Osmanlı taarruzları sonuç almıyordu.
2 Ekim'de başarısız bulunan Mehmet Ali Paşa da başkomutanlık görevinden alınarak yerine Süleyman Hüsnü Paşa getirildi.Süleyman Hüsnü Paşa,Deli Fuat Paşa ile birlikte Elena ve Tırnova, Maçka yönünde kuzey Bulgaristan'da Ruslara saldırılarda bulundu. 4 Aralık 1877'de Osmanlı Ordusu Elena Muharebesini kazansa da bu muharebedeki zafer fazla bir yarar getiremedi. Zira Maçka yönündeki Osmanlı saldırıları bir ilerleme sağlayamadı. Artık gücü kalmayan Osmanlı askerleri, çareyi 9 Aralık günü yarma harekatına girmekte buldu. Rusların ilk safları yarıldı fakat Osmanlı kaybı çok artmıştı ve Rusların gücü çok fazlaydı. Osman Nuri Paşa, 10 Aralık 1877 tarihinde teslim olmayı kabul etti. Plevne Savunması, yaklaşık 35.000 Rus kaybına sebep olmuştu. Plevne, Rus ana ordusunu durduran önemli bir noktaydı. Buranın da düşmesi, İstanbul'un yolunu açtı.. Bununla birlikte Süleyman Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Tırnova'yı ele geçirme ve Plevne'ye yardım götürme amaçlı Maçka Muharebesini 12 Aralık 1877'de kaybederek zaten Plevne teslim olmasa bile, Plevne'deki kuşatmayı yarma ve Bulgaristan'dan Rusları çıkarmadaki son fırsatı da harcamıştı.Böylece Kuzey Bulgaristan'da Ruslar mevziilerini sağlamlaştırıp saldırıya geçti. Plevne'nin düşmesinden sonra Bulgar halkı, Türk yaralılarını katletmeye başladı, Sırplar da Osmanlılara karşı yoğun saldırıya geçtiler. Türk kontrolündeki Sırbistan'ın bazı güney bölgelerini ele geçirdiler.
Plevne'nin doğusunda, Ahmed Eyüb Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu direniyordu. Elena'da Osmanlı başarısından sonra Rus ordusu taarruza devam etmişti. Rusçuk yönünden de başarılı bir direniş gerçekleşti. Fakat Rus ordusu, ani bir saldırı ile Köstence'ye girdi. 1878 yılına girildiğinde Rus ordusu, Plevne engelini de kaldırmıştı ve Ahmed Eyüb Paşa ordularına daha fazla yoğunlaştı. Köstence ve Rusçuk yönünden saldırıya geçtiler. Çapraz ateşe düşen Osmanlı ordusu fazla direnemedi. Dobruca ve Kavarna art arda düştü. Dağılmış Osmanlı askerleri, Varna'da teknelere binerek bölgeyi terk etti. Böylece Balkanlardaki Osmanlı direnişi son bulmuş oldu. Avrupa kamuoyunda savaşı Rusların yeneceği fikri benimsendi. Zira Şıpka Geçidi Muharebeleri de ağır Osmanlı yenilgisiyle sonuçlanmıştı. Plevne muharebesi devam ederken İosif Gurko komutasındaki sadece bir Rus tugayı, geçidi ele geçirmişti. Süleyman Hüsnü Paşa komutasındaki yaklaşık 30.000 kişilik Osmanlı tümeni de geçidin etrafını sarmış ve Ruslar zor durumda kalmıştı. Bu durum sebebiyle Süleyman Paşa, Osmanlı kamuoyunda kahraman olarak görülüyordu. Türk taarruzları Ocak'a kadar devam etti. Rus gücü 60.000'i buldu ve Ocak ayında Osmanlı birlikleri ani bir Rus saldırısına uğradı. Ağır zayiat veren Osmanlı askerleri, bölgeyi terk etti. Böylece Edirne'nin de yolu açılmış oldu. Şıpka geçidi, savaşın kaderini belirleyecek önemli bir geçitti. Savaş Osmanlı zaferiyle sonuçlansaydı, Plevne kuşatması kesin Osmanlı zaferiyle sonuçlanabilir ve Ruslar hızla çekilebilirdi.
Kafkasya'da Rus ordusunun 75.000 askeri Rusya'nın Kafkasya valisi Grandük Mihail Nikolayeviç'in komutasında idi. Nikolayeviç'in emrindeki alt düzeydeki komutanlar ise çoğu Ermeni asıllı olan Beybut Şelkovnikov, Mihail Tarieloviç Loris-Melikov, İvan Davidoviç Lazarev ve Arshak Ter-Gukasov ile Rus asıllı Vasiliy Aleksandroviç Geyman idi. Rus ordusu yalnız değildi. Gürcüler Ermeniler,Terek Kazakları tarafından destekleniyorlardı. Osmanlı ordusu ise Ahmed Muhtar Paşa'nın komutasındaki 80.000 askerden oluşuyordu. Ruslar'ın kendi geliştirdikleri top mermileri bulunuyordu. Osmanlı'da ise İngiliz yapımı toplar mevcut idi. Rus topçu birlikleri, gelişme döneminde Prusyalı subaylarca eğitilmiş tecrübeli birliklerdi. Kafkas Rus ordusu, Akkilise - Gümrü ve Iğdır yönünden taarruza geçti. Osmanlı birlikleri ise Kobuleti - Kars - Ardahan ve Doğubayazıt arasında bulunuyordu.
Ruslar için Kafkasya cephesi, Tuna cephesi kadar başarılı olamadı. Çünkü yeterince ilerleme şansı bulamamışlardı. 27 Nisan 1877 tarihinde Doğubayazıt Rus işgaline girdi. Fakat Osmanlı vatandaşı müslüman grupları saldırıları sebebiyle ilerlemeleri zorlaştı. Arazinin aşırı dağlık olması, gerilla saldırıları ve Osmanlı direnişleri, Rusları durdurmaya yetiyordu. Kafkasya cephesinde Ahmed Muhtar Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri, General Loris-Melikov komutasındaki Ruslara karşı uzun süre direndi. 17 Mayıs'ta ise Ardahan Ruslarca işgal edildi. Böylece Rus ordusu stratejik önemi büyük Kars'ın gerisine sızdı. Mayıs ayının son haftasında Kars kuşatıldı. Fakat Kars gerisinde bulunan Halyaz ve Zivin bölgelerinde Osmanlı başarısı gerçekleşti. Daha sonra Gedikler Muharebesi (25 Ağustos 1877) ve Yahniler Muharebesi (4 Ekim 1877) de Osmanlı zaferiyle sonuçlandı. Böylece Kars'taki Rus tehlikesi savuşturuldu. Alacadağ Muharebesi'ne kadar Rusların kaybı 10.000 kadardı. Osmanlı kaybı ise yaklaşık 2.500 idi.
15 Ekim'deki Digor'da gerçekleşen Alacadağ Muharebesi'nde Ruslar takviye ile Osmanlı savunma hattını arkadan çevirdi ve Osmanlı'nın 5-6.000 ölü ya da yaralı ile 8.500 savaş esiri kaybı oldu. Kafkas cephesindeki Osmanlı kuvvetleri çözülmeye başladı. 17 Kasım 1877 tarihinde Kars, tekrar kuşatıldı. Şehri yaklaşık 25.000 Osmanlı askeri savunuyordu. Cephane ve sayı üstünlüğü olan Rus ordusu, şehrin etrafını sarmıştı. Kars işgal edildi ve Osmanlı kaybı yaklaşık 2.500 ölü idi. Rusların kaybı da o kadardı ve Türkler, geri kalan askerlerini esir vermişti. Ahmed Muhtar Paş |
a, Kars-Erzurum arasında kurduğu savunma hattında kış koşullarını iyi değerlendirerek üstün bir savunma savaşı verdi. Deveboynu Muharebesi ağır Osmanlı kayıpları, Rus zaferi ile sonuçlanmasına, Ruslar ardından ilerleyerek Erzurum'a doğru taarruz etmelerine karşın bu savunma hattını geçemediler. Nene Hatun ve diğer Erzurumlu vatandaşlar Aziziye Tabyası'nda savunma yaptı. Türk kamuoyunda bu olay, kahramanca gösterildi. Gazi Ahmed Muhtar Paşa, çok yıpranmış ve destek alamayan ordusunun imha olmasından endişelendi. Osmanlı Erzurum'dan çekildi ancak Erzurum'un çevresi Rus Ordusunca sarılsa da Ruslar, ikinci bir sert direniş olabilir endişesiyle şehre tekrar doğrudan saldırmadılar. Erzurum'u tamamen sarıp abluka altında aldılar. Bununla birlikte Rus ordusu Bayburt ile Çoruh vadisine burada kurulmaya çalışılan, doğudaki son Osmanlı savunma hattına kadar ilerledi. Bu arada İstanbul'un Rus işgali tehlikesi altında kalma durumu belirince elindeki az kuvvetle başarılı bir savunma yaptığı düşünülen Ahmet Muhtar Paşa, buradaki görevinden alınıp, acilen balkanlardaki ve İstanbul'daki kuvvetlerin başına getirildi. Savaşın bitmesinden sonra Ayastefanos Antlaşmasında Erzurum Ruslara teslim edilip, bırakılsa da; Berlin Antlaşması sonrası Rus ordusu Erzurum'dan geri çekildi ama Kars, Ardahan, Artvin ve Batum; Berlin Antlaşması'yla Rusya'ya bırakıldı. Bu şehirler, yeni Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin Sovyetler Birliği ile 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması'na kadar Rusya'nın elinde kaldı.
1878 yılına girildiğinde Ruslar Plevne Savunması'nı kırmış, İstanbul'a doğru ilerlemeye başlamışlardı. Rusların İstanbul'a varana kadar önünü kesecek hiçbir ciddi Osmanlı savunma birlikleri bulunmuyordu. İstanbul'un işgal edilmesinden korkan Osmanlı Devleti, 31 Ocak 1878 tarihinde Rusya'ya ateşkes teklifinde bulundu. Bu arada Osmanlı'nın bu zayıf durumundan istifade eden Rus desteğiyle Yunanistan savunmasız durumdaki Teselya bölgesini işgal etti. Durum Osmanlı için faciaydı; bütün Bulgaristan, Kuzey Yunanistan, Makedonya, Sırbistan bölgeleri ile Edirne Rusya ve müttefiklerinin elindeydi. Ateşkes teklifi, Rusya tarafından kabul edildi. Fakat Rus kuvvetleri İstanbul'a doğru ilerlemeye devam ettiler. Tekirdağ, Çorlu Rus birliklerince işgal edildi. Nihayetinde Rus ordusu İstanbul'a da girdi. Balkanlarda Ruslara direnecek düzenli bir ordusu kalmayan Osmanlı İmparatorluğu yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Kuleli Askeri Lisesi tahliye edildi, İstanbul'da olağanüstü önlemler alınıyordu. Doğu cephesindeki başarıları sonrası buradan acilen İstanbul'daki Osmanlı Ordusunun komutanlığa getirilen Ahmet Muhtar Paşa, Yeşilköy'de Ruslara karşı elinde kalan son kuvvetleri bir araya getirip, son bir savunma hattı daha kurmaya uğraşıyordu. Avrupa ülkeleri ise Rusların bu başarısından hoşnut değildi. Birleşik Krallık, Rusların ilerlemesini durdurmak için İstanbul boğazına filosunu gönderdi. Rusya'ya verdiği bir nota ile Paris Antlaşması hükümlerince Rusların İstanbul'u işgal etmeleri halinde müdahele etme hakları bulunduğunu bildirdi.
Osmanlı padişahı II. Abdülhamit, ağır tazminat koşulunu kabul etmedi. Özellikle Birleşik Krallık da bu hükümleri uygun bulmadı. Osmanlı Devleti, Kıbrıs'ı Birleşik Krallık'a verdi ve barış görüşmelerinde İngiliz desteği sağlandı. 13 Haziran 1878 tarihinde, Berlin'de, şansölye Otto von Bismarck'ın başkanlığında görüşmeler başladı. 13 Temmuz 1878'de de Berlin Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma, Ayastefanos Antlaşması'na göre Osmanlı tarafı için daha iyiydi. Bosna-Hersek imtiyazlı bir devlet olarak kuruluyordu. Romanya ve Sırbistan bağımsız olacaktı. Bazı bölgeler Sırbistan'a bırakılacaktı. Doğuda ise Batum, Kars, Ardahan Rus idaresine bırakılıyordu. Bununla beraber Kıbrıs da Birleşik Krallık'a ödünç verilmişti (Britanya sonra bu adayı iade etmedi). Yine de, önceki antlaşmaya göre Osmanlı tarafının kazancı vardı. Çok daha az vergi verilecek, Doğubayazıt ve Erzurum geri alınacak, Selanik - Manastır - Üsküp bölgeleri Osmanlı idaresinde kalıyordu.
93 Harbi, Balkanlarda ve Kafkaslarda özellikle Müslüman - Türk kesimleri için çok etkili olmuştur. İşgale giren topraklardan kaçan Türk ve Müslüman halkları, daha güvenli olarak düşündükleri bölgelere göç etmişlerdi. Plevne Savunması sona erdiğinde Bulgar halkı kasabaya girmiş ve yaralı Türklerin hepsi katledilmiş, kemikleri de gübre fabrikalarına satılmıştır. Avrupalı devletler de, savaşın sonunda müzakereler için bu kırımları da sebep olarak göstermiştir. Mülteci sayıları 130.000 ila 1.5 milyon arasında farklı tahminlerle ifade edilmektedir. Mark Levene, bu kırımların Avrupalı devletlerce pek de dikkate alınmadığını belirtmiştir . Fransız komutan Romieu, Fransa Savaş Bakanlığı'na gönderdiği raporda, 1878 ve ilerleyen yıllarda, Ermeni çetelerinin Türklere karşı terörist faaliyetlerde bulunduklarını ve nefret beslediklerini belirtmiştir. Mülteciler, Osmanlı idaresindeki şehirlere gelmiş, camilere, mekteplere, sivil evlere sığınmışlardır. Bu da Osmanlı ekonomisini olumsuz etkilemiştir.
93 Harbi, Balkanları baştan aşağı değiştirmeye yetmiştir. Savaş sonucunda 2 özgür devlet ve 2 özerk devlet kurulmuş, Osmanlı nüfuzu oldukça azalmış ve bölgede Rusların etkisi artmıştı. Bu savaş, Romanya için kurtuluş savaşı niteliğindeydi. Savaşta güç kazanan diğer bir devlet de Yunanistan Krallığı idi. Plevne Savunması sona erdikten sonra cesaretlenen Yunan ordusu, Teselya'ya girmişti. Kafkaslarda da stratejik önemi büyük birçok il, Rus idaresine geçmişti. Ayastefanos Antlaşmasına göre Rusya ve müttefiklerinin kazancı çok daha fazlaydı, fakat Osmanlı'nın diplomatik uğraşları sonucunda düzenlenen Berlin Müzakerelerinde bu kazanç indirgenmiş, tazminat hafifletilmiş ve kaybedilen birçok il geri alınmıştı. İki tarafın da kaybı oldukça fazlaydı. Rusya ve müttefiklerinin, 100.000'den fazla kaybı vardı. Osmanlı kayıpları da o kadardı. Hastalıktan ölenlerin sayısı iki tarafta da oldukça fazlaydı. Bununla beraber Plevne Savunması ve Aziziye Tabyası, Türk kamuoyunda kahramanca görülmüştü. Rusya ve müttefikleri de, Plevne Savunması ile Şıpka Geçidi Muharebeleri için anıtlar dikmişti. Osmanlı Devleti, bu savaştan sonra Balkanlardaki varlığını 35 yıl daha sürdürebilecekti. Sultan II. Abdülhamid, savaştan sonra meclisi süresiz olarak datil etti ve mutlakiyet yönetimine geri dönüldü. Süleyman Hüsnü Paşa ve Abdülkerim Paşa yenilgi sorumlusu tutularak yargılandı. Osman Nuri Paşa ile Ahmed Muhtar Paşa ise ""Gazi"" unvanını aldı. Ahmed Eyüp Paşa da padişahın yaveri oldu. Ülke içerisinde padişaha güvenmeyenlerin sayısı arttı ve bunun sonucunda Çırağan Baskını yaşandı. Rus tarafında ise başarılı komutanların bazıları valiliğe atandı.
Savaşın sonunda, Vacha vadisinde 20 civarında köyde bulunan Pomakların başlattığı ayaklanma, Doğu Rumeli vilayetinden özerklik elde edilmesiyle sonuçlandı. Timraş köyünü merkez alarak kurulan özerk Timraş Cumhuriyeti 8 yıl kadar sürebilmiş, 1886'da Bulgaristan egemen olmuştur.
Namık Kemal, 93 Harbi esnasında duygularını yazdığı "Vatan Mersiyesi"nde dile getirmiştir ve yazmış olduğu manzumelerle ülkedeki erkekleri vatan için yardıma çağırmıştır. Savaş sonrası "Vaveyla", "Hilal-i Osmani" gibi manzumeler yazmıştır. Savaş esnasında Recaizade Mahmud Ekrem halkı savaşa katmak ve hazırlamak için yazı ve manzumeler kaleme almıştır.
Kurt Gödel
Kurt Gödel (d. 28 Nisan 1906 - ö. 14 Ocak 1978), Avusturyalı-Amerikalı mantıkçı, matematikçi ve matematik felsefecisidir. Kendi ismiyle anılan Gödel'in Eksiklik Teoremi ile tanınır.
Teoremlerinde tam sayı aritmetiğini içerecek kadar karmaşık herhangi bir sistemin içinde, sistemin aksiyomlarından yola çıkarak doğruluğu veya yanlışlığı kanıtlanamayacak önermeler bulunacağını ispatlamıştır. Bunun için ise Gödel numaralandırması ismi verilen bir metot geliştirmiştir. Meşhur teoremini Viyana Üniversitesindeki doktora çalışması sırasında 1931 yılında ispatlamış, bununla 20. yüzyıl matematiğinin yönünü değiştirmiştir.
1940'larda Princeton Üniversitesi İleri Araştırmalar Enstitüsünde Kurt Gödel, Einstein’ın kütle çekimi alanı denklemlerine, ekseni etrafında dönen bir evreni tanımlayan bir çözüm getirdi. Evrenin dönüşü ışığı (ve dolayısıyla cisimler arsındaki nedensellik bağlarını da) birlikte sürükleyecekti. Dolayısıyla maddi cisimde, ışık hızını aşmaya gerek kalmaksızın uzayda ve zamanda kapalı bir halka çizecekti. Gödel’in modeli, zamanda geriye gitmenin görelilik kuramınca yasaklanmadığını ortaya koydu. Kurt Gödel, Einstein'ın alan denklemlerini kullanarak, bir evren modeli tasarladı. Tasarım Einstein'ınkine benziyordu ama Gödel'in yaklaşımında kozmolojik sabitlere negatif bir değer veriliyordu. Einstein da kuramının bazı durumlarda geçmişe yolculuğa izin verdiği düşüncesinden rahatsızlık duyduğunu ifade etmiştir. Yalnız Gödel'in bu modeli gökbilimcilerin gözlemlediği kütleçekimsel kızıla kayma tarafından yanlışlanmaktadır.
İçine kapanık bir kişiliği olan Gödel, son yıllarında zehirleneceği paranoyasına kapılarak hiçbir şey yememeye başlamış, bunun sonucunda beslenme eksikliğinden 14 Ocak 1978'de Princeton'da ölü bulunduğunda cenin pozisyonundaydı ve sadece 29.5 kiloydu.
Kurt Friedrich Gödel 28 Nisan, 1906'da Brünn, Moravya'da etnik Alman ailesinin; bir tekstil firmasında yönetici olan Rudolf Gödel ve Handschuh doğumlu Marianne Gödel, çocuğu olarak dünyaya geldi. Doğduğu zamanda, şehirde konuşulan diller içinde Alman dili daha yaygındı ve bu aynı zamanda anne ve babasının diliydi.
Gödel, I. Dünya Savaşı sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yıkılınca, 12 yaşında Çekoslovak vatandaşlığına geçmiş oldu. Gödel, daha sonra biyografisini yazan John D. Dawson'a bu zamanlarda kendini "Çekoslovakya'daki Avusturyalı sürgün" (""ein österreichischer Verbannter in Tschechoslowakien"") gibi hissettiğini söylemiştir. Hiçbir zaman Çekçe konuşamadı ve okulda öğrenmeyi reddetti. 23 yaşında kendi seçimiyle Avusturya vatandaşı oldu. Nazi Almanyası Avusturya'yı istila edince, Gödel 32 yaşında doğrudan Alman vatandaşı olmuş oldu. II. Dünya Savaşı sonunda, Gödel, 42 yaşında |
Amerikan vatandaşlığına kabul edildi.
Gödel, gençliğinde, dinmek bilmeyen soruları yüzünden ailesi içinde "Der Herr Warum" ("Bay Neden") olarak anılırdı.
Abisi Rudolf'a göre, Kurt 6 veya 7 yaşında, ateşli romatizma hastalığına yakalandı; tamamen iyileşti, ama hayatının geri kalanında kalıcı bir kalp rahatsızlığına sahip olduğu konusunda kendini inandırdı.
Gödel, eğitim öğretimin Almanca yapıldığı ilkokul ve ortaokulunu 1923 yılında dereceyle bitirdi. Kurt, ilk olarak dil konusunda üstün olmasına rağmen daha sonraları matematik ve tarihle daha çok ilgilenmeye başladı. Matematiğe olan ilgisi,1920 yılında abisi Rudolf'un (1902 doğumlu) tıp eğitimi görmek için Viyana 'ya, Viyana Üniversitesi (UV) 'ne gitmesiyle arttı. Gençliği boyunca, Kurt, Gabelsberger stenografisi'ni, Goethe'nin "Renklerin Teorisi" ni, Isaac Newton'nun eleştirilerini ve Immanuel Kant 'ın yazdıklarını okudu.
Kurt, 18 yaşındayken, abisi Rudolf'a katılıp Viyana Üniversitesi'ne girdi. O zamanda zaten üniversite seviyesinde matematik bilgisine sahipti. İlk başta teorik fizik alanında öğrenim görmeye niyetli olsa da Kurt aynı zamanda matematik ve felsefe derslerine katılıyordu. Kant'ın "Metaphysische Anfangsgründe der Naturwissenschaft" adlı eserini okudu ve Moritz Schlick, Hans Hahn ve Rudolf Carnap'ın içinde olduğu Viyana Çevresi'ne katıldı. Kurt daha sonraları sayı teorisi alanında çalıştı ama Moritz Schlick tarafından Bertrand Russell'in "Introduction to Mathematical Philosophy" (Matematiksel Felsefeye Giriş) kitabı hakkında verilen bir seminere katıldıktan sonra matematiksel mantık alanıyla ilgilenmeye başladı.
David Hilbert tarafından Bologna'da matematiksel sistemlerin eksiksizliği ve tutarlılığı üzerine verilen bir seminere katılması Gödel'in hayatını önemli ölçüde etkileyecekti.
1928 yılında Hilbert ve Wilhelm Ackermann "Grundzüge der theoretischen Logik" (Teorik Mantığın İlkeleri) eserini yayımladı. Bu eser, eksiksizlik probleminin bulunduğu alan olan birinci seviye mantık alanına bir giriş niteliğindeydi:"Bir biçimsel sistemin belitleri sistemin tüm modellerinde doğru olan deyimleri türetmek için yeterli midir?". Bu konu Gödel'in doktora çalışması için seçtiği konuydu.
1929 yılında, Gödel 23 yaşındayken, doktora tez ini Hans Hahn'ın danışmanlığı altında tamamladı. Gödel, doktora tezinde ,bugün bu sonuç Gödel eksiksizlik teoremi adıyla anılıyor, birinci derece kalkülüs önermeleri nin eksiksizliğini gösterdi. 1930 yılında doktora derecesini aldı. Tezi ilave çalışmalarla birlikte Viyana Bilim Akademisi'nde yayımlandı.
