text
stringlengths
508
34.4k
title
stringlengths
2
45
city
stringclasses
74 values
area
stringclasses
7 values
KONUŞAN BEBEK Bir varmış, bir yokmuş... Bir beyin üç oğlu varmış. Oğlanlar evlenmek için ok atarlarmış. Ok nereye giderse oradaki kızla evlenirlermiş. Babaları oğullarına “Haydi yavrularım ok atılacak.” demiş. Birinin okuna bir kız çıkmış. Ötekine de bir kız çıkmış. En küçük oğlanın avına da bir akrep çıkmış. Babası der ki: —Olmadı bir daha at. Aboo... Benim oğlum akrebi mi alacak? Oğlan bir daha atmış. Yine akrep çıkmış. Üçüncüsünde de akrep çıkmış. Babası oğluna demiş ki: —Olmaz oğlum. Sen bununla evlenemezsin. —Dur baba! Belki bunda da bir hayır vardır. Oğlan akrebi alıp eve gelmiş. Odaya koymuş. Toy düğün yapılmış. Güveyi getirip kapıdan içeriye tıkmışlar, kapıyı basmışlar. Oğlan baksa ki, doğan aya “Doğma ben doğacağım.” diyor gibi kız parıl parıl parlıyor. Bu kız peri kızıymış. Kız oğlana demiş ki: “Şu babanın bohçası, şu kardeşlerinin bohçası, şu amcanın bohçası...” Oğlan bohçaları anasına iletmiş. Baksalar ki, bir akrep bu kadar bohça göndermiş. Diğer oğlanların karıları hiçbir şey göndermemiş. Anası oğluna demiş: —Oğlum gelinimizi görmek istiyoruz. —Tamam ana. Oğlan doğru akrebin yanına gelmiş: —Karıcığım seni anam babam görmek istiyor. —Beni gösterme. Başıma düşman çoğaltma. İkimiz birbirimize yeteriz. Kız ne yapmışsa kocasını ikna edememiş. Davet için hazırlık yapmışlar. Oğlanın anası babası davete gelmiş. Baksalar ki, dünya güzeli bir kız. Kızın güzelliği karşısında kadın ne yapacağını şaşırmış. Kadın kocasına demiş ki: —Bey, bu kız tam sana layık. —Eee... Ne yapalım? —Valla bey, oğlundan yerine getiremeyecek şeyler iste. Getirmezse cellat et. Babası oğlunu yanına çağırtmış: —Bana bir halı getireceksin. Köy üzerinde oturacak, halının yarısı boş kalacak. Oğlan kara kara düşünüp eve gelmiş. Kocasının düşünceli olduğunu anlayan kız derdini öğrenir: —Git filan yere. Orada bacım Ayşe’den en küçük halıyı iste. Sana verir. Oğlan karısının tarif ettiği yere gider ve Ayşe’yi çağırır: —Ablan sizin küçük halıyı istiyor. —Tamam, biraz bekle getireyim. Oğlan halıyı alıp babasına getirir. Babası köyü halının üzerinde oturtur. Halının yarısı boş kalır. Babası oğluna bir şart daha koşar: —Bana bir salkım üzüm getireceksin. Herkes yiyecek hiç eksilmeyecek. Oğlan yine kara kara düşünerek eve varmış. Karısı kocasının derdini bildiği için tekrar bacısına yollar: —Git bacım şimdi üzüm topluyor. Ondan bir salkım iste al, gel. Oğlan karısının tarif ettiği yere gitmiş. Ayşe’yi çağırmış. Ondan bir salkım üzüm istemiş. Üzümü alıp gelmiş. Babasına vermiş. Herkes bu salkımdan yemiş. Yenildikçe yenilenmiş. Babası bir başka istekte bulunmuş: —Oğlum, bana sakalı iki karış, boyu bir karış konuşan bir bebek getireceksin. Oğlan kara kara düşünerek eve gelmiş. Karısı, kocasının düşünceli hâlinden dertli olduğunu anlar ve bacısına gönderir: “Git bacımın şimdi sancısı başlamıştır. Biraz bekle. Çocuk doğunca al, gel.” Oğlan doğruca karısının tarif ettiği yere gider. Çocuğun doğumunu bekler. Biraz sonra çocuk doğar. Oğlana çocuğu verirler. Oğlan çocuğu alır, gelir. Babasına götürür. Oğlan babasından bütün ahalinin gelmesini ister. Bütün ahali gelir. Oğlanın babası çocuğa der ki: —Konuş bakalım. Bir halının yarısına oturulup yarısı boş kalır mı? Dizlerine kadar taş kesilesin. Hiçbir salkım üzümü bütün millet yer de üzüm eksilmez mi? Beline kadar taş olasın. Sakalı iki karış, boyu bir karış konuşan bir bebek gördün mü? Her yanın taş kesilsin.
Konuşan Bebek
Niğde
İç Anadolu Bölgesi
YILAN ŞAHİN İLE TİLLİ YUSUF Bir varmış, bir yokmuş... Allah’ın kulu çokmuş. Bir kadının hiç çocuğu olmazmış. Bir gün; “Allah’ım olsa olsa da bir yılan olsa, ne olsa çayan* olsa bana bir çocuk ver.” diye Allah’a dua etmiş. Bizim evvelden duyduklarımız. Zaman geçmiş, bu kadın hamile kalmış. Günü tamam olunca bu kadın bir yılan doğurmuş. Yılan on beş yaşına girince gıcılayıp* eve girmemeye, anasına babasına ecir* etmeye başlamış. Gitmişler buna bir kadının kızını istemişler. Yılan kızı sokmuş, öldürmüş. Ondan sonra aradan ıcık* da zaman geçince bir daha gıcılamış. Bir kız daha almışlar. Onu da sokup öldürmüş. İstedikleri kızlar zenginlerin kızlarıymış. Anası “Bir de dana çobanının kızını alalım.” demiş. Gayri kimse kızını vermemiş. Dana çobanının kızını istemişler. Çoban kızını vermiş. Dana çobanının kızı ağlarken yanına bir dede -derviş- gelmiş. Kıza sormuş: -Ne ağlıyorsun kızım sen? -Beni böyle böyle bir yılana verecekler. -Yavrum, onun kolayı var. Varınca yedi kat ev yaptır. ‘Bir kat sen soyun Yılan Şahin, bir kat ben soyunayım.’ de ve esbabı* soyun. Bir adım at, eve çık. Anladın mı lafımı? diyerek derviş ortadan kaybolur. Kız kaderine razı olup Yılan Şahin ile evlenmiş. Evlenmeden önce kız şart olarak “Yedi kat ev yaptırın. Yedi kat elbise de bana giydirin ki oğlunuzu alayım.” der. Yedi kat ev ve yedi kat elbise yaptırmışlar. Kız, Yılan Şahin ile evlenmiş. Gerdek gecesi kız Yılan Şahin’e “Bir kat elbiseyi Yılan Şahin bir sen soyun, bir ben soyunayım.” demiş. Amma o adam Hızır imiş. Öyle öyle kızın yanına gelse ki, çırpınıp bir babayiğit olmuş. Evvelki ölenlerin anaları babaları “Bizim kızlar öldüydü, bu nasıl canlı kalır? Bunu da çıkaralım.” diye bu kızın yanına cazı düşürmüşler. Cazı karısı kızın yanına varmış. Kıza; “Aman yavrum, dışarıda gül var diken var. Burada ne bekleyip duruyorsun. Gel dışarıya gidelim.” demiş. Derken bu kızı aldığıynan bir örene kapatmış. Cazı karısı kapıyı üstüne kilitlemiş. Kız arayıvermiş, çıkacak yer bulamamış. Ondan sonra bu Yılan Şahin dolanıp ağlamaya başlamış. Kızın nereye gittiğini bilen yok. Kız orada dururken cinler ciğir ciğir* gelip oraya dolmuşlar. Tavandan bir şey indirmişler. Cinler ona bir okumuşlar: “Elli edane belli bedane güllü tohane.” diye. Onu okuyunca tavandan indirdikleri şey adam olmuş. Adamın ismi de Yusuf imiş. Tilli Yusuf, cinlerle oynamış, tekrar yerine gitmiş. Cinler Tilli Yusuf’u koymuş, gitmişler. Onlar gidince kız onu indirmiş. Cinlerin okuduğu duayı okuyunca o şey adam olmuş. Kıza demiş ki: -Sen ne arıyorsun burada? İs misin cis misin? -Ne isim ne cisim. Seni yaradan Allah’ın kuluyum. Beni böyle böyle bir cazı getirdi. Peki sen nasıl geldin? -Beni anam beşiğime bırakmış. Cinler çalıp getirmiş. Ben burada böyle kaldım. Anam da babam da bulamadı beni. -Ne olacak ya? -Kalk, ben seni savuşturayım*. Oraya varınca babama söyle her yanı usturadan bir ev yaptırsın. Filan yerde evimiz var, oraya git. Kız, Tilli Yusuf’tan hamile kalmış. Kız, Tilli Yusuf’un evine varmış. Tilli Yusuf’un babasının da bir ırgatı varmış. Kapısında kölesi oluyormuş. Köle hemen hanımına varmış: -Hanımım bir dişirici* geldi. -Aman hemen alt kata yatırın. Kızı hemen içeri almışlar. Kızın kafasına gülle gibi çaputu koymuşlar, altına bir eski palto atmışlar, gitmişler. Kız yatarken Tilli Yusuf güvercin olmuş pencereye konmuş. Kıza demiş: -Altında ne var? -Post var. -Üstünde ne var? -Daş var. -Anama söyle, beni sardığı ipeği çocuğa sarsın. Benim üzerinde yattığım döşeği sersin. Bana da her yanı usturadan bir ev yaptırsın. -Olur mu? -Olur. Köle, bu konuşulanları duyar. Hemen Tilli Yusuf’un anasına babasına duyduklarını anlatmış. Tilli Yusuf’un anası babası kızı almışlar, yerleştirmişler. Sevine sevine bir ev yapmışlar. Oğlan bir gün gelmiş, pencereden içeriye girmiş. Kapıyı içerden bastırmışlar. Arkası tüm güvercinmiş. Gelmişler, usturadan konağın ayağı kopmuş. Oğlan kurtulmuş. Bu hadiseyi kızın eski nişanlısı duymuş. Bu oğlan oraya adam düşürmüş. Yılan Şahin, Tilli Yusuf’la karşılaşmış. Tilli Yusuf’a demiş ki: -Beni yılanlıktan kurtardı. O benim kadınım. -Hayır, beni cinlerin elinden kurtardı. Ben onu vermem. Bunlar karşılaşmışlar. Ancak anlaşamamışlar. Bunlar kalkıp şeye gitmişler, hükûmete. Dertlerini hükûmete anlatmışlar. Hükûmet bunların anlaşamayacağını görünce bunlara şöyle demiş: -İkiniz de soyunun. Bir taşın üstüne oturun. Kızın eline bir tas verin. Hanginizin tepesinden su dökerse o kızı götürsün. Yılın Şahin ile Tilli Yusuf kalkmışlar, gelmişler. İkisi de çullarıylan, esvaplarıylan taşa oturmuşlar. Kız Yılan Şahin’e “Laf da senin Yılan Şahin söz de senin. Burada ciğerim var, geçemeyeceğim. Haydi kaderine say.” diyerek Tilli Yusuf’un tepesinden suyu dökmüş. Yılan Şahin ağlayarak gitmiş. Yılan dediysek gayri yılan değilmiş. Kızla Tilli Yusuf’a kırk gün kırk gece düğün yapılmış. Yemiş içmiş muradına göçmüşler. *çayan: Yengeç *ecir: Eziyet *gıcılamak: Bağırmak *ıcık: Azıcık *esbab: Elbise *ciğir ciğir: Akın akın, öbek öbek *savuşturmak: Başından atmak, kovmak *dişirici: Hizmetçi, temizlikçi
YILAN ŞAHİN İLE TİLLİ YUSUF
Niğde
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken pireler cellat iken ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken… Bir oduncu adam varmış. Bu oduncu adam, kızı ve karısı ormana uzak bir kulübede mutlu mesut yaşarlarmış. Oduncu adam ve kızı her gün ormana ağaç kesmeye giderlermiş. At arabasının arkasında oturan küçük kız, annesinin kendisinin yemesi için verdiği ekmeği küçük küçük yaparak kuşlara ata ata gidermiş. Ormana vardıklarında babası: — Kızım sen buralarda oyna ama sakın fazla uzaklaşma yoksa ormanda kaybolursun ve kötü kalpli cadı seni ele geçirir, dermiş. Babası odun keserken kızı da oralarda oyun oynarmış. Akşam olup hava kararmaya başlayınca da evlerine dönerlermiş. Böyle böyle günler haftaları, haftalar ayları aylarda yılları kovalamış ve bir gün oduncunun karısı ölmüş. Küçük kızıyla baş başa kalan oduncu çok çaresizmiş. Ormana gidip odun kesmek zorunda olduğu için evine bakamaz olmuş ve evlenmesinin hem kendisi hem de kızı için daha iyi olacağını düşünmüş ve evlenmiş. Evlendiği kadın küçük kızı evinde fazlalık olarak görüyormuş. Oduncuya bir gün; — Bey, ben bu çocuğu istemiyorum götürelim ormana bırakalım, demiş. Oduncu da: — Peki, madem, demiş. Bu arada küçük kız konuşulanları duymuş. Ertesi gün küçük kız yine at arabasının arkasına oturmuş. Babasıyla her gün ki gibi ufak ufak ekmekler atarak gittiği yolda ağlıyormuş. Ağlayarak attığı ekmeği arabanın peşi sıra gelen kuşlar yiyorlarmış. Kuşlar: — Ne oldu neden ağlıyorsun, diye sormuş. Küçük kız üvey annesiyle babasının kendisini ormana bırakıp kaçacaklarını duyduğunu söylemiş. Kuşlarda küçük kıza taş toplayıp getirmişler: — Al bunları yollara at. Böylelikle onlar seni bıraksalar bile sen taşları takip ederek evine geri dönebilirsin demişler. Kız çok sevinmiş. Arabanın arkasında giderken taşları yola ata ata gitmiş. Ormana varmışlar. Babası her zaman ki gibi; —  Kızım sen buralarda oyna ama sakın fazla uzaklaşma yoksa ormanda kaybolursun ve kötü kalpli cadı seni ele geçirir, demiş. Küçük kız babam galiba vazgeçti beni bırakmayacak, diye düşünmüş ve oynamaya başlamış. Babası bakmış kızı oyuna dalmış. Ağaca bir kernip asmış. Bu kernip rüzgâr estikçe ağaca çarpıp tak tak ses çıkartıyormuş. Kızı bu sesi duydukça babam odun kesiyor zannedip oynamaya devam etmiş. Bu arada babası çoktan evin yolunu tutmuş. Akşam olup hava kararınca kız bakmış ki babası yok. Ağlamaya başlamış. Babam beni kötü kalpli cadının olduğu ormanda bırakıp gitti diyerek. Bu sırada aklına kuşların verdiği nasihat gelmiş (yollara atarak geldiği taşlar). Birden ağlamayı bırakmış ve taşları takip ede ede evin yolunu tutmuş. Eve varmış, kapıyı çalmış. Üvey anne kızı görünce şaşırmış: — Bey, sen benimle alay mı ediyorsun. Beni mi kandırıyorsun, demiş. Oduncu, kızı gerçekten ormanda bıraktığını söyleyip durmuş. Oduncu: — Kızım seni kaybettim sandım, diye yalan söyleyerek kızın nasıl geldiğini öğrenmek istemiş kız: — Babacığım ben yollara taş atarak gitmiştim. Taşları takip ederek geldim demiş. Bunu duyan üvey anne kızı dışarı adım attırmıyormuş. Yine taş toplar diye — Çıkma dışarı kaybolursun, diyormuş. Derken oduncuyu yine kandırmış. — Sabahtan beraber gidip kızı ormana bırakalım gelelim, demiş. Kız yine duymuş. Sabah olmuş yollara düşmüşler. Kız at arabasının arkasında kuşlara ekmeğini atarken ağlamış, üvey annem beni ormana bırakacak, diye. Kuşlar yine taş getirmiş. — Bunları yola at. Üvey annenle baban gidince sende taşları takip ederek evine varırsın, demiş. Kız üvey annesiyle babasının gittiğini anlayınca yola koyulmuş. Evine dönmek için ama kötü kalpli cadının tuzağına düşmüş. Kötü kalpli cadı küçük kızı almış evine götürmüş kızı beğenmemiş: — Iyyy, sen de ne küçüksün, ne kadar cılızsın. Annen sana hiç yemek vermedi mi, demiş. — Annem öldü, diyerek kız ağlamaya başlamış. — Baban vermedi mi, demiş. — Babam da ormana bırakıp kaçtı, demiş. Cadı sevinmiş: — Güzel, demiş. O zaman arayan soranın yok. Ve onu evine hapsetmiş. Ona güzel güzel yemekler yedirmiş ki kız büyüsün şişsin de kendisi de afiyetle yesin. Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovalarken kız büyümüş şişmiş. Kötü kalpli cadı onu yemek için hazırlanırken kız: — Buraya geleli çok zaman oldu, tozlandım, pislendim. Ateşe su koy da önce yıkanayım temizleneyim, demiş. Cadı da: — Nasılsa sonunda seni yiyeceğim. Bu kadar bekledim. Biraz daha beklerim, demiş. Ateşi yakmış, kazana suyu doldurmuş. Ateşe koymuş, kıza: — Hadi, temizlen artık, demiş. Kız cadıya: — Su kaynamış mı mikropların ölmesi gerek. Beni yedikten sonra hastalığa yakalanmanı istemem, demiş. Cadıyı kandırmış. Cadı tam kazanın içine bakarken kız cadıyı suyun içine atıp kapağı kapmış ve cadı ölmüş. Evi ve her şeyi de kıza kalmış. Kız mutlu mesut yaşayıp gitmiş.
Oduncunun Kızı
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken pireler cellat iken ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken köyün birinde iki erkek kardeş, anneleri, babaları bir de yatalak hasta dedeleri yaşarmış. Çok yoksullarmış. Sabahtan anneleri ile babaları tarla ekip biçmeye gider, yiyecek iki lokma ekmek parası kazanırlarmış. Bir sabah yine annesi ve babası, akıllı oğlan ile deli oğlana dedelerini emanet etmişler ve tarlaya çalışmaya gitmişler. Akıllı oğlan kendisi de çalışmaya gidemiyormuş. Deli kardeşi ve dedesine bakıyormuş. Anne ve babasına yük olduğunu düşünüp kahırlanıyormuş. Bari ev işlerinde anneme yük olmayalım diye deli kardeşine evleri süpürttürüyormuş. Kendisi de siliyormuş. Ev işleri bitince deli oğlana demiş ki: — Dedemi yıkayalım da babam gelince sevinsin. Az odun var, yetmez. Sen ateşi yakadur ben de odun toplayıp geleyim, demiş. Deli oğlan sen ateşi yak, kazana suyu doldur, dedeyi de içine oturt. Akıllı oğlan odunları toplamış gelmiş. Bir de ne görsün. Dedesi kazanın içinde. Deli oğlan ateşi tutuşturmuş, başında bekliyormuş. —Sen ne yapıyorsun, diye koşup gelmiş akıllı oğlan. Dedesini kurtarmış. Akşam olunca deli oğlan babasına: — Bugün dedemi yıkadım. Akıllı oğlan bana bağırdı, demiş. Babası da: — Oğlum sen akıllıydın. Sen de mi delirmeye başladın? Deliyle deli olunur mu, diye bağırınca akıllı oğlan her şeyi anlatmış. — Eğer yetişmeseydim deli oğlan dedemi haşlayacaktı, demiş. Bunun üzerine anneleriyle babaları konuşmuşlar, düşünmüşler, taşınmışlar ve dedeyi evden göndermeye karar vermişler. Anne: — Deli de olsa o bizim küçük oğlumuz. Daha çok küçük, belki akıllanır. Senin baban yaşayacağını yaşamış. Şimdi onun için oğlumuzdan vazgeçmem, demiş. Babayla akıllı oğlan dedesini birlikte ormana götürmüş, dedesi yalvarıyormuş: — Ne olur beni burada bırakmayın. Allah rızası için. Benim suçum günahım yok diye, ağlıyormuş. — Baba bende böyle olmasını istemezdim ama oğlum seni öldürecekti. Kusura bakma, demiş. Adamı ağacın altına bırakmış gitmişler. Yolda giderken akıllı oğlan — Baba sen ilerde yaşlandığında ben de oğlumla birlikte seni buraya mı getireceğim, deyince baba ağlamaya başlamış. Koşarak babasına gitmiş, elini öpmüş, af dilemiş. Akıllı oğlan dedesini geri eve getirmeyi başarmış. Deli oğlan da o günden sonra dedesine bir daha hiç yaklaşmamış. Mutlu mesut yaşayıp gitmişler.
Akıllı Oğlan ile Deli Oğlan
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Bir köyde üç tane arkadaş varmış. Biri topal dana, biri topal keçi, biri de topal horozmuş. Bir gün bunlar gezmeye gitmişler. Az gitmişler uz gitmişler dere tepe düz gitmişler bir ormana ulaşmışlar. Ormanda kayıp olmuşlar. Sonra bir mağara görüp içine girmişler. Ama bir de ne görsünler, içinde ayılar, canavarlar, her türlü hayvanlar ordaymış. Oradaki hayvanlar da topal dana, topal keçi ve topal horozu görünce sevinmişler. Bunları yeriz diye düşünmüşler. Topal horoz gezmeye çıkmadan önce kulağının arkasına kağıt koymuş gerek olursa kullanırım diye düşünmüş. Sonra topal dana, topal keçi ve topal horoz: — Zaten bizi yiyeceksiniz bizim bir mektubumuz var önce onu okumamıza izin verin ondan sonra bizi yiyin’ demişler. Ayılar, canavarlar ve diğer hayvanlar bunu kabul etmişler. Önce topal dana okumuş okumuş okumuş gece yarısı olmuş. Sonra sıra topal keçiye gelmiş o da okumuş okumuş okumuş yine uzun bir zaman geçmiş. Sonra sıra topal horoza gelmiş. Horoz da okumaya başlamış ve demiş ki: — Belediyenin emri var, altmış tane ayı, altmış tane canavar, altmış tane aslan ve çakal, çarık kesip derisini toplayacağız. demiş. Bunu duyan bütün hayvanlar ormana doğru kaçmışlar. Topal dana, topal keçi, topal horoz bu sayede kurtulup köylerine dönüp mutlu bir şekilde yaşamaya devam etmişler.
Üç Arkadaş
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde köyde yaşayan bir karı koca varmış. Adamın gözleri görmüyormuş. Bu yüzden evi geçindirmek için dışarıya hep kadın çıkıyormuş. İş güç aramak ve geçinebilmeleri için. Bir gün kadın yine yetiştirdikleri tavukların yumurtalarını toplamış ve bahçelerindeki alıç ağaçlarında alıçları toplayıp pazara satmaya gitmiş. Ertesi sabah pazara gitmeden önce eşine şöyle söylemiş: — Ben işe gidiyor sen de evdeki tavuklara bak, hayvanların suyunu, yemini ihmal etme onlara güzelce bak, demiş. Adam da bakacağını söyleyip karısını evden göndermiş. Adam sonra karım bana iş verdi en iyisi kalkıp yapayım diye düşünüp kalkarak hayvanların yemini ve suyunu vermiş. Sonra aklına bir şey gelmiş. Benim bu tavukların bitlenmesini engellemem lazım demiş. Tabii o zamanda bit ilaçları yokmuş. Adam bir sıcak kazanda su kaynatmış ve ne kadar tavuk varsa hepsini bu kaynayan kazanın içerisine tek tek sokup çıkarmış ve adam böyle yapınca bu tavuklar yanmışlar. Adam kör olduğundan tavukların öldüğünü anlamamış ve onları sözde kurumaları için güneşin altına koymuş. Akşam olunca bu adamın karısı Pazarda sattıklarının mutluluğuyla eve gelmiş bir de bakmış ki tavuklar yanmış vaziyette ve yerde sıra sıra dizilmişler. Kadın çok sinirlenmiş tavuklara ne olduğunu merak edip eşine sormuş: — Bu tavuklar neden öldü ben sana onlara iyi bak demedim mi, neden onları öldürdün? demiş. Adam da: Sen bana iyi bak demedin mi ben de işte onlara iyi baktım. Bitlenmelerini önledim demiş.
Kör Adam
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş Allah’ın kulu çokmuş, çok demesi günahmış. Bir padişahın üç oğlu varmış. Hiç kızı yokmuş. Padişahın hanımı bir gün Allah’a yalvarmış bir kızım olsun diye. Allah da bu dileğini kabul etmiş. Bir kızları olmuş. Bu kız kazma dişli, kürek başlı bir dev imiş. Kız büyüyünce dev olduğu anlaşılmış. Kızın kardeşlerinin de bir sürü koyunları varmış. Kız her gün koyunlardan birini yemeye başlamış. Kızın kardeşleri sabah koyunları sayarmış, koyunlar eksik çıkarmış. Bir gün beş gün derken büyük oğlan: — Ben koyunları kimin yediğini izlerim, demiş. Kız, kardeşinin beklediğini görünce o gün gelmemiş. Sonra ortanca kardeş: —Ben yatar izlerim, demiş. Kız bakmış ki kardeşi orada bekliyor yine gelmemiş. Bu kez küçük kardeş: -Bugün de ben bekleyeyim, demiş. Küçük oğlan yukarı, yükseğe bir buz torbası asmış. Buza: —Kız, koyunun içine girdimiydi alnıma bir damla düş. Sen beni uyandır, demiş. Kız gelmiş, koyunu yemeye başlamış. Koyunu yerken oğlanın alnına tıp diye bir damla düşmüş ve oğlan uyanmış. Koşup kızı yakalamış. Oğlan anasına: — Ana bak bu kadar koyunu yiyen hep kızın imiş. Ya kızından vazgeçersin kızını öldürürüm, ya da bizden vazgeçersin, demiş. Anası: —Yok, kızımdan vazgeçmem. Sizden vazgeçerim kızımdan vazgeçmem, demiş. Çocuklar almış başını gitmiş. Bu kız büyümüş. Ne mal koymuş ne can koymuş. Kız kazma dişli, kürek başlı bir kız olmuş. Bir şey koymamış köyde. Silmiş süpürmüş her tarafı. Anasını da yemiş babasını da yemiş. Aradan zaman geçmiş. Büyük kardeşi ile ortanca kardeşi de ölmüş. Küçük kardeş yalnız kalmış. En küçük kardeş: —Zamanında köyde benim bir bacım vardı. Bir gidip bakayım, demiş. Oğlan yola çıkmış. Kız, kardeşi yaklaştığı zaman kokusunu almış. Kız: —Oh... Kardeşim geliyor, kısmetim geliyor, diye sevinmiş. Oğlan yurduna gelmiş ki kimse kalmamış. Kız, kardeşine: —Aman ağam hoş geldin, demiş. Tam ağzı sulanmış kardeşinin üstüne atlayacakken oradan bir deve gelmiş. Oğlan deveye atlayıp binmiş. Kız deveyi korkutmuş: — Deve seni de yerim kardeşimi de yerim, demiş. Deve oğlanı sırtından atıp kaçmış. Kız yine tam oğlanın üstüne atılacakken oradan bir katır gelmiş. Oğlan bu kez katıra atlayıp binmiş. Dev kız yine bağırmış: — Katır seni de yerim kardeşimi de yerim, deyince katır da çocuğu sırtından atmış. Bu kez öteden bir dana gelmiş. Ötürüklü bir danaymış. Dana çocuğun zor durumda olduğunu anlamış: — Bin üstüme de seni kaçırayım. Arkamdan geleni teperim, önümden geleni kaparım, demiş. Çocuk: —Aman dana, deve geldi korkusundan götüremedi attı beni. Katır geldi o da götüremedi de beni, kalmış ki sen mi götüreceksin, demiş. Dana: —Yok, insanoğlu sen bir kalıp sabun, bir iğne, bir bidon da su al bin üstüme, demiş. Oğlan dananın dediklerini almış, binmiş dananın üstüne. Oğlan giderken kız görmüş. Kız: —Ötürüklü dana, at üstündekini. Şimdi seni de yerim, onu da yerim, demiş. Hiç aldırmamış ötürüklü dana, bir ötürük sıkmış. Kız yüzünü gözünü silene kadar biraz uzaklaşmış. Neyse biraz ileri varınca kız bir daha: — At üstündekini. Şimdi seni de yerim, onu da, demiş. Dana bir ötürük daha sıkmış. Biraz daha uzaklaşmış kızdan. Kız yüzünü gözünü silip yine düşmüş peşlerine. Dana insanoğluna: — Elindeki sabunu at, demiş. Çocuk sabunu atmış. Kız kaymış. Bir patacı o yana gitmiş, bir patacı bu yana gitmiş. Dana, çocuğa: — İğneyi at, demiş. Çocuk iğneyi atmış. İğne bir karaçalı olmuş ki haddinden fazla. Kız didine didine onu da geçmiş. Dana, çocuğa: — Dök suyu, demiş. Çocuk suyu dökmüş. Su koca bir deniz olmuş. Denizin öte başına çıkmışlar. Çocuk kurtulmuş. Kız, kardeşine yalvarıyormuş: — Ağam soylusun, boylusun. Karşıya nasıl geçtin, demiş. Çocuk: —Boynuma bir kanca astım, ağırlık bassın diye. Öyle geçtim. demiş. Neyse kız didine didine karşıya geçmiş. Kız, kardeşine: —Şimdi benden kurtulamazsın, demiş. Çocuk korkusundan hemen kavağın başına çıkmış. Çocuk evvelden de bir kaplanla bir aslan beslermiş köyde. Aslanla kaplan çocuğa önceden: —İnsanoğlu başın dara düştüğü zaman bir dilli düdük çal, biz oraya yetişiriz, demişler. Bacısı bu arada kavağın kökünü kırt kırt kemirmeye başlamış. Kavağın az bir tutar yeri kalmışken çocuk bir dilli düdük çalmış. Bunu duyan kaplanla aslan yan yana gelmişler. Kızı parça parça etmişler. Dana, çocuğa: —İnsanoğlu ben seni evereceğim, demiş. Çocuk: —Dana etme tutma, bu iyiliği böyle unutayım, demiş. Dana, çocuğa: —Seni everdikten sonra beni kesicin, demiş. Çocuk: —Benim elim varmaz seni kesmeye, demiş. Dana: —Yok, kesicin. Ufak kemiklerimi bir köşeye, iri kemiklerimi bir köşeye koy, demiş. Neyse, çocuk danayı kesmiş. Ufak kemiklerini bir köşeye iri kemiklerini bir köşeye koymuş. Sabahleyin kalkmış bakmış ki ufak kemiklerden bir sürü koyun olmuş. Büyük kemiklerden de sığır olmuş. Bunlar yemişler, içmişler muratlarına ermişler. Allah bizi de muradımıza erdirsin.
Dev Kız
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde. Deve tellal iken, horoz imam iken, manda berber iken, annem kaşıkta, babam beşikte iken… Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, babam düştü beşikten, alnını yardı eşikten. Köyün birinde yaşlı bir dede ve 3 torunu varmış. Dedenin eşi olmadığı için, onu hayata bağlayan tek şey torunlarıymış. Torunlarının annesi ve babası olmadığı için her gün dağa gidip yiyecek toplarmış. Topladıklarıyla torunlarının karnını doyururmuş. Torunlarını ne kadar sevse de yalnızlık dedeyi sıkıyormuş. Dede torunlarını çok seviyormuş ama dedeyi seven yokmuş. Onun da sevgiye ihtiyacı varmış. Bir gün yine dağa yiyecek aramak için gittiğinde kuvvetli bir yağmura yakalanmış. Yağmurdan korunmak için bir mağaraya sığınmış. Orada dinlendiği yerde mağaranın içinde bir ses duymuş. Dede meraklanıp mağaranın içini gezmiş. Gezerken bir de ne görsün; kayaların arasında bir göz ona bakıyormuş. Dede tek bir göz görse de bu gözü çok masum ve güzel bulmuş. Dede kayanın arkasındaki şeyin ne olduğunu bilmese de onu kurtarmak istiyormuş. Kayanın arkasındaki şeyin masum olduğunu düşünmüş. Kayaların arasından bakan göz dedeyi görünce tek gözünden de olsa gözyaşları süzülmüş. Dede bu gözyaşını görünce kendini seven birini bulduğunu düşünmüş. Kendisi için ağlayan birinin olduğunu düşünüp çok mutlu olmuş. Halbuki kayanın arkasında görünmeyen şey bir canavarmış. Bu canavar o kadar büyükmüş ki kayanın arkasından sadece tek gözünü görünüyormuş. Dede ne yapsa bir çeşit kayayı oynatamıyormuş. Ardından köye dönmüş sevinç içinde ve olanları bir bir torunlarına anlatmış. Yarın sabah sizleri de götüreceğim siz de onu görün, demiş. Diğer gün dede, torunlarına yemeklerini yedirmiş ve hep beraber dağa çıkmak için yola düşmüşler. Dede kayanın arkasındaki şeyi öyle bir anlatıyormuş ki torunları bir an önce mağaraya varmak istiyorlarmış. Bu süreç içerisinde başlarına ne geleceğini bilmiyorlarmış. Kayanın arkasında ne olduğunu bilmedikleri için dede ve torunlar pişman olacaklarını hiç düşünmüyorlarmış. Dede ve torunları mağaraya geçmişler. Torunlar da gözyaşı döken gözü görünce çok sevinmişler. Kayanın arkasındaki canavar da bir o kadar uyanıkmış. Dededen torunları kayayı hareket ettirmeye çalışmışlar. Onların azmini gördükçe daha çok gözyaşı döküyormuş canavar, ama hiç sesini çıkarmıyormuş. Kayanın köşesi biraz açılınca çok sevinmişler. Dede birinizi diğer tarafa geçireyim de biriniz arkadan ittirin, demiş. Büyük torununu kayanın arkasına geçirmiş. Biraz geçmeden ortanca torununu da kayanın arkasına geçirmiş. Daha sonra sıra üçüncü toruna gelmiş. Üçüncü torun da kayanın arkasına geçmiş, canavar tamamen güçlendikten sonra kayayı tamamen itmiş. Dede bir bakmış ki karşısında kocaman bir canavar var. Canavar dedeyi de bir lokmada yemiş.
Yaşlı Dede
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Çulhacının Çırağı Bir köyde, yakuşuklu bi delükanlı varmış. İstanbul’a geliy ki çalışıp, para kazansın. Geliy ,iş arıy  iş arıy, tabi okur yazarluğu da yok, çuhacıda bi iş buluy. Çulhacı bunu işe alıy. Çul dokuy orda. Fakat onun karşısında da bi saray varmış. Bakıy ki Ahmet o sarayın camunda çok güzel bi gız. Gıza aşuk oluy. Fakat kim olduğunu, ne olduğunu bilemiy. Çul dokuy, devamlı da gıza bakiy. Şu karşuki bey bana gel dese, ben de gelmem desem. Ahmet gızımı sana verecem dese, ben de almam desem. Ahmet bundan hakeder de hakeder, hakeder de hakeder. Çulu bu dokuyo da dokuy,dokuy da dokuy. Her gün bi çul bitiriy. Bi gün padişah tebdil-i kıyafetlen çıkacakmış. Haberler veriy ki:  ̶  Sakın kimse gece ışık yakmasın. Usta diyi ki: ̶ Ahmet bak sakın ha! Padişah tebdil-i kıyafet çıkacakmış, sakın ha ışık neyim yakma. Bize zarar gelir. ̶  Yok usta yakmam, diyi. Fakat adamın içi yaniy, nereye yakmiy. Usta gidiy, bu gine ışığı yakıy, gine çulu dokuy. Padişah tabi garşu olduğu içün padişah ordan geçiy, yanındaki yavere diyi ki: ̶  Bu kimimiş böyle, diyi. ̶̶ Beni dinlemeyip de ışık yakmış hele git bak diyi. Yaver geliy tabi ki eski bi bina. Adam pencereden bakıy bi güzel, yakuşuklu delikanlı; çul dokuy, hem de türkü söylüy. Şu karşuki bey bana gel dese, ben de gelmem desem. Ahmet gızımı sana verecem dese, ben de almam desem. Ahmet bundan hakeder de hakeder, hakeder de hakeder. Yaver bunu görünce: ̶ Allahallah bu kim diyi? Gidiy padişaha: ̶  Padişahım diyi, bir diyi, yakuşuklu bi delikanlı çul dokuy fakat böyle böyle bi türkü diyi. ̶  Allahallah diyi, padişah. Padişahın merakına geliy. Gelip kapıyı çalıyler. Ahmet ışığı söndürüp yatıy. Fakat padişahlan yaveri biliyollar Ahmet olduğunu. ̶ Ahmet gapıyı aç, gapıyı aç; sana bişey yapmıycaz, diyollar. Ahmet geliy, gapıyı açıy. Bunlar içeri giriyollar. Tabi Ahmet bilmiy padişah olduğunu. Diyi ki padişah: ̶ Sen demin bişey söyliydin, gine onu söylesene. Ahmet utaniy, sıkıliy. . . ̶ Hadi hadi söyle, diyi. Başlıy bu: Şu karşuki bey bana gel dese ,ben de gelmem desem. Ahmet gızımı sana verecem dese, ben de almam desem.  Ahmet bundan hakeder de hakeder, hakeder de hakeder. Artık daha o müsafirleri falan da dinlemiy. Ooohh! Kendinden geçiy. Hemen padişah oraya  biraz altun goyuy, gidiy. Usta geliy… Usta geliy, diyi ki: ̶ Ulan sen ışuk yaktun mu? ̶ Yok usta, diyi, Yakmadum. Ama altunu göriy usta fakat oğlanın haberi yok. Oğlan tabi altta altun olduğunu bilmiy. Usta altunu alıy. Oohh! Sesi çıkmiy da. Ertesi gün gene geliy padişah. Gene aynı, gene bunun gapıyı çalıyollar. Giriy gene içeri; ̶ Ahmet senin türkün çok hoşuma gitti, diyi. Söyle hadi, diyi. Ahmet gene söylüy. Dövresi* günü hemen adamın biri geliy, Ahmet’e diyi: ̶ Haydi seni saraya götürecem. Usta: ̶ Oooo diyi, gördün mü, niye gonuştun diyi? O padişahtı, diyi. Seni idam edecek diyi. Tabi oğlan üzüliy, sıkıliy ama mecbur gidiy. Padişah adamlarına diyi ki: ̶ Götürün bunu yıkan, çok güzel gıyafet giydirin. Böyle doğru dürüst delükanlı az bulunur, diyi.   Adamlar bunu götürüy, yıkıy, giydiriy. Ahmet çok yakuşuklu bi delükanluymış yoksa; meydana çıkıy. Getiriy ona okuma yazma öğretiy, sonra yanında iş veriy, sonra gızını da veriy. Onlar ermiş muradına siz çıkın tahtına.   * dövresi : ertesi, sonraki
Çulhacının Çırağı
Erzincan
Doğu Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, sağır Mehmet duyarken, topal İsmet yürürken, bir köyde yaşlı adam ve üç kızı yaşarmış. Yaşlı adamın bir tane pamuk tarlası varmış ve kızlarıyla pamukları toplar, satar, geçimini öyle sağlarlarmış. Yaşlı adamın kızları çok çalışkanmış, iki büyük kızı ay parçası gibi çok güzelmiş fakat küçük kızı çok çirkinmiş. Yaşlı adam, küçük kızını nasıl evlendireceğini düşünür dururmuş ve aklına bir fikir gelmiş. Yaşlı adam kızlarını çalışmaya götürürken birileri görür de kızlarıma göz koyar diye kızlarının yüzlerine kara çalar, onları çirkin göstermek için her şeyi yaparmış. Günlerden bir gün ihtiyar adam çok hastalanmış, yataktan kalkamaz hâle gelmiş. Bütün işler kızlarına kalmış. Yaşlı adam, kızlarına:    ̶  Sakın yüzlerinizi kimseye göstermeyin, yoksa size hakkımı helâl etmem, demiş. Kızları bu durumdan ne kadar memnun olmasalar da babalarının sözünden asla çıkmazlarmış. Yine bir gün kızlar tarlada çalışırken çobanın biri bunlara bakar dururmuş. Kızlar o kadar çirkin gözükürmüş ki kimse yüzlerine bakmazmış. Çobanın kendilerine baktığını görünce şaşırmışlar. Çoban, kızları sormuş soruşturmuş ve köylüden evlerini öğrenmiş. İhtiyar adamın evine görücü gitmeye karar vermiş. Bir gün ansızın çalmış kapılarını. İhtiyar adamın büyük kızını kendine istemiş. İhtiyar adam çobana:  ̶  Benim kızlarım çok çirkindir, köyde o kadar güzel kız varken neden benim kızlarımdan birini istersin, demiş. Çoban:   ̶  Ben bir garip çobanım, güzel kız benim neyime, demiş. Yaşlı adam, çobanın, kızının yüzünü görmeden istediğine emin olunca büyük kızını çobana vermiş. Kızın güzelliğini gören çoban, mutluluktan havalara uçmuş. Hemen evlenmiş kızla. Yaşlı adamın kalmış iki kızı. Derken yine bir gün tarlada çalışırken kızlar çok yorulmuşlar ve ortanca kız pınara su getirmeye gitmiş. Pınarın başında su doldururken uzunca boylu, gözleri şaşı, dişleri sarı, elleri ayakları kocaman bir oğlan belirmiş başında. Kız oradan hemen uzaklaşmış. Aradan üç beş gün geçmiş. İhtiyar adamın kapısı yine çalmış. Bu sefer de uzun boylu, şaşı oğlan gelmiş. O da ortanca kızı kendine istemiş. İhtiyar adam, şaşı oğlana da:  ̶   Benim kızlarım çirkindir, neyini beğendin de geldin, demiş. Şaşı oğlan:  ̶  Ben kızının dengiyim, hem sen de bu çirkin kızını bana vermezsen, kim verir bana kız, demiş. Yaşlı adam, küçük kızını hatırına getirmiş. ̶  Tamam, verdim gitti, demiş. Ortanca kızını da vermiş şaşı oğlana. Kızın gerçek güzelliğini gören şaşı oğlanın mutluluktan gözlerinin şaşılığı gitmiş ve hiç vakit kaybetmeden kızla evlenmiş. Evde kala kala yaşlı adamın küçük ve çirkin kızı kalmış. Amma yaşlı adamın kızlarının önce çirkin görünüp sonradan dünyalar güzeli çıktığını bütün köy halkı duymuş. Çobana ve şaşı oğlana:   ̶  Yaşlı adamdan kızları nasıl aldınız, diye sormuşlar. Onlar da:  ̶  Yaşlı adam önce bize kızlarım çirkindir, niye istersiniz, diye sordu. Biz de, sen de kızlarını bize vermezsen kimse vermez dedik. O da razı oldu, kızlarını bize verdi. Sonra evlendik,  baktık ki kızlar dünyalar güzeli, bakmaya doyamıyoruz, demişler. Bunu duyan köyün en zenginleri, yaşlı adamın kapısında sıraya girmiş. Yaşlı adamın çirkin kızına gelen görücülerin haddi hesabı yokmuş. Yaşlı adam gelenlerin hepsine de aynı soruyu sorar dururmuş:  ̶  Benim kızım çirkindir, niye istersiniz, essahtan almak mı istersiniz, diye. Yaşlı adam düşünmüş taşınmış ama görücülerle baş edememiş. Sonra kendi kendine bu çirkin kıza Allah şans vermiş diye düşünmüş. Görücülerden en zenginine, en güzeline küçük kızını vermiş. Böylece küçük kızın tasasını atmış üstünden. Ama küçük kızı alan ne yaptı sonra bilinmez, çünkü onun çirkinliği bakiymiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Rabbim tüm çocuklarımıza çirkin şansı vere.
Evin Küçük Çirkin Kızı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bundan yıllar yıllar önce, genç kızların erken yaşlarda gelin olmasının yaygın olduğu zamanlarda, Orta Anadolu’nun bir köyünde doğup büyüyen küçük bir kız varmış. Şehirde zengin bir aileye gelin olarak verilmiş. Küçük gelin kendinden yaşça çok büyük kocasına zaman geçtikçe alışmış ve onu çok sevmiş.  Eşi ve ailesiyle mutlu mesut yaşıyorlarmış. Aile geçimini çiftçilik ve hayvancılıktan sağlıyormuş. Gel zaman git zaman küçük gelin tüm işleri öğrenmiş ve bütün yükü sırtına almış. Ceviz ağacının incecik dallarına çıkar, cevizleri çırpar, tüm hayvanların işlerini yapar, arı gibi çalışırmış. Zaman geçtikçe de yoldan geçen atlıyı atından indirebilecek kadar güçlü kuvvetli cabbar bir gelin olmuş. Geçen zaman içinde biri kız biri erkek iki çocuğu da olmuş. Zaman geçtikçe yaşı ilerlemiş, bizim küçük gelin, iyi huyu ve merhameti sayesinde köyün mangal yürekli büyük anası olmuş artık. Köydeki tüm öksüz yetim kalan çocukları, aç susuz olanı, yolda belde kalanı, muhtaç kim varsa hepsini doyururmuş. Yıllar yılları kovalamış büyük ananın yaşlı kocası ölmüş. Genç yaşta dul kalmış fakat eşinin ailesi ondan o kadar razıymış ki evden göndermek istemiyorlarmış. Bu yüzden onu kayınbiraderi ile evlendirmeye karar vermişler. Büyük ana bu eve gelin geldiğinde daha 3-5 yaşlarında olan bu çocuğu kendi elleriyle besleyip büyütmüş. Ama büyüklerine sevgisinden ve saygısından ses etmemiş, ne dedilerse kaderimdir diyerek kabul etmiş. Büyük ana, işinde gücünde, evinde barkındaymış, yine böylece yaşayıp gidiyormuş. Hiç yılgınlık göstermemiş, of dediğini duyan olmamış. Bu evlilikten de zaman içinde iki oğlu olmuş. Yine bir gün samanlıktaki işleri yaparken yorulup soluklanmak için oturduğu sırada daha önce hiç görmediği aksakallı bir dede yanında belirivermiş. Büyük ana mangal yürekli, cabbar bir gelin olmasına rağmen önce korkmuş. Büyük ananın korktuğunu anlayan dede:   ̶  Korkma, benden sana zarar gelmez, ben sana yardım etmeye geldim, demiş. Samanlıkta kuytuda bir yer göstererek:   ̶  Sana buraya her gün bir altın bırakacağım ama bunu sadece sen alacaksın ve hiç kimseye söylemeyeceksin, demiş ve gösterdiği yere bir altın bırakarak ortadan kaybolmuş. Büyük ana buna çok sevinmiş, her ne kadar zengin bir evin gelini olsa da sabrının karşılığını bu şekilde aldığını düşünerek kendini avutmuş. Üç gün beş gün derken günler günleri kovalamış. Hızır Dede her gün bir altın bırakmaya devam etmiş. Ne var ki bir gün büyük ana çok ama çok hastalanmış. Kendisinde ayağa kalkıp altını alacak gücü bulamamış. Aklı altında kalmış, eğer almazsam aksakallı Hızır Dede altınları bir daha bırakmaz diye korkmuş. Büyük oğlunu yanına çağırmış ve altının olduğu yeri tarif edip onu samanlığa göndermiş. Samanlıktaki altını alıp kendisine getirmesini istemiş. Oğul samanlığa gidip annesinin dediğini yapmış, altını alıp annesine getirmiş. Büyük ana ertesi gün oğlunu yine samanlığa göndermiş ama altın yokmuş. İşte o anda büyük ananın aklına aksakallı dedenin söyledikleri gelmiş. Büyük anaya altından kimseye söz etmemesini söylemişti ama o oğluna söylemişti. Büyük ananın aklına uzun zamandır biriktirdiği altınlar gelmiş. Zar zor yatağından kalkmış, altınları biriktirdiği yere gitmiş ama altınların yerinde yeller esiyormuş. Elinde tek bir altını bile kalmamış. Kendi kendine çok kızmış. Çenesini tutamadığı için bunların başına geldiğini anlamış. O günden sonra ne altın yüzü görmüş ne de ak sakallı dedeyi görmüş.
Hızır Dede'nin Altınları
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
Bir zamanlar köyün birinde, herkese korku salan Kefdarküskü adında bir canavar varmış. Bu canavar köydeki tüm çocukları kaçırırmış ve giden de geriye dönmezmiş. Bu yüzden köy ahalisi çok korkarmış, çocuklarını ahırlarda, bagalarda* ya da komlarda* saklarlarmış. Köy ahalisinden bir adamcağızın bir Allah bir oğlu varmış. Ondan başka da hiçbir akrabası yokmuş. Adamcağız korkusundan her gece oğlunu mereğe* götürür, samanların altına yer yapar, orada yatırırmış. Bir gün değil, bir ay değil, bu hep böyle sürüp gidermiş. Bir gün karısı demiş ki:  ̶  Herif, ben hep oğlumun hasretiyle yaşıyorum, bir gün getirsen de yanımızda kalsa. Bak şimdiye kadar sakladık bir şey olmadı. Bir gecede ne ola ki? Adamcağız düşünüyor, hem kendi yüreğine söz geçiremiyor hem de karısının ana yüreğine kıyamıyor. Hemen oğlunu alıp getiriyor ve koyunlarında yatırıyorlar. Gecenin bir vakti uyuya kalıyorlar. Sabah bir kalkıyorlar ki çocuk yok. O yana bu yana koşuşturup deli divane gibi her yere bakıyorlar ama oğullarını bulamıyorlar. Konu komşu başlarına toplanıyor, ne olduğunu konuşurlarken komşunun biri diyor ki:   ̶  Gece elimde gaz lambası su dökmeye çıkmıştım. Sizin kapının önünden beyaz bir ışığın geçip gittiğini gördüm. Hem de çok rüzgârlı geçti. Adamcağız:   ̶  Eyvah! Kefdarküskü oğlumu aldı götürdü, diyor. Karı koca dövünüyorlar, yemeden içmeden kesiliyorlar ama ne fayda. Bir hafta üç hafta derken zaman akıp gidiyor. Köy halkı da çok acıyor hâllerine ama elden ne gelir. Başlıyorlar çare aramaya. Gidiyorlar köyün en yaşlısına akıl danışmaya. Köyün yaşlısı düşünüyor taşınıyor, diyor ki:  ̶ Zaten köyümüzde üç çocuk kaldı. Bunları alıp köyün ortasında harman yerine koyalım. Etraflarına da ateş yakalım. Kefdarküskü gelince de hep beraber çullanalım üstüne, yakalayalım. Köy halkı da bu düzeni kabul ediyor. Çocukları harmanın ortasına koyup dağdan getirdikleri odunlarla da etraflarına ateş yakıyorlar. Başlıyorlar ellerinde gaz lâmbaları ve çıralarla beklemeye. Öyle uzun zaman geçiyor ki herkese bir yılgınlık çöküyor. Tam bu sırada her yer bir anda yıldırım gibi aydınlanıyor ve bir bakıyorlar ki çocuklardan ikisi gitmiş, biri kalmış. Herkes telaşla birbirine soruyor:   ̶  Bu ne hikmettir, niye çocuklardan ikisini aldı, birini bıraktı? Fakat bir cevap bulamıyorlar. Dönüp çocuğa ne gördüğünü soruyorlar. Çocuktan ses çıkmıyor, cevap vermiyor. Bu sefer de çocuğun annesinden, çocuğun ne gördüğünü öğrenmesini istiyorlar. Kadın çocuğuyla konuşup geliyor. Diyor ki:   ̶  Bizim gibi bir insan görmüş ama kim olduğunu bilmiyor. Çocuktan da bir şey öğrenemeyen ahalinin artık umudu kalmamış. Çocukları giden çiftin de içi cayır cayır yanmaya devam ediyormuş. Kadın her gördüğü çocuğu oğluna benzetip, öpüp kokluyormuş. Böyle böyle yıllar geçip gitmiş. Bir gün köye bir misafir gelmiş. Misafir, köyün girişinden beri herkesle selamlaşa selamlaşa çocuğu kaçırılan ailenin yanına geliyor. Bakıyor yaşlı bir çift oturuyor. Adamcağız elleri koynunda kara kara düşünüyor, kadın da başı ellerinin arasında acı acı ağıtlar yakıyor. İyice sokuluyor yanlarına ve neden bu kadar üzgün olduklarını soruyor. Yaşlı adam:   ̶  Sorma be evlat! Bundan yıllar yıllar önce bir Allah bir oğlum vardı. Yıllarca merekte sakladım, zeval gelmesin diye. Ama bir gün hanıma uydum, yanımıza getirdim. O gecenin sabahında da oğlumu yitirdim, diye anlatıyor başlarından geçenleri. Misafir soruyor:   ̶  Peki, ne yaptınız sonra, diye. Yaşlı adam:   ̶  Her yeri aradık taradık; sorduk soruşturduk, bir türlü izini bulamadık. Yakalamak için düzen de kurduk ama bir ışıkla geldi, tozu dumana kattı, ortadan kayboldu, yakalayamadık. O çocuklardan ikisini aldı, birini bıraktı, ona da akıl sır erdiremedik. O günlerden sonra doğan çocukları da anaları zincirle bağlar oldu, yitip gitmesinler diye. Sonra da kaybolan çocuklarımız oldu ama ne bizim oğlumuz geriye döndü ne de öbür çocuklar, diyor. Misafir:   ̶  Çok acı bir şey yaşamışsınız, çok üzüldüm ama en çok da sizin hâlinize üzüldüm, diyor. Yaşlı adam soruyor:   ̶  Sen kimsin, kimlerdensin? Misafir:   ̶  Ben de size kim olduğumu, başımdan geçenleri anlatacağım ama cuma namazından sonra köy meydanında toplaşalım, öyle konuşalım, diyor. Köy ahalisi aralarında bu misafiri konuşuyor, ne diye meydanda toplanmak istedi diye merakla birbirine soruyor. Cuma vakti oluyor, namazdan sonra herkes bir bir geliyor meydana. Misafir başlıyor anlatmaya:   ̶ Bundan yıllar yıllar önce benim de bir anam babam vardı. Ben de onların tek evladıydım. Ben de samanlıkta, merekte çok yattım. Bir gece anamın babamın koynunda, kokularını içime çekerek uyurken birisi kolumdan tuttu, götürdü beni. Çok uzaklara gittik. Bir mağara bize yurt oldu. O mağarada benim gibi çok çocuk vardı. Yıllarca orada yaşadık ama bizi oraya kaçıran canavar bize hiç zulüm etmezdi. Bizi yıllarca besledi, büyüttü. Biraz serpilen herkese o mağaradan kurtulmaları için çeşitli düzenler kurdu, sınadı bizi, oradan kendi çabamızla kurtulmamızı istedi. Ama ne yazık ki bu sınavı geçen sadece ben oldum. Geçemeyenler ya zayi oldu ya da orada kaldı. Ben de anamın babamın kokusu içimde, aylarca bu köyü bulmak için yürüdüm ve kokularından buldum, tanıdım onları. Yıllar önce yitirdikleri evlatlarını bulduklarını anlayan yaşlı adamla kadın, mutluluktan ne yapacaklarını bilememişler. Kalan ömürlerini evlatlarıyla mutlu mesut yaşamışlar.   *baga: hayvan yemliği *kom: ağıl *merek: samanlık
Kefdarküskü
Ardahan
Doğu Anadolu Bölgesi
          Şimdi bir genç çocuğun bir tane elma ağacı varmış. Her sene o elma ağacı tek bi tane elma tutarmış. O elmayı her sene o kadar gözlermiş ama gelir bir şey alır gidermiş. Genç, o elmayı ağacından alamazmış. Bir değil, iki değil, üç değil her sene bu elmayı kaybedermiş. Genç:           — Ben, oldu mu bekleyeceğim dibinde, diyo. Bakim bu elmayı kim alıyo, diyo.           Orda günlerce bekliyo, bekliyo. Bir dev geliyo. Allah’ım nefesinden alevler çıkıyor, uğultusundan durulmuyomuş. Yani yanaşmanın mimkini yokmuş. Onun o heybetli şeyine hani bekliyormuş ya elmayı, aldırmayacakmış ya ama yanaşamıyo. Ordan elmayı yine alıyo dev gidiyo. Genç:           — Ben, diyo, bunun peşinden gidicem. Nereye gidiyo, nerde saklanıyo?           Gidiyo. Bir kuyunun başına varıyo dev. Kuyudan aşağı inip gidiyo. O da gidiyo peşinden:           — Bu nereye gidiyo, nerde saklanıyo?           Gidiyo, gidiyo, gidiyo. Altta da onun bi dünyası varmış, kuyunun dibinde. Oraya iniyo. Ev, köy, insanlar her şey varmış orda da. Ama o dev, sade bi su varmış o suyu tıkarmış hiç salmazmış köye. O deve bi şey sunacaklarmış ki, bi kız sunacaklarmış ona; ayda mı olur, haftada mı olur, yılda mı olur? O su, onu yiyeneden akarmış. O köyün halkı, o sudan ne kadar kapabilirse o suyu kullanırmış. Ordan bi eve gidiyo bi yaşlı teyze ona yemek veriyo. Genç:           — Teyze, susadım, diyo.           Bi su getiriyo, böyle kurtlu murtlu kötü bi su getiriyo. Diyo ki:           — Teyze, su yok mu? Diyo.           — Ah oğlum su yok, diyo. Bizim başımızda bi dev var, diyo. Bize su vermiyor, suyu akıtmıyor, diyo. Biz her sene ona bi kız sunuyoruz, diyo. Onu güzel kefenliyoruz ediyoruz, bi kız sunuyoruz, diyo. Onu yiyeneden bize ne aktı aktı, biz o suyu içiyoruz. Bugün de o suyun günü, diyo. Bugün su akacak, diyo. Genç:           — Teyze, diyo, bu sürekli mi böyle?           — Böyle, diyo.           Şimdi genç, o aralarda da gezip dolaşırmış, gezip dolaşırmış. Ordan şimdi:           — O kızın yanınaden bu sefer ben yatıcam, nasıl bir şeymiş, diyo. Ben bunu görmek istiyorum, diyo. Ordan siz beni yatırın o kızın yanına, diyo. Teyze:           — Oğlum olmaz, diyo.           Olurdu olmazdı.           — Seni de yer, diyo.          — Yok, diyo ben bi gidicem, diyo.           Ordan her şeyini hazırlıyo, kızı koydukları yere gelirken devi vuruyo, dev ölüyo orda. Köylü de o suya kavuşuyor, o devden kurtuluyorlar. Şimdi ama dünyaya nasıl çıkacak? Çıkamıyo. Dünyaya çıkacak yol yok, kuyudan indi çünkü. Kuyudan yukarı çıkmanın yolu yok. Ordan şimdi geziya tozuya, geziya tozuya. Her gün gezip tozup geliyor koca karının yanına, ninenin yanına geliyor, tabi her gün. Bir gün böyle bir ağacın gölgesinde yatıyo, uyurken bir kuş sesleri duyuyor. Böyle cırak cırak cırak. Kuşlar öyle bi cırlıyorlarmış ki ama genç, yayıyla gezermiş her gün, yayını bırakmazmış. O kuşların sesine uyanıyo. Bakıyo ki goca yılan ağaca tırmanmış, o kuş yavrularını yemeye gidiyomuş. O kuş kartal mı neymış işte, büyük bi kuşmuş. Her sene o kuş oraya yuva yaparmış, o yılan her sene o yavruları yermiş orda. Yılanı vurduğu gibi yanına, dibine düşüyo. Onun yanına kendi yatıyo yine, hiç umursamıyor. Öldürmüş ya. Kuş yavrularının anası geliyo, görüyo. Orda genç uyuyomuş tabi.           — Demek ki benim her sene yavrularımı yiyen sensin, diyo.           Ona dalarken yavrular bi taa cırak cırak cırak ediyo annelerine. Diyolar ki annelerine hani onlar kendi dilinde:           — Yanında yatana bak o kurtardı bizi, ona dokunma. Yılanı öldürdü bak, o yiyodu bizi, diyolar.           Ordan, o uyananadan, yüzüne güneş gelmiş, kartal kanadını onun yüzünü gölge yapmış, onun uyanmasını beklemiş. Uyananadan beklemiş başında. Şimdi uyandı mı iniyo yanına, diyo:           — İnsanoğlu, dile benden ne dilersen, diyo. Hiçbir yıl ben bu yavrularımı alamıyodum, diyo. Bu sene sen yavrularımı bana bağışladın. Dile benden ne dilersen, diyo. O da  diyo ki:           — Senden bi isteğim var ama hani olumlu mu olur, nasıl olur? Benim bu işim var. Hani yukarı çıkmak istiyorum ama çıkacak bir yer de bulamıyorum, bu kuyudan da çıkamıyorum, diyo:           — Biraz zor ama napalım deniyecem, diyo. Sen, diyo, biraz et biraz su al yanına, hazırla bunu bunu, bu kadar bu kadar hazırla, diyo. Ben seni çıkarıcam, diyo. Sen benden bunu diledin, diyo. Ordan şimdi onları hazırlıyo.           — Ben, diyo gak dedikçe su ver, gok dedikçe et ver.           Birbirleriyle anlaşma yapıyorlar. Ordan kuyunun ağzınaden çıkıyorlar. Kuyunun ağzına az bi yer kalıyo. Dünyanın yukardaki ışık görünüyo ama et bitiyo. Şimdi gak gak söylüyor, ses çıkarıyo ama et bitiyo. Şimdi:           — Napim napim napim, diyo çocuk ayağının baldırını kesiyo, kuşun ağzına veriyo.           Hani et bitmiş napabilir orda, onu ağzına veriyo, neyse. Az kalmış zaten zor şer kuyunun ağzına çıkıyorlar. Şimdi, diyo ki:           — Sen dön geri. O, diyo:           — Sen git ben öyle gidicem. O, diyo:           — Sen git ben gidicem.           — Yok, diyo. Senin gittiğini görücem ben öyle geri dönücem, diyo:           Ordan topal topal gidiyormuş böyle.           — İnsanoğlu dön bakayım geriye, diyo. Ayağını aç, diyo. Biliyorum ayağını keserek bana et verdiğini, dön geriye, diyo.           Kuş yutmamış, dilinin altında saklamış eti. Geliyor orasına yapıştırıyor, orası da hemen kaynıyo. Düzeliyo, yürüyo, sağlamcık gidiyo. Ordan o evine dönüyo, o kuyudan tekrar yavrularına dönüyo. Bu masal da burda bitiyo.  
[Gak Gok Masalı]
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
  Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde geçimini çobanlık yaparak sağlayan bir baba ve üç oğlu varmış. Yıllar geçtikçe genleşip serpilen oğulların yanı sıra güçten düşen baba, bir gün  oğullarını yanına çağırır ve der ki:  ̶  Evlatlarım, benim artık değil hayvanlarımızla ilgilenmeye, ayakta durmaya bile mecalim kalmadı. Buralarda çobanlıktan başka geçiminizi sağlayacak bir iş bulamazsınız. Yalnız size öğüdüm olacak. Bu öğüdümü sakın aklınızdan çıkarmayın. Sakın ama sakın çobanlık yaparken geceyi çeşme başında,  dağ başında terkedilmiş ağılda ve mağarada geçirmeyin.  Küçük oğlan merakına yenik düşer ve:  ̶  Peki neden baba?, diye sorar .  Babası: ̶  Oğlum, siz benim dediklerime kulak verin ve oralarda uyumayın, uyumayın, uyumayın!, der.  Küçük oğlan babasının dediklerini dikkate alırken iki ağabeyi babalarının söylediklerini alaya alır ve sırf boşa çıkacağını görmek için ilk gecelerini çeşme başında geçirirler. Gece, kardeşlerinin uyumadığını gören ağabeyleri sorar:  ̶  Neden uyumuyorsun sen?  ̶  Uykum yok benim, siz uyuyun. ̶  Sen babamın dediklerine mi inandın? Boşver uyu, babam ne dediğini bilmiyor. Çok yoruldun, hadi uyu artık!  ̶  Hayır ben uyumayacağım ağabey. Siz uyuyun.  Kardeşlerinin inadını gören ağabeyleri gülerek uyurlar. Daha sonra küçük kardeş çeşmenin yanında başı ayı başına benzeyen kocaman bir yılan görür ve o anda hemen kılıcını çıkartarak yılanın başını gövdesinden ayırır ve yılanın başını çuvala koyup uyur. Sabah olunca ağabeyleri ile hayvanları otlatırlar. Akşam havanın karardığını gören ağabeyleri uyumak için bu sefer de kardeşlerini dağ başındaki eski ağılda uyumaya zorlarlar. Kardeşlerinin uyumadığını gören ağabeyler, aralarında alay ederek uyurlar. Küçük kardeşin yorgunluktan gözleri tam kapanacağı sırada bir ses duyar ve irkilir. Karşısında ay ışığında gözleri ateş gibi parlayan kocaman bir ayı görür. Tam saldıracak iken ayı ile boğuşur ve başını keserek çuvala, yılanın başının yanına koyar. Sabah hayvanları otlatırken kardeşlerinin yanından ayırmadığı çuvalı gören küçük ağabeyi, kardeşine :  ̶ Sen iki gündür sırtında ne taşıyorsun öyle amele gibi, diye sorar. Kardeşi geçiştirir ve: ̶  Hiçbir şey, eşyalarım var içinde, taşıyorum öylesine, der ve hayvanları otlatmaya devam ederler. Karanlık çöker ve uyumak için bu sefer de geceyi mağarada geçirmeye giderler.  Ağabeyler:  ̶ Sen yine mi uyumuyorsun? Yahu! Sen kafayı mı yedin? İki gecedir başımıza hiçbir sey gelmedi, bu gece de bir şey olmayacak, merak etme! Babam saçmaladı anlamıyor musun? Küçük kardeş: ̶  Hayır ben uyumayacağım. Lütfen siz uyuyun ağabey, der ve ağabeyleri uyurlar. Küçük kardeş etrafı kolaçan etmek için mağaranın içine doğru ilerlerken karşısında tam tamına yedi başı olan bir ejderha görür ve ateş püsküren ejderhaya rağmen kılıcını çıkarıp ejderhanın başını gövdesinden ayırır ve bir tane başı keserek aynı çuvala koyar. Sabah olur ve üç kardeş artık evlerine yaklaşmışlardır. Ağabeyler kardeşlerine:  ̶ Bak bu gece yine bir şey olmadı. Boşuboşuna uyumadın, şu hâline bak,  diye dalga geçerek eve gelip babalarına:  ̶  Bak baba öğüdün boşa çıktı. Hepimiz sağ salim karşındayız. Senin bu saf oğlun da üç gece uyumadı,  diye dalga geçerken kardeşleri birden elindeki çuvalı önlerine boşaltır ve olan biten her şeyi bir bir anlatır:  ̶ Sizin babama inanmayacağınızı bildiğim için çuvala koyup üç gün sırtımda taşıdım, şimdi her şeyi anladınız mı? Küçük oğlunun yaptığı doğruyu gören baba:  ̶- Kardeşiniz benim öğüdümü dinleyip sizin hayatınızı da kurtarmış. Şimdi baba öğüdü ne kadar önemli anladınız mı, dedikten sonra ağabeyler bin pişman olup hem babalarından hem de kardeşlerinden özür dilerler ve bir daha babalarını dinlemezlik yapmayacaklarına söz verirler. 
Baba Öğüdü
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Padişahın Üç Oğlu   Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken eski hamam içinde… İnsanların şimdiki gibi kalabalık olmadığı zamanın birinde bir padişah varmış. Bu padişah çok adaletliymiş ve ülkesindeki insanların rahat yaşaması için çalışmış. Gel zaman, git zaman bu adam evlenmiş. Birbirinden şekil, davranış ve akıl yönünden farklı üç oğlu olmuş. Ülkenin sınırları içerisinde de bir elma ağacı varmış. Bu elma ağacı çok meyve verirmiş. Meyve zamanı gelince özellikle üç tane meyvesi çok güzel olurmuş. Elmalar olgunlaşınca, bunları, kimsenin bilmediği bir yaratık gelir ve kimsenin haberi olmadan alır gidermiş. Ülke insanları bunun bir dev olduğunu söylerlermiş. Ama nasıl bir şey olduğunu kimse bilmezmiş. Padişah bu durumdan oldukça rahatsız olmuş. Oğullarını yanına toplamış ve büyük oğluna: ­- Oğlum! Durumu hepimiz gibi sen de biliyorsun. Bu yıl bu elmayı sen bekleyeceksin, demiş. Büyük oğlu babasının bu isteğini kabul etmiş. Eline bir kılıç almış ve bu elma ağacının dibine oturmuş. Zaten elmada kızarma aşamasına gelir gelmez kaybolurmuş. Büyük oğlan burada beklerken bir zaman sonra elma kemale gelmiş. Aniden hava değişmiş. Bir fırtına, bir alâmet, soğuk bir hava ile beraber elma ağacına doğru devin ağızını açarak geldiğini görünce padişahın büyük oğlu kirişi kırmış ve hemen oradan kaçmış. Babasının yanına giderek ona heyecanlı heyecanlı: - Baba, baba! Ağacın dibinde beklerken bir fırtına, bir alamet geldi. Beni küreledi, attı. Ben korkuma orada duramadım. Elmayı aldı gitti demiş. O sene o elmalar gitmiş. İkinci sene gelince, padişah bu görevi ortanca oğluna vermiş. Ona: - Bu sene elmaları sen bekleyeceksin, demiş. Dev, ortanca oğlan elmaları beklerken yine aynı şekilde gelmiş. Olgunlaşmış elmaları almış gitmiş. Dev böyle fırtına ile gelince ortanca oğlan da kaçmış. O da bu işi becerememiş. Babasına gelmiş ve olanları olduğu gibi anlatmış. Çaresiz ümitler bir sonraki seneye kalmış. Bir sene sonra küçük oğlan babasına: - Bu sene elmaları ben bekleyeceğim. Erkekse gelsin o, bakalım ne yapacak, demiş. Çocuk ağacın dibine gitmiş ve eline kılıcı almış. Sür Allah’ım bileğüle kılıcı, sür Allah’ım bileğüle kılıcı… Elma kemale erince dev de tekrar gelmiş. Ufak çocuk bu mahluku görmüş, fakat hiç kaçmamış. Çocuk, dev tam elmaya uzanacağı sırada kılıcı şiddetlice vurarak devi yaralamış. Yaralanan dev: - Ey insanoğlu! Bir kere daha vur, deyince ufak oğlan: - Ben bir kere doğdum anamdan, daha vurmam, demiş. Devi yaralı olarak bırakıp evine dönmüş. Babasının huzuruna çıkmış ve: - Baba baba! Ben devi yaraladım, elmayı kurtardım, demiş. Babası nasıl kurtulduğunu sorunca çocuk, alâmet gelince ona kılıcıyla vurduğunu, yaralı devin kan akıta akıta gittiğini belirtmiş. O zaman bu üç kardeş yaralı devin peşine düşmüşler. Kardeşler devin izini takip etmişler. İz nihayet bir kuyuya gelmiş, tıkanmış. Burada büyük oğlan: - Kuyuya girip ben bunun peşine dalacağım, demiş. Kardeşler sırasıyla girme konusunda birbirleriyle anlaşmaya varmışlar. İlk önce büyük oğlanı zincire bağlamışlar ve makarayla aşağıya sarkıtmaya başlamışlar. Büyük oğlan aşağıya inerken: - Yandım buydum! Beni çıkarın! diye bağırıp feryat edince onun bu feryadına dayanamamışlar ve onu takır takır kuyudan çıkarmışlar. İkinci olarak ortanca kardeşi salarlar. O da aynı şekilde bağırınca onu da yukarı çıkarmışlar. En ufak eline kılıcı alıp: - Ben yandım desem de, buydum desem de beni aşağıya salın. Yukarı çıkarmayın, demiş. Bunu da beline ip bağlayıp aşağı sarkıtmaya başlamışlar. Ne kadar feryat etse de önceden tembihli oldukları için çıkarmamışlar. Kuyunun dibine yaklaşmış. Belindeki ipi çözüp tabana atlamış. İçerde yürürken önüne bir kapı çıkmış. Kapı açılınca toprağın altında dünya yüzeyi gibi bir yerle karşılaşmış. Orada ilerlemeye başlamış. İçeride üç kapıya daha rastlamış. Birini açmış güzel bir kız, diğerini açmış güzel bir kız, öbürünü açmış bir güzel kız daha görmüş. Üç tane kız… Üçünün de odaları ayrı ayrı. Yalnız her kapıyı açışta kızlar: - Ey insanoğlu! Sen nereden geldin? Burada bir dev var. Bizi aldı getirdi buraya. Şimdi seni görünce alır yer, demişler. Genç oğlan : - Yesin o beni, demiş. Kızların en küçüğüne devin nerede olduğunu sormuş. Kız: - Falan oda da yatıyor, demiş. Oğlan doğru buraya gelir. Devin yattığı odayı bulur. Kapıyı açınca dev kafasını kaldırıp ona bakar. O kafasını kaldırır kaldırmaz oğlan kılıcını deve iyice vurur. Dev: - Ey insanoğlu! Bir daha vur, demiş. Bu dev ikinci defa vurmaya canlanır, daha da güçlü olurmuş. Oğlan ikinci hamleyi yapmamış. Dev orada sızıp kalmış. Tekrar kızların yanına dönmüş. Kızların her biri diğerinden daha güzelmiş. Kendi içinden: “büyük kız büyük biraderimin olsun, ortanca kız küçük biraderimin olsun, en küçük kız da benim olsun.” diye geçirmiş. Küçük kız da en güzeli imiş. Kuyunun altı başına gelmiş ve onları sırasıyla yukarı çekmeye başlamış. Oğlan: - Bu büyük kardeşimin nasibi, diye büyük kızı göndermiş. İkinci defa: - Bu da küçük kardeşimin nasibi, diye ortanca kızı göndermiş yukarıya. Üçüncüye geldi mi yukarı gönderip kendisini sonradan gelecekmiş Küçük kız: - Gel insanoğlu sen önden çık. Ben senin peşinden çıkayım. Ben bunların hepsinden güzelim. Kardeşlerin “ Bu kendisine güzeli ayırmış.” derler. Benim yüzümden ortalık karışır. Gel sen çık, demiş. O zaman oğlan: - Yok, benim kardeşlerim bana bunu yapmaz, demiş. Kız ise saçından iki tel koparmış ve: - Yalnız sen bunları al eline, demiş. Oğlan tereddütsüz alınca kız: - Beni yukarı çekince kardeşlerin şayet seni yukarı çekmezlerse bu kılları birbirine sür. O zaman ben senin yer yüzüne çıktığını bilirim, anlarım. Bu kılları birbirine sürdüğün zaman yanında bir beyaz koç, bir de siyah koç gelir. Beyaz koça binersen seni yeryüzüne çıkarır. Ben senin çıktığını bilirim. Ama siyah koça binersen yedi kat yerin dibine daha gidersin, demiş. Oğlan bu sözlerden sonra küçük kızı yukarı göndermiş. Kız çıktından sonra oğlan kendisini ipe bağlamış. İpi sallayarak kendisini çekmelerini işaret etmiş. Onu çekerlerken yukarıdakilerden biri bıçağı ipe çaldı mı oğlan geri kuyunun dibine düşmüş. Diğer kardeşler üç kıza alarak arkalarına bakmadan oradan ayrılmışlar. Büyük ve ortanca kardeş küçük kızı alma konusunda anlaşamamışlar. İkisi de onu almak istemişler. Babaları olan padişahın yanına gelmişler. Padişah küçük oğlanı sorunca bir yalan uydurarak onun öldüğünü, kuyudan çıkaramadıklarını söylemişler. Kuyunun içinde kalan küçük oğlanın aklı başına gelmiş. Her şey küçük kızın kendisine dediği gibi olmuş. Oğlan hemen kızın verdiği kılları hatırlamış ve bunları cebinden çıkararak birbirine sürmüş. Anında yanında bir beyaz bir de siyah koç gelmiş. Beyaz koça bineceği yerde dalgınlıkla siyah olana binmiş. Binmesiyle tam yedi kat yerin dibine gitmesi bir olmuş. Geldiği yer yine dünya yüzü gibiymiş. Kapılar açılmış, uzakta bir köy görünmüş. Köye doğru gitmeye başlamış. Akşam olmuş. Köyün kıyısında ufak yollu bir ev görmüş. - Ben buraya sapıp burada yatayım, demiş. Eve varmış. Orada bir koca karıdan başka kimse yokmuş. Kapıya vurunca içeriden bir se s” kim o?” demiş. Oğlan: - Beni misafir alır mısın ana? Demiş. Kadın9 misafir alacağını belirterek onu içeri buyur etmiş. Bulunanlardan buna bir yemek vermiş. Adamın canı su istemiş. Kadın oğlana bulanık, kurtlanmış, pislenmiş bir su getirmiş. Suyu gören oğlan: - Ya anne! Bu su içilir mi, yok mu senin bir temiz suyun? Deyince yaşlı kadın: - Ahh yavrum ahh! Nerede buluyorsun temiz suyu! Bu su senelik. Biz sulu alıp bir sere içiyoruz, demiş. Oğlan nasıl olduğunu sorunca kadın başlamış anlatmaya: - Burada bir dev var. Gelir su yatağına kapanır. Kimse bir daha su alamaz. Su almak için herkes sırayla oraya, suyun bayına bir kız götürür. Dev gelir kızı alır gider. Gelene kadar su acık olur. Bu esnada herkes suyunu alır. Dev gelince su kapanır. Kimse bir sene su alamaz, demiş. Oğlan: - Bu sene sıra kimde, diye sorunca kadın: - Sıra padişahta. Bu sene de onun kızı gidecek suyun başına, demiş. Ahali toplanıp kızı süslemişler. Onu götürüp suyun başına bırakmışlar. Millet sonunda dönüp gelmiş. Köylü gelince oğlun kılıcını adam akıllı bileyip gidip padişahın kızının yanı başına oturmuş. Kız oğlana, devin kendisini yiyeceğini, onu da yememesi için buradan gitmesini söylemiş. O zaman oğlan: - Seni yiyen beni de yesin, demiş. Dev fırtınalı bir şekilde gelince oğlan onu yaralamış. Dev kızı almadan kaçıp gitmiş. Kız devin kanıyla kanlanmış parmaklarını oğlanın sırtına vurmuş. Ona işaret yapmış. Koşarak kaçmış, babasının evine gelmiş. Padişah ona: - Sen niye kaçtın? Şimdi dev köyün adamını kırar geçirir, deyince kız: - Baba bir genç geldi. Deve bir kılıç vurdu, onu yaraladı. Oradan hemen gitti. Onu tanımıyorum, demiş. Babası tanıyıp tanımayacağını sorunca kız onu tanıyabileceğini söyler. Fakat nasıl olduğunu söylemez. Padişah tellal bağırttırır. Tellal: - Bugün padişahın kapısının önünden yedisinden yetmişine kadar herkes geçecek. Duyduk duymadık demeyin, diye bağırmış. Padişahın kızını da balkona çıkarmışlar. Bütün millet tek sıra halinde geçmeye başlamış. Yaşlı kadın: - Yavrum herkes padişahın kapısının önünden geçiyor. Hadi sen de gidip geçiver, demiş. Oğlan buna itiraz etmeden hemen kabul etmiş. Kız yukarıdan gözleye gözleye aşağı bakmış. Kimse değilmiş. Neredeyse sona gelmek üzereymiş. Oğlanın geçtiği esnada sırtındaki kan izinden kız onu tanımış. Başına mendil atmış. Padişah da onu tutup almış. Ona - Oğlum dile benden dilediğini, demiş. Bunun üzerine oğlan: - Canın sağlığı padişahım, demiş. Oradan ayrılınca kırlara çıkmış. Gezer, tozar, gelir orada padişahın yemeğini yermiş. Padişah bir gün ona yine aynı dileği hatırlatmış. O yine aynı cevabı vermiş. Üçüncü gün olunca oğlan yine gidip bir ağacın dibine yatmış. O ağaca da her sene bir karga gelir, yuva yaparmış. Yavrularını çıkardığı zaman koca bir yılan gelir, yavrularını yermiş. Oğlan ağacın dibinde yatarken bir sayırtı işitmiş. bakmış ki koca bir yılan sayır sayır ağaca çıkıyor. Kılıcını eline alıp bir vuruşta onu aşağı düşürmüş. Yine uykuya dalmış. Karga gelip ağacın altınd7a oğlanı görünce: - Ha, demek benim senelerce yavrularımı yiyen düşman bu oğlanmış. Ben bunu zehirleyim, demiş. Karga tam oğlana çökeceği zaman yavruları: - Ana ana! Ona dokunma. O güneşte kalırsa aç kanatlarını gölge yap, aman ona güneş vurdurma. Senelerce bizim kardeşlerimizi yanında yatan yılan yiyordu. Bizi bu adam kurtardı, demişler. O zamana kadar karga gelmiş, ona göle yapmış. Oğlan uyanınca kargayı görmüş. Karga ona: - Ey insanoğlu, dile benden dilediğini, demiş. Oğlan “ canın sağlığı.” Deyince karga: “Benim canımın sağlığını bırak. Dile dilediğini” demiş. Oğlan en büyük dileğinin dünya yüzüne çıkmak olduğunu söylemiş. O zaman karga: - Tamam öyleyse. Sen bana kırk tuluk et, kırk tuluk su hazırla. Ben seni dünya yüzüne çıkaracağım, demiş. Oğlan padişahın evine gidince padişah yine ne istediğini sorar. O bu kez, “Padişahım senden kırk tuluk et, kırt tuluk su istiyorum” demiş. İstediklerini hazırlatıp eline vermiş. Oğlan bunları alıp kargaya gelmiş. Karga bunu sırtına alıp yolculuğu çıkmış. Karga “lok” deyince et vermiş ağzına, “lak” deyince su vermiş. Bir zaman sonra et bitmiş. Yolculuk ise az kalmış. Oğlan kılıcıyla baldırından et kesip kargaya vermiş. Karga etin insan eti olduğunu anlayınca onları yutmamış, gagasında saklamış. Yeryüzüne gelmişler. Oğlanın topalladığını gören karga bunun sebebini sormuş. Oğlan durumu anlatmış. Onun için topalladığını belirtmiş. Karga “Aç bakayım.” Deyince oğlan bacağını açmış. Karga gagasında sakladığı eti oraya yapıştırıp oradan uzaklaşmış. Oğlanın babası olan padişah da iki oğluna düğün yapmak üzereymiş. Kırk gün kırk gece düğünleri olacaktır. Fakat o güzel kız: - Bana yapılacak entari, fistan, ayakkabı fındık içine sığacak kadar olacak, demiş. İşi zorlaştırıyormuş. Padişah tüm ayakkabıcıları toplamış. Onlara “Falanca zamana kadar bu şekilde ayakkabı olacak. Yaptınız yaptınız, yoksa hepinizi cellatlara veririm.” demiş. Oğlan babasının evine gelirken yolda bir çobanla karşılaşır. Çobana “Elbiselerimize değişelim mi ?” diye sorar. Çoban: - Dalga geçme. Sen iyi elbiselerini verip de kötülerini alır mısın? demiş. Sonunda çobanın kötü elbiselerini giyerek tanınmaz hale gelir. Keloğlan gibi olur. Ayakkabıcılar da çivi kullanmadan bu ayakkabıyı nasıl yapacaklarının derdine düşmüşler. Oğlan bunlardan birinin yanına gidip: - Beni yanına çırak alır mısın? diye sormuş. Ayakkabıcı “Bizim derdimiz başka. Sen değilsin derdimiz.” demişler. Oğlan: - Sizin derdinizin çaresi kolay. Beni siz şuraya atın. Yemeğimi içeceğimi koyun, bir haftada bu istediğiniz çıkmazsa beni kesin cellat olun, demiş. Adamlar çaresiz kabul etmişler. Oğlan kılları birbirine sürünce periler ona istediği şeyi getirmiş. İş tamamlanmış. Padişah sora sora esnafı geziyormuş. Yapana da büyük mükafat verecekmiş. Kızın istediğini bu ayakkabıcı vermiş. Böylece kız, oğlanın dünya yeryüzüne çıktığını anlamış. Tüm ayakkabıcılar da kurtulmuşlar. Padişah bu defa altıncıya gelmiş. Altıncılara altına bir tazının bir tavşanı kovaladığı şekilde resim yapmalarını söylemiş. Onlara da belli bir mühlet vermiş. Oğlan bu defa altıncıların yanına gitmiş. Kendisini çırak olarak almalarını söylemiş. Onlar da “ Oğlum, bizim derdimiz sen değilsin. Padişahın bize söylediği şeyi düşünüyoruz.” demişler. Diğerlerine söylediği gibi kendisini bir hafta misafir ederlerse istedikleri şeyi yapabileceğini söylemiş. “ Yapamazsam beni cellatlara verin.” Demiş. Veriler süre içinde onların istediklerin yerine getirmiş. Haftası gelince padişah altınları almış ve gelini olacak kıza vermiş. O da kabul etmiş. Padişahın en küçük oğlu daha sonra cirit yerine gelip arkadaşlarıyla yarışa girmiş. Kulları birbirine sürtünce ona özel bir at gelmiş. Yarışma esnasında bir gürz birine, bir de diğer kardeşine vurmuş, onları attan düşürmüş. Bu gencin padişahın ufak oğlu olduğu anlaşılmış, durum kendisine ve padişaha anlatılınca padişah bu genç kız ile ufak oğluna kırk gün, kırk gece düğün yapmış. Bunlar bir ömür boyu mutlu bir hayat sürmüşler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.  