1931 yılında, Gödel "Über formal unentscheidbare Sätze der "Principia Mathematica" und verwandter Systeme." adıyla meşhur eksiklik teoremini yayımladı. Bu makalesinde, Gödel doğal sayılar ın aritmetiğini tanımlamaya yetecek kadar güçlü herhangi bir hesaplanabilir belitsel sistem (ör:Peano belitleri ve ZFC) için şunların doğruluğunu kanıtlamıştır:
Bu teoremler, yarım yüzyıl süren ve Frege 'nin çalışmalarıyla başlayan, Principia Mathematica ve Hilbert'in formalizmi ile doruğa ulaşan, tüm matematik için yeterli bir belitler kümesi bulma çalışmalarını sona erdirdi. Eksiklik teoremleri aynı zamanda tüm matematiksel soruların hesaplanabilir olmadığını da gösterdi.
Aslında eksiklik teoreminin kalbinde yatan fikir oldukça basittir. Gödel bir formel sistemde "bu önerme ispatlanabilir değildir" şeklinde bir önerme kurdu. Eğer önerme ispatlanabilirse; yanlıştır bu da ispatlanabilir önermelerin her zaman doğru olduğu gerçeği ile çelişir.
Bu yüzden, her zaman en az bir tane doğru olan fakat ispatlanamayan önerme vardır.
Türkçe çeviri:
Almanca:
İngilizce:
İngilizce çeviri:
Bekir S. Gür, Bir Matematik Filozofu Olarak Kurt Gödel
Manitoba
Manitoba, Kanada'nın Batı Kanada bölgesindeki bir eyâletidir.
Dil: Manitoba'da İngilizce daha yoğun olarak kullanılmaktadır.
Thlewiaza Nehri'nin berrak soğuk suları, Manitoba-Nunavut sınırındaki Nueltin Gölü'nün kuzey ucundan, Arviat'taki küçük İnuit topluluğunun güneyinde yer alan Hudson Koyu sahiline kadar uzanır. Bölge, yaz aylarında yiyecek, giyecek ve barınma gibi ihtiyaçlarını karşılamak için ren geyiğinin mevsimlik göçlerini takip eden Athapascan yerlilerince kullanılır. Bu grup, kış aylarında da avlanmak ve tuzaklarını kurmak için bölgeye gidip gelmeye devam ederler.
Bu, oldukça genç bir nehirdir ve henüz, yolunu bulmak için tundralar arasında ilerlerken yoluna çıkan küçük gölleri tamamen kendisine katacak derinliğe ulaşamamıştır. Tam anlamıyla tundra olarak adlandırılamayan bu bölgeye tayga denmektedir. Burası rüzgârlı ve kayalık kamp yerleri, sonsuz gökyüzü ve kırmızı etli alabalıklarca zengin derin mavi göllerin diyarıdır.
Manitoba çok sayıda etnik grubun merkezidir. Ontario, Saskatchewan, Nunavut, Hudson Körfezi ve ABD ile çevrelenmiş olan eyâlet, Prairie bölgesinin üç eyâletinden biridir ve Kanada'nın merkezinde konumlanır. Manitobalıların çoğu İngiliz asıllıdır fakat iç ve dış göç yapısındaki değişiklikler hıçbir etnik grubun sayıca baskın olmadığı bir eyâlet yaratmıştır.
Eyâlette Yeni Kanadalıları ve Kanadalı göçmenleri destekleyen 700'den fazla organizasyon vardır. 1.000.000'den fazla Manitobalının yaklaşık %60'i başkent Winnipeg metropolitanında yaşamaktadır. İkinci büyük şehir Manitoba'nın güney-batısındaki Brandon'dür. Manitoba ismi "büyük ruhun geçitleri" anlamına gelen "Manitiu bou" kelimelerinden gelir. Ayrıca, Manitoba dünya barışına adanmış ve dünyanın en büyük bahçesi olan Uluslararası Barış Bahçesi'ne ev sahipliği yapar.
Manitoba'nın iklimi aşırı kara iklimidir. Sıcaklıklar ve yağış genellikle güneyden kuzeye doğru, yağışsa doğudan batıya doğru azalır. Manitoba, ılımanlaştıran dağ silsilelerinden veya büyük sulardan çok uzaktadır. Genellikle düz olan yüzeyinden dolayı arktik yüksek basıncıyla kuzeybatıdan gelen hava kitleleriyle soğuğa ocak ve şubatta maruz kalır. Yazın hava kileleri bazen Amerika Birleşik Devletleri'nin güneyinden Meksika Körfezi'nden gelen ılık ve nemli hava gelir. Sıcaklıklar yazın 30 °C ' ye kadar çıkar, ısı ve nem bir arada humideks değerini 40 ortalarına getirir.
Modena
Modena (Modena lehcesi: "Mòdna") kuzey İtalya'da Emilia-Romagna bölgesinde kendi ismini taşıyan Modena ili merkezi olan bir komündür.
1545 yılında Po Nehri ovasi ortasında kurulmuş olan, sanat başyapıtlarının kenti Modena, muhteşem katedrali ile tanınmıştır.
Modena "otomobil motorları başkenti" olarak tanınmaktadır. Dünyaca ünlü İtalyan lüks spor otomobil üreticileri Ferrari, Maserati, De Tomaso ve Pagani Modena'da konumlanmışlartır ve diğer bir üretici Lamborghini üretim merkezi ise Bologna ili'nde bulunmakta ama Modena'ya çok yakın bulunmaktadır. Ferrari marka otomobilin önemli bir modeli (360 Modena) şehrin ismini taşır ve Ferrari'nin özel bir ün kazanan otomobil rengi "Modena sarısı"dır.
Ayrıca dünyaca ünlü tenor Pavarotti'nin doğduğu yerdir.
Modena Po Nehri ovasında bulunur. İki tarafında Po Nehri'ne akan "Secchia Çayı" ve "Panaro Çayı" vardır. Şehir merkezini Panaro Çayı'na bağlayan "Naviglio" adlı bir kanal bulunmaktadır.
İtalya yarımadasının belkemiğini teşkil eden
Angola
Angola ya da resmî adı ile Angola Cumhuriyeti, Afrika kıtasının güneybatı bölümünde yer alan bir ülkedir. Kimbundu, Umbundu ve Kikongo dillerinde Ngola olarak adlandırılan ülkenin komşularını güneyde Namibya, kuzeydoğuda Demokratik Kongo Cumhuriyeti, doğuda Zambiya oluşturmakta olup, ülkenin batısında Atlas Okyanusu yer almaktadır. Angola'ya bağlı olmasına rağmen anakara ile fiziki bağlantısı bulunmayan ve ülkenin kuzeyinde Atlas Okyanusu kıyısında yer alan Cabinda bölgesi de Kongo Cumhuriyeti'nin yanı sıra yine Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile sınıra sahiptir.
Ülkenin günümüzde kullanılan ismi geçmişte Angola'nın batı kesimlerinde kurulu olan ve bir Bantu krallığı olan Ndongo Krallığı'nda krala verilen unvandan gelmektedir. O dönem krallara verilen "Ngola" unvanı o dönem sömürge devleti olarak bölgeye gelen Portekizli denizciler tarafından önce Luanda ve çevresi için kullanılmış, daha sonraları da günümüzde başka bir ili olan Benguela'yı kapsayacak şekilde genişletilmiş, 19.yy itibarıyla de o dönem henüz sınırları tam belirlenmeyen ancak Portekiz'in hakimiyeti altına aldığı bugünkü Angola topraklarını tamamı için kullanılmıştır.
Ülkenin toplamda sahip olduğu 5.198 km sınırın 2.511 km'si Demokratik Kongo Cumhuriyeti (bu sınırın 225 km'lik bölümünü Cabinda bölgesine olan sınır oluşturmaktadır), 1.376 km'si Namibya, 1.110 km'si Zambiya ve 201 km'si ise Kongo Cumhuriyeti devleti ile oluşmaktadır.
Angola sahip olduğu 1.246.700 km² ile dünyada en büyük 23. ülke konumunda iken bu alanların neredeyse tamamı karasal alanları oluşturmakta olup hiç sulak alan bulunmamaktadır.
Ülkenin batısında Atlas Okyanusu kıyısında başlayan dar vadiler, doğu yönünde ülke topraklarının içerisine ilerlendiğinde yükseltinin de artması ile birlikte dağlık arazi olarak gözlemlenebilmektedir. Bu araziyi oluşturan Bié dağlık alanları Angola'nın merkezinde yer almakta olup, 2.619 m ile ülkenin en yüksek noktasını oluşturan Môco dağı da bu yüksek arazide yer almaktadır. Ülkenin güney bölgesi ise daha alçak bir konumdadır. Angola'nın doğu kısımlarında ise Zambezi nehrinin kolları yer almaktadır.
Ülke üç farklı iklim bölgesine ayrılmış durumdadır. Buna göre ülkenin sahil kesiminde ve kuzey bölgelerinde tropikal iklim etkisini göstermektedir. Bu iklimde yıl boyu yüksek sıcaklıklar ölçülmekte olup, gündüz 25 °C ila 30 °C arasında sıcaklıklar ölçülmektedir. Bu bölgelerde Kasım ile Nisan arası yağmur sezonu yaşanmakta olup, yıllık yağış ortalaması 500 mm düzeyindedir. Bu yağışlı dönemde bu bölgenin soğuk Benguela Akıntısı etkisinde olması nedeniyle sık bir şekilde sis görülebilmektedir.
Ülkenin orta kısmında yer alan yüksek kesimlerinde ve güneyinde ise ılımlı bir tropikal iklim gözlemlenmektedir. Özellikle kış aylarında gündüz ile gece sıcaklıklarında yüksek farklılıklar yaşanabilmektedir. Bu bölgede yer alan Huambo'da Temmuz ayında gündüz sıcaklığı 25 °C ile ölçülebilirken gece sıcaklıkları 7-8 °C düzeyinde |
görülebilmektedir. Bölgede Ekim ile Nisan ayları arasında yağmur sezonu yaşanmakta olup, yıllık ortalama 1000 mm yağış düşebilmektedir.
Angola'nın güneydoğu bölgesinde ise oldukça sıcak ve kurak bir iklim yaşanmaktadır. Gece sıcaklıkların düşük olduğu bölgeye düşen yağış miktarı az olup, yıllık ortalama 250 mm yağış düşmektedir.
Ülke genelinde yaşanan farklı iklim çeşitliliğine bağlı olarak kuzeyde ve Cabinda'da tropikal yağmur ormanlarından, orta kesimlerde ağaçlı geniş çayırlara ve güneyde ise sütleğen, akasya ve baobabın sık bulunduğu geniş otlaklıklara kadar farklı bitki örtüsü gözlemlenebilmektedir. Ülkenin güneybatı ucunda ise Namibya'dan başlayarak kıyı şeriti boyunca ilerleyen çöl yer almaktadır.
Angola'nın yaban hayatı zenginlik arz etmekte olup, fil, su aygırı, çita, gnu, deve kuşu, timsah, gergedan ve zebra gibi vahşi hayvanlar gözlemlenebilmektedir. Ülke genelinde giderek artan tarımsal alanlar ile birlikte yaşanan iç savaş ve fildişi ticareti gibi nedenler ülkedeki yaban hayatı tehlike altına almaktadır.
Angola nüfusu ile ilgili kesin bir bilgi bulunmamakta olup, Birleşmiş Milletler'in 2012 tahmini verilerine göre 20,6 milyon kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir.
Ülke içerisinde uzun yıllar süren iç savaş, buna bağlı olarak tahmin edilemeyen ekonomik, sosyal ve siyasi sonuçlar Angola'da akut demografik sorunların doğmasına sebebiyet vermiştir. Özellikle 2000'li yıllarda nüfusun belli bir kesimi büyük şehirlere, bataklık, ormanlık alanlar gibi kimsenin ulaşamayacağı yerlere ya da komşu ülkelere (Namibya, Botsvana, Kongo Cumhuriyeti, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Zambiya) kaçarak yerini terk etmiştir. 2000'li yıllarda iç barışın sağlanması neticesinde nüfusun belli bir kesimi yaşadığı yerlere geri dönüş yapmış olsa da, beklenen geri dönüş etkisi gözlemlenememiştir. Bu süreçte iş olanaklarının da daha fazla olması ile bağlantılı olarak da kıyı şeridinde yer alan şehirlerde nüfus artışı yaşanmış olup, özellikle ülkenin iç kısımlarında insansız, ıssız bölgeler oluşmuştur.
Angola genç bir nüfusa sahip olup, 2016 tahmini verilerine göre %63,44'ü 0-24 yaş aralığındadır. Ülkenin sadece %2,99'u 65 yaş ve üzerindedir.
0-14 yaş: %42.72 (erkek 4,394,206/kadın 4,223,246)
15-24 yaş: %20.72 (erkek 2,127,140/kadın 2,053,363)
25-54 yaş: %29.6 (erkek 3,013,561/kadın 2,956,547)
55-64 yaş: %3.97 (erkek 388,314/kadın 413,347)
65 yaş ve üzeri: %2.99 (erkek 278,853/kadın 323,755)
Şehirde yaşayanların oranı 2015 verilerine göre %44 olan ülkede, nüfusun yıllık artış oranı 2016 tahmini verilerine göre %2,72 düzeyindedir.
Ülke nüfusunun büyük çoğunluğu kendisini Bantu etnik grubuna mensup olarak ifade etmektedir. Bantu etnik grubu içerisinde de çoğunluğu ülke nüfusunun içerisinde üçte çoğunluğu kapsayan Ovimbundu grubu oluşturmaktadır.
Ovimbundu etnik grubundan sonra ülke nüfusunda ikinci derecede öneme sahip olan grup Ambundu etnik grubudur. Ülke içerisinde Kimbundu dilini konuşan etnik grup olarak nüfusun %25'ini oluşturmaktadırlar. Angola nüfusunun %13'ünü oluşturan ve çoğunlukla ülkenin kuzeybatı bölgelerinde yaşayan grup olan Bakongo etnik grubu ülkenin en büyük üçüncü etnik grubunu oluşturmaktadır. Ülke içerisinde "meleços" olarak adlandırılan ve yerli Afrikalı-Avrupalı melezi olan topluluğun oranı %2 düzeyinde olup, ülke içerisinde çoğunluğunu Portekizlilerin oluşturduğu beyaz Avrupalıların oranı ise %1 civarındadır. İlk sömürge döneminde 320.000 - 350.000 arasında bir nüfusa sahip olan Portekizliler, özellikle Angola'nın bağımsızlık ilanından hemen önce ya da hemen sonra ülkeyi terk ederek Portekiz, Brezilya ve Güney Afrika'ya kaçmışlardır. Avrupalı toplulukların haricinde son dönemde yaşanan göç dalgası ile 300.000 civarı Çin vatandaşı Angola'ya gelmiştir.
Angola'da, başta Afrika ülkeleri olmak üzere, diğer birçok ülkeden farklı olarak etnik grup farklılıkları hemen hemen hiçbir sorunun ve çatışmanın kaynağı olarak gözlemlenememiştir. Sadece 1970'li yıllarda Demokratik Kongo Cumhuriyeti'ne kaçan Bakongolar, geri dönüşlerinde Luanda ve civarındaki yerleşim yerlerine yerleştirildiklerinde o dönem orada yaşayan diğer etnik gruplar ile 'yabancılaşma' yaşansa da şiddet olayları yaşanmamıştır.
Angola'da konuşulan neredeyse her yerel dil Bantu dil grubuna ait dillerdir. Portekizce ülkenin resmi dili konumunda olup, çoğunluğu Luanda'da yaşayanlar oluşturmak üzere nüfusun %30'u tarafından anadili olarak konuşulmaktadır. Afrika dilleri içerisinde en yaygın dil ise Ovimbundu etnik grubu tarafından konuşulan Umbundu dilidir. Umbundu'nun haricinde Ambundu etnik grubunun konuştuğu Kimbundu dili ile Bakongo etnik grubunun konuştuğu Kikongo dili diğer yaygın diller olarak ülkede konuşulmaktadır. Bunun dışında günlük hayatta Portekizce ve Kikongo başta olmak üzere birkaç dilin karıştırılması ile oluşturulan Angola Kreyol dili olan Kituba konuşulmaktadır. Bu dillerin haricinde daha küçük gruplar tarafından konuşulan Chilunga, Lingála, Ngangela, Oshivambo (Kwanyama, Ndonga), Otjiherero ve Chokwe dilleri de mevcuttur. Angola içerisinde toplam 40 değişik dil/lehçe konuşulmaktadır
Ülke genelinde nüfusun yarısından biraz fazlası hristiyan dinine mensuptur. Burada katolik mezhebine göre inancını yaşayanların oranı %38 olarak ifade edilirken, protestan mezhebine inananların oranı %15 düzeyindedir. Angola'da nüfusun geriye kalan yarıya yakın kısmı ise yerel dinlere inanmaktadır. İslamiyet, Angola'da neredeyse hiç görülmemekte olup, islam inancına göre yaşamını idame ettiren ve çoğu diğer Afrika ülkelerinden gelen %1 civarı topluluğun çoğu ise sünni mezhebine göre inancını yaşamaktadır. Burada dini inançlarda ortaya çıkan farklılıklar nedeniyle İslami topluluk bir birliktelik sağlayamamaktadır. Suudi Arabistan 2010 yılında ülkede içerisinde İslamiyeti ilerletmek adına Luanda'da İslami bir üniversitenin kurulumunu finanse edeceğini duyurmuştur.
Angola hükumeti Ekim 2013'te yaptığı açıklamada ülke içerisinde İslam inancını yasa dışı din olarak ilan ederek, tüm İslami unsurları yasaklayarak camileri kapatmış ya da yıktırmıştır. Bu yasaklama Angola kültürüne ve geleneklerine zarar veren tüm dini hareketleri kapsayacağı hükumet yetkilileri tarafından ifade edilmiştir.
Angola'da gıda ve tıbbi ihtiyaç sıkıntısı had safhada yaşanmaktadır. Ülke nüfusunun sadece %30'u temel sağlık hizmetlerine erişim sağlayabilmektedir. Ülkede temiz su kaynaklarına ulaşabilen nüfusun oranı ise %40 düzeyindedir. Her yıl binlerce insan ishal, solunum yolu enfeksiyonu gibi kısa sürede atlatılabilecek hastalıklardan hayatlarını kaybetmektedir. Ayrıca ülke içerisinde cüzzam, sıtma, menenjit ve verem çok sık görülen hastalıklar arasındadır. AIDS, Afrika kıtasının özellikle güneyinde yer alan ülkelerin aksine Angola'da düşük oranda görülmekte olup, bu oran 2012 verilerine göre %2,3 düzeyindedir.
Ülke genelinde 5 yaş altı çocuklarda ölüm oranı, dünya geneli ortalamasının çok üzerinde gerçekleşmekte olup, en yüksek ikinci oran olduğu ifade edilmektedir. Angola'da her üç dakikada bir çocuk hayatını kaybetmektedir. 2013 tahmini verilerine göre ülke genelinde ortalama yaşam 54.95 düzeyinde gözlemlenmekte olup, bu oran erkeklerde 53.83, kadınlarda ise 56.11 seviyesindedir.
Ülke genelinde 15 yaş ve üzerinde olan nüfusta okuma yazma bilenlerin oranı 2011 tahmini verilerine göre %70,4 düzeyindedir. Bu oran erkeklerde %82,6 iken, kadınlarda %58,6 seviyesindedir. Angola'da ilkokula gitmek zorunlu olmasına rağmen bu eğitimlere katılım çocuklar arasında üçte bir oranı seviyesindedir. İlkokula giden çocukların %54'ü aynı sınıfa bir veya birden fazla yıl tekrar gitmektedir. Ülke genelinde 5. ve 6. sınıfı içeren okulların azlığı sebebiyle ilkokul 5. sınıfa erişen öğrenciler arasında eğitim hayatına devam etme oranı %6 gibi düşük bir seviyededir. Ayrıca ülkede yaşanan iç savaş nedeniyle hayatını kaybeden ya da göç eden birçok öğretmen olması nedeniyle, ülke genelinde öğretmen bulma ve yetiştirme sıkıntısı da yaşanmaktadır. Günümüzde Angola Eğitim Bakanlığı'nın, "Ajuda de desenvolvimento de Povo para Povo em Angola" yardım kuruluşu ile ortaklaşa gerçekleştirdiği projede Huambo, Caxito, Cabinda, Benguela, Luanda, Zaire ve Bié'de kurulan eğitim merkezlerinde öğretmen ihtiyacını karşılama adına öğretmen adaylarına eğitimler verilmektedir. 2006 yılına kadar eğitimi tamamlanan 1000'den fazla öğretmen kırsal alanlarda eğitime başlamış olup, 2015 yılına kadar eğitilen öğretmen sayısının 8000'i bulması amaçlanmaktadır.
Angola'da yüksek öğrenim kurumları 1990'lı yıllara kadar devlet tarafından idare edilmekteydi. Özellikle, çoğu kötü bir durumda bulunsa da sahip olduğu 40 farklı merkezdeki yerleşkesi ile Universidade Agostinho Neto önemli bir yere sahipti. Bu üniversitenin haricinde ayrıca Luanda'da yerleşik Universidade Católica de Angola (UCAN) bulunmaktaydı. Günümüzde çoğunluğu başkent Luanda'da olmak üzere ve Portekiz'de aynı ismi taşıyan üniversiteler ile sıkı işbirliğinde içerisinde olan Universidade Lusíada de Angola, Universidade Lusófona de Angola ve Universidade Jean Piaget de Angola, özel üniversiteler olarak hizmet vermektedir. Bunların haricinde tamamen Angola merkezli üniversiteler olan Universidade Privada de Angola, Universidade Metodista de Angola, Universidade Metropolitana de Angola, Universidade Independente de Angola, Universidade Técnica de Angola, Universidade Gregório Semedo, Universidade Óscar Ribas, Universidade de Belas, ve Instituto Superior de Ciências Sociais e Relações Internacionais gibi özel üniversilerde öğrencilere eğitim-öğretim imkanı sunmaktadır.
Günümüzde Angola'nın varlığını sürdürdüğü topraklarda yaşayan ilk topluluk Khoisan topluluğu olmuştur. Khoisan topluluğu ilerleyen yıllarda Bantu halkları tarafından bölgeden uzaklaştırılmıştır. 15.yy sonlarına doğru Avrupalılar ve özellikle de Portekizli denizciler ile başlayan temasın sonucunda Portekiz 1483 yılında, günümüzde Luanda'nın bulunduğu sahil kesiminde ve iç bölgelerde ticaret merkezleri oluşturmuştur. Angola'nın bugünkü sınırlarının sistematik olarak ele geçirilmesi ve işgal edilmesi ise |
19.yy sonlarında başlatılmış olup, bu işgal 1920'li yıllara kadar sürdürülmüştür.
Angola 1920'li yılların ortasından 1960'lı yılların başına kadar 'klasik' sömürü sistemi içerisinde Portekiz tarafından
yönetilmiştir. Bu dönemde koloni sahibi Portekiz 1926 yılından Karanfil Devrimi'nin yaşandığı 1974 yılına kadar askeri cunta tarafından idare edilmiştir.
Koloni döneminde ülkenin en büyük ekonomik değerini tarım ve hayvancılık oluşturmaktaydı. Bu tür faaliyetler Avrupalı yerleşimciler tarafından büyük işletmelerde yapılmasının yanı sıra Afrikalı yerliler tarafından da aile işletmelerinde gerçekleştirilmekteydi. Bunun haricinde koloni ülkesi için çıkartılan elmasın ihracatı önemli bir kaynak oluşturmaktaydı.
1950'li yıllarda milliyetçi direnişin şekillenmesi ile başlayan süreç 1961 yılında silahlı mücadeleye dönmüştür. Özellikle Afrika Yılı olarak adlandırılan 1960 yılında 18 Afrika ülkesinin sömürge sahibi ülkelerden bağımsızlığını ilan etmesi Angola'da da bu sürecin ilerlemesine neden olmuştur.
Portekiz 1962 yılından itibaren ülkede köklü reformlar gerçekleştirerek geç sömürge dönemini devreye almıştır. Bu durum Angola'da niteliksel olarak yeni bir durum yaratsa da bağımsızlık mücadelesine herhangi bir etkisi olmamıştır. Bu mücadele dolaylı olarak Portekiz'de 25 Nisan 1974 tarihinde gerçekleştirilen Kadife Devrimi neticesinde diktatör askeri cuntanın devrilerek yerine demokratik rejimin gelmesi sonucunda başarıya ulaşmış, yeni Portekiz hükumeti derhal sömürgeci ülkelerden çekilme sürecini başlatmıştır.
Portekiz'de gerçekleştirilen devrim Angola'da bağımsızlık mücadelesi veren ve farklı etnik kökenleri temsil eden Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi (FNLA), Angola'nın Bağımsızlığı İçin Halk Hareketi (MPLA) ve União Nacional para a Independência Total de Angola (UNITA) özgürlük hareketleri arasında iktidarı ele geçirme adına silahlı çatışmanın yoğunlaşmasına sebep olmuştur. Yaşanan bu çatışmalarda Amerika Birleşik Devletleri, Zaire (1997'den itibaren Demokratik Kongo Cumhuriyeti) ve Güney Afrika Cumhuriyeti (o dönem iktidarda Apartheid hükumeti bulunmaktaydı) FNLA ile UNITA cephesinde yer alırken, Sovyetler Birliği ve Küba MPLA tarafında yer almışlardır. Çatışmalar sonucu MPLA mücadeleyi kazanan taraf olarak 1975 yılında Luanda'da bağımsızlığı ilan etmiş, aynı dönemde FNLA ve UNITA'da Huambo'da bağımsızlık açıklamasında bulunmuştur.
Huembo'da FNLA ve UNITA tarafından oluşturulan 'karşı hükumet' her ne kadar kısa süre içerisinde dağılsada, bağımsızlık ilanından kısa bir süre sonra bu üç taraf arasında Angola'yı iç savaşa sürükleyen çatışmalar şiddetlenmiştir. FNLA bu mücadeleden kısa süre içerisinde elense de, UNITA liderleri Jonas Savimbi'nin 2002'deki ölümüne kadar mücadelesini sürdürmüştür. Bu dönemde iktidardaki MPLA ise sosyalist ülkeleri rol model alarak siyasi-ekonomik bir rejim oluşturmuştur.
Bu sistem 1990/91 yılları arasında iç savaşta yaşanan kısa süreli duraklamada çok partili sistem lehine değiştirilmiştir. 1992 gerçekleştirilen ve UNITA'nın da yer aldığı genel seçimlerde MPLA parti olarak parlamentoda mutlak çoğunluğu elde etse de, partinin devlet başkanı adayı José Eduardo dos Santos devlet başkanı olması için Jonas Savimbi'ye karşı gereken çoğunluğu sağlayamayarak yasa gereği zorunlu olan ikinci seçim turuna girmek durumunda kalmıştır.
Yapılan bu seçimler ülkede 2002 yılına kadar sürecek karmaşık bir yapıya sebep olmuştur. Bir tarafta MPLA ve UNITA ortaklaşa parlamentoda hatta hükumette yer alırken, UNITA'nın askeri kanadı seçimlerden hemen sonra silahlı mücadeleyi yeniden başlatmıştır. Ülkedeki siyasi gelişmeler neticesinde yönetimde otoriter bir devlet başkanlığı yönetimi benimsenmiş, ülke genelinde ciddi yıkımlar gerçekleştirilmiştir.
2002 yılında UNITA lideri Jonas Savimbi'nin ülkenin doğusunda ordu tarafından yakalanıp vurulmasından sonra UNITA silahlı mücadeleyi bıraktığını açıklamıştır. Bu olay neticesinde silahlı kanadını lav edilen UNITA'da buradaki güçlerin bir bölümünü Angola ordusu bünyesine alınmıştır. Yeni genel başkanları Isaias Samakuva önderliğinde normal bir muhalefet partisi görüntüsüne bürünen UNITA, 2008 yılında gerçekleştirilen ve MPLA'nın oyların %80'ini elde ettiği seçimlerde bir varlık gösterememiştir.
Son yıllarda özellikle ülkede var petrol rezervlerinden elde edilen gelirlerle tüm ülkede yeniden yapılanma gerçekleştirilmektedir.
Angola'da 2010 yılında kabul edilen yeni anayasa, iktidardaki MPLA'yı güçlendirmekte ve devlet başkanına otoriter bir yönetim imkanı sağlamaktadır.
Angola 18 bölgeye ayrılmış olup, bu bölgeler şu şekildedir:
Bu var olan 18 bölge ayrıca 157 ile ve 618 ilçeye bölünmüş konumdadır.
Angola'da güncel olarak siyasi güç devlet başkanındadır. Yürütme gücü aynı zamanda ordunun başkumandanı ve hükumet yetkilisi de olan devlet başkanı dos Santos ile bakanlar kurulunun elinde bulundurmaktadır. Bakanlar kurulu çok sık aralıklarla devlet başkanının başkanlığında toplanarak güncel konular hakkında görüşmeler gerçekleştirirler. Ülkede bulunan 18 bölge, devlet başkanı tarafından atanan valiler tarafından yönetilmektedir. Ülkenin hukuk sistemi, sömürge döneminde ülkeyi elinde bulunduran Portekiz'in hukuk sisteminden esinlenerek oluşturulmuş olmasına rağmen yetersiz ve bölük pörçük bir konumdadır. Ülke genelinde 140'tan fazla belediye yer almasına rağmen sadece 12 yerleşim alanında mahkemeler bulunmaktadır. Ülkenin en yüksek mahkemesi, temyiz olarak işlev görmektedir.
2010 yılında parlamento tarafından kabul edilen yasaya ile otoriter eğilimli siyasi sistem daha da otoriter bir yapıya kavuşturulmuştur. Bu yasa ile gelecekte gerçekleştirilecek olan genel seçimlerden birinci olarak çıkacak olan partinin başkanının ve kurmaylarının aynı zamanda ülkenin devlet başkanı ve devlet başkanı yardımcısı makamına getireleceği karara bağlanmıştır. Ülkenin devlet başkanı günümüzde kaldırılan anayasa mahkemesi de geçmişte dahil olmak üzere tüm devlet kurumlarındaki işleyişi kontrol yetkisine sahiptir. Angola'da bir kuvvetler ayrılığından bahsedilememektedir.
Ülkede 27 yıl boyunca süren iç savaş nedeniyle siyasi binaların yanı sıra kamu kurum ve kuruluş binaların da birçoğu hasar görmüş bir konumdadır.
Angola'da 2002 yılında sona eren iç savaştan sonra gerçekleştirilen ilk seçimler olan 2008 seçimlerinde, halk parlamentoya gidecek üyeleri seçmiştir. Seçimlerin olaysız ve sükunet içerisinde geçtiği Afrika Birliği ile Güney Afrika Geliştirme Birliği seçim gözlemci heyetleri tarafından bildirilmiştir. Seçim günü olumlu geçmiş olsa da, Avrupa Birliği yetkilileri seçim öncesinde muhalefet partilerine yeterince söz hakkı verilmediği ve kamu kurum ve kuruluşları ile televizyonların MPLA propaganda aracı olarak kullanıldığı yönünde eleştiriler getirmiştir. Söz konusu seçimlerde oyların %82'sini alan MPLA kazanırken, muhalefet partisi konumunda olan UNITA oyların %10'unu alabilmiştir. UNITA bu seçim sonuçlarına önce itiraz etse de daha sonra seçim sonuçlarını kabullenmek durumunda kalmıştır.
2008 seçimleri sonrası mecliste milletvekili dağılımı şu şekildedir oluşmuştur:
Amnesty International'ın 2012 raporuna göre ülkede sık sık düşünce ve fikir özgürlüğü hakkını savunan ya da toplantı ve gösteriş yapan birçok kişi tutuklanmıştır. Ülkede devletin güvence verdiği bir sosyal korunma sistemi bulunmamaktadır. Ülkenin özellikle kırsal bölgesindeki belli bölümlerinde tek başına kalan kadınların gelenek ve göreneklere göre mal ve mülk sahibi olması kabul edilmemektedir.
Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'nun 2009 yılında gerçekleştirdiği Afrika turunda ziyaret ettiği Angola'da, ülkenin insan hakları örgütleri ve önemli şahsiyetlerinin kendisine ilettiği mektupta, Angola'daki demokrasi ve insan haklarının son durumu hakkında bilgilendirilmiş ve bu konuda yetkililer ile görüşülmesi talep edilmiştir. Son dönemde ülke genelinde Çin'in etkili olması "Associação Mãos Livres" gibi sivil organizasyonların tepkisini çekmekte olup, Çin'in kendi ülkesindeki insan hakları ihlalleri nedeniyle sabıkalı olması nedeniyle ülke içerisindeki etkisi tartışma yaratmaktadır.
Angola 1976 yılından bu yana Birleşmiş Milletler, 1996 yılından bu yana Dünya Ticaret Örgütü, 2007 yılından bu yana da OPEC ve Afrika Birliği, yine 2007 yılından bu yana da kurucu üye sıfatıyla Güney Afrika Geliştirme Birliği ile Portekizce Konuşan Ülkeler Topluluğu üyesi konumundadır.
Angola, 15 Ekim 2013 tarihinde Portekiz ile var olan stratejik ortaklığı sonlandırdığını duyurmuştur. Devlet başkanı dos Santos yaptığı açıklamada iki ülke arasındaki ilişkilerin iyi olmadığını ifade etmiştir.
Angola 2012 verilerine göre sahip olduğu 114,2 milyar dolar Gayri safi yurtiçi hasıla ile Afrika kıtasının Güney Afrika Cumhuriyeti ve Nijerya'dan sonra üçüncü büyük ekonomisi konumundadır. Bu denli büyük bir ekonomiye sahip olan ülkede, nüfusun büyük çoğunluğu açlık sınırında yaşamaktadır.
Angola ekonomisi yıllarca süren iç savaşın etkileri günümüzde de devam etmektedir. Özellikle son yıllarda başta sahip olunan petrol rezervlerinin yanı sıra diğer yeraltı zenginlikler sayesinde ciddi bir ekonomik kalkınma yaşayan ülke, gösterdiği bu hızlı yükseliş ile Afrika kıtasının en büyük ekonomik büyüme verilerine sahip ülkesi konumundadır. Ancak petrolden ve diğer yeraltı zenginliklerinden elde edilen gelirlerin neredeyse tamamı ülkenin siyasetini ve ticaretini yöneten nüfusun küçük bir kısmına ulaşmakta olup, nüfusun geriye kalan büyük çoğunluğu bu gelirlerden fayda görememektedir. Ülke nüfusunun büyük çoğunluğu işsiz olup, yarısından fazla açlık sınırının altında yaşamaktadır. Birleşmiş Milletler'in yayımladığı 2013 İnsani Gelişim Endeksi raporuna göre ülke 'az insani gelişim' kategorisinde yer almakta olup 186 ülke içerisinde 148. konumda kendisine yer bulabilmektadır.
Ülkenin mal ve hammadde ihracatında en önemli ticaret ortaklarını Amerika Birleşik Devletleri, Çin, Fransa, Belçika ve İspanya oluşturmaktadır. Portekiz, Güney Afrika Cumhuriyeti, ABD, Fransa ve Brezilya ise ülkenin ithalatındaki en önemli ticaret ortaklarını oluştur |
maktadır. 2009 yılında Angola, Portekiz'in Avrupa dışındaki en önemli ihracat ortağı konumuna gelmiş, bu doğrultuda 24.000 Portekizli son yıllarda Angola'ya yerleşerek iş arayışına girmiş ya da şirket kurmuşlardır. Buna rağmen Çin'in ülke içerisindeki mevcudiyeti kurduğu büyük firmalar nedeniyle Angola için daha büyük önem arz etmektedir.
Angola ekonomisinin yapısal sorunlarından bir tanesini de bölgeler arası ortaya çıkan keskin farklılıklardır. 20.yy son dönemlerinde ülkede yaşanan iç savaşın bir etkisi olarak ülkenin birçok bölgesi ekonomik gelişimlerden yeterli katkıyı alamamaktadır. Ülkenin ekonomik faaliyetlerinin üçte biri Luanda ile birlikte Luanda'nın genişleme alanında yer alan komşu bölge Bengo'da gerçekleşmektedir. Buna karşı ülkenin özellikle iç kesimlerinde kalan diğer bölgelerinde çarklar ya durma ya da gerileme noktasında gelmiş bir konumdadır. 2007 verilerine göre ülkenin ticari faaliyetlerinin %75,1 ile tüm kamusal ve özel iş yerlerinin %64,3'ü başkent Luanda ve çevresinde yer almaktaydı. 2010 verilerine göre Angola'da yerleşik tüm şirketlerin %77'si Luanda, Benguela, Cabinda, Kwanza Sul bölgesi ve Namibe'de yerleşik konumdadır. Ülkede 2007 yılındaki verilere göre Luanda ve çevresinde GSYİH kişi başı 8.000 Dolar seviyelerine çıkmış, iç Angola'nın batı kesimlerinde 2.000 Dolar olarak belirlenmiş olup, geriye kalan diğer bölgelerde ise 1.000 Dolar seviyelerinin çok altında tespit edilmiştir. İç savaşın sona ermesinden sonra kıyı kesimlere kesilmesi beklenen göç daha sonraları da devam etmiş ve iç bölgelerin insansız alanlar haline gelmesine neden olmuştur.
Gayri safi yurtiçi hasıla, enflasyon ve dış ticaret değerlerinin yıllar içerisinde değişimini gösteren bilgiler şu şekile sıralanmaktadır:
Ülkede var olan demiryolları kıyı şeritlerinde yer alan liman şehirlerine bağlantı sağlamaktadır. Ülke genelinde birbirine bağlantısı olmayan üç demiryolu güzergahı bulunmaktadır. Bu hatlarda insan taşımacılığının yanı sıra ürün taşımacılığı da yapılmaktadır. Angola'nın genel olarak sahip olduğu toplamda 2.764 km'lik demiryolunun işletmesi devlet kuruluşu olan Caminhos de Ferro de Angola "(Türkçe: Angola Demiryolları)" gerçekleştirilmektedir.
Ülkenin bağımsızlığını kazandığı 1975 yılında başlayan ve 2002 yılına kadar süren iç savaşın etkisi ile var olan demiryolları ciddi zararlar görmüş, bu nedenle seferler gerçekleştirilememiştir. 2002 yılında biten iç savaş sonrası yeniden toparlama sürecine giren Angola demiryolları işletmeciliği bu yıldan sonra gerçekleştirdiği kısmi düzeltmeler ile insan ve mal taşımacılığına kademeli olarak başlanmasını sağlamıştır.
Angola genelinde birbirinden bağımsız olarak var olan demiryolu bağlantıları şu şekildedir:
Tüm ülke genelinde 2001 verilerine göre var olan toplam 52.429 km karayolundan sadece 5.349 km'si asfaltlanmış konumdadır. Burada da yaşanan iç savaşın etkileri gözlemlenmekte olup, Luanda çevresindeki yollar hariç genel olarak karayollarının özellikle iç kesimlerde kalan birçok bölümü sürüşe uygunluk arz etmemektedir.
Angola 2008 verilerine göre gemilerin geçiş yapabileceği ve insan taşımacılığına uygun 1.300 km'lik karasularına sahiptir.
Ülke genelinde var olan irili ufaklı 211 havaalanından sadece 30 tanesinin pisti asfaltlanmış konumdadır. Başkent Luanda'da bulunan Aeroporto Internacional Quatro de Fevereiro havaalanı günümüzde Angola'nın en büyük havaalanı olup, uluslararası standartlara uygun bir konumdadır. Ancak ilerleyen dönemlerde bu havaalanındaki uluslararası uçuş yükünü almak üzere "Angola International Airport" havaalanını inşaatı Luanda'da devam etmektedir.
Ülke iki adet havayolu şirketine sahip olup, bunlardan ilki devlet kontrolünde olan TAAG Angola Airlines'tır. Havayolu sahip olduğu 13 uçaklık filosu ile Angola'nın en büyük havayolu şirketidir. TAAG dışında ayrıca özellikle petrol üretim sahalarına yolcu taşıyan ve özel olarak işletilen Sonair bulunmaktadır. Sonair'in AB standartlarına uygun olmadığı gerekçesiyle Avrupa Birliği hava sahasına girişine izin verilmemektedir.
Havacılık tarihinin en önemli gelişmelerinden biri 23 Mayıs 2003 yılında Angola'da yaşanmış olup, bir yıldır park etmiş olarak bekleyen bir Boeing 727 Luanda havaalanından kimliği belirsiz kişiler tarafından çalıştırılarak kaçırılmıştır. Yer hizmetlerinin bağlantı sağlayamadığı uçaktan o günden sonra haber alınamamıştır. Her ne kadar Kanadalı bir pilot uçağı Haziran 2003 yılında Gine'nin başkenti Conakry'de gördüğünü ifade etse de, bu bilgi uluslararası birimlerin yanı sıra FBI ve CIA tarafından doğrulanmamış, bu uçağın daha sonra Gine havayollarına bağlı benzer bir uçak olduğu açıklanmıştır. Uçağın aynı şekilde o tarihten bu yana bir daha görünmeyen uçak mühendisi olan ve aynı zamanda küçük uçaklarda özel pilotluk yapan "Ben Charles Padilla" tarafından kaçırıldığı tahmin edilmektedir.
Angola millî futbol takımı 2006 yılında Almanya'da gerçekleştirilen 2006 FIFA Dünya Kupası müsabakalarına beklenmedik bir şekilde katılarak büyük bir başarı elde etmiştir. Dünya Kupası elemelerinin son karşılaşmasında grup sonuncusu olan Ruanda millî takımına karşı elde edilen 1:0 galibiyet Angola'yı bu turnuvaya taşımış, 1994 yılından bu yana kesintisiz olarak Afrika kıtasını dünya kupasında temsil eden Nijerya'yı saf dışı bırakmıştır. Dünya Kupası grup mücadelelerinin ilkinde Portekiz'e karşı alınan 1:0 yenilginin ardından, Meksika ile 0:0 ve İran ile de 1:1 beraber kalarak turnuvaya veda etmiştir. Angola ayrıca 1996, 1998, 2006 ve 2008 yıllarında Afrika Uluslar Kupası'nda yer almış, bu turnuvanın 2010 yılında da organizasyonunu üstlenmiştir.
Angola millî basketbol takımı Afrika kupası tarihinin en başarılı takımı olarak gerçekleştirilen son on iki Afrika kupasının onunda şampiyon olmuştur. Bu kupada elde ettiği başarılar ile sürekli Basketbol Dünya Kupası turnuvalarında da yer alan Angola, buradaki en büyük başarılarını 2002, 2006 ve 2010 yıllarında gruptan ikinci tura çıkarak göstermiştir.
Angola Kadın Hentbol millî takımı Afrika kupasını on bir kez kazanmış olup, Afrika kıtasından ilk takım olarak hentbol dünya kupası turnuvasında yer almıştır.
Angola'nın tanınmış yazarları olarak Mário Pinto de Andrade, Luandino Vieira, Arlindo Barbeitos, Alda Lara, Agostinho Neto, Pepetela, Ondjaki ve José Eduardo Agualusa sayılmaktadır.
Ülkede devletin sahip olduğu Televisão Pública de Angola'nın yanı sıra TV Zimbo, AngoTV gibi özel televizyon kanalları da bulunmaktadır.
Saskatchewan
Saskatchewan, Kanada'nın Batı Kanada bölgesindeki bir eyâletidir. Kuzey Amerika'nın merkezinde yer alır. Komşu eyaletleri Manitoba ve Alberta'dır. Güneyinde ABD'nin Montana ve Kuzey Dakota eyâletleri, kuzeyinde ise Kanada eyâletlerinden Kuzeybatı Toprakları ve Nunavut yer alır.
Saskatchewan 651.036 km²lik bir alanı kaplar. Yaygın görüşün aksine, eyâletin yarısı orman, üçte biri çiftlik ve sekizde biri tatlı sularla kaplıdır. Eyalette 100.000'den fazla göl bulunmaktadır. Regina başkent olup, Saskatoon'la birlikte eyâletin iki büyük şehrini oluşturur. Tarım konusunda oldukça meşhur olan Saskatchewan Üniversitesi Saskatoon'da yer almaktadır.
Saskatchewan'da kökleri Avrupa, Rusya, Ukrayna, İskandinavya ve Britanya'ya dayanan bir milyon insan yaşamaktadır. Eyâlet ekonomisi büyük ölçüde tarıma dayanmakla birlikte halkın üçte ikisi şehir ve kasabalarda yaşar.
Eyalette 5 milyondan fazla eser barındıran yaklaşık 250 müze vardır.
Saskatchewan isminin Plains yerlilerine ait olduğu kabul edilir. Kelimenin aslı 'hızlı akan nehir' anlamına gelen "kisiskatchewan"dır ve yerlilerin bölgesinden geçen en önemli su olan Saskatchewan Nehrine atıfta bulunur. Saskatchewan Kanada'nın "ekmek sepeti" olarak ovaları ve buğday tarlaları ile ünlenmiştir. Kanada'nin batisinda konumlanan Saskatchewan; Manitoba, Alberta, Kuzeybatı Toprakları ve Amerika Birleşik Devletleri ile çevrelenmiştir
Saskatchewan altın, uranyum ve petrol gibi önemli yer altı zenginlikleriyle de dikkati çekmektedir.
Eyâletin en büyük üniversitesi, 1907 yılında kurulmuş olan Saskatchewan Üniversitesi'dir.
Diğer Kanada Kızılderilileri gibi Saskatchewan eyaletindeki Kızılderililer de "First Nations" («İlk Milletler») yasal adıyla anılırlar. Bunların sayısı 70 olup her biri tek tek yasal olarak muhatap alınır. Bu 70 "First Nation" 9 "Tribal Council" olarak bir üst yapılanma gösterirler ve hepsi birlikte "Federation of Saskatchewan Indian Nations" adı altında tek federasyonda toplanırlar. Kanada genelinde olduğu gibi burada da Kızılderililerin etnik kimliklerinin öne çıkarılması tasvip edilmez, daha çok dil grubu ("linguistic group") olarak lanse edilirler. Buna göre Saskatchewan eyaletindeki 70 Kızılderili "kabilesi" beş dil grubunda toplanır: Kriler ("Cree"), Dakotalar ("Dakota"), Denesulineler ("Dene, Chipewyan"), Nakotalar ("Nakota, Assiniboine") ve Saulteaux Ojibvaları.
Brad Pitt
William Bradley Pitt (d. 18 Aralık 1963; Shawnee, Oklahoma, ABD) ABD'li oyuncu ve film yapımcısı.
Missouri Üniversitesi'nin gazetecilik bölümünden mezun olmasına kısa süre kala, uzun süredir aklında olan aktörlük kariyerini başlatmak için ailesine Pasadena'daki bir Güzel Sanatlar Akademisi'ne devam edeceğini söyleyerek Hollywood'a gitti. Bir süre çeşitli tanıtımlarda tavuk kostümü giyip, limuzin şoförlüğü gibi işler yaptıktan sonra "Dallas" ve "Another World" gibi dizilerde küçük rollerde oynamaya başladı.
1989'da "Cutting Class" isimli düşük bütçeli bir yapımda rol alarak ilgi çekti. Bundan iki yıl sonra "People Magazin"in kendisine “Dünyanın En Seksi Adamı” unvanını layık görmesine neden olacak olan, "Thelma & Louise"deki on beş dakikalık rolü geldi. Fiziksel özellikleriyle değil oyunculuk yeteneğiyle tanınmak isteyen Pitt, ilerleyen yıllarda bu fırsatı bulacağı "Interview With The Vampire" (1994), "12 Maymun" (1995), "Seven" (1995), "Fight Club" (1999) gibi pek çok filmde oynadı.
Aynı zamanda yapımcılık yapmaktadır. 2006 yapımı En İyi Film Oscarı alan "The Departed" filminin yapımcısıydı.