PADİŞAHIN ÜÇ OĞLU
Samsun
Karadeniz Bölgesi
 [BEY BÖĞREK (ADSIZ OĞLAN)]     Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Vaktin birinde bir padişah varmış. Padişah bir hanım ile evlenmiş. Bu hanımından üç kızı olmuş. Fakat hiç oğlu olmamış. Padişah tekrar evlenmiş. Bu hanımından da oğlu olmamış. Padişah bir gün veziri ile birlikte has bahçede geziyormuş. Aniden yaşlı bir adam gelmiş. Padişah onun mübarek bir zat olduğunu bilmiyormuş. Padişah, bu yaşlı mübarek kişiye: — Nerden gelip nereye gidersin, diye sormuş. Bu yaşlı, mübarek kişi, padişaha: — Yolum buraya düştü. Sen, benden ne dilersen dile, demiş. Padişah, bu yaşlı, mübarek kişiye: — Ben koskoca bir padişahım. Senden ne dileyebilirim, demiş. Veziri, padişaha: — Padişahım ondan bir oğul dileyin, diye uyarmış. Padişah da böyle deyince bu yaşlı mübarek kişi cebinden bir elma çıkarmış. Padişaha: — Elmayı akşam olunca soy. Küçük hanımın ile ye. Kabuğunu atına, çekirdeğini de köpeğine ver. Dokuz ay sonra senin bir oğlun, köpeğinin bir yavrusu, atının da bir tayı olur. Ama oğlunun adını ben gelene kadar koyma, demiş. Sonra ortadan kaybolmuş. Padişah elmayı kuşağına koymuş ama elmanın orda olduğunu unutmuş. Akşam olup kuşağını çözerken elma yuvarlanınca karısı, padişaha: — Padişahım! Gençliğin aklına mı düştü, demiş. Padişah da olan biteni karısına anlatmış. Altın saplı bıçakla elmayı soymuşlar. Kabuğunu ata, çekirdeğini köpeğe vermişler. Elmayı da kendileri yemiş. Günler geçmiş, padişahın karısı hamile kalmış. Sonra padişahın bir oğlu, atın bir tayı, köpeğinin de bir yavrusu olmuş. Padişahın oğlu olmuş ama adını koymamışlar. Oğlan bir yaş, üç yaş derken yedi yaşına gelmiş. Padişah çocuğu okula göndermiş. Okulda çocuğa Adsız Bey, derlermiş. Bir gün çocuk başka bir çocukla kavga etmiş. O çocuk, Adsız Bey’e: — Sen padişah oğlusun ama daha bir adın bile yok, deyince Adsız Bey “Herkesin adı var benim neden adım yok” diye ağlamış. Padişah da oğluna: — Ama oğlum senin deden gelip sana ad koyacak, deyince oğlu, babasına:  — Yedi sene oldu. Neden hâlâ gelmedi, demiş. Bu olay üzerine padişah oğluna ad koymaya karar vermiş. Tellallar ile herkese haber göndermiş. Herkes toplanmış. Yenilmiş, içilmiş. Sıra oğlana ad koymaya gelmiş. Kimi Ali, kimi Veli, kimi Hasan, kimi Hüseyin olsun, demiş. Hiçbirine karar verememişler. O anda kapı açılmış. Bu yaşlı mübarek kişi çıkagelmiş. Padişah, bu yaşlı mübarek kişiye olan biteni anlatmış. Zaten o mübarek de toplanılmayan yere gelmezmiş. Oğlanı, bu yaşlı mübarek kişinin yanına getirmişler. Bu yaşlı mübarek kişi de oğlanın sırtını sıvazlayarak: — Oğlum elini büken olmasın, sırtın yere gelmesin. Senin adın Bey Böğrek, köpeğinin adı Hüdayi, atının adı da Bengüboz olsun, demiş. Padişah, bu yaşlı mübarek kişi için vezirini ambara bir teneke altın almaya göndermiş. Vezir gelene kadar yaşlı mübarek kişi ortadan kaybolmuş. Padişah, oradakilere: — Bu yaşlı mübarek kişi nerede, demiş. Onlar da padişaha: — Biz geldiğini görmedik ki gittiğini görelim, demişler. Zaman geçmiş, gün gelmiş padişahın oğlu büyümüş. Evlenme çağına gelmiş. Akkavak isimli bir kız ile nişanlanmış. Nişanlısına Kel Vezir adında bir adam göz koymuş. Bir gün padişahın oğlu Bey Böğrek, bir mecliste otururken: — Şöyle ok atarım, böyle kılıç keserim, deyince Kel Vezir, Bey Böğrek’e: — Sen neden böyle övünüyorsun? Oğuzeli padişahında dedenin Horasan kılıcı esir kalmıştı. Madem öyle yiğitsin, git de dedenin kılıcını kurtar, demiş. Vezir böyle deyince Bey Böğrek’in çok zoruna gitmiş. Nişanlısını orada bırakmış. Eve gelmiş. Annesine: — Ben Oğuzeli padişahına savaş açacağım. Bu vezirin lafının altında kalamam, demiş. Annesi, oğlunu ikna edememiş. Ertesi gün tellal çağırtmış. Askerleri toplatmış. Oğuzeli Devleti’ne savaşa gitmiş. Oğuzeli padişahının ordusu çok kuvvetliymiş. Bey Böğrek hariç tüm askerler ölmüş. Bey Böğrek burada bir müddet dinlenmeye karar vermiş. Bu arada bu Oğuz ellerinde dinleneyim, birkaç saat yatıp uyuyayım diye düşünürken yedi gün uyuyakalmış. Bey Böğrek burada dinleneyim derken yedi gün uyuyakalmış. Padişahın habercisi Bey Böğrek’i uyurken görmüş. Koşup padişaha:  — Bir adam uyuyor. Yanında da atı bekliyor, diye haber vermiş. Padişah, adamlarına: — O bizim eski düşmanlarımızdandır. Atı salıverin. Adamı alıp getirin, demiş. Adamlar, Bey Böğrek’i getirmeye gitmişler. Yalnız Bey Böğrek’in atı, adamların Bey Böyrek’i alıp götürmesine izin vermiyormuş. Bu arada atın gemi eyerin kaşında takılıymış. Adamlar, padişahın yanına gidip: — At, uyuyan adamı vermiyor, demişler. Padişah da onlara: — O hayvan küheylandır. Küheylanlar kuru sıkıdan korkar. Ona bir kuru sıkı atın. Korkup kaçsın. Uyuyanı da alıp getirin, demiş. Gitmişler, kuru sıkı atmışlar. At kaçıp gitmiş. Atın gemi eyerin kaşına takılı olduğundan ağzının ulaşabildiği su bulduysa içmiş, boyuna kadar uzayan ot bulabildiyse yemiş. Adamlar, Bey Böğrek’i alıp zindana koymuşlar. Yedi gün geçince Bey Böğrek uyanmış. Bir de bakmış ki zindanda. O padişahın da yedi senede bir bayramı gelirmiş. Zindandaki bütün mahkûmları serbest bırakırmış. Bayramı da o günlerde gelince padişah: — Bey Böğrek hariç zindandaki bütün mahkûmları serbest bırakın, demiş. Bunun üzerine adamları padişaha: — Padişahım! Bu adamda saç sakal karışmış, bitlenmiş bir şekilde kaç gündür zindanda yatmaktadır. Onu, surun başına koyalım da hiç olmazsa güneşlensin, demişler. Diğer mahkûmları serbest bırakmışlar. Bey Böyrek’i surun başına oturtmuşlar. Padişahın da bir kızı varmış. Bey Böğrek buradayken kız pencereden onu görmüş ve âşık olmuş. Bu arada yıllar geçmiş. Bey Böğrek bir kervanın geldiğini görmüş. Kervan başına şöyle demiş:     —Oğuzellerinden beri gelirsin,   Kasavet gönlümün gamını alırsın,                      Anamdan babamdan kimi bilirsin,   Eğlenin de haber verin hocalar… Kervanın içinden bir ihtiyar da:     —Ananı sorarsan gözü tutuldu,   Babanı sorarsan beli büküldü,   Kız kardeşlerin kara giydi, oturdu,   Bir kulundan böyle duydum efendim, demiş. Bey Böğrek annesinin ve babasının sağ olduğunu öğrenince nişanlısını, köpeğini ve atını da sormuş. Cevap veren ihtiyar şöyle demiş:   —Gerildiler, bir araya geldiler, Kimden kime kısmet oldu, dediler, Nişanlını Kel Vezir’e verdiler, Bir kulundan böyle duydum efendim. Bey Böğrek de şöyle demiş:     —Gerilsinler, bir araya gelsinler,   Kimden kime kısmet oldu, desinler,   Nişanlımı Baltacıoğlu Kel Vezir’e versinler,   Kaç geceyle kaç gün vade buldular. İhtiyar cevabında şöyle demiş:     —Ne yalan söyleyeyim, kavak dikildi,   Atlar eyerlendi, kalan çekildi,   Üç ayla üç gün vade kılındı,   Geçti üç ay, kaldı üç gün…   Sonra akşam olmuş. Kervan gitmiş. Bey Böğrek’i kırk kapıdan zindana atmışlar. Bu arada padişahın kızı Bey Böğrek ile ihtiyarın konuşmalarını dinlemiş. Gece olup herkes yatınca bir kova zeytinyağı ile bir tası eline almış. Her kapıya bir tas zeytinyağı dökerek Bey Böğrek’in yanına kadar gitmiş: — Hanginiz dün kervandaki ihtiyara türkü söyleyen yiğitti, diye sormuş. Zindandakilerin hepsi “bendim!” diye cevap vermiş. Bey Böğrek de zindandakilere: — Hepiniz buradan çıkarsanız, ben çıkamam ama ben çıkarsam hepinizi çıkarırım, demiş. Aslında kız, Bey Böğrek’i tanıyormuş. Bey Böğrek’e: — Yiğit, ben senin kervan başında bulunan ihtiyarla konuşmalarını dinledim. Senin nişanlı olduğunu öğrendim. Ben seni buradan çıkarsam önce beni mi alırsın yoksa nişanlını mı, diye sormuş. Bey Böğrek de kıza: — Padişah kızı; beni buradan istersen çıkar, istersen çıkartma. Önce nişanlımı, sonra seni alırım, demiş. Kız, Bey Böğrek’e: — Sen sözüne mert bir yiğitmişsin. Çok yaşa. Önce seni alırım deseydin inanmazdım. Seni de buradan çıkarmazdım. Madem önce nişanlını, sonra beni alacaksın. Ben de seni buradan çıkarırım, demiş. Kız, Bey Böğrek’i çıkarmış. Ama kale çok büyük olduğu için getirdiği ipleri uç uca bağlamış. Bey Böyrek’i kaleden aşağı indirirken ipin ucu yere yetişmeyince de saçını, ipin ucuna bağlayıp Bey Böğrek’i yere indirmiş. Bey Böğrek inince atına bir türkü söylemiş:     —Sabah olup tan yelleri atmadan,   Bütün kuşlar destur alıp ötmeden,   Kâfir padişah sarayına yetmeden,   Yetiş Bengüboz’um yar elden gitmeden, Bu arada Bengüboz yedi senedir yiyip içemediği için sahibinin yanına gidememiş. Bunun üzerine Bey Böğrek şunu söylemiş:     —Sabah olup tan yelleri attı,   Bütün kuşlar destur alıp öttü,   Kafir padişah sarayına yetti,   Yetiş Bengüboz’um yar elden gitti, Bunun üzerine Bengüboz perişan bir hâlde gelmiş. Bey Böğrek atına biner binmez Bengüboz onu yere atmış. At dile gelmiş ve: — Ey Allah’tan korkmaz. Sen benim gemimi eyerin kaşına takmasaydın yedi sene boyunca hem yer, hem içerdim. Yedi sene boyumca ancak boyuma yetişebilen ot bulabildiysem, yedim. Boyumun yetişebildiği su bulduysam içtim. Ben böyle bir hâldeyken benim sırtıma nasıl binersin, demiş. Sonra Bey Böğrek padişahın kızının yedi senedir işleyip ona verdiği çevre (mendil) ile her tarafı yara bere içinde olan atını silmeye başlamış. Hem silmiş hem ağlamış. At, Bey Böğrek’e: — Yeter artık ağlama. Şu ayağının altından biraz toprak al da sırtıma at ki yaralarım iyi olsun, demiş. Bey Böğrek atın söylediklerini yapınca Bengüboz’un yaraları iyileşmiş. Atının sırtına binen Bey Böğrek doğru memleketine gitmiş. Ama üstü başı dilenci gibi perişan hâldeymiş. Daha önce Bey Böğrek’in bacıları Bengiboz’u suya götürür, suyu bulandırıp ata öyle içirirlermiş. Bu sefer Bengüboz suyun yanına kendiliğinden gidip suyu bulandırmadan içmiş. Köpeği Hüdayi de dilenci kılıklı Bey Böğrek’in yanına gidip onu koklamış. Kokladıktan sonra sevinerek Bengiboz’un ayaklarını yalamaya başlamış. Bacısı çok şaşırmış. Bacısı köpeğe taşı atınca Bey Böğrek şöyle demiş:     —Vurma bacı vurma tazıya taşı,   Kan revan oldu gözümün yaşı,   Hudayi da Bengüboz’un kardaşı,   Vurma bacı vurma tazıya taşı … Bunun üzerine bacılarından biri Bey Böğrek’i azarlayarak: — Sus Keloğlan! Bu gün benim kardeşimin nişanlısı gelin oluyor. Onu başkaları alıyor. Sen bana türkü mü söylüyorsun, demiş. Bu durumu gidip diğer kız kardeşlerine anlatmış. Büyük kız kardeş bunları söyleyen adamın nerede olduğunu sormuş. Öteki de: — Şurada sazı elinde oturuyor, demiş. Sonra büyük kız, annesine: — Aman anne! Kardeşimin neresinde tanıyabileceğim bir nişanı vardı, diye sormuş. Annesi de kızına: — Kardeşin kıyma dürümünü koynuna koyup yemeyi severdi. Aynı zamanda sol göğsünün altında da siyah bir beni vardı, demiş. Kız kıyma dürümünü hazırlayıp Bey Böğrek’in yanına gitmiş ve ona: —Aman dilenci kardeş! Benim kardeşim yedi senedir esirdir. Koynuna kıyma koyup yemeyi severdi. Şimdi ben de senin koynuna şu kıymayı koyayım da kardeşimin canı için ye, demiş. Bey Böğrek koynunu açınca kız siyah beni görür görmez Bey Böğrek’i tanımış, boynuna sarılmış. Bey Böğrek de bacısına: — Sus bacı! Sakın kimseye söyleme, demiş. Bacısına toprağı işaret edip: — Bu toprağı anamın gözüne at, gözü açılsın. Şu çubuğu da babamın beline vur, beli düzelsin, demiş. Bu arada Kel Vezir ve düğündeki diğer adamlar ok atma yarışı yapmışlar. Bey Böğrek her ok atana: — Attın teres attın, vurdun teres vurdun, diyormuş. Vezire de bunu söyleyince Kel Vezir: — Şu dilenciye de bir ok ile yay getirin de ok atabiliyor muymuş bir görelim, demiş. Bir okla yay getirmişler. Ama Bey Böğrek bunları beğenmeyince, vezir: — Şu bizim Bey Böğrek’in oku ile yayını getirin bakalım, demiş. Bey Böğrek yedi sene içinde paslanmış yayını, kırılmış okunu görünce hem ağlamış hem silmiş, hem ağlamış hem silmiş. Bunun üzerine Oradaki adamlardan biri Bey Böğrek’e: — Ne oldu dilenci, attın teres attın. Vurdun teres vurdun, diyordun. Bey Böğrek’in oku ile yayını görünce şaşırdın kaldın. Şimdi atsan vuramazsın, büksen kıramazsın, demiş. Bey Böğrek atışların hepsini isabet ettirmiş. Bunun üzerine vezir:  — Bir kese altın getirin, deyince Bey Böğrek: — Ben altın istemem. Şu düğün evine kadınların yanına gideyim de aş artığı, ekmek kırığı alayım, yiyeyim, demiş. Düğün evine gitmiş bir köşeye oturmuş. Nişanlısı da elinde bir bardak zehir ile ortada dolaşıyormuş. Kel vezirin yanına gideceği zaman onu içip kendini öldürmeyi düşünüyormuş. Bu arada Kel Vezir’in bir karısı daha varmış. Kadın, Bey Böğrek’e: — Sazın var mı Keloğlan, demiş. O da kadına: — Sazım da var. Sözüm de var, diyince kadın Bey, Böğrek’e: — O zaman sen çal, ben üstüme kuma gelse de oynayayım, demiş. Bey Böğrek sazını eline alıp şunu söylemiş:     —Ayağına giymiş nalını,   Gelir salını salını,   Kel Vezir’in puşt gelini   Dön oyna gelin, dön oyna Bunu duyan kadın: — Bana neden böyle dedin, aynısını kumama da söyle, demiş. Bey Böğrek nişanlısı Akkavak’a: — Kel Vezir’e mi kaldın ancak, deyince kız onun Bey Böğrek olduğunu anlamış ve boynuna sarılmış. Oradakiler Bey Böğrek’in geldiğini anlayınca kaçışmışlar. Kel Vezir de helâya saklanmış. Bey Böğrek, Kel Vezir’in nerde olduğunu sorunca bir çocuk, Kel Vezir’in helâda saklı olduğunu söylemiş. Kel Vezir’i Bey Böğrek’in yanına getirmişler. Bey Böğrek, Kel Vezir’e: — Ok yarışında şu bizim Bey Böğrek’in oku ile yayını getirin demen seni kurtardı. Düğün ziyan olmasın. Madem düzenlenmiş, bu benim düğünüm olsun, demiş. Kendisi kırk gün kırk gece davul zurna çaldırmış. Akkavak kızını almış. Muradına yetmiş. Anasının gözü açılmış. Babasının beli düzelmiş. Bengüboz’una binmiş, Hudayi’sini de yanına almış. Gidip Oğuzeli padişahının kızını da almış. Yiyip içip muratlarına ermişler.
BEY BÖĞREK (ADSIZ OĞLAN)
Tokat
Karadeniz Bölgesi
  [SARI İNEK] Bir varmış, bir yokmuş. Vaktiyle bir karı koca varmış. Bu karı kocanın bir de kızları varmış. Kızın annesi ölmüş. Kız küçük yaşta öksüz kalmış. Babası, kıza baksın diye başka bir kadın ile evlenmiş. Aradan çok zaman geçmeden adam da ölmüş. Kız büyümüş, serpilmiş çok güzel bir kız olmuş. Ailenin bir de ineği varmış. Üvey anne, bu kızı her gün ineği otlatması için meraya gönderirmiş. Bu kızın eline de bolca yün verir ve bu kızdan yünleri eğirmesini istermiş. Kız, Allah'ın her günü ineği götürür, otlatır, sular akşam olunca eve getirirmiş. Kız, ineği akşam olup da eve getirince bir güzelleşirmiş, bir güzelleşirmiş. Bu durum hep böyle devam edermiş. Üvey anne bu durumu çekemiyormuş, kızı kıskanıyormuş. Üvey anne: — Sen ineği otlatmaya gitme, oraya benim kızım gidecek. Sen güzelleşiyorsun, biraz da benim kızım güzelleşsin, dermiş. Sabah olmuş, öksüz kız ineği otlatmaya götürmüş. Üvey annesinin sözünü dinlememiş. Gittiği yerde baca deliğine benzeyen bir delik varmış. Yün eğirdiği iğini* bu baca deliğinden içeri düşürmüş. Deliğin içine bakmış ki içerde bir nene oturuyor. Kız, neneye seslenmiş: — Kurban olayım, iğimi ver de gideyim, ineğim kaçacak, demiş. Nene, kıza: — Aşağı gel de kızım, iğini vereyim, demiş. Nene, uzun zamandır insan yüzü görmediğinden kıza çok iyi davranmış. Kızın önüne yemesi için ekmek ve yemek koymuş. O zamanda yokluk varmış. Yemek de ekmek de yavanmış*. Neneye, kız: — Ekmeğe de yemeğe de kurban olayım, sana da kurban olayım. Çok durdum. İğimi ver de gideyim, yoksa ineğim kaçacak, demiş. Nene, kıza iğini vermiş ve: — Sana söyleyeceklerim var, beni iyi dinle. Buradan giderken karşına beyaz bir su çıkacak, o suya gir ve yıkan. Biraz daha gidersen orada da siyah bir su göreceksin, onu da kaşına, saçına sür. Biraz daha gidince de kırmızı bir su göreceksin, o sudan da dudaklarına yanaklarına sür, demiş. Kız, nenenin dediklerini teker teker yapmış ve ineği de alıp eve dönmüş. Üvey anne kızı görünce çok şaşırmış. Kız bir günde güzelliğine güzellik katmış. Ertesi gün kıskandığı için üvey anne, kendi kızını inekle beraber göndermiş. Kendi kızı aynı yerde iğini aynı deliğe düşürmüş. Ve neneye gelerek: — İğimi ver, dermiş. Nene: — Aşağı gel de vereyim, demiş. Kız aşağı inmiş. Nene bu kıza da ekmek ve yemek getirmiş. Kız: — Ekmeğini de yemeğini de yemem, iğimi ver, gideceğim, demiş. Neneyi azarlamış. Nenenin kalbi çok kırılmış. Önceki kıza söylediklerini bu kıza da söylemiş. Kız kadının söylediklerini aynen yapmış ve daha da çirkinleşmiş. İneği de alıp eve dönmüş. Kız, annesine olanları bir bir anlatmış. Annesi bu olaya çok kızmış. İnekte bir hile olduğunu düşünmüş. İneğe ne yem ne de su vermiş. Sarı inek kızı beri çekmiş ve: — Bunlar bana ne yem veriyorlar ne de su. Sen beni besle. Ben etimi sana tatlı edeceğim, onlara acı edeceğim, demiş. Öksüz kız, ineği beslemiş, sulamış. Gün gelmiş sarı ineği kesmişler. İneğin eti öksüz kıza tatlı, ana ile kıza ise acı geliyormuş. Kız sarı ineğin kemiklerini hiç ziyan etmemiş. Bir torbanın içine koyup, sarı ineğin kemiklerini toprağa gömmüş. Zaman geçmiş köyde bir düğün varmış. Bu düğüne bütün köy davetliymiş. Öksüz kızı, üvey annesi kendi kızım çirkin, diye düşünmüş. Üvey kızını düğüne götürmemiş. Üvey anne kendi kızını da yanına alarak düğüne gitmiş. Üvey kız, kapının ağzında kalmış. Kapının önünde dururken yaşlı bir kadın gelmiş. Yaşlı kadın: — Ağlama kızım, git sarı ineğin kemiklerini gömdüğün yerden çıkar. Sonra bizim kervana katıl, seni düğüne götürelim, demiş. Kız, sarı ineğin kemiklerini gömdüğü yerden çıkarmış. Sarı ineğin kemiklerine bakmış ki bir üst olmuş, bir baş olmuş, bir ayakkabı olmuş ki hepsi parıl parıl parlıyormuş. Hemen üstü, başı ve ayakkabıyı giymiş. Bir cebine altın tozu doldurmuş, bir cebine de toprak doldurmuş. Kervana karışmış. Bu kervandakiler kızın güzelliğine hayran hayran bakıyorlarmış. Kız düğün yerine varmış. Düğündeki herkes de bu kızın güzelliğine hayran olmuş. Öksüz kız, üvey annesi ve kardeşinin üzerine toprak, diğer misafirlerin üzerine de altın tozunu serpmiş. Eğlenmiş, oynamış. Düğün dağılmadan esrarengiz bir biçimde eve dönmüş. Hemen elbisesini çıkarmış. Yerine koymuş. Korkudan ayakkabısını çıkarmayı unutmuş. Üvey annesi ve kız kardeşi eve geldiğinde öksüz kıza düğündeki olayları anlatmaya başlamışlar ve: — Düğün çok güzeldi ve düğüne gelen güzel bir kız bizim üzerimize altın tozu, diğer misafirlerin üzerine ise toprak attı, demişler. Tabii kız olayların nasıl geçtiğini bildiği için anlattıklarına gülüyormuş. Öksüz kız suya gitmiş, ayakkabısının tekini su doldurduğu göle düşürmüş. Ayakkabısı gölün içinde kaybolmuş. Ağanın oğlu günlerden bir gün atları gölün kenarına sulamak için getirmiş. Atlar suyu içmiyormuş. Ağanın oğlu suya eğilip bakmış ki bir ayakkabı, altın gibi parlıyormuş. Ayakkabıyı suyun içinden çıkarmış. Atları sulamış ve: — Bu ayakkabı kimin ayağına olursa onunla evleneceğim, demiş. Tüm tellallar çıkarılmış. Tüm kızlar saraya dizilmiş ve ayakkabıyı bir bir denemişler. Ama ayakkabı hiçbir kızın ayağına olmuyormuş. Üvey anne olayı ilk duyduğunda bu durumdan şüpheleniyor ve üvey kızını kandırmış. Yağmur yağıyor diye üvey kızı tandırın içerisine koymuş, üzerini de kapatmış. Tandırın üstüne yem ve bir horoz koymuş. Ağanın oğlu ve adamları eve gelmişler, üvey annenin öz kızına ayakkabıyı denetmişler; ama kızın ayağına olmamış. Adamlar: — Evde başka kız olup olmadığını sormuşlar. Evdekilerden: — Hayır, cevabını almışlar. Tam dönüp gidecekleri sırada evin horozu dile gelmiş ve kızın yerini söylemiş. Ağanın oğlu ve adamları horozun dediği yere bakmışlar. Kızı bulmuşlar, olduğu yerden çıkarmışlar. Kıza ayakkabıyı denetmişler. Ayakkabının gerçek sahibi o kız olduğundan ayakkabı hiç zorlanmadan kızın ayağına olmuş. Kız ve ağanın oğlu hemen birbirine âşık olmuş. Kırk gün kırk gece süren bir düğünle evlenmişler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. * iğ: Pamuk, yün vb.nden iplik eğirmekte kullanılan, ortası şişkin, iki ucu sivri ve çengelli olan, ağaçtan yapılmış araç, eğirmen, kirmen. ** yavan: Hoşa gitmeyen, tatsız.
SARI İNEK
Tokat
Karadeniz Bölgesi
 [BALIK BİLMESE HALİK BİLİR] Bir varmış, bir yokmuş. Bir fakir adam varmış. Bu adam balıkçılıkla geçinirmiş. Bu adamın bir de oğlu varmış. Adam, balığı tutar; oğlu da tuttuğu balığı torbaya koyarmış. Adam bir gün bir büyük bir alabalık tutmuş. Oğlu da balığa kıyamamış. Balığı babasından habersiz suya geri bırakmış. Akşam olmuş evlerine gelmişler. Baba: — Ben büyük bir alabalık tuttuydum, o balığı ne yaptın, demiş. Oğlu: — Kıyamadım balığa, balığı suya geri attım, demiş. Babası: — Ben balıkçılıkla geçiniyorum, demiş. Sinirlenmiş. Oğlunu evden kovalamış. Çocuk da yola çıkmış. Yolda kendi emsalinde birine rastlamış. Emsali selam vermiş ve: — Nereden geliyorsun, dermiş. Çocuk: — Babam evden kovaladı, demiş. Emsali: — Beni de babam evden kovaladı, demiş. Arkadaş olmuşlar. Gurbete gidip beraber çalışmaya karar vermişler. Yalnız her şeyleri ortak olacakmış ve diğeri: — Ben, çalışırsam seni besleyeceğim; sen çalışırsan beni besleyeceksin, demiş. Böylece birbirlerine söz vermişler. Bir şehre dâhil olmuşlar. Balığı suya atan genç hiç iş bulamamış. Diğer genç de devamlı iş buluyormuş. Balığı suya atan genç bu duruma içten içe üzülüyormuş ve: — Ben devamlı senin kazancını yiyorum, demiş. Diğer genç: — Yok arkadaş senin ile anlaşmamız var. Ben, çalışırsam seni besleyeceğim; sen, çalışırsan beni besleyeceksin, demiş. Bu konuşmadan sonra şehirde bir tellal bağırıyormuş: — Padişahın kızını dili tutuldu. Bu kızı söyletene şu kadar altın, para verilecek ve padişahının kızı ile evlendirilecek. Duyduk duymadık demeyin, diye. Diğer genç akşam işten eve gelmiş, bu durumu arkadaşına anlatmış. Balığı atan genç: — Niye söylemedin, ben kızı söyletirim, diyeydin, demiş. Diğer genç: — Ben bir şey bilmiyorum ki kızı söyleteyim, demiş. Balığı atan genç: — Yarın, tellal yine bağırırsa bana haber ver, ben kızı konuştururum, demiş. Tellal ertesi gün yine bağırmış. Diğeri gelip arkadaşına haber vermiş. Balığı atan genç saraya gitmiş. Sarayda meclis kurulmuş padişahın kızı perdenin arkasında duruyormuş. Balığı atan genç söz alıp anlatmaya başlamış: — Zamanın birinde bir terzi, bir ağaç ustası ve bir imam ormanda gidiyorlarmış. Bir yerde konaklamışlar, sırayla nöbet tutacaklarmış. Biri nöbet tutarken diğerleri uyuyacakmış. İlk nöbeti ağaç ustası tutacakmış ve ağaç ustası nöbeti tutmaya başlamış. Canı sıkılmış. Ağaçtan bir kız yapmış ve yaptığı ağaçtan kızı oraya bırakmış, gitmiş, yerine yatmış. Sıra terziye gelmiş. Terzi bakmış ki ağaç ustası ustalığını göstermiş. Terzi de bu ağaçtan kıza bir elbise dikmiş. O da yerine gitmiş yatmış. Sıra imama gelmiş. İmam da namaz kılmış. Kıza can gelsin diye Cenab-ı Allah'a dua etmiş. Gerçekten kız cana gelmiş. Gülümsemeye başlamış. Diğerleri de uyanmış. Ağaç ustası ile terzi de bu kızın yanına gelmişler. Aralarında bu kız kime düşecek… Demişler ki: — Usta başlangıcı ben yaptım. Terzi de elbisesini ben diktim, demiş. İmam: — Başlangıcı sen yaptın, elbisesini de sen diktin de bu cansız bir ağaçtı. Ben Cenab-ı Allah'a dua ettim. Can geldi buna, bu bana düşer, demiş. Balığı atan genç hikâyesini anlatmış ve: — Ey cemaat! Bu kız kime düşer? Ustaya mı, terziye mi, imama mı düşer, dermiş. Tabi her kafadan bir ses gelmiş: — Kimi imama, kimi terziye, kimi ustaya düşer, demiş. Hiç kimse karar verememiş. Hiç kimse karar veremeyince kız perdenin arasında dile gelmiş ve: — Ahmaklar! Kız imama düşer, demiş ve dili tekrar durmuş. Bu olay üç defa tekrarlamış aslında. Diğerleri, Balığı atan genci çekemiyorlarmış yabancı diye. Padişah: — Tamam bu kız sana oğlum, demiş. Karara varmış. Oğlana kızı ve altınları vermiş. Balığı atan genç saraydan kızı alarak ayrılmış evine gelmiş. Diğer arkadaşı da işten gelmiş. Evde kızı görünce: — Tamam, kızı bölüşeceğiz, demiş. Balığı atan genç: — Kızı nasıl bölüşelim, para değil ki, demiş. Arkadaşı: —  Anlaşmamız böyle değil mi, her şey ortak değil mi, dermiş. Balığı atan genç daha bir şey diyememiş. Arkadaşı kılıcı eline almış ve: — Kızı ikiye böleceğiz, yarısı sana yarısı bana, demiş. Kız, kılıcı görmüş. Arkadaşı kılıcı salınca kız korkusundan öğürmüş. Kızın ağzından kara bir yılan çıkmış. Kızın zamanında ağzına yılan girmiş. Konuşacağı zaman kızın boğazına dururmuş. Arkadaşı: — İşte bunun derdi buydu, demiş. Bu kızı kesmekten vazgeçmiş. Kızı da arkadaşına vermiş. Hakkından da vazgeçmiş. Yola düşmüşler, memleketlerine gidiyorlarmış. Bir ırmağın kenarında gelmişler. Arkadaşı: — Balık bilmezse; Halik bilir.  Şimdi bu durumu balık da bildi, Halik de bildi, demiş. Bir alabalık olmuş, kendini ırmağa atmış. Geride kalanlar mutlu mesut bir şekilde yaşamışlar.
BALIK BİLMESE HALİK BİLİR
Samsun
Karadeniz Bölgesi
 [BİR GÖZE BİR DEMET GÜL] Bir varmış, bir yokmuş. Ülkenin birinde bir padişah yaşarmış. Bu padişahın üç kızı varmış. Bu kızlar, babalarına: — Bizi ere ver gidelim, diyemiyorlarmış. Bir zaman beklemişler. Bir gün bakıcıları olan kadına: — Bize git, üç tane karpuz getir. Karpuzların biri yenecek şekilde olsun. Birinin içi hafif geçmiş olsun. Birisi de tam geçmiş olsun, demişler. Kadın gidip üç tane karpuz getirmiş. Kızlar bu karpuzların üstüne bıçak saplamışlar. Bu karpuzları babalarına göndermişler. Padişah, bunun ne demek olduğunu anlamış. Kızlarını yanına çağırmış. Büyük kızına: — Beni ne kadar seviyorsun, demiş. Büyük kız: — Yağ kadar seviyorum, demiş. Babası: — Tamam kızım seni padişahın oğluna verdim gitti, demiş. Ortanca kızına sormuş: — Kızım sen beni ne kadar seviyorsun, demiş. Ortanca kızı: — Ben seni bal gibi seviyorum, demiş. Babası: — Tamam kızım seni de bir padişahın oğluna veriyorum, demiş. Küçük kıza sıra gelmiş. Küçük kıza sormuş. Küçük kız da: — Tuz kadar seviyorum, demiş. Padişah küçük kızın cevabına çok sinirlenmiş, siniri geçmeyen padişah: — Alın bunu çöplüğe atın, demiş. Kızı alıp çöplüğe atmışlar. Kız çöplükte dururken bir genç gelmiş ve: — Sen bu güzellikle bu çöplükte ne gezersin, ins misin, cin misin, demiş. Kız: — Ne insim ne cinim, seni beni yaratan Allah'ın kuluyum, demiş. Genç: — Senin evin yok mu, demiş. Kız: — Yok, demiş. Genç: — Bana gelir misin, dermiş. Kız: — Gelirim, demiş. Genç bunu alıp evine götürmüş, evlenmişler. Sahipsiz oldukları için kız, padişahın kızı olduğunu söylememiş. Çocukları olacakmış. Genç, kıza: — Filan arkadaşımın karısını getireyim sana yardımcı olsun, demiş. Gitmiş arkadaşının hanımını getirmiş. Arkadaşının karısı bu kızın ablasıymış. Ablası kardeşini tanımış. Kız doğum yapmış. Bir oğlan, bir de kız doğurmuş. Bunlar ikizmiş. Ablası bu çocukları kardeşinin altından almış. Yerine iki tane köpek yavrusu koymuş. Kardeş, kardeşi istemezmiş. Ablası kız kardeşinin kocasını çağırmış ve: — Hanımın iki tane köpek yavrusu doğurdu, demiş. Ablası aldığı bu iki çocuğu bir sandığın içerisine koyup ırmağa atmış. Kocası, karısı iki tane köpek yavrusu doğurdu diye, karısını bir yolun kenarına gömmüş. Gelen giden bu kıza tükürmüş, taş atmış. Kız ölmüş. Sandığın içindeki çocukları ırmağın içinde su götürmüş. Bir köprünün altında kalmışlar. Allah tarafından köprünün altına her gün bir inek gidermiş. Çocuklar sandığın içinden çıkıp ineğin sütünü emerler, sandığın içine geri girerlermiş. Akşam olup da inekler köye gelince sahibi, çobana: —Sen bizim ineğimizin sütünü sağıyorsun, ineğimizin memesi her gün boş geliyor, demiş. Çoban yemin etmiş. Bu durum hep böyle devam ediyormuş. Çoban bir gün inekleri takip etmiş. İneğin biri köprünün altına girmiş. Köprünün altında iki tane çocuk sandığın içinden çıkmış. İneğin memesinden süt içerken çoban bunları yakalamış ve: — Siz necisiniz çocuklar, dermiş. Çocukların boyunlarında kâğıt asılıymış. Kâğıtta: — Filan padişahın kızının çocukları, yazılıymış. Çoban bu çocukları almış, eve gelmiş. Çocuklar çok güzelmiş. Çobanın sandık içinde iki tane çocuk bulduğu haberi her yere yayılmış. Teyzeleri hemen anlamış. Kendisinin attığı çocuklarmış bunlar. Kız çocuğu büyümüş. Kız altın saçlı bir kızmış. Kız gülünce güller açıyormuş, yürüdüğü yerlerde yeşil çimenler büyüyormuş. Ayrıca bu kızın yıkandığı su altın oluyormuş. Kız, çobana: — Benim saçlarım altın, ben yıkanınca suyu küp içerisine doldurun, altın olur, demiş. Çoban inanmamış tabi, inanmasa da yapmış bunu. Bakmış ki bir hafta sonra küp, altın dolu olmuş. Çocuk kıymete binmiş. Teyze kardeşinin kızını bu sefer de çekememiş. Kız gülünce güller açtığını padişahın oğlu duymuş. Dünür gönderip istetmiş. Düğün günü belirlenmiş. Kız artık büyümüş, gelin olup gidiyormuş. Teyzesi yine ortaya çıkmış. Teyzesinin de evlenemeyen kara bir kızı varmış. Bu kız gelin olup giderken teyzesi kızın yanına oturmuş. Teyze bu sefer de kız gelin olup giderken tuzlu ciğer kavurup kıza yedirmiş. Kızın gelin olduğu yere doğru yola çıkmışlar. Tabi teyzesi de yanı sıra gitmiş, kendi kızını da yanına almış. Gelin olan kız, yolda giderlerken teyzesine: — Bir susadım ki ne olur bana bir su bul, demiş. Teyzesi, kıza: — Ben suyu nereden buluyum da vereyim sana; ama gözünün tekini verirsen ben o su satan adamdan sana su alırım, demiş. Kız gözünün tekini çıkarmış, vermiş. Çok susuz kalmış. Teyzesi de gözü almış. Teyzesi bu kızı kötü duruma düşürmek istiyormuş. Bunun yerine kendi kızını götürüp gelin etmek niyetindeymiş. Teyzesi bir bardak suyu vermiş kıza, içirmiş. Biraz daha gitmişler. Kız, teyzesine: — Ne olur o kadar yandım ki, ciğerlerim yandı. Bana bir bardak su daha, demiş. Teyzesi, kıza: — Ben suyu nereden alayım, filan adam filan yerde su satıyor. Diğer gözünü de ver sana bir bardak su alıp getireyim, demiş. Teyzesine, kız: — Çek o gözümü de al, yeter ki bir bardak su bul bana, demiş. Kızın gözünü teyzesi çekip almış. Bir bardak suyu getirip içirmiş kıza. Biraz daha gitmişler. Teyzesi kızı çekip attan indirmiş. Kızın duvağını ve gelinliğini çıkartmış. Kendi kızına giydirmiş. Kızı bir derenin kenarında bırakmışlar. Kendi kızını ata bindirmiş ve varacakları yere doğru yola çıkmışlar. Gidecekleri yere varmışlar. Akşam olmuş. Padişahın oğlu bakmış ki gördüğü kız bu kız değil ve: — Sen gülünce güller açılıyordu, yürüyünce çayır çimen saçılıyordu. Hani, dermiş. Devam etmiş ve: — Senin hiçbir özelliğin yok, demiş.  Padişahın oğluna, kız: — Aman padişahın oğlu, sen ne çok konuşuyorsun. Hiç vakitsiz gül açar mı? Her şeyin bir zamanı var, zamansız gül açmaz, demiş. Padişahın oğlu bir beklemiş, iki beklemiş ne gül açmış ne çayır çimen saçılmış. Padişahın oğlu yine başlamış ve: — Hani sen gülünce gül açılıyordu, yürüyünce çayır çimen saçılıyordu. Senin hiçbir şeyin yoktur, demiş. Kara kız: — Zamansız açılmaz, demiş. Gözleri oyuk kızı bir çoban bulmuş, alıp evine götürmüş. Kız, çobana: — Gidin, filan sarayın etrafında deyin ki; bir deste gül bir göze, bir deste gül bir göze diye satın, demiş. Çoban, padişahın oğlunun sarayının etrafına gitmiş. Kızın gözünü geri alacakmış. Etrafa bağırıyormuş: — Bir deste gül bir göze, bir deste gül bir göze… Padişahın oğlu kara kızdan gül istemiş ya! Kara kız da mecbur kalıp gülleri alacakmış. Kara kız: — Aman! Teyzemin kızının gözü vardı. İnşallah atmamışımdır, demiş. Gitmiş gözün tekini bulmuş, getirmiş hizmetçisine: — Gözü al, şuradan bir deste gül al, demiş ve kendi kendine: — Padişahın oğlu benden gül istiyordu. İşte sana bir demet gül, diyeyim, demiş. Tabi padişahın oğlu bunu anlamış. Gülleri koklamış ve: — Hımm! Gül çok güzel kokuyor. Gülleri geldi, bir de kendi gelseydi, demiş. Tabi kara kız, bunu duymuş; ama inanmamış. Aradan zaman geçmiş çoban yine: — Bir göze bir deste gül, bir göze bir deste gül, diye bağırıyormuş. Kara kıza yine gülleri satmış. Çoban kızın gözlerini getirmiş. Kız gözlerini yerine takmış. Ama kızın gözleri biraz şaşı olmuş. Padişahın oğlu bu kızın nerede olduğunu öğrenmiş ve: — Köyde ne kadar insan varsa hepsi benim evime davetlidir. Hepsi gelsin, demiş. Herkes padişahın oğlunun evine gitmiş. Bu çobanın yedi kızı varmış. Bir de bulduğu kız yani sekiz kızı varmış. Bunlar padişahın oğlunun sarayına gitmemiş. Padişahın oğlu: — Acaba çobanın kızları niye gelmedi, demiş. Ve: — Gidin, onlar illa benim sarayıma gelsinler, ben herkesin derdini dinleyeceğim, demiş. Adamlar gelip çobana demişler ki: — Senin kızların padişahın sarayına davetli, niye padişahın oğlunun sarayına gelmiyorsunuz?  Bunun üzerine kız: — Bizim evden padişahın sarayına kadar halı serilirse, ipekler dökülürse biz padişahın oğlunun sarayına gideriz. Yoksa gitmeyiz, demiş. Adamlar gelmiş. Padişahın oğluna: — Böyle, böyle, demişler. Padişahın oğlu: — Bunda bir iş var. Serin ayaklarının altına, benim sarayıma kadar döşeyin halıları, ipekleri, gelsinler. Onlar da gelsinler, onlar da davetli, demiş. Tabi kızlar gitmişler. Oraya varmışlar. Her kız başından geçeni anlatıyormuş, padişahın oğlu da dinliyormuş. Kızı bulacakmış ya! Herkes başından geçenleri anlatıyormuş. Sıra asıl kıza gelmiş tabi ve: — Benim de başımdan çok ilginç bir olay geçti. Benim teyzem zamanında annem doğum yapınca bizi annemin altından almış, yerimize köpek yavrusu koymuş. Annemi taşlatıp öldürmüş. Bizi bir çoban bulup getirmiş. Teyzem aynı oyunu bana da oynadı. Benim de gözlerimi oydu. Kendi kızını benim yerime gelin etti, demiş. Ama bu sefer de teyzesinin kızı padişahın oğlunun karısıymış ya! Kapları şıngır şıngır birbirine vuruyormuş. Konuştuklarını anlamasınlar istiyormuş. Padişahın oğlu: — Dur, ses yapma, dermiş. Kara kız: — Aman! Danacının kızları ne kadar kıymetliyse öyle de dinler ki, demiş. Padişahın oğlu: — Sus ya, sana ne? Dinleyeceğim, sen sus, dermiş. Tabi kız anlatmış kendi başından geçenleri. Padişahın oğlu: — Tamam, aradığım kız sensin, demek teyzen bu oyunu oynadı, böyle oldu, demiş. Padişahın oğlu gelmiş. Hanımına: — Keskin kılıca mı razısın, dor atın kuyruğuna mı, dermiş. Karısı: — Keskin kılıç boynuna uğrasın. Ben dor ata biner köye giderim, demiş. Padişahın oğlu: — Gel, seni babanın köyüne göndereyim, demiş. Bunu, bir dorat getirmiş ve doratın kuyruğuna bağlamış. Ata da iki kamçı vurmuş. Bu kara kızı alıp götürmüş dorat…     Padişahın oğlu ile gülünce yanağında güller açan kız kırk gün kırk gece süren bir düğünle evlenmişler. Mutlu, mesut, beraber bir hayat geçirmişler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
BİR GÖZE BİR DEMET GÜL
Samsun
Karadeniz Bölgesi
  [ÖKSÜZ KIZ]   Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş. Bir adam varmış. Bu adamın ilk eşinden üç tane kızı varmış. İlk eşi ölmüş. Kızları öksüz kalmış. Adam yeniden evlenmek zorunda kalmış. Bir süre sonra bu adam ölüm yatağına düşmüş.   İkinci karısına vasiyet etmiş: — Benim kapıma ilk kim dünür gelirse büyük kızımı ona vereceksin. İkinci kim gelirse ortanca kızımı ona vereceksin. Sonuncu gelene de üçüncü kızımı vereceksin, demiş. Sonra adam ölmüş. Bu adamın kapısına ilk dünür olarak bir dev gelmiş. Üvey anne, öksüz kızların bir an önce evden gitmesini istermiş.  Büyük kızı, deve vermeyi hiç düşünmeden kabul etmiş. Dev: — Hıh, dermiş. Burnundan bir böcek düşmüş. Düğün yapmışlar. Dev, kızı alıp evine götürmüş. Büyük kız bakmış ki dev, evinde insanları kesmiş. İnsanların kolları, bacakları ve gözleri her yerde asılıymış. Kız bunları görmüş. Ağlamış, ağlamış hiçbir iş yapmamış. Bu devin bir tazısı varmış. Tazı koşmuş, devin yanına gelmiş ve: — Kötü gelin getirdin, ne yemek yapıyor ne de iş. Baksana, kazanların içi bomboş, demiş. Bu duruma dev sinirlenmiş. Kızın ellerini kollarını bağlamış. Çamlığa getirip kulübeye bırakmış. Adamın ikinci kızına yine aynı dev gitmiş. — Hıh, dermiş. Burnundan bir böcek düşmüş. Dev o kızı da almış. Ortanca kıza, dev: — Ablan hamile de ona yardıma gel. Ekmek filan yap, demiş. Bu kız da dev ile gitmeyi kabul etmiş. Yola çıkmışlar, bir ırmağın kıyısına gelmişler. Irmağın kıyısında bir karınca varmış. Karınca, kıza: — Bana yardım et. Beni ırmağın karşısına geçir. Sana bir nasihat edeceğim, demiş. Kız: — Sus! Pis karınca, senin nasihatini ne yapayım. Ben ablamın yanına gidiyorum, eniştemle beraber, demiş. Ve oradan ayrılmışlar, devin evine gelmişler. Ortanca kız: — Ablam nerede, dermiş. Dev: — Aha ablan orada, dermiş. Dev: — Sen de ablan gibi hapsedilmek istemiyorsan dediklerimi yap, demiş ve: — Yedi tane kazan var. Yedisinde birden et kaynatacaksın. Ben bunları yiyince kırk gün uyurum, demiş. Dev ava çıkmış. Ortanca kız da ablasına bakmış. Ağlamış, ağlamış. Devin dediklerini yapmamış. Dev avdan dönmüş. Tazı, hemen devin yanına koşmuş ve: — Kötü gelin getirdin, pis gelin getirdin; bana hiç yemek vermiyor, sana hiç yemek vermiyor, demiş. Dev bu ortanca kızı da bağlayıp çamlıktaki kulübeye hapsetmiş.     Dev, adamın üçüncü kızını da almaya gitmiş. — Hıh, dermiş. Dev bu adamın küçük kızını da almış. Dev, bu en küçük öksüz kıza: — Büyük ablan çocuğuna bakıyor, diğer ablan da yemek pişiriyor. Seni götüreyim de ablalarına yardım et, demiş. Öksüz kız, dev ile gitmeyi kabul etmiş. Yola çıkmışlar. Irmağın kenarına gelmişler. Karınca orda yine bekliyormuş ve öksüz küçük kıza: — Beni karşıya geçir, sana nasihatte bulunacağım, demiş. Kız karıncayı karşıya geçirmiş. Karınca konuşmaya başlamış ve: — Bak kızım! Bu dev senin ablalarını evine götürdü. Orada elini ayağını bağlayıp kulübede hapsetti. Bu dev ne derse yap. Bu dev ava gider. Avdan döndükten sonra yedi kazan yemek yer. Sonra da kırk gün uyur. Bu devin bir tazısı var. Dev uyurken bu tazıyı bağla. Oradan kaç, demiş. Kız devin her dediğini yapıyormuş. Tazı, devin yanına gelmiş ve: — Hoş gelin getirdin, iyi gelin getirdin, demiş. Devin hoşuna gitmiş. Kıza: — Sen, hep böyle ol başımın üstünde yerin var, demiş. Dev yine bir gün ava çıkmış. Avdan dönmüş, yedi kazan yemek yemiş, uykuya dalmış. Kız tazıyı bağlamış. Sessizce oradan kaçmış. Öksüz kız kendi evine gelmiş. Kızı, annesi kabul etmemiş ve: — Sen bizim namusumuza söz getirirsin, demiş, kızı kovalamış. Kız bir yola düşmüş. Bu yolda bir oğlan görmüş. Bu oğlanda padişahın oğluymuş. Bunlar birbirlerini görür görmez âşık olmuşlar. Padişahın oğlu, kıza: — Benimle evlenir misin, dermiş. Öksüz kız: — Evet, demiş. Evlenmişler. Küçük kız başından geçenleri padişahın oğluna tek tek anlatmış. Bir gün bu öksüz kız, bakıcısıyla beraber gezintiye çıkmış. Dev bu kızı görmüş. Almış, götürmüş. Padişahın oğlu bu kızı çok sevdiği için kılıcını almış, devin evine gelmiş. Devin uyumasını beklemiş. Dev yemeğini yiyip uyuyunca padişahın oğlu kılıcıyla devin başına vurmuş. Devi öldürmüş. Öksüz kızı ve ablalarını kurtarmış. Sarayına getirmiş. Yemiş içmiş muratlarına ermişler.  
ÖKSÜZ KIZ
Samsun
Karadeniz Bölgesi
[EMİR YEMEN] Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, anam eşikteyken, babam beşikteyken, anamı sallarım babam durmaz, babamı sallarım anam durmaz… Varmış yokmuş, bir kadın varmış. Bir kadının hiç çocuğu olmuyormuş. Bu kadın bir gün yılanları görmüş. — Keşke şu yılanlar gibi sevişsem de yılan gibi de olsa bir çocuğum olsa, demiş. Yılan kadına bir şey yapmış, kadının yılan gibi çocuğu olmuş. Kadın, doğan yılanı evine getirmiş, leğenin altına koymuş. Yılan büyümüş büyümüş, kocaman olmuş. Bir gün "Anne beni evlendir." diye tutturmuş. Annesi de: — Oğlum sen bir yılansın, seni kim alacak, dermiş. Dayanamamış, bacısının kızını almış, yılanı evlendirmiş. Yılan, kızı sokup öldürmüş. Sonra diğer bacısının kızını almış, evlendirmiş. Onu da sokmuş, öldürmüş. Yılan yine evlenmek istemiş. — Teyzemin küçük kızını al, onunla evleneceğim, demiş. Evlenmişler. Kız yılandan korkmamış. Korkmayınca yılan da: — Sana bir sır vereceğim, ben yılan değilim, demiş. Kız da: — Adın ne o zaman, demiş. — Benim adım Emir Yemen’dir.  Eğer bu sırrı birine söylersen ben kaybolurum, demiş. Bir gün köyde düğün oluyormuş. Erkekler cirit oynamaya çıkıyormuş. Bir bey ortaya çıkmış. Kızın arkadaşları: — Keşke şu bey gibi bir kocam olsa, demişler. Kıza: — Sen neden böyle bir erkek ile evlenmedin de bir yılanla evlendin, demişler. Kız da bir şey söyleyememiş. Yine düğün oluyormuş. Emir Yemen, kıza: — Düğünde bir siyah atım olacak, bir de arkamda siyah köpeğim olacak. O, işte benim, demiş. Cirit oynanırken kızın arkadaşları bu siyah atlı beyi görünce kıza: — Sen niye böyle bir bey ile evlenmedin de bir yılanla evlendin, demişler. Kız yine bir şey söyleyememiş. Günlerden sonra bir gün yine düğün oluyormuş. Emir Yemen, kıza: — Bu kez beyaz bir atım olacak ve arkamda beyaz bir köpeğim olacak. O benim, demiş. Erkekler cirit oynamaya çıkınca, kızın arkadaşları: — Sen niye böyle bir bey ile evlenmedin de bir yılanla evlendin, dermişler. Kız da dayanamamış: — Hey! O benim yiğidim. İsmi de Emir Yemen, demiş. Kız bunu söyleyince oğlan kaybolmuş. Eve gelmiş, leğenin altına saklanmış. Kız da koşmuş, eve gelmiş. Kıza: — Beni tanıtmayacaktın. Bir demir çarık yaptıracaksın, bir de demir şapka yaptıracaksın; onlar eskiyene kadar beni bulamayacaksın, demiş ve kaybolmuş. Emir Yemen kaybolunca kız, demir çarık ile demir şapka yaptırmış. Emir Yemen’i aramaya başlamış. Kızın adı Fatma imiş.   Fatma, Emir Yemen’i ararken bir yerde altın kale, gümüş kale ve bakır kale görmüş. Altın kaleden bir kız iniyormuş. Fatma, o kıza:   —Altın kaleden inen kız,   Altın ibrikli kız,   Emir Yemen isminde bir yiğit,   Hiç görmedin mi hey kız,  demiş. Kız da: — Ben, Emir Yemen’i görmedim de bilmem de. İleride gümüş kale var. Bir de oraya sor, demiş. Fatma sonra gümüş kaleye gitmiş. Gümüş kaleden bir kız iniyormuş. Fatma, o kıza:   —Gümüş kaleden inen kız   Gümüş ibrikli kız   Emir Yemen isminde bir yiğit   Hiç görmedin mi hey kız, demiş. Kız da: — Ben, Emir Yemen’i görmedim de bilmem de. İleride bakır kale var. Bir de oraya sor, demiş. Fatma sonra bakır kaleye gitmiş. Bakır kaleden bir kız iniyormuş. Fatma, o kıza:   —Bakır kaleden inen kız,   Bakır ibrikli kız,   Emir Yemen isminde bir yiğit,   Hiç görmedin mi hey kız, demiş. Meğer Emir Yemen bunların hocasıymış. Kız da geri hocasının yanına gitmiş: — Seni bir kız arıyor. Benim ibrikten su istedi, vermedim, demiş. Emir Yemen de: — Nasıl bir kız, dermiş. Kız da: — Ayağında demir bir çarık, üstü başı eskimiş, yırtılmış. Bir kız, demiş. Emir Yemen ibriğe yüzüğünü atmış: — Şimdi git, o kıza ibrikten su ver, demiş. Kız ibrikten su verirken Fatma, Emir Yemen’in yüzüğünü görmüş. Tamam, buldum deyip, Emir Yemen’in yanına gitmiş. Meğer orası devler ülkesiymiş. Emir Yemen de devin kızı ile zorla evlenecekmiş. Dev, Fatma’yı yakalamış ve kendi kölesi yapmış. Bir gün dev, Fatma’ya: — Emir Yemen’in düğünü olacak, bacımdan alıp def getireceksin, demiş. Meğer dev, kıza tuzak kurmuş. Emir Yemen de Fatma’ya yolda giderken yapması gerekenleri anlatmış. Kız yolda giderken karşısına bir Kan Irmağı çıkmış. Fatma o kan ırmağında elini yüzünü yıkamış, suyundan içmiş. — Ne güzel su, demiş. Sonra karşısına irin ırmağı çıkmış. İrin ırmağının da suyundan içmiş ve: — Ne güzel su, demiş. Karşısına dikenlik çıkmış. Çaltının* dikenini koparıp koklamış ve saçına takmış. Yürümeye devam ederken bu kez karşısına at ile bir it çıkmış. İtin önünde ot, atın önünde de et varmış. Otu ata vermiş, eti de ite vermiş. Yoluna devam etmiş. Karşısına bir merdiven çıkmış. Merdiven kırk gündür ters duruyormuş. Fatma merdiveni düzeltmiş ve çıkmış. Devin bacısının evine gelmiş. Devin bacısı: — Sen dur, ben def getireyim, demiş. Kızın önüne de yoğurt koymuş. Kız yoğurdu yememiş. Kedi ile fareye vermiş. Kedi ile fare yoğurdu yiyince ölmüş. Kız da merdivenin altındaki defi bulmuş ve kaçmış. Dev, kızın kaçtığını görünce merdivene: — Tut merdiven, kızı yakala, demiş. Merdiven de: — Sen beni kırk gündür ters koymuştun, o kız beni düzeltti, demiş ve yakalamamış. Dev bu kez at ile ite kızı yakalayın, demiş. Onlar da: — O kız, et ile otu değiştirdi ve bize verdi, demişler ve yakalamamışlar. Dev bu kez çaltıya kızı tut, demiş. Çaltı da: — O beni kokladı, dikenimi aldı, saçına taktı, demiş ve kızı tutmamış. En sonda irin ırmağı ile kan ırmağına kızı tutun, demiş. Ama onlar da: — O kız bizim suyumuzdan içti, ne güzel su dedi, demişler ve kızı tutmamışlar. Kız böylece kurtulmuş ve defi, Deve getirmiş. Dev de: — Bu senin işin değil, Emir Yemen’in işi, demiş ve kızı yine zora sokmuş. Kıza: —Bu günlere düğün olacak. Git, ırmaktan kırk türlü ipek getireceksin, demiş. Kız da Emir Yemen’e gitmiş: — Beni zora sokuyor, ne yapacağım, dermiş. Emir Yemen de: — Irmağa yedi kare taş at. Emir Yemen’in selamı var. Bana ipek ver de, demiş. Kız da Emir Yemen’in söylediklerini yapmış ve ipekleri dolamış, deve getirmiş. Dev yine şüphelenmiş. Bu Emir Yemen’in işi, demiş. Bu sefer de kızı zorunlu tutarak bir dağa göndermiş. O dağdan kuş tüyü getireceksin, demiş. Kız da yine Emir Yemen’in yanına gitmiş. Emir Yemen de: — Ey dağlar, taşlar, uçan kuşlar. Emir Yemen’in düğünü olacak. Bana tüy lazım de, demiş. Kız yine Emir Yemen’in söylediklerini yapınca bütün kuşlar gelip çırpınmış. Yarasa o kadar çok çırpınmış ki hiç tüyü kalmamış. Sonra kız tüyleri toplayıp deve getirmiş. Dev şüphelenmiş ve kızı öldürmeye karar vermiş. Emir Yemen ile Fatma köylerine kaçmaya karar vermişler. Devler arkalarından geliyormuş. Yolda kız bir bostan olmuş, Emir Yemen de bostancı olmuş. Devler: — Ey bostancı, Emir Yemen’i gördün mü, dermiş. Bostancı da: — Yok, Emir Yemen’i görmedim. Gelin, bostan yeni çıktı, bostan yiyin, demiş. Devler: — Biz Emir Yemen’i arıyoruz, gelemeyiz, demiş. Bostancı da: — İleride bir çeşme var, ona sorun, demiş. Emir Yemen ile Fatma yine kaçmışlar. Kız bir çeşme olmuş, Emir Yemen de bir tas olmuş. Devler: — Ey sucu, biz Emir Yemen’i arıyoruz. Gördün mü, dermiş. Sucu da: — Biz su satıyoruz, Emir Yemen’i bilmeyiz, demiş. Sonra Emir Yemen ile Fatma oradan kaçmışlar. Kız bir çam ağacı olmuş, Emir Yemen de bir yılan. Devler, yılanı görünce onun Emir Yemen olduğunu anlamış: — Sen Emir Yemen’sin, hemen çözül, demişler. Emir Yemen de: — Sen küçük dilini açarsan çözülürüm, demiş. Dev, küçük dilini açınca yılan hemen sokmuş, devleri öldürmüş. Sonra da Emir Yemen ile Fatma köylerine gelmişler. Yemiş içmiş, hoş muratlarına ermişler. *çaltı: Diken, çalı    
EMİR YEMEN
Mersin
Akdeniz Bölgesi
    [PADİŞAH VE BEŞ OĞLU] Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş. Ülkenin birinde bir padişah yaşarmış. Bu padişahın beş tane oğlu varmış. Bir yerde bir mezar varmış. Bu mezarın başında bir elma ağacı varmış. Bu elma ağacındaki elmayı devden başka kimse alamıyormuş. Padişah, oğullarını toplamış ve: — Bu elmayı içinizden kim getirirse onu evlendireceğim, demiş. Büyük oğlu mezarın başına gitmiş. Elmayı alamamış. Dev elmayı almış gitmiş. Sırasıyla padişahın diğer oğulları da mezarın başına gitmiş. Elmayı alamamışlar. Sıra padişahın en küçük oğluna gelmiş. Bu küçük oğlu iki gün boyunca uyumuş. Uykusunu almış. Mezarın başına gelmiş. Hiç uyumadan iki gün elmanın kızarmasını beklemiş. Elma kızarmış. Elmayı almış, cebine koymuş. O sırada dev gelmiş ve: — Ey insanoğlu! Elmayı almışsın, demiş. Padişahın en küçük oğlu dev ile dövüşmüş. Deve kılıcıyla vurmuş, devi yaralamış. Devin kanı akmaya başlamış. Bu devi takip etmiş. Devin bir mağaraya girdiğini görmüş. Sonra padişahın bu oğlu babasına elmayı vermiş. Babası sevinmiş.  Padişahın bu küçük oğlu, ağabeylerine: — Ben devi yaraladım, devi takip ettim. Dev bir mağaraya girdi, devi öldürelim, demiş. Sonra hep beraber mağaranın başına gelmişler. Ellerine uzunca bir ip almışlar. Büyük kardeş: — Beni mağaraya sallayın, demiş. Mağaraya sallamışlar. — Yandım, demiş. Daha sonra diğer kardeşini sallamışlar. O da: — Yandım, demiş. Onu da geri çıkarmışlar. Bir diğer kardeşi mağaranın içerisine sallamışlar: — Yandım, demiş. Onu da hemen geri çıkarmışlar. Sıra en küçük kardeşe gelmiş. Ve küçük kardeş, ağabeylerine: — Siz beni yandım dedikçe mağaranın içine sallayın, demiş. — Yandım, dedikçe mağaranın içine sallamışlar. Küçük kardeş tabana inmiş ki tabanda neler varmış neler? Aklına ne gelirse varmış. Kapının birini açmış bakmış ki dört tane kız. Kızlar: — İnsanoğlu sen buraya niçin geldin, dermişler. Padişahın küçük oğlu: — Ben devi aramaya geldim, demiş. Kızlar: — Dev seni yer, demişler. Padişahın küçük oğlu: — Yok, yiyemez, demiş. Sonra devin bulunduğu odaya gelmiş. Dev, kılıç ile burnunu karıştırıyormuş. Dev: — Hey  sinek! Burada da mı buldun beni, dermiş. Padişahın küçük oğlu: — Ey kâfir! Ben sinek değilim, insanoğluyum dile gel, demiş. Kılıcıyla bir tane daha vurmuş ve devi öldürmüş. Sonra kızların yanına gelmiş. Kızları da yanına alarak mağaranın başına gelmiş ve: — Kardeş! Al şu senin nasibin. Kardeş şu da senin nasibin. Kardeş al bu da senin nasibin, demiş. Ağabeyleri kızları sırasıyla yukarı çekmişler. Aşağıda en güzel kız ile en küçük kardeş kalmış. Kız, oğlana: — Hadi sende yukarı çık kardeşlerin yoksa seni mağarada bırakacaklar, demiş. Oğlan inanmamış kızı ipe bağlamış. Kız tam yukarı çıkacakken oğlana: — Şu kılı al. Kıldan kıla sürersen beyaz dünyaya dönersin, demiş. Kızı yukarı çekmişler. Kardeşleri bakmışlar ki kız çok güzel ve: — Biz kardeşimizi mağara bırakalım, demişler. Sonunda kardeşlerini orada bırakmışlar. Kızları da alıp saraya gelmişler. Babaları bakmış ki kızlar çok güzel. Hele bakmış ki içlerinden bir tanesi hepsinden güzelmiş. Düğün hazırlıklarına başlamışlar. Padişahın küçük oğlu mağarada duruyormuş. Bunlar düğün hazırlıklarına başlamışlar. Bu oğlan kılı kıla sürmüş. Allah tarafından iki tane koç gelmiş. Biri beyaz koçmuş, biri de siyah. Yanlışlıkla siyah koçun üstüne binmiş. Karanlık dünyaya gelmiş. Dolaşmış bir ağacın altına oturmuş. Uykuya dalmış. Yavru kuşların çığırtısına uyanmış. Bakmış ki büyük bir yılan yavru kuşları yiyecek. Hemen kılıçla vurarak yılanı parça parça etmiş. Yılanın parçalarını kuşlara yedirmiş. Tekrar uykuya dalmış. Büyük bir kuş, pençelerinin arasına büyük bir taş almış, gelmiş. İnsanoğlunun başına bırakmaya... Büyük kuş: — Ben seksen yaşına geldim. Bir yavru yetiştiremedim. Sen miydin bu yavrularımı öldüren, dermiş. Yavru kuşlar dile gelerek: — Anne anne, elleme bu insanoğlu bizi kurtardı. Yılan bizi yiyecekti. Kılıçla yılanı kesti kesti bize yedirdi. O, bize kötü hiçbir şey yapmadı, demiş. O zaman büyük kuş, taşı bir yana bırakmış ve: — İnsanoğlu dile dileğini, demiş. İnsanoğlu: — Benim dileğim ışık dünya, demiş. Büyük kuş: — O zaman kırk tane koyun, kırk şişe su getir. Seni ışık dünyaya götüreyim, demiş. İnsanoğlu bunları hemen temin etmiş. Büyük kuş, insanoğlunu sırtına bindirmiş. Işık dünyaya getirmiş. Padişahın en küçük oğlu bakmış ki ağabeyleri düğün kurmuş. Evleniyorlarmış. Kendi seçtiği kıza da düğün kurmuşlar. Kardeşlerinin biri ile seçtiği kızı evlendireceklermiş. Bu küçük kardeş, bir değirmencinin yanına gelmiş ve: — Şu üstündeki elbiselerini çıkar bana ver. Ben de üstümdeki elbiseleri sana vereyim, demiş. Değirmenci: — Senin elbisen güzel, benimki ise kötü, demiş. Padişahın küçük oğlu değirmenciden elbiseyi almış. Yola çıkmış. Düğün yerine varmış. Tanınmadan değirmenci kılığı ile saraya girmiş. Bütün ağabeylerini yakalayıp hapse atmış. Bir kendi kalmış bir de babası. Oğlan kavağın tepesine çıkmış. Babasını da hapse atacakmış. Kız: — Baba baba! Oğlun kavağın tepesinde duruyor. Karanlık dünyadan ışık dünyaya gelmiş, demiş. Babası: — Öyleyse bu düğünü en küçük oğluma kuralım, demiş. Kız ile padişahın en küçük oğlu evlenmiş. Yemişler, içmişler, muratlarına ermişler.