2014 Oscar ödüllerinde Brad Pitt'in yapımcılığını yaptığı "12 Yıllık Esaret" fil |
mi en iyi film, en iyi uyarlama senaryo ödüllerini kazanmıştır.
William Bradley Pitt, Oklahoma'da dünyaya gelmiştir. Ebeveynleri; okulda danışman olan annesi Jane Etta ile kamyon şirketi işleten babası William Alvin Pitt'tir. Ailesi ile birlikte Springfield, Missouri'ye taşınmıştır. Burada erkek kardeşi Douglas Pitt ve kız kardeşi Julie Neal ile birlikte yaşamıştır. Muhafazakar bir ailede büyüyen ve Güneyli Baptist olarak yetişen Brad Pitt, agnostisizm ile ateizm arasında gidip geldiğini belirtmiştir. Liseyi, Kickapoo High School'da okumuş ve burada golf, yüzme ve tenis takımlarına katılmıştır. 1982'de Missouri Üniversitesi'nde gazetecilik bölümüne başlamıştır. Mezun olmasına iki hafta kala okulu bırakıp aktör olmak için Los Angeles'a gitmiş burada çeşitli işlerde çalışmış ve oyunculuk dersleri almıştır.
Pitt eski nişanlıları Juliette Lewis ve Gwyneth Paltrow ile olan birlikteliklerinin ardından 2000 yılında “Friends” dizisiyle yıldızı parlayan Jennifer Aniston ile evlendi. 2004 yılında ayrıldıktan sonra Angelina Jolie ile birlikte başrollerinde oynadıkları Bay ve Bayan Smith filmi çekimlerinde başlayan birliktelikleri 2014 yılında evlilikle sonuçlandı. Angelina Jolie`nin evlat edindiği Maddox, Zahara ve Pax isimli çocukları kendi nüfusuna aldı, böylece onların soyadı "Jolie-Pitt"' oldu. Kısa süre önce Angelina Jolie, Shiloh Nouvel Jolie Pitt adını verdikleri ilk çocuklarını dünyaya getirdi. Bundan sonra ikiz bebeklere hamile kalan Angelina Jolie'den 12 Temmuz 2008 tarihinde Fransa'da Vivienne Marcheline adında bir kız, Knox Leon adında bir erkek çocuk sahibi olmuştur. Brad Pitt ve Angelina Jolie çiftinin 2014 yılı itibarıyla 3'ü evlatlık 3'ü biyolojik olmak üzere 6 çocukları bulunmaktadır. 23 Ağustos 2014 tarihinde Château Miraval, Fransa'da özel bir törenle evlendiler. Angelina Jolie, Brad Pitt çifti medyada kısaca "Brangelina" olarak anılırlar. Eylül 2016'da Angelina Jolie boşanma davası açtı. "People" dergisiyle röportaj yapan Pitt, durum hakkında "Çok üzgünüm ama şimdi en önemlisi çocuklarımızın iyiliği" dedi.
Brad Pitt bir ateist olduğunu açıklamıştır.
Tabgaçlar
Tabgaçlar (تابغاچ Tabghach, تاۋغاچ Tawghach ya da Tabgac, Topa, Toba, Çince: 拓跋 pinyin: Tuòbá veya Tuòbá Shi 拓拔氏 „Tuoba sülalesi“), Siyenpilerin (Sien-pi, 鮮卑 xiān bēi) bir boyu.
Divân-ı Lügati't-Türk'te; Tawgaç: Maçin'in adıdır. Burası Çin'den dört ay uzaktadır. Çin, aslında üç bölüktür: Birincisi, Yukarı Çin'dir ki, doğudadır; buna ""Tawgaç"" derler. İkincisi, Orta Çin'dir; burası, ""Xıtay"" adını alır. Üçüncüsü, Aşağı Çin'dir, ""Barxan"" adı verilir; bu, Kaşgar'dadır. Lâkin, şimdi ""Maçin"", ""Tawgaç"" diye tanınmıştır. ""Xıtay"" ülkesine de ""Çin"" denilmiştir.
Theophylactos Simocatta göre Çin'in bir kısmına ("Tavγάσг" = Tabgaç = Wei hanedanı) ve "Movкρί" bir parçasıdır.
Göktürklerin Orhun bölgesine diktikleri bengü taşlarda Çin adı yerine kullanılan "Tabgaç" sözcüğü, gerçekte 4. yüzyılda Kuzey Çin'de etkili bir politika ile sivrilen Tabgaç devletinin adından yadigardı.
Orhun Yazıtlarında pek çok yerde geçmektedir,çoğu çevirilerde çin devleti veya çinli halk manasında kullanılmıştır. Bilge Tonyukuk 1. taş, 1. yüz, (Batı yüzü) 7. dizi'de şöyle yazılmıştır;
""Bilge Tonyukuk ben özüm tabgaç iliñe kılındım Türk bodun tabgaçka körür erdi."" (Ben Bilge Tonyukuk. Kendim Tabgaç ilinde doğdum. Türk boyları Tabgaç'e bağlı idi.)
""Tawgaç, (Tabgaç, Tavgaç)"" adı 鮮卑; "Xiānbēi", yani Sibir kabileleri içerisindeki ""Tuo-ba"" (拓跋) veya ""Tuo-ba Shi"" (拓跋氏) diye bilinen kabile adından gelmedir. Tuo-ba kabile konferderasyonunda Hun, Dingling, Kırgız, Jujuan, Wuhuan ve doğu Siyanpileri gibi 31 kabile bulunuyordu.
Tuo-ba’lar (拓跋) Kuzey Wei Hanedanlığı (M. S. 386 – 534) nı kurarak Çin’i aşağı yukarı 150 sene hakimiyeti altında tutmuştur. Dolayısıyla batıdaki kavimler Çin’i ""Tabgaç"" (Taughast) adıyla anmışlardır. Orhun Yazıtları’nda da görülen ""Tabgaç"" adı Orta Asya’da Çağatay dönemine kadar kullanılmaya devam etmiştir.
Çinliler (Hanlar) ne ""Qin"", ""Çin"" adını, ne ""Kıtay"" adını, ne de ""Tabgaç, Tawgaç"" adını benimsemişlerdir. Onlar kendi ülkeleri için eskiden beri ""Zhong-guo"" (中國), kendileri için de ""Xia"" (夏), ""Han"" (漢), ""Han-ren"" (漢人), ""Han-zu"" (漢族), ""Hua-xia"" (華夏) terimlerini kullanmışlardır.
Yalnız ilginç olan şudur ki, ""Tabgaç (Tawgaç)"" adı Tang (T’ang) Hanedanlığı (唐朝) için de kullanılmıştır. Mesela Singku Seli Tutung "Hsüan-tsang (Xuan-zang)’ın Biyografisi"nde Çince 唐朝 ("Táng Cháo": "Tang (T’ang) Hanedanlığı")yı ""t(a)vgač"" diye tercüme etmektedir:
Göktürk Kağanlığı döneminden çok sonralara kadar Çin adı yerine bu sözcüğü kullanmayı sürdürdüler. Çin kaynaklarının Topa diye zikrettiği Tabgaçların adı, Kâşgarlı Mahmud tarafından "ulu, saygıdeğer" diye açıklanmıştır ki yaşadığı dönemde Türkistan coğrafyasına egemen olan Karahanlı hükümdarlarınca "tafgaç, tamgaç" şeklinde unvan olarak kullanılmaktaydı. Modern Köken bilimsel araştırmalarda ise L. Bazin değişik bir yorum getirmiş: Türkçe tab+gaç = (mala, mülke) sahip, malik.
Kâşgarlı Mahmud'un Türklüğünü iddia ettiği Tabgaçlar, Çin kaynaklarına göre de Hiung-nu'lardan bir bölüktür ve Motun (Mete)'u eski Toba hükümdarı sayarlar. Çin kaynaklarından saptanan bazı etnografik ve dilsel bulgular da, onların Türklüklerine ilişkin ipuçları vermektedir. Örnek sunmak gerekirse, kurt ve göç efsanelerinin varlığı; mağara, dağ ve orman kültleri (Tengricilik); dillerinde tespit edilen bitegçin (bitikçi, kâtip), kapukçın (kapıcı,hacip?), atlaçın (atlı, süvari), korakçın (koruyucu,muhafız alayı), aşçın (aşçı), törü (yasa, töre), il (devlet) gibi sözcükler mevcuttu.
Ancak siyasal erki elinde tutan Türk zümresinin yanında yönetimleri altında pek çok Moğol kabilesinin olduğu da bir gerçektir. Bu konuda kafası karışık olan ünlü sinelog Eberhard bir kitabında kabilelerin yarısından fazlasını Moğol kökenli gösterirken, başka bir araştırmasında yüzdelik sunacak kadar kesin fakat ters bilgi veriyor: %60'ı Türk, %35'i Moğol; %2 Tunguz ve bir Hint-Avrupalı kabile (Kabile oranlarıyla ilişkili bu bilgiler, asla nüfusun kesin yoğunluğunu vermez).
Doğuda önemli bir siyasal boybirliği Tabğaç (385 - 550) devleti kuzey Çin'deki bölgede ("günümüz Gansu Eyaleti ve Qinghai üzerindeki Ningxia Hui Özerk bölgesini Sarı Irmağına kadar uzanan alanı kapsar") kurulmuştur. 119 göçebe yaşamları yasaklanan veya kısıtlanan boy ve oymakların kurduğu Tabğaç Devleti ortalama 170 yıl sürmüş 20 yönetici görmüştür.
Hiung-nu'nun çöküşünden sonra, Çin'in kuzeyine geldikleri anlaşılan Toba'lar Beş Barbar Onaltı Krallık döneminde Kuzey Çin'de Şan-şi bölgesinde merkezi Tai kenti olmak üzere küçük Tai (代, "I. Topa") hanedanı kurdular (315 - 376). İlk kralı olarak bilinen Toba Yilu (拓跋猗盧) Jin Hanedanı'na yardım edererek Hiung-nu'ların Han Zhao hanedanına karşı savaştığı için Jin Hanedanı tarafından Büyük Tanhu unvanını verilmiş ve Jin Hanedanı'nın çöküşü üzerine etkin bir siyasî güç olarak belirmeye başladılar.
4. yüzyılın son çeyreğine girerken Kuzey Vey Hanedanının el koyduğu Tabgaç Devleti Çin'de yaşanılan siyasal buhranlardan da yararlanarak hızla gelişmeye başladı. Vey sülalesinin ilk hükümdarı "Kuei" zamanında amansız hasımları olan, fakat yeni bir siyasal oluşum öncesi sancılar yaşayan bazı Sien-pi kabileleri egemenlik altına alındı. Bazı Çin krallıkları da kendine bağlayarak Sarı Irmak ile kuzey çölü arasını denetlemeye başlayan Kuei, kuzeyde Gobi'nin ötesinde Orhun bölgesinde Moğol boylarını derleyen Rouran'lar ile sonu gelmez didişmeler öncesinde öldü.
Sseu (409-423)'un hükümdarlığından sonra başa geçen ve bütün kuzey Çin'i Toba hakimiyetinde birleştiren Tai-wu (424-452) dönemi Tobaların altın çağı olarak görülmektedir. Çin'in kuzey ve güneydeki her iki başkentini de zapteden, 425'te Rouranları yenerek çölün kuzeyinde kalmalarını sağlayan, 427'de Xia, 435-439 arasında egemenliğini batıya doğru yayarak, İç asya'daki Vu-sun, Yue-pan ülkeleri ile Kuça, Kaşgar, Karaşar, Turfan gibi 30 civarında şehir devletini ortadan kaldıran Tai wu, 439'da Kansu Hun devletine son verdi.
Böylece İpek Yolu'nun denetimi Toba'ların eline geçmiş oldu. 450'de Çin kuvvetlerini dağıtarak Gök ırmak'a kadar ilerleyen Tai Wu Di, Çin askerlerini "taydan ve düveden farksız" olarak nitelerken kendisi börü (kurt) lakabını kullanıyordu. Gittikçe çeşitli uluslardan insanları barındırır hale gelen ve Çin nüfusun ezici yoğunluğu hissedilmeye başlayan imparatorluk topraklarında Sien-pi'ler sürekli olarak bozkır bölgesinde tutan Tai Wu Di, Sien-pi yaşayışına uygun görmediği Budizmin de asal budun içinde yayılmaması için bütün önlemleri alıyordu. 438 yılında tapınaklar dışında Budist propaganda yapılmasını yasaklayan bir ferman yayımlamıştı.
Satürn
Satürn (eski adı ile Zühal) Güneş Sisteminin Güneş'e yakınlık sırasına göre 6. gezegenidir.
Büyüklük açısından Jüpiter'den sonra ikinci sırada gelir. Adını Yunan mitolojisindeki Kronos'tan alır. Çıplak gözle izlenebilen 5 gezegenden biri (diğerleri, Merkür, Venüs, Mars ve Jüpiter) olarak eski çağlardan beri insanoğlunun dikkatini çekmiştir. Büyük ölçüde hidrojen ve helyumdan oluşmakta ve gaz devleri sınıfına girmektedir.
Su yoğunluğu ile karşılaştırıldığında 0.69 olan bu değer, Yerküre'nin yoğunluğunun % 12'si kadardır. Düşük yoğunluk, gezegenin akışkan yapısı ve kendi çevresindeki dönüş hızının yüksekliği ile birleşerek, Satürn'e ekvatorda geniş, kutuplarda basık elipsoid görüntüsünü vermektedir. Yansıtılabilirlik derecesi(albedo) 0.47 olan gezegen, böylece yüzeyine düşen güneş ışığının yarıya yakınını görünür tayfta yansıtmaktadır. Ancak kızılötesi alandaki ışınım ölçüldüğünde, Satürn'ün Güneş'ten aldığı enerjinin 3 kat fazlasını dışarı yaydığı görülür. Bu nedenle gezegen, Güneş'e olan uzaklığına göre hesaplanan 71K' den (-202 °C) çok daha yüksek bir etkin sıcaklığa sahiptir ve 95K (-178 °C) sıcaklığında bir kara cisim gibi ışır. Satürn'ün kendi içinde yarattığı bu enerji fazlası, gezegenin yerçekiminin etkisi ile yavaşça kendisi üzerine çökerek küçülmesi sırasında dönüştürülen potansiyel enerji i |
le açıklanmaktadır. Kelvin-Helmholtz mekanizması olarak adlandırılan ve daha sınırlı ölçüde Jüpiter'de de gözlenen bu olgu Satürn'ün yarattığı ısıl enerji fazlasını tek başına açıklamaya yeterli değildir. Ek bir mekanizma olarak, gezegenin yüzeye yakın katmanlarında hidrojen ile karışım halinde bulunan helyumun ağırlığı nedeniyle merkeze doğru süzülerek göç etmesi sırasında potansiyel enerjisinin bir kısmını açığa çıkarması önerilmektedir.
Gaz devleri, içerdikleri elementlerin oranlarına göre iki alt gruba ayrılırlar. Uranüs ve Neptün 'buz' ve 'kaya' oranı daha yüksek Uranian gezegenler grubundadır. Satürn ile Jüpiter ise adını yine Jüpiter'den alan Jovian gezegenler grubu içindedir. Jovian gezegenlerin kabaca Güneş'i ve benzer yıldızları oluşturan maddeleri bu yıldızlardakine yakın oranlarda içerdiği düşünülür. 20. yüzyıl başlarından itibaren, gezegenlerin çap, kütle, yoğunluk, kendi etrafında dönme hızları, uydularının davranışları gibi verilerden yola çıkılarak iç yapıları hakkında ortaya atılan görüşler, daha sonra tayf ölçümsel çalışmalarla ve son otuz yıl içinde gerçekleştirilen birçok uzay aracı araştırması ile zenginleştirilmiş ve günümüzde oldukça tatminkar modeller geliştirilmiştir.
Bu bilgiler çerçevesinde, Güneş sisteminin ilksel bileşenlerine paralel biçimde Satürn'ün kütlesinin büyük kısmını hidrojen ve helyumun oluşturduğu varsayılır. Hidrojen/Helyum kütle oranı 75-25 civarındadır. Daha ağır elementlerin Güneş Bulutsusu içindeki toplam payı %1 iken, hafif bir zenginleşme ile Satürn'de %3-5 arasında olabileceği hesaplanmaktadır. Bu yapı taşları özgül ağırlıklarına göre tabakalanmış durumdadır:
Bu şemada helyumun konumu çok iyi aydınlatılabilmiş değildir. Satürn atmosfer ve dış tabakalarında helyum oranının beklenenden çok daha az olduğu gözlenmiştir. Buna, Jüpiter'e oranla daha soğuk olan gezegende, helyumun en dıştan başlayarak yoğunlaşıp bir süperakışkan şeklinde gezegenin içine doğru yağdığı ve gezegen yüzeyindeki oranının gittikçe düştüğü şeklinde bir açıklama getirilmiştir. Bu olasılığın geçerli olması durumunda helyumun sıvı hidrojen tabakaları içinden geçerek manto ve çekirdek arasında ayrı bir katman oluşturması beklenir. Bugün, metalik hidrojen katmanının da sıvı nitelikte olduğu görüşü yaygın olarak kabul edilmektedir. Katı fazdaki bir manto tabakasının Satürn'ün ürettiği büyük ısıyı dışarı iletemeyeceği ve bu aktarım için madde akımına (konveksiyon) olanak sağlayan sıvı bir ortamın gerekli olduğu düşünülmektedir. Konveksiyon akımlarının katmanlar arasında ne ölçüde madde alışverişine izin verdiği bilinmemektedir. Güçlü yerçekiminin ve akışkan yapının sonuçta ağır elementleri sürekli olarak merkeze doğru çökmeye zorlayacağı tahmin edilmekle birlikte, buz ve kaya oluşturan bileşiklerin tümünün çekirdeğe hapsolmuş durumda olmayabileceği, bir kısmının metalik ve moleküler hidrojen katmanlarında eriyik halinde ya da askıda bulunabileceği varsayılabilir.
Satürn kalın ve karmaşık bir atmosfer tabakası ile çevrilidir. Atmosferin temel bileşeni, bir gaz devi gezegenden bekleneceği gibi, Güneş Bulutsusu’nun içeriğine benzer olarak, hidrojen gazıdır. Ancak, Jüpiter'in atmosferinden farklı olarak, helyum oranının beklenenden düşük olduğu gözlenir.Bu olgunun, helyumun kütleçekimi etkisi ile gezegenin daha derinlerine doğru çökmesi ile ilişkili olabileceği düşünülür. Satürn atmosferi %94 hidrojen ve %6 helyumdan oluşmaktadır. Bunları %0,2 oranla metan (CH), %0,1 oranla su buharı (HO), ve %0,01 oranla amonyak (NH) izler. Azot, hidrojen, karbon, oksijen, kükürt, fosfor ve diğer elementleri içeren çeşitli bileşiklere milyonda bir düzeyini geçmeyen oranlarda rastlanır.
Aslında gaz devlerinin belirli bir yüzeyi olduğu söylenemez, gezegenden atmosfer olarak adlandırılabilecek en dış gaz tabakasına doğru kesintisiz, yumuşak bir geçiş söz konusudur. Bu tür gezegenlerin çapları hesaplanırken 1 bar (yaklaşık 1 atmosfer) sınırının dışında kalan kısım dikkate alınmaz, basıncın 1 barı aştığı noktadan itibaren tüm hacim gezegenin sınırları içinde kabul edilir. Ancak çoğu zaman, atmosfer olarak adlandırılan alan, hidrojen gazı yoğunluğunun sıvı hidrojen yoğunluğu düzeyine çıktığı 10.000 bar basınç sınırına yani gezegenin binlerce kilometre içine dek genişletilir.
Satürn’ün daha zayıf çekim gücü nedeniyle, atmosferi gezegenin merkezinden uzaklık bakımından daha geniş bir alana yayılmıştır; derinlikle ısı ve basınç artışı Jüpiter’e oranla daha sınırlıdır. Bu nedenle, atmosferin alt sınırı olarak kabul edilebilecek fizik koşullara çok daha derinlerde ulaşılır. Aynı şekilde, atmosferin çeşitli yükseltilerinde görülen değişik bileşiklerin yoğunlaşmasından oluşmuş bulutlar Jüpiter’e oranla birbirinden daha aralıklı yer alırlar. En yüksek bulutlar, tropopoz düzeyinin yaklaşık 100 km. altında amonyak, 200 km. altında amonyum hidrosülfid ve 300 km. altında su buzundan oluşmuş bulutlardır.
Jüpiter’dekine benzer ekvatora paralel bulut kuşakları Satürn atmosferinde de gözlenir, ancak kuşaklar arasındaki renk ve kontrast farkı aynı derecede çarpıcı değildir. Bu silik görünümün nedeni bulut katmanlarının daha geniş bir yükselti aralığına dağılmış ve kalın bir atmosfer kütlesi ile örtülmüş olmalarıdır. Birbirine komşu kuşaklarda bulutların zıt yönde ve büyük bir hızla ilerledikleri görülür. Kuşakların dağılım ve hareketleri kuzey ve güney yarımkürelerde Jüpiter’e oranla daha simetriktir. Batıdan doğuya doğru 1800 km./saat hızında kesintisiz bir akımın gözlendiği ekvator kuşağı, kuzey ve güney yönünde 35. enlem derecelerine kadar uzanarak gezegenin en büyük meteorolojik yapısını oluşturur.
Yeryüzünden yapılan gözlemlerde bazıları devasa boyutlara ulaşan 'beyaz leke'ler gözlenmiştir. Bu oluşumların, günler, bazen haftalar süren fırtına alanları olduğu düşünülür. Cassini uzay sondası kısa süre içinde birçok yeni fırtına alanı saptamıştır.
Katı bir yüzeye sahip olmayan Satürn'ün dönüş özelliklerinin, atmosfer yapılarının gözlenen hareketlerine göre belirlenmesine çalışılmıştır. Ekvator bölgesi ile kutupların farklı devirlerle dönmesi, 'Sistem I' ve 'Sistem II' olmak üzere iki ayrı dönme süresi tanımlanmasına yol açmıştır. Ekvator bölgelerinin dönüşü 10 saat 14 dakika 00 saniyede tamamlanır ve Sistem I olarak adlandırılır. Kutup bölgelerinde dönüş süresi 10 saat 39 dakika 24 saniyedir ve Sistem II adını alır. Satürn'den yayılan mikrodalga ve radyo dalgaboyundaki ışınımların ise 10 saat 39 dakika 22,4 saniyelik bir dalgalanma göstermelerine dayanarak, gezegenin manyetik alanını belirleyen metalik hidrojen kütlesinin bu hızla dönmekte olduğu sonucu çıkarılmıştır. 'Sistem III' adı verilen bu periyot Satürn'ün gerçek dönüş hızı olarak kabul edilir, ve bu değerin kutuplardaki dönüş hızı ile hemen hemen aynı olduğu, ekvatorda ölçülen farklı hızın bu bölgelerdeki bulutların 1800 km./saat hıza ulaşan rüzgarlar nedeniyle doğuya doğru hareket etmelerinden kaynaklandığı dikkati çeker. Voyager 1 ve Voyager 2 uzay sondalarının 1980 ve 1981 yıllarındaki geçişleri sırasında yaptıkları duyarlı ölçümlere dayanan bu değer, 1997 yılında Paris Gözlemevi gökbilimcileri tarafından 6 dakika daha uzun olarak ölçüldü. Cassini uzay aracının 2004 yılında Satürn'e yaklaşmakta iken yaptığı ölçümlerde belirlediği 10 saat 45 dakika 45 saniye uzunluğundaki radyo dönüş periyodu de bu son bulguyla uyumlu idi. Gezegenin dönüş hızında kısa sürede bu denli önemli değişikliklerin olanak dışı olduğu bilinmekte, öte yandan Voyager ve Cassini sondalarının güvenilirliği tartışılmamaktadır. Radyo kaynağının dönüş hızındaki bu sapmaların aydınlatılması, gezegenin iç yapısı hakkında değerli bilgiler sağlayabilecektir.