Padişah ve Beş Oğlu
Mersin
Akdeniz Bölgesi
 [İKİ ARKADAŞ VE KURTLAR MAĞARASI] Bir varmış, bir yokmuş. İki arkadaş varmış. Bunlar para kazanmak için beraber gurbete gideceklermiş. Yanlarına yemeklerini alıp yola çıkmışlar. Bu iki arkadaştan biri çok cimriymiş. Yolda karınları acıkmış. Cimri olan: — Önce senin yemeğini yiyelim, sonra benimkini yeriz, demiş. Yemeği yemişler. Sonra gitmişler. Az gitmişler uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler. Diğeri cimri olan arkadaşına: — Ben yine acıktım, demiş. Cimri olan: — Ben sana yemeğimi vermem, demiş. Diğeri: — Ben sana yemeğimi verdim ama, demiş. Cimri olan: — Ne yapalım o da senin salaklığın, demiş. Cimri olan yemeğini yemiş. Arkadaşına yedirmemiş. Diğeri bu cimriden ayrılmış. Çok yol gitmiş. Acıkmış, yorulmuş. Bir mağaraya girmiş. Sonra bu mağaraya kurtlar gelmiş. Bu mağara kurtların yeriymiş. Bu kurtların bir çobanı varmış. Oğlan saklanmış. Kurtlara görünmemiş. Sonra kurtlar kendi aralarında konuşmaya başlamış: — Filanca bir yerde bir padişahın kızı hasta, bu padişahın kızını kim iyileştirirse, padişah hem kızını hem de bütün mal varlığını ona verecekmiş. Eşleşmiş kediyi kesip, bu kedinin kanını kızın vücuduna sürerek kızı iyileştirmeyi bilmiyorlar, demiş. Sonra devam etmişler: — Bu yerde bir de dev var. Suyun başını tutmuş. Kimseye karşılıksız su vermiyor. Bunlar, devin başına kılıçla vurup devi öldürmeyi bilmiyorlar, demiş. Oğlan bunların hepsini dinlemiş. Düşmüş yola. Bu yere gelmiş. Tellal, bağırıyormuş: — Padişahın kızını kim iyi ederse; padişah ona kızını ve tüm mal varlığını verecek. Oğlan padişahın sarayına gitmiş ve: — Ben senin kızını iyileştirebilirim, demiş. Padişah: — Sen kimsin ki benim kızımı iyileştirebilesin! Nice şifacılar, hekimler iyileştiremedi. Çulsuz! Git başımdan, demiş. Kızın bakıcısı: — Padişahım belki doğru söylüyordur. Şansını denesin, demiş. Padişah: — Tamam, şansını denesin, demiş. Oğlan şart koşmuş: — Odada kızla ben kalacağım, bir de eşli kedi getirilecek, demiş. Padişah önce kabul etmemiş. Sonra kızın bakıcısı padişahı ikna etmiş. Sonra oğlan eşleşmiş kediyi kesmiş. Bunun kanını kızın her yerine sürmüş. Kız önce iyileşmemiş. Bu oğlanı zindana atmışlar. Kız bu olaydan iki saat sonra yeni doğmuş gibi uyanmış. Padişah oğlanı yanına getirtmiş: — Sen kızımı iyileştirdin. Kızım da mal varlığım da senin olsun, demiş. Oğlan ile kız evlenmişler. Oğlan bir gün bu kurtların mağarasına tekrar gitmeyi ve kurtları dinlemeye karar vermiş. Çıkmış yola, mağaranın olduğu yere gelmiş. Tam o zaman kurtlar mağaradan çıkıyorlarmış. Oğlan bir şey dinleyememiş. Kurtlara görünmeden olduğu yerden uzaklaşmaya çalışmış. Kurtlar bunu fark etmiş, bunun peşine düşmüşler. Oğlan bir ırmağın içine girmiş. Kurtlar, bu ırmağın içine giremiyormuş; çünkü su ayaklarının boyunu geçiyormuş. Oğlan suyun içinde saklanmış. Bu durumdan da kurtarmış kendini. Geri dönerken dev aklına takılmış. Devin olduğu yere gelmiş. Dev, suyun başında uyuyormuş. Sonra oğlan bir eve misafir olmuş. Ev sahibinden su istemiş. Evin sahibi kadınmış. Kadın, su yerine tereyağını eritmiş. Oğlana getirmiş, vermiş. Oğlan: — Bu, su mu, dermiş. Kadın: — Ne yapalım yavrum! Koca dev bize su vermiyor, demiş. Olanları anlatmış, kadın. Oğlan, dev keyif yaparken devin yanına gitmiş. Devin kafasına kılıçla vurmuş. Dev ilkin ölmemiş. Bir daha vurmuş, devi öldürmüş. Herkes bu oğlana devi öldürdüğü için şükran duyuyormuş. Öl, de, ölelim, diyorlarmış. Huzura kavuşmuşlar. Aradan yıllar geçmiş. Cimri olan arkadaşı çıkagelmiş ve: — Sen bu kadar nasıl zengin oldun, demiş. Oğlan anlatmaya başlamış: — Senden ayrıldıktan sonra bir mağaraya gittim. Mağaradaki kurtlar, kendi aralarında konuşmaya başladılar, onları saklandığım yerden dinledim. Sonra padişahın kızını iyileştirdim. Padişah, kızını ve bütün malını bana verdi. Sonra da devi öldürdüm. Şimdi de padişah gibi yaşıyorum, demiş. Cimri olan aklından mağara gitmeyi geçirmiş ve: — Ben de bu mağaraya gidersem zengin olurum, demiş. Arkadaşından mağaranın yerini öğrenmiş. Mağaraya doğru gitmiş. Mağaranın kapısına gelmiş. Orada titreye titreye duruyormuş. Kurtlar, kendi aralarında yine konuşuyorlarmış: — Geçenlerde biri bizi dinliyordu. Belki yine bizi dinliyordur. Etrafı arayalım, demişler. Bir de bakmışlar ki biri var. Aynı kişi zannetmişler. Yakalayıp hesabını sormuşlar. Geride kalanlar, yemişler, içmişler muratlarına ermişler.
İki Arkadaş ve Kurtlar Mağarası
Mersin
Akdeniz Bölgesi
  [ÜÇ SÖZ] Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde bir adam varmış. Bu adam fakirmiş. Bu adamın bir karısı varmış. Bu adam gurbete çalışmaya gitmiş. Adam gurbete giderken karısı hamileymiş. Bu adam gitmiş. Yaklaşık on beş yirmi sene gittiği yerden gelememiş. Adam gittiği yerde çalışmış, çabalamış. O zamanın devrinde ancak üç altın kazanabilmiş. Demiş ki: — Bu altın bana yeter. On beş yirmi sene geçti. Memleketime döneyim artık, demiş. Memleketine gelirken yolda bir tellal bağırıyor: — Bir altına bir söz, demiş. Adam merak etmiş: — Bu söz acaba ne, dermiş. İçinden. Tellala yanaşmış ve: — Al sana bir altın, söyle bakayım şu sözü, demiş. Tellal: — Sabret, demiş. Adam: — Başka, demiş. Tellal: — Başka söz yok, demiş. Adam pişman olmuş ve: — Ben kaç senede kazandım bu altını, demiş kendi kendine. Pişman olmuş. Adam az gitmiş, uz gitmiş. Bir şehre daha varmış. Bu şehirde de yine bir tellal bağırıyormuş: — Bir altına bir söz! Adam: — Al sana bir altın söyle şu sözü, demiş. Tellal: — Dibi görünmeyen suya girme, demiş. Adam: — Başka var mı, dermiş. Tellal: — Yok, demiş. Adam, altınına yine acımış. Böylece adamın bir altını kalmış. Adam yine az gitmiş, uz gitmiş. Bir şehre daha ulaşmış. Bu şehirde de bir tellal bağırıyormuş: — Bir altına bir söz, Adam: — Nasıl olsa altınları harcadım. Bir tane kaldı. Bunu da harcayayım, demiş. Altını tellala vermiş. Tellal şu sözü söylemiş: — Üstüne vazife olmayan sözü söyleme, demiş. Böylece adam bütün altınlarını harcamış. Adam bir yere daha gelmiş. Bir levhada şu yazı yazıyormuş: — Buraya gelen, şu adrese uğramadan gitmesin. Üç gün misafir olma hakkı var. Adam sora sora bu yeri bulmuş. Eve misafir olmuş. Evin içine girmiş ki bir kadın memelerinden çırılçıplak çivilenmiş duvarda duruyormuş. Adam üç gün boyunca bu eve misafir olmuş. Adam, ev sahibine dememiş ki: — Bu kadın ney, neden böyle asılı? Adam, ev sahibine:  — Bana artık müsaade et, benim yerim uzak, çoktandır gurbetteyim, demiş. Ev sahibi: — Tamam, sana müsaade; yalnız sana bir şey soracağım. Bu kadın burada asılı. Üç gündür buradasın. Hiç mi merak etmedin, demiş. Adam: — Üstüme vazife olmayan sözü konuşmam, demiş. Verdiği altın aklına gelmiş bu yüzden sormamış. Ev sahibi, adamı evin bodrumuna götürmüş. Bodrumun kapısını açmış ki bütün adam kellesi.Ev sahibi: — Soranların kellesini kesip buraya attım. Sen de sorsaydın senin kelleni de kesip buraya atacaktım, demiş. Adam helallik alıp yoluna devam etmiş. Yalnız gideceği yere yolun biri uzun dolaşıyormuş. Biri kestirmeden gidiyormuş ama bir ırmak varmış. Irmağın kenarına gelmiş. Irmağın dibi görünmüyormuş. Tam soyunup ırmağa girecekmiş ki verdiği altın karşılığı tellalın söylediği söz aklına gelmiş ve: — Tellal bana dibi görünmeyen suya girme dedi, demiş aklından ve sudan geri çekilmiş. O arada karşıdan bir atlı geliyormuş. Atla beraber adam suya girince atın üzerinden düşmüş ve kaybolmuş. At yüze yüze bunun yanına gelmiş. Atın üstünde heybeler ve bir tüfek varmış. Heybelere bakmış ki altın doluymuş. Nihayet atın üstüne binmiş. Uzun yoldan dolanıp az gitmiş, uz gitmiş. Kendi kapısına gelmiş bir gece vakti. Bakmış ki karısının kucağında bir delikanlı yatıyormuş. Adam: — Ben gideli benim karı bir oynaş bulmuş. Ben bu delikanlıyı vurayım, demiş. Sonra verdiği altın aklına gelmiş: — Biraz sabredeyim, demiş içinden. Pencereye yaklaştığı zaman oğlan: — Anne benim babam nerede, öldü mü, kaldı mı, diye sormuş. Kadın: — Bilmiyorum oğlum. Baban evden çıkınca ben sana hamileydim. O gidiş, bu gelmeyiş, demiş. Adam anlamış ki kendi oğlu ve: — Ben giderken karım hamileydi. Bu benim oğlum, diye söylenmiş.  Nihayet kapıyı dövmüş. Sarım, düğüm kucaklaşmışlar, hasret gidermişler ve bundan sonra mutlu mesut bir şekilde yaşamışlar.
ÜÇ SÖZ
Mersin
Akdeniz Bölgesi
  [KÜFFÜDÜ]   Evvel varmış yokmuş bir padişah varmış. Bu padişahın da üç kızı varmış. Padişah bir gün hastalanmış. Kızlarını yanına çağırmış: — Benim ölmem yakın, bu padişahlığı kimseye vermeyin, siz yönetin, demiş. Zaman geçmiş, padişah ölmüş.   Padişahlık büyük kızdan başlamış. Birinci ay büyük kız, ikinci ay ortanca kız, üçüncü ay da küçük kız idare edecekmiş. Padişahlık kıyafetlerini giyip gelen davalara bakmışlar. Bir gün küçük kız padişahlığı yönetirken, pencerenin kenarına oturmuş. Birileri yola bir ölü uzatmış. Yoldan da bir atlı geçiyormuş. Atlı attan inmiş, ölüyü kenara çekmiş. Köşeden bir adam çıkmış, benim kardeşimi öldürdün, diye atlıya iftira atmış. Bu davayı da padişahın yönetmesi lazımmış.   Adamı, padişahın huzuruna getirmişler. Padişahın huzurunda da: — Benim kardeşimi öldürdü, kenara çekti, demiş. Padişah da: — Neden yalan söylüyorsun? Adamı sen öldürdün, yola uzattın, iftira atıyorsun, demiş. Sen cezalısın deyip, adamı götürmüşler. O anda atlı, padişahın gözlerine bakmış. Bu kız olmaya kız, demiş. Padişahın poçundan* istemiş. Padişah da poçundan kesip atlıya vermiş. Atlı gitmiş gitmesine, ama kız atlıya âşık olmuş. Kardeşlerine: — Artık ben padişahlığı idare edemem, demiş. Yanına iki helke** altın doldurmuş, bir ata binmiş, atlıyı aramaya gitmiş. Oğlan da bu sırada evine varmış, kızın aşkından yatağa düşmüş.   Padişahın kızı bu oğlanı bulacağım diye geze geze yaşlı bir kadının evine misafir olmuş. Kadına: — Nene, bana bir iş bulsan da çalışsam, demiş. Kadın da: — Ben şehrin içini gezip soruşturayım, demiş. Kız, padişah kızı; ama oğlanın aşkından her şeye razıymış. Kadın gelmiş: — Bir karı koca var. Çocukları yok. Onlara bakacaksın, demiş. Kız da onların hizmetini görmeye başlamış. Akşam olmuş. Adam köpek olmuş, kadın da kedi olmuş, sabaha kadar kavga etmişler. Kız bunu görünce şaşırmış. Onların hâline çok üzülmüş. Dışarı çıkmış, bakmış, uzakta bir ışık görmüş. O ışığa kadar gitmiş. Varmış ki yaşlı bir kadın. Kadına: — Nene ne yapıyorsun, demiş. — Aman yavrum, burada bir kadın ile bir adam var. Kadın benim oğlumla evlenmedi. Onların bugün son günü, ölecekler, demiş. Meğer kadın, kazan kaynatıyor, büyü yapıyormuş. Kız da hemen anlamış. Bunlar benim hizmet ettiğim adam ile kadın, demiş. Sonra — Nene bak bakalım bu kazan kaynamış mı, deyip kadını kazana atmış. Meğer bu kadın cadı karısıymış. Ağasıyla ablasının yanına eve gelmiş. Bakmış ki bir köşede biri, öbür köşede diğeri duruyormuş. — Aman Yarabbi, bize ne oldu böyle? Ne yapıyoruz bu gecenin yarısında, derlermiş. Kız da bütün olanları anlatmış. Aman, el pençe bu kızcağıza çok iyi davranmışlar. Bir ay çalışmış. Bir ay süresi bitince memnuniyetle onların yanından ayrılmış.   Sonra kız, iş bulan kadının yanına tekrar gitmiş. Aman nene, bana tekrar bir iş bul, demiş. Kadın da: — Tamam, bir dolaşayım, bakalım kızım, demiş. Dolaşırken kırk tane hizmetçi çalışan bir yer bulmuş. Hizmetçilerden biri kaçmış. Kızı oraya götürmüş. Kız bakmış ki bu hizmetçilerin hepsi siyah giyinmiş. — Bunlarda bir matem var ya, bakalım, demiş. Dayanamayıp oranın sahibine: — Sizde bir yas var. Her şeyiniz siyah, tavanınıza varana kadar siyah. Sizin mateminiz nedir, dermiş. Kız hizmetçi olmasına rağmen hanımı derdini anlatmış: — Benim bir oğlum vardı, on sekiz yaşındaydı. İki üç aydır kayıp, aramadığımız yer kalmadı, bulamadık, demiş. Bu kız çok akıllıymış. Hizmetçilerle hep bir arada kalırlarmış. Bir gece hizmetçinin biri kalkmış, gide gide bir yere varmış. Kız da bu kadın, oğlanı kaçırmıştır diye tahmin etmiş. Evin sahibine: — Oğlanın olduğu yeri buldum, demiş. Evin sahibi de nasıl bulduğunu sormuş. Kız da: — Bu hizmetçilerden biri gece kalktı, cebinden bir anahtar çıkardı, bir yere gitti, demiş. Kadın bunu nasıl çözeceğini sormuş. Kız da: — Sen bugün bir emir ver, bütün hizmetçiler bugün hamama gidecek de, demiş.   Sabah olmuş. Kız bakmış ki anahtarı yok, yüzü kırk kat olmuş. Hamama gitmek istemiyormuş. Ama sonra hepsi hamama gidince padişahın kızıyla evin sahibi, hizmetçi kızın gittiği yere gitmişler. İçeriden bir ses geliyormuş:   — Dadı, dadı. Haftada bir kere gelirdin. Şimdi niye geldin, dermiş. Kadın sesi duyunca anlamış: — Yavrum! Ben dadı değilim, annenim, demiş. Bakmışlar ki oğlanın elleri, ayakları bağlı. Önünde ekmek ufakları… O kadar zayıflamış ki sanki bir deri bir kemik…  Hizmetçinin gayesi oğlanla evlenmekmiş. Ama oğlan evlenmek istememiş. Oğlanı da böyle cezalandırmış.   Padişahın kızıyla oğlanın annesi, oğlanın koluna girmiş, getiriyorlarmış. Oğlanın anası, hizmetçiye: — Kırk katır mı istersin, kırk katır mı, dermiş. Hizmetçi de: — Ne yapayım ki satırı. Bari bir katır ver de memleketime gideyim, demiş. Ahırdan bir tohur*** katır getirmişler, hizmetçiyi kuyruğuna bağlayıp ormana sürmüşler. Hizmetçi katırın kuyruğuna bağlı bir şekilde ormanda kaybolmuş.   Padişahın kızı burada çalışmış, yine günü bitmiş. Oğlanın anası, oğlunu kurtardı diye fazlaca para da vermiş. Tekrar iş bulan nenenin yanına gelmiş: — Nene, bana yine bir iş bul, demiş. Nene de: — Olur yavrum, şöyle bir bakınayım, demiş. Yine böyle kırk kızlar varmış, bunlardan biri eksikmiş. Bu kıza, bu işi bulmuş. Bu kırk kızlar bir köşede oturuyor, ellerindeki mendili sallıyorlarmış. Havada da bir bohça asılıymış. Bu bohçayı “Küffüdü küffüdü” diye yelliyorlarmış.   Padişahın kızı uyanık ya, dayanamamış bir gün: — Neden bu bohçayı yelliyorsunuz, dermiş. Kızlara: — Sallamayın, demiş. Başlarının çavuşu da bunu görmüş. Niye sallamıyorsunuz, diye sormuş. Kızlar da:  — Yeni gelen kız sallamayın dedi, biz de o yüzden sallamıyoruz deyince çavuş, kıza bir kırbaç vurmuş. Yine sallamaya başlamışlar. Aradan epey zaman geçmiş. Bir gün kız yine dayanamamış: — Biz buradayız, bohça havada. Gelin, şunu indirip bakalım, demiş. Bohçayı indirmişler, açmışlar. Bir bohça, iki bohça, üç bohça derken kırk bohça olmuş. Bohçalar iç içinde, o padişahın kızının verdiği poçu da bunların içindeymiş. Kız hemen: —  Nerede bu evin sahibi, diye sormuş. Yatakta yatıyor, demişler. Gelmiş, bakmış ki oğlan kızın aşkından sararmış solmuş. Öylece yatıyormuş. Kız poçuyu almış eline. Oğlan da kızı gözlerinden tanımış. Kız poçuyu göstermiş, birbirlerine kavuşmuşlar. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Yemiş içmiş, hoş muratlarına ermişler… *poç: Saç uçları. **helke: Bakırdan yapılmış bakraç, kova. ***tohur/tokur: Kısa boylu ve şişman.
Küffüdü
Mersin
Akdeniz Bölgesi
[PAMUĞU PERİ] Bir varmış bir yokmuş. Zamanın birinde bir adam varmış. Bu adamın üç tane kızı varmış. Bu adamın yaşadığı yerde kızlar ok atarlarmış. Ok nereye düşerse, kimin evinin önüne düşerse onunla evleniyorlarmış. Büyük kızın oku padişahın evinin önüne düşmüş. Ortanca kızın oku da kadının evinin önüne düşmüş. Küçük kız yani Ayşe de okunu atıyor. Boş bir mezarlığa düşüyor. Ayşe ağlıyor. Ama faydası yok. Girip o boş mezarlıkta bekleyecek. Küçük kıza büyük ablaları gülüyorlar. — Sen ne şanssızsın okun boş mezarlığa düştü, diyorlar. Kız da: — Ne yapayım, kaderime razıyım, diyor. Gidip boş mezarlıkta oturuyor. Otururken boş bir mezardan bir kapı açılıyor. Odanın birine giriyor. Girdiği odada bulunanlar gergef işlemekte. Kız: — Ne yapıyorsunuz, diye soruyor. Gergef işleyenler de: — Pamuğu Peri evlenecek de ona çeyiz işliyoruz, diyorlar. — Pamuğu Peri de kimmiş, diyor. Gidip yerine oturuyor. Otururken bir peri geliyor. Silkeleniyor. İnsanoğluna dönüşüyor. — Senin kaderine düşen benim, ben periyim. Adım da Pamuğu Peri.  Gündüz başka şekilde gezerim. İnsanoğluna görünmem. Benim bu şekilde olduğumu kimseye söyleme, söylediğinde ben yanarım, diyor. Aylar, yıllar geçiyor. Kız annesini babasını özlüyor. Pamuğu Peri’ye: — Beni götür de annemi babamı göreyim. Sen kimseye görünme, diyor. Pamuğu Peri de: — Tamam, diyor. Beraber kızın annesini, babasını görmeye gidiyorlar. Adam peri olduğu için havadan atıyla kızı takip ediyor. Kimseye görünmüyor. Kızın kocasını soruyorlar. O da: —  Bir insanoğlu, diyor. Kardeşleri kıza nispet yapıyorlar. Kıza kocan kim diye ısrar ediyorlar. Kız da dayanamıyor. Gökyüzünde kocasını gösteriyor. Kız, periyi gösterdiği an peri yanmaya başlıyor. Pamuğu Peri yanıyor. Kızın bir leyleği varmış. Leyleğine biniyor, leylek alıp onu Pamuğu Peri’ye götürüyor. Pamuğu Peri: — İnsanoğlu beni niçin söyledin? Söylediğin an yanarım dedim, diyor. Diğer periler kızı kovuyorlar. Kız da leyleğine binip gidiyor. Kız gidiyor gidiyor bir yere varıyor, yere iniyor. Onların orda bir deli varmış. Bu deliye her gün bir kurban verirlermiş. Bize musallat olmasın diye. O gün de bu kızı boğsun diye deliye vermişler. O deli de büyülüymüş. Kız da temiz kalpli olduğundan içine doğuyor, kıza dokunmuyor.  Saıç deviriyor. Sacı devirince büyü bozuluyor. Büyü bozulunca adam: — Sen kimsin, niçin geldin, diyor. Kız da derdini anlatıyor. Sabah olunca kızı almaya geliyorlar: — Gidip alalım, deli kızı boğmuştur, diyorlar. Gidiyorlar ki kızla deli sohbet etmekte. Şaşırıyorlar. Kız olanları anlatıyor. Kız tekrar leyleğine biniyor. Leyleğe: — Beni öyle bir götür öyle bir götür ki Pamuğu Peri’nin kokusu bana gelmesin, diyor. Bu arada kuşların konuşmasını duyuyor. Kuşlar kendi aralarında konuşuyorlar: — Bu Pamuğu Peri’nin karısı bizim dilimizden anlamaz. Aslında onun ilacı burada, diyorlar. Kuşlar ilacı bırakıp gidiyorlar. Kız gelip ilacı alıyor, ilacı onu doğru yönlendirmeye başlıyor. Meğer Pamuğu Peri bir padişahın oğluymuş. Kızdan ayrıldıktan sonra gidip babasının sarayında yaşamaya başlamış. Kızın adı da Ayşe ya, erkek kılığına giriyor, kendini Ali diye tanıtıyor, gidip sarayda iş istiyor. Pamuğu Peri’yi görecek ama ona tanınmayacak. — Beni azap olarak alır mısınız, işim yok filan yerlerden geldim, diyor. Hay hay, deyip bunu işe alıyorlar. Padişahın oğlu Pamuğu Peri bundan şüpheleniyor. Erkek kılığına giren kız aslında Ayşe. Ama kendini Ali diye tanıtmış. Padişahın oğlu, Ali’yi görünce karısı olduğunu anlamıyor, başka bir kız diye içine doğuyor ve ona âşık oluyor. Babasına gidip: — Ali’nin aslında kız olduğunu söylüyor, babası da: — Oğlum hiç olur mu? Kız çocuğunun burada, erkelerin arasında ne işi var. Erkek, çalışmaya gelmiş, diyor. Padişahın oğlu Pamuğu Peri bu sefer annesine gidiyor. — Anne!  Ali bir kız, siz ne derseniz deyin o bir kız, diyor. — Yok, diyorlar yine onlar. Akıllı bir tanesi: — Oğlum! Madem öyle düşünüyorsun, bunu bir dağın tepesine götür, senin ile sidik yarıştıralım de, diyor. Ali’nin de yanında bir akıllı köpeği varmış. Bunları duyunca gidip Ali’ye haber veriyor. — Pamuğu Peri seni dağa götürecek, kız olduğunu anladı. Başının çaresine bak, diyor. Ali de hemen bir kamış alıyor. Yarışta Ali, Pamuğu Peri’yi geçiyor. Pamuğu Peri de: — Yine yanıldım, diyor. Annesi de o zaman oğlum: — Ali kız değil işte, diyor. Pamuğu Peri de: —Yok anne! Ali kız, görmüyor musun, gülünce gülücükler açıyor dudaklarına, inci gibi dişleri var. Annesi de o zaman oğlum evcilik oynar gibi ot yolun. Ali’ye de ki:    — Gel bugün çayırda çimende yatalım, de. Aynı ayarda bir ona yatak yap bir de kendine. Yatağı boşalırsa kızdır, diyor. Bütün bunları Ali’nin köpeği duymuş. Padişahın oğlunun yanında dolaşıyormuş. Lafları dinleyip hemen hanımına söylüyormuş. Neler oluyor yatağı boşalmış, hemen ot yolup yatağını kabartıyor. Padişahın oğlu kalkıyor ki Ali’nin yatağı daha kabarık, kendininki daha fazla boşalmış. Annesine geliyor: — Anne yine yanıldım, diyor. Padişahın oğlu sonra hazinelerinin yerini göstermeye götürüyor. Hazinede altınlar, inciler dolu. Padişahın oğlu Pamuğu Peri, Ali’ye hazineden bir tane inci hediye ediyor. Ali de alıyor, dişinin yan tarafına tıkıyor. Altı ay böylece doluyor. Kız: — Artık gidiyim, diyor. Pamuğu Peri giderken atının sırtını çuval çuval altınları mücevherler ve ipeklerle dolduruyor. Ali yani Ayşe köpeğini de yanına almış, yola çıkmış.   Padişahın oğlunun aklı Ali’de yani Ayşe’de kalıyor. Satıcı kılığında Ali’nin memleketine gidiyor. — Pekmez satırım, diye gidiyor. Pamuğu Peri, Ayşe’yi tanıyor.   — Ben seni bir yerden tanıyorum, diyor. Ayşe önce inkâr ediyor. Sonra birbirilerini affediyorlar ve evleniyorlar tekrar. Mutlu, mesut yaşıyorlar.
[Pamuğu Peri]
Mersin
Akdeniz Bölgesi
[GEYİK ÇOCUK] Bir varmış, bir yokmuş. Bir gün bir adamın karısı ölmüş. Bu adamın bir kızıyla bir de oğlu varmış. Adam, başka biriyle evlenmiş, kızıyla oğluna üvey ana getirmiş. Üvey ana, çocukları istememiş. Adama: — Bunları at gel, yoksa burada durmam, demiş. Bunun üzerine adam düşünmüş taşınmış, çocuklarını bırakmaya karar vermiş. Adam, bir gün eline bir kabakla bir tabak almış. Çocuklarını da yanına almış, beraber dağa çıkmışlar. Kağnıyı koşmuşlar, tangıdık dunguduk, dağa götürmüş çocuklarını. Tabak ile kabağı ağaca asmış. Çocuklarına: — Kuzularım! “Dan dan tan kabağım, tangıdı kabağım, tan kabağım...” Eğer kabak ile tabağın bu sesi durursa, yanıma gelin. Ben ileride odun hazırlayacağım, demiş ve çocuklarının yanından ayrılmış. Kabak tangırdarmış tangırdarmış babaları gelmezmiş. Meğerse adam koyup gitmiş çocuklarını. İki kardeş dağın başında yalnız kalmış. Oğlan: — Kardeeeş, ben susadım, demiş. Kız: — Şurada iki pınar var kardeşim. Şu pınardan içersen geyik, dağ geyiği, olursun. Yok, eğer bu pınardan içersen canavar olursun. Sen bundan içme; şundan iç, geyik ol, demiş. Oğlan suyu, kızın dediği pınardan içmiş, geyik olmuş. Geyik çocuk ile  kız, babalarının gelmeyeceğini anladıktan sonra yola düşmüşler. Bir sulu kavağın yanına gelmişler. Geyik çocuk: — Kardeş, sen bu kavağa çık. Ben de dibinde yatayım, burada yaşayalım, demiş. Kız kavağa çıkmış. Geyik çocuk da yayılıp yayılıp gelmiş, kavağın dibine yatmış. Böylece sürüp gitmiş. Günlerden bir gün, bir padişah atlarıyla, gübidik kübüdük, kızın çıktığı ağacın yanına gelmiş. Ağacın dibinde bir kuyu görmüş. Kızın şavkı bu kuyudaki suya vuruyormuş. Padişah, beygirleri sulansın diye kuyunun başına getirmek istemiş, ama beygirler yanaşmamış. Padişah, şöyle bir bakmış ki yukarı, kız ay gibi yanıyor, gün gibi parlıyor... — Güzel, in de gel, demiş padişah. Kız: — İnmem, benim bir kardeşim var, gelir yanımda yatar. Onu bırakmam, demiş. Gitmemiş. Padişah bir kocakarıya varmış, demiş ki: — Ben sana şu kadar altın vereceğim. Bu kızı benim için ağaçtan indirir misin? Kocakarı: — Ooo! İndiririm, demiş ve kızın yanına gitmiş. Yanına bir tencere almış, kızın çıktığı ağacın altına gelmiş. Tencereyi yere yüzüstü koymuş. Üstünden de su dökmüş. Kız bunu görmüş, kocakarıya bağırmış: — Nineee, ağzını çevir ağzını! Kocakarı da: — Kuzum, in de gel. Göremiyorum, bilemiyorum, göster, demiş. Kız, hemen inmiş. Padişah da bir yere gizlenmiş bekliyormuş. Kızın indiğini görünce kızı tutmuş. Sarayına götürmüş, kırk gün düğün yapmış. Bu sırada geyik çocuk ağacın yanına gelmiş, bakmış ki kız kardeşi yok. Sonra olanları anlamış, kız kardeşinin yanına gitmiş. Yine ayak ucunda yatmış. Bir zaman sonra kız hamile kalmış. Padişahın bir karısı daha varmış. Kız hamile olunca onu çekememiş. Suya atmış kızı. Kız, balığın ağzına gitmiş. Padişah, kızı sormuş. Kadın da: — Deli değil mi? Kaçtı, gitti, demiş. Attım suya, dememiş hiç. Ama padişah inanmamış, kızı suya attığını anlamış. Ondan sonra kırk balıkçı getirmiş. Balıkçılar uğraşmışlar, uğraşmışlar; bir de bakmışlar ki suyun içinden koca bir balık çıkmış. Balığın boynu incecikmiş, kızı yutamamış. Gebe kız çıkmış balığın ağzından. Padişah öteki kadını da yaptıklarından dolayı cezalandırmış. Atın kuyruğuna bir teneke bağlamış, bir de kadını. Ata da bir çubuk vurmuş, at alıp götürmüş kadını. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
GEYİK ÇOCUK
Eskişehir
İç Anadolu Bölgesi
Masal Metni Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Tek bir oğlan varmış. Göle taş atarmış. Bir gün kör bir kocakarı bir elinde değnek, bir elinde güğüm suya gitmiş. Oğlan gelmiş, kocakarının değneğine bir vurmuş, elindeki güğüm düşüp kırılmış. Kocakarı oğlana demiş ki: — Ah oğlum, sarar sol da üç turunç kızlarına muhtaç ol! Oğlan büyümüş, delikanlı olmuş. Hiç kimsenin kızına tenezzül etmemiş. Bu oğlan Beylerbeyi’nin oğluymuş. Beylerbeyi oğlunun bu haline dayanamamış, hocalardan medet ummuş: — Bizim oğlumuz ne olacak hoca, demiş. Hoca da: — Bu küçükken bir kocakarının bedduasını almış. Filan köyde üç turunç var. Bu yola gidecek. Giderken yolda bir kapıya denk gelecek. Yatık kapıyı kaldıracak, dikili kapıyı da indirecek. Sonra bir aslan ve bir de koça rastlayacak. Aslanın önünde ot var, koçun önünde de et var. Eti alıp aslana, otu da alıp koça verecek. Biraz ilerde bir kan çeşmesi, bir de irin çeşmesi var. Üç yudum kan çeşmesinden, üç yudum irin çeşmesinden içecek. Ondan sonra yoluna devam etsin, demiş. Annesi ve babası eve gelmişler, oğlanın altına bir at vermişler. Bir heybe altın doldurmuşlar, hocanın anlattıklarını da anlatıp oğlanı yollamışlar. Oğlan az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Yatık kapıya varmış. Yatık kapıyı dikmiş. Bir bağıran olmuş: — Tut, yatık kapı tut, demiş. Kapı: — Niye tutayım, yedi senedir yatıyordum. Her yanlarım ağrımıştı. Kaç aslanım kaç, demiş. Oradan oğlan dikili kapıya gelmiş, dikili kapıyı indirmiş. Yine bir ses gelmiş: — Tut, dikili kapı tut! Meğer bağıran devmiş. Kapı: — Niye tutayım. Yedi senedir dikiliyordum, geldi beni yatırdı. Kaç yiğidim kaç, demiş. Oğlan ata binip kaçmış. Gele gele koça gelmiş. Koç demiş ki: — Kemik kemire kemire dillerim yara oldu. Önüme ot koy da, kaç yiğidim kaç! Aslana gelmiş. Aslan: — Ben ot yiyemiyorum, aç kaldım, önüme kemik koy da kaç yiğidim kaç, demiş. Oğlan dediklerini yapmış, oradan da kaçmış. Çeşmeye gelmiş. Üç yudum kan çeşmesinden, üç yudum irin çeşmesinden içmiş. Çeşme seslenmiş: — Hiç benim suyumdan içen olmamıştı, geldin üçer yudum suyumdan içtin. Kaç yiğidim kaç, demiş. Oğlan varmış ki, üç turunç, dalında sallanıp durur. Ama üçünü de bir kerede koparması gerekmiş. Kendini nasıl attıysa üçünü de koparmış, cebine koymuş. Artık kurtulmuş, dönüyormuş. Atıyla dönerken bir kırın başına gelmiş: — Şu turunçlardan birini keseyim. Bakalım içinde ne var, demiş. Kesip bakmış ki dünyalar güzeli bir kız... Su istemiş, su yok; ekmek istemiş, ekmek yok, ölmüş. Oğlan az gitmiş, uz gitmiş, birini daha kesmiş. Güzeller güzeli bir kız daha çıkmış. O da su istemiş, su yok; ekmek istemiş, ekmek yok, ölmüş. Son bir turunç kalmış. Yoluna devam etmiş. Giderken bir çobana rast gelmiş. Çobandan azıcık ekmek almış. Bir pınarın başına gelmiş. Turuncu kesmiş. Yine güzeller güzeli bir kız çıkmış. Ekmek istemiş, vermiş; su istemiş, suyu vermiş. Sonra oğlan, kıza demiş ki: — Sen burada dur. Ben eve gidip davullar, çalgılar getireyim. Anneme, babama haber vereyim. Seni buradan düğün ile götürelim. Oğlan yola koyulmuş. Kız da Cenab- ı Allah’tan bir dilek dilemiş: — Allah’ım bana şu pınarın başında bir kavak ver de doruğuna çıkıp oturayım. Allah o zaman kıza bir kavak vermiş. Kız da çıkıp oturmuş doruğuna. O arada bir Arap kızı gelmiş. Çeşmeye bakmış, yukarıdan kızın şavkı suya vuruyormuş. Ama Arap kızı bunu fark etmemiş. Kendi kendine söylenmiş: — Amanın bana pek Arapsın, pek karasın, pek çirkinsin, diyorlar. Ben pek güzelim. Bana çirkin diyenler benli olsunlar, demiş. Vurmuş testiyi kırmış. Sonra arkadaşlarının yanına gitmiş. Demiş ki: — Bana çirkin diyorsunuz, ben bir güzelim bir güzelim, ayna gibiyim. — Git Arap. Senin neren güzel olsun, sen çirkinsin, demişler arkadaşları. Arap tekrar çeşmeye gelmiş. Yine kızın şavkını görmüş. Sonra başını yukarı kaldırmış. Bir de ne görsün, güzeller güzeli bir kız kavağın doruğunda oturuyormuş. Sormuş: — Sen oraya nasıl çıktın? — Çıktım işte, demiş kız. Arap kızı: — Ben de çıkarım, demiş.  O zaman kız saçlarını aşağı salmış. Arap kızı da saçlarına tutunup kızın yanına çıkmış: — İns misin, cin misin, diye sormuş. Kız: — Ne insim, ne cinim, seni ver beni yaratan Allah’ın bir kuluyum, demiş. Arap kızı merak ediyormuş kızı: — Senin saçların bitlenmiştir. Gel bir bakayım, demiş. Bakarken kıza: — Senin tılsımın nedir, demiş. Kız: — Benim tılsımım bir iğnedir. Bir iğneyi imiğime* sokuverdin mi ben kuş olur uçuveririm, demiş. O zaman, Arap kızı bir iğneyi almış kızın imiğine sokmuş. Kız da güvercin olup uçmuş, bir bahçeye konmuş. Bahçe de Beyoğlu’nun bahçesiymiş. O sırada oğlan kırk askerini, davulcusunu toplamış, kızı götürmeye pınarın başına gelmiş. Bir bakmış ki çirkin mi çirkin biri oturuyor. İn dermiş inmezmiş. Bir de naz yaparmış. Oğlan, kırk tane nacakçı getirmiş, kavağı kestirmiş. Sonra demiş ki: — Sen böyle değildin. Ne oldu sana? Arap kız: — Sen gideli şu zaman oldu. Gecenin ayazı, gündüzün sıcağı beni yaktı. Ben de böyle çirkin oldum, demiş. Oğlan Arap kızını almış, evine götürmüş. Kırk gün, kırk gece düğün etmişler. Bir kızı ile bir oğlu olmuş. Güvercin de bahçeye gelmiş: — Bahçıvancı, bahçıvancı! Beyoğlu ne yapıyor, diye sormuş. Bahçıvan: — Ne yapsın! Yatıp yürüyor, kalkıp yürüyor, deyince güvercin: — Yatsın uyusun, kalksın büyüsün. Arap kızına saldığı dolu dallar kırılsın; benim konduğum dallar kurusun, demiş. Bugünden sonra her gün bir fidan kurumuş. Bahçıvan, Beyoğlu’na gitmiş, olanları anlatmış. Beyoğlu da demiş ki: — O hangi dala konarsa o dalı ziftle. Bahçıvan, oğlanın dediğini yapmış. Güvercin bahçeye gelmiş yine. Tam uçacağı zaman bir de bakmış ki ayakları dala yapışmış. Bahçıvan kuşu tutup Beyoğlu’na götürmüş. Beyoğlu da altın bir kafese koymuş. Beyoğlu’nun oğlu güvercin ile oynaşıp söyleşirmiş. Arap kızı görünce olanları sezmiş. Beyoğlu’na demiş ki: — İlla bu kuşu keseceksin. Ben hamileyim, canım et istiyor. Beyoğlu ne yaptıysa da vazgeçirememiş. Güvercini kesmişler. Arap kızı, eti yemiş, suyunu da pencerenin dibine dökmüş. Suyu döktüğü yerde bir kavak büyümüş. Arap kızı, yine sezip Beyoğlu’na gitmiş: — Bu kavağı keseceksin. Çocuğuma beşik edeceğim, odama eşik edeceğim, soframa kaşık edeceğim, demiş. Beyoğlu yine başa çıkamamış. Kavağı da kesmiş. Bu olaylar burada dursun. Memleketin başka bir yerinde bir kocakarı varmış. Bir gün yonca toplamaya gitmiş. Yonca toplarken, Arap kızının turunç kızına batırdığı iğneyi bulmuş. Evine gelmiş, iğneyi de iğneliğine saplamış. Kocakarı dışarı çıkıp da geri gelinceye kadar, kız pişirirmiş, taşırırmış; sonra da geri iğneliğe varır, sokulurmuş. Kocakarı gelirmiş, bir gün böyle iki gün böyle, şaşırırmış: — Acaba bunları kim yapıyor, diye düşünürmüş. Bir gün, bir yere gizlenmiş, kimin yaptığını görmek için. Yine kız çıkmış, her şeyi yapmış. Tam iğneliğe sokulacağı sırada kocakarı kızı tutmuş: — Kızım sen ins misin cin misin? Kimsin, demiş. Kız da: — Ne insim ne cinim! Seni ve beni yaratan Allah’ın bir kuluyum, demiş. O sırada dışarıdan tellalların sesi duyulmuş: — Beyoğlu’nun atları var, kim isterse alıp bakacak. Kız, kocakarıya: — Anne, hadi bir tane al, gel, demiş. Kocakarı: — Kızım biz neyle bakacağız? Damımız yok, yiyeceğimiz yok… Beygire biz bakamayız, demiş. Kız: — Ben bakarım, deyince kocakarı gitmiş. Bir tane zayıf, ölecek bir at almış, gelmiş. Kız elini yıkadıysa da ot olmuş, yüzünü yıkadıysa da ot olmuş. Çayır olmuş her yer. Bir gün yine tellallar bağırmış: — Beyoğlu’nun verdiği atlar toplanacak. Sonra da Beyoğlu’na gidip demişler ki: — Yaşlı bir kadın bir tane kötü at götürdüydü ne yapalım? Beyoğlu: — Öldüyse ölüsünü, yaşıyorsa dirisini alıp gelin, demiş. Kocakarı damına kimseyi sokmazmış. Beyoğlu’nun hizmetçileri gelmiş. Ama hiçbiri sokulamamış atın yanına. O zaman Beyoğlu kendi gelmiş, atı görmüş: — Koca ana siz bu atı ne yaptınız? Kim bu hale getirdi, demiş. Kocakarı: — Benim elimde böyle olur işte, demiş. Kızını söylememiş. İşin sırrını ne kocakarı çözebilmiş ne de Beyoğlu. Sonra kızına demiş ki: — Kızım, atın yanına kimse giremiyor. Kız: — Sen hiç elleme ben gelinceye kadar, demiş. Gelmiş, atın götüne bir şaplak vurmuş. Sonra: — Höst! Arap ile Türk’ü, şalgam ile turpu, bilmeyenin malı höst, demiş. Beyoğlu şaşırmış, her şeyi anlamış. Kıza dünür olmuş, kocakarı da vermiş. Sonra Arap kızına gitmiş: — Kırk katır mı kırk satır mı istersin, diye sormuş. Arap kızı: — Kırk satır kafana dokunsun. Kırk katırı biner de anamın evine gezmeye giderim, demiş. Arap kızını kırk katıra bindirmişler. Götüne de bir çöğür* bağlamışlar: — Hadi Allah’a ısmarladık, git, demişler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. *imik: Kafanın üst kısmı, tepe. *çöğür: Diken.
ÜÇ TURUNÇ KIZI
Eskişehir
İç Anadolu Bölgesi
 [RÜYA] Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer top oynarmış ahir zaman içinde. Bir anayla babanın bir oğlu varmış. Oğlan okula gidiyormuş. Bu oğlan azıcık büyüyünce bir rüya görmüş. Sabahtan kalkmış, anasına babasına: — Ben akşam bir rüya gördüm, demiş. Anası da babası da hayır olsun dememişler. Çocuk da hayır olsun demediler diye rüyasını anlatmamış. — Anlat oğlum, demiş babası. Oğlan: — Demem, demiş. Anası: — Anlat oğlum, demiş. Oğlan: — Demem, demiş. Yine tekrarlamış babası. Hayır olsun, dememiş: — Anlat oğlum, demiş. — Demem, demiş oğlan. Sabah olmuş. Okula gitmiş. Hocasına: — Hocam, ben akşam bir rüya gördüm, demiş. Babam anlat dedi, anlatmadım. Anam anlat dedi, anlatmadım. Benim rüyamı nasıl yoracaksan yor, demiş. Hoca da hayır olsun dememiş. Çocuk rüyasını hocaya da anlatmamış. Hoca çocuğu reddetmiş: — Git hadi, rüyanı anlatmıyorsun madem… Git nereye gideceksen, demiş. Çocuk eve de gidememiş. Varmış, üç yolun ayrımına oturmuş. Otururken kervancılar gelmiş. Bakmışlar, bir çocuk büzülüp oturmuş. Çocuğa: — Ne oldu oğlum? Burada ne oturup duruyorsun, demişler. Çocuk cevap vermemiş. — Anlatsana çocuk, demişler yine kervancılar. Çocuk da: — Ben bir rüya gördüm. Anama dedim, anam hayır olsun demedi, ben de anlatmadım. Babama dedim, babam hayır olsun demedi. Ona da anlatmadım. Sonra hocam zorladı anlat diye, anlatmadım. Beni bir rüya için buraya attılar, demiş. Bunun üzerine kervancılar çocuğu almışlar, kervanlara bindirip uzak bir diyara götürmüşler. Çocuk çok güzelmiş. Kervancılar onu satmaya karar vermişler. Bir padişah gelmiş, padişahın da çocuğu yokmuş. Onu görünce çok beğenmiş. Almış, sarayına götürmüş. Eşine: — Ben bu çocuğu aldım, ona iyi bak, demiş. Karısı da: — Götür, niye getirdin. Götür, ben istemem, demiş. Padişah, çocuğu alıp dışarı oturtmuş. Almış, getirmiş ya nasıl geri verecek, kime verecek? Nerede bulacak kervanı? Kadın, çocuğu öyle görünce dayanamamış. Çocuğu alıp gelmiş, ayrı odaya koymuş padişaha duyurmadan. Orada çocuğu büyütmüş. Padişahın hiç haberi olmamış. Günler geçmiş, yıllar geçmiş, çocuk on yedi, on sekiz yaşlarında bir delikanlı olmuş. Günlerden bir gün gâvur padişahından üç tane kılıç gelmiş. Padişaha: — İyisini alsın, ötekileri geri yollasın, yollamazsa harbim var, demiş. Padişah ne yapacağını bilememiş. Bahçede bir o yana, bir bu yana dolaşıp durmuş. Karısı görmüş: — Hayrola padişahım, neyi düşünürsün böyle telaşlı, demiş. Padişah olanları karısına anlatmış. Karısı da: — İyi bakalım, düşünüp durma. Hallederiz, demiş. Sonra oğlanın yanına gitmiş. Olanları ona anlatmış: — Ne yapalım, diye sormuş. Oğlan: — Götürsün kılıçların üçünü de suya atsın. İyisi dalar dibine, kötüleri suyun yüzünde kalır. Kötülerini geri yollasın. İyi kılıcı alsın, demiş. Kadın hemen padişahın yanına gelmiş: — Ben bir akıl düşündüm, deyip oğlanın dediklerini söylemiş. — Tamam, demiş padişah. Kılıçları suya atmışlar. İyisi dalmış, kötüleri suyun yüzünde kalmış. Onları yollamışlar gâvur padişahına. Aradan biraz daha zaman geçmiş. Bu sefer gâvur padişahından üç tane at gelmiş. Gâvur padişahı: — Bu atların iyisini alsın, kötülerini geri yollasın. Yoksa harbim var, demiş. Padişah meraklanmış, yine bahçede geziniyormuş. Karısı görmüş: — Yine niye merakın, demiş. Böyle böyle oldu diye anlatmış karısına. Kadın yine oğluna varmış. Ne yapacaklarını sormuş. Oğlan: — Üç tane adam bulsun, süvari. Her birini bir ata bindirsin. Üç metre eninde hendek kazdırsın. İyi olanı geçer, iyi olmayan atlar arkada kalır, demiş. Kadın gelmiş, oğlanın dediklerini padişaha anlatmış. Padişah: — Hay senin aklına, demiş. Çok sevinmiş. Üç metre eninde bir çukur kazdırmış, üç tane süvariyi de üç ata bindirmiş. İyisi atlayıp geçmiş. Ötekiler arkada kalmış. İyisini almış, kötülerini yollamış. Aradan biraz daha zaman geçmiş. Bir kâğıt gelmiş gâvur padişahından. Dermiş ki: — İneklerinin bağrışından, köpeklerinin uluyuşundan, atlarının kişneyişinden askerlerim huzursuz oluyor. Bunlara ne çare bulacaksan bul. Bulamazsan harbim var. Padişah okumuş, ne yapacağını bilememiş. Gezinmeye başlamış yine. Karısına anlatmış olanları, karısı da oğlanın yanına gitmiş. Oğlan: — Beni giydirsin, kuşatsın. Bir de en iyi atına bindirsin. Bir elime en iyi kılıcını, bir elime de bir bayrak versin. Ben, o işi görür gelirim, demiş. Bunun üzerine kadın gitmiş, padişaha demiş ki: — Padişahım, hani senin yıllar önce getirdiğin, benim istemediğim çocuk var ya… Çıkıp götürdün de götüremedin, kapının önüne koydun. İşte o çocuğu kapıda öyle görünce ben dayanamadım. Onu aldım, büyüttüm. Gel de bir gör. Sonra padişaha, her şeyi çocuğun yaptığını anlatmış. Padişah: — Amanın bilirim. Hemen getir, demiş. Süvarilerinki gibi giydirmiş, kuşatmış. Atına bindirmiş, eline de bayrak vermiş. Gâvura yollamış. Oğlan gitmiş, onlar da dört gözle oğlanın dönüşünü beklemişler. Oğlan, gâvur padişahının sarayına varmış. Merdivenin koluna atını bağlamış. Hemen karşılamışlar oğlanı. Yukarı çıkartmışlar. Gâvur padişahı, lalasına demiş ki: — Padişahın atına yem dökün. Oğlan da: — Benim atım yem yemez, demir yer, demiş. Gâvur padişahı: — At demir yer mi hiç, deyince oğlan da: — Yer, yer, demiş. Sonra iki padişah konuşmak için oturmuşlar. Harp olacak mı olmayacak mı? Birbirlerini alt etmeye çalışmışlar. Önce gâvur padişahı: — Hadi Türk padişahı, bu demirden bana bir yelek kes, demiş. Önüne bir çuval demiri koymuş. Bunun üzerine oğlan da cebinden mermer çıkarmış, gâvur padişahına: — Sen de o zaman şu mermerden iplik bük, demiş. — Ondan iplik bükülür mü, deyince gâvur padişahı, oğlan da: — Eee, bundan yelek kesilir mi, demiş. Birbirlerini alt edemeyeceklerini anlayan iki padişah, anlaşma yapmaya karar vermişler. Onlar konuşurlarken, gâvur padişahının kızı, oğlanın ay gibi parlayan yüzünü görüp âşık olmuş. Oğlan da kızı görünce âşık olmuş. Kız hemen babasıyla konuşmuş: — Ben bu Türk padişahıyla gideceğim, demiş. Olur mu, olmaz mı diye düşünürken gâvur padişahı; oğlanın güzelliğine, aklına bakmış, dayanamamış. Kızını vermiş. Türkler de dört günden beri merakla oğlanın yolunu bekliyorlarmış. “Acaba ölüp de mi gelecek, ölmeden mi gelecek?” diye beklerlermiş. Bir de bakmışlar oğlan, atının arkasında bir kızla geri dönmüş. Karşılamışlar. Oğlanı karşılayanlar arasında, oğlanın kendi memleketinden sevdiği kız da varmış. Gâvur kızıyla oğlanı yan yana görünce kızın morali bozulmuş. Neyse, oğlan iki kızın ortasında, eve çıkmışlar. Oğlan: — Ben bir ellerimi, ayaklarımı yıkayayım. Bir abdest alayım. Her yakam toz toprak, demiş. Kızlardan biri ibriği tutup abdest suyunu dökmüş; birisi de havluyla başında bekliyormuş. Oğlan kızları böyle görünce birden gülümsemiş. Gâvur kızı: — Padişahım, beyim niye gülümsediniz, demiş. Bizim kız seslenmemiş. Oğlan: — Ben bir rüya gördüydüm, deyince, gâvur kızı hemen: — Hayır olsun padişahım, demiş. Öyle deyince oğlan rüyasını anlatmış: — Türk kızı sağ yanıma ay gibi doğmuştu, gâvur kızı sol yanıma gün gibi doğmuştu. Benim rüyam buydu, gerçek oldu. İşte ona gülümsedim, demiş. El ermiş muradına, biz de çıkalım kaynının kerevetine.    
RÜYA
Eskişehir
İç Anadolu Bölgesi
İYİ KIZ İLE KÖTÜ KIZ  Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir oduncu ailesi varmış. Oduncunun karısı kar kış çok olduğu için kendi ablasının yanına gidiyor: —Aman abla, canım abla, çocuklarım kaç gündür aç kaldı. Nolursun bir lokma ekmek ver, diyo. Kardeş: —Hadi hadi, benim işim var, deyip suratına kapıyı kapatıyo. Kardeşi ekmek vermiyo. Vermeyincek eve geliyo, ağlayarak kocasına anlatıyo. —Ablama vardım, gittim, yalvardım. Bana kapıyı çevirdi, ekmek vermedi. O anda yer yarılsaydı da içine girseydim gam değildi, diyo. Kadın böyle söylerken yer yarılıyo, kadın yerin içine giriyo. Girse ki orda minik minik kedi yavruları varmış. Bu kadın, kedileri seviyo. —Aman bunlar ne güzelmiş! Kara kara kediler ne kadar güzelmiş! Boncuk gibiler, diyo. Kedilerin bir tanesi: —Mırnav, bizden yukarı, diyo. Kadın yukarı çıkıyo. Orda sarı sarı kediler varmış. —Ey yarabbim! Sarı sarı kediler, gözleri boncuk gibi, diyo. Kadın kendi sevgisinden bunları öpüyo, okşuyo. Kedilerin bir tanesi: —Mırnav, bizden yukarı, diyo. Kadın bu sefer boz kedilerin içine giriyo. Boz kediler büyükmüş: —Aman bunlar tombiş tombiş kedilermiş, ne güzelmiş, diyo. Kedilerin bir tanesi: —Mırnav, bizden yukarı, diyo. Kadın yukarı çıkıyo. Orda kocaman bir yastığın üzerinde bir beyaz kedi varmış. Kadın: —Aman bu kedi ne kadar güzelmiş, diyo. Kadın böyle diyincek kediler etrafında toplanıyo. Kediler mırnav mırnav diye konuşuyor. Konuşuncak beyaz kedi diğerine işaret ediyo. —Buna bir şeyler verin, diyo. Kediler kadına birçok altınlar, mücevherler veriyolar. Kadını tekrar aşşağı indiriyolar. Kadın aşşağı inerken kedilerden onu öpüyo, öbürünü öpüyo, diyo ki: —Buna bir şeyler verin, diyo. Kediler kadına birçok altınlar, mücevherler veriyolar. Kadını tekrar aşşağı indiriyolar. Kadın tekrar aşşağı inerken kedilerden onu öpüyo, öbürünü öpüyo, diyo ki: —Tatlı kediler, nasip olursa yine gelirim. Siz de yukarıya gelin de ben de size yemek yapıyım. Yukarı çıkıyolar kapıları örtüyolar. Kadın elindeki torbayı açsa ki içinde bütün mücevherler var. Orda adam altınları götürüyo, bozduruyo. Çocuklarına ekmek alıyo. Diğer fakirlere de veriyolar. Adam günden güne ilerleyip zengin oluyo. Bulundukları yerde kıtlık varmış. Ordakilere bol bol yiyecek dağıtıyolar. Kötü kalpli abla bunların zenginliğini görünce bunlara geliyo. —Kardeşim nedir bu haliniz? Birden bire parladınız, diyor. —Sorma abla, sen bana kötülük yaptın amma bak iyilik yapmış oldun. Gine de sana teşekkür borçluyuz. —Niye, diye soruyo. —Sen bana ekmek vermedin. Ben kocama bunu anlatırken yer yarılsa da içine girsem dedim. Yer yarıldı, aşşağı indim. Orda bana bir torba verdiler. Torbayı getirdim. Torbanın içindeki altınları harcadım. Daha da harcıyoz, fakirlere veriyoz, diyo. Kötü kalpli abla kardeşinin anlattıklarına şaşırıyo. Eve geliyo. Eve gelince kocasına: —Kapıları kilitle, diyo. Adam kapıları kilitliyo. Kötü kalpli abla: —Ah ah, yer yarılsa da içine girsem, diyo. Kadın aşşağıya yerin dibine giriyo. Aşşağıda bakıyo kedileri görüyo: —Ay ne pis kediler, kara kara kediler, gidin bana dokunmayın, diyo. Kedilerin bir tanesi: —Mırnav, bizden yukarı, diyo. Sarı sarı kedilerin içine giriyo, onlara da: —Bana dokunmayın pis kediler. Çabuk çabuk beni yukarı çıkartın, diyo. Kadın nereye vardıysa ordaki kedilere hep aynı sözleri söylüyo. Bütün kedilere bir kusur buluyo. Kadın, beyaz kediye varıncak: —Haydi haydi ne verecekseniz verin. Siz pis kokuyorsunuz, diyo. Kadın böyle diyincek beyaz kedi işaret ediyo. Diğer kediler bir torba dolduruyolar. Kadın onu alıp yukarıya çıkıyo. Kadın yukarıya çıkıncak kocası diyo ki: —Ne yaptın hanım? —Getirdim getirdim, diyo. Kadın ile kocası torbayı açıyolar bakıyolar ki yılanlar, çiyanlar dolu var. Bu arada iyi kalpli kız kardeş de kocasına diyo ki: —Ablam beni dinledi gitti. Bir çılgınlık yapmasın. Gidiyim de bakıyım, Ablasının evine varıp baksa ki ablası can veriyo. Canı şurda. —Aman, niçin bana yalan söyledin? Yılanlara çiyanlara bıraktın, diyo kötü kalpli kardeşi. —Sana yalan söylemedim abla. Sen onlara sevgi göstermedin. Bana verdikleri kadar sana da verdiler. Sen onları öyle görüyon, diyo. Kötü kalpli abla ölüyo. İyi kalpli kız kardeşi ablasının torbada getirdiği altınları alıyo. Altınlarla Kediler Köşkü diye bir yer yaptırıyo. Orayı, gelen geçen fakirlere aşhane yapıyolar. Masal da burda bitiyo.
İyi Kız ile Kötü Kız
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
AYAĞINA DİKEN BATAN KARGA Kaynak Kişi: Şenay Canlı Bir varmış bir yokmuş, eski zamanlarda bir tane karga varmış. Bu karga çöpte yaşamayı çok severmiş. Bir gün çöpte gezerken ayağına tiken batmış: —Bu tikeni napyım, demiş. Bir fırıncı görmüş, oraya gitmiş. —Bu tikeni ayağımdan çıkarır mısın, demiş. —O da getir çıkartırım, demiş, çıkartmış. Karga: —Sen bu tikeni saklıcaksın. Ben iki üç gün sonra gelip bu tikeni alcam, demiş. Fırıncı da: —Tamam olur, demiş. Karga uçmuş gitmiş. Karga uçup gittikten sonra fırıncı beklemiş karga gelmemiş. Sonra karga gelmiş: —Amca tikenimi verir misin, demiş. O da: —Fırına attım, yandı, demiş. —Ya tikenimi ver ya ekmek ver. Ya tikenimi ver ya ekmek ver, diye çok üstelemiş. Karga üsteledikçe adam sinirlenmiş bi tane ekmek vermek zorunda kalmış. Ekmeği ağzna almış, uçmuş. Uzak bir köye gitmiş. Orada bir tane fakir bir nine varmış. Karga nineye: —Nine bu ekmek sizde kalsın. Ben iki üç gün sonra gelip alacam, demiş. —Peki olur, demiş. Karga uçmuş, gitmiş yine. Ninenin yanında bir tane torunu kalıyomuş. O da okuldan gelmiş. Ninesine demiş ki: —Nine çok acıktım. —Yavrım evde hiçbir şey yok. —Ama burda ekmek var, onu alıp yiyebilir miyim? Nine de: —Al yavrum, demiş. Torun ekmeği yemiş. İki üç gün sonra karga gelmiş. —Gak gak ben geldim. Ekmeğimi geri ver, demiş. Nine: —Ekmeği torunum yedi, ekmek yok, demiş. —Ya torununu vereceksin ya ekmeği. Ya torununu vereceksin ya ekmeği, devamlı böyle üstelemiş. Nine de torununu vermek zorunda kalmış. Karga çocuğu almış, uçarak başka bir köye gitmiş. Orada da çok yağmur yağıyormuş. Sonra orda bir kapı varmış. Karga kapıya vurmuş, ev sahibine: —Bu çocuk sizde kalabilir mi, demiş. Ev sahibi de: —Ev çok kalabalık, çocuğu hiç koyacak yerimiz yok. Ahırda yer var. Ahırda kalırsa kalsın. O da: —Tamam, demiş. Karga çocuğu ahıra koymuş, uçup gitmiş. İki üç gün sonra gelmiş yine kapıya vurmuş. —Çocuğu verir misiniz, demiş. —Çocuk ahırdaydı inekler basıp öldürmüş, demiş. Öyle deyince: —Ya çocuğu vereceksiniz ya ineğ vereceksiniz. Ya çocuğu vereceksiniz ya ineği vereceksiniz, demiş. Köylü ineğ vermek zorunda kalmış. İneğ almış, uzak bir köye gitmiş. Orda da düğün oluyormuş. Ordakilere: —Bu inek sizde kalsın. Ben iki üç gün sonra gelip sizde kalcam, demiş. —Tamam olur, demişler. Orda düğün olduğu için ineğ kesip yemek yapmışlar. İneğ yeyip bitirmişler. Sonra karga gelmiş, ineğ istemiş. —İnek yok, demişler. —Ya ineğ vereceksiniz ya gelini vereceksiniz. Ya ineğ vereceksiniz ya gelini vereceksiniz, sık sık tekrarlamış. Onlar da gelini vermek zorunda kalmış. Gelin gittiği için hepsi ağlamış. Karga gelini almış uzak bir dağa çıkmış. Dağda bir çoban varmış, koyun güdüyormuş. Karga koyun güden çobana: —Ben sana gelini vereyim, sen de bana kavalını ver, demiş. —Tamam olur, demiş. Çoban gelini koluna takmış, çoban evine gitmiş. Karga da kavalıylan başlamış: —Düttürü düt düt Ayağıma tiken battı. Fırıcıya vardım. Düttürü düt düt Fırıncıdan ekmek aldım. Ekmeği verdim çocuk aldım. Düttürü düt düt Çocuğu verdim inek aldım. İneği verdim gelin aldım. Düttürü düt düt, demiş ve masal bitmiş.
Ayağına Diken Batan Karga
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde iki köyün çobanları sürülerini alıp köylerinin hududuna kadar otlatır, öğle paydosunda biraz da sohbet ederlermiş. Akşama doğru herkes köyüne gider ve günler böylece birbiri ardına yuvarlanırmış. Bir gün Kara köyün çobanı bir ak rüya görüş ve arkadaşına anlatmış: — Yahu ben gece rüyamda bir kolumda ayı, bir kolumda yıldızı, göğsümün üstünde de güneşin yattığını gördüm. Ne dersin? — Aman arkadaş bu rüyayı bana satar mısın? — Sen deli misin, rüya satılır mı? — Ne üstüne lazım, bak sürümün içinden beğendiğin üç koçu al ve bu rüyayı bana sat olmaz mı? — Sattım gitti. — Beğendiğin koçlar senin olsun, verdim gitti. Demiş. Ertesi gün Akköyün çobanı sürüyü dağıtıp yollara düşmüş. Akşama doğru Diyarbakır surları görünmüş. Yürü baba yürü, tam şehre ulaştığı zaman kapılar kapanmış ve dışarıda kalmış. Gece vakti çıkınını başının altına koyup bekleme taşının üzerinde uykuya dalmış. Diyarbakır paşasının kızı da o gece vezirin oğlu ile kaçmağa kavilleşmişler. Vezirin oğlu sevincinden içkiyi çokça kaçırıp meyhanede sızmış. Kız surların kapısından çıkınca bekleme taşında uyuyan genci sevgilisi bilip: — Haydi atlara atlayalım, diye dürtmüş, uyandırmış. Akköyün Akbahtlı çobanı fırsatı kaçırmayıp kızı alıp kaçmış. Sabahleyin bir deniz kenarına ulaşmışlar. Çoban denize yıkanmaya gitmiş. Batıp çıkarken eline yumurta kadar parlak bir taş gelmiş. Onu da alıp koynuna saklamış. Kız da çobanla kaçtığına pişman olmayıp “Demek kısmetim bu imiş...” diye teselli bulmuş. Az gitmiş, uz gitmişler, bir güzel kente gelmişler. Kız: — Git bize en güzel bir evi satın al, diye bir avuç altın vermiş. Ev almış, yerleşmişler. Şehrin sultanına bir hediye vermek âdet imiş. Kız bir tabak cevahir doldurmuş, üstünü örtmüş, çobanı sultana göndermiş. Yolda giderken çoban tabağı açmış, imrenmiş. Koynundaki yumurtayı da ortasına koymuş. Meğer bu çok değerli bir elmas imiş. Sultan ile vezir otururken hediyeyi vermiş. Vezir: — Bunları nereden buldun? Diye sormuş. Çoban da başından geçenleri saf saf anlatmış. Vezir, içinden şu aptal çobanı öldürtüp yerine kendi oğlunu koymayı düşünmüş. — Bu yumurtanın bir teki daha olacak, çabuk onu da getir yoksa kellen cellat. Çoban ağlayarak eve dönmüş. Karısına meseleyi anlatmış. Denize gitmeye karar vermiş. Gitmiş. O yıkandığı yeri bulmuş. Ayağı ile oynarken bir kapı açılmış. İçeri girmiş. Peri padişahının has bahçesinde bir dünya güzeli oturuyor. Ama elleri ayakları bağlı. Hemen bıçağını çıkarıp kurtarmış. Kız “Aman” demiş. “Şimdi dev gelir ikimizi de yer. Fakat onun canı şu sandığın içinde. Orada bir kuş var, onun başını kesersen dev ölür.” Çoban hemen sandığı açmış kuşu kaçırmadan yakalamış. Başını kesmiş. Sihir bozulmuş. Dünya güzelini ve elmasları alıp evlerine gelmişler. Karısına olanları anlatmış. O razı olup iki kuma kucaklaşmışlar. Çoban elmasın tekini kara vezire götürmüş. Vezir: — Aferin çoban anlat nasıl yaptın? Çoban anlatmış. Vezir gene bir tuzak kurmuş. — Padişahımızın annesi çok hasta. Ona filan yerde bir gül var, soldurmadan getirip koklatırsak iyileşecek. Onu da sen yaparsın. Yapamazsan kellen cellad. Çoban gene ağlayarak eve gelmiş. Dünya güzeli sihir bilirmiş.  — Oraya gitmek için Karıncalar Vadisi’nden geçeceksin. Her karınca at kadar. Fakat korkma, yanına biraz iç yağı al önlerine at, Seni sırtlarına bindirip geçirirler. Sonra Kartal Kayalıkları’na çıkarsın. Oradaki kuşlara da et götür. Seni bindirip yedi deniz üstünden uçururlar. Bir adaya yakın seni denize atarlar. Balıkları unutma, onlara da yosun kurusu götürürsen seni adaya çıkarırlar. Adada kralın sarayı var. Kapısında iki taş var. Biri dilek taşı, diğeri kralın kızını istemeğe gelenlere mahsus. Sen dilek taşına otur. Gülü iste, hemen al gel. Çoban kızın dediklerini harfiyen yapmış. Fakat yanlışlıkla dilek taşı yerine kız isteme taşına oturmuş. Babası ile kızı bu yiğit çobanı görmüşler. Kız aşık olmuş. Kralın şartı “Kim kızımın sırtını yere getirirse kızı ona veririm.” İmiş. Mersah kurulmuş. Çoban güreşe çıkmış. Türk gibi kuvvetli olduğunu ispat edip kızın sırtını yere getirmiş. Onu da almış. Gülü de almış. Kara vezirin yanına gelmiş. Kara vezir: — Oğlum, satın aldığın rüya tamam oldu. Bir koluna ayı, bir koluna yıldızı ve koynuna güneşi yatırdın, helali hoş olsun. Ben de kırk gün kırk gece düğününüzü yapayım da bu hikâye burada bitsin, demiş. Onlar yemiş içmiş, muradına ermiş, darısı ermeyenlere…
Rüya Satın Alan Çoban
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Kadıların boğazına düşkün olduğu zamanlarda bir Osmanlı kasabasında geçen olayı eczacı Reşad Bayer şöyle anlattı:                 Kadının biri her gün mahalle fırınını kontrol eder, koklar, fırıncıya: — Bu buruk kimin? Bu tepsi böreği kimin? Bu kaytaz kimin, diye sorar ve sonra, — Bizim eve gönder, diye talimat verirmiş.                 Fırıncı itiraz edecek olursa: — Sen ötesine karışma, davacı nasıl olsa bana gelecek, ben icabına bakarım, dermiş.                 Mahalleden hiç kimse de kadıdan şikâyetçi olamazmış. Aradan epey zaman geçmiş. Mahalle kabadayısının biri bir gün bir kaz yakalamış. Yolmuş, temizlemiş, fırına vermiş. — Sakın ha bu kazı kadıya göndermeyesin, diye de tembih etmiş. Öğle üzeri fırını kontrole gelen kadı kızarmış kazı görünce: — Bunu bizim eve gönder. — Aman Kadı Efendi, bu, Belalı Mustafa’nın kazı, gönderemem, size yaramaz. — Nasıl olur? Sorarsa kaz uçtu, dersin. Ötesine karışma.                 Kaz Kadı’nın evine kadar uçmuş. Uçmuş ama, Belalı Mustafa da fırın küreğini kaptığı gibi fırıncıyı kovalamağa başlamış. Fırıncı kaçar, o kovalar, derken, kürek yoldan geçen bir Ermeni’nin gözüne çarpmış. Adamın bir gözü kör olmuş. O da belalıyı kovalamağa başlamış. Bir karı koca yoldan gidiyorlarmış. Adam fırıncıya yol vermiş ama bu defa kadını devirip çocuğunu düşürmesine sebep olmuş. Koca da dava etmek üzere kafileye katılmış.                 Derken efendim, bir oduncu gelenlere yol vermek üzere eşeğini bir kenara çekerken kürek eşeğin kuyruğunu koparmış. Adam, kuyruk elinde davacı olarak kafileye katılmış.                 Kadı efendi bir güruh insanın mahkemeye doğru geldiklerini pencereden görüp muhzire emretmiş: — Şunları bir sıraya koy, davayı görelim!                 Fırıncı: — Belalı Mustafa beni öldürmeğe kalktı. Ben de size sığınıyorum. — Geç şu tarafa.                 Ermeniye dönerek — Sen ne istiyorsun? — Mustafa’nın küreği bir gözümü kör etti, diyetini isterim. — Şeriat der ki: Bir gayrimüslimin iki gözüne bir göz diyet verilir. Senin istersen öteki gözünü de çıkaralım da Mustafa’nın bir gözünü oyarız, razı mısın? — Ben davadan vazgeçtim kadı efendi! — Ya sen ne dilersin? — Belalının küreği bizim hanımın üç aylık çocuğunu düşürttü. — Sen karıyı boşa, Mustafa’ya verelim. Üç aylık gebe kalınca öcünü alısın. — İstemem Kadı Efendi, vazgeçtim. — Sen elinde ne tutarsın öyle? — Ben mi Kadı Efendi? Davam yoktur eşeğimin kuyruğunu ben dikerim. — Yaklaş Mustafa senin davan nedir? — Fırıncı kazın uçtu diyor, kazımı isterim. — Katip! Fetva emirini çağırın                 Müftü Efendi huzura alınır. Kadı sorar: — Kaz nedür? — Kaz bir kuştur, devletlüm. — Kuş uçar mı? — Kuş uçar. — Öyle ise yaz Katip Efendi: Uçtu uçtu, kaz uçtu! — Mustafa evladım, başın gözün kurtuldu. Ne dersin bir itirazın var mı? — Helal olsun derim Kadı Efendi… Uçtu uçtu, kaz uçtu!  
Uçtu Uçtu Kaz Uçtu
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Az söyler, öz söyler. “Altından arıdım, gümüşten surudum. Sarardım saman oldum. Kül oldum savruldum.” Diye hikayeye başlayan Güllü Nine ne demek ister bilir misiniz? Zengindim fakir oldum, gençtim ihtiyarladım. Güzeldim çirkin oldum. Kül gibi savruldum. Bir şeyim kalmadı. Günlerden bir gün halk bilmecesine meraklı bir şehzade ile Lalası tebdili kıyafet yola çıkarlar. Gide gide bir değirmencinin yanına varırlar. Şehzade sorar: — Nasılsın? Halin vaktin yerinde mi? — Altıyı altıya çarptım otuz ikiden bir şey kalmadı. — Evinin damı yandı mı? — İki defa yandı bir defa tutuştu. Yollarına devam edip bir köye gelirler. Bir evin kapısını çalarlar. Güzel bir kız buyur eder. Şehzade sorar: — Baban evde mi? — Sarıyı beyaz etmeğe gitti. — Annen evde mi? — Biri iki etmeğe gitti. — Pişirdiğin ne? — Başı aşağı, kıçı yukarı, efendim. — Dile bizden ne dilersen? — Kumdan kaftan, köpükten fistan, kereden kebab, buzdan şiş. — Sana bir kaz göndersem yolmasını bilir misin? — Ustasıyım efendim. Ve saraya dönerler. Şehzade Lalasına sorar: — Bu konuşmalardan ne anladın? — Aman efendim bana kırk gün izin verin ancak bunların cevabını öğrenirim. — Olur, sana istediğin izni verdim. Lala ertesi gün hemen değirmencinin yanına gider. Sorar: — Dün gelen şehzade idi, onunla ne konuştunuz? — Hiçbir kötü şey konuşmadık. — Aman söyle. — Söylemem. Lala kızın yanına koşar. Şehzade ile ne konuştuğunu sorar. Kız da her cümle için bir kese altın alır ve söyler: — Değirmenci bütün yıl çalışıp ancak boğazını doyuruyor. İki kzını gelin etmiş, birini nişanlamış. Benimse babam sarraf, annem ebe. Ben de kuru fasulye pişiriyorum. İsteklerim olmayacak şeyler. — Ya kaz yolmak ne demek? — O da sensin be adam. Her cümleyi bir kese altınla sana sattım. Birkaç gün sonra kumdan kaftan köpükten fistanlar hazırlanır. Akıllı kız da saraya gelin gider. Onlar erer muradına, biz çıkalım kerevetine.
Kumdan Kale Köpükten Fistan
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir gün çölden geçmekte olan bir kervandan bir deve, yükü ve yolcusu ile birlikte kaybolur. Aramalar fayda vermez, sorup soruşturmalar boşa çıkar. Artık ümidi kesip yollarına revan olacakları gün konakladıkları vahaya bir yolcunun geldiğini görürler, sorarlar. Dikkatli yolcu: — Deveniz dişi miydi? der. Evet, derler. — Devenin birkaç dişi noksan mıydı? — Evet. — Üzerindeki yolcu kadın mıydı? — Evet. — Aynı zamanda gebe miydi? — Evet. Nerede ve ne zaman gördün? — Hayır, ne böyle bir deve ne de kadını gördüm. Fakat çölde yürürken oturmuş bir deve izi gördüm. Kuyruğu kısa olduğu için iz bırakmamıştı, dişidir dedim. Ot yerken bir kısmını dökmüştü, ağzında noksan dişi olduğuna hükmettim. Karıncalar ve sinekler oraya üşüşüyorlardı, yükün bal ve yağ olduğunu istidlal ettim. Yolcunun kadın olduğu ayaklarının küçük olmasından belli idi. Elini yere koyarak yanlamasına deveye binmesinden de gebe olduğu anlaşılıyordu.   Dinleyenler hayret içinde kalırlar Dikkatin kardaşı olan hakikat ta o esnada gelmekte imiş.
Dikkat ve Hakikat
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, fakir bir kocakarı varmış. Bir gün ev süpürürken beş para bulmuş, bununla pekmez almış, rafa koymuş, kedi pekmezi dökmüş, o da kedinin kuyruğunu koparmış. Hikâye bu kadar basit, fakat anlatılışına gelelim; çocukları gülmekten kırar geçirir. Onları, mahkemeye, Kadı'nın önüne çıkarır. Kedi, kocakarıdan dâvacı olur. Kedi: Kadı efendi, ben bu kocakarıdan dâvacıyım, kuyruğumu kopardı. Kadı öfke ile kocakarıya sorar: — Neden bu zavallı hayvanın kuyruğunu kopardın? Kocakarı: — Dur anlatayım Kadı Efendi, diye başlar, sonra devam eder: — Ev süpürdüm Kadı. — Arıca oldun karı. — Beş para buldum Kadı. — Zengin oldun karı. — Pekmez aldım Kadı. — Şirin oldun Karı. — Rafa kodum Kadı. — Uzun boylu oldun karı. — Kedi döktü Kadı. — Kısmetinden çıkmış karı. — Ben de kedinin kuyruğunu kopardım Kadı. — Ödeştiniz karı. Kadı hükmünü verir ve dâva da burada biter.
[Kadın ile Kedi]
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Günlerden bir gün Altınözü'nden bir ağa yeni yeten oğlunu imtihan için, bir miktar davarı satılığa gönderir. — Gözünü dört aç oğlum, malı değerine sat, parayı hocaya, hacıya, dilencilere kaptırmadan getir, diye nasihat eder. Çocuk geç vakte kadar ancak davarı satar, parasını keseye yerleştirir. Handa yatsa çalarlar korkusu ile bir emanetçi arar. Ona bir cami imanını salık verirler. Yatsı namazını kılar, hocaya rica eder: — Hocam köye dönemedim, şu yüz elli altını sizde emanet dursun. — Hay hay, der hoca. Hiç saymadan cebine atar. Genç ertesi sabah camiye gelir, bakar hoca çocuk okutuyor. — Hoca efendi emanetim, der. — Ne emaneti bu? Haydi işine... Aman zaman demesi fayda vermez, camiden kovulur Ağlıyarak mahalle aralarında dolaşmağa başlar. Derken bunu bir hanım görür, haline acır. Çocuk başından geçenleri anlatır. — Ben şimdi camiye gidiyorum. Sen arkamdan gel, hoca efendiden paranı iste. Hanım beyaz feracesini giyer, eldivenlerini takar hocanın yanına gider: — Bir müşkülüm var hoca efendi, bin liralık bir vasiyet yapmak istiyorum, kimsem yok. Vasim olur musun? — Hay hay evladım, derken çocuk içeri girer, emanetini ister. Hoca, hemen cüzdanı çıkartıp çocuğa verir. Hanım da: — Ben yarın gene gelirim, diyerek oradan ayrılır. Altınözlü sevincinden ne yapacağını şaşırır, bir avuç gümüş parayı Habib Neccar camisi önünde oturan dilencilere dağıtır. Dilenciler, of derler, bu muhakkak ya deli, ya hırsız. Hemen etrafını çevirirler, camiye sokarlar, döve döve bütün parasını alırlar. Çocuk gene parasız kalır, köye dönmeye yüzü olmaz. Akşam olur, eline bir değnek alır, körlerin arasına karışır. Körler yatmağa giderken, onları takip eder. Birinci kör: — Ben der, paralarımı küpe doldurup toprağa gömerim. İkinci kör: Ben paralarımı şu hırkanın yırtıklarına gömerim. Üçüncü kör: — Ben paralarımı şu bastonun içine doldururum. Sonra hep birden sorarlar: — Ya sen yeni gelen, nereye? — Ben de saklayacak bir yer bulamadığım için sizler kaptırırım, der. Sonra da hepsinin paralarını toplayarak kaçar gider. Kuyunun yazısında köylerden cerden dönen bir hâfızla toslaşır. Onun da parasını alır ve evine iyi bir ders alarak döner.
Hatay'da Dilenci Masalları
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Günlerden bir gün Yahudinin biri Mısır'a gitmiş. Bakmış ki toprak çok bereketli, ortalık sıcak. Canı karpuz istemiş. Yok. Derman için bir tane bulamamış. Sormuş, kimse karpuzu bilmiyor. Hemen kafasını çalıştırmış: — Ben buraya karpuz ekip satarsam, kısa zamanda zengin olurum. Ve dediğini yapmış. Her bir karpuz olmuş çıkrık kadar. Toplamış, pazara getirmiş. Kimse ne olduğunu bilmez. Reklâm için bir tanesini kesip dağıtmağa başlamış. Sen misin dağıtan. Karınca sürüsü gibi binlerce fellah, karpuzu kapışmışlar. Yahudi: — Para, para, dedikçe: — Şimdi seni param parça yaparız, demişler. Zamanın vezirine şikâyete gitmiş, o da karpuzu bilmezmiş. — Getir bir tane görelim, demiş. Evinde iki tane saklıyormuş, hemen alıp gelmiş. Onu da vezir yemiş. Gene para yok. Bu defa Firavuna çıkmış. Son karpuzu da Firavun yemiş ve beğenmiş. — Seni, demiş, mezarlık bekçisi yaptım. Bu işin en büyük iltifat olduğunu Yahudi neden sonra öğrenmiş. Gitmiş mezarların otunu temizlemiş, çiçek dikmiş, ağaç dikmiş, etrafını çevirmiş. Hayvanları içeri sokmamış. Yahudi ne bilsin Mısırların ölüye bu kadar düşkün olduklarını. Her ölü öldükçe Yahudinin serveti biraz daha artmağa başlamış. Öyle ki: Mısır'ın en zengin adamı olmuş. Bir gün vezir ölmüş. Firavun onu Başvezir yapmış. Yahudi Başvezir olunca, zengin olduğu için halkın vergisini affetmiş. Firavuna yıllık gelirinin bir misli fazlasını ödediği için Firavun da Yahudinin ellerinde ölmüş. Halk kendisinden çok çok memnun olduğu için onu Firavun seçmişler. Firavun olur olmaz, bir ferman ile bütün halkın havasını satın almış. Nasıl mı yapmış bu işi? Fellah paraya düşkün, satacak malı yok. Herkesin evinin büyüklüğü, kapı ve pencere adedine göre hava parası ödemiş bu yeni Firavun. Ve ellerinden sağlam senetler almış. Yaz gelmiş, sıcaklar başlamış. Hava Firavunun olduğu için her kim bir pencere açarsa, tahsildar derhal makbuzu çıkarır, vergisini alır yahut halkı havasızlığa mahkûm edermiş. İtiraz edene senedi gösterilir ve cezaya çarptırılırmış. Firavun böylece verdiğinin bin mislisini çıkartmış. İşte "Hava Parası” tâ o zamandan kalmış. Karpuzunu yağma eden fellahtan Yahudi öyle bir intikam almış ki sormayın. Halkın parası bitmiş. Hepsi Firavunun esiri olmuş. Firavun gene de öcünü alamazmış. Her sabah Firavunun askerleri, halkı önüne katar, ellerine birer orak verir, kuru tarlada hava biçerlermiş. Firavun gene bir gün emir vermiş ki: Memlekette kırk yaşından büyük kimse kalmayacak. Herkes atasını, dedesini kesip başını getirecek. Emir yerine getirilmiş, lâkin Lokman Hekim'e torunu kıyamamış, onu yeraltında saklamış. Her akşam ona yemek götürür ve dertleşirlermiş. Lokman bir gün torununa: — Oğlum, hâlâ hava mı ekip biçiyorsun, demiş. — Evet dede, emre itaat etmeyenin kellesi gidiyor. — Sen yarın Firavunun karşısına geç, biçtiğin havayı iki eline al savur, sonra tane bulmuş gibi ağzına at, ye, demiş. Torun dedenin dediğini yapmış. Firavun onu görüp çağırmış. — Ne yapıyorsun? — Hiç... Biçtiğim havadan birkaç tane ağzıma attım. — Sen akıllı bir adama benziyorsun, yarın sabaha kadar bana kırk yalancı bulup getirmezsen kellen cellât. Torun gene ağlıyarak emri Lokman'a anlatmış. Lokman: — Korkma, demiş. Yarın kırk saat, al, git. Hiç biri birbirini tutmaz. Firavun saatlere bakınca kırk yalancı buluşuna hayran olmuş. — Yarın da bana bir dostunu ve bir düşmanını getirip ispat edeceksin, demiş. Lokman bu defa da kapıdaki köpeği ile karısını huzura çıkarmasını salık vermiş. Ertesi gün meclis kurulmuş. Firavun sormuş: — Hangisi dost, hangisi düşman? Adam köpeğine bir taş atmış, sonra yanına çağırmış. Gelmiş elini öpmüş. Kadına bir tokat atar atmaz, kadın ağzını açmış: — Rezil adam, Lokman'ı sakladığını Firavuna söyliyeyim de gör. Zaten Yahudinin de aradığı Lokman imiş. Böylece dost ile düşman ayırd olmuş.
Hava Parası
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Vaktiyle uzak ülkelerin birinde bilge bir padişah varmış. Ülkesinde huzur, mutluluk, esenlik sürüp gidermiş. Ülkenin padişahının gayet sorumsuz, hatta haylaz bir oğlu varmış. Bir gün, babası oğlunu yanına çağırmış ve "Oğlum gel kendine çekidüzen ver." demiş. Oğlansa "Boşver baba, nasıl olsa herkes kendi yaptığından sorumlu olacak, her koyun kendi bacağından asılacak" demiş. Padişah oğlunu bir iki defa daha uyarmış ama boşuna, değişen hiç birşey yok. Sonunda bir emir vermiş: Bana bir leş bulun. Her tarafı kurtlansın, kokusu dörtbir yandan duyulsun, demiş. Adamları emri ikileştirmemiş bir eşek leşi bulup getirmişler ve sarayın en güzel gül bahçesinin içine koymuşlar. Padişah ta benden emir gelmeden onu yerinden oynatmayın diye emir vermiş. Oğlan arkadaşlarıyla gezintiden dönüyormuş. Daha saraya girerken pis kokuyu duymuş. Hayret edip kokunun geldiği yeri aramış. Leşi görünce "Kaldırın bu leşi buradan" diye emretmiş. Ama kimse emrine uymamış. Adamların hiç birinde hareket görmeyince sebebini sormuş.Babanızın emri var, dokunamayız" demişler. Oğlan da arkadaşlarını bırakıp doğruca babasının yanına gitmiş ve ona durumu sormuş Padişah "Oğlum, her koyun kendi bacağından asılır deyip duruyorsun ya. Bana ne o leşten. O da, kendi bacağından oraya bağlanmış, ben ona karışamam" demiş. Oğlan; "onu oraya senin emrinle bağlamışlar” deyince de "oğlum, sen de benim emrimle bu saraya girip çıkıyorsun” demiş. Aradan epey zaman geçmiş. Oğlan davranışlarını düzeltmiş amma padişahın istediği gibi olmuyormuş. Bir gün tebdili kıyafet edip ülkesini gezmeye çıkmış. Yolu bir çeşmenin yakınına düşmüş. Bakmış ki iki kız biri testiyle diğeri maşrapa ile gözeden tulumlarını dolduruyorlar. Selam vermiş ve maşrapa ile doldurandan su istemiş. Kız "in o atından ihtiyar, elinle iç. Elin ayağın kırık mı demiş. Adam suyu içmiş. Tam gidecekken testiyi verene "Allah sana kötü huylu", diğerine de "sana da iyi huylu bir adam nasip etsin" deyivermiş ve atını sürüp gitmiş. Kızlar suyu doldurup eve dönünce durumu analarına anlatmışlar. Testiyi verenin anası ağlamaya başlamış "A benim iyi kızım sen ne yaptın ki sana bu adam kötü söyledi” demiş. Oraların en bilgili kişisine gidip anlatmışlar, "bu ne ola ?" diye sormuşlar. Adam gülüp, "bunda kötü bir söz yok, doğru söylenmiş", "senin kızın iyi yürekli ona kötü biri gerekli kızın onu iyiye ilete" demiş. Çok geçmeden padişahın adamları gelmişler, iyi yürekli kızı padişahın oğluna istemişler. Kız hemen atılmış ve oğlanın ne iş yaptığım sormuş. Adamlar şaşırmış. Kız "eğer oğlan hasır örmesini de bilmiyorsa bir daha gelmeyin" demiş. Durumu oğlana söylemişler, oğlan merak edip kızı görmek için düşmüş yollara. Yolu bir köye uğramış. Orada -masal bu ya -bir hasırcıya misafir olmuş, hasır yapmasını öğrenmiş ve yola devam etmiş. Bir geçitte oğlanı haramiler esir almışlar. padişaha haber yollamışlar, "oğlunu istiyorsan şu kadar altını bize yollayın” demişler. Haber hemen bütün ülkede duyulmuş. İyi yürekli kız hemen padişahın yanına gidip "Efendim, sizin oğlunuzu kaçıranlardan oğlunuzun işlediği hasırı getirmelerini isteyin, ondan sonra ne verecekseniz verin” demiş. Denilen yapılmış. Aradan iki ay geçmiş ve sonunda hasır gelmiş. Kız almış eline hasırı ve padişaha dönüp "efendim oğlunuz filan dağın filan mağarasında esir edilmiş" demiş. Padişah, "kızım nasıl anladın" diye sormuş. — Oğlunuz, gerçekten iyi bir sanatçı, yaptığı hasırda yerinin haritasını gizlemiş demiş. Ve yapılan haritayı da padişaha vermiş. Hemen bir ordu yollamışlar ve oğlanı orada elleriyle koymuş gibi bulmuşlar, kurtarıp saraya getirmişler. Oğlan saraya gelince iyi yürekli kızla hemen evlenmiş. Padişahta "Oğlum, gördün mü akıllı bir gelin senin hayatını kurtardı ve sarayın bahçesindeki leşin yapamadığını inşallah yapar” demiş. Onlar ermiş muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine. Masal burada bitti. Gökten üç elma düşmüş, biri okuyana, biri dinleyene, biri de...
Her Koyun Kendi Bacağından Asılır
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Vaktiyle uzak ülkelerin birinde bir karı koca varmış. Bunlar şehirden uzak bir çiftlikte yaşarlarmış. Çiftlikleri o kadar büyükmüş ki bir ucundan bir ucuna kırk günde gidilmezmiş. Onlar çiftliklerinde mutlu olarak yaşarlarmış. Ama bunların bir tek sıkıntıları varmış. Bunların kırk tane erkek çocukları olduğu halde hiç kız çocukları yokmuş. Kız çocukları yok diye üzülürlermiş. Bir kızları olsun diye her gece Tanrıya yalvarırlarmış. Bir gün "Tanrım, ne olur bize bir kız evlat ver de isterse dişleri kazma gibi, kafası da kürek gibi olsun" diye yalvarmışlar. Aradan uzun bir zaman geçmiş, gün dönmüş, kervan varmış zamanı gelmiş çiftçinin karısı hamile kalmış. Karı koca çok sevinmişler. "İnşallah bu sefer bir kızımız olsun", demişler. Aylar ayları kovalamış kadının zamanı gelmiş doğura doğura bir kız çocuğu doğurmuş. Doğurmuş doğurmuş ama kızın kıza benzeyen hiç bir yanı yokmuş. Kafası küreği, dişleri kazmayı andırıyormuş. Önce biraz korkmuşlar, sonra da "Aman bu daha bir çocuk, düzelir” demişler. Hiç aldırış etmemişler. Doğumdan bir kaç gün sonra en büyük ağabeylerinin çok sevdiği atı kaybolmuş. Bütün ahırları, çiftliği, şehri aramışlar taramışlar, yok. Sonra biri daha, biri daha kaybolmuş. Kırkıncı oğlan bakmış ki bu böyle sürüp gidecek "Ben bunu kimin yaptığını bulacağım, bakalım hırsız kimmiş" demiş. Ertesi gece ahıra inmiş. Sabahlara kadar beklemiş kimse gelmemiş. İkinci, üçüncü gece de beklemiş, gene gelen giden olmamış. Ertesi gece yine sabahlamayı göze almış beklemeye koyulmuş. Gece yarısından sonra çok uykusu gelmiş. Uyursa bu kadar gece boşuna beklemiş olacakmış. Ne yapsın, ne yapsın diye düşünmüş, düşünmüş tatlı tatlı kaşınmış, en sonunda parmağının ucunu kesip yarasına tuz basmış. Acısından sanki gözlerinden alev çıkmış, uyku muyku kalmamış gözünde. Gecenin bir vakti bir tıkırtı duymuş ve ahırın kapısı yavaş yavaş açılmış, içeri solgun, zayıf, titrek bir ışık hüzmesi süzülmüş. Kapı biraz daha açılınca çocuk bir de ne baksın ki yeni doğan kardeşleri elinde bir mumla içeri girmesin mi. Çok şaşırmış. Onun yürüyebildiğini, hele de ışıkla birlikte buraya kadar nasıl geldiğini merak etmiş. Tam ağzını açıyorken bir de bakmış ki kız doğru ağabeylerinin atının yanına gidip ağzını bir açmış, atın yarısını bir defa da ısırmış. Hemen yemeye başlamış. İkinci bir ısırmayla da atın diğer yarısını yemiş. Yere de bir damla bile kan, kılçık düşürmemiş. Sonra da dönüp kendi odasına gidip yatmış. Ağabeyisinin gözleri hayretten açılmış, korkudan nutku tutulmuş afallamış, şaşırmış kala kalmış. Ertesi sabah doğruca annesinin yanına gidip akşamki gördüklerini tek tek anlatmış. Annesi: — Aman sen de, o senden sonra oldu da sen onun için çekemiyorsun, demiş. Çocuk yeminler etmiş, yalvarmış kimseyi inandıraramış. Bakmış ki olmuyor "Ne haliniz varsa görün ben gidiyorum, ne yaparsanız yapın ama gün gelip de size de sıra gelince beni aramayın" demiş. Ve atını alıp çekip gitmiş. Aradan ne kadar zaman geçtiğini ne siz sorun, ne de ben size yazayım. Günün birinde çocuk evini özlemiş anası, babası, kardeşleri gözünde buram buram tütmeye başlamış. Dayanamamış, çıkmış tekrar evine dönmek için yola koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş, sonunda çiftliklerinin yakınındaki şehire varmış. Bunu orda kimse tanımazmış. Şehri dolaşmış, gezmiş. Eve gitmeden hediyeler almak istemiş. Bir dükkâna uğramış. Almak istediklerinin listesini vermiş Adam listenin uzunluğuna bakıp "Ooo, ne kadar şey lazımmış" demiş. Sormadan da edememiş: — Bunları ne yapacaksın oğlum? Çocuk safça: — Bunları hediye olarak alıyorum, çoktandır ailemin yanına uğramadım demiş. Adam bu defa: — Sen kimlerdensin? diye sormuş. Çocuk kim olduğunu söylemiş. Dükkânın sahibi daha lafını bitirmeye zaman vermeden "Eyvah, eyvahlar olsun" deyip kaçmaya başlamış. Çocuk bir şey anlamadan alacağını alıp parayı da tezgaha koyup dışarı çıkmış. Sokakta ne tarafa giderse o taraftaki her şeyin bir bir kapandığını görmüş. Yavaş yavaş şehirden çıkmış ve evine doğru yürümeye başlamış. Eskiden temiz bakımlı olan yolları artık ona o kadar bakımlı gelmiyormuş. "Yahu benim otuz dokuz tane ağabeyim var hiçbiri buraya bakmadı mı ?" demiş kendi kendine. Neyse lafı uzatmayalım sonunda eve varmış. Varmış varmasına ama ev bıraktığı eve hiç benzemiyormuş. Her tarafı yıkılmış, bir harabeyi andırıyormuş. İçeri girmiş, annesini babasını aramış. Onları evin bir kısmında gizlenmiş halde bulmuş: — Anne, baba siz niye saklanıyorsunuz" diye sormuş. Annesi: — Ah ah oğul senin hakkın varmış kız kardeşin bütün ağabeylerini yedi bugün sıra bize geldi hangimizi yiyeceğini bilmiyoruz, diye cevap vermiş. Bunun üzerine çocuk kendilerine: — Haydi gelin sizi kaçırayım, demiş. Ama onlar: — Gece oldu yarın gidelim belki bizi yemek aklına gelmez, demişler. Akşam yemeğinden sonra yatmaya gitmişler. Çocuk sabaha kadar uyumayıp nöbet beklemeye çalışmış. Ama sabaha karşı çok uykusu gelmiş, bir ara şöyle bir dalıvermiş. Kalktığında annesini ağlıyor bulmuş. Kız kardeşi yine iş etmiş ve babalarını yemiştir. Çocuk hemen anasını kaptığı gibi oradan kaçırmış. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler altı ay bir güz gitmişler bir de bakmışlar ki bir arpa boyu yol gitmişler. Sonunda pınar ve ağaçlarla çevrili yeşilin bin bir tonunun bulunduğu, toprağın üzerinde yeşilden başka bir renginin olmadığı bir yere gelmişler. Yeşil otların içinden birer fıskiye gibi fışkıran saflık simgesi papatyaları, mahzsunluk ve duygusallık timsali gelinciklerin eğik boyunlarını, kuşların en son seçtikleri şarkıları ile cenneti andıran bu yerde güzelliği dillere destan olan ve bir şatoya benzeyen evi de unutmadan söyliyelim. Şato yapı olarak ne kadar güzelse sahibi de o kadar çirkin ve kara kalpli, kapkara yüzlü, içi dışı kötülük olan bir adammış. Uzaktan gelenleri görünce "Bunların benim bahçemde işleri ne, niye geliyorlar" diye kendi kendine söylenmiş. Hemen kılıcını kuşanmışı topuzunu almış çocuğun karşısına çıkmış: — Bre çocuk sen kimsin, benim topraklarımda ne yapıyorsun, demiş. Kılıcını çekip çocuğa konuşma hakkı vermeden üstüne saldırmış. Çocuk da anasını attan indirmiş ve kılıcını çekip kendini savunmaya başlamış. Onlar savaşmışlar, savaşmışlar sonunda oğlan bir gafına getirip arabın başını kesmiş gövdesinden ayırmış. Hava da iyice kararmışmış, çocuk onu bırakmış uykuya yatmış. Çocuğun anası arabı ilk gördüğünde sevmişmiş. Oynatmayıp kalkmış arabın yanına gidip başını yanına koymuş ve bir şeyler sürmüş orada dualar okumuş, adaklar adamış, Arap'a Tanrı'nın da izniyle şöyle bir vurmuş ve beklemeye başlamış. Neden sonra nasıl olduğu bilinmez Arap kalkmış ve kadından helallik dilemiş. Onlar orada evlenmişler. Sabah olmuş, oğlan kalkmış bir de bakmış ki Arap ayakta, anasıyla evlenmiş. Yapacak birşey de yok "Bari ben de bu güzel yerde mutlu olurum" demiş. Onlarla birlikte oturmaya başlamış. Arap ve anası bundan rahatsız olmuşlar. "Şu oğlanı nasıl yapsak da öldürsek" diye düşünmeye başlamışlar. Sonunda "Onu filan dağın ardındaki aslanın yanına gönderelim, onun sütünü getirsin-tabii getirebilirse-biz de ondan kurtuluruz" demişler. Ama nasıl yollayalım diye de düşünmeye başlamışlar. Kadın: — Ben hasta olayım o nasılsa bana ilaç aramak ister biz de onu göndeririz, demiş ve öyle de yapmışlar. Çocuk da saf saf yola çıkmış. Denilen yere yaklaşmış. Etrafına şöyle bir bakmış ne görsün? Her taraf kemik dolu. Nasıl yapayım da sütü anneme götüreyim diye düşünmeye başlamış. Gece olmuş, el ayak çekilince sessizce aslanlara yaklaşmış. Onları tek tek yenmiş, ana aslanı öldürmüş, derisini yüzmüş, sütü de içine sağmış. Almış gelirken peşine iki tane aslan yavrusu takılmış. Çocuk onları da almış atının terkisine, doğruca eve dönmüş. Bakmış ki anası kalkmış geziyor, üzülmüş aslanları Öldürdüğüne, yavru aslanlara da daha çok bağlanmış onlara çok iyi bakmış, büyütmüş. Aradan zaman geçmiş, arap gene söylenmeye başlamış. "Şunu öldürelim atı bize kalsın ondan kurtulalım" demeye koyulmuş. "Ama bu sefer öyle bir yere gönderelim ki bir daha hiç gelmesin". Oturmuşlar, düşünmeye başlamışlar. Nereye nereye derken Arap "Kaf dağının ardında devler padişahı oturur onun bahçesinde bir armut ağacı var oraya gönderelim ve armut isteyelim” demiş. Olur mu olur. Devler padişahı nasılsa onu sağ bırakmaz diyerek sevinmişler. Çocuğa yine aynı yalanı söylemişler o da inanmış. Yola çıkmış az gitmiş uz gitmiş karşısına kim çıkarsa Kaf dağını sormuş, günlerce dolaşıp durmuş. Sonunda ak saçlı bir ihtiyarla karşılaşmış, ona da sormuş. İhtiyar: — Oğlum sen Kaf dağını neden arıyorsun? diye sorunca çocuk başından geçenleri tek tek anlatmış. İhtiyar: — Oğlum gel sen vazgeç, daha oradan kimse sağ dönmedi demiş. Çocuk vazgeçmemiş. Adam: — Peki oğlum ben sana yolu tarif edeyim, yalnız sen de bana söz ver orayı kimseye anlatmayacaksın demiş Çocuk kabul etmiş. Yaşlı adam da yolu tarif etmiş ve ayrılmadan önce çocuğa: — Oğlum sakın ol aslanlarını yolda yalnız bırakma demiş ve çekmiş yoluna gitmiş. Çocuk tekrar yola düşmüş, sonunda Kaf dağına varmış. Bir ağacın altına yatıp uyumuş. O sırada çocuğun yattığı ağacın arkasında bir mağara varmış. Devlerin de sarayı orada saklıymış. Bir tanesi de nöbet tutuyormuş. Çocuğun geldiğini ve ağacın altında yattığını görünce "işte bizim yemeğimiz çıktı, gidip diğerlerini de çağırayım” demiş. Mağaraya dalmış. Çocuğun üstüne yemek için yürümüşler. Ama çocuğun aslanları, hangi dev gelirse onu bir güzel yemişler. Aradan zaman geçmiş, çocuk uykudan uyanmış. Bir de etrafına bakmış ki ne baksın her taraf kan deryası, her yer devlerin ölüleri ile dolu. O zaman anlamış ki aslanları onu mutlak bir ölümden kurtarmışlar. Kalkmış bir güzel onlara sarılmış sevmiş. Mağaradan içeri girmiş armutları toplamış, doğru evine dönmüş. Anası oğlunu yine karşısında görünce şaşırmış, düşmüş bayılmış: — Biz bunu gene öldüremedik, şimdi ne yapalım da öldürelim, demişler. "Ama bu sefer aslanları bağlıyalım da öyle gönderelim yoksa bunda da başarılı olamayız" diye düşünmüşler. Aslanları en kalın zincirlerle bağlayıp çocuğu göndermişler. Bu arada eski evlerinden elma almak için kandırmışlar. Çocuk yola çıkmış, eve varmış. Bakmış ki kardeşi kapının önünde oturmuş bekliyor. Hiç korkmadan yanına gitmiş. Kız, kardeşinin geldiğini görünce onu yemek için planlar yapmaya koyulmuş. Hemen kalkmış, onu en iyi şekliyle karşılamış. İçeri çağırmış. Çocuk teşekkür etmiş. Aman kardeşim sen şu sopayı al da tenekeye vur ben şimdi sana yiyecek bir şeyler hazırlayayım. Ama sen sakın tenekeye vurmayı bırakma, demiş ve hemen içeri dalmış. Çocuk da tenekeye vurmaya başlamış. Bu sırada tarladan bir fare geçiyormuş. Onun tenekeye vurduğunu görünce: — Sen niye oraya vuruyorsun demiş. Çocuk: — Kardeşim içeride bana yemek hazırlıyor onun için de. Fare: — Sen deli misin? O kardeşim dediğim kazma dişli kürek başlı kız değil mi demiş. Çocuk da: — Evet, diye cevap vermiş. Onun huyudur bu, şimdi muhakkak dişlerini biliyordur. Sen iyisi mi kaç. Ben senin yerine kuyruğumu buraya vururum demiş. Vurmaya da başlamış. Çocuk da hemen elmaları toplayıp atlamış atına kaçmış. Aradan zaman geçmiş. Kız dışarı çıkmış. Bir de bakmış ki farenin biri kuyruğuyla tenekeye vuruyor, kardeşi ortalarda yok. Bre aman ne oluyor demeye kalmadan fare bir deliğe kaçmış. Kız etrafa şöyle bir bakmış, kardeşini ufukta ince bir siluet, gölge gibi görmüş. Hemen bir adım, bir adım daha atmış kardeşine hemen yetişmiş. Tam kardeşini yakalayacakken bir ormana dalmışlar. Çocuk atını bir tarafa atıp ağacın birinin başına çıkmış. Kız kardeşi de onu aramaya koyulmuş. Ağaçları tuttuğu gibi köklerinden koparıp bir tarafa atıyormuş. Çocuk da ağaçtan ağaca kaçmaya başlamış. Öyle bir an gelmiş ki etrafta hiç bir ağaç kalmamış, Çocuk can havliyle "Aslanlarım!" diye bağırmış. Aslanları da onu nasılsa duymuşlar, kalın zincirlerini bir çekişte koparıp doğruca çocuğun yardımına koşmuşlar, Tam kız çocuğu yiyecekken aslanlar yetişip kızın üstüne atlayıp kızı parça parça yapmışlar. Çocuk kurtulmuş. Aslanlarını sevmek için tam eğilirken aslanlar dile gelip her şeyi anlatmışlar. Çocuk da doğruca eve gitmiş. Annesiyle Arap’ı bir kılıç darbesiyle ikiye biçmiş, onlardan kurtulmuş. Masal da burada bitmiş.
Kazma Dişli Kürek Başlı Kız
Hatay
Akdeniz Bölgesi
                                         ALTIN ARMUT MASALI     Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler top oynarken eski hamam içinde… Ben deyim şu ağaçtan, siz deyin şu yamaçtan, uçtu uçtu bir kuş uçtu, kuş uçmadı, gümüş uçtu, gümüş uçmadı, Memiş uçtu. Uçar mı uçmaz mı demeye kalmadı; anam düştü eşikten, babam düştü beşikten… Biri kaptı maşayı, biri aldı meşeyi; dolandım durdum dört köşeyi…    Vay ne köşe bu köşe! Dil dolanmadan ağız varmaz bu işe; bu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, şu köşe güz köşesi, diye iki tekerleyip üç yuvarlarken aşağıdan sökün etmez mi Maraş paşası!.. Hemen bir sarıya bir fare deliği bulup, attım kendimi dışarı; gelgelelim şu mahallenin yumurcakları haşarı mı haşarı, bir fiske vurdular enseme, gözlerim fırladı dışarı!..     Az gittim uz gittim… Dere tepe düz gittim. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek, soğuk sular içerek, altı ayla bir düz gittim. Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim, gide gide bir arpa boyu yol gitmişim!..    Vay başıma, hay başıma; bu yol bitecek gibi tükenecek gibi değil, ya bir devlet kuşu konsa başıma, ya da alsa beni kanadına kaşına, demeye kalmadı bir de gördüm ki, ne göreyim? Adıyla sanıyla, yeşiliyle alıyla, Zümrüdüanka dedikleri değil mi? Kafdağı’nın üstünden süzüm süzüm süzülüp geliyor. Bakın hele! Yüzü insan, gözü ahu. Ne maval, ne martaval. İşitilmedik bir masal!..   Zamanın birinde bir kasabada üç oğluyla yaşlı bir adam yaşarmış. Bu yaşlı adam ve oğullarının çiftliği varmış ve bu çitlikte her sene bir tane altın armut veren bir ağaç bulunuyormuş. Gel zaman git zaman altın armut veren bu ağaca bir ejderha dadanmış. Her sene altın armudun oluşacağı vakitlerde ejderha gelip altın armudu yiyormuş. Bunu fark eden baba: _ Bu böyle olmaz, biz bu ejderhayı bir şekilde öldürmeliyiz, demiş. Daha sonra oğlanlar sırasıyla ağaca çıkıp ejderhayı öldürmeye karar vermişler. İlk önce büyük oğlan ağaca çıkmış ve ejderhanın gelmesini beklemiş. Ejderha o kadar hızlı ve yüksek sesle geliyormuş ki büyük oğlan korkup eve kaçmış. İlk oğlanın yapamayacağını anlayan baba ortanca oğlunu diğer sene armudun olgunlaşacağı vakit ağaca yollamış. Fakat ortanca oğlan da ejderhanın bu gelişinden korkup eve kaçmış. En son en küçük oğlana sıra gelmiş. Keloğlan olarak adlandırılan bu küçük oğlan babasının isteği üzerine ejderhayla yüzleşmek için ağacın tepesine çıkmış. Sonunda ejderha ağaca doğru yaklaşmaya başlamış ve ejderha ağaca yaklaştıkça Keloğlan ateş etmiş sonunda ejderha yaralanmış. Ejderha öyle hızla uçup gitmiş ki Keloğlan bir türlü ejderhayı bulamamış. Üç kardeş kan izlerini takip ederek ejderhanın peşine düşmüşler. Daha sonra çok derin bir kuyunun başında bu kan izleri bitmiş. Üç kardeş bellerinde ip bağlayarak bu kuyuya inmeye karar vermişler. İlk önce büyük oğlan kuyuya inmek istemiş: — Ben büyük olduğum için kuyuya ilk önce beni salın, yandım deyince geri çekin, demiş. Bunun üzerine kardeşleri onu kuyuya salmışlar bir müddet sonra büyük oğlan karanlıktan korktuğu için, — Beni geri çekin! diye bağırmasının üzerine kardeşleri onu geri çekmiş. Sıra ortanca oğlana gelmiş,  ortanca oğlan abisinden biraz daha derine inmeyi başarsa da ‘’Yandım!’’ dediği için kardeşleri onu da geri çekmişler. Sıra Keloğlan’a geldiğinde o kardeşlerinin tersine: — Yandım dedikçe beni derine doğru salın, demiş. Keloğlan sonunda kuyunun dibine varmış. Keloğlan tam üç tane kapı görmüş ve bu üç kapıdan birini seçip açmış. Kapıyı açtığında halı dokuyan bir kızla karşılaşmış. Keloğlan kıza: — Sen burada ne yapıyorsun? Ejderha seni görürse yer, demiş ve ardından o kapıyı kapatıp diğerini açmış. Bu kapının ardında da bir kızın çorap dokuduğunu gören Keloğlan kıza hemen buradan gitmesini, ejderha onu görürse yiyeceğini söylemiş. Keloğlan üçüncü kapıyı açtığında yine bir kızın yün ile uğraştığını görmüş. Keloğlan aynı şekilde bu kızı da uyarmış eğer ejderha onu görürse yiyeceğini söylemiş. Kız ile konuşmaya başlayan Keloğlan maksadının ejderhayı öldürmek olduğunu söylemiş. Kız Keloğlan’a ejderha geldiğinde eğer gözleri açık ise uyuyor, gözleri kapalı ise uyanık olduğunu anlatmış. Daha sonra Keloğlan kapıyı kapatıp ejderhayı aramaya devam etmiş. Eline balta almış ve yavaş yavaş ejderhanın odasına doğru yürümüş. Tam odaya girecekken ejderhanın gözlerinin açık olduğunu görünce uyuduğunu bildiği için onu öldürmüş. Böylece aile ejderhadan kurtulmuş. Keloğlan kuyudan çıkarken kızları da kurtarmış, büyük ve ortanca oğlanlar kızları iple yukarı çekmişler. Sıra Keloğlan’a geldiğinde tam onu çekerken ipi kesmişler ve Keloğlan’ı orada bırakıp gitmişler. Eve döndüklerinde babalarına Keloğlan’ın ejderha ile savaşırken öldüğünü söylemişler. Keloğlan o kuyunun dibinde kendine çıkış yolu aramış ve gözüne doğru vuran ışığı takip ederek o kuyudan çıkmayı başarmış. Keloğlan bu yolun sonunda kuyudan çıkmış ve takip ettiği bu yol onu bir köye ulaştırmış. Keloğlan bu köyün girişinde bir pınar görmüş, bu pınarın başında da Anka Kuşu duruyormuş. Keloğlan köye girdiğinde padişahın huzuruna çıkmış, padişah ona köyün pınarının başında gördüğü bu Anka Kuşundan bahsetmiş. Anka Kuşu’nun köye bu pınardan su gelmesinin karşılığında bir kız istediğini anlatmış. Eğer bu sorunu çözerse ona yardım edeceğini ve kızını ona vereceğini söylemiş. Keloğlan bu işi çözeceğini söylemiş ve kız kılığına girerek Anka Kuşu’nun yanına gitmiş. Keloğlan Anka Kuşu’nun yanına gittiğinde Anka Kuşu onun bir kız olmadığını anlamış ve başlamış derdini anlatmaya.    Anka Kuşu köylülerin onu aç bıraktığını, bu yüzden köylüleri cezalandırmak için onların suyunu kestiğini ve aslında ona gönderilen kızları yemediğini söylemiş. Keloğlan Anka Kuşu’na ona yardım edeceğini, bunun karşılığında da onu gökyüzüne çıkarmasını ve ailesinin yanına götürmesini istemiş. Anka Kuşu bunu kabul edince köye gidip padişahtan kırk teneke et, kırk teneke su istemiş. Padişah Keloğlan’ın bu isteklerini gerçekleştirmiş ve Keloğlan bu tenekeleri alıp kuşun yanına gitmiş. Tenekeleri Anka Kuşu’nun sağ ve sol kanatlarına yerleştirmiş. Anka Kuşu’nun sırtına binmiş ve gökyüzüne yükselmeye başlamışlar. Anka Kuşu Keloğlan’a: — Ben gak, deyince et, guk, deyince su ver, demiş. Yol boyunca Keloğlan Anka Kuşu’nun isteklerini yerine getirmiş, tam yeryüzüne inecekken et ve su bitmiş. Anka Kuşu "Gak!" Demiş fakat Keloğlan et vermemiş, bu sefer kuş tekrar "Gak!" demiş. Bu sefer Keloğlan kendi etinden kesip Anka Kuşu’na vermiş. Anka Kuşu onun insan eti olduğunu anlayınca eti yememiş ve dilinin altında saklamış. Daha et istemeden Keloğlan’ı yeryüzüne indirmiş. Keloğlan yaralı bir şekilde Anka Kuşu’nun kanadından inmiş fakat yaralı olduğu için yürüyemiyormuş. Anka Kuşu Keloğlan’a: — Sen çok temiz bir insansın, bu yüzden senin etini yemedim, demiş. Keloğlan’a ona ait olan et parçasını vermiş. Keloğlan ayağından kesip verdiği bu et parçasını ayağına sarmış ve Anka Kuşu’na teşekkür ederek evine doğru yürümüş. Evine girdiğinde abileri çok üzgün ve pişman olduklarını söyleyerek Keloğlan’dan af dilemişler. Keloğlan onları affetmiş. Daha sonra hepsi mutlu mesut yaşamışlar. Altın armut her sene yetişmeye, olgunlaşmaya devam etmiş ve ejderha öldüğü için altınlar aileye kalmış. Artık altın armudun tek sahibi varmış, cesareti, dürüstlüğü ve yardımseverliği Keloğlan’ın babasını çok gururlandırmış ve babası o ağacın yeni sahibinin Keloğlan olduğunu söylemiş. Keloğlan gel zaman git zaman bu armut sayesinde zengin olmuş ve kuyudan çıkardığı o güzeller güzeli kızlardan biriyle evlenmiş. Ve o güzeller güzeli kızla mutlu mesut yaşamlarını sürdürmüşler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
Altın Armut
Samsun
Karadeniz Bölgesi
KÜTE KIZI Zamanın birinde bir padişah varmış. Bu padişah bir bostan ektirmiş. Bu bostanında küteler varmış. Bu küteler öyle büyümüş öyle büyümüş ki bir tanesi sadece bir eşek yükü kadarmış. Görenler hayrete düşermiş. Padişah bir gün bostanına bakmaya gitmiş. Kütelerin içinde, gözüne diğerlerine göre çok daha büyük bir küte çarpmış. O küteyi alıp atına yüklemiş. Yola koyulmuş. Yolda bir ağaç dibine oturup küteyi kesmiş. Kütenin içinden ayın on dördü gibi güzel bir kız çıkmış. Padişah kızı görür görmez, kıza âşık olmuş. - Ey küte kızı, gel sen bana var. Benim karım ol. - Öyle şey olur mu hiç? Önce benim şartımı yerine getirmen lazım. Padişah kıza şartını sormuş. - Kırk davulla beraber kırk köyden insanlar toplayarak bir düğün alayı kur. Gel beni al. Ben, sen gelene kadar bu çınar ağacının üzerinde seni bekleyeceğim. Padişah küte kızının şartını kabul edip, orada küte kızının parmağına bir yüzük takmış. - Ben gelene kadar beni burada bekle küte kızı, demiş. Ardından atına binip yola koyulmuş. Küte kızı çınar ağacının üzerine çıkmış. Padişahı beklemeye başlamış. Çınar ağacının altında bir göl varmış. Bu göle su içmeye iki çingene gelmiş. Su içmek için göle doğru eğildiklerinde suyun üzerinde çok güzel bir kızın yansıması olduğunu görmüşler. Bu yüzü kendi yüzleri sanıp tartışmaya başlamışlar. Biri demiş: - Gördün mü benim ne kadar güzel bir yüzüm var. Öteki: - Hadi oradan! Bu güzel yüz benim yüzümdür, demiş. Küte kızı bu tartışmaya daha fazla dayanamayıp, onlara doğru seslenmiş. - Kara kızlar, o yüz sizin değil benim yüzümdür. Kavga etmeyi bırakın! Çingene kızlar bakmış ki gerçekten bu suda yansıması olan o güzel kız. Bunun üzerine çingene kızlardan biri, küte kızına yalvarmaya başlamış: - Ne olur güzel kız beni yanına al, beraber arkadaşlık edelim. - Olmaz seni yanıma alamam ben padişahın nişanlısıyım. Padişah onunla evlenmem için koyduğum şartı yerine getirmeye gitti. Düğün alayıyla gelecek bizim düğünümüz olacak. O gelene kadar ben bu ağaçta onu bekleyeceğim, demiş. Ne dediyse çingene kız oradan gitmemiş. - Benim hiç arkadaşım yok güzel kız. Ne olur yanına geleyim. Söz padişah gelmeden giderim, demiş. Küte kızı hem merhametli olduğu için hem de beklemekten biraz sıkıldığı için çingene kızın elinden tutup, yanına almış. Çingene kızla sohbet etmeye başlamışlar. Küte kızı başından geçen olayları anlatıp, laf arasında üzerindeki elbisenin sihirli olduğunu ağzından kaçırmış. Bunu duyan çingene kız aklında planlar kurmaya başlamış. Çingene kız: - Güzel kız, senin ne kadar güzel bir elbisen var. Ne olur bir kerecik olsun elbiseni giyeyim. Benim hiç güzel bir elbisem olmadı. - Kara kız, sana elbisemi verirsem ben ne giyerim? Darılma ama olmaz kabul edemem, demiş. Çingene kız bu, hiç pes eder mi! Başlamış ağlamaya: - Güzel kız ne olur bir kere giyeyim. Söz bir giyeyim sonra çıkarıp sana geri veririm, demiş. Küte kızı merhametli, saf inanmış çingene kıza, elbisesinin sihirli olduğunu da unutup çıkarmış elbisesini. Oracıkta bizim güzeller güzeli küte kızı bir boci (yavru köpek) olmuş. Çingene kız, küte kızının elbiselerini giyip, boci olan küte kızını ağaçtan aşağı itmiş. Aradan az zaman zor zaman geçmiş, sonunda padişah gelmiş. Heyecanla ağacın yanına gidip, yukarı doğru kafasını kaldırmış. Bir de ne görsün! O güzeller güzeli küte kızı kara yüzlü, uzun burunlu bir kız olmuş - Ne oldu sana böyle küte kızı, bu halin ne? - Ne olsun padişahım seni beklerken güneş yaktı yüzümü kararttı, yoluna bakarken burnum uzadı, saçlarım rüzgârda karıştı, güneşten soldu, çirkinleştim, demiş. Padişah gönlü istemese de çingene kıza inanmış. El mahkûm deyip çingene kızı ağaçtan indirmiş. Düğün alayıyla beraber yola düşmüşler. Yolda boci olan küte kızı düğün alayının peşine takılıp, padişahın ayakları arasında sürekli dolaşıp, kendini padişaha sevdirmiş. Bociyi çok seven padişah, bociyi de yanına almış. Evine geldiğinde düğün yapıp, çingene kızla evlenmiş. Çingene kızla yaşamaya başlayan padişah, gün geçtikçe bociyi daha çok sevmiş. Bocinin küte kızı olduğunu bilen çingene kız kıskanmış. Padişaha, - Bociyi kesip, öldüreceksin, demiş. Padişah yapmak istememiş. Ne dese de çingene kızı ikna edememiş. Mecbur kalıp bociyi kesmiş. Bocinin kesildiği yerde, bir damla kan kalmış. Bu damla kanın olduğu yerden, bir fidan filizlenmeye başlamış. O fidan büyümüş koca bir çınar ağacı olmuş. Bu ağaç öyle güzel bir ağaçmış ki padişah etrafında pervane olmuş. Bu ağacı çok sevmiş. Her gün kuruyan yapraklarını budayıp, gölgesinde uzanırmış. Çingene kız yine kıskanmış. Bu sırada gebeymiş. Padişaha, - Bu ağacı kes, demiş. - Bu ağacın sana ne zararı var? Bak hele ne kadar güzel bir ağaçtır, kesmem, demiş. Aradan biraz zaman geçmiş. Çingene kız padişaha oğlan bir çocuk vermiş. Yine ağacın kesilmesini istemiş. Padişah ne dediyse de ikna edememiş çingene kızı. Çingene kız: - Bu ağacı keseceksin ve oğlana bir beşik yapacaksın, diye tutturmuş. Padişah daha mecburen razı gelmiş. Ağacı kesmiş. Kestiği ağaçtan da bir beşik yaptırmış. Çingene kız halinden memnun, oğlunu beşiğin içine koymuş. Beşikte parlak bir çivi belirmiş. Bu çivi bebeğe batmış. Canı yanan bebek ağlamaya başlamış. Çingene kız çiviyi fark edince oğlanı beşikten çıkarıp, beşiği ocağa atıp yakmış. Artık küte kızından kurtulduğunu düşünmüş. Evin hizmetçilerinden bir yaşlı kadın varmış. Bu yaşlı kadın her sabah padişahın evine gelip, evi temizliyormuş. Eve gelip temizlik yapmaya başlamış. Ocağın külünü süpürüp toplamış. Tam külü atarken, külün içinden parlak bir çivi “çing” diye bir sesle yaşlı kadının ayaklarının önüne düşmüş. Parlak şeyleri seven yaşlı kadın, çiviyi yerden alıp kuşağının arasına koymuş. İşini bitirdikten sonra akşam evine gelen yaşlı kadın uyumak için elbisenin kuşağını çözmüş. Kuşağındaki çivi “çing” diye bir sesle ayağının önüne düşmüş. Yaşlı kadın yerden çiviyi alıp pencerenin kenarına koymuş. Yatıp, uyumuş. Sabah olunca kalkmış, padişahın evini temizlemek için evden çıkmış. Yaşlı kadın evden çıkar çıkmaz pencerenin kenarındaki çivi “çing” diye bir ses çıkararak yere düşmüş. Çivi olmuş bizim küte kızı. Küte kızı başlamış yaşlı kadının evini temizlemeye, evi temizlemiş, yemek yapmış, sofra kurmuş. Akşam olunca yine pencere kenarına gitmiş çiviye dönmüş. Yaşlı kadın evine gelmiş. Bir de ne görsün! Evi tertemiz, yemeği yapılmış, sofası kurulmuş. Hayret etmiş ama sonra, - Bugün günlerden Cuma’dır. Her halde biri hayır olsun diye yaptı, demiş. Sevinip dua etmiş. Yemeğini yemiş yorgun olduğu için hemen yatıp uyumuş. Yaşlı kadın sabah erkenden kalkıp, yine padişahın evini temizlemek için evden çıkmış. O evden çıkınca pencere kenarındaki çivi yine yere düşüp “çing” diye ses çıkarmış. Çivi olmuş bizim küte kızı. Hemen işe koyulmuş. Evi temizlemiş, yemek yapmış, sofrayı kurmuş. Akşam olunca yaşlı kadın gelmeden yine yerine gidip çivi olmuş. Yaşlı kadın evine gelmiş. Bakmış ki evi temizlenmiş, yemeği yapılmış, sofrası kurulmuş. - Halla halla bu işte bir iş var kesin, demiş. Bu defa biraz daha hayret etse de yine de sevinmiş. Yemeğini yiyip yatıp uyumuş. Sabah yine aynı şeyler olmuş. Yaşlı kadın yine erkenden kalkmış, padişahın evini temizlemeye gitmiş. O gidince küte kızı ortaya çıkıp ev işlerini halledip yemek yapmış. Yaşlı kadın akşam olup da evine gelince evi yine aynı şekilde görünce bu defa evine gelip bunları yapanı bulmaya karar vermiş. Yatıp uyumuş. Sabah olunca bu defa padişahın evine gitmek yerine bir köşeye saklanmış. Biraz beklemiş bakmış ki pencere kenarındaki çivi “çing” diye kendi kendine yere düşmüş. Çivi olmuş güzeller güzeli bir kız. Yaşlı kadın bunu görünce hayretten ağzı açıkta kalmış. Yaşlı kadın, küte kızının arkası dönükken yerinden çıkıp kolundan yakalamış: - Kimsin sen güzel kız? İn misin, cin misin? - Kötü bir niyetim yoktur. Sadece sana yardım etmek istemiştim. Ardından başından geçen tüm olayları anlatmış: - Ben padişahın bostanındaki küteden çıkan bir kızdım. Padişah benim şartımı yerine getirmeye gittiği zaman onu ağaçta beklerken iki çingene kız geldi. Biri beni kandırıp üzerimdeki elbiseyi giydi. Ben bir boci oldum o benim yerime geçip padişahla evlendi. Padişah ben bociyken beni sevdi beni yanına aldı, çingene kız bociyi kestirdi. Bocinin bir damla kanından koca bir çınar ağacı oldum. Çingene kız ağacı kestirdi bir beşik yaptırdı. Beşikte bir çivi oldum. Çingene kız beşiği ocağa atıp yaktı. Sonra sen beni o küllerin içinden kurtarıp aldın” demiş. Hayretle kızı dinleyen yaşlı kadın: - Eee bundan sonra ne olacak küte kızı? - Beni yanına al nine. Temizliğini yaparım, yemeğini hazırlarım, sana yoldaşlık yaparım. Yaşlı kadın buna çok sevinmiş. Küte kızının bu isteğini kabul etmiş. Aradan günler geçmiş, yaşlı kadınla küte kızı bir gün oturup konuşurken, küte kızı padişahı sormuş: - Padişah ne yapıyor nine, durumu nasıl? - Padişah odur atlarını dağıtıyor. Bu kış için her eve bir at verecek. Her ev bir atı besleyecek. - Nine ne olur bize de bir at getir. Bir at da biz besleyelim. - Aman küte kızı, yapma etme. Ben kendi halinde yaşlı bir kadınım. Kendime zor bakıyorum, atı nasıl beslerim? Ekinim yok, samanım yok. - Nine sen beni dinle. Atı al getir gerisine sen karışma. Yaşlı kadın kalkmış, padişahın yanına gitmiş. - Padişahım bunca senedir yanınızda çalışırım. Size karşı bir günden bir güne kusurum olmamıştır. Sizden bir isteğim vardır. Padişah yaşlı kadına isteğini sorunca, yaşlı kadın: - Padişahım duydum ki bu kış her eve bir at dağıtırsınız. Bir at da bana verin. Padişah gülmüş: - İyi hoş dersin de sen ata nasıl bakarsın? Yaşlı kadın isteğinde ısrar edince padişah daha boş çevirmemek için hastalıklı, cılız bir atını yaşlı kadına vermiş. Yaşlı kadın atı alıp evinin yanındaki ahıra bağlamış. Küte kızı ahıra gidip, ahırda abdest almış. Abdest suyunun gittiği yerlerde otlar yeşermiş. At o otları yedikçe iyileşmiş, günden güne kilo almış. Çok güçlü ve çok güzel bir at olmuş. Günler böyle geçerken kış bitmiş, bahar gelmiş. Padişah yaverleriyle beraber, verdiği atları evlerden bir bir toplamaya başlamış. Sıra yaşlı kadının evine gelmiş. Padişah ve yaverleri dışarıda beklerken, küte kızı ahırda atla konuşmuş: - Dışarı çıktığında yere çök sakın ben gelmeden yerden kalkma, demiş. Yaşlı kadın ahıra gelip, atın yularından tutup dışarı çıkarmış. Atı görenlerin ağzı açıkta kalmış. O hastalıklı cılız at gitmiş, yerine küheylan gibi bir at gelmiş. Atı alıp götürmek istemişler, ama at olduğu yere çökmüş. Ne yapmışlarsa yerden kaldıramamışlar. Padişah kızmış: - Kim bu atı iyileştirip, beslediyse gelsin yerden kaldırsın bu atı! Yaşlı kadın, küte kızının yanına gidip: - Küte kızı bu at yerden kalkmıyor. Padişah kim bu atı iyileştirip, beslediyse o gelsin yerden kaldırsın bu atı diyor, demiş. Küte kızı, yaşlı kadından giymek için kırk çarşaf, yüzünü kapatmak için kırk peçe istemiş. Yaşlı kadın küte kızına istediklerini getirmiş. Küte kızı kırk çarşaf giyip, yüzüne kırk peçe örtmüş. Dışarı çıkıp, atın yanına gelmiş. Ata bir tekme atmış: - Kalk yerden köpeğin malı! Koskoca padişahın atına bu laf edilince, padişahın çok zoruna gitmiş: - Bre hadsiz! Sen kimsin de benim atıma köpeğin malı dersin! Seni mahkemenin huzurunda yargılayacağım. Küte kızını yanına almış. Yaşlı kadını da şahit olarak yanında götürmüş. Mahkemenin huzuruna çıkmışlar. Yaşlı kadın daha fazla dayanamayıp, olan biten ne varsa anlatmış. Padişah hayret etmiş. İnanmak istememiş. Küte kızına, - Çıkar üzerindeki çarşafı, peçeyi. Bakalım yaşlı kadın doğruyu mu söyler? , demiş. Küte kız bir peçesini çıkarmış bir çarşafını. En son çarşafı ve peçeyi çıkarınca, padişah bakmış ki yaşlı kadın doğruyu söyler. Karşısında duran küte kızıdır. Küte kızı başından geçen olayları bir de kendisi padişaha anlatmış. Padişah küte kızını gördüğüne çok sevinse de çingene kıza çok sinirlenmiş. Ceza olarak çingene kızı, küte kızının beslediği ata bağlayıp, memleketten sürmüş. Yaşlı kadını da yanlarına alıp, kırk gün kırk gece düğün yapıp evlenmişler. Sonunda muratlarına ermişler.
Küte Kızı
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
YAŞLI KADIN (PİRE) İLE TİLKİ (RİVÊ) MASALI Çok eski zamanlarda güzel bir köyde yaşlı bir nine yaşarmış. Nine her sabah kalkar hayvanlarını sağıp, yabana yollarmış. Günlerden bir gün yaşlı nine yine hayvanları sağmış ve sütünü bir sepetin altına saklamış bunu yaparken uzun kuyruklu, şişman bir tilki nineyi izliyormuş. Ninenin gitmesini fırsat bilip, gidip sütü içmeye koyulmuş. Sütü içerken yaşlı nine tilkiyi görmüş. Hemen gidip baltasını alıp tilkinin kuyruğunu kesivermiş. Tilki ah vah ederken nine kuyruğu almış eline, tilki bağırmış: - Neden kuyruğumu kestin nine, şimdi nasıl çıkarım dost düşman içine! - Onu sütümü izinsiz içmeden önce düşünseydin! Git şimdi ortalıkta kuyruksuz gez de herkes seninle alay etsin! - Ne olur nine vallahi bir daha izinsiz içmem sütünü söz veriyorum. - Öyle kuru kuru söz vermek olmaz tombul tilki! Git keçiden süt iste, süt getir içtiğin sütün yerine doldur. Ben de kuyruğunu o zaman sana veririm. Şişman tilki, kuyruğuna düşkün tabi, hemen yola koyulmuş. Yaylada ki keçinin yanına gidip onunla konuşmuş. Tilki, keçiye: - Keçi kardeş, senden bir isteğim var. Bana biraz süt ver, ben sütü götürüp nineye vereyim, nine de bana kuyruğumu versin. Böylece ele güne rezil olmayayım, demiş. - Tilki kardeş, sana süt veririm ama benim bir şartım vardır. Ne zamandır taze dalından koparılmış yaprağa hasret kalmıştım, eğer bana gidip taze dalından koparılmış yaprak, getirirsen sana sütümden biraz verebilirim. Tilki mecburen keçinin şartını kabul etmiş ve yola koyulmuş. Bir ağacın yanına gelmiş: - Ağaç kardeş senden bir isteğim var. - Söyle bakalım ne istersin benden tilki kardeş. - Bana taze yaprak ver ağaç kardeş, ben onu keçiye vereyim, keçi bana süt versin, sütü de yaşlı nineye vereyim o da bana kuyruğumu versin, ele güne rezil olmayayım. - Tilki kardeş, sana yapraklarımdan veririm ama benim bir şartım vardır. Ne zamandır şöyle güzel bir çeşme suyu içmemiştim, eğer bana çeşme suyu getirsen sana yapraklarımdan biraz veririm. Tilki nedense bu duruma şaşırmamış: - Tamam, ağaç kardeş, şartını kabul ediyorum. Çeşme bulmak için yola koyulmuş. Derken bir çeşmeye rast gelmiş: - Çeşme kardeş, senden bir isteğim var. Bana suyundan biraz ver, o suyu alıp ağaca vereyim, ağaç bana yaprak versin, yaprağı alıp keçiye vereyim keçi bana süt versin, sütü alıp nineye götüreyim. O da bana kuyruğumu geri verdin. Ele güne rezil olmayayım, demiş. Çeşme tilki dinlemiş: - Tilki kardeş, iyi güzel dersin ama benim de bir şartım vardır. Ne zamandır güzel kızlar başımda toplanıp, şarkı söylemezler, suyumdan alıp içmezler. İsterim ki o güzel kızlar gelsin başımda şarkı söylesinler, suyumdan alıp doyasıya içsinler. Ben de mutlu olayım, senin istediğin suyu vereyim, demiş. Tilkinin artık sabrı taşmak üzereymiş. Vazgeçecek gibi olmuş ama aklına kuyruğu gelmiş. Milletin kendisiyle dalga geçeceği gelmiş. Mecburen çeşmenin şartına da tamam deyip, yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş karşısına bir köy çıkmış. Köyün meydanına gidince bir de bakmış ki, bir birinden güzel kızlar oturmuş, sohbet ediyor. Hemen yanlarına gitmiş: - Güzel kızlar, can kızlar, benim sizden bir isteğim vardır. Ne olur beni geri çevirmeyin. İsteğimi kabul edin, demiş. Tilkinin üzgün halini gören kızlar, sormuşlar: - Söyle bakalım tombul tilki, nedir bizden isteğin? - Çeşme başına gelip şarkılar söyleyip, çeşmeden su alıp için. Çeşme mutlu olsun bana suyundan versin, suyu alıp ağaca götüreyim, ağaç bana yapraklarından versin, yaprakları alıp keçiye vereyim, keçi bana sütünden versin. Sütü de alıp nineye vereyim ki o da bana kuyruğumu versin. Ele güne rezil olmaktan kurtulayım. Kızlar tilkinin durumuna üzülmüş, diğerleri gibi şart koşmamışlar. Tilkiyle beraber çeşme başına gitmişler. Şarkılar söyleyip, çeşmenin suyundan içmişler. Tilkinin keyfi yavaş yavaş yerine gelmeye başlamış. - Eee çeşme kardeş, benden istediğini ben yaptım. Şimdi sıra sendedir. Bana biraz suyundan ver de ağaca götüreyim, demiş. Çeşme halinden memnun bir şekilde: - Tilki kardeş, al istediğin kadar suyumdan, ağaca götür de kuyruğuna kavuş. Tilki, çeşmeden suyu almış, kızlara ve çeşmeye teşekkür edip, oradan ayrılmış. Ağacın yanına gelmiş. Suyu ağaca vermiş. Ağaç, doyasıya çeşme suyundan içmiş. - Eee ağaç kardeş, benden istediğini ben yaptım. Şimdi sıra sendedir. Bana biraz yapraklarından ver de keçiye götüreyim, demiş. - Tilki kardeş, al istediğin kadar yapraklarımdan, keçiye götür de kuyruğuna kavuş. Tilki, ağacın yapraklarından biraz alıp, ağaca teşekkür edip oradan ayrılmış. Keçinin yanına gelmiş. Yaprakları keçiye vermiş. Keçi, doyasıya yapraklardan yemiş, karnını doyurmuş: - Eee keçi kardeş, benden istediğini yaptım. Şimdi sıra sendedir. Bana biraz sütünden ver de nineye götüreyim, demiş. - Tilki kardeş, al istediğin kadar sütümden, nineye götür de kuyruğuna kavuş. Tilki, keçinin sütünden bir kova alıp, ağaca teşekkür edip oradan ayrılmış. Tilki sevinçle ninenin evinin önüne gelmiş: - Nine, nine dışarı çık ben geldim! Nine dışarı çıkmış bakmış ki tilkinin elinde bir kova! - Hayırdır tombul tilki, yoksa bu sütü de başkasından çalıp mı getirdin? , demiş. - Yok, nine vallahi keçiden istedim, aldım. Hem bir bilsen benden neler neler istediler, demiş. Başından geçen her şeyi anlatmış. Tilkinin bu kadar uğraşması ve sabır göstermesi ninenin pek hoşuna gitmiş. Tilkinin dersini aldığını düşünmüş: - Eee tombul tilki, izinsiz içtiğin sütün bedelini elbet böyle ödeyecektin. Allah vere de tekrar böyle bir şey yapmayasın! Yoksa bu defa kuyruğunu değil, boynunu keserim! , demiş. - Nine vallahi dersimi aldım, bir daha izinsiz kimsenin sütünü içmem söz veriyorum. Ne olur bana kuyruğumu ver de ele güne rezil olmaktan kurtulayım. Nine, tilkinin sözüne inanmış ve kuyruğunu tilkiye geri vermiş. Tilki, kuyruğunu atmış sırtına, oynaya oynaya ormandaki evinin yolunu tutmuş. Bu masalda tombul tilki, nineden hem muradını hem de dersini almış.
Yaşlı Kadın ile Tombul Tilki
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
YILAN BEY Zamanın birinde bir ağa varmış. Bu ağanın ne yaparsa yapsın çocuğu olmuyormuş. Karısıyla hep Allaha dua ederlermiş: “Allah’ım çocuğumuz olsun da nasıl olursa olsun” derlermiş. Bir zaman sonra ağanın karısı hamile kalmış. Tam dokuz ay on gün geçmiş, çocuğun zamanı dolmuş ama çocuk doğmamış. Ağa kendi köyünde, çevre köylerde ne kadar ebe kadın varsa sıra sıra getirtiyormuş. Ebeler ne yaparlarsa yapsınlar çocuğu doğurtamıyorlarmış. Doğurtamayan ebeleri cezalandırıyormuş. Üvey kızıyla yaşayan bir kadın varmış. Üvey kızını hiç sevmiyormuş. Bu durumu kızından kurtulmak için bir fırsat bilmiş koşa koşa ağanın yanına gitmiş: - Ağam, benim bir kızım var. Doğurtsa doğurtsa benim kızım doğurtur senin hanımını, demiş. - Ne duruyorsun getir o zaman kızını gelsin doğurtsun hanımımı. Kadın gelmiş üvey kızına haber vermiş. Kız ağlaya ağlaya ağanın evinin yolunu tutmuş. Biliyormuş ki eğer gitmezse, kaçsa ağa yakalar öldürtür. Gitse kadını doğurtamazsa yine ağa kendisini öldürürmüş. Mecbur kalıp gitmiş. Yolda bir yaşlı kadına rastlamış. Yaşlı kadın kızın ağladığını görünce, - Niye ağlarsın güzel kız? Seni ağlatan derdini söyle hele belki dermanı bendedir, demiş. - Nine derdim büyüktür. Sen bana derman olamazsın ama yine ben sana anlatayım. Ve olan biten her şeyi anlatmış. Yaşlı kadın: - Kızım, ağanın karısının karnındaki bebek değil yılandır. Onlar Allahtan hayırlısını değil sadece çocuk istemişler. Allah da onlara yılandan bir evlat vermiş. Sen ağanın hanımın bacakları arasına bir kâse süt koy. Yılan o sütün kokusunu alıp çıkar, demiş. Bunu der demez bir anda ortadan kaybolmuş. Kız ağanın evine gitmiş. Yaşlı kadının dediğini yapmış. Ağanın hanımının bacakları arasına bir kâse süt sıcak süt koymuş. Sütün kokusunu alan yılan kendi kendine annesinin karnından çıkmış. Bu durum karşısında ağa da karısı da hayret etmişler. Sonra ettikleri dua akıllarına gelmiş. “Eğer biz Allahtan hayırlısını isteseydik böyle olmazdı. Allah bize yılan bir evlat vererek bizi cezalandırdı” demişler. Çok pişman olmuşlar ama daha iş işten geçmiş. Ağa bu olayı kimseye anlatmaması için kızı sıkıca tembihleyip evine göndermiş. Ağa da hanımı da, “Daha yılan da olsa evladımızdır” demişler. Bu durumu kabul etmişler. Ama herkesten sır gibi de saklamışlar. Aradan yıllar geçmiş, gel zaman git zaman o küçük yılan büyümüş, olmuş bize kocaman bir yılan bey. Yılan bey daha evlilik zamanının geldiğini söylemiş babasına: - Baba beni evlendir, demiş. Ağa kimseye duyurmadan başka bir ağanın kızını almış yılan beye. Ama yılan bey ilk geceden kızı sokup zehirlemiş, öldürmüş. Ağa başka bir ağanın kızıyla evlendirmiş. Onu da ilk geceden yılan bey öldürmüş. Bu defa ağa oğluna, köylünün kızlarını almaya başlamış. Kimi alsa, yılan bey ilk geceden öldürüyormuş. Durumun daha farkına varan köylüler kızlarını saklamaya, köyden kaçırmaya başlamış. Yılan beyi doğurtan kızın üvey anası bunları görünce, hemen kızından kurtulmak için ağanın evine gitmiş: - Ağam benim kızımın güzelliği üzerine güzellik yoktur. Oğluna benim kızımı al” demiş. Ağa, bu teklifi makul bulmuş. - Kızını getir o zaman evlendirelim benim oğlanla, demiş. Kız, tabi bu haberi alınca, dünyası yıkılmış. Çünkü ağanın oğlunun kara bir yılan olduğunu biliyormuş. Ağlaya ağlaya, bizim yılan beye gelin gitmiş. Ona geçen defa yol gösteren yaşlı kadın yine karşısına çıkmış. Kız, yaşlı kadını görünce: - Nine ayağının altını öpeyim bana bir yol göster. Ağanın o yılan oğluyla beni zorla evlendiriyorlar, demiş. - Güzel kızım, sen hiç korkma. O kara yılan aslında suratı aydan aydınlık çok güzel bir adamdır. Sen ilk gecenizde kırk gömlek üst üste giy. Yılan bey sana soyun diyecek. Sen de ona bir gömlek sen çıkar, bir gölek ben çıkarayım diyeceksin. O her bir gömlek çıkardığında sen de bir gölek çıkaracaksın. Yılan bey en son gömleğini çıkardığında içinden çok güzel bir delikanlı çıkacak. Ama sakın unutma önce o bir gömlek çıkaracak sonra sen çıkaracaksın. Sen eğer ondan önce çıkarırsan, seni de zehirler öldürür. Kız tamam demeye kalmadan bir bakmış ki yaşlı kadın yine ortadan kaybolmuş. Ağanın evine gitmiş. Yılan beyle düğünleri olmuş. Kız odaya çıkmış. Yılan bey meydana çıkıp: - Çıkar üzerindeki elbiseyi, demiş. - Önce sen bir gömlek çıkar sonra ben bir gömlek çıkarayım. Yılan bey kabul etmiş. İlk önce kendisi bir gömlek (deri) çıkarmış. Sonra kız bir gömlek çıkarmış. Sırayla bir yılan bir kız gömlek çıkarmış. Böyle böyle son gömleklerine gelmişler. Yılan bey yine: - Çıkar gömleğini, demiş. - Olmaz önce sen çıkar. Kırkıncı gömleğini yılan bey çıkarmış. Çıkarır çıkarmaz yaşlı kadının dediği gibi içinden çok güzel, ayın on dördü gibi bir delikanlı çıkmış. Kız hayrete düşmüş. Hayatında bu kadar güzel bir adam görmemiş. Kız da yılan bey de birbirlerine o dakika sevdalanmışlar. O günden sonra mutlu mesut yaşayıp, muratlarına ermişler.
Yılan Bey
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
KÖSE Zamanın birinde bir ağa varmış. Bu ağanın babası ölmeden önce oğluna bir nasihat vermiş: - Oğlum ne yaparsan yap, yanında köse birini çalıştırma, demiş Ağa: - Tamam baba nasihatin başım üstünedir, demiş. Aradan zaman geçmiş, ağanın babası ölmüş. Biraz zaman sonra ağanın bir yardımcıya ihtiyacı olmuş. Bir köye haber salmış: “Bana yardımcılık yapacak, hizmetimi görecek bir adam lazım” demiş. Haberi alan bir köse, ağanın yanına gitmiş: - Selamün aleyküm ağam. - Aleyküm selam köse kardeş. - Ağam, duydum ki senin bir yardımcıya ihtiyacın varmış. Ben senin emrinde çalışırım, hizmetini görürüm. - Kusura bakma köse kardeş, benim babamın vasiyetidir. Yanımda köse adam çalıştırmam, demiş ağa. Köse ne demişse ağayı ikna edememiş. Kalkmış gitmiş, kılık kıyafetini değiştirip yeniden ağanın yanına gelmiş: - Selamün aleyküm ağam. - Aleyküm selam köse kardeş. - Ağam, bizim köye haber salmışsın, yanına adam almak için ben de duyunca geldim. - Senden önce senin gibi köse bir adam geldi. Ona da dedim. Babamın vasiyetidir. Ben yanımda köse adam çalıştırmam. - Ağam, bizim köyde bütün erkekler kösedir. Sen beni yanına al, bir bak ağam. Eğer istemezsen ben köyüme yine dönerim, demiş. Ağa düşünmüş: - Tamam, seni yanıma alırım ama bir şartım vardır. Ben ne dersem yapacaksın, demiş. - Ağam, benim de senden bir isteğim vardır. Ne yaparsam yapayım, kızmayacaksın, küsmeyeceksin. Ağa da, köse de birbirlerinin şartını kabul etmişler. Ağa köseyi işe almış. Aradan biraz zaman geçmiş. Sonra ağa: - Köse, benim bir tazım var. Tazıyı da alıp benim falan yerdeki tarlama gideceksin. Tazı nerede durursa sen öküzle orayı süreceksin, demiş. - Tamam ağam. Emrin başım üstünedir. Köse, tazıyı da alıp falan yerdeki tarlaya gitmiş. Tazı nerede durursa köse orayı sürmüş. Derken tazı gitmiş büyük bir taşın üstünde durmuş. Köse biraz beklemiş bakmış ki yok tazı yerinden kalkmıyor. E taşı da süremez. Sinirlenmiş tazıyı orada parça parça edip öldürmüş. Ağanın yanına gitmiş. Ağa: - Köse ne yaptın tarlayı sürdün mü? , demiş. Ağam, vallahi tazı nereye gittiyse, peşinden gittim, orayı sürdüm. Senin tazı en son gitti büyük bir taşın üstünde durdu. Baktım taşı süremem, ben de aldım tazıyı öldürdüm. Tazısından olan ağa sinirlenmiş. Tam köseye kızacağı sırada aklına verdiği söz gelmiş. Sesini çıkarmamış. Aradan biraz zaman geçmiş. Ağa köseyi yanına çağırmış: - Köse git bana odun getir. Ama getireceğin odunlar dümdüz olsun, eğri odun istemem” demiş. - Emrin başım üstünedir ağam. Köse ormana gitmiş. Hangi dalı kesmek istese dalda eğrilik varmış. Ağanın istediği gibi odun bulamayınca eli boş dönmüş ağanın evine. Ama düşünmüş: “Ağanın yanına eli boş dönmek olmaz” demiş. Bakmış ki kenarda bir yaba. Hemen yabanın sapını çıkarmış, Üç dört parçaya bölüp ağanın önüne getirmiş. Ağa odunlara bakmış. Köseye dönüp: - Köse, söyle bakalım. Bu kadar düzgün odunu nereden buldun böyle, demiş. - Ağam, vallahi ormanı alt üst ettim de senin dediğin gibi odun bulamadım. Tam yanına gelecektim düşündüm ağamın yanına eli boş gitmek olmaz. Ben de köşede duran yabanın sapını üç dört parça yapıp getirdim. Ağa yabasından olunca bu defa daha bir sinirlenmiş ama verdiği söz aklına gelince köseye kızmamış. Bakmış ahırdan ineklerin sesi geliyor. - Köse, git ineklere yem ver. Kafalarını yemin üzerine koy ki sesleri kesilsin, demiş. - Hemen gidiyorum ağam. Köse ahıra gitmiş. İneklerin önüne yem koymuş ama inekler dönüp yeme bakmamış bile. Bağırmaya devam etmişler. Köse sinirlenmiş. İneklerin başını tek tek kesip yemin içine koymuş. Ağanın yanına gitmiş. Ağa bakmış ki ineklerin sesi kesildi. Köseye dönüp: - Köse ne yaptın da ineklerin sesi bu kadar tez kesildi? , demiş. - Ağam, vallahi yem koydum önlerine dönüp bakmadılar bile bağırmaya deva ettiler. Ben de senin dediğin gibi yaptım aldım ineklerin boğazını kesip, başlarını yemin içine koydum. Ağa bunu duyunca küplere binmiş. Sinirden, üzüntüden yataklara düşmüş. Yine de köseye bir şey dememiş. Biraz zaman geçmiş ağa iyileşip kendine gelmiş. Kızıyla beraber köseye bir üsküre yoğurt göndermiş. Kızı da tembihlemiş. Kız, kösenin yanına gitmiş: - Köse amca, babam bu üsküre yoğurdu sana gönderdi. Yoğurdu yesin ama kaymağını kırmasın, demiş. Köse cebinden bıçağını çıkarmış. Üskürenin altını delmiş, yoğurdu yemiş. Üsküreyi kızla beraber geri göndermiş. Ağa bakmış ki kaymağı gerçekten köse delmeden yoğurdu yemiş. Üskürenin altına bakmış ki delik var. Sinirlenmiş ağa yine bu köse geldiği günden beri hep zarar vermiş malına. Sabır çekmiş yine sesini çıkarmamış. Bir gün ağanın kızı bir taşın üzerine çıkmış, ağlamaya başlamış. Ama nasıl ağlamak! Ortalığı birbirine katmış. Ağa köseyi kızının yanına göndermiş. - Köse git, kızım ağlıyor, kızımı sustur, demiş. Köse kızın yanına gitmiş. Ne yaptıysa ne dediyse kızı susturamamış. Sinirlenmiş, tutmuş kızın bacaklarından ikiye ayırmış. Kızı öldürmüş, ağanın evine dönmüş. Ağa öğrenince çok ağlamış, köseyi öldürmek istemiş. Ama ne yapsın söz namustur. Elinden bir şey gelmemiş. Koymuş şapkasını önüne düşünmeye başlamış. Karısını yanına çağırmış: - Hanım, bu köse hep bize bela getirdi. Malımız gitti, hayvanlarımız gitti, kızımız gitti. Bu gidişle sıra canımızdadır. Bu köse canımızı da alır. Ben baba nasihati dinlemedim. Çok pişman oldum. Biz en iyisi bu gece gizlice kaçalım, kurtulalım bu köseden, demiş. Karısı ağaya hak vermiş. O da kaçmaktan yanaymış. Ağa karısına: - O zaman sen büyük bir tepsi gömme yap. Bir sofraya sarıp, çuvalın içine koy. Gece gömmemizi de alıp gidelim bu evden, demiş. Ağanın karısı büyük bir tepsi gömme yapmış, sarmış bir sofraya onu da bir çuvalın içine koymuş. Sonra da yatıp uyumuşlar. Köse meğer ağayla, karısı konuşurken onları dinliyormuş. Ağayla karısı uyuyunca, gidip çuvalın ağzını açıp, gömmeyi çıkarmış. Yerine kendisi çuvalın içine girmiş. Gece yarısı olunca ağla karısı kalkmış. Ağa çuvalı sırtlamış. Karısıyla beraber evden gizlice çıkmışlar, yola düşmüşler. Hayli yürümüşler, köse çuvalın içinde sıkışmış. Af buyurun çişi gelmiş. Tabi ağaya, ağam beni burada indir de diyemez. Daha fazla dayanamamış. Çuvalın içinde ihtiyacını görmüş. Ağanın sırtı ıslanmış. Eliyle çuvala dokunmuş, sonra elini ağzına götürmüş: - Hanım, sen bu gömmeyi hem tuzlu hem de yağlı yapmışsın. Bak hep sırtım ıslandı, demiş. - Ağam, sen de idare et. Ne yapayım aceleyle yaptım gömmeyi, demek yağıyla tuzunu bu defa fazla kaçırmışım. Ağa daha sesini etmemiş. Yollarına devam etmişler. Derken falan yere varmışlar. Bir köpek sürüsü karşılarına çıkmış. Ağa orada demiş: - Keşke şimdi köse burada olsaydı. Bu köpeklerin hakkından gelse gelse o gelirdi. Köse bu lafı duyar duymaz, - Ağam, indir beni ben buradayım, demiş. Ağa çuvalı indirince köse çuvalın içinden çıkıp, köpeklerin hakkından gelmiş. Ağa karısına dönüp: - Hanım bu köse çok yaman çıktı. Kaçtık da kendimizi kurtaramadık, demiş. Ağa biraz düşünmüş. Yine kafasında plan yapmış. Gizlice karısının kulağına eğilmiş: - Biz en iyisi bu gece bir köprünün üstünde yatalım. Sen benimle kösenin arasında uyu. Ben gece kalkıp seni dürtünce, köseye bir tekme vur. Köprüden aşağı yuvarlansın ölsün. Biz de kurtulalım bu beladan, demiş. Ama yine hesaba katmadıkları bir şey olmuş. Köse konuştuklarını yine dinlemiş. Gözü zaten ağanın karısındaymış. Fırsat bu fırsat deyip o da bir plan yapmış. Akşam olmuş, köse, ağa ve karısı bir köprüye varmışlar. Ağanın da hesap ettiği gibi karısı ortaya uzanmış. Ağa bir tarafa, köse de bir tarafa uzanmış. Yatıp uyumuşlar. Köse ağadan evvel uyanıp, ağanın karısını dürtmüş. Karısı kendisini dürtenin ağa olduğunu sanıp, köse sandığı ağaya bir tekme vurmuş. Ağa köprüden aşağı yuvarlanıp ölmüş. Karısı da köseye kalmış. nasihati dinlememin bedelini ağa çok ağır ödemiş. Hem malından, hem hayvanlarından, hem kızından hem namusundan hem de canından olmuş.