Satürn'ün ilk bakışta dikkati çeken belirleyici özelliği halka sistemidir. Satürn‘ün halkaları, gökyüzünün basit teleskoplarla izlenmeye başlandığı 17. yüzyıldan bu yana Satürn'ü diğer gezegenlerden ayırdeden eşsiz bir yapı olarak bilinegelmiştir. 1970'lerden sonra diğer gaz devlerinin de halkaları bulunduğu keşfedilmiştir.
Halkalar, ekvator düzleminde gezegenin merkezinden uzaklıkta 67.000 km. ile 480.000 km. arasında kalan alanı kaplamaktadır. Satürn'ün yarıçapı R=60.250 km. olarak alınırsa halkaların iç sınırının gezegenin yüzeyine 6.700 km. uzaklıkta bulunduğu görülür. Dış sınırı ise Satürn için yaklaşık 2,5 R yani 150.000 km. olan Roche limitinin çok ötesindedir. Halkaların kalınlığı ise sadece 100 metre kadardır. Satürn halkaları çoğunluğunun çapı 1 cm. ile 10 m. arasında değiştiği düşünülen büyük sayıda buz parçacıklarından oluşmuştur. Halkaların yoğunluğunun gezegen merkezinden uzaklığa göre büyük değişimler gösterdiği, bazı alanlarda boşluklar bulunduğu bilinmektedir. Bunların Satürn uydularının çekim etkileri ile ilişkisi gösterilmiş, hatta yörüngesi halkaların içinde bulunan ve çoban uydular olarak adlandırılan küçük uyduların halkaların bilinen yapısının korunmasındaki rolleri aydınlatılmıştır. Ancak son 25 yılda uzay aracı araştırmalarından elde edilen büyük miktardaki yeni bilgi, Satürn halkalarının bugün için de tam olarak açıklanamamış birçok özelliğini ortaya koymaktadır.
Satürn güçlü bir manyetik alana sahiptir. Jüpiter'in manyetik alanının yirmide biri kadar güç sağlayan bu çift kutuplu, Yer ile karşılaştırıldığında 800 kata ulaşan büyüklüğü ile devasa ölçektedir. Gezegenin manyetik ekseni dönme ekseni ile hemen hemen çakışır ve Jüpiter'de olduğu gibi manyetik kutupları Yer'in kutuplarına göre ters yerleşmiş durumdadır. Bu çift kutuplunun yanı sıra, Satürn'ün manyetik alanının, yapısını karmaşıklaştıran bir dört kutuplu ve bir sekiz kutuplu bileşeni bulunmaktadır.
Satürn, manyetik alanının Güneş rüzgarı ile etkileşimi sonucunda büyük bir manyetosfer oluşur. Bu bölge, güneş kökenli yüksek enerjili parçacıklardan oluşan plazma akımının gezegenin manyetik alanı tarafından saptırılarak engellendiği, Satürn'ün Güneş'e dönük yüzünde 300–1000 km./saniye hızındaki Güneş rüzgarı tarafından gezegene doğru itilen, karanlık yüzünde ise yüzlerce milyon kilometre uzunluğunda bir ‘manyetik kuyruk‘ şeklinde devam eden, damla biçiminde bir hacmi k |
apsar. Manyetosferin en dışında Güneş rüzgarının çarparak hızla yavaşladığı ve yön değiştirdiği bir şok dalgası bulunur. Güneş etkinliğine göre gezegene uzaklığı değişen bu sınır, Cassini uzay sondası tarafından Satürn'den Güneş doğrultusunda 3 milyon km. uzaklıkta saptanmıştır. Daha içeride ise güneş kökenli parçacıkların aşamayarak çevresinden dolaşmak zorunda kaldığı manyetopoz yer alır. Manyetopoz, Satürn'ün manyetosferini sınırlar. Manyetosfer içinde iyonize atomlar, serbest elektronlar, yüklü toz tanecikleri ve nötr atom ve molekülleri içeren bir plazma bulunur, ancak bu plazmanın yoğunluğu Jüpiter'dekine oranla çok azdır. Bunun nedenleri, Satürn'ün manyetosferi içinde iyonize madde kaynağı olabilecek İo benzeri bir uydusunun olmaması ve parçacıkların Satürn‘ün halkaları tarafından yakalanarak sürekli bir şekilde ortadan kaldırılmalarıdır.
Serbest kalan yüklü parçacıklar, manyetik alan çizgileri boyunca toplanarak, Van Allen kuşakları benzeri ışınım alanları oluştururlar. Satürn'ün manyetik kutuplarındaki açık manyetik çizgiler boyunca ilerleyerek atmosferin yüksek tabakalarında kutup ışıklarının ortaya çıkmasına neden olurlar.
Satürn'ün resmi olarak ad verilmiş 53 uydusu vardır. 2004 yılı içinde gözlenen ve 4 Mayıs 2005'te Uluslararası Gökbilim Birliği'nin 8523 sayılı sirküleri ile duyurulan 12 yeni uydu ve 2005 yılı içinde gözlenen ve 5 Mayıs 2005' te 8524 sayılı sirküler ile duyurulan bir yeni uydu ile bu sayı 56'ya ulaşmaktadır. Henüz doğrulanmamış uydular bu sayının dışındadır. Satürn'ün uydularının listesi, Satürn'ün doğal uyduları makalesinde yer almaktadır.
1973 yılında fırlatılan Pioneer 11 uzay sondası, Aralık 1974'te Jüpiter yakın geçişini gerçekleştirdikten sonra 1 Eylül 1979'ta Satürn'ün 21.000 km. yakınından geçti. Sınırlı teknik donanıma sahip olmasına karşın bu araç daha sonra gerçekleştirilen uçuşların planlanması için yaşamsal önem taşıyan bilgiler topladı.
1977 yılında fırlatılan ve birbirinin aynı olan Voyager 1 ve Voyager 2 uzay araçları sırasıyla Kasım 1980 ve Ağustos 1981 tarihlerinde Satürn'ün yakınından geçerek gözlemlerde bulundular.
Satürn ve sisteminin araştırılması amacıyla 1997 yılında fırlatılan Cassini-Huygens uzay aracı, gezegenlerin çekim gücünden yararlanarak yolculuğun hızlandırılabilmesi için Venüs (2 kez), Yer ve Jüpiter yakın geçişlerini gerçekleştirdikten sonra, 1 Temmuz 2004'te Satürn çevresinde yörüngeye girdi. İki ayrı uzay sondasından oluşan araçtan, Huygens iniş aracı ayrılarak 14 Ocak 2005'te Satürn'ün en büyük uydusu Titan üzerine iniş yaptı. Cassini yörünge aracı ise Satürn çevresinde değişen yörüngeler izleyerek gezegen ve çeşitli uyduları ile ilgili gözlemlerine başladı.
Bir dış gezegen olan Satürn, Güneş çevresinde yaklaşık 30 yıllık dolanma süresi ve yaklaşık 12.5 ay olan kavuşum dönemi nedeniyle, sabit yıldızlar arasında çok yavaş ilerlediği için aynı takım yıldız içinde 2 yıldan daha uzun süre kalır. Güneşe Jüpiter'den daha uzak ve biraz daha küçük olduğu için Satürn daha sönük görülür. Sarımsı rengi ve 1. kadirden parlaklığı ile yılın büyük bir bölümünde kolaylıkla gözlenebilir. Halkaların konumuna bağlı olarak parlaklığı 30 yıllık dönemlerle -0,3 kadire ulaşabilir. Satürn'ün halkaları orta boy teleskoplar ile ayırt edilebilir. Gezegenin 29,4 yıllık yörünge çevrimi içinde, Dünya iki kez Satürn'ün halkalarının düzleminden geçer, bu durumda halkalar görülemez. Kendi etrafındaki dönme hızının yüksekliği nedeniyle basık bir görünüme sahiptir. Satürn'ün uydularından sadece Titan küçük teleskoplar ile görülebilir...
Bazı özellikleri, Satürn'ü eşsiz kılmaktadır:
Tavşanlı
Tavşanlı, Kütahya iline bağlı bir ilçedir. Tavşanlı Adronos çayının (Kocasu) kaynak bölgesinde dağlık bir kesimde, Yaylacık dağının güneybatı kenarında kuruludur.
13. ve 14. asırda Harguş olan ilçe ismi 14. asır itibârıyle Tavşanlı olarak kaydedilmiştir. Tavşanlı ilçesi, çok eski ve zengin bir kültürel yapı üzerinde yükselmiş, şirin ve sürekli ekonomik canlılığı ile hızla gelişip, büyüyen ilçelerden biridir. Bu ekonomik canlılığın belkemiği kömürdür.
Tavşanlı'nın çeşitli yerlerinde yapılan araştırmalarda elde edilen buluntular, tarihin kalkalitik çağda başladığını göstermektedir. Tavşanlı Belediyesi bünyesinde bulunan Tavşanlı Belediye Müzesinde de sergilenen çeşitli buluntular, neolitik, kalkolitik, eski tunç dönemlerinde, Tavşanlı'daki zengin kültürün varlığını gözler önüne sermektedir. Tavşanlı'ya 5 km uzaklıktaki Frig kaya mezarı bu bölgenin, PHRYGİA EPİCTETUS (küçük Frigya) olarak adlandırılmasının sebebidir. Henüz bir kazı yapılmamasına rağmen tavşanlı höyüğü ve yakın çevredeki üç höyük, Tavşanlı'nın tarihinin ve dört önemli yerleşimin göstergesidir. Merkezinde MÖ. 4. asırdan kalma İyon usûlü yapılmış sütunlar mevcuttur.
Kent içinde, çeşitli yerlerdeki mermer, stel, lahit, lahit kapağı ve bazı mimari yapıtlarda, yoğun bir Roma yerleşmesinin bulunduğunu belgelemektedir. Roma İmparatorluğu`nun ikiye ayrılmasıyla, Bizans topraklarında kalan kent, Türklerin Anadolu'ya girmesiyle Anadolu Selçuklularına daha sonra Germiyanoğulları`na bağlanmıştır. 1378 yılında, Germiyanoğlu Süleyman Şah kızı Devlet Hatun'un Yıldırım Beyazıt ile evlenmesi üzerine Osmanlı`lara çeyiz olarak verilmiştir. Tavşanlı adının verilmesi de bu zamana rastlamaktadır. Kasaba yakınlarındaki fundalıklar içinde çok tavşan olması münasebetiyle, bu civarlarda avlanmasından dolayı, Yıldırım Beyazıt tarafından bu bölgenin adının Tavşanlı olmasını söylemesi rivayetler arasındadır.
Kütahya merkezine 50 km uzaklıkta olan ilçe İzmir demiryolu üzerinde olup, Bursa, Emet, Balıkesir'e karayolu bağlantısı bulunmaktadır.
Tavşanlı önemli doğal ve tarihi değerlere sahiptir. Tarihi değerleri geniş ve akademik bir çalışmaya tabi tutulmamakla birlikte, doğal değerleri ile uluslararası alanda ünlenmektedir. Tavşanlı'nın adını bu boyutta duyuran doğal zenginliği, halk arasında 'vakıf', 'Mehmetçik' adlarıyla bilinen, dünyanın hiçbir yerinde doğal yayılım alanı kalmamış 'Premidal Karaçam' türü ve Vakıf ormanıdır. Vakıf ormanı bugüne kadar pek çok bilim adamı ve konuyla ilgilenen, dünyanın dört bir yerinden gelen kişilerce ziyaret ve inceleme alanı olmaktadır. Tavşanlı'nın bir başka doğal zenginliğiyse ilçe merkezinden yaklaşık 15 dakikalık uzaklıkta olan Göbel Kaplıcası dır. Tavşanlı ayrıca Ege bölgesinin en gelişmiş ilçeleri arasındadır.
Kütahya ilinin en büyük ilçesi olan Tavşanlı'daki ilçe merkezi nüfusu 1935'te 5.355, 1960'ta 11.600'dür.
Tavşanlı Ege ve İç Anadolu iklim kuşaklarının ortasında bulunmaktadır. Sıcaklık şartları açısından Akdeniz iklimi ile karasal iklim arasında geçiş özelliği göstermektedir. Yıllık 12 santigrat derecelik ortalama sıcaklık ile merkez Kütahya'nın ikliminden daha ılıman özellikler göstermektedir. İlçe en çok yağışı da kış aylarında almaktadır.
Tavşanlı, leblebisi ile meşhurdur. İlçede çoğu evin altında leblebi imalathanesi bulunmaktadır. Buralarda imal edilen leblebi aynı zamanda ihraç edilmektedir. Bir rivayete göre İlçenin ismi de leblebinin yapıldığı "tav" dan gelmiştir ve Tavşanlı olmuştur.
Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumuna (T.K.İ.) bağlı olan Garp Linyitleri İşletmesinde (G.L.İ.) çalışan Memur ve İşçiler ile eş ve çocuklarının spor faaliyetlerinde bulunması amacı ile 1943 yılında kurulmuş, 3530 sayılı Beden Terbiyesi Kanunu ve Derneklern Kanununun ilgili hükümlerine istinaden 16 Mayıs 1945 tarihinde G.L.İ. Gençlik Kulübü adı altında sportif faaliyetlerine başlamıştır.
17 Eylül 1973 tarihinde G.L.İ. Linyitspor Gençlik Kulübü adı altında dernekleşmiş, 28 Ağustos 1980 tarihinde G.L.İ. Tavşanlı Linyitspor Kulübü adı altında yeniden Müessese kulübü haline dönüşmüş, 27 Haziran 1987 tarihinde Kurum Kulübü sıfatı ile T.K.İ. Tavşanlı Linyitspor Kulübü adı altında dernek olarak faaliyetlerini sürdürmüştür. 2006-2007 futbol sezonunda, BOLU'da gerçekleştirilen terfi maçında Beşikdüzüspor'u 2-1 yenerek 11 yıl aradan sonra tekrar 3. lige çıkmayı başarmıştır. 2007 yılında yapılan olağanüstü Kongrede isim değişikliğine gidilmiş ve ismi Tavşanlı Belediyesi TKİ Linyitspor olarak değiştirilmiştir. Yerel seçimlerden sonra kulübün halen Onursal başkanlığını yapan dönemin AKP Milletvekili Hüsnü Ordu'nun girişimleri ile 2009 yılı Olağan Kongrede tekrar isim değişikliğine gidilmiş, Kulübün adı TKİ Tavşanlı Linyitspor olarak değiştirilmiştir.
Kulüp renkleri Kırmızı-Siyah olarak belirlenmiş olup, kırmızı renk kömürden çıkan ateşi temsil ederken, siyah renkte G.L.İ.çalışanlarının ürettiği Kömürü temsil etmektedir.
Kurulduğu yıldan beri çeşitli branşlarda faaliyet gösteren kulübümüz, Türk sporuna katkıda bulunmaya çalışmış ve bu doğrultuda başarılı sporcular yetiştirmiştir. Türk Sporuna olumlu katkılarda bulunmuştur. Ayrıca,bünyesinde bulundurduğu Güreşçiler Türkiye'deki ve Uluslararası müsabakalarda sayısız başarılar kazanmıştır.
Kulüp en parlak dönemini 2010 - 2011 futbol sezonunda Bank Asya 1. Lig'de play off oynayarak elde etmiştir. Süper Lig'e çıkma yolunda Gaziantep Büyükşehir Belediyespor ile yarı final maçında karşılaşan Linyitspor Kütahya Dumlupınar stadyumunda oynan ilk maçı kaybetmiş, Gaziantep'te oynanan maçtan galip ayrılmasına rağmen elenmiştir.
İlk kez 1984-1985 sezonunda profesyonel lige katılan Tavşanlı Linyitspor, o dönemde de 11 yıl boyunca başarılı sonuçlar alarak Türkiye'nin tanınan kulüpleri arasına girmiştir. 11 yıl mücadele ettiği bu ligde her yıl şampiyonluğa oynamış ancak Türkiye 2.Ligine çıkmayı başaramamıştır. Ligleri ikinci ve üçüncü sıralarda bitirerek Türkiye Kupası müsabakalarına katılmaya hak kazanarak Türkiye'nin sayılı takımları ile başarılı müsabakalar oynamıştır. Kulübümüzün bu yıllardaki başarılı mücadelesi ekmeğini taştan çıkaran yöre halkının sosyal aktivitesini ve çehresini değiştirmesine etken olmuştur.
Kütahya'nın en büyük ve gelişmiş ilçesi olan Tavşanlı'da 1 Adet Yerel TV kanalı, Birde yerel radyo kanalı bulunmaktadır.
Yerel TV Kanalları
Yerel Radyo Kanalları
Yerel Gazeteler ve Basın Kuruluşları
John Dillinger
John Herbert Dillenger (d. 22 Haziran 1903, |
Indianapolis, Indiana, ABD - 22 Temmuz 1934,Chicago, Illinois, ABD)
1930'lu yıllarda Amerika'nın Ortabatı Bölgesi'ni kasıp kavurmuş, 1903-1934 yılları arasında yaşamış banka soyguncusu. Cana yakınlığı, şiddetten kaçınması ve o sıralarda halkın pek çoğunun ekonomik zorlukların sorumlusu olarak gördüğü bankaları hedef alması nedeniyle bir kanun kaçağı olmasına rağmen bazı çevrelerde bir halk kahramanı olarak anılmıştır. Birkaç kez yakalanmış ancak tutuklu bulunduğu yerlerden her seferinde kolaylıkla kaçarak yerel polis örgütlerini zor durumda bırakmıştır. Bir seferinde tutuklu bulunduğu İndiana'nın Crown Point (Taç Noktası) Kasabası'ndaki tutukevinden siyaha boyalı bir tahta parçasını silah gibi göstererek kaçması üzerine çevre şehirlerde bu kasabanın adının Clown Point'e (Palyaço Noktası) çevrilmesine yol açmıştır.
Hakkındaki bir diğer rivayete göre ise, tutuklu bulunduğu hapishanenin müdürünü rehin aldıktan sonra hapishanenin arabası ve şoförü ile kaçarken çevredeki bir bankaya girip soymuş ve bankadan aldığı paranın bir kısmını hapishane müdürü ve şoförüne pay olarak vermiştir. Bir diğer rivayet ise, o gün arabadayken müdüre şarkı bile söylediğidir.
FBI, banka soygunları ve cinayetler o sıralar görev alanına girmediği için konu ile ilgilenmiyordu. Fakat son soygununda Dillinger hayatının en büyük hatasını yaparak kaçtığı polis merkezindeki şefin aracını çalmıştı. Bu bir federal suçtu ve FBI'ın görev alanına giriyordu. FBI'ın efsanevi başkanı J. Edgar Hoover, Dillinger'ın yakalanması durumunda halkın, o sıralarda yeni kurulmuş olan FBI'a desteğinin artacağını düşünerek bu konuyu çok önemsiyordu.
John Dillinger, Chicago Kenti'nde, ilişki içinde bulunduğu Polly Hamilton'ın yanında saklanmaktayken, Hamilton'ın arkadaşı Ana Cumpanas'ın Amerika'da oturma izni karşılığında FBI'a ihbarda bulunması sonucu Melvin Purvis adlı üst düzey FBI yetkilisi öncülüğünde bir sinema çıkışı pusuya düşürülüp öldürüldü.
Öldürüldükten sonra kendisiyle özleşen Tommy Gun silahına Dillenger ismi verilmiştir. Silah 1940 yıllarında İtalyan mafyası tarafından sıkça kullanılmıştır. FBI'ın atış poligonlarındaki hedeflerin üzerinde hala daha John Dillinger'ın resminin bulunduğu söylenir.
Halk Düşmanları filminde John Dillinger'ın gangsterlik dönemi anlatılmış ve onu Johnny Depp canlandırmıştır.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, tüm idari ve akademik birimleriyle İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt merkez kampüsünde faaliyet gösteren Türkiye'nin ilk hukuk fakültesidir.
Fakültenin esasını oluşturan Mekteb-i Hukuk-i Sultani 1878'de kapatıldı. Yerine kurulan Mekteb-i Hukuk, 17 Haziran 1880'de Adliye Nezareti bahçesinde faaliyete geçti. Daha sonra, 1 Eylül 1900'de açılan Darülfünun-ı Şahane'nin (İstanbul Darülfünunu) bünyesinde bir fakülte oldu. 11 Ekim 1919'da tüzel kişilik ve bilimsel özerklik, 7 Ekim 1925 tarihli İstanbul Darülfünunu Talimatnamesiyle de idari özerklik elde etti. 31 Temmuz 1933'te Darülfünun ilga edildi ve İstanbul Üniversitesi olarak yeniden örgütlenildi. Bu dönemden sonra ağırlıklı olarak batılı öğretim üyeleri fakültede çalışmaya başladı. Aralarında Nazi Almanyası'ndan kaçmak zorunda kalan profesörler de vardı.
Fakülte'de anayasa hukuku, ceza ve ceza muhakemesi hukuku, genel kamu hukuku, hukuk felsefesi ve sosyolojisi, Roma hukuku, hukuk tarihi, idare hukuku, iş ve sosyal güvenlik hukuku, mali hukuk, medeni hukuk, medeni usul hukuku ve icra-iflas hukuku, milletlerarası hukuk, milletlerarası özel hukuk, ticaret hukuku, deniz ticaret ve sigorta hukuku anabilim dalı kürsüleri ile aynı zamanda ceza kürsüsünün altında yer alan bir kriminoloji bilim dalı kürsüsü bulunmaktadır.
Fakülte bünyesinde ceza hukuku ve kriminoloji, mukayeseli hukuk, idare hukuku, milletlerarası hukuk ve milletlerarası münasebetler, Avrupa hukuku, iş hukuku ve sosyal güvenlik hukuku dallarında araştırma ve uygulama merkezi yer almaktadır.
Mevcut binası 1950 yılında faaliyete geçen İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kütüphanesi'nde, 80.000 yerli ve yabancı kitap ile 41 yerli ve 87 yabancı süreli yayın bulunmaktadır. Bu yayınlar arasında Fakülte'nin hakemli Türkçe yayını olan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası da vardır.
Fakülte bünyesinde faaliyet gösteren Vedat Ardahan Vakfı, Tahir Taner Vakfı, Kemal Halil Tanır Vakfı, Tinçel Kültür Vakfı ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Eğitim Öğretim ve Yardımlaşma Vakfı, 1200 kadar öğrenciye karşılıksız burs imkanı sağlamaktadır.
2016-2017 öğretim yılında, Fakülte bünyesinde faaliyetlerini sürdüren öğrenci kulüpleri şunlardır:
İlki 2011 yılında düzenlenen festivalin fikri Prof. Dr. Adem Sözüer tarafından ortaya atılmıştır. Bu fikir İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öncülüğünde hayata geçirilmiştir. Sinema ile özellikle hukuk dünyasını çok yönlü bir şekilde ortak bir zeminde buluşturmaktadır.
Festivalin temel amacı; suç, ceza ve adaletle ilgili sorunların sinema sanatındaki yansımasını kitlelere ulaştırarak, bu sorunları sinema ve akademik perspektiften tartışmak, hukuk, adalet ve insan hakları konusunda toplumsal bilinci geliştirmek, sinema sanatı aracılığıyla hukuksal-toplumsal sorunlarda uluslararası ölçekte farkındalık, iletişim, dayanışma ve iş birliğini artırmak suretiyle, yerel ve evrensel planda hukukun üstünlüğü ve demokrasinin etkinleşmesine katkı sağlamaktır.
2015 yılında yapılacak festivalin konusu "ayrımcılık" olarak belirlenmiştir.
İstanbul Üniversitesi
İstanbul Üniversitesi (kısaca İÜ), ana yerleşkesi İstanbul'un Fatih ilçesinde bulunan devlet üniversitesidir.
18 Kasım 1933'te Türkiye'nin ilk ve tek üniversitesi olarak öğrenim hayatına başlamış olan kurum, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki ilk Avrupa tarzı üniversite olarak kabul edilen Darülfünun'un doğrudan devamıdır. Ayrıca okulun bazı birimleri temelleri İstanbul'un fethinin ertesi günü 30 Mayıs 1453'te Fatih Sultan Mehmet'in emriyle kurulan Sahn-ı Seman medreselerine kadar dayandığından okulun kuruluşu bu tarihe kadar uzanır. Bugünkü hali 1933'te kurulmuştur.