Köse ve Ağa
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
[BEYOĞLU] Bir varımış, bir yoğumuş. Bi Beyoğlu varımış. Bu Beyoğlu’nun yaylası varımış. Orda at otlatırımış. Orda da göçmenle oraya çadır gurmuşla. Beyoğlu oraya varıya geliye. Göçmennerin gızına âşıg olmuş. Efendime söyleyin gızınan annaşmışla. Buran* alurun* filan deyi. Ondan sona bu göçmenlerin anaları bubaları duruya. — Biz, diyala, bu gızı gaçuralım. Beyoğlu elimizden alacak bunu, diyala. Ordan gece yarısı bunu gaçurmaya talib oluyala. Gızı bindüriyala ata, ayahlarına ezenginin* altından bukağılıyala* Gız şey ediye hemen,o arada bi yazı yazıye: — Beyim, yazıyı ne hada* çabuk ohursan* arham sıra, peşim sıra gel, deya. [Beyoğlu] sabağlin yine varıya, atı oynadıye, bi bahıye yaylada kimse yok, gitmiş. — Beyim, deya, bu mektüpde sana terif ediyon. Terif etduğum yere doğru gel, beni bulusun, deya. Tamam, ordan bu dönüye koyüne Beyoğlu. Beyoğlu zengin adam. Heybesine altun dolduriye. Ata biniye yine ha bahalım gidiye. Birez gitdükden sora bi çobana ras geliye: — Çoban gardaş gel buraya, deya. [Çoban]geliye. — Burdan, deya, çadırnan felan bi göçmen gitti mi, deya. — Gitti, deya. — Onna, deya, sen, deya, bana tarif et. — Şuraya doğru gitti deyve dedile, deya. Şu yana doğru saptıla, gittile deya. (Tamam.) —Aç çantanı, deya. Çantasına altun doldurveriya. Ha baham gidiya gayrı Beyoğlu atınan. Ha baham. O gitmekte olsun. Bi dağa varınca dağda bi tıhırdı oluya. Orda atı yohoru bağlaya. Usul usuliniye.Bahıya ki bi dev garısı. Usul usul usul varıya duymadan. [Dev karısı] memesinin birini bi arkaya atıya, birini bi arkaya atıya. Beyoğlu usul usul varıya. Duymadan arhasından onu emiya, memesini. — Mememden emdin oğlum oldun. Mememden emmeyen canı yuduverceydim, deya. — Ana, deya, beni nasıl yutcaksın, deya? Benim daa bi muradım va, deya. —Ne muradın va oğlum, deya. — Ben, deya, filan goçmenlerin gızına aşıh oldum. Vemedile bana. Ben onu arayon, deya. — Heee, onun buğce* duğünü va oğlum, deya. (Tamam.) Nederüz, deya. O düğüne, deya, iki dane oğlanım va. Onna görüşürün, deya. Onna [oğlanlar] geliya duğüne. — Ana, adam eti gokuya. Hani adamla, diyala (Beyoğlun’u). —Ay oğlum, bi şey yok, deya. — Boş değilsin ana, deya. Hele sen çıhart. — Ay oğlum, deya, şu mememden emen neniz olu, deya. — Gardaşımız olu, deya. — Bi şey etmez misiniz, deya. — Etmeyüz, deya. Orda şey varmış, dolap gibi bi yer, ordan çıharıveriya ikiz gardaşı. Gayrı onla bunu egidiyala*. O gece duğünü varımış [kızın]. Devle iki dene oğlanı oraya varınca duğün ahalisine: — Bu, deya, bi şeylik bi durgunluk, böyle duğünolu mu? Ses seda yok, deya. Bi gave de mi yapmadınız hiç, deya. — Yap, la bi gağve, deyala. (Ocağın gağve yedeği olumuş esgüden) yedeyi sürüyo ocağa, gağveyi yapıya. Gağve yapmakta olsun. Duğün ahalisi bayılıya. Bayılduktan sona dev oğlu uşahları geliye. — Biz onnarı bayılttuk, deyala. Nedelim? Böyük oğlan deye ki: — Gızın, deya, elinden yapışıp, deya, seni üç dört saatlik yere eletivemek* benden olsun deya. Öte yankı de diye ki: — Filan yerdeki ahırdaki Emir beyin atını çekip de filan yerden seni eletmek de benden olsun, deya. — Tamam, deyala. Onna orda bayılagosun, bunna gidiyala orayadan bırahıyala, dönüyala geri. Beyoğlu gidiya gızı tergüzüne[8] atına atıya. Deee biraz gittikten sonra Beyoğlu kıza deya: — Bizim, deya, yaylanin ışıklarını görüyon mu, deya. — Hayır, deya, Beyoğlu’na. Ora değil, deya, daa çoh uzah, deya. Sen bilemeyon mu? —Bilmez miyin, deya, ben yaylamın ışığnı, deya. Gidiyala. Çok biraz gittikten sona yozunun* yüzünde gonak va. Gonakda ışıh yanıye. — Şurda, deyala, ezcük biz dinelenim. Bura bizim yaylımız filan deyil emme. — Gel, deya. Gız: — Oraya girmeyelim, deya, bi belaya dolaşuruz. — Bi şey olmaz, deya, ecük otururuz, deya. Çıhıyala, çıhıyala yohoru. Enaaa*, hepsi eşkıyaymış ora. Efendime söyleyin. — Allah bize vedi, deyala. O alıyagızı seviye, o alıyagızı şey ediye. Gız gorkuya tabi. Eşkiyalara bahan adam Arab’ımış: — Şindi, deya, misafir, deya. Buna, deya, dohunman, deya. Biraz sona, deya, bu alışu size, deya. Muhabbet yapvörü, gonuşuvörü, deya. — Ey nedelim? — Beyoğlu da aşağda. Kes de gel, deyala [Arap’a]. Aşağiniya. Beyoğlu’nu neyle* kesecek? Şu barmağnı çiziye. Miltanına* böle bulaya eletiya, atıya orta yere. — Yörü git kâfirin gızı, deya, bana dek* ettin, deya Beyoğlu. [Eşkıyalar, kızla], gayrı sarmaş dolaş oluyala. Gayrı onu oynadıyala, gızı. Bilmem bi şey ediyala, bunna [Beyoğlu] öldü deyi. Neyleyse Arab kurtarmış bunnarı. [Arap]: — Beni, deya, bunna uyanınca öldürüle. Beni de egidimüsünüz, deya. Gıznan ikisini, birini önüne alıya, birini arhasına alıya. Hadi bahalım gidiyala. Onna [eşkiyalar] uyuyagosun. Gide gide gide varıyala Beyoğlu’nun koyune. Gırg gun gırg gece duğün ediyala. Onna ermiş muradına, Allah cümlenizi erdüsün.     *ezengi: Üzengi. *bukağı: Binek hayvanlarının kaçmaması için ayağına geçirilen demir köstek. *ne hada: Ne kadar. *ohumak: Okumak. *buğce: Bu gece *egitmek/agitmek: Götürmek. *eletmek: İletmek, götürmek, ulaştırmak. *tergü: Terki, eyerin arka bölümü. *yozu: Yazı. Ova, düzlük. *enâ: Hayret bildiren bir ünlem. *neyle: Nasıl? *miltan: Gömlek. *dek: Düzen, hile, oyun.
[Beyoğlu]
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
                                                                                                                                  AYI İLE TİLKİ                                                                                                                                                          Bi varımış bi yoğumuş. Ormanın birinde bi dilkiyle bi ayı yaşarımış. Bunlar bi gün arkadaş olmuşlar. dilkinin her zaman getdiği bi yer varımış, Ali Dayının bağı. Dilki bi gün ayıyı da oraya götürmüş. Dilki gurnaz olduğundan üzümleri yer yer, kendini bahçe duvarındaki delikte ölçerimiş. Bi gün ayı ile dilki bağda üzüm yeriken Ali Dayı gelivermiş. Dilki delikten çıkıverip gaçmış. Amma ayının kafasından başka bi yeri deliğe girememiş. Ali Dayı, ayının gıçına vura vura gıpgırmızı etmiş.           Bi kaç gün sonra ayı gene dilkiye rastlamış. Ayıynan dilki döğüşecekleri zaman dilki gurnaz olduğundan:           –Bi kuyuda döğüşelim demiş.           Bi uzun bi de kısa sopa varımış. Dilki hemen:           –Uzun sopa benim demiş.           –Ayı, olmaz uzun sopayı ben alacam demiş. Dilki de kabul etmiş. Kuyuya kuyuya inip sopayla dövüşmeye başlamışlar. Ayının sopası uzun olduğundan duvara vurup hep boşa sallıyormuş. Dilki ise kısa sopayla ayıyı eyice dövmüş, sonra da kaçmış.           Gine birkaç gün sonra ayı dilkiyi görmüş. Dilki oturmuş sepet örüyormuş.           –Ayı, sen bana sepet örersen seni dövmem demiş. Dilki bunu kabul etmiş. Dilki sepeti örüp bitirince ayı sepetin içinde kalmış. Dilki ayıyı uçurumdan aşşaya yuvarlamış. Ayı ölmüş, dilki de kurnazlığına devam etmiş.
Ayı ile Tilki
Mersin
Akdeniz Bölgesi
                                                                                                                                      Leylek ile Tilki           Bi varımış bi yoğumuş. Evvel zaman içinde galbur saman içinde develer dellalken pireler berberken anam bıbamın beşşini tıngır mıngır sallarken gurnaz bi dilkiylen bi leylek varımış. Bu gurnaz dilki leyleği yeme planları yapıyorumuş. Düşünmüş düşünmüş.. Leyle akşam yemene çığırmaya garar vermiş. Leylen evine varımış.           –Leylek gardeş bugün bizde akşamlıyalım, demiş. Leylek de beçere dilkinin tuzak kurduğunu bilmemiş, kabul etmiş.           Dilki evine varmış. Bir yal bişirmiş daşın üstüne dökmüş. Akşam olmuş leylek dilkinin evine varmış, baksa ki dilki yalı taşın üstüne dökmüş. Beçere leylek yemek yeyecem diye ağzını taşa vura vura gırmış. Leylen ağzı uzun, taşın üstünden nasıl yesin. Gel zaman git zaman yemeğe çağırma sırası leyleğe gelmiş. Leylek de tilkiyi yemeğe çağırmış. Bi nohut yeme bişirmiş, börtlen çalısının içine dökmüş. Berci ulasıca dilki yeme yeyecem derken dilni börtlen çalısı parçalamış.           Sonunda kendini  gurnaz belleyen dilki leylen tuzağına düşmüş. Yaptığı gurnazlığın garşılığını bi güzel görmüş.
Leylek ile Tilki
Mersin
Akdeniz Bölgesi
[TAK TAK KABACIK] Yıllar önce develer tellal iken pireler berber iken dört kişilik bir aile varmış. Ailenin iki tane evladı varmış, ikisi de oğlan; birinin adı Ömer birinin adı Çömer. Bu vatandaşlar geçimini dağlardan taşlardan odun taşıyarak, odun kesip getirerek, satarak hayatlarını idame ettirmektedirler. Bir gün beraber olup dört kişi dağa oduna giderler. Ancak ailenin reisi ile hanımı arasında bir sürtüşme vardır. Beyefendi ailesini bırakma yolundadır ancak o zamanın hukuku pek bu kadar kuvvetli olmadığı için, hukuku bilmediğinden ancak götürüp dağa bayıra azad edip bırakmak ister. Dolayısıyla bu niyetle dağa oduna gidilir. Oğlanlarla anne bir kenarda otururlar, baba beyefendi gider bir kenarda odun kesmeye başlar. “Tak tuk” nacak, balta sesi, “tak tak tak” devam eder. Bir iki saat geçer, baba dönmez ancak takırtı devam eder. Hanımefendi der ki: — Çocuklar babanız gelmedi bir gidip bakalım, ben bir gidip bakayım naptı, ne etti? Bu kadar zaman geçti, iki saat oldu, üç saat oldu, niye gelmedi? Hanımefendi varır, bakar, bağırır, beyefendi yok. Bir de bakar ki ağaca su kabağı denilen eski zamanların, imamların ölüleri yıkadığı, su doldurup cenazenin üzerine döktüğü kabağı bağlamış ağaca, kabak rüzgârın etkisiyle vurup durur ağaca ses çıkarır “tak tak tak”. Hanımefendi bağırır: —Ömercik’le Çömercik’in babası yok yok! Bir oldu yok ses. Tekrarlar, iki oldu ses yok. Tekrarlar, üç oldu yine ses yok. Takırtının yanına varıp bir de baksın ki takırtı kabak. Ağaca bağlanmış olan kabak rüzgârın etkisiyle ses çıkarıyor tak tak. Hanımefendi başlar bağırmaya, — Ömercik’le Çömercik’in babası yok yok! Oğulları, — Tak tak eden kabacık, bizi aldatan babacık! — Babanız yok burada, gelin buraya, der vesaire hanımefendi. Çocuklarla beraber terk edilmiştir. Beyefendi nereye gittiyse gitmiştir. Hanımefendi çocuklarını alır geri eve döner.  
Tak Tak Kabacık
Balıkesir
Marmara Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Bir tilki, keneye: - Gel senle bacı kardeş olak. Beraber buğday ekek, der. Kene: - Güzel olur bacım, ekek, der. Ekim zamanında tohumlarını alırlar, tarlaya giderler. Kene tilkiye der: - Bacım haydi tarlayı sürek. Tilki der: - Kene kardeş sen tarlayı sür, ben tohum ekem. Kene tarlayı sürer bitirir. Tilkiye der: - Bacım tohumu ek. Tilki: - Kene kardeş sen tohumu ek ben toprağını örtem. Kene tohumu da eker: - Bacım haydi toprağını ört, der. Tilki: - Kene kardeş sen toprağını ört sulamasını ben yapam. Kene buğdayı da eker. Eve giderler. Sulama vakti gelince kene tilkiye: - Bacım buğdayı sulamaya git, der. Tilki: - Kardeş sen sula ben biçem. Kene sulamasını da yapıyor. Hasat vakti gelince kene tilkiye: - Bacım orak al buğdayları biçmeye gidek, der. Tilki: - Kardeş sen biç ben toplayam. Kene orağını alır başlar buğdayı biçmeye ve bütün tarlayı biçer ve tilkiye der: - Bacım ben biçtim sende topla buğdayları. Tilki der: - Kene kardeş sen topla ben de taşıyam. Kene buğdayları da toplar ve tilkiye der: - Bacım gel taşı. Tilki: - Kene kardeş sen taşı patos işini de ben yapam. Kene tüm buğdayları da taşır ve tilkiye der: - Bacım patosa vur. Tilki der: - Kardeş sen patosa vur ben pay edem. Kene bütün buğdayı patosa da vurur. Samanı bir tarafta buğdayı bir tarafta toplar. Tilki der: - Kardeş gel saman ile buğdayımızı pay edek. Kene der: - Bacım ben çoh yoruldum, uykum var, ben biraz yatam. Sen beni çağır gidek. Yalnız benim uykum ağırdır. Kuyruğunla başıma vur ki uyanabilem. Tilki diyor: - Tamam, ben seni çağırırım. Bir müddet sonra tilki gider kuyruğunu kenenin başına vurur: - Kalk gidek kene kardeş. Kene tilkinin kuyruğuna yapışır. Tilki der: - Kardeş yalnız benim bir şartım var. Kene: - Şartını söyle şartın ne? Tilki: - Kardeş şu kayalığın yanından koşmaya başlayacaz. Kim önce buğdayların yanına yetişirse buğdaylar onun olsun, der. Kene kabul eder. Tilki kayalığa doğru gider. Kene tilkinin kuyruğuna yapışmış tabi bundan tilkinin haberi yok. Tilki başlar koşmaya, gelir buğdayların üstünde oturur. Keneye seslenir: - Kene kardeş kene kardeş neredesin ben önce geldim buğdaylar benim. Kene de: - Kalk üzerimden ezdin beni pis tilki ben bir saattir buradayım, der. Sözde kene tilkiyi kandıracah ya. Ama kene tilkiyi kovar buğdayı tek başına alır.
Kene ile Tilki
Bingöl
Doğu Anadolu Bölgesi
KÖSE Varmış, yokmuş… Köyün birinde gariban bir köse varmış. Bu kösenin karısından başka hiç kimsesi yoktur. Köylüler hep zengindir. Köseninse tek bi tene ineği vardır. Köse köydekileri çok kıskanır ama belli etmez. Bi gün karısına der ki: - Karı gel biz bu ineği kesek. Köylülere bi yemek verek. Belki utanırlar, alışkanlık olur. Bu kış boyu her gün biri bi hayvan kesse bize de pay verir. Kendimizi bahara atarız. İneği getirip keserler. Köylüleri çağırırlar güzel bir ziyafet verirler. Köylüler yemeğini yer, gider. Bi gün, iki gün köse bekle ki kimse gele. Kimseden ses seda yoh. Köse köylülerinden tam kıcık alır. Neyse, para yoh, bişe yoh. Köse der bari kestiğim ineğin postunu götürem satam da biraz bişe mişe alam. Karı evde açtır. Köse postu alır şehire doğru yola çıkar. Bi yerde çok yorulur. Oturur ki dinlensin. Postta yanında ya, sinekler başına üşüşür. Köse çaketini çıkarır, sinekleri kovmak için sallar. Sinekler bir bir altın olup yere düşer. Köse gözlerine inanmıyor. Gözleri ceviz kadar oluyor. Neyse, köse altınları toplayıp doğru köye… Karısına diyor, git ağanın evinden ölçek getir, altınları dartam. Kadın gidiyor, ölçek getiriyor, altınları dartıyorlar. Köse ölçeği geri gönderirken bi tene altını çahtırmadan ölçeğin içine bırahıyor. İçinden de diyor ki, ula siz görürüsünüz. Karı ölçeği geri götürüyor. Ağa bahıyor ki içinde altın var. Karıya soruyor: - Ula bu nedir, siz bunu nerden bulduz? Karı diyor ki: - Valla kocam getirdi. Hiç bilmiyorum. Ağa köylülere haber veriyor. Köylüler toplanıyor, doooooğru kösenin yanına… soruyorlar köseye bu neyin nesidir? Köse diyor ki: - Valla size sofra kurmak için kestiğim hayvanın derisini şehire götürdüm. Bi torba altına sattım. Köylüler gidiyor. Köse gülüyor. Ehmak köylüler, hepsi gidiyor kimin kaç tene ineği mineği varsa kesiyorlar. Derileri alıp yallah şehire. Tabi şimdi hepsi postları almış pazara gelmiş. Torbaları açmışlar. Pazarda bi koku bi koku, durulmuyor. Pazarcılar bu köylüleri eşşek sudan gelinceye kadar dövüyor. Doğru geri köye… hepsi diyor ki biz bu köseyi öldürecez. Köse haberi almış tabi, gülüyor. Karısına diyor ki: - Sen hele bana bi tavuk getir. Köse tavuğu kesiyor. Nefes borusunu karısının gırtlağına bağlıyor. İçine de tavuğun kanını dolduruyor. Karısına diyor ki: - Bu puştlar geldiğinde biz senle şakacıktan kavga edecez. Ben senin boğazına pıçağı vurduğumda sen kendini yere at. Ölü takliti yap. Ben kaval çalmaya başladığımdaysa kalk ayağa. Neyse, köylüler geldiği vakit karı koca başlıyor kavga etmeye. Köse bıçağı hanımının boğazına atıyor, kan fışkırmaya başlıyor. Kadın kendini seriyor yere. Köylüler: - Ula manyak, sen ne yaptın niye hanımını öldürdün, deli misin sen? diyorlar. Köse: - Sizi ilgilendirmiyor, benim işime karışmayın, diyor. Kavalını getiriyor. Çalmaya başlıyor. Kadın uzandığı yerden kalkıyor. Köylüler şaşırıyor. Allah Allah, bu kaval sihirlidir, deyip köseden kavalı alıyorlar. Köylülerden biri diyor ki: - Bu köse kurnazdır. Bizi bir daha kandırmasın, gelin önce hayvan keselim hayvanda deneyelim eğer hayvan canlanırsa insanlar da canlanır. Köylüler hayvanı kesip başlarlar kavalı üflemeye fakat hayvanda hiçbir hareket olmaz. Köylü der: - Gördünüz mü bu kurnaz köse nerdeyse karılarımızı da bize öldürtecekti. Bütün köy toplanır köseyi öldürmeye giderler. Köse hanımına der, hanım bugün yine gelecekler. Kalkar gider köyün dışından eşek çalıp getirir. Eşeğin kuyruğunun altına iki tane altın yerleştirir. Yola koyulur. Köylüler köseye yetişir. Köse elindeki sobayı eşeğin kuyruğuna vurur ve altınlar yere düşer. Köylüler altınları görür görmez şok olurlar. Bu altınlar nerden geldi diye sorarlar. Köse der: - Ben eşeğime arpa ve tuz veririm, o da bana altın verir. Köylüler köseden eşeği alırlar. Köse köylülere der: - Götürün odaya koyun önüne arpa ve tuz koyun, sakın su vermeyin ve üç gün sonra gidin altınları toplayın. Köylüler eşeği götürüp odaya koyarlar önüne arpa ve tuz bırakıp üç gün boyunca yanına kimse gitmez. Üç gün sonra giderler, kapı açılmıyor. Köylüler valla diyor eşek odayı altınla doldurmuş kapı açılmıyor. Kapıyı kırarlar bakarlar ki eşek kapının arkasında ölmüş. Köylüler toplanıp kösenin peşine düşüyorlar. Köseyi yakalayıp torbaya atıyorlar. Epey gittikten sonra çobana denk geliyorlar. Çoban yakmış ateşini kenarında oturuyor. Köylüler çobanın yanına gelip oturuyorlar. Çobana diyorlar: - Sen bizim torbaya sahip çık, biz biraz uyuyalım. Çoban: - Tamam, diyor. Sizin torbayı kimse götürmez siz keyfinize bakın. Köylüler uyuyunca Köse yavaşça çobana diyor: - Soğuk değil mi, üşümedin mi? Çoban: - Soğuktur valla üşüdüm. Köse: - Tamam, sen gel benim yerime. Burası çok sıcak, biraz uyu ben sürüye bakarım. Çoban torbaya girer, köse torbanın ağzını bağlar, sürüyü alır gider. Köylüler uyanır bakarlar ne sürü var ne de çoban. Torbayı alıp götürüp denize atarlar. Köse birkaç gün dağda hayvanları otlattıktan sonra hayvanları alıp köyüne geri dönüyor. Kendi kendine söyleniyor: - Onlar benim ineğimi yediler beni bir gün bile misafirliğe çağırmadılar. Ben onlara gösteririm. Köylüler bakıyor kösenin önünde büyük bir sürü geliyor. - Yaw köse biz seni suyu attık, sen önüne sürü atıp geldin. Ne yaptın nereden getirdin? - Beni suya attığınız yerde dünyada ne kadar hayvan varsa orda. Ben ancak bu kadar çıkarabildim. Bütün köylüler suya doğru koşmaya başlıyorlar. Köylülerden biri suya atlar. Boğulacağı esnada köse der: - Sudaki adam diyor ki, anneme sorun koyun mu çıkarayım keçimi çıkarayım? Bunu da duyan köylüler heralde çoh hayvan var diye suya atlıyorlar. Sadece iki yaşlı kadın kalıyor. Köse kadınların eline balta veriyor ve kadınlara diyor: - Ben bütün köyü kandırdım, öldürdüm, pişmanım. Siz de beni öldürün. Ortalarına geçiyor ve diyor: - Ben şimdi deyince ikiniz beraber baltanızı kafama vurun. Şimdi, deyip kenara kaçıyor. Yaşlı kadınlar baltayı birbirlerine vuruyor. Yaşlı kadınları da denize atıyor. Köse der: - Beni senelerce hor gördünüz. Aç bıraktınız. Sahip çıkmadınız. Bakın şimdi dünya benim dünyamdır, sizin burda işiniz yok.
Köse ile Köylüler
Bingöl
Doğu Anadolu Bölgesi
SÜLLÜ YUSUF   Bir kadının çocuğu olmazmış. Kadın “Allah’ım bana bir oğlan ver de dev olsun.” demiş. Allah bir oğlan verir, dev olur. Alıp götürürler ahıra korlar, samanın üstüne. Önüne bir saman verirlermiş, bir su verirlermiş. Orada büyüye büyüye koca bir dev olmuş. İçi adammış, dünya güzeli. Padişahın kızı bir gün kül atmaya çıkıyormuş. Pencereden eğilir ki, etraf aydınlık gibi. “Bu şavk* ne?” der. Oğlanın şavkıymış. Oğlan “İn gel kız.” der. Kız iner gelir. Kıza demiş ki: -Benim dışım dev, içim adam. Eğer dünür salarsam beni almamazlık yapma. -Tamam. -Eğer kimseye dersen, güvercin olurum, uçarım devlerin içine giderim. “Tamam.” diyerek kız gider. Oğlan da annesine varır. Annesine der ki: -Anne, padişahın kızına dünür var. -Oğlum, padişah zengin, biz fakiriz. Yiyecek ekmeğimiz yok. Padişah kızını bize verir mi? -Verir ana. Kadın kalkar, padişahın huzuruna varır. Fakat padişaha diyemez. Oturur oturur... Padişah kızına der ki: -Kızım, azıcık buna sadaka verin de gitsin. Bu fakir bir kadın. -Baba niye geldi kim bilir? Niye hâlini sormazsınız? Padişah kadına sorar: -Niye geldin sen yav? -Padişahım ne hâlimi söyleyeyim. Kızına dünürlüğe geldim. -Yahu, oğlun devdir. Sen fakirsin. Benim kıza nasıl dünürlüğe geldin? Koca padişahım ben. Kızı konaktan eğilir, babasına der ki: -Ver baba. Kaderim benim, dev olsun. -Tamam. Öyleyse verdim gitti. Kızla oğlana düğün tutarlar. Düğünü tutunca, kız dev ile giriyor çıkıyor, içi oğlan ya. Annesi kızına der ki: -Yürü kızım bir bak gel. Devle ile bacın nö’rüyor*? Nasıl? Ekmek yiyor mu su içiyor mu? Kız varır. Kız akşama kadar oturur, deve bakar. Ekmek yemez, su içmez. Yatsı olur yine kalkmaz. Kız bacısına der ki: -Artık git bacım. -Gitmeyeceğim, burda yatacağım. Kız bacısını kanadından* tutup kapıya atıverir. Kız deve “Gitti.” der. Dev aşağı iner, soyunuverir. Ayın on beşi gibi evi bir şavk alıverir. Kız kapının deliğinden bakarmış. “Abaruu! Bu şavk ne ki?” der. Oğlan “Beni gördü.” diyerek ak güvercin olur. Pencereden çıkar gider. Bu kız gider, bağrına vurur, dizine vurur. Bağrına vurur, dizine vurur. Kaynanasının yanına gider. Annesine varır. Ayağına bir demir lalik* giyer. Eline bir demir değnek alır. Çıkar, gider. Yedi sene yol yürür. Şu kadar laliğin ucu kalır. Demir değneğin elinde zerre kadar dayandığı yer kalır. Vara vara varır devlerin memleketine. Devlerin kızı su dolduruyormuş. Devlerin kızına: -Bacım, altın ibrikli bacım, su ver. -Gümüş ibrikliden iste. -Gümüş ibrikli bacım, su ver. -Maden ibrikliden iste. -Maden ibrikli bacım bir su ver. -Kavanoz ibrikliden iste. -Kavanoz ibrikli bacım, su ver. -Ağaç ibrikliden iste. -Ağaç ibrikli bacım, su ver. Meğer altın ibrikli devlerin padişahının kızıymış. Altın ibrikli kız der ki: -Süllü Yusuf yârim dururken sana su verir miyim? -Vermezsen verme. Süllü Yusuf’u duyunca susuzluğu gider. Kıza döner: -Nerede Süllü Yusuf? -Gel göstereyim. Bahçede çalışıyor. Kız, devin kızıyla gider. Süllü Yusuf bahçede altın kazıyormuş. Devin kızı seslenir: -Süllü Yusuf, şuraya bir insan kahpesi geldi. -Çağır onu da gelsin. Kız, Süllü Yusuf’un yanına gelir. Süllü Yusuf ile sarılırlar, görüşürler, ağlaşırlar. Süllü Yusuf kıza “Hiç ağlama, kaçarız. Buraya geldin amma...” der. Süllü Yusuf’u dev kendi kızıyla nişanlamış gayri. Dev, kıza der ki: -Kızıma kuş tüyünden yatak yapacaksın. Yoksa seni yerim. Kız bir ağlar, bir ağlar... O sırada Süllü Yusuf gelir: -Ne ağlıyorsun? -Dev kızına kuş tüyünden yatak istiyor. Yoksa beni yiyecek. Yusuf dua çevirir, kız “amin” der. Yusuf dua çevirir, o “amin” der. Her gelen kuş yelek bırakır. Yarasa da gelir çırpınıverir. Yatağı doldurur koyar. Dev kıza der ki: -Hah! Bundan da kurtuldun insan kahpesi. Kızımın düğünü olacak. Göz yaşı ile kazanları dolduracaksın. Gözyaşıyla kazan dolar mı? Kız ağlar, ağlar, ağlar... Kazanın üstüne eğilir, ağlar. Kazanlar yaşla dolar mı ? O sırada Yusuf gelir: -Ne ağlıyorsun? -Dev benden gözyaşıyla kazanları doldurmamı istiyor. Yoksa beni yiyecek. Yusuf dua çevirir. Kız “amin” der. Yusuf dua çevirir, o “amin” der. Bir çeşme yarılıverir. Kazanı doldururlar. Dev gelir kıza der ki: -Bundan da kurtuldun insan kahpesi. Kızımın düğünü olacak oklava ile bişirgeç var halamgilde. Kendi getiremez, onu alıp geleceksin. Yoksa seni yerim. Kız yine ağlamaya başlar. Süllü Yusuf gelir: -Ne ağlıyorsun? -Ne ağlayayım? Beni devin evine salıyor. Bu sefer beni yerler. -Hiç üzülme, korkma. Buradan geçtin mi atın önünde kemik var, itin önünde yonca var. Yoncayı atın önüne, kemiği itin önüne at. Örtük kapıyı aç, açık kapıyı ört. Sac ile tahta kapının ardında, alıver. Buradan dön. Hiç sağına soluna bakma. Kız yola çıkar. Git gitme misin, git gitme misin? O sırada at ile iti görür. Atın önündeki kemiği itin önüne atar, itin önündeki yoncayı atın önüne atar. Örtük kapıyı açar, açık kapıyı örter. Sac ile tahtayı kapının ardından alıverir, döner. Dev uyanır, kızın peşine düşer. Örtük kapıya der ki: -Salma kapı. -Hıncağa* kadar örtük idim açmadın. O açtı, tutmam. Sonra açık kapıya der: -Salma kapı. -Hıncağa kadar açık idim, örtmedin. O örttü, tutmam. Dev ata seslenir: -Salma at. -Hıncağa kadar önündeki kemiği ite atmadın. O kız attı, tutmam.” -Salma it. -Hıncağa kadar önündeki yoncayı ata atmadın. O kız attı, tutmam. Kız kurtulur, çıkar. Devin yanına gelir. Dev, kıza der ki: -Aldın geldin mi? Bundan da kurtuldun insan kahpesi. Kızımın düğünü olacak seni başlık yerine satacağım. Kız ağlamaya başlar. Ağlar, ağlar, ağlar... Süllü Yusuf gelir: -Ne ağlıyorsun? -Beni başlık yerine satacak gayri kurtulamam. -Çevreyi zıvılla* önüne tutuver, kıvrıl sıçra küllüğe gir. Bunu önüne tut. Tandırı teperken, hamurdan kalktılar mı kıvrıl çık. Kızı satarlar. Çevreyi zıvıllar, kıvrılıp sıçrayarak küllüğe girer. Sıcak işlemez. Tandırı tepip hamurdan kalkarken kıvrılır çıkar. Dev kızı görünce; “Bundan da mı kurtuldun insan kahpesi, gayri sana ölüm yok” der. Devin kızını gayri gerdeğe tıkarlar. Süllü Yusuf kıza der ki: -Yat kız perdeyi üstüne çek, namaz kılacağız, namahrem. Kız yorganı kafasına çekince kalkarlar. Yusuf dua çevirir, kız “amin” der. Yusuf dua çevirir, o “amin” der. Duvar yarılıverir. Ak güvercin olur uçar, giderler. Kaç kaçma mısın, kaç kaçma mısın, kaç kaçma mısın? Kız uykudan uyanır. Bakar ki, Yusuf yok. Babasına koşar gelir: -Baba, Yusuf kaçmış. -Nasıl kaçmış? Haberin olmadı mı? -Olmadı. -Kopun* onu tutun. Kop kopma mısın, kop kopma mısın? Dev asker salar. Askerler yaklaşınca Süllü Yusuf ile kız iki çeşme olurlar. Askerler geri dönerler. Dev sorar: -Yolda ne gördünüz? -İki çeşme gördük. -Kopun onu alıp gelin. Gayri şeylerini -oyunlarını- gördü ya. Kaç kaçma mısın, kaç kaçma mısın, kaç kaçma mısın? İki çalı olurlar. Dev yine sorar: -Yolda ne gördünüz? -İki çalı gördük. -Kopun onu kesin getirin. Askerler tekrar peşlerine düşerler. Askerler yaklaşırken bunlar şeylerine, köylerine yaklaşırlar. Devin askerleri geri döner. Bunlar köylerine gelir. Yedi gece yedi gündüz düğün tutarlar. Muratlarına ererler.   *Nö’rüyor: Ne yapıyorsun. *Şavk: Işık *Kanadından: Kolundan *Lalik: Ayakkabı, çarık *Hıncağa: Şimdiye kadar *Zıvılla: Bağlamak, önünde açmak *Kopun: Koşun  
SÜLLÜ YUSUF
Niğde
İç Anadolu Bölgesi
  MAVİ GÖZLÜ KEDİ Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken pireler berber iken ben anamın beşiğini sallar iken adamın birinin üç tane kızı varmış. Adam ticaretle uğraşırmış. Bir gün adamın yolu ticaret için uzak bir diyara düşmüş. Kızlarını yanına çağırıp isteklerini sormuş. En büyük kızı babasına demiş ki: “Bana öyle bir elbise al ki, omuzlarından tutunca etekleri, eteklerinden tutunca omuzları sallansın.” Ortanca kızı; “Bana da bir pullu eşarp al ki, dünyada eşi benzeri olmasın.” demiş. En küçük kızı ise; “Bana da mavi gözlü bir kedi al.” demiş. Adam kızlarının isteklerini öğrenip yola koyulmuş. Gittiği yerde ticaretini yaparken küçük kızının isteği olan mavi gözlü kediyi bulmuş. Fakat diğer kızlarının istediklerini bulamamış. Yolda kara kara düşünüp gelirken bir ağacın dibine oturmuş. Uzun bir of çekmiş. O anda karşısına kocaman bir dev çıkmış. Adama sormuş: -Niye beni çağırdın? Benden ne istiyorsun? -Ben seni çağırmadım. Kızlarım benden bazı isteklerde bulundular. Onları yerine getiremedim. Bu sıkıntıdan dolayı of çektim. -Kızlarının istediklerini söyle, ben yerine getiririm. -Kızlarımın biri pullu eşarp, diğeri ise eteğinden tutunca omuzları, omuzlarından tutunca etekleri sallanan bir elbise istedi. -Bende kızının istediği pullu eşarp var Büyük kızının isteği ise yılanlar şahında var. Ancak bunu sana bir şartla veririm. -Şartın nedir? Söyle. -Ne zaman bulgur kaynatırsanız o zaman gelir kızını alırım. Adam kızının isteği yerine gelsin diye devin söylediklerini kabul etmiş. Devden pullu eşarbı alarak yılanlar padişahını aramaya koyulmuş. Adam sora sora yılanlar padişahının yerini öğrenmiş. Adam yılanlar padişahına varmış: -Ey padişahım! Kızım benden bir elbise istedi. O elbiseden sadece sizde varmış. O elbiseyi bana verin. -Bir şartla elbiseyi sana veririm. -Nedir şartın? -Bir yıl sonra gelip kızını alırım. Bu şartı kabul edersen elbiseyi veririm. Adam, yılanlar padişahının şartını kabul ederek elbiseyi almış. Adam kızlarının isteklerini yerine getirmenin rahatlığıyla evine dönmüş. Kızların hediyelerini vermiş. Kızlar hediyelere çok sevinmişler. Gel zaman git zaman bir yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş. Adam dışarıda “takır tukur” sesler duymuş. Büyük kızına demiş ki: -Kızım dışarıya çık, bir bak, ne var? -Baba, bir at arabası buraya doğru geliyor. Arabanın üzerinden de beyaz urganlar sarkıyor. Adam yılanlar padişahının geldiğini anlamış. Yılanlar padişahı kızı alıp gitmiş. Aradan bir müddet zaman geçmiş. Ortanca kız bir gün babasına demiş ki: -Babacığım, canım bulgur istiyor. Ne zaman bulgur kaynatalım? -Yarın kaynatırız kızım. Ertesi gün bulguru kaynatmışlar. Dev bulgurun kokusunu alıp gelmiş. Kızı almış gitmiş. Kızı kendine eş olarak götürmüş. Dev, kızın önüne pilav getirip koymuş. Ancak pilavın üzerinde bir el varmış. Kız pilavı yiyip eli çöpe atmış. Sonra dev gelmiş. “El el neredesin?” demiş. El de “Pis bir çöpün içindeyim.” diye seslenmiş. Bunu duyan dev, kızı şişe geçirip tavana asmış. Kız tavana asıla dursun biz haberi büyük kızdan verelim. Yılanlar padişahının götürdüğü kız, her gün kara kara düşünürmüş. Bir gün yine böyle düşünürken karşısında bir pir peyda olmuş. Kıza sormuş: -Kızım, niye böyle kara kara düşünüyorsun? -Valla derviş baba, böyle böyle... Yılanların padişahı beni kaçırdı. Buradan kurtulmak istiyorum. Ancak ne yapacağımı bilmiyorum? -Bak kızım, sana tarak, iğne ve sabun vereceğim. Buradan kaçarsın. Yılanlar arkana düşerse tarağı at. Her yer ağaç olur. Onlar ormanı geçinceye kadar çok yol alırsın. Sonra iğneyi at. Her yer diken, çalı olur. Yılanların vücutlarına batar, ölürler. Daha sonra sabunu at. Her yer sabunlu su olur. Yaraları açılır, ölürler. Sen de kaçar kurtulursun. Kız, dervişten tarak, iğne ve sabunu alarak kaçmış. Yılanlar bunu haber almış. Yılanlar kızın peşine düşmüş. Tam kızı yakalayacakları sırada kız tarağı atmış. Etraf orman olmuş. Kız biraz yol almış. Yılanlar yine yetişmişler. Kız bu defa iğneyi atmış. Her yer diken, çalı olmuş. Kız mesafeyi yine açmış. Yılanlar dikenlikten kurtulup tam kızı yakalayacakları sırada kız sabunu atmış. Her yer sabunlu su olmuş. Yılanların yaraları açılıp ölmüşler. Kız yılanlardan kurtulup evine gelmiş. Eve geldikten sonra dev gelip büyük kızı da götürmüş. Dev kızın önüne yine pilav getirip koymuş. Üzerinde de bir el varmış. Kız pilavı yiyip eli çöpe atmış. Dev gelmiş. “El el neredesin?” demiş. El de “Pis bir çöpün içindeyim.” diye seslenmiş. Dev, bu kızı da şişe geçirip tavana asmış. Dev, bu defa da gidip küçük kızı getirmiş. Kız gelirken yanında mavi gözlü kedisini de getirmiş. Dev kızın önüne pilav getirip koymuş. Üzerinde de el varmış. Kız pilavı yemiş. Eli de doğrayıp kedisine yedirmiş. Dev gelip ele sormuş. “El el neredesin?” demiş. El de “Sıcak bir yerdeyim.” demiş. Dev, kızın bu hareketinden dolayı onu tavana asmamış. Devin kızla günleri güzel geçmeye başlamış. Bir gün dev, kızın dizine yatmış. Kız da devin saçlarını kaşıyormuş. Dev bu hareketten hoşlanıp uyumuş. Kız devin saçlarını karıştırırken bir yumak anahtar bulmuş. Yumakta tam kırk tane anahtar varmış. Merak edip kapıları bir bir açmaya başlamış. Her açtığı oda ağzına kadar altın doluymuş. Otuz dokuzuncu odayı açmış. Sıra kırkıncı odaya gelmiş. Kırkıncı odayı açınca bir de ne görsün, ablaları tavanda şişle asılıymış. Hemen kardeşlerini tavandan indirmiş. Yaralarını sarıp sarmalamış. Büyük bir kazanın içine yağ doldurup ocağa koymuşlar. Ocağın altını yakmışlar. Yağ kaynamaya başlayınca yağı uyuyan devin üstüne dökmüşler. Dev bağıra bağıra ölmüş. Kızlar devin sarayına sahip olmuşlar. Babalarını da yanlarına getirip mutlu bir hayat sürmüşler. Gökten üç elma düştü, biri masalı anlatana, biri Rahime’ye, biri de dinleyenlerin başına.  
Mavi Gözlü Kedi
Niğde
İç Anadolu Bölgesi
MAĞRURLANMA PADİŞAHIM SENDEN BÜYÜK ALLAH VAR Bir padişah ile bir vezir varmış. Padişah bir gün vezirine demiş ki: —Bir tellal çığıralım.         —Ne diye çığıralım? —Bu köyde hiç ışık ışımayacak diye çığıralım. Tellal bütün ahaliye padişahın buyruğunu duyurmuş. Padişahla vezir sözlerinin tutulup tutulmadığını görmek için tebdili kıyafet gezmeye çıkmışlar. Gezseler ki; bir evde ışık ışıyormuş. Ev sahibine seslenmişler: —Ev sabı, çabuk dışarı çık. Niye ışığın ışıyor? Bizim sözümüzü tutmadın, bize aksi geldin. —Ailem doğum yaptı da onun için ışıyor. —Öyleyse getir bakalım. Adam içeriye girmiş ve çocuğu alıp getirmiş. Bir bezin arasında sarık bir çocuk, taze bir çocuk... Padişah ve veziri; —Tamam, diyerek oradan ayrılmışlar. Padişah ile veziri öteye yürüdükten gilli* vezir gülmüş. Padişah vezire sormuş: —Niye gülüyorsun? —Demem. Biraz daha yürüyünce padişah vezirin çok üstüne gitmiş. Hâl böyle olunca veziri söylemiş: —Bu sığır çobanı büyüyecek, padişahın kızını alacak. Ondan güldüm. —Ben bu yazıyı bozarım. Benim kızımı bu sığır çobanı nasıl alır? Padişahın canı sıkılmış. Gezerken mezerken bu aklına soy gitmiş. O çobanın evine varmış. çocuğun karnına bir iki yerden kama sokmuş. “Öldürdüm.” diye geçmiş, gitmiş. Padişah, “Çocuk ölmemiştir.” diye düşünerek tekrar çocuğa bir iki yerden kama sokmuş ve çocuğu götürüp suya atmış. Bu çocuğu su sürükleyip götürmüş. Aşağıda mile gömülmüş. Köyde bir kadının bir ineği varmış. Kadının ineği sürüden ayrılıp çocuğa süt vermeye gidermiş. Bugün sütsüz, yarın sütsüz... Kadın kendi kendine “Acaba ineği çoban sağıp sütü içiyor mu?” diye düşünerek çobanın ardından gitmiş. Kadın bakmış ki, inek milin üstüne yatmış. Mil ineğin sütünü çekiyor. Yanına varmış. Baksa ki, bir çocuk var. Dünya güzeli gibi parlıyormuş. Çocuğu çıkarıp getirmiş. İneğin sütüyle çocuğu besleyip büyütmüş. Bu sefer oğlan delikanlı olmuş. Bir gün padişah ile vezir yine gezmeye çıkmışlar. Bu köye varmışlar. Demişler ki: “ — Bu köyde nereye misafir olabiliriz? Kim misafir eder padişah ile veziri? — Filan karı misafir eder, çocuğun anası olan, büyüten kadından için. Oraya varmış, misafir olmuşlar. Delikanlıyı görünce vezir tanımış. Vezir padişaha demiş ki: —Bu senin suya attığın çocuk. Bu kez padişah bir mektup yazmış. Yedi tane zarfın içine katmış, çocuğa: — Bunu bizim eve ver gel, demiş. Çocuk mektubu alıp ata binmiş, yola koyulmuş. Padişahın sarayına varmış. Kapıyı vurmuş, fakat kapıyı açan olmamış. Padişahın köleleri yokmuş. Sarayın bahçesinde çok güzel bir havuz varmış. Oğlan, atı havuzun kenarına, ağaca bağlamış. Kendi havuzun kenarına yatmış. Yatınca at kişnemiş. At kişneyince padişahın kızı çıkmış. Kız demiş ki: —Bu at böyle güzel kişniyor da bu ata binen acaba nasıl ki? Varsa baksa ki, bir oğlan yatıyormuş havuzun başında. Dünya güzeliymiş. Cebinde bir mektup gözüküyormuş. Mektubu çekmiş okumuş. Mektupta “Bu oğlan gece varırsa gece, gündüz varırsa gündüz derhâl katledin, öldürün.” yazılıymış. Kız hemen mektubu değiştirmiş. Oğlanın koynuna bırakmış. Oradan gelen mektubu almış, saklamış. Kız mektuba “Gece varırsa gece, gündüz varırsa gündüz kızım ile derhâl başgöz edin. Eksiğini gediğini, çeyizini, çemenini temin edin.” yazmış. Oğlan uykudan uyanmış. Mektubu padişahın hizmetçilerine vermiş. Eksiğini gediğini yetirmişler*, her bir şeyini yetirmişler. Kızı gelin etmişler. Padişah üç gün sonra, beş gün sonra gelmiş. Hizmetçilerine sormuş: —Ne yaptınız? —Dediğini yaptık padişahım. —Nasıl yaptınız? —Sizin mektubunuzda yazılan şeyleri yerine getirdik. Padişah yapılanlara kızmış, öfkelenmiş ama iş işten geçmiş. Vezir padişaha dönerek demiş ki: —Mağrurlanma padişahım senden büyük Allah var.   *gilli: Sonra *yetirmek: Tamamlamak
Mağrurlanma Padişahım Senden Büyük Allah Var
Niğde
İç Anadolu Bölgesi
Bir zamanlar bir padişahın güzeller güzeli üç kızı varmış. Padişah kızlarını evlendirmek istemiş ve bulunduğu yerdeki tüm bekar erkekleri saraya getirtmiş. Padişah her bir kızının eline bir elma vererek beğendikleri erkeğin başına fırlatmasını istemiş. Civarda ki tüm erkekler padişahın güzeller güzeli kızlarının önünden geçmiş. Padişahın büyük ve ortanca kızları kendilerine uygun buldukları erkeğin başına elma fırlatıp beğendiklerini söylemiş. Ayrıca bu kızların beğendikleri erkekler fiziksel olarak yakışıklı ve güçlü kimselermiş.Padişahın  yalnızca küçük kızının elinde elma kalmış. Padişah bütün erkeklerin getirilip getirilmediğini sormuş. Askerler sadece bir kişinin kaldığını söylemiş. Padişah kalan son kişi getirmesi için askerlerine emir vermiş. O kişi bulunup saraya getirilmiş. Küçük kız bu kişinin başına elmayı fırlatıp onu beğendiğini söylemiş. Padişah, kızının yaptığı bu tercihe karşı çıkmış. Çünkü adam hem zayıf hem de çirkinmiş. Padişah o kadar güçlü ve yakışıklı erkek varken kızının böylesi birini seçmesine anlam verememiş. Kızını kırmamak için onu bu adama vermiş.  Padişahın küçük kızı seçtiği bu adamı daha önceden görüp sevmiş. Damat kel görünür ama kel değilmiş. Başına geçirdiği hayvan derisinden dolayı başı kel gözükürmüş ve bunu sadece küçük kız bilirmiş. Gel zaman git zaman düşmanlar ülkeyi istila etmeye çalışmış.Tabi durumu gören padişah güçlü ve kuvvetli görünen iki damadını düşmanları def etmek için yollamış. Kel görünen damat padişahtan bir kılıç isteyip kendisininde savaşa gönderilmesini istemiş. Ancak padişah ona güvenmeyerek onunla alay etmiş. Ve ona: "-Benim kuvvetli ve güçlü iki damadım var iken, güçsüz ve kel olan seni mi göndereceğim?" demiş. Padişahın güçlü ve kuvvetli görünen iki damadı savaşın olduğu bölgeye gitmiş ve düşmanları görünce korkudan buldukları bir kayanın altına saklanmış. Bu durumu gören küçük damat onların yanına giderek düşmanları def edebileceğini söylemiş. Ama  bir isteğinin olacağını söylemiş. İki damat, düşmanları def etmesi karşılığında istedikleri her şeyi yapacaklarını söylemiş. Küçük damat: -"Her birinizin kalçasına bir mühür vuracağım." demiş. Damatlar hiç düşünmeden adamın isteğini kabul etmiş. Bu olay iki defa tekrarlanınca damatların kalçaların üç tane mühür vurulmuş. Küçük damat eve geldiğinde damatların korkup savaşmadıklarını eşine söylemiş. Tüm düşmanları da kendisinin kovduğunu demiş. Bu olanları gidip babasına söylemesini istemiş. Kız ise babasının buna inanmayacağını dile getirmiş. Küçük damat, kıza işini garantiye aldığını: "- Her damadın kalçasında üç adet mühür var. Baban olanları duyar ve mühürleri görürse biz inanır." demiş. Küçük kız, babasının huzuruna çıkıp onları anlatmış. Padişah oldukça şaşırmış. Bunun üzerine iki damadını huzuruna çıkarıp kalçalarında mühürleri görmüş. Olanların gerçekliğine inanan padişah, küçük damadın kafasındaki deriyi çıkarıp yakışıklı birine dönüştüğünü görmesiyle tamamen bir şaşkınlığın içerisinde düşmüş. İki damadını huzurundan kovan padişah bütün mal varlığını küçük damadına bırakmış ve bir daha kimse hakkında ön  yargılı olmayacağını söylemiş.
Padişahın Kızları
Bitlis
Doğu Anadolu Bölgesi
           AYI ileTİLKİ             Vaktin birinde, tilki ayıyla arkadaşlık kurar. "Yanımda ayı gibi güçlü biri olursa karnım daha çok doyar.", diye düşünür. Fakat düşündüğü gibi olmaz. Ayı inden çıkmaz, gün boyu uyur. Bırak avlanmayı tilkinin getirdiklerini de yer. Böyle böyle tilki ayıdan bıkıp usanır. Ondan kurtulmak ister. Bir çare düşünür. Bir gün tilki ayıyı bağa götürür. Bağın etrafı çevrilidir. Buldukları bir delikten güçlükle içeri girerler. Tilki üzümü "Ben çok yerim.", "Yok, ben çok yerim.", diye tartısma çıkarır. Sonunda aralarında anlaşırlar "Herkes üzüm yiyecek. Kimin üzümler burnundan gelirse iddiayı o kazanacak.", diye.             Üzümleri yemeye başlarlar. Ye bakalım üzümü, ye bakalım üzümü... Ayı, burnundan üzüm çıkarmak için ye bakalım, ye bakalım... İyice şişer, kendini taşıyamaz olur. Tilki kurnazlık yapar. Üzüm yer gibi omçaların altında gezelerken ileriden bağcının geldiğini görür. Tilki burnuna hemen iki üzüm koyar: — Bak, üzümler benim burnuma kadar geldi. Burnumdan çıkıyor, der.           Onlar oyalana dursun bağcı üslerine çıkıp gelir. Tilki ile ayı kaçışırlar. Tilki delikten geçiverir. Ama ayı o kadar üzüm yedikten sonra delikte sıkışıp kalır. Ayı kaçamayınca bahçıvandan al sopa, ver sopa... Adam akıllı bir dayak yer. Fakat her nasılsa kurtarır paçayı. Tilki ayıdan kurtulmanın sevinciyle ine geri döner. Bir zaman sonra ayı kan ter içinde ine çıkıp gelir. Tilki bakmış ki, kurtuluş yok. Avlanmaya devam eder. Yine bir gün tilki avlanmaya çıktığında bir kedi görür. Kedi avcı mı avcıymış, yılan bulur yakalarmış, keklik bulur tutarmış. Tilki, bu kediyi inine davet eder. Tilki varıp ayıya da anlatır: — Bu gün ben bir yaratık gördüm. Ne uçan kurtuluyor elinden ne kaçan, hepsini yakalıyor, der.      Tilki ile ayı inlerinde böyle konuşurken, inin kapısına gelen kedinin sesini tilki duyar: — İşte o yaratık geldi, saklanalım. Sen şuraya gazele sokul, bende şuraya saklanırım, der.           Kedi içeriye girer bakar ki, kim kimse yok. Bir yere oturup beklemeye başlar. Beklerken beklerken... Ayının kulağına bir sinek konar. Ayı öte sabreder, beri sabreder sonunda kulağını sallayıverir. Gazelin altındaki kıpırtıyı gören kedi üzerine atlar. Bir de ne görsün koca bir ayı. Kedi fırlayıp bir ağaca çıkar. Ayı da korkusundan ardına bakmadan kaçıp gider. Bir daha da korkudan o semte uğrayamaz. Tilki artık kediyi arkadaş tutar. Birlikte yasayıp giderler.
Ayı ile Tilki
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Eskiden çok büyük devler yaşarmış. Bu devler Kaf dağından daha büyükmüş. İnsanları yiyerek beslenirlermiş. Her zaman insanların geçtiği yollara gelirlermiş. Bu yollara yakaladıkları insanları, leblebi gibi çiğnemeden yutuyorlarmış. İnsanlar bu devlerin elinden ne yapacağını şaşırmış. Bu zulümlere dayanamayan bir delikanlı, bu devleri öldürmeğe karar vermiş. Bunun için bir plan düşünmüş, taşınmış, en sonunda bir yol bulmuş. Bir gün yine insanların geçtiği yola gelmiş, devleri beklemiş. Devler gelmişler. Bu delikanlının yanında kılıç varmış. Devlerin biri bunu da diğer insanlar gibi diri diri yutmuş. Devin karnında kalan delikanlı, kılıcıyla devin karnını delik deşik etmiş. Sonra devin karnını yarmış, çıkmış. Bütün devleri bu şekilde öldürmüş. Artık devlerin zulmünden kurtulan halk çok sevinmiş ve delikanlıyı kahraman etmişler.
Devler
Bitlis
Doğu Anadolu Bölgesi
Ayının biri, ormanda eline geçirdiği bir merkep leşini yiyormuş. O sırada, civardan geçen bir tilki, et kokusunu almış. Sağa koşmuş, sola koşmuş. Manzarayı görmüş. Görmüş ama, gelgelelim ayının yanına sokulma cesaretini kendinde bulamamış. Açlıktan gözleri kararan tilki, bunun bir çaresini aramış. Otların, çalıların arasından ayının duyamayacağı ve göremeyeceği şekilde sofranın yakınına kadar yaklaşarak pusuda beklemiş. Ayının dalgın bulunduğunu anlamış ve aniden fırlayarak ele geçirdiği bir miktar ciğer parçasını kapıp kaçmış. Mağrur ayı bunu gururuna yedirememiş. - Nasıl olur da  on paralık tilki benim önümden et parçasını kaçırır demiş. Derken ormanda bir kovalamaca başlamış. Tabi tilki bütün kurnazlığını kullanarak, ayının geçemeyeceği en sarp ve dar yerlerden kaçmayı tercih etmiş. Ayı ağaçların arasında koşarken, başını soktuğu iki ağacın arasından vücudunu geçiremiyormuş. Başını geri çekip başka bir yoldan takibe teşebbüs etmişse de, bu sefer başı iki ağacın arasında mengene gibi sıkışıp kalmış, çırpınmaya başlamış.   Arkasındaki gürültünün kesildiğini hisseden tilki, bir aralık dönüp bakınca, planının tam anlamıyla işlediğini görmüş. Derin bir nefes alıp, kaçırdığı parçayı yedikten sonra ayının yanına gelmiş ve güçlü de olsa kendine güvenmemek gerektiğini ve zayıfları hor görmenin kötülüğünü gösterecek bir ders vermiş.
Tilkinin Kurnazlığı
Bitlis
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir zamanlar, yaşlı bir kadın varmış. Hiç çocuğu olmuyormuş. Buda bir yumurtanın üzerine oturmuş. Yumurtadan bir civciv çıkmış. Kadın civcivi alıp, hergün bir yerlere gezmeye götürüyormuş. Paşanın oğlu, dağları gezerken civcivi görmüş. Civciv bazı dualar okuyormuş. Ve civcivin derisi soyulmuş, altından güzeller güzeli bir kız çıkmış. Paşanın oğlu bu kıza aşık olmuş. Daha sonra babasına giderek: "Ya bu kızı bana alırsınız ya da kendimi öldürürüm." demiş. Paşanın oğlu babasını alıp kızı istemeye gitmiş. Kadının civcivi vermeye hiç niyeti yokmuş. Paşa, kadına: "- Eğer civcivi bize verirsen sana on misli altın veririz." demiş. Kadın, on misli altını duyunca teklifi kabul etmiş. Paşa ve oğlu civcivi alıp eve gelmiş. Çocuğun annesi: "- Bu nedir? El aleme şimdi bunu nasıl açıklayacağız. Benim oğlum eve gelin diye bir civciv mi getirmiş." diye hayıflanmaya başlamış. Civcivin kaynanası bir gün tandırda ekmek pişirirken onun ekmek kırıntılarını yediğini görmüş. Tandır sopasını eline alan kaynana civcive vurmaya başlamış. Daha sonra düğün olmuş. Herkes düğüne gitmiş. Civcivin kocası tek evde tek kalmış. Civciv dualar okuyarak güzel bir kadına dönüşmüş ama derisini saklamayı unutmuş. Daha sonra civciv düğünde kaynanasının yanına oturmuş. Kaynanası ona: "- Sen kimin kızısın?" demiş. Gelin de ona: "-Ben bir ağanın geliniyim." demiş. Kaynanası kendi kendine: "- Benim oğlum sana kurban olsun.Gelin diye bana bir civciv getirmiş." demiş. Düğün bitmiş. Herkes düğün yemeğini yerken, kız çabucak eve gitmiş. Eve girdiğinde yanık kokusu hissetmiş. Odaya girdiğinde postunun yandığını görmüş. Bir de bakmış ki bütün ev halkı orada . Kocasına bakmış. Daha sonra sırrı ortaya çıkınca her şeyi anlatmış. Kocasıyla birliktre mutlu mesut yaşamışlar.
Civciv ve Paşanın Oğlu
Bitlis
Doğu Anadolu Bölgesi
Güdük Tilki  Bi varımış, bi yoğumuş. Evvel zaman içinde ormanın birinde bi guyruksuz dilki varımış. Ormandaki öreki dilkiler bununla alay ederlermiş. Güdük dilkinin buna canı çok sıkılırmış. Aklına bi oyun oynamak gelmiş böylece bi gün dilkilere: — Benim dedemden kalma bi  bağım var, isterseniz sizinle orada üzüm yiyelim demiş. Öteki dilkiler de kabul etmişler. Bağa varınca güdük dilki, öteki dilkilere birer kök gösterip guyruklarını bir iple köklere bağlamış.Daha sonra: — Ben defterle galem getireyim de bağları size pay edeyim demiş. Dilkiler üzümleri yemeğe başlamışlar. Güdük dilki yüksek bi depeye çıkmış: — Bağın sahibi geliyoru! Canını seven kaçsın demiş. Bunu duyan dilkiler kuyruklarını gopardıp ormana kaçmışlar. Ormanda güdük dilkiye sormuşlar: —Neden bize bu oyunu oynadın demişler. Güdük dilki: —Güdük demesi var mıydı ha! demiş. Böylece intikamını öteki dilkilerden almış.  
Güdük Tilki
Mersin
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde bir Oduncu Baba varmış. Üç tane de kızı varmış. Gel zaman git zaman Oduncu Baba’nın eşi ölmüş. Oduncu Baba da yeniden evlenmiş. Yeni karısı Oduncu Baba’nın kızlarını istemiyormuş. Her gün Oduncu Baba’nın başının etini yiyormuş ‘’Bu kızları al ormanın dibine götür.’’ diye. Oduncu Baba da kızlarına kıyamıyormuş. Karısına direnmiş ancak kadın o kadar çok konuşmuş, o kadar dırdır etmiş ki, sonunda kızlarını ormana götürmeye karar vermiş. Onlara ‘’Yavrularım ben buralardayım, odun keseceğim, siz oynayın. Baltanın sesinin kesildiğini duyunca gelirsiniz.’’ demiş. Oduncu Baba hain bir plan yapmış: Biraz ilerleyip bir ağacın dalına bir kabak asmış. Rüzgar estikçe kabak sallanarak ağaca çarpıyormuş. Bu ses de uzaktan balta sesi gibi duyuluyormuş. Çocuklarını bu şekilde kandırmak istemiş. Çocuklar da beklemiş beklemiş balta sesi hiç kesilmemiş. Gece yarısı olduktan sonra çocuklar korkmaya başlamış ve babalarını aramaya koyulmuşlar. Balta sesinin geldiği yola doğru ilerlemeye başlamışlar. Bir de ne görsünler bir kabak ağacın dalında rüzgar estikçe sallanıyor. Böylece babalarının onları terk ettiğini anlamışlar.     Eve gittiklerini düşünerek ormanın içinde yol almaya başlamışlar. Bir noktaya geldikten sonra bir taraftan duman geldiğini, bir taraftan da horoz sesi geldiğini fark etmişler. Hangi yöne gideceklerini şaşırmışlar ve düşünmeye başlamışlar. Kızlardan biri ‘’Horoz öten yere gidip ne yapalım canım! Duman çıkan yere gidelim. Belki karnımızı doyururuz.’’ demiş. Kardeşlerine de bu fikir mantıklı gelmiş ve duman çıkan yere doğru gitmeye başlamışlar. Oraya vardıklarında hiç beklemedikleri bir şeyle karşılaşmışlar. O gördükleri duman bir ahırın dumanıymış. Atların olduğu bir ahır. Atlar ahırda yem yiyorlarmış. Kızlardan biri aşağıya inip atlara bakmak istemiş ve inmiş. Aşağıya indiğinde atların önünde üzüm olduğunu ve onları afiyetle yediklerini görmüş. Kız oradan üzümleri eteğine doldurup yukarıya çıkarmış. Kardeşleriyle birlikte yemişler.  Saat çok geç olduğu için orada kalmaya karar vermişler. Üç gün geçmiş, beş gün geçmiş kızlar hâlâ oradaymış. Her gün bir adamın atları yemlemek için getirdiği üzümlerle karınlarını doyuruyorlarmış. Atların sahibi bir gün atlarını kontrol etmek için çıkagelmiş. At bakıcısına dönerek ‘’Sen bu atlara söylediğim kadar üzüm ve arpa vermiyor musun? Atlar zayıflıktan ölecek! ’’ demiş. At bakıcısı da ‘’ Veriyorum efendim, vermez olur muyum hiç, sizin söylediğiniz kadar veriyorum.’’ demiş. Atların sahibi oradan hızla uzaklaşmış ve birkaç gün sonra yine gelmiş. Atların bu kez daha da zayıfladığını görmüş. Tekrar sormuş bakıcıya ve yine aynı cevabı almış. Daha sonra atların sahibi bu adamı gözlemlemeyi ve ne yaptığını öğrenmek için gizlenmeyi düşünür. Bir de ne görsün, adam yemleri veriyor ancak oradan uzaklaşır uzaklaşmaz bir kız onları eteğine dolduruyormuş. Bunu gören sahip hemen kızı kolundan yakalamış, ‘’İn misin, cin misin’’ demiş. Kız da ‘’ Ne inim ne de cinim, ben de senin gibi bir Allah’ın kuluyum.’’ demiş. Adam da ‘’ Benim atlarımın yemini neden alıyorsun? ’’ diye sormuş. Kız da çok korkmuş ve ‘’ Doğrusunu söylemek gerekirse benim yukarda iki tane bacım var. Babamız bizi ormanın derinliklerine bıraktı gitti. Biz de karnımızı doyurmak için bunları yiyoruz’’ demiş. Adam da ondan kardeşlerini çağırmasını istemiş. Kız koşarak gitmiş kardeşlerini çağırmış. Büyük ablasından hoşlanan adam daha sonra onunla evlenmiş. Dördü birlikte çok mutlu ve güzel bir hayat yaşamışlar.   
Oduncu Baba
Samsun
Karadeniz Bölgesi
Eveli bizim aslıyok yaylasında on bin tene arımız vardı. Künde ben bunları gütmiee gederdim, bir gün gışıdı, zahmerinin soogu aaşam arıları eve getirdim, yerlerine goyarkan saydım arının biri yok, ulan arkadaş sayööm sayööm biri nuksan, getdim babama söledim; — Arının biri yok, dedim. Babam geldi şööle bir bakdı: — Topal arı yok, canın ne isder. Get yazıda yabanda canavar parçalar topal arii bul gel, dedi... Hava garannışık yazı-yaban, dağ daş topal ari arööm, bir de baktım ki bizim topal arı bir depenin yörebinde düşük galık, sookda ayaandakı yara eece azık, sırtladım eve getirdim. Babam dediki get 5-6 tene goz (ceviz ) getir ezekde bunun ayandaakı yariee sarak, geddim getirdim yarasını gozunan sardık... Gel zaman get zaman bakdıkki arının ayanda bişe ziliflenmiee başladı, birez zaman geçdi gocaman bir goz aağacı oldu, babam dediki: — Olmiee oldu bu gozları toplieek. Üç beş sene topladık bu seferde boyumuz yetmez oldu, yerden topladımız toprak kezzekleri sıkarak gozları dökmiee başladık, bir zaman geçdi, bir gün şu gozun başına çıkiim hele dedim, çıktımki ne göriim; sıkdıımız kezzeklerden goca bir tarla oluk gozun başında. Hemen endim babama sieerddim, dedim bööle böle. Babam dediki: — O zaman o tarliee garpız ekek. Ekdik. Garpız zamanı geldi bir garpız oldu bir garpız oldu gucak almöö, babam dediki get bir tene yol gelde yieek bakim dadı hele, çıkdım yoldum zornan aşşa endirdim, babamdan çakısını aldım garpıza bir vurdum amma bıçak garpızın içine geddi gayboldu. Babam dediki: — O çakı bana dedemden hatıra get o çakii bulmadan gelme, canın ne isder. Girdim garpızın içine çakı aramiee. Girdimki ne göriim, garpızın içinde pazarlar guruluk, bir galabalık bir curcuna, kim kime dum duma aramieenen bir süngüçlük çakii bul bulabilirsen. Üç gün aradım galan umudu kesdim, kenarda duvar dibinde çökük ıhdieer saçı sakalı birbirine garışık bir adam gördüm, getdim selam verdim yanına bende çökdüm. — Hayır mı yaaan yorgun gimisin ne gezöön buralarda, dedi. — Emmi durum bööle böle dedim. Çakii aramiee geldim. Emmi; — Ulan yavrım ben gırk sene evel burda gırk tene deve yitirdim daha bulamadımda sen bir garış çakiimi bulucun dedi amma elindaki bastonanda deh etdi gafama, bastonu yedim amma bir uyandimki tümü düşümde olmuş.
Olmayacak İşler
Hatay
Akdeniz Bölgesi
                                                                                                                Tilki, Domuz, Ayı           Tilki, domuz ve ayı bi aradalarımış, Bunnar arkadaş olmuşlar. Birlikte yola koyulmuşlar. Giderken ağaçlık bi yerde bi ileşe ırast gelmişler. Gurnaz dilki hemen bi plan düşünmüş. Demiş ki:           — Şindi biz bu ileşi yiyeceğiz emme bize ileşi yerken bi bekçi ilazım. Benim bi bekçi arkadaşım var. Elinden ne gaçan gurtulur ne uçan. Ben gedeyim de onu getireyim. Biz bu yemeği yerken o bizi korur.           — Tamam demişler.            Tilki kedinin yanına gitmiş. Demiş ki:            —  Arkadaş bi yerde güzel bi yemek var. Gidelim, seninle beraber yiyelim. Emme kendine  sahip çık. Orda cani hayvanlar var.  Böylece gurnaz dilki, kediyi gorkutmuş öteki arkadaşlarına karşı. Sonra gelmiş domuzla ayıya da:            — Arkadaşım gelirken gendinizi goruyun, demiş. Bunun üstüne ayıcağız bi ağacın başına çıkmış.   Domuzda bir bi ağacın ardına saklanmış. Gurnaz dilki, kedi gelirken bi çekirge sıçratmış. Kedi gapmış hemen çekirgeyi. Ayıylan domuz bunu görünce gerçekten gorkmuşlar.           — Dilki kardeşin dediği gibi bunun elinden ne gaçan gurtulur ne uçan, deyip iyice pusmuşlar. Domuzun solumasıyla gazel* okarı* uçmuş. Uçunca kedi gazelin uçtuğu yere sıçramış. Sıçrayınca domuz kaçmış. Domuzu gören kedi korkmuş ağaca tırmanmış. Ağaçtaki ayı da kendini yere atmış, ordan gaçmış. Kedi de korkusunsan ağacın başında kalmış.  Böylece ileşi yalnız gurnaz dilki yemiş. gazel*: Ağaç üzerinde kuruya yaprak okarı*: yukarı
Tilki, Domuz ve Ayı
Mersin
Akdeniz Bölgesi
[BİR AVUÇ KAN] Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini sallarken, iki kardeş varmış. Birinin üç kızı, diğerinin de bir oğlu varmış. Bunların bir köy odaları varmış. Köy odalarına giderken oğlanın babası önce gidip oraya oturmuş. Kızların babası gidip selam verince, oğlanın babası: — Aleykümselam kız babası, demiş. Bu söz üzerine kızın babası üzülmüş ve evine gitmiş. Üzgün durunca, büyük kız niçin üzgün olduğunu sormuş. Babası: — Ne yapacaksın, yarama merhem mi olacaksın, deyip tekrar köy odasına gitmiş. Köy odasına gidip selam vermiş. Oğlanın babası yine: —Aleykümselam kız babası, demiş. Adam tekrar üzgün üzgün eve gelmiş. İkinci kız babasına neden üzgün olduğunu sorunca, babası yine aynı cevabı vermiş. Ve adam tekrar köy odasına gidip üzgün bir şekilde tekrar dönmüş. Bu sefer de üçüncü kız babasına niçin üzgün olduğunu sormuş. Babası: — Git kızım, yarama merhem mi olacaksın, demiş. O da: — Niye olmayayım, deyince babası, olanları anlatmış. Kız: — Aman baba, üzülme, demiş. Babası: —Nasıl üzülmeyeyim kızım, o oğlunu filanca yere çalışmaya gönderiyor, bense gönderemiyorum. Kız: — Baba sen hiç üzülme, ben giderim çalışmaya, demiş. Sabah olmuş. Oğlanın babası böbürlenerek oğlanı çalışmaya göndermiş. Kız da babasını ikna edip amcasının oğluyla çalışmaya gitmişler. Az gidip uz gidip bir çatal yola gelmişler. Yolun bir tarafında köpek ürüyor, öbür tarafında da tütün tütüyormuş. Oğlan: — Ben tütün tüten yere giderim. Orada yaşayanlar vardır, demiş ve oraya gitmiş. Kız da: — Ben de köpek üren yere giderim, demiş. Geri ne zaman döneceklerini ve ayrıldıkları yerde tekrar buluşacaklarını karara bağlayıp oradan ayrılmışlar. Oğlan gitmiş ki orada bir fakir aile yaşıyormuş. Onların koyunlarına çoban olmuş. Kız ise ayrıldıktan sonra bir erkek elbisesi giymiş ve yoluna devam etmiş. Gide gide bir padişah evine gitmiş. Padişaha filanca yerden iş aramaya geldiğini söylemiş ve kız padişahın oğluyla birlikte çalışmaya gitmiş. Padişahın oğlu yanındakinin kız olduğunu bilmiyormuş. Oğlan çalışırken şüphelenmiş ve annesine çalıştığı kişinin erkek değil de kız olduğunu anlatmış. Annesi inanmamış. Oğlu şüphesinde ısrar edince annesi şöyle demiş: — Oğlum şüpheleniyorsan eğer, bir demet çiçek al ve yatağının altına koy. Eğer sabaha kadar onları dönerek ezerse oğlan, yok ezmezse kızdır.  Orada bunların bir küçük bacıları varmış. Bacıları ile bu kız dertleşmişler. İhtiyacı olduğundan çalışmaya geldiğini, aslında kız olduğunu, erkek rolü üstlendiğini sırlaşmışlar. Bu küçük bacıları kıza gelip gizlice demiş ki:  — Bacıcığım, yatağının altına çiçek koyacaklar, sen onları sabaha kadar dönerek ezmelisin ki kız olduğunu anlamayalar.  Oğlan çiçeği koymuş. Sabah bir gelip bakmış ki çiçek ezilmiş. Annesi, oğluna yok yere şüphelendiğini söylemiş. Tekrar çalışmaya gitmişler. Akşam döndüklerinde, oğlan tekrar şüphelerini anlatmış annesine. Annesi: — Oğlum, o zaman bir inci boncuk tepesi ile bir hançer bıçak tepesine götür. Eğer inci boncuğu alırsa kızdır, demiş. Tekrar bacı gelmiş. Kıza durumu anlatmış. İnci boncuğu almaması gerektiğini söylemiş. Sabah olduğunda kız bacının dediğini yapmış. Tekrar eve dönmüşler. Oğlu, annesine durumu anlatmış. Annesi: — Demedim mi oğlum sana, demiş. Bir zaman sonra, oğlan yine aynı kuşkusunu dile getirmiş annesine. Annesi: — Demedim mi ben sana? Var git işine, demiş. Tekrar çalışmaya gitmişler. Akşam tekrar eve döndüklerinde oğlan yine aynı kuşkusunu dile getirmiş. Anne bu kez kızmış. Annesi: — Oğlum, sabahleyin al göle götür, birlikte yıkanın demiş. Tekrar bacı gelip olayları haber vermiş. Bacı: — Bacıcığım, seni göle götürecekler. Sen sakın soyunma. Ben o zaman atı ürkütürüm, sen atın peşine gidersin. O çıkınca ben tekrar atı ürkütürüm, sen göle girersin, demiş. Ertesi gün göle gitmişler. Kız bacının dediği gibi yapmış. Ondan sonra eve dönmüşler. Annesi ne olduğunu merak etmiş. Oğlu da olanları anlatmış. Annesi de geçiştirmiş. Oğlanın kuşkuları devam etmiş. Olaylar sürekli tekrarlanmış. Aradan uzun zaman geçmiş. Kız ailesini özlediğini söyleyerek izin almış. Padişah izin vermiş ve bir at hazırlattırmış. Orada kıza bir heybe altın, yiyecek ve giyecek vermiş ve yollamış. Kız da hepsiyle vedalaştıktan sonra tepeye doğru çıkarken demiş ki: —Ali gözü kız gözü Yaktı yandırdır sizi Kız geldim, kız gidiyorum, demiş. Sözleştikleri zamanda amcasının oğlu ile ayrıldıkları yola gelmişler. Burada karşılaşmışlar. Bakmış ki, amcasının oğlu da çobanlık yapmış. Karşılığında dört kaplumbağa almış ve onları sürerek geliyormuş. Oradan birleşip köylerine dönmüşler. Oğlanın babası oğlunu davul ve zurna ile karşılamak için hazırlık yapmış. Kızın babası da üzgün üzgün bekliyormuş. Tepeden çıkmışlar. Oğlan babası davulları dövdürmüş. Bir gelmişler ki oğlanın elinde dört kaplumbağa var. Kızın da altında at, elinde bir heybe altın, kumaşlar ve yiyecekler var. Oğlanın babası bunu görünce çok mahcup olmuş. Bu arada padişahın oğlu da ben bu kızı bulacağım, diyerek yola koyulmuş. Köye gelmiş. Ancak evin hangisi olduğunu bilmiyormuş. Orada küme küme oturan kızların yanına gelmiş ve: — Gülüşün kızlar gülüşün, inci boncukları bölüşün, demiş. Kızlar kahkaha ile gülmüşler. Bakmış ki içlerinde inci boncuklu yokmuş. Üçüncü kümedeki kızların yanına gitmiş. Ve yine aynı şeyi söylemiş. Kızlar kahkaha ile gülünce inci boncuklu kızı görmüş. Akşam olunca kızı takip edip evini öğrenmiş. Öğrendikten sonra kendi evine dönmüş ve babasını kızı istetmek üzere yollamış. Padişah, kızı istemeye gelmiş. Kız padişahı tanımış. Babası da kızını padişaha vermiş. Babası kızına çeyiz olarak ne istediğini sormuş. Kız bir şey istemediğini söylemiş. Ancak oğlanın bu kızı yakalarsam kanını içeceğim dediğini duymuş: — Bir tuluk*, bir tabak pekmez ve bir de ipten başka yanıma bir şey istemem, demiş. Düğün günü gelmiş ve kızı davul ve zurna ile götürmüşler. Gelince padişahın karısı sormuş: — Bir isteğin var mı, demiş. Kız da bir kova su istemiş. Suyu getirmişler. Kapıyı örtmüş. Şerbet yapıp, tuluğa doldurmuş. Bir de boğazına ip geçirmiş ve gelinliği de çıkarıp tuluğa giydirmiş. Kendi de saklanmış. İpin ucunu da eline almış. Oradan oğlan içeri gelmiş: — Seni; güle yatırdım ezmedin,  inci boncuğa saldım almadın, göle götürdüm girmedin, atı ürküttün, demiş. Bu arada kız ipi çekerek tuluğu yani gelinliğin başını sallamış. Yani evet demek istemiş: —Sen beni kandırdın, senin kanın, katlin bana helaldir, demiş ve bıçağı saplamış. Tuluktaki şerbet yere dökülmüş:  — Yemin ettim, kanını içeceğim, demiş. Bir avuç kan alıp içmiş. Senin kanın bu kadar tatlıysa, canın kim bilir nasıldır, deyip bıçağı kendine çevirmiş. Oradan kız saklandığı yerden çıkıp bileğinden tutmuş. Kız olanları, yaşadıklarını en başından anlatmış. Ondan sonra ikisi de mutlu olmuşlar ve evlenip muratlarına ermişler. *tuluk: Deriden yapılmış su kabı.
Bir Avuç Kan
Kırıkkale
İç Anadolu Bölgesi
DENİZ ATI Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken bir ülkede üç kardeş yaşarmış. En küçük kardeşin adı Mehmet'miş. Bir gün Mehmet ava çıkmış. Yolu sahile uğramış. Bir de ne görsün… Kanatlı bir at… Böyle bir atı görünce çok şaşırmış. Bu esrarengiz atı yakalamak istemiş. Fakat bir türlü yakalayamamış. Çevreye sorup soruşturmuş. Meğer bu bir denizatı imiş. Ertesi gün yine gelmiş. Yine yakalayamamış. Günlerce bu durum böyle sürüp gitmiş. Bir gün denizatı kıyıya yaklaşınca Mehmet hemen boynuna sarılmış. Bir türlü zapt olmayan at Mehmet'i suya doğru sürüklemiş. Fakat Mehmet atı bir türlü bırakmamış. Mehmet'e acıyan, onun boğulmasına kıyamayan Denizatı kıyıya çıkıvermiş. Meğer Denizatı’nı kim karaya çıkarırsa o at bir daha ölünceye kadar ona hizmet edermiş. Karaya çıkan Denizatı dile gelip, ̶ Artık ölünceye kadar senin hizmetindeyim, hadi sırtıma bin, demiş. Mehmet ata binip eve dönünce ağabeyleri böyle güzel ve kanatlı bir ata sahip olan kardeşlerini kıskanmışlar. Mehmet'i öldürüp ata sahip olma hevesine kapılmışlar. Mehmet'e, ̶ Yarın atları ovada koşturalım, demişler. Mehmet de kabul etmiş. Bir fırsatını bulup kardeşlerini öldürmeyi planlamalarına rağmen başaramamışlar. Aradan aylar geçmiş. Mehmet’e, ̶ Haydi gidip padişaha misafir olalım, demişler. Mehmet de kabul etmiş ve yola çıkmışlar.Yolda giderken parlayan bir şey görmüşler. Kimin o cismi alacağına karar verememişler. ̶ Kim en önce yaklaşırsa o alsın, demişler. Yarışa başlamışlar. Mehmet'in atı uçtuğu için kardeşlerinden önce o cismi almış. Mehmet'in kendilerine olan üstünlüğü karşısında büsbütün çileden çıkmışlar. Nihayet padişahın sarayının bulunduğu yere gelmişler. Mehmet sarayın karşısındaki fakir bir eve, ağabeyleri de padişaha misafir olmuşlar. Padişah geceleyin pencereden baktığında bir de ne görsün! Karşıdaki yoksul evde güneşten daha parlak bir ışık gözleri kamaştırıyormuş. Hemen huzurunda bulunan misafirlerle, vezirlere, ̶ Bu ışık nedir, haberiniz var mı? diye sormuş. Misafirler, ̶ Bizim kardeşimiz o evde misafirdir. Yolda gelirken parlayan bir cisim gördük, elimize aldığımızda bir kuş kanadıydı padişahım. Kardeşimiz Mehmet aldığı için ona kaldı. O ışık tabii ki sizin sarayınıza lâyıktır." demişler. Karşı evden taşan nur gibi parlak ışıktan çok etkilenen padişah emir verip Mehmet'i parlayan tüyü ile saraya getirtmiş. Ağabeyleri Mehmet'e tuzak olsun diye padişaha, ̶ Padişahım, şimdi kardeşimizden bu tüyü alırsınız fakat size layık olan bu tüyün sahibi, kuştur. Emredin de Mehmet o kuşu getirsin, demişler. Mehmet padişahın huzuruna çıkarılmış. İstemeye istemeye tüyü padişaha vermiş. Tüyü alan padişah hemen, ̶ Bana bu tüyün sahibi olan kuşu getireceksin. Yoksa canından olursun, deyivermiş. Korkudan ve şaşkınlıktan ne yapacağını bilmeyen Mehmet huzurdan ayrılıp atını yemlemek için ahıra gitmiş. Mehmet'i çok sıkıntılı gören atı dile gelip neye sıkıldığını sormuş. Mehmet de olup biteni bir bir anlatmış. At, ̶ Padişaha git. Yüz tane kurbanı falanca çeşmenin başında kestirsin. Bir de ağılındaki en büyük koçu kestirsin, kuşlar da bu hayvanların leşlerine toplanır. Bu kanadın sahibi olan kuşların padişahı da koçun kuyruğuna konar. Onu yakalarsın. Ama çok çabuk yakalaman lâzım yoksa kuşlar seni hemen parçalar. Kuşu yakalar yakalamaz sırtıma binersin, ben de seni kurtarırım." demiş. Mehmet tekrar padişahın huzuruna çıkıp ağılının en büyük koçu ile yüz tane kurbanı falanca çeşmenin başında kestirirse kuşu getireceğini söyleyip gitmiş. Padişah hemen o çeşmeye koyunları gönderip kestirmiş. Kuş gelip koçun kuyruğuna konunca, hemen yakalayıp atına atladığı gibi saraya getirmiş. Ağabeyleri Mehmet'in ölmediğini görünce sevinmiş gibi görünüp üzüntülerinden kahrolmuşlar. Bu defa padişaha, ̶ Padişahım, falanca kalede çok güzel bir Peri Kızı var. Tam size layık… Kuşların padişahını getiren Mehmet, onu da getirir, deyip padişahın fikrini çelmişler. Peri Kızı'nın methini duyan padişah bu defa Mehmet'e Peri Kızı'nı getirmesini emretmişti. Yine şaşkınlıktan ne yapacağını bilmeyen Mehmet atının yanına gitmiş. Olup biteni atına anlatmış. At, ̶ Padişaha git; bir sandık altın, bir sandık inci versin; bir de üzerine oturulunca oturanı kapıp içine hapseden yaylı bir sandık yaptırsın. Sandıkları üzerime yükle yola çıkalım, demiş. Padişah istenenleri hemen yerine getirmiş. Mehmet sandıklan alıp atı ile yola çıkmış. Periler ülkesine geldiklerinde inci satarmış gibi davranmış. Periler başına toplanmışlar. Fiyatlarını sormuşlar. O da, ̶ Prensesiniz gelip bakmazsa satmam, demiş. Prenses gelince, ̶ Buyurun, şöyle oturun, deyip yaylı sandığı göstermiş. Sandığın üstüne oturan prenses ansızın içine düşüvermiş. Bir anda sandığı atının üzerine koyduğu gibi oradan uzaklaşmış. Peri Kızı'nı gören padişah güzelliğine hayran kalmış. Peri kızlarının prensesi olan bu güzel kızla evlenmek istemiş. Fakat Peri Kızı bir şart koymuş. Ana Denizatı'nı yakalayıp sütü ile padişahın yıkanması halinde ancak o zaman kendisiyle evlenebileceğini belirtmiş. Bunun üzerine Mehmet'in ağabeyleri Padişah’a, ̶ Kardeşimizin atı Denizatı'dır. Bunu nasıl yakalamışsa Ana Denizatı'nı da yakalayabilir, demişler. Padişah Mehmet'i huzuruna çağırıp, ̶ Bana Ana Denizatı'nı yakalayıp sütünü getireceksin, diye ferman buyurmuş. Mehmet durumu yine atına anlatmış. At da, ̶ Camız derilerini katranlayıp üzerime sar. Suya gireyim… Ana Denizatı beni parçalamak ister. Parçalayamazsa peşime düşüp kıyıya çıkar. O zaman sen hemen memelerine yapış. Bir damla süt çıkarırsan sonsuza kadar, istediğin kadar sağabilirsin. Yalnız, suyun yüzünde kırmızı köpük görürsen ben ölmüşümdür. Beyaz köpük görürsen, onu getiriyorum demektir, demiş. Sırtına katranlı camız derisini sarıp denize uğurladığı atının peşinden günlerce denize bakmış. Denizi seyretmekten başka hiçbir iş yapmamış. Günün birinde bir de bakmış ki denizin üzerinde beyaz köpükler… Çok sevinmiş. Kıyıya çıkan Ana Denizatı’nın memelerine sarılıvermiş. Sağdığı sütü padişaha götürmüş. Sütü kaynattıran Peri Kızı Padişah 'a, ̶ Sizi ben yıkayacağım, demiş. Kaynar sütü Padişah’ın kafasına aktaran Peri Kızı Padişah’ı öldürmüş. Peri Kızı ve Mehmet kendilerine saldıran kardeşlerini de öldürmek zorunda kalmışlar. Bundan sonra ülkeye Mehmet Padişah olup, Peri Kızı ile kırk gün kırk gece düğünle evlenmiş, mutlu olmuşlar. Onlar ermiş muradına; biz çıkalım kerevetine.
Denizatı ile Mehmet
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
BABA MİRASI Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, köyün birinde fakir ve yaşlı bir adam, üç oğlu ile kerpiçten yapılmış küçük bir köy evinde yaşarmış. Adam ve ailesi geçimlerini de evlerinde besledikleri ihtiyar bir inekten sağlarlarmış. Bir gün adam hastalanmış. Ölüm döşeğinde iken oğullarını etrafına toplamış, onlara, ̶ Evlatlarım, biliyorsunuz biz fakir bir aileyiz. Benim de fazla ömrüm kalmadı. Bugün yarın öleceğim. Size bu ev ve yaşlı bir inekten başka bırakacağım fazla bir mirasım yoktur. Yalnız size bir vasiyetim var. Ben öldükten sonra, ilk üç gece içinde sizin sırayla gelip mezarımı beklemenizi istiyorum. Bunu yaparsanız sizin için hayırlı olur ve bir kısmet elde edersiniz, demiş. Oğulları, ̶ Olur babacığım, sen hiç merak etme. İstediğini yerine getireceğiz, diye söz vermişler. Birkaç gün sonra adam ölmüş. Çocukları onu gömmüşler. Babalarının vasiyetine göre mezarı ilk gece büyük oğlunun beklemesi gerekiyormuş. Fakat oğlan babasına verdiği sözü unutmuş görünüyormuş. Kardeşlerin en küçüğü onun bu kayıtsız halini görünce üzülmüş ve büyük ağabeyini sözünü tutmaya teşvik etmek için komşu kadınlardan birine malzemesini götürerek börek yaptırmış, kendisi de ineği sağıp sütünden yoğurt yapmış. Yoğurdu ve börekleri bir bohçaya koyup ağabeyine vermiş. Ona, ̶ Haydi Ağam, gece babamızın mezarını beklerken acıktığında yemen için azığını da hazırladım. Babamıza verdiğimiz sözü tutalım. Mezarda kemikleri sızlamasın, demiş. Ağabeyi gitmek istememiş. Kardeşine kızmış, ̶ Hadi be, sende! Bu soğukta bütün gece boyunca cansız bir cesedin nesini bekleyeceğim? Babamız öldü, bırak da mezarında rahatça uyusun. Hem o kendine verdiğimiz sözü tutamadığımızı nereden bilecek? Senin kafana göre hareket edecek olursam, yolumu şaşırırım. Burada sıcak yatağımda yatmak varken, soğukta bir mezarı beklemek senin gibi delilerin işi olur ancak, demiş. Bu sözleri duyan küçük kardeşi, ağabeyine yalvarmış yakarmış. Nihayet onu ikna edebilmiş. Büyük oğlan yiyecekleri de yanına alarak çıkıp gitmiş. Bir islim damına varmış. Yiyeceklerini yiyip karnını doyurduktan sonra orada uyuklamaya başlamış. Küçük oğlan ağabeyinin babalarının mezarını beklemeye gitmeyeceğini anladığından, ağabeyini yolladıktan sonra kendisi kalkıp mezarın başına gitmiş. Mezarın yanı başında taşlardan küçük bir sığınak yaparak içine girmiş. Beklemeye başlamış. Sabaha doğru gökyüzünden siyah bir bulutun kendisine doğru yaklaşarak indiğini görmüş. Bulut yere ulaşmış, etrafı bir aydınlık kaplamış. Hayretler içinde kalan delikanlı bir de bakmış ki simsiyah bir at karşısında duruyor. Atın üzerinde siyah renkli bir takım erkek elbisesi ve yine siyah renkli bir silah varmış. Gökten uçarak gelen at, dile gelip konuşmaya başlamış, ̶ Ey kısmetim neredesin? Ben geldim. Ortaya çık ki sana nasibini vereyim, demiş. Oğlan ortaya çıkınca at ona, ̶ Benim asıl kısmetim sen değilsin. Ama o hayırsız gelmedi. Onun yerine sen gel; üzerimdeki elbiseleri giyin, silahı kuşan ve üstüme bin, demiş. Delikanlı, onun bu isteklerini yerine getirmiş. Elbiseleri giyinmiş, silahı kuşanmış ve ata binmiş. At göğe doğru uçmaya başlamış. Göz açıp kapayıncaya kadar göğün öbür ucundaki bir mağaranın önünde durmuş. Binicisini yere indirmiş. Delikanlı bütün bu olaylar karşısında hayretler içindeyken at ona, ̶ Şimdi bir tel yelemden, bir tel de kuyruğumdan olmak üzere iki kıl çek ve bunları iyi sakla. Günün birinde bana ihtiyacın olursa, kılları birbirine vurduğunda nerede olursan ol ben hemen yanında olacağım. Bu olaydan da kimseye bahsetme, demiş. Delikanlı atın bir yelesinden, bir de kuyruğundan iki kıl çekip almış ve bunları cebine koymuş. Sonra ata binip gözlerini yummuş. Tekrar gözlerini açtığında kendisini babasının mezarının başında bulmuş. Üzerindeki elbiseleri değiştirip tekrar eski elbiselerini giymiş. At da geldiği yöne doğru uçup gitmiş. Biraz sonra güneş doğup sabah olmak üzereymiş. Babasının mezarından ilk gecenin nasibini alan delikanlı evine dönmüş. İneğin yemini suyunu verip sütünü sağdıktan sonra evin temizlik işleri ile uğraşmaya başlamış. O sırada büyük oğlan eve dönüyormuş. Küçük kardeşini görünce, onu hemen azarlamaya başlamış, ̶ Benim aptal kardeşim, sana uyup bu soğuk geceyi dışarıda, mezarın başında beklemekle geçirdim. Çok aç ve uykusuzum. Çabuk bana yiyecek getir ve yatağımı hazırla. Çabuk ol yoksa seni ayağımın altına alırım şimdi! diye bağırmış. Küçük oğlan suçlu suçlu ağabeyinin isteklerini yerine getirmiş. Daha sonra ineği alıp otlağa götürmüş. Büyük oğlan ise sanki çok iş yapmış gibi kahvaltısını yaptıktan sonra, yatağına yatıp uyumaya başlamış. Akşamüstü üç kardeş evde bir araya gelmişler. Bu gece de mezarı bekleme sırası ikinci kardeşinmiş. Fakat o da tıpkı büyük ağabeyi gibi bu görevi yerine getirmek istemiyormuş. İkinci ağabeyinin de ilgisizliğini gören küçük kardeş gidip, gündüz yakaladığı bir kekliği pişirmiş ve ineğin sütünü de sağarak kardeşinin yiyeceğini hazırlayıp, ağabeylerinin yanına dönmüş. İkinci ağabeyine babalarının mezarına gitme sırasının kendisinde olduğunu hatırlatmış. Fakat gitmemek için bahane arayan ağabeyi, ̶ Hadi be sen de! Kafasız çocuk! Senin yüzünden dün gece büyük ağabeyimiz gidip soğukta tir tir titredi. Sabaha kadar uykusuz kaldı. Onun eline ne geçti ki benimkine ne geçecek? Gitmeyeceğim, diyerek kardeşini azarlamış. Bunun üzerine, küçük oğlan hazırladığı yiyecekleri ona vermiş ve gitmesi için tekrar yalvarmış. Yiyecekleri gören ağabeyinin ağzı sulanmış ve sırf yiyeceklerin hatırı için gitmeyi kabul etmiş. O da büyük ağabeyi gibi, aynı islim damına gidip yiyeceklerini yedikten sonra uyumuş. Küçük kardeş, ikinci ağabeyinin de mezara gitmeyeceğini bildiğinden; herkes uyuduktan sonra, kalkıp mezarın başında gitmiş. Önceki gece hazırladığı sığınağın içine girerek beklemeye başlamış. Sabaha doğru gökyüzünde kızıl bir bulutun kendisine doğru yaklaşarak indiğini görmüş. Biraz sonra babasının mezarının yanına inen kızıl bir at belirmiş. Atın üzerinde kızıl bir elbise ve kızıl bir silah varmış. Bu at da tıpkı önceki geceki siyah at gibi dile gelip konuşmaya başlamış. Kızıl at da delikanlıdan üzerindeki kıyafetleri giyinmesini ve silahı kuşanıp üstüne binmesini istemiş. Delikanlı onun bütün isteklerini yerine getirmiş Sırtına bindikten sonra at göğe doğru uçmaya başlamış. Siyah atın da gittiği mağaranın önünde durmuş. Delikanlıyı sırtından indirmiş. Yelesinden ve kuyruğundan birer tel koparmasını istemiş. Ona bu kılları saklayıp, kendisine ihtiyacı olduğunda onları birbirine vurması halinde hemen yanında olacağını söylemiş. Delikanlı kızıl atın kıllarını da alıp cebine koymuş. Tekrar atın sırtına binmiş. At onu, babasının mezarının başında indirmiş, delikanlı, üzerindeki kıyafetleri değiştirmiş. Kızıl elbiselerle silahı tekrar atın üzerine bağlamış. At, geldiği yöne doğru uçup gitmiş. Delikanlı bu geceden de nasibini almış olarak, seher vakti tekrar evine dönmüş. Hemen günlük işlerine koyulmuş. İneği sağmış, yemini vermiş, evin temizlik işleriyle uğraşırken uzaktan küçük ağabeyinin geldiğini görmüş. Ağabeyi yanına geldiğinde onu tıpkı büyük ağabeyi gibi azarlayıp ondan derhal kahvaltısını ve yatağını hazırlamasını; aç, susuz ve yorgun olduğunu söylemiş. Küçük oğlan ağabeyinin kahvaltısını hazırlayıp yedirmiş. Sonra da onu yatağına yatırmış. Daha sonra ineği alıp otlağa gitmiş. O gün ormanda geyik avlayarak akşamüstü eve dönmüş. Geyiği pişirmiş ve akşam yemeklerini hazırlamış. Yemek yerken ağabeyleri onunla alay etmeye başlamışlar, ̶ Haydi bakalım, bu gece de sıra sende. İki gece biz gidip bekledik. Soğuktan, uykusuzluktan, açlıktan başka elimize geçen bir şey olmadı. Bu gece de sen git. Bu sıkıntıları çek ki biraz aklın başına gelsin, demişler. Küçük kardeşleri de, ̶ Peki, ağabeylerim, sağ olun. Siz gittiniz, iki gece boyunca babamızın mezarını beklediniz. Bu gece de ben gidip bekleyeceğim elbette. Ne yapalım babamızın vasiyeti böyle. Katlanmak zorundayız, demiş. Geyiğin etinden bir parça da yanına alarak gitmek istemiş. Fakat kardeşleri aldığı et parçasını ona çok görmüşler, kendilerinin doymadığını, onun götüreceği et parçasını da yemek istediklerini söylemişler. Bunun üzerine delikanlı boynu bükük bir şekilde et parçasını da onlara bırakmış. Evden dışarı çıktığında bir de bakmış ki yağmur yağıyor. Gündüz avladığı geyiğin postunu sırtına, kafa derisini de başına geçirip mezarlığın yolunu tutmuş. Mezarlığa vardığında, önceden hazırlamış olduğu sığınağın içine girerek beklemeye başlamış. Sabaha doğru, yine gökten beyaz bir bulutun kendisine doğru yaklaşarak geldiğini görmüş. Beyaz bulut gelip mezarın başında dolanıp duruyormuş. Delikanlı, ̶ Ey bulut! Neden aşağıya inmiyorsun? diye sormuş. Bulutun içinden bir ses, ̶ Nasıl ineyim ki? Sen ki benim kısmetimsin, ama bana saygısızlık ettin. Beni beklerken sırtında geyik postu ve başında geyik derisi var. Onları çıkar ki ben aşağıya inebileyim, diye seslenmiş. Delikanlı hemen geyik postunu ve başlığını çıkarmış. Bulut yere indiğinde etraf öyle bir aydınlanmış ki, delikanlının gözleri kamaşmış. Bir de bakmış ki orta yerde bembeyaz küheylan bir at ve sırtında beyaz bir elbise ile bir silah varmış. At ona sırtındaki elbiseleri giyip, silahı kuşanmasını söylemiş. Delikanlı, derhal elbiseleri giyip, silahı kuşanmış. Bizim fakir, zavallı köylü bu elbiseleri giyince uzun boylu, iri yarı, yakışıklı yiğit bir delikanlı olup çıkmış. Atın sırtına binmiş ve at ona kendisini üç kere havaya fırlatacağını ve eğer üçünde de yere düşmeden tekrar atın sırtına oturabilirse hak ettiği nasibi alacağını söylemiş. Sonra at birinci kez sıçramış, delikanlıyı kırk arşın göğe fırlatmış. Delikanlı gelip atın sırtına oturmuş. Delikanlı üç seferde de yere düşmeden atın sırtına oturabilmiş. Bunun üzerine at, sırtında binicisi olduğu halde kendisinden önceki iki attan daha hızlı bir şekilde gökyüzüne doğru uçmuş ve göğün diğer tarafındaki mağaranın önüne gelip durmuş. Burada delikanlıyı sırtından indirmiş, siyah ve kızıl atlar gibi kuyruğundan ve yelesinden birer kıl koparmasını, bunları birbirine değdirdiği vakit hemen yanında olacağını söylemiş. Delikanlı da onun yelesinden ve kuyruğundan birer tel kopararak cebine koymuş. Sonra at onu yeniden sırtına alarak mezarın başına getirmiş. Delikanlı, yine elbiselerini değiştirmiş ve ata ait olanları onun sırtına vermiş. At geldiği tarafa doğru tekrar uçup gitmiş. Delikanlı, güneş doğmadan yine evine varmış. İneği sağmış, yemini vermiş; ağabeylerinin kahvaltısını hazırlayıp evi temizlemiş ve ineği alıp otlağa götürmüş. Akşam tekrar eve döndüğünde iki ağabeyinin de üzüntülü olduğunu görmüş. Onlara dertlerinin ne olduğunu sormuş. Ağabeyleri, ̶ Seni ilgilendirmez. Hem senin aklın böyle şeylere ermez. Sen git, kendi işine bak, diye onu terslemişler. Ağabeylerinin kara kara düşünüp üzüldüklerini ve yemeden içmeden kesildiklerini gören küçük oğlan, onlara dertlerini yeniden ve ısrarla sormuş. Meğer o ülkenin bir padişahı varmış. Bu padişahın da, üç güzel kızı varmış. Padişah kızlarını evlendirmek istiyormuş. Fakat bir şartı varmış. Kırk arşınlık bir hendek kazdırmış. Hangi üç yiğit atı ile bu hendekten atlarsa, onlara kızlarını verecekmiş. Bu haber bütün ülkeye yayılmış. Duyan her yiğit, atını alıp hendeği aşmaya çalışmış. Ama hiç kimse başaramamış. Bizim fakir köylü kardeşler de padişahın kızlarını isterlermiş. Ama bunu asla başaramayacaklarını düşündükçe de üzülürlermiş. Küçük kardeşleri onlara, ̶ Canınızı hiç sıkmayın; biz zaten fakir köylüleriz. Padişahın kızları kim, biz kim. Biz onların ayaklarının tozu bile olamayız; vazgeçin bu sevdadan, demiş. Ama dinletememiş. Ağabeyleri günden güne sararıp solmaya başlamışlar. Onların bu hâlleri küçük kardeşlerini oldukça üzüyormuş. Aklına atlar gelmiş. Hemen siyah atın kıllarını cebinden çıkarıp birbirine sürtmüş, bir anda siyah at yanında peyda olmuş, delikanlı onun üzerindeki elbiseleri giyip, silahı kuşanıp ata binmiş ve padişahın sarayına doğru gitmiş. At seyreden herkesi hayretler içinde bırakarak sarayın önündeki hendeği bir sıçrayışta aşıp sarayın kapısının önünde durmuş. Bunu haber alan padişah çok şaşırmış ve duyduğuna inanamamış. Ama çaresiz, verdiği sözü tutup büyük kızını bu yiğide vermek zorunda kalmış. Delikanlı padişahın kızını alıp atına bindirmiş. At gözden kaybolduktan sonra göğe uçarak her zamanki mağaranın önünde durmuş. Delikanlı kızı attan indirip mağaraya koymuş. Ertesi gün, kızıl kılları bir birine vurarak kızıl atı çağırmış. Atın üzerindeki elbiseleri giyip, silahı kuşanmış. Ata binip saraya gitmiş. Hendeği atlamış ve padişahın ikinci kızını da alıp mağaraya götürmüş. Fakat delikanlı akşam, kardeşlerinin her zamankinden daha fazla üzgün olduklarını görmüş ve onlara bunun sebebini sormuş. Onlar da padişahın iki kızının bilinmeyen kişiler tarafından alınıp götürüldüğünü söylemişler ve bu şanslı kişilerin kendileri olmadığına yanmışlar. Küçük kardeşleri, onların bu yersiz üzüntülerine içten içe gülüyormuş. Fakat yine de onları teselli etmeye çalışmış. Üçüncü gün, beyaz atın kıllarını birbirine vurarak beyaz atı çağırmış. Üzerindeki beyaz elbiseleri giyinmiş, silahı kuşanmış, ata binip saraya gitmiş. Hendeğin önüne geldiğinde çok kalabalık bir toplulukla karşılaşmış. Herkes padişahın küçük kızını alacak yiğidi görmek, hatta buna engel olmak istiyormuş. Beyaz atı ve binicisini görünce bu şanslı kişinin o olduğunu anlamışlar. At iki kere hendeğe doğru ilerlemiş ve geri dönmüş. Üçüncüsünde bir atlamış, uçarak tam sarayın kapısının önünde yere inmiş. Padişah gözyaşları arasında son kızını da vermek zorunda kalmış. Delikanlı küçük kızı da alıp aynı mağaraya götürmüş. Üç kız kardeş mağarada birbirlerini görünce sevinmişler ve birbirlerine sarılıp öpüşmüşler. Delikanlı üç atı da alıp evlerinin önüne götürmüş. Ağabeylerinin yanına gidip onlara olan bitenin hepsini anlatmış. Ağabeyleri bütün bunlara çok şaşırmış. Önce kardeşlerinin delirdiğini sanıp onu ciddiye almamışlar. Ama dışarıdaki atları görünce yaşananların gerçek olduğunu anlamışlar. Üç kardeş, atların üzerindeki giysileri giyip, silahları kuşanıp, atlara binmişler. Atlar, onları uçurup mağaraya götürmüş. Padişahın kızları, mağaranın kapısında onları bekliyormuş. Kardeşler gelince hep birlikte mağaraya girmişler. Mağaranın içi mücevherlerle doluymuş. Küçük oğlan ağabeylerine, ̶ Sevgili ağabeylerim, sizin kıymetini bilmediğiniz babamızın bize bıraktığı miras işte bunlardır, demiş. Kardeşler sıra ile padişahın kızları ile evlenmişler ve mağaradaki mücevherleri paylaşmışlar. Her biri padişahın sarayının karşısında üç güzel saray yaptırmış. Padişah damatları arasında en çok küçüğünü severmiş. Çünkü o diğerlerinden daha akıllı imiş. Padişahın küçük kızı da ablalarından daha güzelmiş. Padişah artık yorulduğunu söyleyerek tacını küçük damadına bırakmak istemiş. Fakat iki büyük oğlan küçük kardeşlerini içten içe kıskanırlarmış. Onun sahip olduğu şeyleri kendileri elde etmek isterlermiş. Kıskançlıklarından gidip padişaha kardeşlerini kötülemişler. Fakat beyaz at daha önceden padişahın küçük kızına bütün olacakları haber vermiş. Kız gidip babasına her şeyi anlatmış ve ondan büyük damatlarına inanmamasını istemiş. Padişah küçük kızının sözünü dinlemiş ve tacını tahtını küçük damadına vererek dinlenmeye çekilmiş. Böylece babalarının mirasına konan kardeşler mutlu bir hayat yaşamışlar. Onlar ermiş muradına;biz çıkalım kerevetine.
Baba Mirası
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
KÖPEK Bir varmış, bir yokmuş. Memleketin birinde, deniz kıyısında bir kasabada yaşayan zengin bir kuyumcu varmış. Bu kuyumcu o kadar zenginmiş ki altınlarını kürekle toplar yığarmış. Kuyumcunun güzel mi güzel; akıllı mı akıllı bir de kızı varmış. Kuyumcunun kızına evlenmek için birçok talip çıkmış. Fakat kız kimseye varmamış. Kuyumcu bir gece bir rüya görmüş. Rüyasında kızını kasabaya gelen ilk gemiden inen kimseye vermesi söylenmiş. O da sabah olur olmaz gemiyi gözlemeye başlamış. Gemi gelmiş ve içinden bir kara köpek inmiş. Kadere ve şansa çok inanan kuyumcu sözünde durmuş ve kızını kara köpeğe vermiş. Kız da: — Kaderim bu imiş, diyerek kara köpekle gitmeye razı olmuş. Kızı yanına alan kara köpek kasabadan ayrılmış. Az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler ve sonunda bir saraya varmışlar. Saray, köpeğin sarayı imiş. Sarayda birkaç gün yiyip içip eğleştikten sonra, kara köpek kıza: — Ben birkaç günlük bir seyahate çıkacağım. Sen şu anahtarları al, saraydaki odaları dolaşır gezersin, böylece ben gelene kadar vakit geçirirsin, demiş. Kızla vedalaştıktan sonra yola revan olmuş. Kara köpek gittikten sonra kız, elinde bir deste anahtarla oda oda gezmeye başlamış. Bir odayı açmış ki, kuyumcular mücevherat yapıyorlar. Çalışanlara, — Mücevherleri kim için yapıyorsunuz? diye sormuş. Onlar da: — Efendimiz için, diye cevap vermişler. Kız başka bir odayı açmış, orada da terziler elbise dikiyorlarmış. Onlara da aynı soruyu sormuş, onlar da: — Efendimiz için, demişler. Sonra diğer bir odanın kapısını açmış. İçeride marangozlar çalışıyormuş. Onlar da biraz öncekilerin dediklerinden başka bir şey dememişler. Kız bir kapıyı daha açmış, içerisi ağzına kadar köpek yavruları ile dolu imiş. Köpek yavruları kızı görünce üzerine atlayıp, onu tırmalamaya başlamışlar. Kız da sinirlenerek kaçıp, güçlükle kapıyı kapatmış. Sarayın karanlık bir köşesine çekilip: "Kaderim bu kadar kötü mü olacaktı?" diye için için ağlamaya başlamış. O sırada seyahatten dönen kara köpek kızın ağladığını işitince yanına gidip: ̶ Niye ağlıyorsun söyle bana. Derdini söylemeyen derman bulamaz? diye sormuş. Kız da: — Neden üzülüp ağlamayayım? Odanın birini açtığımda köpek yavruları üzerime sıçrayıp beni tırmaladılar. Çok korktum, diye söylenmiş Sonra da: — Köpek yavrusu ne olacak ki, neye yararlar? diye sormuş. Bu hakaretlere ve küçümsemeye çok içerleyen kara köpek aniden silkinmiş ve uzun boylu, yakışıklı dal gibi bir delikanlı oluvermiş. Kıza: — Artık seninle evlenemem. Odalarda gördüğün hazırlıklar hep senin için yapılıyordu. Oysa sen kıymetini bilemedin, diyerek göğsünden iki kıl çıkarıp kıza vermiş, — Al bu kıllar sende kalsın. Başın darda kaldığı zaman bu kılları birbirine sürtersen senin yardımına koşarım. Şimdi yolumuz burada ayrılıyor, diyerek çekip gitmiş. Kız bu duruma çok üzülmüş. Ümitsiz, üzgün ve pişman bir hâlde, nereye gideceğini, ne yapacağını bilemeden köpeğin sarayından çıkmış. Sonra kılık kıyafetini değiştirmiş. Erkek elbiseleri giyip, saçlarını toplayıp kafasına da bir işkembe geçirerek yola devam etmiş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Geceleri ağaç kovuklarında sabahlamış. Bir gün bir şehre ulaşmış. Karnı aç olduğu için hemen iş aramaya koyulmuş ve bir fırıncının yanında iş bulmuş. Çalışkanlığı ve efendi tavırları ile fırıncının gözüne girmeyi başarmış. Fırıncı bir gün çırağı olan erkek kılığındaki kızla evine ufak tefek eşya göndermiş. Fırıncının hanımı hafifmeşrep bir yapıya sahipmiş. Çırağa göz koymuş. Çok cilve yapmış fakat çıraktan yüz bulamamış. Fırıncının hanımı yüz bulamayınca da çırağa çok içerlemiş: — Bu çırağa nasıl bir plan yapayım da bu küstahlığını ona ödeteyim, diye kara kara düşünmeye başlamış. Akşam kocası eve gelince: — Senin çırağın bana sarkıntılık yapmaya kalkıştı. Bunun cezasını verirsen ver. Vermezsen ben bu evde bir dakika bile kalmam, diye bağırıp çağırmaya başlamış. Fırıncı bu lafları duyunca hem öfkelenmiş, hem de şaşırmış. Karısına: — Peki Hanım, fırında bir fırsatına bulup bu ahlaksızlığını ona ödettireceğim. Onu öldüreceğim, bunun zaten başka yolu da yok, diyerek karısını teselli etmiş. Çırağın bu ahlaksızlığı yaptığına inanan ve çok sinirlenen fırıncı, evden çıkar çıkmaz doğruca fırına gitmiş. Çırağına: — Fırına odun at; kuvvetli bir ateş yakacağız. Haber geldi; bugün askeriyeye ekmek vereceğiz, demiş. Hiçbir şeyden haberi olmayan kız, fırını kuvvetlice yakmış. Biraz sonra fırın iyice kızgınlaşmış. Fırını kontrol eden fırıncı, çırağına: — Sen benim hanımıma sarkıntılık etmişsin, senin cezanı seni fırına atarak vereceğim, diye bağırmış. Çırak ne kadar yalvarıp, suçsuz olduğunu söylemişse de fırıncıya kendini dinletememiş. Sonunda çaresiz kalarak gidip temizlenmeye başlamış. Bu sırada aklına kara köpeğin verdiği kıllar gelmiş. Hemen cebinden kılları çıkarmış, kılları birbirine sürtünce aniden gecenin karanlığında bir sürü atlı asker peyda olmuş. Askerlerin komutanı fırıncıyı çağırmış ve: — Söyle bakalım, sen bu genci niçin cezalandırmak istiyorsun? diye hesaba çekince, fırıncı da, durum böyle böyle,diye anlatmış. Askerlerin komutanı fırıncının çırağını yanına çağırmış. Başındaki işkembeyi tutup çekince kızın sırma gibi gümrah saçları omzuna dökülüvermiş. Fırıncı erkek sandığı çırağının kız olduğunu görünce çok şaşırıp karısının çırağa iftira attığını anlamış. Bu sırada fırıncının hanımı da oralarda bir yere gizlenmiş bütün olan bitenleri seyrediyormuş. Tabi olanları görünce o da çok şaşırmış. Fakat konuşmaları duyamadığından bu kadar kalabalığa da bir anlam verememiş. Kocasının yanına gelerek: — Bu kalabalık ne oluyor? diye sormuş. Kocası da: — Çırağın fırında nasıl yanacağını seyre gelmişler. Hele kapağını aç fırının iyi yanmış mı bir bak? demiş. Kadın fırının kapağını açar açmaz, adam arkasından kadını kaldırdığı gibi karısını fırının içine atıvermiş. Kızın imdadına koşan kara köpek, erkek kılığındaki kızla evlenmek üzere olan adammış. Kızı alıp sarayına götürmüş ve onunla evlenmiş. Ömürlerinin sonuna dek mutlu bir şekilde yaşamışlar. Onlar ermiş muradına; biz çıkalım kerevetine.
Köpek
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
ALTIN DEDE Bir varmış, bir yokmuş. Allahın kulu çokmuş. Az söylemesi sevap; çok söylemesi günahmış. Geçmiş zamanlarda, ülkenin birinde kıtlık yaşanıyormuş. Bu ülkede halk kıtlıktan kırılıp, ekmek yapmaya buğday bulamazken komşu ülkenin bereketten zahire ambarları dolup taşıyormuş. Sokaklarından hep altın suları akar, kadınları süslü püslü gezermiş. Fakir ülkenin adamları onları hayretle seyreder, kıskanırlarmış. Fakat bu bolluk, bereket ülkesinde çok kötü yürekli bir kadın otururmuş. Bu kadın çevresindeki bütün insanlarını birbirine düşürürmüş. Fakir ülkede ise nur yüzlü, iyi yürekli bir ihtiyar varmış. Herkes ona Altın Dede dermiş. Gerçekten de yüreği altın gibiymiş. Herkese iyilik yaparmış. Başı sıkışan onun yanına gider, akıl danışır; paraya ihtiyacı olan onun yanına gider, para istermiş. O da başından bir tel kopararak ihtiyacı olanlara verir, muhtaçlar da onu eline alır almaz kıl hemen altın oluverirmiş. Daha çok paraya ihtiyacı olana kulağından bir parça koparır verir ve bu kulak parçası tutanın elinde altın külçesi olurmuş. Kopuk kulağın yerine de hemen bir kulak gelirmiş. Bir gün zengin ülkedeki kötü yürekli kadın, kendisi gibi kötü yürekli arkadaşlarını yanına çağırmış. Onlara, ̶ Bu Altın Dede denilen adamın bütün altınları bizim olmalı, demiş. Kadının dört adamı kılık değiştirip hemen Altın Dede'nin ülkesine gitmiş, Altın Dede'nin evini bulup kapısını çalmışlar. Hiçbir şeyden haberi olmayan Altın Dede her zamanki gibi güler yüzü ile onları karşılamış, içeri almış. Gözleri sahte sahte gülen bu kötü yürekli dört kişiyi misafir etmiş. Biraz sonra içlerinden biri, ̶ Bize para lâzım, demiş. Altın Dede de ne bilsin, tutmuş başından birtel çekip adama uzatmış. Adam saç telini eline alır almaz, saç teli altına dönüşmüş. Bu sefer öbür adam, ̶ Ama dedeciğim, benim altına ihtiyacım ondan daha fazla, demiş. Dede de elini kulağına götürüp kulağını kopararak, ̶ Al, demiş. Kulağı eline alır almaz kulak hemen altın külçesine dönüşmüş. Bunun üzerine üçüncü adam, ̶ Benim onlardan daha çok paraya ihtiyacım var, demiş. ̶ Sen bilirsin, diye de yakınmış. Dede de sol bileğini kesip adama uzatmış. Bilek adamın elinde kocaman bir külçe altın hâlini almış. Dördüncü adam da, ̶ Dedeciğim, benim ihtiyacım inanın ki onların hepsinden çok fazla, diye yalvarmış. Dede de, ̶ Peki evladım, deyip, kafasını koparıp adama uzatmış. Kocaman kafa adamın elinde koca bir altın külçesi oluvermiş. Başın yeri de hemen yeni bir başla dolmuş. Kötü niyetli bu dört kişi, aralarında evvelden kararlaştırdıkları gibi hemen topluca Altın Dede'nin başına çuvallarını geçirmişler. Kimi kolunu, kimi boynunu, kimi ayağını koparıp, ihtiyarı oracıkta öldürmüşler. Fakat ellerindekiler bir türlü altın haline dönüşmemiş. Üstelik önceden aldıkları altınlar da birer et parçası kesilivermiş. Adamlar ne yapacaklarını şaşırmışlar. Bu arada korkudan, can havliyle kaçarlarken kapı, yerinden çıkıp onları yakalayıvermiş. Bahçedeki bir ağaç da kökünü söküp, bu dört adama yemem diyene kadar dayak atmış. Dayaktan hepsini bayıltmış. haydutlar ihtiyarın yüreğini çıkarmayı düşünemediklerinden ihtiyar tekrar dirilmiş. Eğer yüreğini çıkarsalarmış ihtiyar daha dirilemez ve bütün vücudu altın olurmuş. Eski halini alan ihtiyar, hemen bu dört adamı ayıltmış; yüreklerini çıkarıp atarak yerine temizlenmiş birer yürek takmış. Adamlar yeni yürekleri sayesinde hep iyilik yapan, temiz yürekli insanlar olmuşlar. Bir daha da ülkelerine dönmemişler. Bunları kışkırtan fena yürekli kadın da hırsından çatlayıp ölmüş. Kötüleri kömür eden Allah, iyilere ömür vermiş. Gökten üç elma düşmüş: Biri anlatanın, biri dinleyenlerin diğeri de bütün iyi insanların başına olsun.
Altın Dede
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
PAPAĞAN İLE KIZ Bir varmış, bir yokmuş; Allah'ın kulu darıdan çokmuş. Çok söylemesi günahmış. Zamanın birinde bir köyde zengin bir adam ve çok güzel bir kızı varmış. Adam kızını çok sevdiğinden, onun her istediğini yerine getirirmiş. Bir gün kızı babasının yanına gelip: ̶ Babacığım evde canım sıkılıyor, bana papağan alır mısın? deyip de ısrar edince babası, pazara gidip bir papağan almış. Papağan adama: ̶ Ne olur, beni yavrularımdan ayırma, yoksa başınıza çok felaketler getiririm, demiş. Adam hiç aldırış etmeden papağanı eve getirmiş. Evde altın bir kafese koymuş. Aradan günler geçmiş ve kız babasının yanına gelerek papağanın sıkıldığını söylemiş. Bunun üzerine babası: ̶ Kafesi açıp biraz havalandır, demiş. Kız kafesi açar açmaz papağan, kızı pençelerinin arasına aldığı gibi havalanmış, götürüp ıssız bir tepeye bırakmış. Kız az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş, bir gün bir memlekete ulaşmış. Çaresiz kalan kız çalışıp karnımı doyurayım diye bir camcıya gitmiş. Camcı’ya: ̶ Kimsem yok, açım, ne olur beni işe alın. Ne isterseniz yaparım, diye yalvarmış. Bunun üzerine camcı kızı işe almış ve sabaha kadar, emrettiği bütün işleri bitirmesini söylemiş. Kız gece yarısına kadar verilen bütün işleri bitirmiş; ortalığı temizlemiş; camları yerleştirmiş, sabaha karşı da uyumuş. Kız uyuduktan sonra sabaha karşı papağan gelmiş ve bütün camları kırmış. Sabah olunca dükkâna gelen adam kızı bir güzel dövüp işten kovmuş. Daha sonra kız bir değirmenciye gitmiş: ̶ Beni işe alın,ne isterseniz yaparım, demiş. Değirmenci de: ̶ Bütün işleri yapar, torbaların ağızlarını dikersen seni işe alırım, demiş. Kız bu teklifi kabul etmiş. Gece yarısına kadar bütün işleri bitirip uyumuş. Sabaha karşı değirmene gelen papağan bütün unları döküp gitmiş. Sabah olunca, işine gelen değirmenci ortalığın hâlini görünce çok sinirlenmiş. Hem kızı dövmüş, hem de işten kovmuş. Çaresiz kalan kız dolaşa dolaşa bir göl kenarına gelmiş. Yüzünü yıkarken kızı gören padişahın oğlu güzelliğine âşık olmuş. Padişaha göl kıyısında gördüğü güzelle evlenmek istediğini babasına söylemiş. Oğlunu çok seven padişah kırk gün kırk gece düğün yapıp bu güzel kızla oğlunu evlendirmiş. Padişahın sarayında kocası ile mutlu bir hayat süren kız, aradan bir zaman geçtikten sonra nur topu gibi bir çocuk doğurmuş. Bir gece papağan gelerek uyuyan çocuğu alıp götürmüş. Uykudaki kadının ağzına da kan sürerek bir eline çatal, diğerine kaşık tutuşturmuş. Karısından önce uyanan padişahın oğlu karısını ağzı kanlı, eli bıçaklı görünce deliye dönmüş. Pencerenin açık olması nedeniyle: ̶ Çocuğu kaçırmışlardır, diye düşünüp çok sevdiği karısından şüphelenmemiş. Ülkeyi didik didik aratmış ama bir türlü çocuğu bulamamış. Padişah gelininden şüphe edip: ̶ Oğlum bu kadın çocuğunu yemiş olabilir. Çocuğunu yiyen bizi de yer; at gitsin bu kadını, demişse de karısını çok seven oğlan babasının sözüne kulak asmamış. Gel zaman git zaman, ikinci çocukları dünyaya gelmiş. Papağan yine gizlice saraya girip kadın uyurken ağzına kan sürüp bir eline çatal, diğer eline bıçağı tutuşturup çocuğu aldığı gibi uçup gitmiş. Yine aynı olayların olduğunu duyan padişah gelinini zindana attırıp oğlundan ayırmış. Oğlunu da: ̶ Çocuğunu yiyen kadın yarın seni de yer, deyip ikna etmiş. Çaresiz kalan oğlan çok sevdiği hâlde karısını zindanda bırakıp, ziyaretine bile gitmemiş. Padişah, senede bir gün halkını sarayının bahçesinde toplar, yemek yedirir, kendi de onlarla yermiş. Bunu bilen papağan da bu ziyafete yemek işlerine bakan, padişahın sofrasını hazırlayan yaşlı bir kadın kılığına girip katılmış. Üzerine kan dökülmüş ve bir bıçak saplanmış pilav sahanını padişahın önüne koymuş. Önündeki kanlı pilavı görünce çok sinirlenen padişah: ̶ Siz delirdiniz mi? Pilavın üzerine kan serpilip de bıçakla yenilir mi? diye köpürünce kadın: ̶ Hiçbir kadın çocuğunu yer mi ki, sen kanlı pilavı bıçakla yiyesin? demiş. Pilav sahanını kaldırıp, üzerine kan dökülmüş bir elma ve bir kaşık getirmiş. Yine çok sinirlenen padişah kadına: ̶ Sen deli misin, elmaya kan sürülüp bıçakla yenilir mi? diye bağırmış. Kadın da: ̶ Hiçbir kadın çocuğunu yer mi ki, sen de kanlı elmayı bıçakla yiyesin? diye karşılık vermiş. Bu sırada hemen yine papağan kılığına bürünüp: ̶ Bütün bu olanları ben yaptım. Çocuklarınız bende, demiş. Bu konuşmalar üzerine padişah hemen oğlunu alıp zindandaki gelininin yanına giderek, gelinini sarayına getirip; özür dileyip kırk gün kırk gece yeniden düğün yapıp tekrar evlendirmiş. Onlar ermiş muradına; biz de erelim muradımıza.
Papağan ile Kız
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
ÜÇ KARDEŞ Bir varmış, bir yokmuş; Allah'ın kulu çokmuş. Bir zamanlar memleketin birinde bir oduncu, oduncunun da üç oğlu yaşarmış. Oduncu evin geçimini ormandan odun kesip satarak sağlamaya çalışırmış. Bir gün yine ormanda odun keserken, gözü ilerdeki bir ağacın tepesindeki yuvada parıldayan bir cisme takılmış. Hemen ağaca tırmanan oduncu, bakmış ki parlayan şey, bir kuş yumurtası… Yumurtayı alıp hemen evinin yolunu tutmuş. Oduncunun hanımı ile çocukları bu pırıl pırıl parlayan yumurtayı görünce ne yapacaklarını şaşırmışlar. Bunun ne olduğuna da bir türlü karar verememişler. Ne yapacaklarını düşünürlerken, akıllarına komşuları olan kuyumcu gelmiş, ̶ Bunun ne olduğunu bilse bilse kuyumcu bilir, deyip, yumurtayı alıp kuyumcuya götürmüşler. Kuyumcu bu parlayan yumurtayı görünce, hemen altın olduğunu anlamış. Fakat ses çıkarmamış. Oduncuya, ̶ Buna bin lira vereyim, demiş. Oduncu da kuyumcunun kendisiyle alay ettiğini sanarak, ̶ Yahu komşu sen bizimle alay mı ediyorsun? diye sitem etmiş. Kuyumcu da oduncunun parayı azımsadığını sanarak, ̶ On bin vereyim; yüz bin vereyim... diye fiyatı yükseltince oduncu yumurtanın değerini o zaman anlamış. Kuyumcuya, ̶ 'Hadi ver bakalım yüz bini, demiş. Parayı verip altın yumurtayı alan kuyumcu, oduncuya bu yumurtadan daha varsa getirmeleri için sıkı sıkı tembihte bulunmuş. O günden sonra oduncu günde bir tane altın yumurtayı kuyumcuya satar ve gül gibi geçinir olmuş. Sonunda oduncu altın yumurtlayan kuşu yakalayıp evine getirmiş ve bu şekilde her gün ormana gitmekten kurtulmuş. Zenginlik ve bolluk içinde hayatını sürdüren oduncu bir gün ölmüş. Bu arada kuyumcu altın yumurtlayan kuşu elde etmenin yollarını aramaya başlamış. Gidip falcılara fal baktırmış. Falcılar, ̶ Altın yumurtlayan bir kuşun başını yiyen padişah olur; yüreğini yiyenin her sabah başucunda bir altın yumurta olur; kuyruk kısmını yiyen de çok şanslı olur, demişler. Bütün bunları öğrenen kuyumcu, kuşu ele geçirmek için oduncunun dul karısının etrafından dolanmaya başlamış. Evlenmek vaadiyle kadını kandırmış. Kuyumcu böyle planlar kurarken, oduncunun evindeki hizmetçi bir gece rüyasında kuyumcuyu görmüş. Kuyumcu rüyada kuşla ilgili dileklerini hizmetçiye söylemiş. Nihayet kuyumcu bir gün oduncunun dul karısına, ̶ Bu kuşu kes de bana yedir. Canım öyle kuş eti çekiyor ki... demiş. Kadın da kuyumcuyla evleneceğini düşünerek, ̶ Olur, demiş. Bu karara oduncunun çocukları çok karşı çıkmışlar. Ama analarını ikna edememişler. Evin durumdan haberdar olan hizmetçisi kuşu kesmiş. Kuşun başını büyük oğlana, yüreğini ortancaya, kuyruk kısmını da küçük oğlana yedirmiş. Kalanını da kızartarak kuyumcunun önüne götürmüş. Durumu gören kuyumcu çok gücenmiş ve kuşu bile yemeden evden çıkıp gitmiş. İlk planı boşa çıkan kuyumcu, ne yapayım, ne edeyim diye düşünmüş ve tekrar fala baktırmaya karar vermiş. Falcıya göre, kuşun başını yiyenin başını, yüreğini yiyenin yüreğini ve kuyruk kısmını yiyenin arkasını da yerse falcının söylediklerinin gerçekleşeceğini öğrenmiş. Bu durum yine oduncunun evindeki hizmetçisinin rüyasına girmiş. Hizmetçi, çocukların başına bir bela gelmesin diye gece olur olmaz çocukların yanına gidip durumu anlatmış. Öldürülmekten korkan çocuklar hemen evi terk edip yola çıkmışlar. Üç kardeş, az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler. Nihayet bir gün karşılarına üç yol çıkmış. Aralarında oturup konuşmuşlar. Kısmetlerini ayrı ayrı aramaya karar vermişler. Sonra da parmaklarından çıkardıkları yüzükleri oradaki bir taşın altına saklamışlar. Kim önce dönüp gelirse kendi yüzüğünü alacak ve diğer kardeşlerinden birinin gittiği yola devam edecek, diye de kararlaştırmışlar. Böylece üç kardeş helalleşmişler ve her biri ayrı bir yola gitmiş. Küçük oğlan günlerce yol yürümüş, bir gün bir çeşmenin başında mola vermiş, dinlenirken yanına bir ihtiyar gelmiş. Biraz sohbetten sonra ihtiyar, ̶ Oğlum, yolculuk nereye? diye sormuş. Oğlan da, ̶ İlk rastlayacağım memleket neresi olursa olsun, orada kalıp kısmetimi arayacağım, demiş. Oğlanın bu sözü üzerine ihtiyar adam, ̶ Oğlum biraz daha yol aldıktan sonra karşına bir mağara çıkacak. Bu mağaraya gir. Bu mağaradan yalnızca en çok hoşuna giden bir tek şey al. Unutup iki eşya alırsan kapı kapanır, dışarı çıkamazsın, diye tembihlemiş. Böylece ihtiyar adamdan ayrılan küçük oğul yine yola revan olmuş. Biraz gittikten sonra önüne bir mağara çıkmış. Mağaradan içeri giren oğlan, gezerken çok hoşuna giden bir lamba görmüş. Lambayı hemen alıp cebine koymuş. Sonra yine gezmeye başlamış. Oradan bir külçe de altın alıp cebine koyan oğlan, mağaradan çıkmak için kapıya geldiğinde kapı açılmamış, ̶ Bu kapı niye açılmıyor acaba? diye kendi kendine söylenirken iki şey aldığını hatırlayıp, hemen cebindeki külçe altını bırakıvermiş. Altını bırakır bırakmaz da kapı açılıvermiş. Oğlan da şehre doğru yollanmış. İlk önce bir hana yerleşmiş. Hava karardığında cebinden lambayı çıkarıp yakınca şaşırmış kalmış. Çünkü lambayı yakar yakmaz odanın içinde kızlar raks etmeye, hizmetçiler mükellef bir sofra hazırlamaya başlamışlar. Oğlan sofraya oturmuş yemiş, içmiş, eğlenmiş ve lambayı söndürerek yatmış. Oğlanın odasından her akşam eğlence sesleri gelmeye başlayınca, bu durum etrafındakilerin dikkatini çekmiş. Odanın anahtar deliğinden gizlice onları seyretmişler. Oğlanın lambasının marifetleri ta saraya, padişahın kızının kulağına kadar gitmiş. Padişahın kızı bu lambayı o kadar çok merak etmiş ki en sonunda padişah babasına çıkıp, ̶ Baba illa da bana o lambayı alacaksın, diye ağlayıp yalvarmış. Kızının yalvarmalarına dayanamayan padişah, askerlerini oğlanın kaldığı otele göndermiş. Tam o sırada da oğlan odada lambasını yakmış, eğleniyormuş. Askerlerin geldiğini görünce hemen lambayı söndürmüş ve saklamış. Bu sırada odaya giren askerlere, ̶ Ne istiyorsunuz, ne suç işledim ki? diye sormuş. Askerler de, ̶ Biz senin marifetli lambanı almaya geldik, demişler. Oğlanın sakladığı lambayı bulup alarak doğruca saraya götürüp kıza vermişler. Lamba ile becerilerini halka göstermek isteyen padişahın kızı hemen tellallar çıkartarak, ̶ Padişahın kızının bir hüneri var; pazar günü sarayın bahçesinde halka gösterecek! diye ilan ettirmiş. Oduncunun küçük oğlu durumu bildiği için pazar günü geldiğinde sarayın bahçesine gitmemiş. Canının sıkıntısından ırmak boyunda gezmeye çıkmış. Gezerken bir değirmene rastlamış. Değirmenci ile koyu bir sohbete dalmış. Bu arada halk sarayın bahçesinde toplanmış. Padişahın kızının hünerini görmek için heyecanla bekleşiyorlarmış. Nihayet padişahın kızı elinde lambayla sarayın kapısının önüne çıkmış. Lambayı yakar yakmaz da ortalığı bir karanlık bürümüş. Ellerinde kılıçlar olan Arap savaşçılar halkın arasına bir dalmışlar ki vurduklarını yere seriyorlarmış. Kız bunları görünce lambayı zor söndürmüş. Sarayın bahçesi bir kan gölüne dönmüş. Halk sinirlenip, ̶ Bu kızın cezasını vereceğiz, diye homurdanmaya başlayınca bu duruma çok üzülen padişah, ̶ Alın kızım sizin olsun. Onun cezasını verin, demiş ve kızını kendi elleriyle halka teslim etmiş. Ahali, kız ile lambayı bir sandığa koyup, sandığı da ırmağa bırakmışlar. Bütün bunlar olurken oduncunun küçük oğlu ile değirmenci ırmak kenarında sohbet ediyorlarmış. Irmağın üstünde yüzen bir sandık görünce değirmenci, O sandıktaki cansa senin, malsa benim olsun, demiş. Anlaşmışlar. Oğlan suya atlayıp sandığı kenara çıkarmış. Sandığı açmışlar. İçinden padişahın kızı ile bir lamba çıkmış. Oğlan lambayı değirmenciye verip kızı da kendi yanına alarak oradan ayrılmış. Kızla oğlan hiç zaman kaybetmeden şehrin dışına çıkıp, diğer kardeşlerini bulmak için yola revan olmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler. Nihayet kardeşlerinden ayrıldığı üç yol ağzına gelmişler. Küçük oğlan yüzükleri bıraktıkları taşı kaldırmış ki, yüzüklerin hepsi orada duruyor. Hemen kendi yüzüğünü alarak büyük kardeşin gittiği yola gitmişler. Küçük oğlan, yanında kısmeti olan padişahın kızı ile büyük kardeşin gittiği yola gidedursun. Biz bakalım ortanca oğlanın kardeşlerinden ayrıldıktan sonra başına neler gelmiş? Ortanca oğlan da kardeşlerinden ayrıldıktan sonra bir ülkeye varmış. Bir ev kiralamış. Her sabah kalktığında da başucunda bir yumurta buluyormuş. Bu yumurtaları satarak gül gibi geçinip gidiyormuş. Bir sabah, oğlan yatağında uyurken dışarıdan gelen sesler üzerine pencereye koşmuş. Bakmış ki bir genci asmaya götürüyorlar. Gidip sormuş; eğer on kese altın verilirse affedilip asılmayacakmış. Bu genç bir gezginler turnesinde çalışıyormuş. Gence acıyan ortanca oğlan altınları verip genci asılmaktan kurtarmış. Gencin arkadaşları oğlana, ̶ Başın darda kalınca muhakkak bizi ara, deyip gitmişler. Bir de o memlekette güzel mi güzel bir kız varmış. O kadar güzelmiş ki karşısına geçip para sayarlar ve paraları bitene kadar seyrederlermiş. Ortanca oğlanda da para çok olduğu için, her gün gider kızın karşısında altın sayar, saatlerce kızın güzelliğini seyredermiş. Genç ve güzel kız, ortanca oğlanın zenginliğine hayran olmuş ve bir akşam oğlanı evine davet etmiş. Akşam yemişler, içmişler, oğlan içkiden sarhoş olunca ağzını tutamamış ve sırrını kıza söyleyivermiş. Oğlan iyice sızdıktan sonra kız oğlanı kusturup, yüreği yıkamadan yutuvermiş. Oğlan sabahleyin uyandığında altını kendi başucunda değil de kızın başucunda görünce oyuna geldiğini anlamış. Çaresiz, kalkıp evi terk etmiş. Kara kara düşünürken de aklına canını kurtardığı gençten yardım istemek gelmiş. Onları aramaya başlamış. Nihayet onları bulmuş Derdini anlatarak yardım istemiş. Onlar da, ̶ Sen hiç canını sıkma, biz o yüreği kızdan alır geri sana yuttururuz, demişler. Ertesi gün oğlanı başka bir kılığa sokup, kızın evinin önüne gelip, türlü cambazlıklar, gösteriler yapmaya başlamışlar. Pencereden gösterileri seyreden kız, gösteri ekibini evine davet etmiş. Böylece eğlence akşama kadar sürüp gitmiş. Akşam olunca da gösteri ekibindekiler kıza, ̶ Yatacak yerimiz yok, izin verirsen bu gece senin evinde konaklayalım, diye rica etmişler. Kız da kabul etmiş. Gece kıza belli etmeden ilaç içirmişler, yüreği kusturup hemen oğlana yutturmuşlar. Ses çıkarmadan da kızın evini terk etmişler. Sabah olunca güzel kız uyanmış, bakmış ki yanında altın yok. Durumu anlamış fakat elinden bir şey gelmemiş. Bu arada ortanca oğlan da memlekette kalmaktan vazgeçip diğer kardeşlerini bulmak için oradan ayrılmış. Haftalarca yol yürüdükten sonra, kardeşlerinden ayrıldığı üç yol ayırımına varmış. Taşın altında küçük kardeşinin yüzüğünün olmadığını görünce kendi yüzüğünü alıp o da büyük kardeşinin gittiği yola revan olmuş. Gelelim büyük oğlana… O da kuşun başını yediği için padişah olacaktı ya, bakalım gittiği memlekette ne olmuş. Büyük oğlan da kardeşlerinden ayrıldıktan sonra bir memlekete varmış. Vardığında akşam karanlığı çöküyormuş. Misafir olmak için bir evin kapısını çalan oğlana kapıyı yaşlı bir kadın açmış, onu misafir etmiş. Bir gece bu evde kalan oğlan, ertesi gün kalmak için kendisine yer aradıysa da bulamamış. Mecburen gece sokakta kalıp gezinerek sabahı etmiş. Gece bağıran tellalların sesinden, ertesi gün padişahın seçileceğini ve sabahleyin ilk kim sarayın kapısına varırsa onun padişah olacağını işitmiş. Gece gezinerek sabahı ettiği için herkesten önce sarayın kapısına varmış. Böylece o ülkenin yeni padişahı seçilmiş. Padişah olur olmaz, hemen sarayın bahçesine bir çeşme yaptırmış. Çeşmenin üzerine de kendi resmini nakşettirmiş. Çeşmenin başına bir bekçi diktiren oduncunun padişah oğlu, bekçiye, ̶ Eğer buraya gelip su içen birisi, ‘of kardeşim of’ diye derin derin iç çekerse onu alıp hemen huzuruma getirin, diye de sıkı sıkı tembihte bulunmuş. Gelelim büyük kardeşi bulmak için yollara düşmüş olan küçük kardeşe… Bakalım onun başına neler gelmiş? Küçük kardeş büyüğünün gittiği yolu takip edip bir memlekete varmış. Şehri gezip kardeşini aramış. Bu arada bir hayli yorulmuş olan küçük kardeşle nişanlısı, padişahın kızı sarayın bahçesinde gördükleri çeşmeden su içmek istemişler. Çeşmeden su içerlerken küçük kardeşin gözü çeşmenin üzerindeki resme takılmış. Bir de ne görsün! Büyük kardeşlerinin resmi değil mi? İç geçirerek, ̶ Of kardeşim of! deyince, bu sözleri işiten bekçi, oğlanı tuttuğu gibi hemen padişahın huzuruna çıkarmış. İki kardeş birbirlerini görünce tanımışlar, kucaklaşmışlar, hasret gidermişler. Yine aradan aylar geçmiş, ortanca oğlan da kardeşlerinin bulunduğu memlekete ulaşmış. Sıcaktan bunalan ortanca oğlan sarayın bahçesindeki çeşmeyi görünce, gidip elini yüzünü yıkamak istemiş. Çeşmede elini yüzünü yıkarken çeşmenin duvarındaki büyük kardeşinin resmini görmüş. İç geçirerek, ̶ Of kardeşim of! Sen buralarda mıydın? demiş. Bu sözleri duyan çeşmenin bekçisi onu da apar topar padişahın huzuruna çıkartmış. Huzura çıkarılan ortanca oğlan büyük kardeşinin padişah olduğunu görünce sevincinden ne yapacağını bilememiş. Üç kardeş birbirleriyle uzun uzun hasret gidermişler. Üçü bir araya gelmenin sevincini kutlamak için kırk gün kırk gece süren bir eğlence düzenlemişler. Bu arada küçük kardeşlerini de nişanlısı olan kızla evlendirmişler. Yemişler içmişler; muratlarına ermişler.
Üç Kardeş
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
KAYSI DEVİ Bir varmış, bir yokmuş, zamanın birinde bir köyde bir ana ile oğlu yaşarmış. Çocuk bir gün arkadaşları ile oynarken birini dövmüş. Arkadaşı da ona, ̶ Beni döveceğine, gücün yetiyorsa git de babanı öldüren Kaysı Devi'ni döv, demiş. Çocuk bunu duyunca doğru evine gitmiş. Annesine babasının nasıl öldüğünü sormuş. Annesi de Kaysı Devi'nin babasını öldürdüğünü anlatmış. Çocuk, ̶ Anne, babamın hiç bıçağı falan yok muydu? diye sormuş. Annesi de, ̶ Babanın eski bir bıçağı vardı, demiş ve bıçağı sakladığı sandıktan çıkarıp oğlana vermiş. Bir gün bu oğlan av tüfeğini yanına alıp iki arkadaşıyla ava gitmiş. Karanlık olunca mağaraya girip yemek yemiş, sohbet etmişler. Bu arada oğlan, ̶ Benim babamı Kaysı Devi öldürmüş. Ben de onun intikamını alacağım; gidip onu öldüreceğim, demiş. Arkadaşları, ̶ Gitme. O, adamı yutar. Evinin kapısı bacası belli değil. Biz biliyoruz. Vazgeç, demişlerse de dinletememişler. Oğlan devi öldürmeye giderken, ̶ Tüfeğimi buraya asıyorum. Eğer ondan kan damlarsa bilin ki ben öldüm. Beni aramaya gelmeyin, diyerek gitmiş. Gitmiş gitmiş bakmış ki uzaktan bir yerden ışık geliyor. O ışığı takip ederek ışığın yandığı yere varmış. Karşısına çok büyük bir konak çıkmış. Konağın etrafını dolaşmış, aramış ama kapısını bulamamış. O sırada Kaysı Devi'nin karısı onu görmüş ve çok beğenmiş. Pencereye çıkıp, ̶ Hey! Sen kimsin? Çekil git. Kaysı Devi gelirse seni parçalar, demiş. Oğlan da, ̶ Ben onu öldürmeye geldim, demiş. Kadın, ne ile öldüreceğini sorunca da babasının eski bıçağını göstermiş. Kadın kolunu uzatıp, ̶ Önce şunu kes, demiş. Oğlan bıçağı vurur vurmaz bıçak ikiye bölünmüş. Kadın bir merdiven uzatıp oğlanı içeri almış. Kadın, ̶ Kaysı Devi gelirken bütün ev sarsılır. O, gelip kapıya bir tekme atınca kapı bu tarafa, kendi de şu tarafa düşer. Düşünce gaz döküp kibriti çal, demiş. Dev gelip kadının dedikleri olunca, oğlan gazı döküp devi yakmış. Küllerini de Tohma'ya atmış. Sonra da Kaysı Devi'nin karısı ile evlenmiş. Birlikte yaşamaya başlamışlar. Oğlan her gün ava gidiyormuş. Fakat hiç bir şey avlayamıyormuş. Bu durum bir süre devam etmiş. Kadın sonunda, ̶ Sana saçımdan bir tel vereceğim. Tüfeğine bağlayacaksın ama kesinlikle kaybetmeyeceksin. Kaybedersen başımıza çok işler gelir, demiş. Oğlan saçı tüfeğine bağlayınca her gün bir sürü hayvan avlamaya başlamış. Fakat bir gün tüfeğine kurşun koyarken rüzgâr esmiş ve saç teli uçup gitmiş. Tam o sırada o civardan iki arkadaş geçmekte imiş. Uzakta pırıl pırıl bir şeyin parladığını görmüşler. Biri çok zenginmiş. Ötekine, ̶ Malsa senin, cansa benim olsun, demiş. Gidip bakmışlar ki bir saç teli… Zengin olan, saç telinin nasıl olup da böyle pırıl pırıl parladığını merak ettiği için bir günlüğüne kendisi almış. Eve gidince herkese bunun ne olduğunu sormuş. Kimse ne olduğunu bilememiş. Köyde yaşayan bir cadı, kadın saçı görür görmez tanımış. Adama, ̶ Bunu bilmeyecek ne var. Bu Kaysı Devi'nin karısının saçı… Bana çok para verirsen onu sana getiririm, demiş. Zengin adam kabul edince cadı kadın kendisine bir küp aldırmış. Küpe binmiş ve Kaysı Devi'nin evinin bahçesine inmiş. Küpü saklamış. Konağın etrafını dolaşırken Kaysı Devi'nin karısı onu görmüş. Pencereden seslenerek, ̶ Teyzeciğim, burada ne arıyorsun? Buralar ıssız yerlerdir; başına bir şey gelir, git buralardan, diye onu uyarmış. Cadı kadın da, ̶ Kızım yolumu şaşırdım. Çok da yorgunum; gidecek bir yerim yok. Beni içeri al da biraz dinleneyim, diye rica etmiş. Kocası, ̶ Bunu eve almayalım. Başımıza iş açar, diye itiraz etmiş. Ama kadın acıdığı için cazı kadını eve almış. Yandaki odaya da bir yatak serip geceyi orada geçirmesine razı olmuş. Gece evde otururken kadın kocasına, ̶ Bu nasıl evlilik, bana hiçbir sırrını vermiyorsun, demiş. Adam da, ̶ Benim ne sırrım olabilir. Yalnız bir sırrım var. Kolumun altında bir bıçak durur. O çekilirse ben ölürüm, demiş. Cadı kadın konuşmaları kapıdan dinlemiş. İçeri girip, ̶ Oğlum, sesler duydum. Hasta mısın? Neyin var? diyerek yaklaşmış. Bıçağı çekip ırmağa fırlatmış. Adam cansız düşmüş. Karısı günlerce ağlamış. Cadı Kadın, ̶ Kızım, ağlamakla ele bir şey geçmez. Gel biraz dışarı çıkalım, gezelim, demiş. Dışarı çıkınca onu küpü sakladığı yere götürmüş. Kadını küpe bindirip zengin adamın evinin önüne indirmiş. Oğlanın birlikte ava çıkıp mağaradan ayrıldığı arkadaşları avdan gelince bakmışlar ki oğlanın tüfeğinden üç damla kan damlamış. Anlamışlar ki oğlan öldü… Yine de onu aramaya gitmişler. Kaysı Devi'nin evine vardıklarında bakmışlar ki evin kapısı açık… Arkadaşları yerde yatıyor. Arkadaşlarının ter içinde olduğunu görünce hareket ettirmeye çalışmışlar ve kolunun altındaki deliği görmüşler. Camda da aynı şekilde bir kırık varmış. Bu sırada çok acıktıklarından yanı başlarından akan ırmaktan bir balık tutup yemek istemişler. Tuttukları balığın karnını yarınca içinden küçük bir bıçak çıkmış. Bıçağa bakmışlar; ancak camdaki kırık kadar olduğunu görmüşler. Hemen bıçağı arkadaşlarının kolunun altındaki deliğe sokmuşlar. Bıçak deliğe tam uymuş. Bunun üzerine oğlan da hemen gözlerini açıp dirilmiş. Canlanıp ayağa kalkan oğlan, evini ve her şeyini iki arkadaşına bırakıp karısını aramaya çıkmış atına binmiş. Yanına da bol miktarda altın almış. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Bir de bakmış ki bir konakta düğün var… Konağın yakınındaki bir eve yaklaşıp, kapısını çalmış. Kapıyı açan yaşlı kadına, ̶ Beni bu gece misafir edersen sana bir kese altınveririm, demiş. Kadın da bu teklifi kabul edip onu evine almış. Evde otururken ihtiyar kadına, ̶ Yandaki konakta düğün var; kim evleniyor acaba? diye sormuş. Kadın da, ̶ Kaysı Devi'nin karısını bir cadı kadın kandırıp getirmiş. Adam çok zengin ama kadının gözü bir şey görmüyor. Kırk gündür ne yemek yemiş; ne de evlenmeye razı olmuş. Adam da düğün kurdurdu. Razı olmasa da illa evlenecek. Kadın ise bir odada kilitli tutuluyor, demiş. Oğlan da, ̶ Teyzeciğim, ben kadına bir bardak süt göndereceğim. Götürebilir misin? diye sormuş. Kadın kabul edince yüzüğünü sütün içine atıp göndermiş. Kadın götürüp sütü vermiş ve ̶ Sevdiğinin başı için iç, deyince kadın sütü içmiş ve yüzüğü görmüş. Anlamış ki kocası sağ ve çok yakınında bulunuyor... Kadın oradan kaçabilmek için her şeyi yemeğe başlamış. Bir gece adam karısını alıp kaçırırken evdeki cariyelerden ikisi onu görmüşler. Adam onları da kaçırmak zorunda kalmış. Üç kadınla evine dönmüş. İki güzel cariyeyi evdeki iki arkadaşı ile evlendirmiş. Hep birlikte konakta yaşamaya başlamışlar ve mutlu bir hayat sürmüşler.
Kaysı Devi
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
YILAN BEY Bir varmış, bir yokmuş. Az söylemesi sevap, çok söylemesi günahmış. Zamanın birinde bir padişah varmış. Bu padişahın hiç çocuğu olmamış. Karısını götürmediği hekim kalmamış, hiçbir çare bulamamışlar. Bir gün padişahın karısı cariyeleri ile saray bahçesinde ağaçların arasında dolaşırken, bir ağacın kovuğunda enikleri ile sarmaş dolaş olmuş bir yılan görmüş. O an: — Ey Rabbim, benim de bir çocuğum olaydı da tek yılan olaydı, diye niyaz etmiş. Aradan bir süre geçince padişahın karısı gebe kalmış. Padişah mutluluktan havalara uçmuş, çok sevinmiş. Fakat aksilik bu ya… Kadına hamileliği boyunca yardım eden ebeler hep ölüyormuş. Memlekette ne kadar ebe varsa her gelen ölmüş. Bu ülkede fukara bir ailenin kızı geçim zorluğundan dolayı bir analığının yanına verilmiş onunla birlikte karın tokluğuna yaşarmış. Analık kralın karısının bütün ebelerinin öldüğünü duyunca kız da ölsün diye padişaha gidip: — Benim kızım iyi ebelik bilir, onu sarayınıza alın, karınızın doğumuna yardım eder, diye ricada bulunmuş. Padişah hemen kızı getirmeleri için askerlerine emir vermiş. Bu kötü kalpli analık da kapısına gelen askerlere kızı hemen teslim etmiş. Kız giderken askerlere önce mezarlığa uğramak için yalvarmış. Askerler de: — Nasıl olsa öbür ebeler gibi bu da ölecek; bari uğrasın zavallıcık... diye düşünüp kabul etmişler. Kız orada bir mezarın üzerine kapanıp hüngür hüngür ağlamış. O anda rüya görür gibi bir hâl olmuş. O garip hâl içinde bir hayal görür. Hayalinde gerçek anası kendisine görünür ve ona: — Kızım o aslında bir yılan değildir. Korkma. Padişaha varırsın. Bana kocaman bir kazan süt getirin, dersin. Kazana padişahın karısını oturtursun, o vakit yılan sağılmış sütün kokusunu alınca kadının karnından çıkacaktır, demiş. Askerler kızı alıp saraya götürmüşler. Saraya varınca oradakiler bu zavallı kızın ebelik yapabileceğine inanamamışlar ama çaresiz, padişahın huzuruna çıkarmışlar. Kız, bir kazan süt istemiş. Derhal isteği yerine getirilmiş. Kadını da süt kazanının üzerine oturtunca bir anda yılan sağılıp kazanın içine düşmüş. Kadın kurtulmuş. Davullar zurnalar çalınmış, şenlikler yapılmış. Bu çocuğun adını da Yılan Bey koymuşlar. Kıza da ağırlığınca altın verip saltanat arabası ile evine göndermişler. Analığı kızı görünce: — Bu pis kız yine geldi, diye üzülmüşse de altınları görünce kızı baş tacı etmiş. Yıllar geçmiş, Yılan Bey bir gün babasına: — Ben evleneceğim, diye tutturmuş. Padişah da oğlu Yılan Bey'e ülkesinin en güzel kızını istetip almış. Fakat gerdek gecesi Yılan Bey kızı sokup öldürmüş. Memleketteki hangi güzel kızla evlendirseler sonuç değişmemiş. Yılan Bey hepsini ilk gece öldürmüş. Nerede ise ülkede kız kalmamış. Ne yapacağını şaşıran padişah, yine doğumu yaptıran kızı çağırttırmış. Askerler gidip evinden kızı almışlar. Yine kız yolda anasının mezarına uğramış. Mezara kapanıp ağlamaya başlamış. Yine ağlarken bir rüya görür gibi olmuş. Mezardan gelen annesinin sesi kendisine: — Padişaha kırk kat elbise diktir. Yılan Bey yanına geldiği vakit kırk kat elbiseyi giy. Yılan Bey'e bir kat ben çıkarayım, bir kat da sen çıkar de. Sonunda o, aslan gibi bir delikanlı oluverir, demiş. Askerler kızı alıp saraya götürmüş. Kız huzura çıkıp: — Padişahım bana kırk kat elbise yaptırın, demiş. İsteği hemen yerine getirilmiş. Kız kırk kat elbise ile oğlanın odasına gelmiş. Tam gelini sokacağı zaman kız: — Bir elbise sen çıkar; bir elbise ben. Bir kat sen soyun; bir kat ben soyunayım, demiş. Neticede karşılıklı kırk kat soyununca yılan aslan gibi bir delikanlı oluvermiş. Bunu gören padişah çok sevinmiş. Kırk gün kırk gece düğün yapıp oğlu ile bu kızı evlendirmiş. Aradan bir süre geçtikten sonra hain analık, kızını görmeye gelmiş. Bir de bakmış ki, üvey kızı altın ibriklerle ellerini yıkıyor. Cariyeler etrafında dört dönüyor. Bu durumu çok kıskanmış: — Nasıl etsem de öz kızımı bunun yerine bu oğlana versem, diye düşünüp bir plan kurmuş. Etrafa: — Bu kız hastalıklıdır. Bunu kovun, yoksa hastalığı size de geçer, diye yaymış. Kadının kötü niyetini ve meramını anlayan padişah kadını atların kuyruğuna bağlatıp, sürükleterek parçalatmış. Üvey kız da Yılan Bey’le ömrünün sonuna dek mutlu bir hayat sürmüş. Onlar ermiş muradına; biz çıkalım kerevetine.