2011 yılında, Dünyanın en iyi 500 üniversitesi sıralamasına Türkiye'den giren tek üniversitedir. İstanbul Üniversitesi dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasında 2006'dan beri yer almaktadır. Üniversite, aynı zamanda Asya Pasifik bölgesinin en iyi 100 üniversitesi arasındadır.
Üniversitede yaklaşık 73.000 lisansüstü, lisans ve ön lisans öğrencisi öğrenim görmektedir. Bu yükseköğretim işlemi 12.000 öğretim üyesi ve öğretim elemanı tarafından gerçekleştirilmektedir.
İstanbul Üniversitesi'nin kuruluşuna ilişkin tezler 1321 yılına kadar gidebilmektedir. Alman tarihçi Richard Honig, bugün Beyazıt Yerleşkesi'ndeki merkez binanın bulunduğu yerde Roma üniversiteleriyle eşdeğer nitelikte tıp, hukuk, felsefe ve edebiyat eğitimi veren bir kurumdan söz eder ve bu kurumun kurulduğu 1 Mart 1321 tarihinin bir bakıma İstanbul'da eğitimin başlangıç tarihi olduğunu belirtir.
Türk tarihçiler ise İstanbul Üniversitesi'nin kuruluşunu 1453 olarak kabul ederler. İstanbul'un Fethi'nin ertesi günü 30 Mayıs 1453'te kentte yapılan toplantılarda kentte bir eğitim kurumunun kurulmasının kararlaştırılır. Bu karar üzerine 1470 yılında Fatih Camii çevresinde sekiz bölüm halinde açılan ve "sekiz avlulu" anlamına gelen Sahn-ı Seman Medreseleri günümüzde İstanbul Üniversitesi'nin kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple İstanbul Üniversitesi'nin logosunda kuruluş tarihi 1453 olarak yazmaktadır. Bir dönem İstanbul Üniversitesi rektörlüğünü de üstlenen hukukçu Cemil Bilsel ise üniversitenin kuruluş yılının Sahn-ı Seman Medreseleri'nin açıldığı yıl olan 1470 olduğunu belirtir.
Osmanlı Devleti'nde Avrupa tarzında modern bir üniversite kurma girişimleri 1846'da başlamıştır. 1863, 1870 ve 1874'teki başarısız denemelerden sonra nihayet II. Abdülhamid'in fermanıyla 31 Ağustos 1900'de Darülfünûn-ı Şahane adı verilen ilk üniversite açılmıştır. İstanbul Üniversitesi, işte bu kurumun doğrudan devamıdır.
Türkiye Cumhuriyeti 21 Nisan 1924 tarihli ve 493 sayılı Kanun'la İstanbul Darülfünunu'nun tüzel kişiliğini tanıdı.
Lağvedilen Fatih ve Süleymaniye Medreseleri, 7 Ekim 1925'te Darülfünun'a bağlı İlahiyat Fakültesi olarak "reorganize" edildi. (1925-26 ders yılında 284 talebesi olan bu fakülte, 1933 Üniversite Reformu sonucunda Yüksek İslam Enstitüsüne çevrildi, ertesi yıl sadece 20 öğrencisi kaldığından kapatıldı.)
4 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu'yla ilk ve orta öğretimi devletleştiren Cumhuriyet yönetimi, Darülfünun'un özerk statüsüne kuşku ile yaklaşmıştır.
Yönetim ile üniversiteyi karşı karşıya getiren ilk olay, 1923'te Cumhuriyet'in ilanı üzerine bir kutlama mesajı gönderilmesi teklifine, Darülfünun Talebe Birliği genel kurulunun, "üniversitenin siyasi akımların dışında kalması kanaatiyle" karşı çıkması oldu.
İkinci bir olay, harf devrimi konusunda bazı Darülfünun hocalarının çekinceler ifade etmeleri idi. Ancak bardağı taşıran damla, Atatürk'ün 1930'dan itibaren benimsediği Türk tarih ve dil tezlerine Darülfünun'un ilgi göstermemesidir. 1930 Aralığındaki Darülfünun ziyareti sırasında, "Ankara, Ege, Aka, Eti, ata, arkeos, amiral, kaptan" kelimelerinin kökeni hakkında sınadığı bazı profesörlerin kuşkucu yaklaşımları, Atatürk'ü kızdırmıştır.
1932 Türk Tarih Kongresinde, bazı profesörlerin (Mehmet Ali Ayni ve Zeki Velidi Togan gibi) açıkça, bazılarının tevil ve yumuşatma yoluyla Gazi'nin tezlerine karşı çıkmaları, Darülfünun'un sonunu getirdi. İlhan Başgöz'ün deyimiyle:
Kongreden iki ay sonra sonra, Türk tarih tezinin ateşli savunucusu, eski İstiklal Mahkemesi hakimi Dr. Reşit Galip Maarif Vekili tayin edilerek, üniversiteye çeki düzen vermekle görevlendirildi.Bu kapsamda, İsviçreli eğitimci Albert Malche ülkeye çağrılarak, Darülfünun'un üzerine bir rapor yazması sağlandı. Profesör Malche'nin yazdığı olumsuz rapor üzerine 1933 Temmuzunda çıkarılan 2252 sayılı yasa ile Darülfünun ve ona bağlı bütün kurumlar, kadro ve örgütüyle lağvedildi. Yerine İstanbul'da Maarif Vekâletine bağlı yeni bir üniversite kurulması öngörüldü. İstanbu |
l Üniversitesi 1 Ağustos 1933'te yeni bir kadro ve yapıyla açıldı. 18 Kasım 1933'te Türkiye'nin "ilk ve tek" üniversitesi olarak eğitime başladı.
Üniversitenin Beyazıt Meydanı'na açılan anıtsal giriş kapısının iki tarafında yer alan Mustafa Şem'i Pek imzalı eklektik saat kuleleri 1865 yılında yaptırılmıştır.
İstanbul Üniversitesi'nin simgesi olan "yılanlı amblem" 1243 tarihli Selçuklu Şifa Yurdu motiflerinden Prof. Süheyl Ünver tarafından ilham alınarak tasarlanmıştır.
İstanbul'un çeşitli semtlerinde bulunan kampüslerde eğitim faaliyetleri göstermektedir.
Tifo
"Bu madde tifo hastalığı hakkındadır. İlişkisiz bir hastalık olan tifüs ile karıştırılmamalıdır."
Tifo, kirli içme suları ve pis yiyeceklerle bulaşan bakteriyel bir hastalıktır. Hastalık etkeni "Salmonella typhi" adlı bir bakteridir. Bu bakteri vücuda girdikten 7-15 gün sonra hastalık ortaya çıkar. Bu bakteri, tifolu hastaların dışkılarında, idrarlarında, kanlarında, tükürüklerinde veya vücutlarında görülen deri döküntülerinde bulunur. Genellikle salgın şeklinde ve yaz-sonbahar aylarında görülür. Tifo göz ve kulak sinirlerini, kalbi, beyni, böbrekleri, akciğerleri ve karaciğeri etkiler.
Trabzonspor
Trabzonspor, 2 Ağustos 1967'de kurulan Trabzon, Türkiye merkezli spor kulübü. Özellikle futbol şubesiyle tanınan kulüp, profesyonel futbol ligleri tarihinde şampiyon olan 5 kulüpten biri ve şampiyon olmayı başaran ilk Anadolu kulübüdür. Kulübün başkanlığını Ahmet Ağaoğlu yapmaktadır. Basketbol şubesininse ayrı bir yönetim kurulu olup; bu şubenin başkanlığını Abiş Hopikoğlu üstlenmektedir.
Trabzonspor, güncel olarak futbol, basketbol ve hentbol dallarında birinci lig düzeyinde temsil edilmektedir. Bu dalların yanında yüzme, judo,boks,masa tenisi ve atıcılık olmak üzere bazı amatör spor dallarında da etkindir. Atletizm şubesinin etkinlikleri 25 Ağustos 2008 itibarıyla,önceden Erkekler 2. Lig'de yer alınan voleybol şubesinin etkinlikleri 2016 itibarıyla durdurulmuştur. Birinci lig düzeyinde kulübün toplamda 7 şampiyonluğu vardır. Bu şampiyonlukların tümü, erkeklerde 6 ve kadınlarda 1 olmak üzere futbol şubesine aittir. Trabzonspor Futbol Takımı (erkekler), şampiyon olmuş beş takımdan biri ve İstanbul dışından şampiyon olmuş ilk takımdır. Bunun yanında, futbol erkek takımı armasında yıldız olan -yıldız, Süper Lig'de beş şampiyonlukta bir verilir- 4 Türk takımından biridir.
Uzun süre bir "futbol kulübü" olarak anılan Trabzonspor, 2008'de TB2L takımlarından Alpella'yı satın alarak, ilk kez futbol dışında bir takım sporunda ikinci lig ve üzeri bir düzenlemeye katılmaya hak kazanmıştır. Trabzonspor Basket, ikinci lige terfi ettikten iki yıl sonra (2010); Türkiye Basketbol Ligi'ne çıkmıştır. 2014-2015 sezonunda, basketbol şubesi EuroChallenge'de finale yükselerek; takım sporları baz alındığında kulüp tarihinin Avrupa kupalarındaki ilk final karşılaşmasını oynamıştır.
Trabzonspor, 1984'te kentteki hentbol kulüplerini birleştirerek bir takım kurmayı planlamıştır, ancak daha sonra bundan vazgeçmiştir. Bu olaydan 26 yıl sonra (2010) 24 Şubat Hentbol Takımı'nı bünyesine katarak, Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde etkinlik göstermeye başlamıştır. Böylece hentbol, kulüpte icra edilen üçüncü takım sporu olmuştur.
1962-63 futbol döneminde, zamanın Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Orhan Şeref Apak, Türkiye liglerini güçlendirmek ve futbolu tüm yurda yaymak amacıyla "Ulusal Lig"lerin kurulmasına ve bu yapının il takımlarıyla desteklenmesine karar verdi. Ancak, Trabzon'da süregelen İdmanocağı-İdmangücü çekişmesi, bu iki takımın birlikte olabileceği bir yapının oluşmasını oldukça güç duruma getirdi. Yapılan görüşmelere rağmen; bu iki takım birleşmeye, aynı renk ve ülkü altında mücadele etmeye uzun süre yanaşmadı. Görüşmelerdeki görüş ayrılıklarının kavga boyutuna geldiği, adli soruşturmaların açıldığı toplantılar oldu.
İdmanocağı birleşmeye yanaşmayınca 21 Haziran 1966'da İdmangücü, Martıspor ve Karadenizgücü takımları birleşerek kırmızı-beyaz renklerle "Trabzonspor Gençlik Kulübü"nü kurdu. Bu takımın başkanlığını Ali Osman Ulusoy üstlendi. Ancak takımın ismi resmî kayıtlara "Trabzonspor 1966" olarak geçti. "Trabzonspor 1966" İkinci Lig Beyaz Grup'a alındı. Buradaki ilk yılında 10'ar galibiyet, beraberlik ve yenilgi alan Trabzonspor 1966; İdmanocağı'nın Danıştay'a açtığı dava sonucu feshedildi ve yeniden genel kurula gidildi. Bu genel kurulda takımın liglere katılabilmesi için adını "Trabzonspor" olarak değiştirmesi gerekiyordu. Federasyonun verdiği sürenin azalması ve Beden Terbiyesi Genel Müdürü Ulvi Yenal'ın birleşme olmazsa hem İdmangücü'nün hem de İdmanocağı'nın ulusal liglere alınmayacağını açıklanmasıyla bu iki kulüp daha somut adımlar atmak zorunda kaldı. Yapılan görüşmelerden sonra, 2 Ağustos 1967'de İdmanocağı'nın da katılımıyla Trabzonspor; İdmangücü, Martıspor ve Karadenizgücü ortaklığıyla birlikte resmen kuruldu ve İkinci Lig'e alındı.
Kuruluşundan itibaren uzun süre yalnızca futbol dalında etkinlik gösteren Trabzonspor'un ilk teknik direktörü Hayri Gür oldu.
Hayri Gür 1912'de Limni'de doğdu. Gerçek adı Hayrettin olmasına rağmen, Hayri adıyla tanındı. Yunanistan ile Türkiye arasında yapılan nüfus göçüyle birlikte İzmir-Foça'ya yerleşti. Gür'ün babası; Limni'nin son belediye başkanıydı. Gür İzmir'e geldikten sonra, liseyi öğretmen okulunda yatılı okuyup; Gazi Beden Eğitimi Bölümü'nden mezun oldu. Almanca da öğrenen Gür; Trabzon'a öğretmen olarak atandı. Beden eğitimi öğretmenliğinin yanında müzik, Almanca ve coğrafya öğretmenliği de yaptı. Trabzon'a atanmadan önce Ege'de yapılan askeri bir tatbikatta, ödül kazandı. Ödülünü bizzat Mustafa Kemal Atatürk'ün elinden aldı. Birçok spor dalıyla ilgilendi, Trabzon'da yerel futbol takımlarında ve Trabzonspor'da oynadı, teknik direktörlük ve antrenörlük yapıp; Trabzonspor kurulduktan sonra takımın ilk teknik direktörü oldu.
Gür, 2010 Nisan ayında 98 yaşındayken ölene dek; Trabzonspor'un en yaşlı divan kurulu üyesi unvanını taşıdı. Bu özelliği nedeniyle, ölmeden birkaç ay önce zamanın Trabzonspor teknik direktörü Şenol Güneş onu evinde ziyaret etti. Gür'ün öldüğü hafta Trazonsporlular, Trabzonspor'un Beşiktaş ile oynadığı maça kollarında siyah kurdele ile çıktı. Ölümünün ardından, Trabzon-Pelitli'de yapılan ve Trabzonspor Basketbol'un maçlarını oynayacağı spor salonuna, onun adı verildi.
Ayrıca Gür, Trabzonspor'un maçlarını oynadığı Hüseyin Avni Aker Stadı'nın adının belirlenmesini sağlayan kişi oldu. Stada ad vermek için valilikte yapılan toplantıda; stadın yapılması için önemli katkıları bulunan, zamanın Trabzon Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü Asbaşkanı ve Trabzon'un ilk beden eğitimi öğretmeni Avni Aker'in adının stada verilmesini sağladı.
Trabzonspor'un ilk başkanıysa, Ali Osman Ulusoy oldu. Ulusoy, 1966'da kurulup Danıştay kararıyla dağıtılan takımda başkan olsa da, genel kurul sonrasında kurulan takımda başkanlık görevini Rıfat Dedeoğlu ile birlikte yürüttü. Ulusoy'un 1970'te başkanlığı bırakmasından sonra yeniden başkanlık görevine getirilen Dedeoğlu, bir süre de Trabzonspor Divan Kurulu Başkanlığı yaptı ve 6 Kasım 2004'te vefat etti.
Şamil Ekinci Müzesi, 23 Eylül 1996'da hizmete "Trabzonspor Müzesi" adıyla açılan ve Trabzonspor tarihini konu alan spor müzesi.
Müze bugünkü adına, 2008 yılında alınan bir kararla kavuştu. Daha önceden Sadri Şener Sosyal Tesisleri'nin arka kısmında hizmet veren müze, daha sonra Sadri Şener Sosyal Tesisleri'nin ikinci katında hizmete girdi. Yaklaşık 600 kupa ve diğer tarihi materyallerin bulunduğu müzenin; yapılan yeni bir proje ile birlikte tek bir binada hizmet vermesi için çalışmalar başlatıldı. Çalışmalar 9 Şubat 2010'da tamamlandı ve aynı gün müze yeni binasında hizmete girdi.
Şamil Ekinci Müzesi, hafta içi her gün saat: 09.00-17.30, Cumartesi ise 11.00-17.00 arası ziyarete açıktır. Müzede 6 adet Süper Lig Şampiyonluk Kupası, 8 adet Türkiye Kupası, 7 adet Cumhurbaşkanlığı Kupası, 5 adet Başbakanlık Kupası, Kıbrıs Barış Kupası, Türkiye Süper Kupası, TB2L Şampiyonluk Kupası ve daha birçok kupa yer almaktadır. Ayrıca müzede, Trabzonspor kurulmadan önceki dönemlere ait yarım kupa ve Atatürk'ün İdmanocağı'na hediye ettiği büst ve bayrak gibi materyallere de yer verilmektedir.
Trabzon'da Trabzonspor tarihini konu alan üç adet anıt bulunur. Bunların ikisi kent merkezinde, diğeri Sürmene ilçesindedir.Ayrıca kent merkezindeki Atatürk Alanı'nda (Meydan) bir adet büyükçe led ışıklandırmalı Trabzonspor Arması bulunmaktadır.
Spor sezonlarına göre bugüne kadar görev yapmış Trabzonspor başkanları, aşağıdaki tabloda belirtilmiştir.
Trabzonspor'un renkleri koyu bordo ve açık mavidir.
Trabzonspor'un kuruluş aşamasındaki en önemli sorunlardan biri de renklerdi. Takımın iskeletini teşkil eden; İdmanocağı ve İdmangücü takımları, takıma kendi renklerinin verilmesini istedi. Hatta 1966'da İdmanocağı'nın önderliğinde kurulan ve Danıştay kararıyla feshedilen Trabzonspor 1966'ya kırmızı-beyaz renkler verilmişti. Ancak; bu iki takımın (İdmanocağı ve İdmangücü) birleşmeye karar verilmesiyle, yeni renkler bulma gereksinimi doğdu ve bordo-mavi renklere karar kılındı.
Trabzonspor'un renklerini; Trabzon'un simgesi olan hamsinin gözünün bordomsu duruşu ve teninin mavimsi grisinden aldığı veya iki takımın (İdmangücü ve İdmanocağı) birer renk seçmesiyle aldığı gibi iddialar olsa da; Trabzonspor renklerini, kurulduğu dönemde İngiltere'nin en başarılı takımlardan biri olan Aston Villa'dan aldı. Eski Kulüp Başkanı Şamil Ekinci, İngiltere'den gelirken; Aston Villa'nın formalarını getirmiş ve Trabzonspor ilk yıllarında Aston Villa'nın Trabzonspor Logosu takılmış formalarıyla mücadele etmiştir. Bundan dolayı, Trabzonspor'un renklerinden olan mavi, açık mavidir. Bunun sonucu olarak, bir dönem formaların koyu mavi ile tasarlanması; bazı kesimlerin tepkisine neden olmuştur.
Trabzonspor 2010'a dek alternatif renk olarak turuncuyu kullanmıştır. Ancak 2010 yılında alınan bir kararla, hamsi rengi olan grinin ikincil (alternatif) renk olarak kullanılmasına karar verilmiştir.
Trabzonspor; tak |
ımın kısaltması olan "TS" ibaresinin bordo zemin üzerine birleşik yazı karakteriyle mavi olarak yazılmasıyla oluşan takım logosunu kullanmaktadır. T ve S karakterlerinin birleştiği noktada takımın kuruluş yılı olan 1967 ibaresi vardır. Ayrıca TS ibaresinin üzerinde spor dallarını temsilen bir top figürü, oval dikdörtgen şeklinde olan ana gövdenin üst tarafında ise takımın 6 şampiyonluğunu belirten sarı renkte bir yıldız bulunmaktadır. Arma, 16 Mayıs 2003'te kulüp adına tescil edilmiştir.
1967'de Trabzonspor'un çatısı altında oluşturulan Trabzonspor Futbol Takımı, 1967-68 sezonunda İkinci Lig Beyaz Grup'ta mücadele etmeye başladı. Trabzonspor, profesyonel liglere katıldığı bu ilk yılı, -20 takımlı bu ligde- Boluspor'un ardından altıncı sırada bitirdi. Daha sonraki iki yıl ligi dördüncü tamamladı ve bir sonraki sene ligde 8. oldu. 1971-72 sezonunda, Kırmızı Grup'ta mücadele eden Trabzonspor, liderden iki puan geride kalıp Türkiye 1. Futbol Ligi'ne çıkamadı. Bir sene sonra yeniden aynı kaderi yaşan Trabzonspor, bu kez lider Kayserispor'la aynı puana sahip olmasına rağmen; averajla ligi ikinci bitirip Türkiye 1. Futbol Ligi'ne çıkma şansını bir kez daha yitirdi. 1973-74 sezonuna gelindiğinde Kırmızı Grubu en yakın rakibi Sakaryaspor'a altı puan fark atarak birinci bitiren Trabzonspor, diğer grubun birincisi Zonguldakspor'la oynadığı şampiyonluk maçını penaltılarda kaybetse de Türkiye 1. Futbol Ligi'ne yükseldi.
Bu yıllarda Necmi Perekli, Şenol Güneş ve Cemil Usta gibi daha sonra şampiyon olan takımın oyuncuları da kadroda yer almaya başladı.
Trabzonspor, 1974-75 sezonunda ilk kez mücadele ettiği Türkiye 1. Futbol Ligi'ni 30 puanla 9. olarak tamamladı. Bunun yanında aynı yıl Türkiye Kupası'nda finale kadar çıkmayı başaran Trabzonspor, evinde Beşiktaş'ı 1-0 yenmesine rağmen, deplasmanda 2-0 yenilince ikincilikle yetindi.
1975-76 sezonunda, Trabzon'da oynanan ve Trabzonspor'un 1-0 kazandığı Fenerbahçe maçından sonra liderliğe yükseldi ve sezon sonuna kadar liderliğini korudu. Ahmet Suat Özyazıcı önderliğindeki takım 43 puan toplayarak, Fenerbahçe'nin 3 puan önünde şampiyonluğa uzanırken, Türkiye 1. Futbol Ligi şampiyonluğu yaşayan ilk Anadolu takımı oldu.
Trabzonspor ilk şampiyon olduğu 1975-76 sezonundan 1983-84 sezona kadar olan süreç içerisinde altı lig şampiyonluğu yaşadı. Sözü geçen süreçte 1977-78 ve 1981-82 sezonlarında 1, 1982-83 sezonunda 2 puan farkla şampiyonluğu kaçıran Trabzonspor; son şampiyonluğunu Fenerbahçe'nin beş puan önünde bitirdiği 1984-85 sezonunda kazandı. 1976-77 sezonunda attığı 18 golle gol kralı olan Necmi Perekli, Trabzonspor'un Türkiye 1. Futbol Ligi'ndeki ilk gol kralı oldu. Zamanın kalecisi Şenol Güneş ise 17 Eylül 1978 ile 18 Şubat 1979 arasında oynanan lig maçlarında kalesinde gol görmeyerek (1110 dakika), Türk liglerinin en uzun süre gol yemeyen kalecisi, dünyanın en uzun süre gol yemeyen 15. kalecisi oldu. Ayrıca Trabzonspor bu dönemde, 3 Türkiye Kupası, 6 Cumhurbaşkanlığı Kupası, 3 Başbakanlık Kupası ve bir Kıbrıs Barış Kupası'nı kazandı. Elde edilen iki şampiyonluk Özkan Sümer yönetiminde diğer dört şampiyonluksa günümüzde Trabzonspor Futbol Danışmanlığı görevini yürüten Ahmet Suat Özyazıcı'nın teknik direktörlüğü döneminde geldi.
Trabzonspor, 1984'ten 1994-95 sezonuna kadar; sezonları üçüncülük, yedincilik ve bu aradaki derecelerle tamamladı. Yeni kadro yapılanmasına giden Trabzonspor, teknik direktör Georges Leekens döneminde (1992-93 sezonu) sezonun ilk on haftasında liderin on puan gerisine düştü; altı hafta hiç maç kazanamadı ve Trabzonspor tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşadı. Ancak, bu dönemde takıma kazandırılan Ünal Karaman (millî takımda kaptanlığa kadar yükseldi.) ve Tolunay Kafkas gibi oyuncular; 1994-95 ile 1995-96 sezonlarında ligi ikinci bitiren ve yeniden şampiyonluk yarışına dahil olan Trabzonspor'un kadrosunda, ilk on birin değişmez isimleri arasında yer aldı. Bu dönemde; Trabzonspor'un en büyük başarıları olarak: 1992 ve 1995'te kazanılan Türkiye Kupası, 1995'te kazanılan Cumhurbaşkanlığı Kupası ve 1985 ile 1994 yıllarında kazanılan Başbakanlık Kupası oldu.