Yılan Bey
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
AKILLI ŞEHZADE Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir ülkede bir padişahın üç oğlu yaşarmış. Bu çocuklar bütün gün, akşama kadar yerler içerler eğlenirler, memleket meseleleri ile hiç ilgilenmezlermiş. Bu durum baş veziri üzer, fakat o da korkusundan bu derdini bir türlü padişaha açamazmış. Bir akşam bütün vezirler padişahın huzurunda iken artık canına tak eden baş vezir bütün cesaretini toplayarak, ̶ Padişahım, saltanatın, devletin daim olsun. Yalnız, bizleri düşündüren, senin vefatından sonra idareyi kime bırakacağındır, diye sormuş. Bu sözleri duyan padişah kızmış vezirlerine, ̶ Benim üç oğlum var onlardan biri yerime geçer, diye cevap vermiş. Vezirler utana sıkıla, ̶ Senin oğulların hiçbir işe yaramıyorlar. Oyundan başka bir şey bilmiyorlar, diye görüş bildirmişler. Padişah düşünceye dalmış. Düşünmüş, düşünmüş… Sonunda vezirlerine hak vererek, oğullarını sıra ile bir imtihandan geçirmek istemiş. En büyük oğlunu yanına çağırmış, ̶ Al sana yirmi altın. Yarına kadar bunu iki misline çıkar, demiş. Ertesi sabah oğlu yirmi altını harcamış; eli boş gelmiş. Padişah öfkelenmiş ve oğlunu yanından kovmuş. Ortanca oğlunu yanına çağırmış. Ona da yirmi altın verip, ̶ Al bu yirmi altını yarına kadar iki misline çıkar, demiş. Ortanca oğlu da parayı tüketip gelmiş. Çok sinirlenen padişah ortanca oğlunu da yanından kovmuş. Sıra küçük oğluna gelmiş. Küçük Şehzade babasından yirmi altını alıp gitmiş, ̶ Acaba nasıl etsem de parayı çoğaltsam, diye düşünüp dururken, sokakta çocukların, önlerine bir köpeği katıp kovaladıklarını görmüş. Köpeğe acımış. Çocuklara kızarak, ̶ Niye dövüyorsunuz zavallıyı, yazıktır, etmeyin, deyince çocuklar, ̶ Bizi ısırmasaydı, dövmezdik, diye itiraz etmişler. Bunun üzerine Şehzade, çocuklara biraz para verip köpeği satın almış. Köpekle yola devam ederken yine başka çocukların bir yılına eziyet ettiklerini görmüş. Çocuklara kızmış. Geri kalan parasını da onlara verip yılanı da satın alarak yanına almış. Şehzade, parasının hepsini harcamış, ama yaptığı iyiliklerden dolayı sevine sevine sarayın yolunu tutmuş. Babasının huzuruna varmış. Babası, ̶ Sen ne getirdin? demiş. Şehzade de yaptıklarını anlatıp, köpekle yılanı babasının önüne koymuş. Babası hem şaşırmış hem de öfkelenmiş ve ̶ Bunlar ne işe yarar? Akıllanıncaya kadar gözüme gözükme, diye bağırmış. Şehzade de başını alıp saraydan ve şehirden çıkıp gitmiş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Derken yüksek bir dağın eteklerine varmış. Ne yapacağını şaşıran şehzade aç, susuz ve perişan kalmış. Yanındaki yılan dile gelip şehzadeye, ̶ Ey insanoğlu, ben yılanlar padişahının oğluyum. Sana yardım etmemi istersen bana söyle. Beni yere bırak. Burada kalırsak kurda kuşa yem oluruz. Sana olan borcumu ödemem için beni takip et. Ben konuş deyinceye kadar da sakın konuşma, der. Şehzade yılanı yere bırakınca, yerde büyük bir delik açılır. Yılan önde, şehzade arkada delikten içeri girerler. Yolda bir sürü yılan görürler. Hepsi de sevinçle padişahlarına oğlunun geldiğini müjdelerler. Yılanlar padişahı oğlunu muhteşem bir törenle karşılar. Baba ile yavrusu mutluluktan sarmaş dolaş olurlar. Şehzadenin yılanı, başından geçeni bir bir babasına anlatınca yılanlar padişahı şehzadeye, ̶ Dile benden ne dilersen, der. Şehzade, ̶ Sağlığını dilerim padişahım. Ama illaki bir şey vermek istiyorsanız, bana yarayacak sihirli bir şey verin, deyince, şehzadeye bir mühür ile bir sini verir. Yılanların padişahı, ̶ Acıktığın zaman siniyi yere koy, ‘açıl sofram açıl’ de. Sofra açılır, karnını doyurursun. Bu mühre gelince de, her ne zaman bunu yalarsan iki Arap çıkagelir, isteğini yerine getirirler.Haydi, yolun açık olsun. Güle güle git, demiş. Hediyeleri alan Şehzade, teşekkür edip herkesle vedalaşarak yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş… Bir subaşına gelmiş. Karnı da iyice acıkmış. Siniyi yere koymuş, ̶ Açıl sofram açıl! der demez bir sofra açılmış ki dillere destan… Sofrada bir kuş sütü eksikmiş. Delikanlı yemiş içmiş, üzerine rehavet çökmüş ve oracıkta uyuyup kalmış. O uyuyunca da uzaktan gözetleyen iki kişi sofrayı çalıp kaçmışlar. Padişahın oğlu uyandığında sofranın ortada olmadığını görünce çok üzülmüş. Sofranın çalındığını fark edince aklına yüzük gelmiş. Yüzüğü yalamasıyla birlikte iki Arap çıkagelmiş. El pençe divan durup, ̶ Emriniz, sultanım, demişler. Şehzade, ̶ Sihirli siniyi geri isterim, demiş. Göz açıp kapayıncaya kadar sini şehzadenin önüne gelmiş. Şehzade karnını doyurup yola koyulmuş. Gide gide bir şehre varmış. Hanlardan birine inmiş. Şehirde gezerken saray gibi büyük bir konak görmüş. Babası ve kardeşleri aklına gelmiş. Kendi saraylarını düşünüp, uzaktan saraya bakarken pencerelerin birinde kendisine bakan çok güzel bir kız görmüş. Kızı görür görmez ona âşık olmuş. Hana döndüğünde hancıya bu derdini açmış. Hancı, ̶ Oğlum o gördüğün saray gibi konak, bu şehrin en zengin kişisine aittir. Korkarım ki bu isteğini hoş karşılamaz. Gel sen bu sevdadan vazgeç, demiş. Şehzade hancıya, ̶ Ne olursun, benim için bu kızı gidip babasından iste, diye yalvarmış. Hancı da gencin ısrarlarına dayanamayıp onu kırmayarak, kızı istemeye gitmiş. Gitmiş ama daha durumu kapıdaki muhafızlara söyler söylemez, muhafızlar adamı bir güzel dövüp dışarı atmışlar. Hancı yüzü gözü morarmış bir hâlde hana geri dönünce şehzade beyninden vurulmuşa dönmüş. Hemen sihirli yüzüğü yalayıp Araplardan yardım istemiş. Araplara, ̶ Tez beni şehzade yapın. Atlar, mücevherler, arabalar, uşaklar isterim, der demez, uzaktan bir toz bulutu kalkmış gelip şehzadenin önüne durmuş. O güne kadar görülmemiş bir büyüklükte bir kafile ortaya çıkıp bütün şehri şaşkına çevirmiş. Şehzade etrafına avuç avuç para saçarak konağa varmış. Kapıcılar kapıyı ardına kadar açarak onu buyur etmişler. Konağın sahibi, ̶ Nereden gelip nereye gidersiniz sultanım? diye sorunca. Şehzade, Ben falan padişahın oğluyum. Kızını seviyorum. Dün hancıyı gönderdim, muhafızlarınız dövüp geri çevirmişler, demiş. Bunları dinleyen padişah razı olup, ̶ Kızımı sana vereceğim. Çeyiz olarak ne istersen söyle, demiş. Sabaha karşı yüzüğünü yalayıp Araplardan konağın karşısına, içinde bulunduğu hanın yerine, karşı konaktan daha görkemli bir saray yapmalarını istemiş. Sabahleyin hanın yerinde hiç görmedikleri büyüklük ve güzellikte bir saray gören halk çok şaşırmış. Hayretler içinde kalmış. Sözünü çiğnemeyen konağın sahibi kızını gence vermiş. Kırk gün, kırk gece düğün yapıp evlenen şehzade, karısını da alıp babasının yanına, kendi sarayına dönmüş. Onlar ermiş muradına; biz çıkalım kerevetine.
Akıllı Şehzade
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
ALTIN OĞLAN İLE GÜL KIZ Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken; çok söylemesi günah, az söylemesi sevapmış. Vaktin birinde bir ülkede üç kız kardeş yaşarmış. Bunların üçü de çok güzelmiş ama en güzelleri en küçük olanı imiş. Bir gün kendi aralarında konuşurlarken büyük kız, ̶ Ben baş vezirin oğlu ile evleneceğim, demiş. Ortanca kız, ̶ Ben ikinci vezirin oğlu ile evleneceğim, demiş. Küçük kız da, ̶ Ben padişahın oğlu ile evleneceğim, demiş. Nihayet bir gün bunların dedikleri gerçekleşmiş. Üçü de istedikleri ile evlenmişler. Aradan bir zaman geçtikten sonra üç kız kardeş de hamile kalmışlar. Bunlar yine bir arada konuşurlarken büyük kız ile ortancası, ̶ Bizim erkek çocuğumuz olacak, diye böbürleniyorlarmış. Küçük kız ise, ̶ Benim bir oğlum, bir de kızım olacak. Oğlumu yıkarken üzerine dökülen sular altın olarak yere düşecek, kızımı yıkarken etrafa güller saçılacak, demiş. Ablaları onun sözleri ile alay etmişler ve bunun asla gerçekleşemeyeceğini söylemişler. Vakti geldiğinde büyük kız doğum yapmış ve bir kız çocuğu olmuş. Ardından, ortanca kız da doğum yapmış. Onun da bir kız çocuğu olmuş. Sıra gelmiş en küçük kardeşe… Ablaları onun dileğinin gerçekleşebileceğini düşünerek kardeşlerini kıskanmaya başlamışlar. Ona, ̶ Sen çık bacada doğum yap. Biz aşağıdan tutarız, demişler. Ablalarına güvenen küçük kardeş bacaya çıkmış ve ilk doğumunu yapmış. Ablaları birde bakmışlar ki, altın saçlı bir erkek çocuk. Meğer çocuk ikizmiş. Ardından küçük kardeşleri ikinci çocuğu da doğurmuş. Bu da etrafına güller, ışıklar saçan bir kız çocuğu imiş. İki büyük kız kardeş, nur topu gibi bir oğlan ve bir kız doğuran kardeşlerinin çocuklarını saklamışlar ve onların yerine iki köpek yavrusu getirmişler. Gidip padişahın oğluna, ̶ karısının köpek yavruları doğurduğunu, söylemişler. Padişahın oğlu buna çok kızmış. Karısını bir çuvala koydurup kapısının önüne bağlatmış. Her gelen geçenin ona tükürüp birde sopa vurmasını emretmiş Köpek yavrularını da öldürtmüş. Kötü kalpli iki kız kardeş Altın Oğlan ile Gül Kız'ı bir sepete koyup nehre bırakmışlar. Sepet nehirde akıp gitmiş. Çok uzaklarda ormanlık bir yerde kıyıya yanaşıp, nehirde yüzen ağaç dalları arasına takılmış. Bir çoban her gün sürüsünü getirip bu bölgede su içirirmiş. Çoban, bir gün bakmış ki bir keçi her gün sürüden ayrılıyor, bir süre kaybolduktan sonra tekrar gelip sürüye katılıyor… Çoban bu keçinin ne yaptığını merak edip hiç araştırmamış. Meğer bu keçi yalnız yaşayan çok fakir, yaşlı bir kadının keçisiymiş. Kadın bir gün çobana, ̶ Neden benim keçimi her gün sağıyorsun? Biliyorsun ben çok fakirim ve bir tek keçimden başka hiçbir şeyim yok. Onun da sütünü sen sağıp içmeye utanmıyor musun? demiş. Çoban, yaşlı kadına keçisinin sütünü almadığına dair yeminler etmiş. Fakat keçisinin her gün nehir kıyısında sürüden ayrılıp bir süre kaybolduğunu, sonra tekrar gelip sürüye katıldığını söylemiş, ̶ İşte ne oluyorsa o zaman oluyor, diye de ilave etmiş. Kadın bunda bir iş olduğunu anlamış. Ertesi gün çoban ile sürüyü takip etmiş. Çoban sürüyü nehre götürdüğünde keçinin sürüden ayrılıp biraz ileride bir yere gittiğini ve orada bir süre durduktan sonra tekrar sürüye katıldığını görmüş. Sürü nehir kıyısından ayrıldıktan sonra kadın keçinin gittiği yere gitmiş, bir de bakmış ki bir sepetin içinde iki güzel çocuk var. Meğer keçi her gün gelip bu çocukları emziriyormuş. Kadın çocukları alıp evine götürmüş. Çok fakir olduğundan bunları nasıl besleyeceğini düşünüyormuş. Ama bu kimsesiz yavruların hâllerine acımış ve onları orda da bırakmak istememiş. Evde ilk işi çocukları yıkamak olmuş. Erkek çocuğu yıkadığında, onun üzerine dökülen suların altına dönüştüğünü görmüş. Buna çok sevinmiş. Sonra kızı yıkamış. Onun üstüne döktüğü sular da gül olmuş. Kadın çocukları doyurup uyuttuktan sonra altınları alıp kuyumcuda bozdurmuş. Aldığı parayla da evin bütün ihtiyaçlarını karşılamış. Aradan yıllar geçmiş. Kadın zengin olmuş ve çocuklar büyümüş. Fakat bu iki kardeş, sokağa çıkıp komşu çocuklarla oynamak istediklerinde, çocuklar onları aralarına almıyormuş. Onlara, ̶ Gidin yanımızdan, kimsesiz çocuklar. Sizin ne anneniz var, ne de babanız. Siz nehirde bulunmuşsunuz. Biz sizinle oynamayız, diyorlarmış. Kardeşler buna çok üzülmüşler ve anne bildikleri, kendilerine bakan yaşlı kadına olanları anlatmışlar. Kim olduklarını, nereden geldiklerini öğrenmek istemişler. Yaşlı kadın onlara, o yaramaz çocuklara aldırmamalarını, kendisinin gerçek anneleri olduğunu ,söylemiş. Fakat çocuklar biraz daha büyüdükten sonra, artık bu söylenenlerin doğruluğuna inanmaya başlamışlar. Gerçek analarını bulmak için bütün ısrarlarına rağmen, yaşlı kadınla vedalaşıp oradan ayrılmışlar. Az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler. Yolda önlerine bir mağara çıkmış. Bu mağarada yaşamaya başlamışlar. Altın oğlan her gün ormanda avlanır, getirdiklerini kardeşi pişirir ve yaşayıp giderlermiş. Günün birinde Altın Oğlan yine ava çıkmış. Ormanda gördüğü bir geyiği avlamış. Yaralanan geyik dile gelip ona, ̶ Sen beni nasıl yaralarsın? İnşallah Dilleri Çengi'ye âşık olursun! diye beddua etmiş. Altın Oğlan bu sözden çok etkilenmiş. Mağaraya dönüp kız kardeşine olanları anlatmış. Dilleri Çengi’yi görmek istediğini söylemiş. Sonra kardeşine kendisini mağarada beklemesini, Dilleri Çengi'yi gördükten sonra tekrar gelip onu alacağını söylemiş. Gül Kız, kardeşine gitmemesi için yalvarmış. Eğer giderse başına türlü belalar gelebileceğini söylemiş. Fakat dinletememiş. Altın Oğlan, Gül Kız ile vedalaşıp yola çıkmış. Ama nereye gideceğini bilmiyormuş. Yolda giderken bir kuş tüyü görmüş. Bu tüyü alıp yürümeye devam etmiş. Biraz sonra Anka Kuşu ile karşılaşmış. Anka Kuşu o tüyün kendisine ait olduğunu söylemiş ve onu Altın Oğlan'dan istemiş. Altın Oğlan da ancak bir şartla tüyü kendisine verebileceğini söylemiş. Anka Kuşu şartını sorunca, Dilleri Çengi’ye nasıl gidebileceğini söylemesini istemiş. Anka Kuşu ona gideceği yolu göstermiş. Yolda üç engel ile karşılaşacağını, fakat bunlardan asla şikâyet etmemesini, yoksa Dilleri Çengi'ye ulaşamayacağını söylemiş. Altın Oğlan tüyü Anka Kuşu'na vermiş ve yoluna devam etmiş. Üç gün üç gece yol aldıktan sonra, bıçaklı bir tarlayla karşılaşmış. Dilleri Çengi'ye gidebilmek için bu tarlayı geçmesi gerekiyormuş. Tarlada yürürken bıçaklar Altın Oğlan'ın ayaklarını parçalıyormuş. Altın Oğlan, ̶ Bu tarla ne kadar da yumuşakmış, demiş ve tarladaki bıçaklar hemen yok olmuş. Tarla yumuşacık oluvermiş. Öte yandan Dilleri Çengi sarayına doğru bir delikanlının geldiğini görmüş ve bıçaklı tarlaya bu yolcuyu bırakmamasını emretmiş. Ama bıçaklı tarla, ̶ Olmaz! Bu delikanlı bana çok yumuşak bir tarla olduğumu söyledi. Benim gönlümü hoş etti. Geçmesine izin vereceğim, demiş ve Dilleri Çengi’nin emrine itaat etmemiş. Altın Oğlan tarlayı geçtikten sonra bir nehirle karşılaşmış. Bu nehrin içi kan, irin ve pisliklerle doluymuş. Altın Oğlan bu nehri de geçmek zorundaymış. Nehre dalmış, yüzerken ağzına, burnuna kanlar, irinler ve pislikler doluyormuş. Altın Oğlan, ̶ Bu nehrin suyu ne kadar tatlıymış, demiş. O anda nehrin suyu tertemiz ve berrak olmuş. Dilleri Çengi, bu defa da delikanlıyı karşı tarafa geçirmemesi için, nehre emirler yağdırmış. Ama nehir, bu delikanlının, kendi suyuna, tatlı dediğini ve gönlünü hoş ettiğini belirterek, Dilleri Çengi'nin emrine itaat etmemiş. Nehri de geçen delikanlı, bu defa da şiddetli bir fırtına ile karşılaşmış. Bu fırtınada yürümesi imkânsızmış. Rüzgâr, onu yerden yere çarpıyormuş. Altın Oğlan, ̶ Rüzgâr ne hafif esiyor. Bu hava ne kadar da güzelmiş, demiş. Derhâl fırtına dinmiş. Etraf güllük gülistanlık olmuş. Çok öfkelenen Dilleri Çengi, bu defa da havaya emirler vermiş, delikanlıyı bırakmamasını söylemiş. Hava, ̶ Olmaz! O bana güzel olduğumu söyledi ve benim gönlümü hoş etti. Geçmesine izin vereceğim, demiş. Sonunda üç engeli de aşmayı başaran Altın Oğlan, Dilleri Çengi'nin sarayına varmış. Sarayın etrafında dolanırken, Dilleri Çengi pencereyi açmış ve Altın Oğlan'ı görmüş. Altın Oğlan öylesine yakışıklı bir delikanlı imiş ki Dilleri Çengi hemen ona âşık olmuş ve dışarı çıkmış. Altın Oğlan da Dilleri Çengi'yi görmüş ve onun dillere destan güzelliği karşısında büyülenmiş. Dilleri Çengi ona, ̶ Şimdiye kadar benim uğruma nice yiğit delikanlı, bu engelleri aşamayarak öldü. Ama sen bütün engelleri geçmeyi başardın. Artık benimle evlenebilirsin, demiş. Altın Oğlan ile Dilleri Çengi evlenmişler. Daha sonra Altın Oğlan, gidip mağarada bıraktığı kız kardeşini de alıp Dilleri Çengi'nin sarayına getirmiş. Dilleri Çengi, Altın Oğlan ile Güz Kız'ın kim olduklarını biliyormuş. Onlara her şeyi anlatmış. Annelerinin kötü durumunu haber vermiş. Üçü birden Padişah’ın sarayına gitmişler. O sırada Altın Oğlan ile Gül Kız’ın babaları padişahmış. Babalarına olup bitenin hepsini anlatmışlar. Padişah yaptığına çok pişman olmuş. Hemen karısını içinde bulunduğu sefil durumdan kurtarıp ondan af dilemiş. İyi kalpli kadın kocasını bağışlamış ve çocuklarını bağrına basmış. Daha sonra padişah bu kötü oyunu düzenleyen iki kız kardeşe ceza vermek istemiş. Bir atı üç gün aç bırakmış; bir ata da üç gün boyunca tuz yedirip hiç su vermemiş. Sonra bu iki kız kardeşin bir bacaklarını aç ata, diğer bacaklarını susuz ata bağlayıp bir tarafa saman, bir tarafa da su koyarak atları serbest bırakmış. Aç at samana, susuz at da suya doğru koşmuş. Atlara bağlı kız kardeşler de bacaklarından ikiye bölünerek ölmüşler. Böylece yaptıkları kötülüklerin cezasını çekmişler. Padişah Altın Oğlan ile Dilleri Çengi için bir saray yaptırıp, kırk gün kırk gece düğün edip onları evlendirmiş. Karısı ile Gül Kızı da sarayına alıp mutlu bir hayat sürmüş. Onlar ermiş muradına; biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş. Biri bana, biri size, biri de masal sevenlerin başına olsun.
Altın Oğlan ile Gül Kız
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
CIVIL CIVIL SULTANIM Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir evin bir tek kızı varmış. Kız o kadar güzelmiş ki, kızını hiç kimse görmesin, duymasın, işitmesin diye babası, evini ıssız bir dağın başında kurmuş. Kızın ismi Sultan'mış. Sultan bir gün inekleri sağmış, sütü pişirmiş; testileri alıp suyun yolunu tutmuş. Çeşmeye varıp, testileri pınarın önüne koyup; dolmasını beklemiş. Beklerken bir kuş gelip pınarın başına konmuş. Kuş kızın çok güzel olduğunu görünce kıza âşık olmuş. Allah tarafından dile gelerek, ̶ Cıvıl cıvıl Sultanım, demiş. Kız da, ̶ Ne istersin a canım? diye cevap vermiş. Kuş, ̶ Kırk gün kırk gece ölü başı bekleyip, kırk birinci günü murada eresin, diye temennisini dile getirmiş. Kız başından geçen bu olaydan sonra korka korka evine dönmüş. O günden sonra kendisini üzüntülere boğmuş. Ölçüp biçip, hiç durmadan kara kara düşünür olmuş. Fakat bir türlü derdine çare bulamamış. Annesi bu durumun farkına varıp, ̶ Kızım derdin nedir? diye kızına sormuş. Kız da, ̶ Hiçbir derdim yok, diye cevap vermiş. Bir gün annesi, Sultan suya giderken onu izlemiş. Kuş tekrar gelip Sultan'la konuşurken annesi her şeyi duymuş. Sultan eve geldikten sonra annesi Sultan'a, ̶ O kuş seninle niye konuştu? diye sormuş. Sultan annesine baştan beri olup biten her şeyi anlatmış. Annesi de bu durumu babasına söylemiş. Babası bu durum karşısında tek çözümün bu diyardan göç etmek olduğunu düşünerek karısı ve kızını alıp başka bir memlekete göç etmiş. Üçü birden az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler bir ormana gelip konaklamışlar. Hava kararınca bir fırtına çıkmış. O sırada babası feneri yakmış fakat fırtına nedeniyle fener sönmüş. Bir çare ararlarken, Sultan karşıda karanlığın içinde yanan bir ışık görmüş. Babası ile birlikte ışığa doğru gitmişler. Işık bir kulübeden geliyormuş. Yaklaştıklarında kulübenin çok farklı bir kulübe olduğunu görmüşler. Kulübenin her tarafı altınlarla kaplı olup alev alev parlıyormuş. Ayrıca kapının üzerinde de, "La ilahe illallah;Hak versin Muhammedün Resulullah" yazıyormuş. Sultan bu yazıyı seslice okuyunca kapı birden kendiliğinden açılıvermiş. Sultan içeri girmiş. Babası da içeriye girmek isteyince kapı kendiliğinden kapanıvermiş. Sultan bağırmış, ağlamış ama nafile… Hiçbir şey yapamamış. Kaderine boyun bükmüş ve babasına, ̶ Baba artık sen git. Bu benim kaderim. Annemi al evimize dön. Benim için burada kalmaktan başka yapacak hiç bir şey yok, demiş. Adam çaresiz bir şekilde ağlaya sızlaya karısını alıp geri dönmüş. Sultan odaya girdiğinde kendisiyle konuşan kuşun orada olduğunu görünce korkusundan tüyleri diken diken olmuş. Sonra kuş kendisine tekrar aynı sözleri söylemiş. Bunun üzerine Sultan ölü başını beklemeye razı olmuş. Saatler, günler, aylar gece gündüz uyumadan geçmiş. Ölünün başını tam 39 gün beklemiş. Aynı gün dışarıdan bir kervancı geçtiğini görmüş. Kervancıya, ̶ Ey kervancı nerden gelip nereye gidersin? diye sormuş. Kervancı, ̶ Ben de bıktım bu kervancılıktan, beni de al içeri, demiş. Sultan kervancının yalvarışlarına dayanamayarak onu içeri almış. Tam 39 gün uyumadığı için kervancıya, ̶ Ben çok yorgunum, 39 gündür uyku uyumuyorum; sen biraz otur, ben de biraz uyuyayım, demiş. Kervancı da bunu kabul etmiş. Meğer kervancı erkek kılığına girip kervancılıkla geçinen bir kadınmış. Sultan uykusuzluktan, yorgunluktan deliksiz bir uykuya dalınca kervancı hemen kızın elbiselerini çıkarıp kendisi giymiş. Çantasından çıkardığı kadın elbiselerini de Sultan'a giydirmiş. Kırk gün dolunca kuş birden çok yakışıklı bir delikanlı oluvermiş. Sultan uyurken kervancı kız oturduğu için, delikanlı kırk gündür bekleyen kızı uyumayan kız sanıp, uyuyan kızın kim olduğunu sormuş. Kervancı kız da, ̶ Bu uyuyan bir kervancı kızıdır, deyip, delikanlıyı kandırmış. O arada uyanan sultan, kervancı kızın dediklerini duyup hemen, ̶ Ben kervancı kızı değilim. Ben Sultan kızım. 39 gündür uykusuzdum. Kervancı gelince biraz bekle uyuyayım dedim. Bu kadının üzerindeki elbiseler benim elbiselerim, diye söylenmişse de onu inandıramamış. Delikanlı kervancı kızı ile birlikte yaşamaya başlamış. Sultan da evde bir sığıntı gibi kalmış. Bir gün Delikanlı ile kervancı kız çarşıya alışverişe çıkmışlar. Çarşıya çıkarken de Sultan'a, ̶ Biz çarşıya çıkacağız; bir isteğin var mı? diye sormuşlar. Sultan da, ̶ Bana bir sabır taşı ve bıçak almazsanız yollarınıza boz dumanlar çöke, diye beddua etmiş. Kendi alacaklarını aldıktan sonra kızın istediği sabır taşı ile bıçağı da alıp dönmüşler. Delikanlı Sultan'a bıçak ve sabır taşını verirken bunları ne yapacağını sormuş. Sultan bir şey söylemeyince meraklanıp Sultan'ı takip etmeye başlamış. Sultan odasına girip taşı yere koyup bıçağı eline alarak, ̶ Babamın ve annemin bir tanesiydim. Nazlıydım. Bir kuş gelip kırk gün ölü başı bekleyeceksin deyinceye kadar neşeli ve mutluydum. Bir belâya uğramayayım diye babam evimizi göçürürken bu eve geldim. 39 gün bekledim, diyerek başından geçenlerin hepsini bir bir sayıp dökmüş. Bıçağı taşa vurunca taş bu sözlere dayanamayıp paramparça olmuş. Delikanlı kapının ardından söylenenlerin hepsini duymuş. Bu kızın Bülbülken âşık olduğu Sultan'ın kızı olduğunu anlamış ve kervancı kızını kovarak Sultan'la evlenmiş, muradlarına ermişler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Cıvıl Cıvıl Sultanım
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
KIRK ANAHTAR Bir varmış, bir yokmuş; Allahın kulu çokmuş. Çok demesi günahmış; peynir ekmek yemesi sevapmış. Zamanın birinde fakir bir aile yaşarmış. Bu ailenin üç oğlu ile bir kız çocukları varmış. Adam çocuklarına bakabilmek için avcılık yaparmış. Bir gün evde yiyecek bittiğinden, adam yine ava çıkmak istemiş. Karısına, ̶ Ben avlanmaya gideceğim. Üç güne kadar dönerim. Eğer dönmezsem leğene su koyun ve oklava ile çarpın. Eğer su kırmızı olursa ben ölmüşümdür. Eğer su aynı kalırsa yaşıyorum demektir, demiş. Sonra da gitmiş. Aradan bir hafta geçtiği hâlde eve dönmemiş. Hemen leğene su koyup çarpmaya başlamışlar ve suda kan belirdiğini görmüşler. Ertesi sabah büyük oğlan, ̶ Babam öldüğüne göre avlanmaya ben gidiyorum, demiş. Ava çıkmış. Bir zaman sonra havada bir kuşun uçtuğunu görmüş ve hemen onu izlemeye başlamış. Sonra ihtiyar bir adamın yaşadığı eve gelmiş. Adam çocuğu içeri almış, ̶ Ben senin babanla çok iyi arkadaştım, demiş ve sedire oturmasını söylemiş. Çocuk hemen oturmuş ve sedirin altında bulunan katran kazanına düşüp ölmüş. Annesi oğlunun gecikmesi üzerine, babasının gidişi sonrasında yapmış olduklarını yeniden yapmış, su kırmızı bir hâl alınca oğlunun da öldüğünü anlamış. Bu sefer ortanca oğlan, annesine, ̶ Ben de ava gidiyorum, demiş ve gitmiş. İhtiyar adam, babaya ve büyük oğlana yaptıklarını buna da yapmış, ortanca oğlan da ölmüş. Bunun da gecikmesi üzerine annesi leğene su koyup bütün gereken şeyleri yapmış. Yine su kırmızıya boyanınca, bu oğlunun da aynı akıbeti paylaştığını anlamış. Bu sefer ava gitme sırası en küçük oğlana gelmiş. O da tam giderken yanındaki köpek dile gelmiş ve oğlana, ̶ Ben de seninle geleceğim. Ben de seninle geleceğim. Ben ne yaparsam sen de onu yapacaksın, demiş. Sonra beraberce gitmişler. Bu ihtiyar adam kuşunu yine salmış. Bunlar da av zannedip peşine düşmüşler. Kuş bunları adamın evine doğru çekmiş. Adamın evine gelince hızla kaybolmuş. Önlerine çıkan adam oğlana, ̶ Senin baban ve iki ağabeyin buradan geçti; onlar benim iyi dostlarımdı, deyip oğlanı içeriye buyur etmiş. Sonra sedire oturmasını söylemiş. Fakat köpek sedire çıkmayıp kapının önüne oturmuş. Çocuk da kapının önüne oturmuş. Adam, ̶ Oğlum niye kapının önüne oturuyorsun, gel sedire otursana? demiş. Çocuk da, ̶ Yok, köpeğim buraya oturdu; ben de buraya oturacağım, diye itiraz etmiş. Adam, ̶ Acıkmışsınızdır; size yemek getireyim, demiş. Mutfağa gitmiş ve yemeğin içine biraz zehir atmış. Sonra yemeği çocuğun önüne koymuş. Köpek yemeği koklamış ve yememiş. Bunu gören çocuk da yememiş. Adam yemeği yemeyişinin sebebini sorunca, ̶ Köpeğim yemedi; ben de yemeyeceğim, diye cevap vermiş. Oğlanı başka türlü öldüremeyeceğini anlayan adam kılıcını çekip çocuğu öldürmeye kalkışmış. Fakat başaramamış. Daha atik davranan oğlan, adamı öldürmüş. Sonra adamın ısrarla oturtmak istediği sedirin altına bakınca babasının ve ağabeylerinin ölülerini görmüş. Bu sırada adamın sakalında kırk tane anahtar asılı olduğunu fark etmiş. Çocuk bütün anahtarları alarak kırk odaya da tek tek bakmış. Her oda altın,gümüş, kıymetli eşyalar ve yiyeceklerle dolu imiş. Gidip annesi ve kız kardeşini getirmiş, babası ile kardeşlerine bahçede birer mezar yapmış, buradaki altın ve gümüşleri de alıp mutlu, zengin bir hayat yaşamaya başlamışlar. Onlar ermiş muradına; biz çıkalım kerevetine.
Kırk Anahtar
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
PEMBE HATUN İLE ESMA HATUN Zamanın birinde, biri Pembe; diğeri Esma adında iki kız kardeş varmış. Çok fakir olan bu kardeşler kıt kanaat geçimlerini sağlayıp, yaşayıp gidiyorlarmış. Bir gün Pembe Hatun, ̶ Bu fakirlik canıma tak etti. Gezip, kendime bir kısmet arayacağım, demiş. Evi terk edip yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Bir gün bir dağ başında saray yavrusu gibi güzel bir konak görmüş. Hemen eve doğru gitmiş. Kapıyı birkaç defa tıklatmış. Kapı bir kedi tarafından usulca açılmış. Pembe Hatun kapının bir kedi tarafından açıldığını görünce çok şaşırmış. Kapıyı açan kediye, ̶ Senin kapı açan ellerine kurban olayım, demiş. Pembe Hatun'un şaşkınlığı odaya bir göz atınca daha da artmış. Çünkü odanın ortasında içli köfte yapan kediler görmüş. Gülümseyerek onların yanına gitmiş, ̶ Kurban olayım köfte yapan ellerinize, demiş. Böylece kedilerle dost olmuş. Kedilerin yaptıkları köftelerden Pembe Hatun büyük bir iştahla yemiş. Yatma vakti gelince kediler hemen Pembe Hatun'a güzel bir yatak hazırlamışlar. Pembe Hatun'u bu yatağa yatırmışlar. Pembe Hatun kediler arasında iki gün geçirmiş. Onları öyle sevmiş, onlarla öyle dost olmuş ki hiç yanlarından ayrılmak istememiş. Üçüncü gün büyük bir kedi Pembe Hatun'un yanına gelmiş. Pembe Hatun'a, ̶ Sen bizi bu kadar sevdin diye biz de seni çok sevdik. Dile benden ne dilersen, demiş. Pembe Hatun da, ̶ Ben çok fakirim. Bıktım yoksulluktan, para ve altın diliyorum, demiş. Kedi, ̶ Sana bir kese vereceğim. Bu kesenin üzerine yüzüstü yat. Sabah olunca dileğin yerine gelecektir, demiş. Pembe Hatun kedinin söylediğini yapmış ve sabah olunca kendini altınların içinde bulmuş. Dileği olan Pembe Hatun o gün kedi dostları ile vedalaşmış ve kardeşinin yanına dönmüş. Esma Hatun, kardeşini torba torba altınlarla görünce çok şaşırmış. Kardeşinden olanı biteni kendisine anlatmasını istemiş. Pembe Hatun da başından geçenleri Esma Hatun'a bir solukta anlatmış. Zengin olma hevesi içinde yanıp tutuşan Esma Hatun, Ben de gidip zengin olacağım, diyerek yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Nihayet Pembe Hatun'un anlattığı konağa varmış. Kapıyı birkaç defa tıklatmış. Kapıyı bir kedi açmış. Esma Hatun karşısında kediyi görünce yüzünü buruşturup içeri dalmış. Odanın içinde köfte yapan kedileri görünce de, ̶ Pist! diye onları kovalamış. Köftenin başından ayrılmayan kedilere değnekle vurmuş. Kendini beğenmiş bir yüz ifadesiyle, ̶ Siz bu eve kurban olasınız. Evin hanımı yok mu? Ne bu kediler böyle? diye söylenmiş. İki gün istemeye istemeye para ve altın aşkına kedilerle birlikte konakta kalmış. İkide bir, ̶ Ne pis şeyler! diye söylenip durmuş. Üçüncü gün, büyük bir kedi Esma Hatun'un yanına gelmiş, ̶ Dile benden ne dilersen... demiş. Esma Hatun hemen para ve altın istemiş. Kedi bir keseyi Esma Hatun'un eline tutuşturmuş ve kesenin üstüne yüzüstü yatmasını istemiş. Esma Hatun kedinin dediğini aynen yapmış. Kesenin üzerine yüzüstü yatmış. Sabah olup da gözünü açınca, etrafının yılanlarla dolu olduğunu görmüş. Kediler, Pembe Hatun'a altınları; Esma Hatun'a ise yılanları layık görmüşler. Esma Hatun yılanların arasından canını güçlükle kurtarıp, kendini zor dışarı atmış. Böylece kendini beğenmişliğinin ve hırsının cezasını çekmiş. Gökten üç elma düşmüş; biri masal anlatana, biri dinleyenlere, biri de masal sevenlere olsun.
Pembe Hatun ile Esma Hatun
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
AVCI Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde cinler cirit oynarken eski hamam içinde, bir ülkede ihtiyar bir kadının bir tanecik oğlu varmış. Bu oğlan on beş yaşına gelmiş. Bir gün kapının önünde oynarken eşiğin altında parlayan bir alet görmüş. Aleti çıkarınca bir de bakmış ki altın kaplamalı güzel bir tüfek… Alıp hemen annesine götürmüş. Annesi de bu altın tüfeğin babasına ait eski bir tüfek olduğunu, babasının ölürken, ̶ Ben avcılıktan çok çektim. Oğlum avla ilgilenmesin, deyip, tüfeği buraya sakladığını ve tüfeği sakladıktan kısa bir süre sonra da öldüğünü söylemiş. Çocuk bu ya, annesi ne dedi ise zıddını yapmış. Avcılıkla uğraşmaması için kadın ne kadar dil döktü ise onu ikna edememiş. Oğlan sabahtan kalkıp tüfeği dalına takıp ormana ava çıkmış. Yorulup bir ağacın altında dinlenmek için uzanmış. O sırada hiç görmediği büyüklükte bir kuş, büyük bir gürültü ile gelip ağacın başına konmuş. Kuşu gören oğlan nişan alıp, tüfeğiyle kuşu vurmuş. Kuş o kadar büyükmüş ki yerinden kaldırıp eve götürememiş. Avcılığını annesine ispatlayabilmek için kuştan iki tane tüy koparıp eve dönmek için yola koyulmuş. Bu sırada ülkenin veziri de oradan geçiyormuş. Oğlanın elindeki tüyler çok hoşuna gitmiş. İki tüyü oğlandan zorla alıp padişaha hediye etmiş. O da bunları çok beğenmiş ve bu tüyden bir halı dokunmasını istemiş. Vezir hemen tüyleri aldığı avcıyı bulup padişahın emrini iletmiş. Oğlan da doğruca kuşu vurduğu yere gidip kuşun diğer tüylerini çuvala doldurmuş ve hemen saraya gitmiş. Tüyleri dokumacılara gönderen padişah oğlana da bolca altın ve para vermiş. Halı dokunup padişaha getirilince çok beğenip, bu eşsiz halının serileceği eşsiz, yeni bir saray yapılmasını istemiş, ̶ Bu saray da mutlaka fildişinden olmalıdır, diye de emir vermiş. Vezir de, ̶ Bu kadar fildişini bize ancak o avcı bulabilir, deyip avcıya gitmiş. Vezir, ̶ Ey avcı, padişahımız senin getirdiğin tüylerle yapılan halıyı çok beğendi. Bu halının serileceği fildişinden bir saray yapılmasını istiyor. Kırk güne kadar bir saray yapmaya yetecek kadar fildişini bulup getiremezsen boynun vurulacaktır, demiş. Avcı eve gelip kara kara düşünmeye başlamış. Otuz dokuz gün tamam olmuş; fakat avcı bir çare bulamamış. Son gün çaresiz, saraya başını vermek için yola çıkmış. Yolda yorulup bir ağacın altına uzanmış ve uyuyakalmış. Burada bir rüya görmüş. Rüyasında bir ihtiyar adam kendine, ̶ Bu işi halletmek için saraya gittiğinde padişahtan kırk deve yükü pamuk, kırk deve yükü şarap ve kırk deve yükü cephane ile çok sayıda asker iste, demiş. Avcı rüyasında gördüklerinin hepsini padişahtan istemiş. Padişah isteklerin hepsini kabul etmiş. Pamuk balyaları ve şarap bidonları develere yüklenmiş ve askerlerle yola koyulmuş. Günlerce yol gittikten sonra bir dağın eteğinde durmuşlar. Bu dağın eteğinde kocaman bir havuz varmış. Ormanın bütün hayvanları bu havuzdan su içerlermiş. Oğlan askerlerle bu havuzu boşaltmış. Deliklerini pamuklarla tıkamış, sonra develerle yüklü şarabı havuza boşaltmış. Kendileri de orada bulunan bir mağaraya saklanmışlar. O sırada susayan filler havuza gelmişler. Su zannedip şaraptan içen filler sarhoş olup oldukları yere yıkılıvermişler. Bütün filler bayılıp düşünce askerler saldırıp bütün fillerin dişlerini sökmüşler. Develere yükleyip saraya götürmüşler. Padişah da bunlarla öyle eşsiz güzellikte bir saray yaptırmış ki saray dillere destan olmuş. Bir gün vezir Padişah'a, ̶ Padişahım, saray çok güzel oldu. Yalnız bunun içine bir de sultan lâzım, demiş. Padişah, ̶ Doğru, deyip bu kızın bulunmasını istemiş. Vezir yine o avcıyı bulup durumu anlatmış. Avcıya, ̶ Ne et, ne yap, o saraya lâyık sultanı bulup getir, diye emretmiş. Avcı düşünceli düşünceli giderken yorulunca, yine o büyük ağacın dibine yatmış. Rüyasına giren ihtiyar iki tarafı da gösteren bir ayna verip, ̶ Bu aynayı Çin Padişahı uzun zamandır arıyor. Bu ayna için bütün servetini vermeye razı… Bunu Çin padişahına götür; kızı al, demiş. Oğlan iki ay süren çileli bir yolculuktan sonra Çin'e varmış. Çin padişahının huzuruna çıkıp, ̶ Aradığınız aynayı getirdim, demiş. Çin padişahı da uzun zamandır aradığı aynanın getirildiğini görünce çok sevinmiş. Çin padişahı Avcıya, ̶ Dilebenden ne dilersen, demiş. Avcı da, ̶ Dünya güzeli kızınızı istiyorum, diye cevap vermiş. Padişah da bu talebi kabul ederek kızını bu delikanlıya verivermiş. Avcı, Çin padişahına, ̶ Müsaade ederseniz karımı anama götüreyim de görsün, diye müsaade istemiş. Padişah da kabul edip avcı ile kızını göndermiş. Yanına dünya güzeli, Çin padişahının kızını alan avcı, doğruca kendi padişahının sarayına gitmiş. Padişaha, ̶ İstediğinizi getirdim, demiş. Padişah da, ̶ Aferin yiğidim. Seni çok denedim; hep başardın. Bunun için kendi yerime seni padişah yaptım. Getirdiğin kız da senin karındır. Bu muhteşem saray da senin sarayındır. Var hayrını gör. Ülkemi daha mamur et, demiş. Avcı, Çin padişahının kızı ile kırk gün kırk gece süren bir düğünden sonra evlenmiş; muradına ermiş.Onlar ermiş muradına; biz çıkalım kerevetine.
Avcı
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
DEVLET KUŞU Ülkenin birinde bir zamanlar zengin mi zengin, yakışıklı mı yakışıklı bir Bey yaşıyormuş. Bu Bey'in ülkesinin bir tarafı denize dayanır, bir tarafı otlu, bitek, serin yaylalara uzanırmış; bir başka hududu da yeşil ovalarla ve ormanlarla çevrili imiş. Bey, aynı zamanda ülkenin en güzel kızı olan Has adındaki kızla da evlenerek mutluluğunun da hudutlarını genişletmiş. Bey ile Has Hatun kâh deniz kıyısına iner, kâh ormanlara dalar, kâh yaylara çıkar, halkı ile mutlu bir hayat sürerlermiş. Halk, hastaları ve yoksulları gözeten; adaletli ve hoşgörülü Beylerinden çok memnunmuş. Allah bu iyi yürekli Bey ve eşine iki tane de erkek evlat vermiş. Bey ve adamları, on yaşına gelen büyük oğluna ok atma, ata binme, denizde ve karada avlanma gibi dersler vermeye başlamışlar. Bu mutlu ve tatlı günler böyle akıp giderken, Bey'in gördüğü bir rüya, ailedeki neşeye gölge düşürmüş. Bey rüyasında yaşlı, uzun ve bembeyaz sakallı, sopasına yaslanan bir Pir’e rastlamış. Rüyasında bu Pir: — Ey iyi yürekli Bey, halkının sevgilisi olan yiğit. Tanrı sana bir bela verecek; bunu gençlikte mi, yoksa ihtiyarlıkta mı istersin? deyip üç defa tekrarlayarak sormuş. Bey, kan ter içinde uyanmış. Eşine sezdirmeden kalkıp bir köşeye çekilerek, korkudan tüyleri diken diken olmuş bir vaziyette gördüğü rüyayı yorumlamaya çalışmış. Fakat ne kadar düşünürse düşünsün bu rüyaya kendince tatminkâr bir anlam verememiş. Aradan üç gün geçtikten sonra bir gece yaşlı Pir yine rüyasına girerek Tanrı'nın isteğini tekrarlamış. Bey'e: — İyi düşün, kararını ver. Tekrar geleceğim, demiş. Bey yine korkunç bir sıkıntı ile uyanmış ama bu sefer gözlerine uyku girmez olmuş. Uykusuz geceler birbirini kovaladıkça, gündüzleri de neşesi kaçmış ve saraydan çıkmamaya başlamış. Yemeden içmeden kesilmiş, soranlara derdini açamamış. Günden güne zayıflayıp bir hortlağa dönüşmeye başlamış. Bu durum karısını, çocuklarını ve yakınlarını çok huzursuz etmeye başlamış. Karısı Has Hatun daha fazla dayanamamış. Kocasına: — Sen yiğitlerin yiğidisin. Yoksulların, düşkünlerin dertlerine koşansın. Sakatlara el kol, hastalara ilâç olursun. Ne olur derdini söyle. Ben senin en yakınınım. İki ciğerpâre oğlunun annesiyim. Saklama derdini benden ne olur… diye ağlayıp yalvarmış. Karısının sözlerine dayanamayan Bey, rüyasında gördüklerini bir bir anlatmış. Karısı da çok üzülmüş ama telaşa kapılmamış. Has Hatun: — Bu konuda salim kafayla oturup, biz bize konuşarak sağlam ve akıllı bir karar verelim, demiş. Oturmuşlar, konuşmuşlar, rüyayı yorumlamaya çalışmışlar, sonunda da kadın: — Benim iyi yürekli kocam, bir daha rüya görürsen o nur yüzlü Pir'e de ki, mademki Tanrı bize bir belâ verecekmiş, bu belâyı gençlikte versin. Yaşlanınca güçsüz düşeriz; belki kötülüklere göğüs geremeyiz, demiş. Bu teklif Bey'in de kafasına yatmış ve karısının fikrini kabul etmiş. Öyle de karar vermişler. Gel zaman, git zaman, yaşlı Pir tekrar Bey'in rüyasına girmiş. Aynı rüyayı görünce Bey, Pir’e: — Mademki Tanrı bize bir kötülük verecek, bunu gençlikte versin, demiş. Fakat Pir hiçbir tepki göstermeden sopasına yaslanarak uzaklaşıp gitmiş. Bu de kez Pir’in kayıtsızlığı karşısında telaşa kapılan ve ne olacağını bilemeyen Bey, kafasını dağıtmak için yine halkının arasına girmiş. Düşkünlere, hastalara, yoksullara yardıma koşmuş. Çocuklarla ilgilenmiş, yurdunun yönetim işlerini takip etmiş. Bu işleri her zamanki çalışkanlığı ve dürüstlüğü ile yürütmeye çalışmış ama her an içinden bir kötülük haberi gelecekmiş gibi ürperir dururmuş. Derken, Bey'in korku ile beklediği kötü haber gelmiş. Daha önce dost olan bir hudut komşusu anlaşmayı bozarak ülkesine saldırıp, bir kısım verimli topraklarını işgal etmiş. Bundan güç alan başka bir komşusu da saldırıya geçip bir sınır şehrini işgal etmiş. Bir gece limanda bulunan donanma gemilerinin cayır cayır yandığını ve batırıldıklarını görmüş. Yurdunu işgalden kurtarmak için ordusunun başına geçen Bey, huduttan hududa geçip, savaşmış ama hiçbir savaştan tatminkâr bir galibiyet alamamış. Bir taraftan da doğal afetler sarmış ülkeyi… Şiddetli kasırga ve fırtınalar, ülkede tahıl ve meyve bırakmamış. Sürüler sellere kapılıp derelere, nehirlere, denizlere sürüklenmiş. Şehirler, kasabalar, ormanlar cayır cayır yanmaya başlamış. Halk ne yapacağını bilemez durumda Bey'in sarayının etrafına toplanmış. Derken, Bey'in sarayı da bir zelzele ile alt üst olmuş. Herkes korku ve telaş içindeyken, açlık ve salgın hastalıklar baş göstermiş. İnsanlar kırılmaya başlamışlar. Yapacak hiçbir şeyi kalmadığını anlayan Bey, bir gece yarısı karısı ve iki oğlu ile kılık değiştirip şehri terk etmiş. Aç, çıplak, yorgun günlerce yol yürüyüp, dağlardan, bellerden aşıp, derelerden, çaylardan geçmişler. Otlarla ve buldukları meyvelerle beslenmişler. Derken önlerin azgın, büyük bir nehir çıkmış. Bey, nehri geçmek için soyunup, büyük oğlunu omzuna alarak suya dalmış ve öbür tarafa geçmiş. Tekrar dönüp dört yaşındaki küçük oğlunu almış omzuna ve dalmış coşkun akan nehre… Tam suyun ortasına geldiğinde büyük oğluna azgın ve kocaman bir kurdun saldırdığını ve kemerinden yakaladığı oğlunu sürükleyerek uzaklaştığını ve oğlunun, — Babacığım yetiş! Babacığım yetiş! diye acı acı çığlık attığına görmüş. Heyecandan eli ayağı birbirine karışınca, telaşa kapılıp şiddetli akıntıyla daha derin bir yere düşüp, küçük oğlu da azgın ve köpüklü sularda gözden kaybolmuş. Kendisi de bata çıka suyun akıntısına doğru yüzmeye çalışmış. Olanları gözyaşları ve canhıraş çığlıklar içinde, saçını başını paralayarak izleyen çaresiz karısı da deliye dönmüş; nehrin kıyısında bir öteye, bir beriye koşuşturmaya başlamış. Canını güçlükle kurtaran Bey kıyıya çıkıp karısını durdurarak, susturmaya çalışmış, — Tanrı'nın isteği oluyor. Yapacak hiç bir şeyimiz yoktur. Bütün bu olanları engellemek gücümüzün üstündedir. Bunların hepsi beklediğimiz ve kabullendiğimiz belalardır işte.. diyerek karısını teselli etmeye çalışmış ve elinden tutarak nehri geçmişler. Her şeyinin yanında iki çocuğunu da kaybeden Bey ile karısı yine bir zaman yürüdüktün sonra güzel bir şehre gelmişler. Yüksek bir yerden şehri seyredip gözyaşları içinde eski mutlu günlerini anmışlar. Güneş ortalıktan çekilince şehre yaklaşmışlar. İlk rastladıkları evin sahibi, inekleri ve koyunları ahırlarına almaya çalışırken ona yardım etmişler. Ev sahibi de bu yardımdan çok memnun olup, kim olduklarını, nereden geldiklerini sormuş. Karı koca da: — Garip yolcularız, deyince eve alıp o gece misafir etmiş. Ertesi sabah izin isteyip ayrılırlarken, bu konuk karı kocanın tavır ve davranışlarını beğenen ev sahibi, Bey’e: — Gideceğiniz bir yer yoksa burada kalabilirsiniz. Çobanımız bizi terk etti gitti. Sürülerimiz ortalıkta sahipsiz kaldı. Gitmeyin, bize çoban olursunuz. Size ev de verir, ihtiyaçlarını da karşılarız, diye teklifte bulunmuş. Sığınacakları güvenli ve sıcak bir yuva bulduklarına sevinen bey hemen kabul etmiş. Sürüyü alıp yaylıma çıkarmış, karısı da verilen evi temizleyip eşyaları yerleştirmiş. Günler böylece geçip gitmiş. Mahalle halkı bu yeni ve dürüst çobandan çok memnun kalmış. Çünkü bu çoban geleli beri, bereket artar olmuş; hayvanların sütü de fazlalaşmış. Hayvanlar daha iyi beslenir olmuş. Mahalle halkı da çobanın karısının tertip ve düzenini görmeye evine geliyorlarmış. Önceden konak sahibesi olan bu kadının tertibine, düzenine misafirlerini ağırlamasına ve sohbetine hayran kalıyorlarmış. Mahalle halkı çobanla karısının kibar davranışları, temizlik ve görgüleri karşısında kendi aralarında uzun uzun düşünüp konuşmuşlar. Birbirlerine çobanla karısının görmüş geçirmiş insanlar olabileceğini söylemişler. Çobanla karısı da kimseye bir şey söylemeden keder içinde günlerini geçirmeye çalışıyor, kaybettikleri çocuklarını düşünüp düştükleri durum için birbirlerini teselli ediyorlarmış. Bir gün şehirde davullar çalınmış, tellallar mahalle mahalle dolaşıp: — Ey ahali... Duyduk duymadık demeyin; memleketimizin Bey'i ölmüştür. Yeniden Bey seçilecektir. Yirmi yaşından yukarı ne kadar erkek varsa yarın meydanda toplanacaktır. Duyduk duymadık demeyin ha! diye bağırmış. Herkes meydana toplandığında, bir ihtiyar çıkıp açıklama yapmış: — Seçim şeklimizi biliyorsunuz. Birazdan devlet kuşumuzu uçuracağız. Bu kuş kimin başına konarsa o, yeni beyimiz olacaktır, demiş. Meydanda toplanan binlerce insan o gün en güzel elbiselerini giyip, silahlarını kuşanıp bekleşmeye başlamışlar. Kimileri yüksek gözükmek için ayaklarının altına bir şeyler koymuş. Nihayet kuş uçurulmuş. İnsanların üzerinde dolanan kuş kimi zaman kalabalığın üzerinde alçalmış, kimi zaman yükselmiş. Fakat bir türlü hiç kimsenin başına konmamış. Nihayet gidip bir tepeye konmuş. Görevliler: — Bu olmadı. Kuş, bey olacak kişiyi göremedi; yeniden uçuralım, demiş. Üç kere uçurmalarına rağmen kuş hiç kimsenin başına konmayınca içlerinden güngörmüş, ihtiyar biri: — Herhalde bu kentte bulunup da meydana gelmeyen biri var. Onu bulun getirin, demiş. Kalabalık gelmeyen kalmadığını söyleyince, içlerinden birisi, bu şehirde olup da toplantıya gelmeyen garip bir çobanı tanıdığını söylemiş. Hemen atlıları gönderip, hiçbir şeyden habersiz çobanı değneği ile getirip halkın ortasına bırakmışlar. Yaşlı adam kuşu tekrar uçurmuş. Kuş kalabalığın hayret dolu bakışları arasında havada geniş bir daire çizerek dolanıp doğruca çobanın başına konuvermiş. Şehrin ileri gelenleri: — Olmaz! Bir yanlışlık oldu, demişler. Çobanın yerini değiştirip kuşu tekrar uçurmuşlar. Üç kere çobanın yeri değiştirilip Devlet Kuşu uçurulmuş ise de, kuş yine gidip çobanın başına konunca ihtiyar adam gelip kuşu almış, çobanın da elinden tutarak orta yere getirmiş. Halka: — Geleneklerimizde değişme yapılamaz. Çoban da olsa, bu bir insandır. Beylik hakkı bu garibindir. Ey çoban, sen şu andan itibaren bu ülkenin beyi oldun. Ey ahali, beyimiz belli olmuştur; hayırlı olsun, demiş ve dualarla beyliği ilan edilmiş. Bunun üzerine de halk şaşkın bir vaziyette dağılmış. Görevliler hemen, şaşkınlık içinde ne olduğunu anlayamayan çobanı saltanat arabasına bindirerek saraya götürmüşler. Sonra gidip karısını getirerek saraya yerleştirmişler. Böylece çoban, tekrar Bey olmuş. Çobanın karısı da Has Hatun olmuş. Bey karısını karşılayarak: — Gel benim can yoldaşım, sırdaşım; sevgili karım. Beni bir tek sen anladın. Tanrı'nın buyruğuna benimle birlikte zaafa düşmeden sabır gösterdin. Yılmadın, bezginlik duymadın; zayıf düşmedin. Bütün varlığımızı kaybettik. Tüm bunların ötesinde iki tane nur topu gibi yavrumuzu yitirdik. Çoban oldum, aç ve çıplak kaldık, ama beni yalnız bırakmadın. Tanrı Beyliğimizi geri verdi. İçimden bir ses, sanki yavrularımıza da kavuşacağımızı söylüyor. Birlikte her şeye sabrettik, yine de sabredeceğiz, deyip karısını kucaklamış. Kent halkı önce bir çobanın bey olmasını pek iyi karşılamamış. Fakat çobanlık yaptığı mahalledeki komşuları kentin her tarafını gezerek, bunlarda gördükleri inceliği, efendiliği ve insanlığı herkese anlatmışlar. Kentin yaşlıları ve ileri gelenleri de Bey’i kutlamaya gelmişler. Bey de geçmişini ve başlarından geçenleri onlara anlatmış. Bunun üzerine, ülke halkının yeni Bey hakkındaki olumsuz duyguları hızla değişmiş ve yeni beylerini sevip bağırlarına basmışlar. Tebrikler, ziyaretler ve eğlenceler günlerce sürmüş. Şenlikler ve alaylar düzenlenmiş. Yarışlar yapılmış, güreşler tertip edilmiş. Bey ve karısı yarışları insanlarla birlikte izlemişler. Fakat bunca eğlence ve başlarına konan devlet kuşuna rağmen yüreklerinin derinliklerinde kapanmayan bir yaranın acısı her gün kendini iyiden iyiye hissettiriyormuş. Her ikisi de sanki öldü sandıkları çocukları bir sabah ansızın geriye döneceklermiş gibi acılara boğulmuş bir umutla ufka bakıp duruyorlarmış. Fakat her geçen gün umutları biraz daha azalıyormuş. Günün birinde, gönüllerini biraz olsun eğlendirmek için düzenledikleri yarışmalardan birinde, meydana iki cengâver yarışçı gelmiş. Bu iki yiğit, ok atmada birinci gelmişler, ciritte, mızrak atmada ve kılıç kullanmada da rakip tanımıyorlarmış. Bunların birine Kurdoğlu, diğerine de Değirmencioğlu diyorlarmış. Törenlerin son günü başpehlivan belli olacakmış, çam yarması gibi bu iki pehlivan alana çıkmışlar. Kıyasıya bir güreş olmuş. Sonunda Kurdoğlu, Değirmencioğlu'nu yenerek birinci ilân edilmiş. Bey, onları alınlarından öperek birincilik ve ikincilik kemerlerini takmış. Onlar da önce Bey'in sonra da Has Hatun'un ellerini öpüp gitmek için arkalarını dönünce Has Hatun ansızın: — Oğlum, oğullarım! diye feryat etmiş. Kalabalığın hayret dolu bakışları arasında ikisinin de sırtlarının ortasındaki siyah beni göstererek: — İşte oğullarım. Bakın sırtlarında, aynı yerde; aynı büyüklükte siyah benleri var. Tanıdım onları. Tanrım sana şükürler olsun, diyerek gözyaşları içinde yüzlerinden, gözlerinden öpmeye başlamış. Bu sırada iki yaşlı adam kalabalığı güçlükle yararak gelip, Bey'e doğru eğilip selam verdikten sonra birisi: — Ben bu yiğidi yıllar önce bir kurdun ininde, kurt yavruları ile oynaşırken buldum, kaçırdım. Yanımda büyüttüm ve eğittim, demiş. Öbür adam da: — Ben de yıllar önce değirmenimin oluğunda ölmek üzere iken buldum, kendime evlât edindim; besleyip büyüttüm, demiş. Bu iki adamın şahadetiyle durum açıklığa kavuşunca iki kardeş yıllar sonra kavuşmanın sevinci ile kucaklaşıp, anne babalarının ellerini öpmüşler. Bu çocukları bulup yetiştiren her iki kişi de, Bey tarafından ödüllendirilmiş. Mutluluktan adeta sarhoş olan Bey, Tanrı’ya kurbanlar adamış; günlerce süren eğlenceler tertip etmiş. Yeniden bir araya gelen çocukları ve karısı ile ülkesinde mutlu bir hayat sürmüş. Ölene kadar halkına adaletle ve hoşgörüyle muamele etmiş. Muradlarına ermişler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Devlet Kuşu
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
PADİŞAHIN İMTİHANI Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; zamanın birinde çok uzak diyarlardan birinde bir Padişah varmış. Bir gün canı çok sıkılan bu Padişah eğlence olsun diye vezirine biraz da böbürlenerek, ̶ Benden akıllısı var mı? diye sormuş. Fakat akıllı ve doğru sözlü veziri, başına gelebilecekleri hesaba katmadan, ̶ Dünya büyüktür padişahım, muhakkak vardır, diye cevap vermiş. Bunun üzerine istediği cevabı alamayan padişah, ̶ Benden daha akıllısını biliyorsan, muhakkak nerede olduğunu da bilirsin. O zaman git getir. Beraber bir yarışmaya girelim, diye ferman buyurmuş. ̶ Eğer imtihanda beni geçemezse senin boynunu vururum; eğer kaybedersem seni affederim, deyip ona kırk gün mühlet vermiş. İçine düştüğü bu zor durumdan bunalan vezir, çaresiz ve düşünceli bir hâlde evine gitmiş. Durumunu soran karısına, ̶ Hanım ben bugün başıma belâ açtım ki sorma, deyince karısı, ̶ Ne belâsı, diye sormuş. Vezir, ̶ Padişah, bu gün bana benden akıllısı var mı? diye sordu, ben de muhakkak vardır deyince öyle ise git bul diye görev verdi, demiş. Durumun ciddiyetini anlayan akıllı karısı, ̶ Kelleni kurtarmak istiyorsan bir zaman buralarda durma, uzaklaş, diye öğütte bulunmuş. Karısının öğüdünü tutan vezir de alelacele gece yarısı şehri terk edip gitmiş. Az gitmiş, uz gitmiş; arpa boyu yol gitmiş; birde bakmış ki hava kararmış. İlk vardığı köyde konaklamak istemiş. Köye girdiğinde bir kapının önünde genç bir delikanlının durduğunu görmüş. Selam vermiş ve delikanlıya, ̶ Baban evde mi? diye sorunca oğlan, ̶ Yok, demiş. Vezir, ̶ Nereye gitti? diye sormuş. Oğlan da, ̶ Yukarı köyde dün, birdenbire kanlı bir çeşme ortaya çıktı; o çeşmeyi kurutmaya gitti, demiş. Bu defa Vezir, ̶ Anan nerde? diye sormuş. Oğlan da, ̶ Öbür taraftaki köye gitti. Köyde bir adam ölmüştü, ailesine başsağlığına gitti, diye cevaplamış. Tam delikanlıyla konuşurlarken, bu arada delikanlının babası gelmiş ve misafirle tanıştıktan sonra alıp yukarı çıkarmış. Sonra karısı gelip yemek hazırlamış. Yemek yedikten sonra Vezir, ev sahibine, ̶ Bu senin oğlan deli mi, akıllı mı? diye sormuş. Bu soru karşısında afallayan babası, ̶ Bir kusurunu mu gördün? deyince Vezir, ̶ Baban nerde? diye sordum, ‘kanlı çeşmeyi kurutmaya gitti’, dedi, Anan nerde? dedim, ‘Yasına borca hal hatır sormaya gitti’ dedi, karısının da borca ağlamaya gittiğini söyledi, demiş. O zaman ev sahibi, ̶ Oğlum deli falan değildir. Siz söylediklerini yanlış anlamışsınız, demiş, ve durumu şöyle izah etmiş, ̶ Sağ olsunlar burulardaki köylüler bize itibar ederler, saygı duyarlar. Benim gittiğim köyde de bir kan davası vardı; iki tarafı barıştırdım. Yani kanlı çeşmeyi kuruttum. Karım da günün birinde bizden biri ölür, onlar da gelir, bizim hal hatırımızı sorarlar diye borca hâl hatır sormaya gitti. Gelinime gelince altı aylık bir gelindir, onun da çocuğu ölür, onlar da gelip bizim yasta ağlarlar. Bütün bunlar borç gibidir. Bu sözlerden sonra oldukça şaşıran Vezir, ̶ Oğluna göre ben, lal-u ebkem bir hayvan gibiyim. Sözlerinden hiç bir şey anlamadım, demiş, aslında kendisinin kim olduğunu açıklamış. Adama, ̶ Ben Padişah'ın veziriyim. Padişah bir gün bana benden akıllısı var mı? diye sordu. Ben de, ‘dünya büyüktür; mutlaka vardır’ diye cevap verdiğimde de, ‘öyle ise git bul, benimle imtihan olsun. Eğer olmazsa boynunu vururum’ dedi. Ve bana kırk gün de mühlet verdi, deyip sözünün ardından, ̶ Siz akıllı adamlarsınız; benimle padişahın arasını yapamaz mısınız? diye ricada bulunmuş. Ev sahibi de, ̶ Padişah kendine ne kadar da güveniyormuş? Sen hiç merak etme; gönlünü ferah tut. Ben senin bu derdine bir çözüm bulurum; sen hiç merak etme, diyerek vezirin yüreğine su serpmiş. Sabah olunca sabırsızlıkla bekleyen vezir, ̶ Ağa bana ne diyorsun, ne yapacağız? diye sormuş. Ev sahibi de oğlunu çağırıp ona, ̶ Haydi oğlum, Allah yardımcın olsun. Bu adamla git ve davasını hallet, diye emretmiş. Vezir, ̶ Oğlun bu işe bir çözüm bulabilir mi? diye sorunca adam, ̶ Yapar, yapar. Yapamazsa ben imdadına yetişirim, diyerek veziri rahatlatmış ve ̶ Sen çocuğu al götür, diye ısrar etmiş. Yola çıkarken çocuğun elinde bir çubuk vermiş. Oğlan çubuğu hiç elinden bırakmamış. Zorluklarla dolu uzun bir yolculuk sonunda saraya varınca hiç dinlenmeden, doğruca Padişah'ın huzuruna çıkmışlar. Padişah Vezir'e alaycı bir ifadeyle, ̶ Ne yaptın, uzun zamandır nerelerdeydin; yoksa korkup kaçtın mı? diye sormuş. Vezir de, ̶ İşte Padişah'ım, size sizden daha akıllı olan bu genci getirdim, demiş. Padişah vezire, ̶ Madem öyle, önce git bana bir tas su getir, diye emretmiş. Vezir derhâl bir tas su getirip Padişah'a vermiş. Padişah tası masanın üzerine koymuş ve kalbinden, ̶ Ben deniz gibiyim. Sen benimle uğraşabilir misin? diye geçirmiş. Bu arada çocuğun gözüne hiddetle bakmış. Çocuk çubuğunu getirip tasın üstüne koymuş. Padişah elini çenesine atmış. Çocuk da karşılık olarak elini başına koymuş. Bunun üzerine Padişah da çocuğu çağırmış ve iki gözünden öpmüş, ̶ Yavrum, Allah seni kem gözlerden, uğursuzdan esirgesin, diyerek cebine bir kese altın bırakmış. ̶ Artık gidebilirsin; memleketine gidince babana selâm söyle, diyerek onu uğurlamış. Bu durum karşısında olanlara bir anlam veremeyen vezir, olduğu yerde donakalmış. Padişah, ̶ Vezirim, ne gidiyorsun ne de oturuyorsun. Neden? diye sorunca Vezir, ̶ Ben bu genci sizinle imtihana girmesi için getirmiştim, diye kekeleyerek cevap vermiş. Padişah, ̶ Görmedin mi, imtihana girdi, kendisini yenemedim; ödüllendirip yolladım, demiş. Konuşmasına devam ederek, ̶ Baktım ki peşine düşüp devam edersem beni iyice rezil edecek… Yol yakınken döneyim diye düşündüm." demiş. Veziri de affettiğini söylemiş. Bu sözlerden hiçbir şey anlamayan Vezir, ̶ Padişahım affınıza sığınıyorum ama hiç bir şey konuşmadınız, deyip hayretini dile getirince Padişah, ̶ Akıllı adam konuşmadan da lâfı anlar. Ben senden su istedim; suyu masaya koydun. İçimden, ‘Ben deniz gibiyim çocuk, sen benimle uğraşamazsın’ diye geçirdim. Çocuk tasın üzerine çubuğu koyunca bu hareketiyle, ‘Ben senin üzerinden köprü bağlar geçerim.’ demek istedi. Elimi çeneme attım. ‘Ne çabuk anladın’ dedi.Çocuk da elini başına koydu. Yani, ‘Çenede akıl yoktur; ne varsa kafadadır.’ demek istedi. Baktım ki gücüm yetmeyecek, daha fazla ısrarcı olmadım.” diye açıklamada bulunmuş. Böylece dersini alan Padişah, bundan sonra insanlara karşı daha merhametli olmuş. Halka tepeden bakmamış. Ülkesinde uzun yıllar adalet ve sevgiyle hüküm sürmüş. Onlar ermiş muradına; biz çıkalım kerevetine.
Padişahın İmtihanı
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
ALİ İLE AHMET'İN ARKADAŞLIKLARI Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş. Zamanın birinde Ali ve Ahmet adında iki arkadaş varmış. Bu iki arkadaş çeşitli işlerde çalışıp para kazanabilmek için köylerinden birlikte yola çıkmışlar. Bir süre yol gittikten sonra acıkmışlar. Ali, azığını çıkarıp arkadaşı ile paylaşmış. Yine yollarına devam etmişler. Az gitmişler uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler. Bir de bakmışlar ki, bir arpa boyu yol gitmişler. Yine acıkmışlar. Bu defa Ali, kendi yemeği bittiği için arkadaşına: ̶ Getir de şu senin azığını yiyelim demiş. Ahmet de: ̶ Benim azığım çok az; sana ekmeğimden veremem, demiş. Ali, arkadaşının bencil biri olduğunu anlamış. Daha fazla birlikte yolculuk yapamayacaklarını anlayan Ali, arkadaşından ayrılmış ve birlerinden farklı yollara gitmişler. Birkaç gün yürüdükten sonra Ali, yolda yıkık bir değirmene rastlamış. Çok acıktığı için ve hiç yiyeceği kalmadığı için değirmenden un artıklarını toplayıp ekmek yaparak yaktığı ateşin üzerinde közde pişirerek yemiş. Vakit akşam olduğu için de değirmende yatmak zorunda kalmış. Değirmenin bir köşesinde boş çuvallar arasında kıvrılıp yatmış. Gece yarısına doğru bir tilki, biraz sonra bir kurt, daha sonra da bir ayı değirmene gelmiş. Ayı tilkiye dönerek: ̶ Tilki kardeş, sen geçimini nasıl sağlıyorsun? diye sormuş. Tilki: ̶ Bir ağanın kocaman bir tavuk kümesi var; ağanın gözde tavuklarına değmeden diğerlerinden günde bir tane yiyorum. Ağanın hiç haberi bile olmuyor, diye cevap vermiş. Ayı kurda: ̶ Ya sen geçimini nasıl sağlıyorsun? diye sormuş. Kurt da: ̶ Bir ağanın sürüsünde kör bir köpek var. Bir gözü hiç görmüyor. Kör tarafından dolaşarak bir koyun götürüp yiyorum. Çobanın haberi bile olmuyor. Fakat bir kara koyun var, onun yüreğini kör köpeğin gözüne sürerse gözü açılır. İşte ben de geçimimi böyle sağlıyorum, demiş. Bu defa kurt ve tilki ayıya: ̶ Ya sen geçimini nasıl sağlıyorsun? diye sormuşlar. Ayı, ̶ Ben de dağdaki büyük ağaçlarda bulunan arı peteklerini yiyorum. Şu karşıki dağın önünde ulu bir ağaç var, bu ağacın dibinde bir küp altınım gömülü… Gündüzleri de bu küpün üzerine yatıp eğleniyorum, diye cevap vermiş. Hayvanlar kendi aralarında konuşadursun değirmenin bir köşesinde sessizce gizlenip yatan Ali, bu konuşmaların hepsini duymuş. Onlar dağılıp gittikten sonra da sabaha kadar kendi kendine plânlar kuran Ali, ortalık ışır ışımaz doğruca ağanın kümesine gidip söz edilen tavuklardan ikisini çalmış. Sonra da doğruca kör köpeğin beklediği sürüyü bulup çobana: ̶ Çoban kardeş, senin köpeğin görmüyormuş. Bana bir koyun verirsen köpeğinin gözünü açarım, demiş. Köpeğinin gözünün açılacağına çok sevinen çoban hemen Ali'ye: ̶ Seç bir koyun, al, demiş. Ali de sürüden kara koyunu ayırıp hemen oracıkta keserek yüreğini köpeğin gözüne sürmüş ve köpek birden görmeye başlamış. Oradan da ayının altınlarının bulunduğu ağacın altına gelmiş. Ayının gizlediği küpü topraktan çıkarıp bir küp altınla arkadaşı Ahmet'ten ayrıldıkları yol ayrımına gelerek buraya bir bina yaptırmış. Aradan epey zaman geçtikten sonra Ahmet çıkagelmiş. Ahmet bunca zaman ancak karnını doyurabilmiş ve hiç kazanç sağlayamadan aç ve sefil bir halde köyüne dönüyormuş. Ali'den ayrıldığı yol kavşağına gelince yeni yapılmış bir konak ve bahçesinde arkadaşını görünce çok şaşırmış. Ali ise, durumuna acıdığı Ahmet’i içeriye buyur etmiş. Ona çok iyi davranmış ve ikramda bulunmuş. Bu durumu, iyi davranışları utanç ve mahcubiyet içinde karşılayan ve çok şaşıran arkadaşı Ahmet'e, ̶ Bana ekmek vermeyip aç bıraktığın bu yol ayrımı bana uğur getirdi. Bundan dolayı buraya bu konağı yaptım, demiş. Burada kalıp birkaç gün dinlenmesini söyleyerek iyi bir arkadaşlık örneği vermiş. Şaşkınlığı giderek artan Ahmet: ̶ Arkadaş, sen bu serveti nereden buldun, bu nasıl oldu? diye sorunca, kendi ekmeğini yiyip de ekmeğini esirgeyen Ahmet'e kıskıs gülüp: ̶ Arkadaşım, ben bu serveti yıkık, köhne bir değirmende buldum, deyip olanı biteni anlatmış. Gözünü zenginlik hırsı bürüyen Ahmet de değirmenin yerini sorup doğruca değirmene gitmiş. Bir köşeye saklanmış. Akşam olunca tilki, kurt ve ayı yine aynı şekilde toplanmışlar. Biri köpeğin gözünün açıldığını, artık sürüye yaklaşamadığını, diğeri, ağanın has tavuklarını çalındığını ve artık kümes gözetlendiği için yaklaşamadığını, öbürü de ulu ağacın dibindeki altınların küpü ile birlikte götürüldüğünü anlatıp dertleşmişler. Hepsi de çaresizlikten aç kalıp ölümle burun buruna geldiklerini söylemişler. Yine hepsi de eskisi gibi genç olmadıklarından avlanamadıklarını söyleyip dertleşip durmuşlar. O ara tilki arkadaşlarına: ̶ Arkadaş ne oldu ise bu yıkık değirmende oldu. En son bu değirmende bir araya gelip hepimiz nasıl geçimimizi sağladığımızı anlattık. Herhâlde biri bizi dinledi ki başımıza bu hâller geldi, demiş. Ayı da: ̶ Evet, ne oldu ise bu değirmende oldu. Kalkın şu değirmeni bir arayalım, demiş. Üçü birden köşe bucak değirmeni aramaya başlamışlar. Bir de bakmışlar ki bir köşeye saklanmış bir insanoğlu… Hepsi birden üzerine saldırıp onu parçalamışlar. Ayı da değirmen taşını kaldırıp üzerine bırakarak taşın altında ezerek öldürmüş. Günlerce arkadaşını bekleyen Ali, Ahmet dönmeyince gidip aramış. Uzun aramalardan sonra değirmene de bakınca arkadaşının başına gelenleri anlamış, ̶ Ettiği tamahın cezasını çekti, deyip konağında varlık içinde mutlu bir hayat sürmüş. Gökten üç elma düşmüş, biri bana, biri dinleyenlere, biri de bütün masal sevenlere olsun.