1993-94 sezonunun bitişiyle birlikte takımın başına İstanbulspor'u çalıştıran Şenol Güneş geldi. 218 golle Trabzonspor formasıyla en fazla gol atan oyuncu olan Hami Mandıralı ve Ogün Temizkanoğlu gibi oyuncuların yanına, Şota Arveladze ve Arçil Arveladze gibi oyuncular kadroya eklendi. Şota, takıma katıldığı ilk yıl önemli sayıda gol attı. 1994-95 sezonunda şampiyonluğu Beşiktaş'a kaptıran; ancak hem Türkiye Kupası'nı hem de Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı kazanan Trabzonspor, Şota'nın gol kralı olduğu 1995-96 sezonunda 5 Mayıs 1996'da Avni Aker Stadı'nda 1-0 öne geçtiği maçta; Aykut Kocaman ve Oğuz Çetin'in golleriyle Fenerbahçe'ye 2-1 yenilerek, şampiyonluğu ligin bitimine iki hafta kala kaçırdı.. Takımın uzun bir aradan sonra bu kadar yaklaştığı şampiyonluğu kaçırmasının etkileri, 2008'de CNN Türk tarafından belgeselleştirildi.. Aynı sezon takım Başbakanlık Kupası'nı kazansa da, kaçırılan şampiyonluğun etkileri bir sonraki sezon da devam etti. 2000'li yılların başına gelindiğinde, takımda büyük bir değişime gidildi. Abdullah Ercan, Ogün Temizkanoğlu ve Tolunay Kafkas gibi oyuncular takımdan gönderilerek, Rune Lange, Kevin Campbell ve Jean-Jacques Missé-Missé gibi yüksek bonservis ücretli oyuncularla sözleşme imzalandı. Ancak transfere harcanan paraya rağmen alınan oyunucular Trabzonspor'da başarılı olamadı.
2000'li yılların başı, Trabzonspor'un en başarısız dönemlerinden biri oldu. Takım 2001-02 sezonunda, ligi 14. bitirerek tarihinin en kötü sezonunu yaşadı. Ayrıca bu sezon Trabzonspor'un en çok gol yediği ve en çok yenildiği sezon olarak tarihe geçti. Bu sezondan sonra zamanın başkanı Özkan Sümer teknik direktörlüğe Samet Aybaba'yı getirerek, yeniden yapılanma kararı aldı. Bu yeniden yapılanma ile birlikte, Trabzonspor'da asist kralı ve en uzun süre forma giymiş yabancı futbolcu olan Ibrahim Yattara ve Michael Petković gibi yabancı isimler transfer edildi. Samet Aybaba, takım kadrosunu gençleştirmek amacıyla Gökdeniz Karadeniz ve Fatih Tekke gibi kulüp altyapısından yetişen oyuncuları kadroya dahil ederken, Hami Mandıralı ve Orhan Çıkırıkçı gibi tecrübeli futbolcularla yolları ayırdı. Fatih Tekke, 2004-05 sezonunda attığı 31 golle gol kralı oldu. Kurulan bu iskelet, 2002-03 ve 2003-04 sezonlarında Türkiye Kupası'nı kazanıp; 2003-04 ve 2004-05 sezonlarında sezon sonuna dek şampiyonluğu kovaladı ve her iki sezonda da Fenerbahçe'nin ardından ikinci oldu. Trabzonspor, 2006 yılında başkanlığa Nuri Albayrak'ın gelmesiyle birlikte, kariyerli yabancı oyuncular getirerek başarıya ulaşma yoluna gitti. Marcelinho ve Kiki Musampa gibi gibi kariyerli oyuncular transfer edilse de, bu oyuncular takıma uyum sağlayamadı. Mirosław Szymkowiak ve Fatih Tekke gibi önemli oyuncular takımdan ayrıldı.
2008'de Sadri Şener'in başkan seçilmesiyle birlikte takımdaki oyuncuların büyük bir kısmıyla yollar ayrıldı. Teknik direktörlüğe Ersun Yanal getirilip, 25 transfer yapıldı. Yapılan bu transferlerle, Trabzonspor 2008-09 sezonunda şampiyonluk yarışını son haftaya kadar sürdürdü ve lig üçüncüsü oldu. Bir sonraki sene göreve Hugo Broos'u getiren Trabzonspor yönetimi, takım başarısız sonuçlar alınca; Broos'un görevine son verdi ve yerine Şenol Güneş'le anlaşıldı. Güneş'in gelmesiyle birlikte takım başarılı sonuçlar aldı. 2009-10 sezonunda Trabzonspor; hem Türkiye Kupası'nı hem de Türkiye Süper Kupası'nı kazandı. Güncel olarak ana forma sponsoru olarak Türk Telekom'la, forma üreticisi olaraksa Nike ile anlaşan Trabzonspor, 2010-2011 sezonunda ilk yarıyı lider kapatmayı başarmasına rağmen, lig sonunda Fenerbahçe'nin averaj ile arkasında kalarak ligi ikinci tamamladı. Ancak sezon bittikten sonra başlatılan şike davası sonucu sezonu 1. tamamlayan Fenerbahçe'nin yerine Şampiyonlar Ligi grup müsabakalarına tarihinde ilk kez katılma hakkı elde etti.
3 Temmuz 2011'de başlayan şike soruşturması sonucunda Trabzonspor, Fenerbahçeli bazı yöneticilerinin şike yapmak suçuyla yargılanarak hapis cezasına çarptırılmasından sonra çeşitli tarihlerde resmi sitesinden yayınladığı bildirilerde; ""Etik Kurul raporu ve UEFA değerlendirmesine göre, fair-play'e aykırı herhangi bir faaliyete girişmediği açık ve kanıtlanmış olan Trabzonspor’un 2010-11 Süper Lig sezonunun şampiyonu olarak tescil ve ilan edilmesi için gerekli tüm adımların atılmasını"" TFF ve uluslararası kurumlardan talep etmiştir. Kulüp taraftarları 2010-2011 sezonu şampiyonluğunun resmî olarak Trabzonspor'a verilmesi için, 13 Ekim 2013'te İstinye TFF Binası önünde ve 25 Ocak 2014'te Trabzon'da "Haksızlığa karşı tek yürek!" sloganıyla; TFF'yi protesto etmiştir. Protestolarda, dönemin TFF Başkanı Yıldırım Demirören taşınan boş tüplerle istifaya davet edilmiştir. 30 Ağustos 2014 tarihinde ""Türk Futbolu Kirlidir!"" başlıklı bildiride TFF ye ve TFF Başkanı'na ağır eleştiriler getirilip, şike düzeninin devam ettiği vurgulanmıştır. Trabzonspor'un resmî İnternet sitesinde, 2010-2011 sezonu şampiyonu Trabzonspor görülmektedir.
Trabzonspor, 2010-2011 sezonundan sonra, UEFA Avrupa Ligi'nde nispi başarılar elde etse de; ligde şampiyonluk mücadelesine dâhil olmayı başaramamıştır. Kulübün verdiği hukuki mücadele ve taraftarda oluşan süreçsel yıpranma; kulübün birçok kez saha dışı olaylarla gündeme gelmesine neden olmuştur. Hakemlere ve karşı takıma gösterilen tepkiler nedeniyle kulüp cezai yaptırımlarla karşı karşıya kalmıştır. 10 Mart 2014'te oynanan Trabzonspor-Fenerbahçe maçında yaşanan saha olayları nedeniyle maç tamamlanamamış ve yarıda kalan maç Fenerbahçe'nin hükmen galibiyetiyle sonuçlanmıştır. 2015-2016 sezonunda hakem kararlarına verilen tepkiler; Trabzonspor'un önemli oranda maddi zarara uğramasına neden olmuştur. Bu sezonun ilk devresinde oynanan özellikle Galatasaray ve Konyaspor maçlarındaki hakem kararları nedeniyle kulüple TFF'nin arasında gerginlik hat safhaya çıkmıştır. Sezonun 10. haftasına gelindiğinde oynanan olaylı Trabzonspor-Gaziantepspor maçındaki hakem kararlarına v |
erilen tepkiler nedeniyle, kulüp Türk futbol tarihindeki toplam cezalar bakımından en ağır cezaya çarptırılmıştır. Bu maç sonucunda Trabzonsporlu yönetici ve futbolculara verilen men cezalarının toplamı 9 yılı bulmuş ve kulüp 2 milyon avro para cezasına çarptırılmıştır. Aynı sezonun ikinci devresindeki Galatasaray maçına ise, Trabzonspor'un Galatasaray'dan kiraladığı Salih Dursun'un maçın hakemi Deniz Ateş Bitnel'e gösterdiği kırmızı kart damga vurmuştur. Trabzonsporlu oyunculara 3 kırmızı kart çıkaran ve maçın 86. dakikasında tartışmalı bir penaltı kararı veren Bitnel'e; Salih Dursun hakemin elinden kartını alarak kırmızı kart göstermiş ve eliyle dışarı çıkmasını göstermiştir. Bunun üzerine hakem tarafından oyundan atılan 4. Trabzonsporlu futbolcu olan Salih Dursun, Trabzonspor tarafından "haksızlıklara başkaldıran" kişi olarak gösterilmiş, Salih Dursun'un adı Trabzon'un Yomra ilçesindeki bir sokağa verilmiştir. Ayrıca birçok uluslararası medya kuruluşu bu olayı haber yapmıştır. Bu maçın ardından MHK Başkanı Kuddusi Müftüoğlu, maçta Trabzonspor'un haksızlığa uğradığını kabul etmiş ve maçın hakemi Deniz Ateş Bitnel'e gözlemci tarafından sezonun en düşük notu verilmiştir. Salih Dursun maçtan sonra yaptığı açıklamada: ""Pişman değilim, savunma yapmayacağım. 7 kişiye karşı 12 kişi oynamak adaletsizlikti, kırmızı kartı 11 kişi kalmaları için çıkardım."" demiştir.
"Şampiyonluk (1)": 1973-74
"Şampiyonluk (1)": 2008-2009
Trabzonspor Futbol Takımı'nın başkanlığını; aynı zamanda kulübün de başkanlığını yapan Ahmet Ağaoğlu yürütmektedir. Güncel olarak futbol şubesinin teknik direktörlüğünü Ersun Yanal yapmaktadır.
Trabzonspor; UEFA Şampiyonlar Ligi'ne 9, UEFA Kupa Galipleri Kupası'na 3, UEFA Avrupa Ligi'ne 17, UEFA Intertoto Kupası'na ise 2 kez katılmıştır.
Trabzonspor, 1975-76 sezonunda ligde şampiyon olarak ertesi sezon ilk kez bir UEFA organizasyonuna (Şampiyon Kulüpler Kupası) katılmaya hak kazandı. Avrupa'da ilk maçını İzlanda temsilcisi ÍB Akraness ile oynayan ve bu takımı eleyen bordo-mavili takımın Avrupa arenasındaki ilk golünü Necmi Perekli attı. IA Akranes'ı eleyen Trabzonspor, ikinci turda Liverpool FC ile eşleşti. Trabzon'daki ilk maçı 1-0 kazanan Trabzonspor, İngiltere'de elenmekten kurtulamasa da; Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazanan Liverpool'a, o sene Avrupa maçlarındaki tek yenilgisini tattırdı. Trabzonspor'un Avrupa arenasındaki en büyük başarısı UEFA Kupası 3. Turu olsa da; tarihi boyunca Olympique Lyonnais ve Aston Villa gibi önemli Avrupa kulüplerini eledi. FC Internazionale Milano, Liverpool ve FC Barcelona gibi Avrupa'da şampiyonluklar yaşamış takımları yenmeyi başardı. Trabzonspor, 2011-2012 futbol sezonu öncesi Şampiyonlar Ligi'ne katılmak için ön eleme oynayıp, Benfica'ya elenmesine rağmen; TFF; UEFA'nın isteğiyle (2011 Türkiye futbolu şike soruşturması nedeniyle) Fenerbahçe'yi Şampiyonlar Ligi'nden men etti ve Trabzonspor ilk kez Şampiyonlar Ligi grup müsabakalarına davet edildi. Trabzonspor; Şampiyonlar Ligi gruplarındaki ilk maçına 14 Eylül, 2011'de çıktı ve Giuseppe Meazza Stadyumu'nda Inter ile oynanan bu maçı Ondřej Čelůstka'nın golüyle 1-0 kazandı.
Trabzonspor Avrupa'daki en farklı galibiyetini 2007 yılında 6-0 ile Vllaznia Shkodër karşısında alırken, en farklı mağlubiyetini 1990-91 sezonunda 7-2'lik sonuçla FC Barcelona karşısında aldı.
Trabzonspor'da altyapı eğitimi, düzenlenen futbolcu seçmeleriyle takım bünyesine alınan genç oyuncuları kapsar. Farklı takımlarda mücadele eden ve gelecek vadettiği düşünülen oyuncularsa, Trabzonspor'un pilot takımı olan 1461 Trabzon'a transfer edilir veya kiralanır. Ayrıca, genç kategorilerden Trabzonspor A2'ye yükselen bazı oyuncular da tecrübe kazanmaları için 1461 Trabzon'a gönderilir. 1461 Trabzon, Değirmenderespor'un kulübün bünyesine katılmasıyla kurulmuş ve 2. Lig'de oynamaya başlamıştır.
Trabzonspor altyapı etkinliklerini organize etmek amacıyla, Gençlik Geliştirme Merkezi Koordinatörlüğünü kurmuştur. 31 Mayıs 2011'e kadar baş koordinatör görevini üstlenen Sadi Tekelioğlu; bu tarihe dek kurul başkanlığı yapmıştır. Altyapı ile ilgili projeler bu birim tarafından yürütülmektedir.
16 Ekim 2007 tarihinde kurulan kadın futbol takımı, 2003'te feshedilen Kadınlar 1. Ligi'nin 2007'de yeniden kurulmasıyla Birinci Lige davet edildi. Aynı yıl kadın futbol braşını kuran Trabzonspor, Zeliha Şimşek önderliğinde Kadınlar 1. Ligi'nde mücadele etmeye başladı. Trabzonspor kadın futbol takımı, 2007'de kurulan Kadınlar 1. Ligi'nin ikinci şampiyonu oldu. Ayrıca takım, 2009-10 UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi'ne katılarak Türkiye'yi UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi'nde temsil eden ilk Türk kadın futbol kulüp takımı olarak tarihe geçti. Ancak, 2011'de ödenek yetersizliği nedeniyle kadın futbolu şubesi kapatıldı. Bugün için, 2011'de kapatılan Trabzonspor Kadın Futbol Takımı'nın birçok oyuncusu şehrin diğer ekibi İdmanocağı Kadın Futbol Takımı'nda forma giymektedir.
Trabzonspor Medical Park organik olarak Trabzonspor ile bağlı olmakla birlikte, kendine ait bir başkanı ve farklı bir kurum kimliği bulunan Türkiye Basketbol Ligi takımıdır. Güncel olarak, takımın teknik sorumluluğunu Nenad Marković üstlenmektedir. Takımın başkanı ise Abiş Hopikoğlu'dur.
Medical Park Trabzonspor 2005'te İdmanocağı'nın oyuncuları ve teknik heyeti takım bünyesine katılarak kuruldu ve EBBL'de mücadele etmeye başladı. 2008'de Trabzonspor tarafından Alpella'nın satın alınmasıyla TB2L'de yer alma hakkı elde etti. Alpella'nın alınmasından sonra resmî olarak Trabzonspor çatısından ayrılan takımın ilk başkanlığını, Saner Ayar üstlendi. İki sezon sonra ise Aleaddin Yakan önderliğinde Türkiye Basketbol Ligi'ne çıktı.
Takımın ilk ismi "Trabzonspor Basket" şeklinde koyulmuştu. Medical Park'ın takımın isim sponsoru olmasıyla birlikte bu ismin önüne "Medical Park" ifadesi eklendi. Ancak takımın ligde geçirdiği bir yılın ardından; Medical Park, takımın isim sponsorluğundan çekildiğini açıkladı. Medical Park'ın sponsorluktan ayrılmasının ardından yeni sponsor arayışlarının sonuçsuz kalması sonrasında, kulüpte basketbol branşının kapatılması gündeme geldi. Ancak daha sonra branşın kapatılmasından vazgeçildi ve yönetim tarafından, takımın "Trabzonspor Basketbol" adıyla yeniden yapılanmasına karar verildi. Takım, 2011-12 sezonunda Beşiktaş'a 81-77 yenilerek o dönemki adıyla "Beko Basketbol Ligi"'nden düştü. Ancak 2012-2013 sezonu sonunda yeniden Türkiye Basketbol Ligi'ne çıkmayı başaran Trabzonspor Basket'te; Trabzonspor kulüp başkanlığı seçimini kaybettikten sonra basketbol şubesine sponsor olan Muharrem Usta takımın finansörlüğünü üstlendi. Bu kapsamda Medical Park yeniden Trabzonspor Basket'e ad sponsoru oldu ve şube başkanlığına Abiş Hopikoğlu getirildi.
Trabzonspor Medical Park 2014-15 EuroChallenge sezonunda; dörtlü finale kadar yükselmeyi başardı. Trabzon'da yapılan dörtlü finallerde , finale çıkan Trabzonspor Medical Park, finalde Fransız takımı Nanterre'ye 63-64 yenilerek ikinci oldu. Aynı yıl Trabzonspor Medical Park, Türkiye Basketbol Ligi eşleşme serilerinde yarı final oynayarak tarihindeki en iyi lig derecesini elde etti.
2010'da 24 Şubat Hentbol Takımı'nı bünyesine katan Trabzonspor'un kurduğu ve Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde mücadele eden, Türk hentbol takımı.
Trabzonspor, 1984'te kentteki hentbol kulüplerini birleştirerek bir takım kurmayı planlamış ancak daha sonra bundan vazgeçmiştir. Bundan 26 yıl sonra (2010) 24 Şubat Hentbol Takımı'nı bünyesine katarak, Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde etkinlik göstermeye başlamıştır. Böylece hentbol, kulüpte icra edilen üçüncü takım sporu olmuştur.
Trabzonspor bünyesinde güncel olarak futbol, hentbol ve basketbol sporları dışında etkinlik gösteren şubeler şunlardır:
Trabzon'da bulunan, Trabzonspor'un maçlarını oynadığı ve 2007 Karadeniz Oyunları'nda ana stat görevini gören, doğal çim zeminli kent stadı.
Stadın, 19.800 kişilik kapasitesine 2008'den sonra yapılan eklemelerle stadın kapasitesi 21.260'a ulaşmıştır.
Hüseyin Avni Aker Stadyumu 1951 yılında, 2.400 kişilik bir stadyum olarak inşa edilmiş, daha sonra birçok kez onarım geçirmiştir. Stada 1981'de büyük bir tadilat yapılmış, 1994'te stadın üstü kapatılıp ışıklandırılmıştır. 2008'de 1.200, 2010'da 260 kişilik kapasite artışına tabi tutulan stad, bugünkü halini almıştır. Ayrıca 2008'de yapılan onarımda, maraton tribününün üzeri açılmıştır.
Hüseyin Avni Aker Stadı, UEFA kriterlerine uygun ve UEFA organizasyonlarında kullanılan bir stattır.
Stad, adını Hüseyin Avni Aker'den almıştır. Stada ad vermek için valilikte yapılan toplantıda, stadın yapılması için çokça uğraşıp önemli mesai harcayan, zamanın Trabzon Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü Asbaşkanı ve Trabzon'un ilk beden eğitimi öğretmeni Hüseyin Avni Aker'in adı, Hayri Gür'ün teklifiyle stada verilmiştir.
Trabzonspor, 26 Ocak 2016'da oynanan ve 1-0 üstünlüğüyle sonuçlanan Ziraat Türkiye Kupası maçı ile Hüseyin Avni Aker Stadyumu'na veda etti.
Trabzonsporlu sporcuların, çalışmalarını gerçekleştirdiği tesislerdir. Tesislerde: antrenman alanları (5 antrenman sahası); kafeterya vb. dinlenme alanları ve organik tarım alanı gibi bölümler bulunur. Tesisin toplam kapladığı alan, 50 bin m².dir.
Mehmet Ali Yılmaz Tesisleri'nin sponsoru İstikbal Mobilya'dır. 1983'te yapımına başlanan ve 1985'te hizmete açılan tesisler, 2010 yazında yenilenmiştir. Tesislerde 60 idari, 24 teknik (organik tarım alanı dahil) olmak üzere; toplamda 84 kişi çalışmaktadır.
Bu tesisler isimlerini; eski Spor Bakanı ve Trabzonspor'un onursal başkanı Mehmet Ali Yılmaz'dan almaktadır.
Trabzonspor Kadir Özcan Gençlik Geliştirme Merkezi, 2005'te TFF tarafından yapılmış ve Haluk Ulusoy Tesisleri olarak adlandırılmıştır. Tesisler bir süre altyapı eğitimi için kullanılmış ve 2008'de Trabzonspor'a devredilmiş futbol tesisleridir. Bu tesisler, adını eski TFF başkanlarından Haluk Ulusoy'dan almaktaydı. Ocak 2014 tarihinde tesislerdeki Haluk Ulusoy ismi Trabzonspor tarafından silinmiş, yerine 1972-1978 yılları arası Trabzonspor'un efsane kadrosunda yer alan efsane |
isimlerinden ve 1461 Trabzon takımında teknik direktörlük yaparken 22 Ekim 2013'te vefat etmiş Kadir Özcan'ın isminin verilmesine karar verilmiş ve ismi Kadir Özcan Gençlik Geliştirme Merkezi olmuştur.
Trabzonspor'un bünyesinde olan Trabzonspor'un, şehirdeki lise takımlarının ve Trabzonspor Erkek Hentbol Takımı'nın hentbol maçlarını oynadığı kapalı spor salonudur. Zemini parke döşemelidir. Spor salonu 1100 kişi kapasiteli durumundadır. Yapılmakta olan Hayri Gür Spor Salonu bittikten sonra, Trabzonspor maçlarını yapılan bu yeni salonda oynayacaktır.
Trabzon-Pelitli'de konumlanan 7.500 kişi kapasiteli spor salonudur ve "Pelitli Spor Salonu" olarak da bilinir. Türkiye Basketbol Ligi ekiplerinden Trabzonspor Basketbol maçlarını bu salonda oynamaktadır.
Salon EYOF Trabzon 2011 için yapılmaya başlanmıştır. Önceleri salonun 5.000 kişi kapasiteli olması planlansa da, daha sonra bu rakam 7.500'e çıkartılmıştır. Pelitli'de bulunmasından ötürü adı "Trabzon Pelitli Spor Salonu" olması öngörülse de; Trabzonspor'un ilk teknik direktörü ve Trabzon'un önemli spor adamlarından Hayri Gür'ün vefatı üzerine; dönemin Trabzon valisi Recep Kızılcık salona Gür'ün adının verileceğini söylemiştir. Salon EYOF Trabzon 2011'de basketbol maçları için kullanılmıştır.
Trabzonspor, anonim şirket olmuş ve borsaya girmiş bir kulüptür. Takımın tüzel kişiliğine ait mal varlıkları bulunmaktadır. Bunların en önemlileri: Trabzon Yat Limanı, Hüseyin Avni Aker Stadyumu'nun yol tarafında kalan boş alan, Kartal Tesisleri, Yenimahalle fuar alanı, Sadri Şener Sosyal Tesisleri ve çeşitli yerlerde açılan 17 adet TS Club mağazalarıdır.
Bu tesislerden Kartal Tesisleri İstanbul'da bulunmaktadır ve içerisinde bar, restoran vs. iş yerleri bulunmaktadır. Ayrıca Trabzonspor, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin Girne kentinde kamp ve dinlenme tesisleri yapmayı planlamaktadır. Bunların yanında kulüp, elektrik üretimi sektöründe de etkindir.
Trabzon-Akyazı sahilinin bir kısmı da TOKİ ile yapılan anlaşma gereği Trabzonspor'a tahsis edilmiş ve bu alanın üzerinde bir spor kompleksi yapılması planlanmıştır.
Hüseyin Avni Aker Stadı (futbol maçlarında) ve Trabzon 19 Mayıs Spor Salonu (basketbol ve hentbol maçlarında) maç günlerinde önemli sayıda taraftar çekmektedir. Ayrıca Hüseyin Avni Aker Stadyumu, Türkiye'de biletli izleyici sayısının açıklandığı tek stattır. 2010-11 sezonunda 21.260 kişi kapasiteli stadın yaklaşık 13 bin koltuğu yıllık bilet (kombine) olarak satılmıştır.
Yapılan bir araştırmaya göre, Trabzonspor'un Türkiye çapında %8 civarında taraftar oranına sahip olduğu ve bu oranla Türkiye'nin en çok taraftarı olan 4. kulübü olduğu verilerine ulaşılmıştır. Yine 2013 Eylül ayında bağımsız bir araştırma şirketinin 27 büyükşehirde 1001 kişi üzerinde yaptığı ankette, Trabzonspor'un taraftar oranı %6.8 olarak belirlenmiştir.
Trabzonspor'un Trabzon dışında da önemli sayıda taraftarı bulunmaktadır. Aralık 2010'da İstanbul'da oynanan İstanbul Büyükşehir Belediyespor maçında Trabzonspor'u yaklaşık 61 bin taraftar desteklemiştir.
Trabzonspor'un oynadığı karşılaşmalarda taraftarın, maçın 61. dakikasında gerçekleştirdiği gösteriler 61. dakika tribün gösterileri diye anılır. 2008-09 sezonu başında, kazanılan maçlardan sonra Trabzon'un yerel oyunlarından kolbastının oynanması ve 61. dakikada tribün gösterilerinin yapılmasına karar verildi. 61. dakikada havaya uçan bordo-mavi balonlar ve konfetiler bırakılmaya başlandı.
2008-09 sezonunun ikinci yarısında oynanan Trabzonspor-Galatasaray maçında yapılan 61. dakika gösterilerinde havaya uçurulan balonların bir anda sahaya dolmasıyla maçın durması sonucu, Trabzonspor Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu'na sevk edilmiş ve bir ara gösterilerin durabileceği konuşulmuştur. Daha sonra ise Trabzonspor: "Sezon başından bu yana gerek Trabzon'da gerekse de deplasmanda oynanan tüm maçlarda gerçekleştirilen 61. dakika şovundan bugüne kadar övgüyle bahsedilirken ve bu şov diğer kentlere de örnek olmaya başlamışken, Galatasaray karşılaşmasında yaşanan küçük aksaklıklar nedeniyle taraftarlarımızın mahkûm edilmeye çalışılmasına anlam vermemiz mümkün değildir." sözleriyle gösterileri savunmuş ve gösterilerin devam edeceğini açıklamıştır.
Kulübün ilk şampiyonluk yıllarında çalınan birçok marşı resmî sitede yer almakla birlikte, bunlardan en bilineni "Şen Ola Trabzon!"(1976 Şampiyonluk Marşı) dur.Bunun haricinde kulübün "onur üyesi" Karadenizli ünlü şarkıcı Kazım Koyuncunun anısına çok sevilen "Trabzonspor Marşı"(Uy Aha Trabzon) her golden sonra Hüseyin Avni Aker Stadyumunda çalmaktadır.Vira taraftar grubunun da çok sevilen iki marşı bulunmaktadır. Bunun dışında Fuat Saka-İbrahim Can,Erkan Ocaklı, Kazım Koyuncu, Gece Yolcuları, Volkan Konak, Yusuf Güney, Hülya Polat, Sinan Sami, Kibar Sürmen, Sinan Yılmaz, Adnan Yılmaz, İslam Yıldız, Seyfettin Çakıral, Sait Uçar gibi ulusal veya yöresel sanatçıların Trabzonspora yazdığı veya seslendirdiği marş, şarkı ve türküler bulunmaktadır.
Trabzonspor, biri yurt dışından biri de Türkiye'den olmak üzere iki kardeş kulübe sahiptir. 2010 Türkiye Kupası finalinin oynandığı Şanlıurfa'da Şanlıurfaspor'un Trabzonspor'a gösterdiği ilgiden dolayı; Trabzonspor yönetimi 163 sayılı kararla Şanlıurfaspor'u kardeş takım ilan etmiştir. Ayrıca Trabzonspor, aynı renkleri taşıdığı ve logosunda ay-yıldız bulunan İrlanda takımlarından Drogheda United FC ile de kardeş kulüptür.
Trabzonspor'un yıllık bütçesi 110 milyon TL civarındadır. 2010'da Trabzonspor'un borcu; 105 milyon 465 bin 550 TL olarak açıklanmıştır. Bu borcun 47 milyon 810 bin 945 TL'si ise uzun vadelidir. Kulübün yıllık olarak; telekomünikasyon ve kambiyo sektörlerinden toplam 11-12, Türk Telekom ile yapılan göğüs reklamı anlaşmasından 3, İddaa'dan da yaklaşık 5 milyon TL kazancı vardır. Bunun yanında stadyum reklamları, maç başına satılan biletler ve kulüp mağazalarından yapılan satışlar; kulüp ekonomisini oluşturur. Kulübün resmî ürün satışını yapan TS Club'un günlük ortalama kârı 50 bin TL'dir. 2010-11 futbol döneminde Trabzonspor yayın geliri olaraksa 49.875 milyon TL kazanmıştır. Bunun yanında Trabzonspor, hidroelektrik santrali yatırımlarından yıllık 7-8 milyon TL gelir hedeflemektedir.
Trabzonspor'un birçok firma ile sponsorluk anlaşması vardır. GNC takımın doğal ürünler sponsoru, Sarar giyim sponsoru, Yurtiçi Kargo kargo sponsoru, İstikbal ise mobilya sponsorudur.
Kulübün ana sponsoru ve çeşitli kampanyalardaki destekçisi QNB'dir. Ayrıca basketbol şubesinin forma sponsoru Medical Park, futbol takımının forma üreticisiyse Nike'dir.
Kulüp Avea ile yaptığı anlaşma gereğince, iletişim alanında tamamen bu operatöre bağlı olan ancak isim hakkı saklı tutulan Trabzoncell iletişim ürününü piyasaya sürmüş, bu ürün 60 binden fazla satmıştır. Ürünün adı kullanılarak organize edilen bir ödül olan TrabzonCell Ayın Futbolcusu Ödülü her ay bir Trabzonspor futbolcusuna verilmektedir.
Trabzonspor Dergisi, 2003'ten itibaren Trabzonspor tarafından yayımlanmaya başlayan futbol ağırlıklı spor dergisi. Derginin dağıtımı herhangi bir şirkete devredilmemiştir, bizzat kulüp tarafından yapılmaktadır. Ayrıca, Trabzonspor Dergisi internet aracılığıyla da okunabilmektedir. Dergi, 2012 aralık ayında 105. sayısına ulaşmıştır.
Hüseyin Avni Aker
Hüseyin Avni Aker, (d. 1899 Vakfıkebir, Trabzon - ö.1944), Türk öğretmen. Daha çok Trabzon şehir stadyumuna adının verilmesi ekseninde tanınır.
Trabzon'daki futbol stadına adını veren spor adamı. Trabzon ilinin ilk beden eğitimi öğretmenidir ve stadın yapılmasına emeği geçmiştir.
1899 yılında Trabzon'un Vakfıkebir ilçesinin Çavuşlu Köyü'nde dünyaya geldi. İlk, orta tahsilini Trabzon'da yaptı ve Trabzon mahalli mektebinden mezun oldu. İstiklal Savaşı'na katılarak cephede düşmana karşı savaştı. 1925 yılına kadar Akçaabat, Sürmene ve Trabzon'da ilkokul öğretmenliği yaptı.
1926 yılında ünlü spor adamı Selim Sırrı Tarcan tarafından İstanbul'da açılan Beden Eğitimi Kursuna katıldı ve buradan diploma aldı. Trabzon tarihinin ilk beden eğitimi öğretmeni olarak tarihe geçen H. Avni Aker, Trabzon Lisesi Muallim Mektebi ve Ticaret Lisesine atandı. Buralardaki başarılı hizmetlerinden sonra Beden Terbiyesi Bölge Asbaşkanlığı (Şimdiki Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü) görevini üstlenerek Trabzon sporunun en üst makamına yükselen değerli spor adamı, yaşama veda ettiği 1944 yılına kadar bu görevini sürdürdü.
Avni Aker, görevde bulunduğu yıllar içinde Trabzon'a bir stat kazandırmak ve bugün stadın bulunduğu araziyi bu amaçla istimlak etmek için çok uğraştı. Onun müthiş çabası daha sonra adının verildiği stadı Trabzon futboluna kazandırdı.
Hüseyin Avni Aker'in arkadaşı olan ünlü Beden Eğitimi Öğretmeni ve antrenör Hayri Gür stada Avni Aker adının verilme öyküsünü şöyle anlatıyor:
“1940'lı yıllarda Hüseyin Avni Aker'le aynı okulda beraber çalıştık. Kendisi hem lisede öğretmendi hem de Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü'nde vali nezdinde asbaşkanlık görevini yürütüyordu. 1972-77 yılları arasında Trabzon'da Beden Terbiyesi'nde 5 yıl bölge müdürü olarak çalıştım. Bu sırada stad inşaatı tamamen bitmiş ve isim aranıyordu. Zamanın valisi Adil Ciğeroğlu başkanlığında bir genel kurul oluşturuldu. Bu genel kurul da ben de vardım ve Hüseyin Avni Aker ismini ben teklif ettim. Çünkü bu stada en çok onun emeği geçmişti. Sanat Okulu ile Yeni Mahalle arası o zamanlar uçurumdu ve bu uçurumu at arabaları ile toprak taşıyarak doldurduk. Toprağı zemine serdikten sonra çimleri ekmeye başladık. Daha sonra ise altmış kişilik kapalı tribün ile açık tribün yaptık. O zamanın parasıyla tüm bunlar 40 bin liraya mal olmuştu. Tüm bunları vali Ciğeroğlu'na anlatınca o da bana hak verdi ve stada Avni Aker'in isminin verilmesini istedi. O zamanlar buna tek karşı çıkan Ziyad Nemli olmuştu. Nemli, stada İdmanocağı'nın eski kaptanı Rıza Kuğu'nun adının verilmesini istiyordu.”
Uzunköprü
Adını sahip olduğu dünyanın en uzun taş köprüsünden alan Edirne’nin Uzunköprü ilçesi Ergene nehri kıyısına kuruludur. Türkiye’yi Balkanlar ve Avrupa’ya bağlayan geçiş yolları üzerinde stratejik açıdan |
önemli bir sınır kenti olan Uzunköprü kapladığı alan bakımından Edirne’nin birinci, nüfus bakımından ise ikinci büyük ilçesidir. İlçenin 54 adet köyü bulunmaktadır.
Uzunköprü’nün tarihi Neolitik Çağ’a ( MÖ. 8000-5500) kadar uzanmaktadır. Kentin güneyinde, Kırkkavak köyü yolu üzerinde bulunan Maslıdere’de yapılan yüzey araştırmalarında benzerlerine ne Yunanistan’da ne de Bulgaristan’da rastlanan bu döneme ait çizgi ve baskı süslemeli çanak çömlek parçaları bulunmuştur. Ancak o döneme ait bilgiler kazıların yapılmaması nedeniyle oldukça yetersiz kalmıştır. Bölgenin bu dönemden M.Ö. 15. yy. a kadar olan tarihi belirsizdir. M.Ö. 1400‘lü yıllarda ise Trak kabilelerinin yerleşim yeri haline gelmiş ve uzun bir süre böyle kalmıştır. Traklar’dan sonra burası birçok defa el değiştirmiş, M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren sırasıyla Yunan, Pers, Makedon, Roma ve Bizans hakimiyetleri altına girmiştir. Bölgenin bu kadar eski bir geçmişe sahip olmasına rağmen bugünkü Uzunköprü kentinin olduğu alanın bataklıklar ve sık ormanlarla kaplı olmasından dolayı Osmanlılar’a kadar üzerine herhangi bir şehir inşa edilememiştir. Bu nedenle bölgede kurulan en yakın şehir, Roma İmparatoru Trajan (M.S. 53-117) tarafından karısı Plotina adına bugünkü Uzunköprü ile Dimetoka arasında Meriç nehrinin iki yakasına kurulan Plotinopolis kentidir. Burası Eski Uzunköprü olarak da adlandırılmaktadır. En son Bizanslılar’ın yönetiminde bulunan bölge Edirne’nin Osmanlı Sultanı I. Murat tarafından 1363 Sazlıdere Savaşı’yla fethedilmesi sonucu tümüyle Türklerin hakimiyetine geçmiş ve ancak bu dönemden sonra bugünkü yerinde Uzunköprü kenti kurulabilmiştir.
Uzunköprü Osmanlı Devleti tarafından Rumeli’de kurulan ilk Türk şehridir. Sultan II. Murat tarafından 1427 yılında Ergene şehri adıyla kurulmuştur. Kentin kuruluşu hem bu bölgede o dönemin başkenti Edirne’nin Gelibolu ve Balkanlar’a açılan çıkış yolu üzerinde bir yerleşim yeri ihtiyacının hem de Ergene nehri üzerindeki büyük köprünün 16 yıl süren yapım çalışmalarının bir sonucu gerçekleşmiştir.
Gelibolu’ya sefere çıkan II. Murat, ordusunun yağan yoğun yağmurlar yüzünden yaşanan taşkınlardan Ergene nehrini geçememesi ve ahşaptan yapılan geçici köprülerin de sellere karşı dayanıksız olması nedeniyle nehrin üzerine taştan bir köprü yaptırmaya karar vermiştir. 1424 yılında yapımına başlanan ve 3 yılda bitirilen 360 gözlü ilk köprüyü II. Murat yeterli bulmamış ve tümüyle yıktırıp yeniden yaptırmıştır. Günümüze ilçede bulunan köprü işte bu ikinci köprüdür. 1427- 1443 yılları inşa edilen ikinci köprünün yapımının uzun sürmesi üzerine çalışanların ve bölgeyi korumakla görevli askerlerin ihtiyaçlarının karşılanması için cami, imarethane, kervansaray, medrese, hamam ve iki adet yel değirmeni yaptırılmıştır. Bu yerlerin bakımı ve imarı için önce Edirne’nin köylerinden daha sonra da Rumeli’ye geçiş yapan Türkmen aşiretlerinden aileler buraya yerleştirilerek ilçenin ilk temelleri atılmıştır. Cisr-i Ergene (Ergene Köprüsü) adı verilen bu yerleşim yeri zamanla Edirne’den Gelibolu’ya ve oradan da gemilerle Avrupa’ya, Mısır’a ve Suriye’ye sevk edilen birçok tüccar mallarının güzergahı haline gelmiş ve hızla gelişmiştir.
19. yy’a kadar devamlı Türk hakimiyetinde kalan Uzunköprü, 20 Ağustos-20 Kasım 1829 ile 21 Ocak 1878-13 Mart 1879 tarihlerinde Rusya; 2 Kasım 1912-19 Temmuz 1913 arasında Bulgarlar ve son olarak da 25 Temmuz 1920-18 Kasım 1922 arasında Yunanlar tarafından olmak üzere yüz yıllık zaman dilimi içerisinde dört ayrı işgal yaşamıştır. 1920 yılındaki son işgalde Yunanlar kentin adını Makrifere’ye çevirmiş ve 2 yıldan fazla bu adla anılmıştır. 18 Kasım 1922‘de kentin Türkler tarafından geri alınmasından sonra Uzunköprü olan özgün adına geri kavuşmuştur. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra İtilaf Devletleri’yle 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması’nda Meriç nehrinin Türkiye-Yunanistan sınırı olarak kabul edilmesiyle son ve kesin olarak Türk topraklarında kalan Uzunköprü’de kentin kurtuluş tarihi olan 18 Kasım her yıl törenlerle kutlanmaktadır.
Edirne Vilayet Matbaası Müdürü Şevket Dağdeviren'in yazdığı 1892 tarihli salnameye göre;
Edirne sancağının bir kazası olan Cisr-i Ergene kasabasında 5 cami ve mescit, 1 medrese, 1 Rufai Dergahı, 1 Gülşeni Zaviyesi, 1 hükümet konağı ile şer’iye mahkemesi, 2 bölük süvari atını alacak 2 ahır ve baytarhane, hastane, telgrafhane, nizamiye ve redif dairesi, jandarma piyade ve süvari koğuşları ile 1 hapishane, 2 resmi ambar, 9 çeşme, 1 buharlı un fabrikası, 1 gümrük dairesi, 1 hamam, 1 rüştiye, 2 erkek okulu, 1 kız okulu, 2 Rum okulu, 2 Bulgar okulu, köylerde 30 cami, 39 okul ve 1140 öğrenci vardı.
Kasaba ile 3 nahiyeye bağlı 70 köyde 6172 ev, 35869 nüfus vardı.
Uzunköprü Türkiye’nin en batı sınırında, Edirne ilinin tam ortasında yer alır. Batısında Yunanistan ve Meriç ilçesi, doğusunda Tekirdağ, kuzeydoğusunda Kırklareli, güneyinde İpsala ve Keşan ilçeleri, kuzeyinde Edirne merkez ve Havsa ilçesi ile komşudur. Yüzölçümü 1224 km² dir. Ergene ovası üzerinde bulunan ilçenin denizden yüksekliği 18 m. olup % 75’i düzlüklerle kaplıdır. Kuzeyinde ve güneyinde yer yer küçük tepeciklere ve platolara rastlanan Uzunköprü’nün en yüksek yeri 221 m. ile Süleymaniye tepesidir.
İlçe, deniz ve kara iklimleri arasında bulunan sert bir iklim olan Akdeniz ikliminin Trakya Geçit Tipi alanındadır. Rüzgarlar, genellikle kuzey yönlerden ve orta şiddette eser. Yazlar sıcak ve yağışsız, kışlar soğuk ve kar yağışlıdır. En çok yağmurun gözlemlendiği dönem ise bahar aylarıdır.
Yarı nemli olarak sayılabilecek bir iklime sahip olan ilçenin doğal bitki örtüsü bozkırdır. % 20’si çayır ve meralarla, % 10’u ise orman ve fundalıklarla kaplı olan ilçe topraklarının kalanı tarıma ayrılmıştır. Ancak son yıllarda yapılan ağaçlandırma çalışmalarıyla ilçenin ormanlık alanı da artmaya başlamıştır.
Trakya topraklarının en verimli bölgesi olan Ergene havzasında yer alan Uzunköprü ekonomisi tarıma ve tarımsal sanayiye dayalıdır. Hem yer altı hem de yerüstü su kaynakları bakımından oldukça zengin olan ilçe Ergene ve Meriç nehirlerinin taşıdığı alüvyonların meydana getirdiği verimli geniş topraklara sahiptir. Topraklarının % 80’inde tarım yapılan ilçede en çok buğday, pirinç, ayçiçeği ve şeker pancarı yetiştirilmekte ve Uzunköprü’deki fabrikalarda işlenmektedir. Bununla birlikte son yıllarda seracılığın artmasıyla birlikte sebze yetiştiriciliği, bağ ve bahçecilik de gelişme göstermeye başlamıştır.
Uzunköprü’de tarım kadar olmasa da hayvancılık da önemli bir yer tutmaktadır. En çok küçükbaş hayvan yetiştirilen ilçeden çevre illere canlı hayvan ve et ihraç edilmektedir. Bunun yanı sıra mandıracılık da gelişmiş, süt ve süt ürünleri özellikle de peynir yapımında oldukça ileri bir düzeye gelinmiştir. Son yıllarda ilçede yurtdışına ihraç etmek üzere domuz yetiştirilmeye de başlanmıştır.
Denize kıyısı bulunmayan Uzunköprü’de balıkçılık daha çok sulama amaçlı kullanılan ve sayısı 17’yi bulan baraj ve göllerden yapılmakta ve çoğunlukla bireysel düzeyde kalmaktadır. Ayrıca artan kirlilik Ergene ve Meriç nehirlerini balıkçılık bakımından oldukça kullanışsız hale getirmektedir. Bu yüzden de ilçede balıkçılık gelişme gösterememiş, çevre il ve ilçelerden balık ithal edilmek zorunda kalınmıştır.
Bir Türk ve Balkan kenti olarak Uzunköprü, hem kendine özgü hem de Balkan ve Türk mutfağına ait olan yemek, börek ve tatlı çeşitlerinin bir arada bulunabileceği geniş bir mutfağa sahiptir. Sadece bu yöreye has olan beyaz yahni, kaşarlı köfte, Uzunköprü köftesi, kayısılı kuzu, domates dolması ve yer elması çorbası ile nektarili fincan tatlısı gibi yemek ve tatlı çeşitlerinin yanında Balkanlar’a has ciğer kapama, Arnavut ciğeri, Edirne ciğeri, lahana aşı, akıtma, kıvrım böreği, pırasa pidesi, gül ve zerdali tatlısı, cevizli şekerpare ile sütlaç diğer geleneksel Türk yemekleriyle birlikte zengin Uzunköprü mutfağını oluşturan en önemli lezzetlerdendir.
Uzunköprü ilçesine adını veren dünyanın en uzun tarihi taş köprüsüdür. Sultan II. Murat’ın emriyle 1427-1443 yılları arasında Mimar Muslihiddin Usta tarafından Ergene nehri üzerine yapılmış ve 1444 yılında Sultan II. Murat’ın da katıldığı büyük bir törenle açılmıştır. Yapıldığı yer, Osmanlı Devleti’nin o zamanki başkenti Edirne ile Gelibolu ve Batı Rumeli’yi birbirine bağlayan askeri ve ticari bakımdan oldukça önemli bir stratejik noktadadır.
Köprü, günümüzde Uzunköprü’nün köylerinden olan Yağmurca ve Eskiköy ile Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Hasırcıarnavut köyündeki taşocaklarından getirilen taşların kesilip Horasan harcıyla birbirine yapıştırılmasıyla inşa edilmiştir. Yapımına önce Gazi Mahmut Bey, onun ölümünden sonra da İshak Bey nezaret etmişlerdir. Günümüzde, ilk gözünden son gözüne kadar 1238,55 m uzunluğunda olmasına karşın ilk yapıldığında uzatılmış kanatlarıyla birlikte 1392 m’yi bulmaktaydı. Bu kadar uzun yapılmasının sebebi o dönemde bölgenin geniş bataklıklarla kaplı olmasıdır. Bunun yanı sıra Ergene Nehri’nin yağışlı zamanlarda taşkınlara yol açması nedeniyle nehir üzerindeki gözler oldukça yüksek tutulmuş, köprünün yıkılmasını önlemek için de bu gözlere yedi adet tahliye deliği eklenmiştir. 13.56 m yüksekliğindeki köprünün kanat ve kemerleri; aslan, fil, kartal, lale ve çeşitli geometrik kabartma motiflerle süslenmiştir.
Yapılmasından bu yana birçok sel ve deprem felaketi geçiren köprü, bu zararları gidermek amacıyla Fatih Sultan Mehmet, Sultan II. Osman, Sultan II. Mahmut ve Sultan II. Abdülhamit zamanında onarımdan geçirilmiştir. Cumhuriyet döneminde motorlu araçların geçişini kolaylaştırmak amacıyla 1964-1971 yılları arasında yapılan restorasyonda köprü iki yandan genişletilerek eni 5.24 m’den 6,80 m.’ye çıkarılmıştır. Başlangıçta 174 gözlü olan köprünün bir gözü zaman içinde yıkılmış, diğer bir gözü de başka bir gözle birleştirilerek göz sayısı 172’ye indirilmiştir.
Türk demokrasi tarihinin dönüm noktalarından biri olan II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinin anısına yapılmış olan demokrasi anıtıdır. Osmanlı Devleti’nin 23 Temmuz 1908’de ikinci kez ilan ettiği meşrutiyet ile mu |