Ali ile Ahmet'in Arkadaşlıkları
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
KARANLIK EFENDİ Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken; ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir memlekette iki kardeş yaşarmış. Kardeşlerden biri çok zenginmiş. Diğeri ise yoksul ama iyi niyetli gariban bir adammış. Bir gün zengin olan kardeş, evlenme çağına gelen oğluna kız aramaya başlamış. Kardeşinin çok güzel bir kızı varmış ama adam tenezzül etmediği için konuyu bile açmamış. Aradığı gelin adayını bulabilmek için arkadaşı olan bir hamamcının yanına giderek ona, ̶ Hamama gelen müşterilerin arasında uzun boylu, sarışın; ela gözlü gelinlik bir kız görürsen bana haber ver, diye ricada bulunmuş. Hayırlı bir işe vesile olmak isteyen hamamcı da arkadaşının bu teklifini kabul etmiş ve o günden sonra hamama gelen kızları alıcı gözle incelemeye başlamış. Günlerden bir gün, adamın fakir olan kardeşinin kızı hamama gelmiş. Kızı tanımayan hamam sahibi bakmış ki tam tarife uygun çok güzel bir kız. Araştırmış ve kızın kim olduğunu sonunda öğrenmiş. Bir de bakmış ki arkadaşının kardeşinin kızı değil miymiş? Hemen arkadaşına haber yollayarak olanları anlatmış. Çaresiz kalan zengin kardeş, istemeye istemeye kardeşinin kızını oğluna istemiş. Teklifi kabul edilince de çok geçmeden nişan olmuş, hediyeler alınmış. Aradan bir süre geçtikten sonra adam artık sokağa çıkamaz olmuş. Çünkü arkadaşları onunla alay ederek, ̶ Sen çok zenginsin. Koskoca bir ağasın. Nasıl olur da fakir bir adamın kızını alırsın? demişler. Bu alaylara çok içerleyen adam, bunun üzerine cariyelerinden birini göndererek, nişanı bozduklarını ve hediyeleri alıp gelmesini söylemiş. Cariye gidip kapıyı çalmış; kız kapıyı açar açmaz da kulağındaki küpeyi çekip almış. Bir şey söylemeden geri dönmüş. Kızın hüngür hüngür ağlaması üzerine babası yanına gelip durumu öğrenmiş. Çok sinirlenen baba yemin ederek, ' ̶ And olsun ki yarın sabah namazına giderken karşıma çıkan ilk adama seni vereceğim, demiş. Ertesi gün sabahleyin camiye giderken yolda acayip kılıklı bir adamla karşılaşmış. Verdiği sözü hatırlayarak adamı durdurmuş ve ona, ̶ Kızımı sana vereceğim, demiş. Afallayan adama durumu izah etmiş. Adam da bu teklifi sevinerek kabul etmiş. Kızın babasına, O zaman yarın size bir araba gönderir, kızınızı aldırtırım, demiş. Ertesi gün de çok güzel atlarla çekilen şahane bir arabayı eve göndermiş. Ancak ne gelin damadı görmüş; ne da damat gelini görmüş. Masal bu ya aradan birkaç gün geçtikten sonra düğün dernek yapılmış ve evlenmişler. Fakat bu evlilikte garip giden bir şeyler varmış. Adam akşamları evde hiç ışık yaktırmazmış. Adam gece karanlıkta gelir, hiçbir şey söylemeden ve gün ağarmadan tekrar çıkıp gidermiş. Kız adını sorduğunda ise ̶ Benim adım, ‘Karanlık Efendi’ dermiş. Bir gün zengin olan kardeşin karısı ucuzundan bir elbiselik kumaş alarak kızı düğüne çağırtmış. Çağrı için eve giden cariye, kızın yeni evine gitmiş. Ancak evin güzelliği karşısında şaşırıp kalmış. İçerdeki cariye ve hizmetlileri görünce şaşkınlığı bir kat daha artmış. Kızın huzuruna çıkıp hediyeyi göstererek durumu anlatmış. Kız da çok adi olan kumaşı kadının yanında keserek kapının önüne paspas yapmış. Cariye hemen eve koşup hanımına olanı biteni anlatmış. Gece olmuş, Karanlık Efendi gelmiş. Kız olup biteni kocasına söylemiş. Adam da, ̶ Ben sana yarın bir araba göndereyim. En güzel kıyafetlerini giy. Yanına da üç kese altın al. Birini arabadan inince atarsın ki fakir fukara toplasın. Birini, gelin ile damadın üzerine atarsın, diğerini de çıkarken atarsın, demiş. Kız düğün günü süslenmiş püslenmiş, düğün evine gitmiş. Karanlık Efendi'nin dediği gibi arabadan inerken bir kese altını oradaki fakirlerin üzerine atmış. İçeri girmiş; bir kese altını da gelin ile damadın üzerine atmış. Bu sırada kızın güzelliğini gören damat bayılmış. Kendine geldiğinde yanındaki gelini kovmuş, ̶ Ben eski nişanlımı isterim, diye tutturmuş. Kız hiç aldırış etmeden çıkıp gitmiş. Çıkarken de ortalığa bir kese altın daha serpmiş. Gece olmuş, Karanlık Efendi gelmiş. Kız durumu anlatmış. Zengin adamın oğlu da bu yaşadıklarından sonra, ̶ Benim nişanlımı benden habersiz bir başka adama vermişler, diyerek kadıya başvurmuş. Kadın kocasına, ̶ Amcam çok zengindir. Kadı oğlan lehine karar verirse ben ne yaparım? diye sızlanınca adam karısına, ̶ Sen hiç üzülme; ben hallederim, diyerek, cebinden çıkardığı bir kalemle avucuna bazı şeyler yazmış. Ay ışığında eline ne yazdığını bilmeyen kadın kocasını uğurladıktan sonra, her şeye kolayca çare bulan benim kocam gerçekte kim acaba, neyin nesi? diye düşünüp durmuş. Gel zaman, git zaman mahkeme günü gelmiş. Kadı’nın huzuruna çıkmışlar. Kız da oğlan da derdini anlatmış. Kadı’nın önünde oğlanın yalan konuşmasına sinirlenen kız bağırmaya başlamış. Onu yatıştırmak isteyen Kadı, elini kaldırarak sakinleşmesini söylemiş. O anda kız Kadı’nın elindeki yazıyı görerek karşısında duran genç ve yakışıklı adamın kendi kocası olduğunu anlamış.Kadı adamı idam cezasına çarptırmışsa da kızın ısrarları üzerine cezasını hafifletmiş ve onu sürgüne göndermiş. Kız ve Karanlık Efendi bu olayın olumlu bir şekilde sonuçlanması üzerine çok sevinmişler. Kurbanlar kesmişler, sadakalar dağıtmışlar ve daha mutlu bir hayat yaşamaya başlamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Karanlık Efendi
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
ÜÇ BİBER Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken;ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir babanın üç kızı varmış. Köyün dışındaki küçük evlerinde mutlu bir hayat sürüyorlarmış. Bir gün babaları kızlarına: — Ben pazara gidiyorum, bir isteğiniz var mı? diye sormuş. Küçük kız: — Baba bana küpe ile kolye al, demiş. Ortanca kız: — Baba bana bilezikle yüzük al, demiş. Büyük kız da: ̶ Baba bana üç biberimi getirmezsen önün katran diken; arkan da yalın kılıç olsun. Yarı yolda kalasın, demiş. Babaları pazara gitmeden önce kızlarına: — Evlatlarım ben üç gün içinde dönerim. Bu vakte kadar sakın hiç kimseye kapıyı açmayın, diye sıkı sıkı tembih etmiş. Çarşıda alışverişini bitiren ve eve dönmek için yola giren baba üçüncü gün yolun yarısına geldiğinde, önü katran, diken; arkası yalın kılıç oluvermiş. Büyük kızın istediği üç tane biberi unuttuğu için eve dönemediğini düşünüp geri dönmüş. Pazardan üç tane biber alıp eve gelmiş. Küçük kızın küpe ve kolyesini, ortanca kızın bilezik ve yüzüğünü vermiş. Büyük kızına da cebinden üç tane biber çıkarıp uzatmış.  Büyük kız: — Baba, ben senden bunları istemedim ki... Ben senden Üç Biber namıyla bilinen bir genci istemiştim. Onu bana al getir dedim. Ama sen bana üç tane biber getirdin. -demiş- Ben gidip Üç Biber’imi kendim arayıp bulacağım, demiş. Babası gitmemesi için ne dediyse de kızını bir türlü ikna edememiş. Kız babasını dinlemeyip yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Nihayet bir köye varmış. Sessizliğe bürünmüş bu köyde herkes karalar bağlamış, yas içindeymiş. Kız merak edip köylülerin birine: — Ne var, niye hepiniz karalara bürünmüşsünüz? diye sormuş. Adam da: — Kızım bizim padişahımızın kızı delirmiş. Sarayda hangi cariye yemek götürdü ise o cariyeyi öldürmüş. Bizim köyümüzden de sarayda iki cariye vardı. Onları da öldürmüş. Saraya cariye dayandıramıyoruz, diye derdini dökmüş. Bu garip olayı kafasına takan kız. Saraya, padişahın yanına gider ve padişahın huzuruna çıkıp: — Efendim, müsaade ederseniz kızınıza bugün yemeği ben vereceğim, demiş. Akşam yemeğinde yemek tepsisini alıp kızın odasına götürmüş. Tepsiyi yere koyup, ayağı ile kızın önüne iteleyip merdivene oturarak; yemesini beklemiş. Ansızın odadaki mum sönüvermiş. Kız, pencereden dışarıya baktığında karşıdan garip bir ışık geldiğini; bir şeylerin yandığını fark etmiş. Usul usul ışığa doğru gitmiş. Bir de bakmış ki kocaman kazanlar kurulmuş; altında kocaman ateşler yakılmış, iki ihtiyar kadın da hem ateşe odun atıyor hem de konuşuyorlarmış: — Kralın kızı biz bu ateşi ne kadar çoğaltırsak o kadar çıldırıp bağırıyor, diyorlarmış. Konuşmaları dinleyen kız, usulca kazanlara yaklaşıp kaynayan kazanları ateşin üstüne devirerek, ateşi söndürüp kaçmış. Saraya koşarak vardığında kızın: — Ben deli değilim. Sökün şu zincirleri, diye bağırıp ağladığını duymuş. Herkes korkudan birbirine bakıyormuş. Kalabalığın arasından sıyrılıp kıza doğru koşmuş. Hemen elindeki ve ayağındaki zincirleri çözüp atmış. Kız kimseye saldırmamış, babasına sarılarak ağlamış. Kızının normale dönmesine çok sevinen Padişah: — Ne istersen iste; dilediğin her şeyi sana vereceğim, diye kıza istediğini sorunca O da: — Efendim, ben Üç Biber adında bir genci arıyorum. Onu bana bulup getirtin, başka bir şey dilemem, demiş. Padişah, bu sözler üzerine adamlarını ülkenin dört bir yanına salıp Üç Biber'i bulup getirmelerini emretmiş. Aramışlar, taramışlar, iğnenin deliğine bakmışlar. Sonunda askerler Üç Biber isimli delikanlıyı bulup huzura getirmişler. Üç Biber, padişahın huzuruna el pençe divan getirilince çok korkmuş: — Yüce efendim, ben size karşı bir kusur mu işledim? Eğer bir kusurum varsa affedin, diye yalvarmış. Padişah gülerek: — Hayır hiçbir kusurun yoktur ama seni görmek isteyen bir kız var… O seni çok seviyor ve de evlenmek istiyor, demiş. Üç Biber bu işe çok şaşırmış. Kral kızı huzuruna çağırmış ve: — Kızım senin Üç Biber'in bu mu? diye sormuş. Kız da: — Evet efendim. Rüyalarıma giren Üç Biber budur, demiş. Bu sözler üzerine şaşkınlığı biraz daha artan Üç Biber, kızı görür görmez güzelliğine âşık olmuş. Padişah bu iki genci evlendirmiş. Üç Biber'e de sarayda iyi bir iş verip rahat bir hayat sürmelerini sağlamış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Üç Biber
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
PARMAK VE DEV Bir varmış, bir yokmuş; Allah'ın kulu çokmuş. Ülkenin birinde üç kızıyla birlikte yaşayan yaşlı bir kadın varmış. Bu kızlar anneleri ile birlikte çıkrıkla yün eğirerek geçimlerini sağlarlarmış. Bir gün büyük kız annesine, ̶ Bir ciğer al da yiyelim, demiş. Annesi, ̶ Çarşıya iplikleri satmaya gidince alırım, demiş. Fakat pazara gittiği gün tuz, pamuk, şeker, sabun almış ama ciğer almamış. Kız niye almadığını sorunca, unuttuğunu söylemiş. Yaşlı kadın başka bir gün çarşıya tekrar iplikleri satmaya gidince bir devle karşılaşmış. Dev kadına, ̶ İpliğin kaça? diye sormuş. Kadın, ̶ Kendirin üç, diye cevap vermiş. Dev, kadının üç kızı olduğunu bilirmiş. Kadına, ̶ Bir kese altın verirsem, büyük kızını bana verir misin? diye sormuş. Kadın, ̶ Canına kurban olsun, diyerek büyük kızını deve verdiğini söylemiş. Düğün dernekten sonra kız gelin olup devin evine gelmiş. Evliliğin ilk günü dev güzel bir sofra hazırlamış. Sofraya da bir insan parmağı koymuş. Hanımına, ̶ Hanım buyur yemek hazır, demiş. Karısı sofraya oturmuş fakat hiç bir şey yiyememiş. Dev parmağı yemesini emretmiş. Fakat kız bunu yemeyerek hasırın altına koymuş. Deve de parmağı yediğini söylemiş. Dev, ̶ Parmak nerdesin? diye bağırınca parmak dile gelip, ̶ Bir parçam tepsinin altında, diğer parçam hasırın altında, demiş. Bunu duyan dev çok kızmış, kızı götürüp asmış. Dev daha sonra yaşlı kadının evine gidip, ̶ Ortanca kızını ablası çağırıyor. Çamaşır yıkayacak kendisine yardım etmesini istiyor, demiş. Yaşlı kadın izin vermiş fakat çabuk dönmesini de tembihlemiş. Dev, kızı alıp evine götürmüş. Ona da aynı şekilde sofra hazırlamış. Sofraya yine bir insan parmağı koymuş. Kıza, ̶ Gel de afiyetle ye bakalım, demiş. Tabii ki kız bu parmağı yiyememiş. Bir parçasını külün içine, diğer parçasını da ayakkabısının altına saklamış. Dev, ̶ Parmağı yedin mi? diye sorunca kız, ̶ Yedim, diye cevap vermiş. Dev, ̶ Parmak nerdesin? diye bağırmış. Parmak dile gelip, ̶ Bir parçam külün içinde, diğer parçam ayakkabının altında, demiş. Dev bunu duyunca çok kızmış. Kızı alıp ablasını astığı yere götürerek onu da asmış. Aradan birkaç gün geçtikten sonra dev, yine yaşlı kadının evine gitmiş. En küçük kızı istemiş, ̶ Ablaları küçük kardeşlerini çağırıyor. Biraz oturalım diyorlar, demiş. Yaşlı kadın, ̶ Peki ama çabuk gelsinler, diyerek küçük kızı da deve vermiş. Dev diğerlerine yaptığı gibi güzel bir sofra kurmuş. Sofraya yine bir parmak koymuş. Küçük kız da bu parmağı yiyememiş. Parmağı yanında oturan kediye vermiş. Dev, ̶ Parmak nerdesin? diye soru sormuş. Parmak, ̶ Sıcak bir karındayım, diye cevap vermiş. Dev buna çok sevinmiş. Kızın parmağı yediğine inanarak kızı da kendilerinden oldu saymış. Kıza evindeki kırk odanın kapı anahtarlarını vermiş, ̶ Bunlardan otuz sekizini aç; ikisini açma sakın, diye de tembih etmiş. Fakat kız devi dinlememiş. Bütün kapıları açmış .Açtığı odaların birinde yaşlı bir kadın yün eğiriyormuş. Kızı görünce acınaklı bir yüz ifadesiyle kıza, ̶ Vah kızım, sen bu devin elinden nasıl kurtulacaksın? demiş. Kıza çok acımış. Kız bir kapı daha açmış ki içerisi ölülerle doluymuş. Bunların içinde ablalarını da görünce dehşete kapılmış ve ağlamaya başlamış. Sıra devin açma dediği iki kapıya gelmiş. Kız içini kemiren korkunç merakla bunlardan birini açmış ki içeride altın suyu kaynamakta… Diğerini açınca da gümüş suyunun kaynamakta olduğunu görmüş. Parmağının birini altın suyuna, diğerini de gümüş suyuna batırmış. Her iki parmağını da bir bezle bağlamış. Dev avdan gelince kıza, ̶ Eline ne oldu? diye sormuş. Kız, ̶ Bıçak kesti, demiş. Dev bıçağa, ̶ Hanımın parmağını niye kestin? diye sorunca da bıçak, ̶ Ben kesmedim, demiş. Kız bu sefer, ̶ Kapının arasına sıkıştı, demiş. Dev kapıya, ̶ Niye parmağını kıstırdın? diye sormuş. Kapı da, ̶ Ben kıstırmadım, diye cevap vermiş. Dev bu konuşmalardan sonra şüphelenmiş kızın parmağındaki sargıları açmış. Parmakların birinin altın, diğerinin gümüş suyuna batırıldığını görünce kıza, ̶ Güzel olmuş, sana çok yakışmış, diyerek beğendiğini söylemiş. Kız da devin kendisini kardeşleri gibi asmayacağını düşünerek sevinmiş. Fakat yine de bir an önce devden kurtulmak istiyormuş. Aradan biraz zaman geçtikten sonra dev, bu kızla kesin olarak evlenmeye karar verip bir gelinlik getirmiş ve kıza bu gelinliği ve duvağı giymesini, kendisi avdan dönünceye kadar hazır olmasını tembihleyip ava gitmiş. Kız gelinliği bir direğe giydirmiş, üzerine de duvağı örtmüş. Kendisi de bir tuluğun içine girmiş. Yuvarlana yuvarlana devin evinden uzaklaşmış. Yolda giderken dev tuluğu görmüş fakat evde evleneceği kız beklediği için merak edip de hiç aldırmamış. Dev eve gelince kıza bağırmış fakat hiç ses alamamış. Kızı gelin nazı ediyor da konuşmuyor diye düşünüp direği kucaklamış. Fakat direk ortadan ikiye bölünmüş. Direk parçalanınca başına düşen kısımla kafası yarılıp oracıkta ölüvermiş. Masal bu ya, tuluk içindeki kız yuvarlana yuvarlana bir padişahın sarayına gelmiş. Ne edip edip kendini saraya hizmetçi olarak kabul ettirmiş. Orada çamaşır yıkar, temizlik işlerini görürmüş. Bir gün kız havuzun başında yıkanırken padişahın oğlu onu görmüş. Çok beğenmiş. Fakat hep o eski tuluğu giyermiş. Oğlan annesine, ̶ Bu kız kim? diye sorunca annesi, ̶ Bitli kız oğlum, demiş. Oğlan, ̶ Yarın benim yemeğimi bu kız getirsin, demiş. Annesi önce kabul etmemiş fakat sonra oğlunun ısrarlarına dayanamayarak razı olmuş. Ertesi gün yemeği kız götürmüş. Konuşmuşlar, tanışmışlar. Oğlan çok beğendiği kızı alıp önce bir terziye götürüp güzel elbiseler diktirmiş, daha sonra da yalnız yaşayan ihtiyar bir kadının yanına götürmüş. O kadına bolca para verip, ̶ Bu kıza kendi kızınmış gibi davran, diye sıkı sıkı tembih etmiş, ̶ Ben annemi gönderip bu kızı senden Allah’ın emri ile isteteceğim, demiş. Kadın bu teklifi kabul etmiş. Kız güzel elbiseler giyinip bakımlı bir hâle gelmiş. Aradan bir müddet geçince oğlan annesine, ̶ Bu evdeki kızı bana alacaksın, diye diretmiş. Annesi, ̶ Oğlum sana vezirlerin, kızları lâyıktır; bu garibanın evinden hiç kız alınır mı? demişse de oğlan annesini ikna etmiş. Sonunda oğlanın annesi kızın bulunduğu eve gidip ay parçası gibi güzel bir kızla karşılaşınca çok şaşırmış. Kızı isteyip, kırk gün kırk gece süren bir düğünle oğluyla evlendirmiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Parmak ve Dev
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
GÜDÜK ALİ Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. Bir zamanlar bir kadınla bir erkek yaşarmış. Bunların hiç çocukları olmazmış. Allah'a her zaman yalvarır, ̶ Olsun da bir küçücük çocuğumuz olsun, diye dua ederlermiş. Uzun zaman sonra duaları kabul olmuş ve bir çocukları doğmuş. Çocuk çok küçükmüş. Anne ve baba hiç olmamasından yine de iyidir diyerek sevinmişler. Adını Ali koymuşlar. Küçük olduğu için de zamanla, lakabı Güdük Ali kalmış. Yıllar geçmiş, Güdük Ali'nin boyu pek büyümemiş ama kısacık boyuna rağmen bağ bahçe işlerinde ailesine yardım eder duruma gelmiş. Bir gün annesi tarlada çalışan kocasına yemek götürmeğe hazırlanıyormuş. Güdük Ali annesine yalvarmış, ̶ Anne ne olur, babama yemeği ben götüreyim, demiş. Annesi ne kadar izin vermek istememişse de oğlunun ısrarına dayanamayıp ona izin vermiş. Güdük Ali'yi atın sağ kulağına oturtmuş, yemekleri de atın eğerine bağlamış. Güdük Ali tarlaya gelince babasına seslenmiş. Babası nerdesin deyince, ̶ Atın sağ kulağındayım, gel beni al, demiş. Babası Güdük Ali'yi ve yemeği alıp bir ağacın dibine götürmüş. İştahla yemeğini yiyip karnını doyurunca su içmek istemiş fakat su küpünde suyun kalmadığını görünce su getirmeye çeşmeye gitmek istemiş. Güdük Ali, ̶ Baba sen çok yoruldun, ben sana su getiririm, demiş. Babası su küpünü ata bağlayıp Güdük Ali’yi yine atın kulağına oturmuş. Güdük Ali atla çeşmeye gelmiş, küpü su ile doldurmak için uğraşırken ağır gelen küp yere düşüp kırılıvermiş. Şimdi küpü kırdığımı babama söylersem bana kızar diyerek korkmuş ve çeşmenin kenarındaki elma ağacına çıkıp, kara kara düşünmeye başlamış. O sırada kocaman bir dev çeşmeye su içmeye gelmiş. Çeşmeye doğru eğilince yerdeki su birikintisinde Güdük Ali'nin yansımasını görmüş. Kafasını yukarı doğru kaldırarak, ̶ Senin adın nedir güzel çocuk? diye sormuş. Güdük Ali, adının Ali olduğunu söylemiş. Daha sonra da dev, ̶ Ali bana bir elma versene, demiş. Güdük Ali elmayı deve uzatınca, dev hemen Ali'yi tutup cebine koymuş ve evinin yolunu tutmuş. Evine varınca Güdük Ali'yi yemekmiş muradı. Güdük Ali'yi cebinden çıkarıp yere bırakmış. Kendi de odun getirmek için dışarı çıkmış. O sırada Güdük Ali duvarda bulunan küçük küçük, merdiven gibi oyuklara tutuna tutuna çıkıp bir oyuğa saklanmış. Dev gelince Güdük Ali'yi aramış, seslenmiş. Bulamayınca Güdük Ali, ̶ Tavandayım, gel de al, diye bağırmış. Dev, küçük çocuğun oraya nasıl çıktığına hayret etmiş. Ne yaptıysa da tavandaki oyuğa ulaşamamış. Güdük Ali'ye oraya nasıl çıktığını sormuş. Fakat Ali gibi oraya çıkabilmesi mümkün değilmiş. Güdük Ali, bir kurnazlık düşünüp deve, odunları yakıp kor etmesini söylemiş. Dev odunları yakıp oldukça bol kor yapmış Güdük Ali deve, o korların üstüne oturunca aşağıya ineceğini söylemiş. Dev de saf bir dev olduğundan ateşlerin üstüne oturmuş ve oturmasıyla da alev alıp yanmaya başlaması bir olmuş. Kısa zaman sonra da tamamıyla tutuşan dev, oracıkta yanarak ölmüş. Güdük Ali de dev ölünce tavandan inip babasına gidip olanları anlatmış. Babası at arabasını getirip devin evindeki kıymetli eşyalarını ve altınları alıp evine götürmüş. Varlık içinde mutlu bir hayat sürmüşler. Gökten üç elma düşmüş, üçü de dinleyenlerin başına olsun.
Güdük Ali
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
GOGOZİK Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir karı koca ile bunların bir oğulları varmış. Günün birinde bu oğullarını evlendirmişler. Bunların bir de inekleri varmış. Bir gün gelinleri ineği sağmağa gitmiş. Beklemişler, beklemişler kadıncağız gelmemiş. Kaynana, ̶ Bu gelin gelmedi, hele gidip bakayım; bu zamana kadar ahırda ne yapıyor? demiş. Kayınpederi de, ̶ Hatun otur biraz bakalım, şimdi gelir, demiş. Biz gelelim geline: Gelin ineği sağarken bir kabahat yapmış. Bu sırada inek de başını sallamış. Gelin, ̶ Aman inek kabahat yaptığımı sakın kaynanama söyleme. Eğer sır tutar da söylemezsen gelinliğimi getirip sana giydireceğim, demiş. İnek sırrını tutunca da gelinliği getirip ineğe giydirmiş. Kaynana sonunda sabredememiş, ̶ Gidip bakayım, bu gelin gelmedi, ne oldu acaba? demiş, aşağı inip bakmış ki ne görsün! İnek gelinlik giyinmiş. Gelin de karşısında oturmuş ağlıyor. Kaynana, ̶ Gelin ne oldu? Bu inek gelinlik elbisesini niçin giydi? diye sormuş. Gelin de, ̶ Sus anne, kabahat yaptım. Size söylemesin diye getirip gelinliğimi giydirdim, diye cevap vermiş. Kaynanası da, ̶ Aman yeter ki kayınpederine söylemesin ben de gideyim sandıktan gümüş kemerimi getirip beline bağlayayım, demiş. Hemen gidip sandıktan gümüş kemerini getirip ineğin beline bağlamış. Kayınpeder karısı da gidip gelmeyince meraklanmış. Gidip bakmış ki ineğe gelinlik giydirmişler, beline de gümüş kemer bağlamışlar. Bu durumu gören adam şaşırmış. Karısına, ̶ Ne oldu böyle? diye sormuş. Karısı, ̶ Aman sus, gelin kabahat yapmış. Getirip gelinliğini giydirmiş. Ben de gümüş kemerimi bağladım ki sana söylemesin, demiş. Kayınpeder de, ̶ Aman sakın oğluma söylemesin. Ben de gideyim sırmalı ceketimi getirerek giydireyim, demiş. O da gidip sırmalı ceketini getirerek ineğe giydirmiş. Oğlan beklemiş, beklemiş bakmış ki ne gelen var ne de gidenlerden bir haber. Kendi kendine, ̶ Kalkayım, gideyim. Bakayım ne oldu bunlara, diye düşünmüş. Oğlan gidip bakmış ki ortalık düğün dernek. İnek gelinlik giymiş, gümüş kemeri beline bağlamışlar, üzerine de sırmalı ceketi giydirmişler. Şaşkına dönen oğlan, ̶ Ne oldu? diye sormuş. Babası durumu anlatmış. Gelin bir kabahat işlemiş, anneme söylemesin diye gelinliğini giydirmiş. Annen de bana söylemesin diye gümüş kemerini getirip beline bağlamış. Ben de sana söylemesin diye sırmalı ceketimi getirip giydirdim, demiş. Oğlan da sinirlenip, ̶ Ulan bu dünyada ne deli insanlar arasında kaldım. Başımı alayım da akıllı insanların diyarına gideyim, demiş. Atına atlayıp yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Bir de arkasına bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. En sonunda bir şehre vasıl olmuş. Çok susamış. Karşısına çıkan ilk kapıyı çalıp su istemiş. O sırada da evde hiç su yokmuş. Adam hemen büyük kızını yolcuya su getirmesi için pınara göndermiş. Kız bakraçları alıp pınara gitmiş. Bakracını çeşmenin önüne koymuş. Su dolarken hayale dalıp gitmiş, kendi kendine, ̶ Şu yolcu beni alsa da, bir çocuğumuz olsa da, adını Gogozik koysak da, salına salına gelip şu duta çıksa da, dut yerken ağaçtan düşüp ölse de, ben anası olarak ağlamaz mıyım? demiş, dizine vura vura basmış figanı. Derken, evdekiler bir beklemiş, iki beklemiş; kız gelmemiş. Adam bu sefer ortanca kızını göndermiş. Kıza, ̶ Ablan gitti gelmedi, bak ne oldu. Git suyu al da çabuk gel, demiş. Kız gitmiş bakmış ki ablası dizine vurarak figan ediyor, ̶ Hayrola abla ne oldu? diye sormuş. Ablası, ̶ Şu gelen adam beni alsa da, ondan bir oğlum olsa da, adını Gogozik koysak da, salına salına gelse de, şu duta çıksa da, dut yediği yerde duttan düşüp ölse de, sen teyze olsan ağlamaz mısın? deyince kardeşi, ̶ Aman nasıl ağlamam! diyerek feryat figan ağlamaya başlamış. Adamcağız susuzluktan yanarak suyu bekleyedursun, baba bu defa küçük kızını göndermiş. Kızına, ̶ Kızım koş, ablaların gelmedi. Bu adamcağız susuzluktan öldü. Git şunları al da gel, demiş. Küçük kız pınarın başına gitmiş ki bir de ne görsün! Ablaları karşı karşıya geçmiş dizlerine vurarak, saçlarını başlarını yolarak ağlıyorlar. Ablalarına, ̶ Hayrola ne oldu? diye sormuş. Ablaları, ̶ Gel hele bacım gel. O gelen misafir beni alsa da, benden bir oğlu olsa da, adını Gogozik koysak da, salını salını gelse de, şu duta çıksa da, dut yediği yerden düşüp ölse de, teyzesi olarak ağlamaz mısın? deyince küçük kız da, ̶ Aman nasıl ağlamam, deyip ağlamaya başlamış. Evdekiler yine beklemişler, beklemişler. Bakmışlar ki ne gelen var ne de kızlardan bir haber. Bu defa adam kızların annelerine, ̶ Kadıncağız, git hele. Bu kızlar gitti gelmedi. Allah sonunu hayır eyleye. Başlarına bir iş mi geldi? Hemen git şunları al da gel. Bu misafir burada yandı kavruldu, demiş. Kadıncağız doğruca pınara gitmiş. Bakmış ki üç kızı da üç yerden figan ediyorlar. Annelerini görünce sanki ölü evinde imiş gibi daha da figan etmeye başlamışlar. Anneleri, ̶ Ne oldu böyle sizlere, niye ağlıyorsunuz? diye sorunca büyük kız, ̶ Bu gelen misafir beni alsa da, benden bir oğlu olsa da, adını Gogozik koysak da, salına salına gelse de, şu duta çıksa da, dut yediği yerden düşüp ölse de sen büyük annesi olsan ağlamaz mısın? deyince annesi de, ̶ Aman nasıl ağlamam. Büyük annesi öle!...diyerek figan etmeye başlamış. Beklemekten canı su kesilen misafir, ̶ Allah Allah, bunda bir hayır vardır. Benim başıma mı çıkacak var, bu nedir; giden gelmiyor. Başımı alıp gideyim bari, demiş. Kızların babası, ̶ Dur bakalım yahu. Bir de ben gideyim, demiş. Adamcağız pınarın başına gelince bakmış ki bir figandır kopuyor. Şaşırıp kalmış, kendi kendine, ̶ Acaba bizim büyük kızın başına bir iş mi geldi de, bunların hepsi oturmuş ağlaşıyor? diye düşünmüş. Telaşla yanlarına yaklaşmış, ̶ Ne var, hayrola; ne oldu da hepiniz birden ağlaşıyorsunuz? diye sormuş. Büyük kız, ̶ Aman babacığımız ne ola. O gelen misafir beni alsa da, benden bir oğlu olsa da, adını Gogozik koyacak olsak da, salına salına gelse de, şu dutun başına çıksa da, dut yediği yerde düşüp ölse de, sen dedesi olsan ağlamaz mısın? diye cevap vermiş. Adam da, ̶ Ah deden ölsün! diyerek onlardan daha fazla figan etmeye başlamış. Adam bir beklemiş, iki beklemiş gelen yok giden yok. Kalkıp pınarın başına kendisi gitmiş. Bir de ne görsün! Bütün aile pınarın başında oturmuş figan ediyor. Şaşırıp kalmış. Adam, ̶ Hayrola, ne oldu size böyle, niye hep birden ağlaşıyorsunuz? diye sormuş. Büyük kız ortaya atılıp, ̶ Ey adam, sen beni alsan da, benden bir oğlun olsa da, adını Gogozik koysak da, salına salına gelse de, şu dutun başına çıksa da, dut yediği yerde düşüp ölse de sen babası olsan ağlamaz mısın? demiş. Adam, ̶ Tuh, Allah belanızı versin. Ben akıllı diyarlara göç edeyim derken bir de ne göreyim, benim evdeki deliler buranın akıllılarından daha akıllıymış, demiş. Atına atlayarak hemen memleketine geri dönmüş. Evine gelip ev halkına, ̶ Bizim delilerimiz elin akıllılarından daha akıllı imiş, demiş. Memleketine döndükten sonra yemişler, içmişler, mutlu bir hayat sürmüşler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Akıllı ve Deliler
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
KORKAK HERİF Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellal iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken ülkenin birinde korkak bir adam varmış. Her şeyden korkarmış. Korkusundan neredeyse kapıdan dışarı çıkamazmış. Gece olup da hacet ihtiyacı olduğunda helâya bile avradı götürürmüş. Fakat kadın avradı da olsa bu durumdan bıkmış usanmış. Yine bir gün korkak kocasını helâya götürmüş. Fakat artık canına tak eden avradı adamı helâya götürmekten bıktığı için onu dışarıda bırakıp kapıyı içeriden kilitlemiş. Korkak herif gece yarısı dışarıda kalmış. Çok korkmuş. Avradına kendisini içeri alması için, ̶ Aman karı, yaman karı; beni it yiyecek, kurt yiyecek, diye yalvarmış ama nafile. Bütün yalvarmalarına rağmen avradı Korkak herifi içeri almamış. Korkak herif avradına, ̶ Madem beni içeri almıyorsun, bana bir avuç un ile bir yumurta ver de gideyim, diye yalvarmış. Avradı korkak herife istediğini vermiş. Korkak herif bunları aldıktan sonra yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Bir de bakmış ki uzaktan bir ışık görünüyor. Korkak herif bu ışığa doğru yürümüş. Yaklaştığında bir ateşin başında yedi tane devin oturduğunu görünce çok korkmuş. Gidecek hiçbir yeri olmadığından, çaresiz devlerin yanına varmak zorunda kalmış. Devler korkak herifi görünce çok sevinmişler. Kendi kendilerine, ̶ Bize iyi bir av geldi, bunu kazana atar; güzelce pişirir yeriz, demişler. Hemen korkak herifi buyur etmişler, ̶ Hoş geldin kardeş, demişler. Devler korkak herife gözdağı vermek için yerdeki büyük taşları avuçlarının içinde sıkıp, ufalayarak leblebi gibi yapmışlar. Fakat çok kurnaz olan korkak herif, avradından aldığı unu hemen cebinden çıkarıp avucunun içinde öfeleyip üfürmüş. Bunun üzerine devler korkmuşlar, bu nasıl adam, taşı un gibi etti, diye düşünmüşler. Korkak herif devleri daha da korkutmak için taşı sıkıyormuş gibi yapıp cebindeki yumurtayı sıkıp suyunu çıkarmış. Adamın taşın suyunu sıkarak çıkardığını gören devler hayret içinde kalmışlar. Bir insanoğlu taşın suyunu sıkarak nasıl çıkarır diyerek korkak heriften daha da korkmaya başlamışlar. Devler daha sonra korkak herife, ̶ Kardeş, bize git de dağdan odun getir, diye ricada bulunmuşlar. O zamanda da çok uzak olan dağdan odun getirmesi çok zormuş. Herife kocaman bir kendir vermişler. Fakat korkak herif, ̶ Bu kendir ne ki, bana daha büyük bir kendir verin ki dağı sırtlayayım getireyim, diye tekrar onlara meydan okumuş. Korkak herif böyle deyince devler korkmuşlar, ̶ Aman kardaş, sen gitme biz gider getiririz, demişler. Devler korkak heriften çok korktukları için onu öldürmeye karar vermişler. Kendi aralarında, ̶ Yatağını damın altına sereriz, geceleyin uyuyunca da oradan başına kaynar su dökeriz ve onu öldürürüz, diye plan kurmuşlar. Planlarını aynen uygulayıp da adamın yatağını damın altına seren devler gece olunca başından aşağıya kaynar sular döktüklerinde devler adam ölmüştür diye yaklaşıp yatağın kımıldadığını görünce şaşırmışlar, ̶ Kardaş, kardaş kalk hele! demişler, ̶ Nasıl bu gece rahat yattın mı? diye de sormuşlar. Korkak Herif, ̶ Yatamadım, çok sıcaktı, terledim, diye cevap vermiş. Devler bu duruma şaşırmış ve çok korkmuşlar. Aralarında, ̶ Bu nasıl adam, o kadar kaynar su döktük, yine de ölmedi, diye fısıldaşmışlar. Bunun üzerine devler, ̶ Bu sefer yatağını dama serer, onu alttan şişleriz, diye anlaşmışlar. Fakat korkak herif bu konuşmaları duymuş. Gece dama yatağını serdiklerinde hemen loğ taşını yatağın içine koyup, kendisi de bir köşeye saklanmış. Devler, boş yatağı damın altından yedi kere şişleyip bir yandan da kemiği ne kadar da sertmiş, diye söylenmişler. Sabah olunca korkak herifin yatağının yanına gittiklerinde bakmışlar ki yatak yine kımıldıyor. Yanına yaklaşıp, ̶ Kardaş, kardaş kalk hele! diye seslenmişler. Korkak herif yatağından doğrulunca da, ̶ Nasıl bu gece rahat yattın mı? diye sormuşlar. Korkak herif hiç istifini bozmadan, ̶ İyi yatamadım, sivrisinekler gece beni çok ısırdı, demiş. Devler bakmışlar ki bundan kurtuluş yok, en iyisi kendi aramızda babamızın mirası için dövüşüyormuş gibi yapıp buna da biraz altın verip kurtulalım, diye sözleşmişler. Kendi aralarında yalandan dövüşüp, babalarının mirasını bölüşmüşler. Korkak herife de bir torba altın vermişler. Altını alan korkak herif oradan ayrılıp doğruca kendi evine dönmüş. Karısı altınlarla gelen kocasını çok iyi karşılamış. Kalan günlerinde mutlu bir hayat sürmüşler. Onlar ermiş muradına, biz de erelim muradımıza. Gökten üç elma düşmüş. Biri bana, biri size, biri de masal sevenlerin başına olsun.
Korkak Herif
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
KÖYÜN ÇOBANI Evvel zaman içinde kalbur saman içinde köyün birinde bir çoban varmış. Bu çobanın bir de ihtiyar anası varmış. Çobanın gönlü köyün ağasının hanımına düşmüş, fakat derdini bir türlü kimseye açamazmış. En sonunda dayanamayan çoban, bir gün anasına demiş ki: — Ana, yarın git, ağaya söyle, hanımını bana versin, Anası da: — Olmaz, oğlum, filan demişse de söz dinletememiş. Bir çare de bulamayınca gitmiş ağanın evine. Ağanın yanına varan çobanın anası boynunu bükmüş, Ağa’ya demiş: — Ağa, bizim oğlan senin hanıma âşık, senin hanımı bizim oğlana verir misin? Ağa bu lafa o kadar çok kızmış ki çobanın anasını güzel bir dövmüş, kolunu bacağını kırmış, evine yollamış. Aradan bir iki ay geçmiş, çobanın anasının kolu bacağı iyileşmiş. Anasının iyileştiğini gören çoban, üsteleyerek: — Ana, ya gidip ağanın hanımını bana istersin ya da ben bu çobanlığı bırakır, başımı alıp buralardan giderim, demiş. Anası da: — Oğlum bütün geçimimiz bu çobanlıktan. Sen çobanlığı bırakıp buraları terk edersen bana ne olacak? diyerek ağlamış. Çoban: — Ana, hiç ağlama. Sen gidip ağadan isteme, bu sefer de hanıma söyle, o da yok derse bu sevdadan vazgeçeceğim, diyerek anasını razı etmiş. Çobanın anası mecbur kalmış, ağanın hanımının yanına varmış. Hanıma: — Benim çoban oğlum seninle evlenmek istiyor, ne diyorsun? diye sormuş. Hanım da demiş ki: — Tamam, olur. Ben bu akşam bizim ahırın kapısını açık bırakacağım. Oğlun gelsin ki görüşüp anlaşalım, demiş. Çobanın anası bu sözleri işitir işitmez hemen oğluna haber vermeye koşmuş: — Oğlum, durum böyle böyle, diyerek anlatmış. Akşam olunca çoban gidip ağanın ahırına saklanmış. O sırada ağanın hanımı ağaya diyormuş ki: — Ağam, ağam, sen ahırını gezip bakmaz mısın, malını davarını görmez misin, hâlleri nice diye sormaz mısın?’ Ağa hanımının bu lafı üzerine çırayı yakıp ahıra inmiş. Ahırda birden çobanla karşılaşan ağa şaşırmış: — Çoban, sen benim ahırımda ne yaparsın, neylersin? diye sormuş. Çoban: — Ağam, bu akşam köylüler bize misafirliğe gelmişlerdi. Dediler ki senin ahırın ağanın ahırından büyük. Ben de yok öyle şey olur mu, benim ahırım ağanın ahırından büyük olamaz, dedim. Sonunda ölçmeye karar verdik. Ben de geldim ki sizin ahırı ölçtüm, demiş. Ağa, çobanın bu sözlerine hiç kuşkulanmamış. Çırayı havaya kaldırarak: — Bak, bizim ahırın bir ucu nerde diğer ucu nerde... Hiç sizin ahır bizim ahırdan büyük olur mu? demiş. Çoban da: — Tamam ağam, haklısın, ben de köylülere böyle dedim ama söz dinletemedim, diyerek oradan ayrılmış. Bu meselenin üzerinden birkaç gün geçmiş, çoban tekrar anasını ağanın hanımına göndermiş. Ağanın hanımı da: — Bu gece oğlun bizim misafir odasına gelsin ki görüşüp anlaşalım, diye haber göndermiş. Gece olmuş, ağanın hanımı ağaya: — Ağam, ağam, sen bugünlerde hiç misafir odasına bakmıyorsun. Git bir gez bakalım, demiş. Ağa çırağı alıp misafir odasına gitmiş, bir de ne görsün! Köyün çobanı misafir odasında oturuyor. Çoban hazır cevaplıkla: — Ağam, bizim evde köylülerle oturuyorduk. Dediler ki senin misafir odan ağanın misafir odasından büyük. Ben de yok, öyle şey olur mu, ağamın odasının yanında benim oda kümes gibi kalır, dedim. Fakat inanmadılar. Ben de sizin misafir odasını ölçmeye geldim, demiş. Ağa elindeki çırayı kaldırmış, çobana: — Çoban, nasıl olur da benim odam senin odandan küçük olur, işte bak, demiş. Çoban ağasına hak vermiş ve yine evinin yolunu tutmuş. Aradan yine birkaç gün geçmiş. Çoban anasına yalvararak, — Ana, git ağanın hanımına bir daha söyle, bana kati bir cevap göndersin, demiş. Çobanın anası kalkıp ağanın hanımının yanına gitmiş. Ağanın hanımı içten içe kocasının durumu fark etmemesine kızmış ve çobanın anasına, — Oğluna söyle, gece gelsin, benim yatağıma girsin, görüşüp anlaşalım, demiş. Kadına bunları söyleyip onu yolladıktan sonra da akşam yatarken kocasına: — Ağam, şimdiye kadar hiçbir şeyi gözümde koymadın ama bir tek şey gözümde kaldı. Bu gece sen benim entarimi giy, ben de senin entarini giyeyim, öyle yatalım, demiş. Ağa da karısının bu teklifini kabul etmiş. Uykuları gelen ağa ile hanımı yatmışlar, çırayı da söndürmüşler. Bu arada çoban odalarına girmiş ve el yordamıyla yatağı bulmuş. Ağanın tarafından elini yorganın altına uzatıvermiş. Vücudunda bir elin gezinmesiyle uykudan sıçrayan ağa, çobanın kolunu yakalamış, hiddetle sormuş: — Yine ne istiyorsun, çoban!’ Çoban hemen toparlanmış: ̶ Ağam, bizim evde komşularla oturuyorduk. Dediler ki ağanın bacağında tek ben var. Ben dedim yok, komşular, ağamın bacağında çift ben var. Biz de bahse girdik, ben bakmaya geldim. Çobanın bu sözleri üzerine ağa yumuşayarak: ̶ Bak, çoban oğlum, çırayı yak da göstereyim. Bana köyde her zaman çift benli demezler mi? Onlar bunu nasıl bilmezlermiş, bak işte, diyerek benleri gösterivermiş. Çoban: — Çift, çift, diyerek oradan uzaklaşıvermiş. Bu olayın üzerinden hayli bir zaman geçmiş geçmemiş ki çoban hâl çareleri aramaya başlamış. Çareyi yaşlı anasını ağanın hanımına yollamakta bulmuş. Anasına: — Ana, bu defa son, git söyle. Beni alacak mı almayacak mı? Kati bir haber getir, demiş. Çobanın anası tekrar gidip sormuş. Hanım da: — Git, oğluna söyle, ben gece evin kapısını açık bırakıp kendisini bekleyeceğim. Gelsin ki konuşalım, anlaşalım, demiş. Yine akşam olmuş. Çoban hanımın yanına gitmek için hazırlanırken, hanım da evdeki bütün ateş yakacak çakmağı, kavı saklamış. Evde hiç ışık yanmadığını gören ağa: — Hatun, bugün evin ışıkları niye yanmaz olmuş? diye sorunca hanım: — Ağam, evde ne ateş var ne de çakmak, haydi yatalım.” demiş. Yatmışlar. Çoban bu arada eve girmiş. El yordamıyla hanımın yattığı taraftan yatağa girince hanım bağırmış: — Ağa, ağa, ayaklarımın arasında bir mahlûk var, çabuk ışık bul, demiş. Evde ışık olmadığını bilen ağa hemen komşuları Hoca’ya varmış. Ağa evden çıkınca da hanım evin kapılarını kapatmış. Çobanla evde yalnız kalmışlar. Bu arada ağa gidip Hoca’dan ateşi almış, evin kapısına koşar adım gelmiş, ama kapılar kapalıymış. Kapıyı yumruklamış, tekmelemiş ama kimse kapıyı açmamış: — Ben evi mi şaşırdım yoksa, gidip Hoca’yı getireyim, diye söylene söylene Hoca’nın evine gitmiş. Hoca’ya olanları anlatmış. Hoca da: — Ağam, zaten hava bulanık, gel sen bu gece bizde kal. Şafak atınca Allah kerimdir, evi bulursun.” demiş. Ağa da Hoca’ya hak vererek orda kalmış. O gece çoban ağanın evinde sabah tan ağarıncaya kadar kalmış. Tan ağarınca da çekip gitmiş. Bu arada hanım kalkıp, evin kapısını yeniden açık bırakmış. Evin kedisini de yakalayıp, yatağa tekrar girmiş. Biraz sonra eve gelen ağa kapıları açık bulunca şaşırmış ve akşam evi şaşırdığına inanmış. Çabuk çabuk hanımının yanına varmış. Hanım ağayı görünce: — Ağam, ateş bulmak için bu kadar dolaşmak mı lazım gelirmiş. Sabaha kadar mahlûku ayaklarımın arasında tuttum, korkumdan gözlerimi bile kırpmadım. Hele şu yorganı arala da bak ne var ? Ağa çakmağı çakıp yorganı kaldırmış ki evlerinin kedisi hanımın ayakları arasında uyuyor. Gülmüş ağa: — Vallahi hatun ben Hoca’dan ateşi alıp evin kapısına doğru yürüdüm fakat bir türlü bizim evi bulamadım. Yoksa bu kediyi ta ilk akşamdan yakalardım, demiş. Ağanın hanımı düşünmüş taşınmış bakmış ki ağa çobanın kendi namusuna dolandığından bîhaber. Hanım ne planlar kurduysa da ağa hiçbir şey anlamadı. Bu olayın üzerinden böylece birkaç gün geçtikten sonra, hanım kendi kendine: ̶ Namusuma sahip olamayan adamın karısı olup günde bal börek yiyeceğime, gider köyün çobanının karısı olurum, demiş. O gece ağaya ağu içirmiş. Ağa ölmüş böylece. Hanım da aradan birkaç ay geçtikten sonra çobanla evlenmiş. Çobanla anasını da konağa almış. Havadan bu anda üç elma düşmüş, birisi dinleyenlere birisi dinleyip de ders çıkaranlara, birisi de bu masalı söyleyene. Onlar almışlar dersini, biz çıkalım kerevetine.
Köyün Çobanı
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
KORKAK HASAN Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir Korkak Hasan varmış. Bu Korkak Hasan çok korkarmış. Evden dışarı çıkamıyormuş korkudan. Çok korktuğu için dışarı çıkamıyormuş. Karısı da bütün gün evde durduğu için Hasan'ı dışarı çıkarma planları yapıyormuş. Hasan yalnız kaynanık yımırtayı çok seviyormuş. Karısı Hasan'ı dışarı çıkarmak için bir sürü yımırta kaynatıyor. Yımırtaları arayla evin önüne kadar diziyor. Kaynanık yımırtaları Hasan yeyerek yavaş yavaş, yavaş yavaş dışarı çıkıyor. Dışarı çıkınca karısı kapıyı kapıyor, Hasan'ı içeri almıyor. Diyor, şimdiye kadar çalışmadın, bundan sonra çalışıp evimize para getir, diyor. Hasan az gider, uz gider, dere tepe düz gider. Yolda giderken yaralı bir kuşçağaz görüyor. Kuşun kanadını sarıp karısının yanına verdiği torbanın içine kuş koyuyor. Daha biraz gidiyor, daha biraz gidiyor, dereden karşıya geçeyim derken derede bacağı yaralı bir kurbağa görüyor. Kurbağanın da bacağını sarıp torbanın içine atıyor. Az gidiyor, uz gidiyor, dere tepe düz gidiyor, Hasan bir köye denk geliyor. Köyde bir bakıyor ki kalabalık insanlar var. Bu kalabalık insanlar nabar, diye gidiyor. Bir bakıyor, orada da düğün olmuş, gelini evin içine sokacaklar, gelinin boyu çok uzun olduğu için çapalan, küreklen kapıyı yıkmağa çalışıyorlar. Hasan da geliyor, diyor ki: —Nabıyosunuz böyle? —İşte gelinin boyu çok uzun, kapıyı yıkıcaz biraz yukardan da gelin içeri girsin. —Durun, demiş be, gelini içeri sokarız, demiş. Gelinin ensesine bir tokat urmuş, gelin boynunu aşşağı eğip kapıdan içeri girmiş, eve. Sonra Hasan'a demişler ki: —Sen çok akıllı birisin, kal bizim köyümüzde, yarışma olcak, sen de yarışmaya katılırsın. Bu köyde de devler yarışması olcakmış, devler yarışçakmış. Hasan da çok akıllı olduğu için bu devlerin yarışına katılmaya karar vermiş. Neyse bir gün, iki gün sonra yarışma başlamış. Devin bir tanesi çıkıyor ilk baştan, koca dev eline taşı alıyor, bir sıkıyor, un gibi yapıyor. Daha sonra dev o yana bu yana kaşınırken koltuk altından bir bit çıkarıyor, baş parmağam kaa. Daha sonra bu dev yerden bir taş alıyor, bir savuruyor, taş gidiyor, gidiyor, gidiyor, bayağa gidiyor, karşı tepenin ucuna konuyor. Sıra Korkak Hasan'a geliyor. Korkak Hasan, karısının yanına koyduğu torbanın içinden peyniri çaktırmadan alıyor, taş diye peyniri bir sıkıyor, suyunu çıkarıyor. İnsanlar da, Hasan taşın suyunu çıkardı, diyorlar. Hasan orada kazanıyor. İkincisinde Hasan kaşınır, kaşınır, kaşınır, yine torbanın içinden kurbağayı bir çıkarıyor, Hasan'dan koca bit çıktı diye, kocaman kurbağa kadar bir bit, insanlar gene Hasan'ı orda da birinci getiriyorlar. Daha sonra, taş atma yarışında, Hasan yine torbadan kuşu çıkarıyor, kuşu bir atıyor havaya, kuş uçuyor, uçuyor, uçuyor, uçuyor, uçuyor, gidiyor, karşı tepenin ardına gidiyor, gözden kayboluyor. "Ooo", demişler, "Hasan ne çok uzağa taş attı, devlerden uzağa attı, birinci geldi yarışmada", diye galip ilan ediyorlar. Yarışmanın birincisine de bir çuval altın varmış, Hasan bir çuval altını alır, birkaç gün sonra eve döner. Karısına diyor ki, bunca zaman çalışmadığım zamanların hepsini bir kerede getirdim, diyor. Böylece karısı da çok memnun oluyor, Hasan böylelikle de korkaklığını üzerinden atmış oluyor.   (KK: İsmail Ayaz, Deveci Köyü / Malkara- Tekirdağ, 1966 doğumlu, ilkokul mezunu, işçi emeklisi, aynı yerde yaşar. Büyüklerinden dinlemiş).
Korkak Hasan
Tekirdağ
Marmara Bölgesi
GÜDÜK AMCA Bir zaman bir adam balık satarmış. Gitmiş bir köve, doldurmuş bir araba balık. Balıkları satmağa gidermiş bir köve. Giderken giderken yolda da bir tilki yatırmış, kapamış gözlerini, bayılmış, baygın baygın yatırmış.  — Aman, demiş, atayım bunu arabaya da alayım bu tilkiyi de demiş, yüzeyim de demiş, derisini satayım, kürk yapayım hanımlara. Atar arabaya, gider. Aaa, tilki gene bir canlanır arabanın içinde, atmış, atmış, atmış balıkları arabadan yere. Adam hiç bakmamış arkasına. İner aşşağa, bir toplar balıkları, gelir eve. Güzelcene onları dizer evin içine. Hep böyle evin tavanlarına dizer, sıralar böyle. Çıkar gene dışarı, gider, kurdu görür. Kurda, demiş, — “Hiç gelmesin ya bana oturmağa, gezmeğe” demiş. — Gelemem be arkadaşım, demiş, çok açım, demiş, içim bayılır, demiş, hiçbir şey bulamadım yemeğe. — Olsun, demiş be, gel, gel, demiş, bana, demiş. — Geleyim, demiş. Gelmiş. Oturmuşlar. — Ama, demiş, hiç yukarı bakma, gözüne çepel kaçar, demiş. —  Aman, demiş, bakmam be. Usulacık bir bakmış böyle kurt balıklara. — Oh, demiş, ağzının suyu akmış kurdun. — Nereden be adaşım, demiş, bu balıklar sana, demiş. — A be demiş, ben, demiş, göle girdim, demiş, gölde tuttum, demiş. — Aman bana da tutalım be arkadaşım, demiş. — E tutalım, demiş. Hadi gidelim, tutalım, demiş. Giderler. — Ama demiş, ben, demiş, sana, demiş, küpü bağlacam, demiş. Bana gene, demiş, kabağa bağlacam, demiş. Giderler, küpü bağlar kurdun kuyruğuna, girerler balık tutmağa. Ona (kendisine) gene kabağa bağlar kurnaz tilki. Güldür, güldür, güldür küp dolarmış su. — A be, dermiş, çok dolar, dermiş, içine. Balıklar girer, balıklar dolar, dermiş. — A daha biraz derin yerine git. Derin yerine gider, gene küpe güldür, güldür, güldür sular dolarmış. — A be, dermiş, çok doldu, çok ağar. Doldu, dermiş, doldu, balıklar doldu. Aman, ağar ağar, ağar ağar çıkarmış. Çıkalım, demiş. Çıkarken çıkarken kurdun kuyruğu, bir kopar kuyruğu… Ooh çıkarlar. — Ah, demiş, kuyruğum koptu. — E napayım, demiş, balıklar ağar geldi, kopardı kuyruğunu, demiş. Ondan sonra çıkarlar, giderler bir tepeye. Tepede otururlar bir ağacın altına. Oturduktan sonra ağacın altında, armut gene nasıl böyle süzülürmüş ağaçta… Armut, böyle sapsarı… Oturukan, oturukan, kurdun karnı aç, gene bir bakmış yukarı. — Ooo, sapsarı armutlar… — Aman, demiş, bu armutları ben, demiş, sen, demiş tilkiye, koparamasın, demiş. Ben bunları, demiş, bir sallacam, hepsi yere düşçek, demiş. Ben, demiş, ağaçta sallarken sen armutları toplacan, demiş. Ben seni, demiş, bağlayım öteki ağaca, demiş, ben armutları silktikten salcam seni, demiş, toplaciz, demiş. Bağlar onu kuyruğundan, tilkiyi. Sallar, sallar, sallar armutları, toplar kurt armutları, topladıktan sonra giderken — “Aydi”, demiş, avcular gelir, demiş. Tilki o yanı, bu yanı, o yanı, bu yanı… Bir de onun da kuyruğu kopar. — Sen, demiş, beni, demiş, küpe bağladın, koparttın ya, demiş, kuyruğumu. Ben de senin kuyruğunu koparttım, demiş. Giderler, giderler, giderler, bir yere oturular. — Eee, demiş, sen beni böyle yaptın, ben de seni yaptım, demiş. Orda olur, biter, gider.
Tilki ile Kurt
Tekirdağ
Marmara Bölgesi
AHMAK GELİN Bir varmış, bir yokmuş, evel zaman içinde bir tane ahmak bir gelin varmış. Bu geline kaynanası bir gün demiş ki: — Git kızım, demiş, bugün hayvanların altlarını sen temizle. Bugün, demiş, senin işin bu. Gider gelin ahırın içine. İşleri orada yaparken, hayvanların altlarını temizlerken gelinin çişi gelmiş. — Aaa, burayı hemen oturayım da, demiş; tuvaletimi, çişimi yapayım, demiş. Ama bu ineğen gözlerini bağlayım da beni görmesin, demiş. Yoksa,  kocama söyleycek, demiş. Ben burda işendim diye. Ondan sonra bağlamış gözlerini, yapmış orada tuvaletini. Unutmuş bir daha ineğen gözünde bez parçasını. Koyulmuş gene işe. Gelmiş kocası. — Ne be! Bu ineğen gözleri böyle bağlı, demiş.? — Aaa, unuttum ben, demiş. Benim burada çok çişim geldi, oturdum, yaptım, demiş. İnek beni görüp de sonra sana söylemesin diye, gözlerini bağladım onun, demiş. — Ah be seni ahmak seni! Tam, dövmekliksin ama neyse, demiş. Alıcam torbamı elime, köy köy,  diyar diyar gezicem, bakıcam, demiş. Eğer senin gibi bir ahmak bir insan varsa iyi, demiş, benimlen yaşaycan. Ama, senin gibi bir ahmak insan bulamazsam seni,  ananın, bubanın evine göndercem, demiş. Kızmış, bağarmış ona. Almış adam torbasını eline, dere tepe düz gitmiş, varmış bir köye. Bu köyde toplanmış birkaç tane adam. —Yav, siz naparsınız burda, demiş? Ha bire zorlanırlarmış, ha bire zorlanırlarmış. Almışlar dananın bir tanesini. Duvarın üstünde de çok güzel otlar çıkmış. — Yav, demişler, biz buraya danamızı çıkarcaz, biz bunu burda otlatıcaz, bize güzel, verimli süt versin, deye. — Kaçın bakayım, demiş, bu iş böyle olmaz. — Eee... Nası yapıcaz? Getirin bir merdiven. Çıkar adam duvarın üstüne. Ordaki bütün iyi, güzel otları kesmiş, biçmiş, atmış ineğen önüne. İnek başlamış otlamağa. — Ooo, demişler, sen ne akıllı bir adamsın, sen nerden geldin, sen nası zeki bir insansın, sen bizim köyümüzde yaşa, sen bize hep akıl ver. —Yook, demiş, ben daha, demiş, köy köy gezicem, sizin gibi, demiş, ahmak insanlar araycam, bulucam. Neyse çıkar o köyden, dere tepe düz gider, başka bir köye varır. Düğün varmış köyde. Dambır dumbur, davullar, zurnalar çalarlar. Gelini içeri sokçaklar. Alay olmuş, alay bitmiş, gelini içeri sokçaklar. Uğraşırlarmış, uğraşırlarmış, yok, gelini içeri sokamazlar. Gelinin boyu çok uzunmuş, kapının kirişinden daha uzun. Öyle yaparlarmış olmaz, böyle yaparlarmış, olmaz, yok. Gelini içeri bir türlü sokamazlar. Almışlar köyün adamları çapaları, kürekleri. — Eee... Napçanız, demiş? — Eee... Kırcaz bu duvarı, yıkıcaz, gelini içeri sokucaz. — Ah be! Burda da çok ahmak insanlar var, demiş. Durun bakalım, öyle olmaz, demiş. — Eee... Nası yapıcaz ya? Bize bir akıl ver o zaman. Demiş geline: — Eğ bakayım boynunu. Eğer gelin. Vurmuş götüne iki tene tekme. Gelin apar topar, paldır küldür girmiş evi içine. — Ooo, demişler, yaşşa sen be, a be sen nası akıllı bir adamsın, a be sen nasıl bilirsin öyle her şeyi. Demişler, eyvah, duvarı kırmaktan kurtardın bizi. Sen çok akıllı bir adamsın. Sen bizim köyde yaşa, sen bize hep akıl ver. — Yook, demiş adam. Olmaz, demiş Ben burda yaşamam. Benim köyüm var. Neyse ordan da çıkar, doğru gider, dere tepe gene kendi köyüne. Gelmiş evine. Anasına babasına demiş ki: — Ana, buba. — He? — Ben köy köy gezdim, çok ahmak insanlar gördüm. Ondan sonra, demek ki başka yerlerde de var böyle ahmak insanlar, demiş. Bu gelin de, demiş, anasının bubasının evine gitmekten kurtuldu, velhasıl bir ömür boyu o gelinlen beraber o adam o evde yaşamış. Burda da masal bitmiş.   (KK: Selma Ayaz, Malkara/Tekirdağ, 1971 doğumlu, lise mezunu, ev hanımı, aynı yerde yaşar. Büyüklerinden dinlemiş).
Ahmak Gelin
Tekirdağ
Marmara Bölgesi
KUZULAR Bir varmış, bir yokmuş, iki yavrulan bir annesi varmış. Annesi bırakmış yavrularını, gitmiş dışarı. Gittikten sonra, gelmiş kurt tık tık kapıya, urumuş, urmuş: —Açın kapıyı, ben geldim, annenizim. —Ayır, sen annemiz diğilsin bizim, bizim annemizin sesi ince, senin sesin kalın. Gidermiş, dilini yalarmış yalarmış taşa, gene gelirmiş: —Aç kapıyı, ben geldim, annenizim. —Ayır, sen annemiz diğilsin, annemizin sesi bizim ince, sen başkasısın. —Ayır, annenizim. Açmamışlar gene. Gene gitmiş. Gene dili yalamış, yalamış yalamış… Gene gelmiş. Dili incelenmiş ama, ayır, demiş, sen annemiz diğilsin, gene. Bizim annemizin ayakları, demiş, beyazdı, demiş, senin ayakların, demişler, kara. Gider bu, ayağını unun içine sokar. Gelir ayağını gösteri. Açarlar kapıyı. Alır kuzuları, yer, gider. Gittikten sonra annesi gelir, yok. Ayde, giderler aramağa. Giderler, ararlar, ararlar, bulurlar. Kuzuları kurttan alırlar, eve gelirler. Bu kadar. (KK: Feruş Ayaz, Deveci Köyü / Malkara- Tekirdağ, 1950 doğumlu, ilkokul mezunu, ev hanımı, aynı yerde yaşar. Büyüklerinden dinlemiş).
Kuzular
Tekirdağ
Marmara Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken… Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, az gittim uz gittim. Dere tepe düz gittim. Bir de dönüp baktım ki ne göreyim? Natal –matal martaval, işte size duyulmadık bir masal. Bir varmış bir yokmuş. Bir korkak adamla cesur karısı varmış. Bu adam herkesten ve her şeyden korkarmış. Bu yüzden işe gitmez evde oturup babasından kalan mirası harcarmış. Bir gün bütün paraları bitmiş. Karısı: —Artık bütün paramız bitti. Kış mevsimi de kapıya dayandı. Evde ne yakacak odunumuz ne de kışlık kıyafetimiz var diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış. Karısının gözlerinden süzülen yaşlara dayanamayan adam: —Ben, kötü insanlardan çok korkuyorum. Ya onlar beni kandırırsa! Dışarıda hayvanlar da var, onlar beni ısırabilir. Çok korkuyorum hem de çok. Ama çocuklarımız ve senin için korkularımı yenmem lazım. Çıkacağım bugün dışarı ve size bir şeyler alacağım demiş. Alacakaranlıkta veda etmiş, güneş yeşil tepelerin ardından uyanmış. Ürkek adımlarla yavaş yavaş şehrin derinliklerine doğru ilerleyen adam korkudan tir tir titriyormuş. Bir yandan hemen eve gitmek istiyor bir yandan da çocuklarını düşünüyormuş. Bu sırada uzaklardan bir ses yükselmiş: —İmdat! Yardım eden kimse yok mu? İmdat! diye panikle bağıran yaşlı bir teyze kendisine yaklaşan kurdu görmüş. Korkak adam uzaklardan gelen yardım sesini merak etmiş. Yardım etmek istemiş. Oraya doğru giderken birden ayağı kaymış ve yeri saran yaprakların ortasına düşmüş. Üstü başı hem yaprak hem de toz toprak olmuş. Eve doğru yaklaşırken kurt onu vahşi bir hayvan sanmış. Arkasına bakmadan kaçmış. Yaşlı teyze: —Sen korkusuzca beni kurdun elinden kurtardın sana ne kadar teşekkür etsem azdır. İyiliğinin karşılığı olarak sana bir güğüm armağan etmek istiyorum. Eğer kabul edersen beni çok mutlu edersin. Bu güğüme: —Güğüm güğüm, Bereketli güğüm. Altınlarla güldüğüm, İyilikle övündüğüm dersen bu güğüm altın dolar. Sen de ihtiyaçlarını alırsın, diyerek güğümü uzatmış. Korkak adam, sevinçle kabul etmiş güğümü. Teşekkür ederek evinin yolunu tutmuş. Az gitmiş uz gitmiş. Bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. Bir dağın eteklerindeki gölgede dinlenmeye karar vermiş. “Çocuklarıma söz verdim, eve gitmeden onlara bir şeyler almalıyım.” diye düşünmüş. Güğüme: —Güğüm güğüm, Bereketli güğüm. Altınlarla güldüğüm, İyilikle övündüğüm dedikten sonra bir de bakmış ki ne görsün. Güğüm altınlarla dolmuş taşmış. Güğümü elinde sıkıca tutan adam korka korka çarşıya doğru yönünü çevirmiş. O giderken altınları gören bir hırsız yanına gelmiş ve güğümü kapıp kaçmış. Karısının ve çocuklarının halini düşünen adam, ağlayarak çaresizce evine gitmiş. Karısına olan biteni anlatmış ve ondan korkup hırsızın peşinden gitmediği için özür dilemiş. Karısı iyice düşünüp kocasına hırsızın nereye gittiğini sormuş: —Otele doğru gittiğini gördüm diye cevap vermiş adam. Cesur kadın, önce komşusundan güzel giysilerini ödünç istemiş sonra güzel bir ayakkabı bulmuş. Çocuklarını da yanına almış. Otele gitmiş. Orada güğümü görünce: “Hırsız bu olmalı. Bizim paramızla içki içersin demek! Bak nasıl alıyorum senden güğümü.” diyerek hırsıza doğru yaklaşmış. Hırsız çocukların giysilerinin çok eski olmasına, annelerinin ise yeni kıyafetler giymesine çok şaşırmış. Merak etmiş kadını ve çocukları masasına davet etmiş. Kadına bunun sebebini sormuş. Kadın: —Önce bir su içeyim anlatırım demiş. Kadın su içerken adam da içki içiyormuş. İyice sarhoş olan adam, kadına sormuş: —Senin adın ne? —Bana benzer. —Ya bu çocuğun adı ne? —Benden beter. —Ya öbür çocuğun adı? —Nerede oynayayım. Artık ayağa kalkamayacak kadar sarhoş olan hırsız, uyuyakalmış. Kadın güğümü hırsızdan geri almış ve çocuklarıyla beraber evlerine doğru yola çıkmışlar. Sabah olmuş. Hırsız bir de bakmış ki ne kadınla çocukları ne de altın dolu güğüm var. Hırsız, odasından çıkıp otel görevlisinin yanına gitmiş. Otel görevlisine sormuş: —Bana benzer nerede? —Beyefendi, size benzer biri burada yok. —Benden beter, nerede? —Sizden beter biri de yok burada. —Peki ya nerede oynayayım? —Otel geniş beyefendi, istediğiniz yerde oynayabilirsiniz. Hırsız şurada dursun. Kadın çocuklarıyla beraber evine gelmiş. Ailesini gören adam havalara uçmuş. Sihirli güğüm sayesinde bir ömür boyu sıkıntısız yaşamışlar.
Bana Benzer Masal
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Vakti zamanında iki erkek kardeş varmış. Yüce Allah küçük kardeşe daima kız evlat, ağabeyine de erkek evlat verirmiş. Ağabeyi kendisinin erkek çocuğu olduğu için övünür, böbürlenirmiş. Küçük kardeş hiçbir zaman erkek evladı olmadığı için üzülmemiş. Kızları öyle çalışkan ve akıllıymış ki her zaman onlarla kıvanç duymuş. Baharın neşesiyle kuşların ötüşmeye, ağaçların çiçeklenmeye, kelebeklerin masmavi gökyüzünde süzülmeye başladığı zamanmış. Küçük kardeş ve kızları sabahın erken vaktinde ormana mantar toplamaya gitmişler. Baba: —Güzel kızlarım, geçen gün çok yağmur yağdı. Şimdi, mantarlar toprağın altındaki yüzünü güneşe dönmüştür. Yaprakların ve küçük otların arasına saklanan mantarları toplamanın tam zamanı. Bakalım en çok mantarı kim toplayacak? demiş ve şakalaşarak ormanın derinliklerine doğru yürümüşler. Bütün köy tek bir mantar tanesi bile bulamıyormuş ama baba ve kızları, o gün o kadar çok mantar toplamışlar ki bu mantarlarla neredeyse bütün köy doymuş. Köylülerden biri: —Sen çok iyi bir insan ve çok iyi bir babasın. Kızların da tıpkı senin gibi. Keşke benim de kızlarım olsaydı. Sana imreniyorum, diyerek takdir etmiş. —Bu güzel düşüncelerin için teşekkür ederim arkadaşım. Aslında kız veya erkek evlat diye ayrım yapmanın anlamı yoktur. Önemli olan verilene şükretmek ve onları en güzel şekilde yetiştirmeye çalışmaktır. İyi olan ise erdemli ve çalışkan insanlardır demiş kızların babası. Bütün köy, bu akıllı babayı takdir ederken ağabeyi her zaman onunla “kızların babası” diye alay eder, onu küçümsermiş. Kardeşine kardeşim bile demez “kızların babası” dermiş. Aklı sıra kardeşini küçük düşürürmüş. Bir gün yine kardeşine: —Kızların babası, ben sana çok üzülüyorum. Bir erkek evladın bile yok, diye alay etmiş. Bunu duyan Gülendam: —Babacığım, amcam erkek evlat sahibi olmayı marifet sanıyor. Onun oğlu ve ben uzak diyarlara gidelim. Orada ikimiz de çalışalım. Görelim, bakalım. Kim daha zengin olacak, kim ailesine yardım edecek? Bakalım görelim demiş. Baba, bu teklifi ağabeyine sunmuş. Ağabeyi: —Hahahaha. Senin kızın, benim yiğit oğlumla nasıl yarışacak? Çok üzüleceksiniz ama madem istediniz. Tamam, o zaman demiş, kibirle. Gülendam ve amcasının oğlu konarak, göçerek lale sümbül biçerek sulu yerde peynir ekmek, susuz yerde kavun karpuz yiyerek az gitmiş, uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler. Giderken giderken yolda sevimli, nur yüzlü bir yaşlı amcaya rastlamışlar. Bu amcanın elinde bir beyaz bir siyah yumak varmış. Gülendam: —Merhaba amcacığım. Siz burada ne yapıyorsunuz? Neden bu yaşlı halinizle kendinizi yoruyorsunuz? Size yardımcı olmamı ister misiniz? —Merhaba kızım. Teşekkür ederim ama bu işi ben yapmalıyım. Ben gece ve gündüz saatlerini ayarlıyorum. Beyaz ipi sararsam gündüz oluyor. Siyah ipi sararsam gece oluyor demiş. —Daha önce hiç böyle bir şey duymamıştım. Ağzım açık kaldı. Demek gece ve gündüz böyle oluyor demiş şaşkınlıkla Gülendam.  Amcasının oğlu, burun kıvırarak: —Baksana artık yaşlılıktan ne dediğini bilmiyor. Daha fazla sizinle vakit kaybedemem. Ben şu yoldan gideceğim. Çok zengin olup seni rezil edeceğim demiş. O yola sapadursun Gülendam ve yaşlı amca sohbet etmeye başlamışlar bile. Gülendam başından geçenleri enine boyuna anlatmaya başlamış. Yaşlı amca: —Kızım, iyi bir insan olabilmek hayattaki en zor şeyi başarabilmek demektir. Sen bunu başarmış, iyi bir yüreğin ev sahibi olmuşsun. Elbette, bundan sonraki engelleri de aşacaksın. Şimdi, sana söyleyeceklerim kulağına küpe olsun. Birazdan padişahın adamları gelecek. Kendine güvenen, akıllı erkeklerden padişaha vezir seçecekler. Ancak sarayda sadece erkekler çalışabilir. O yüzden sen de erkek kılığına gir. Sen zaten aklın ve zarafetinle vezir olursun. Sarayda seni ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokma. Başkasının arkasından konuşma. Böylece sarayda sevilir ve saygı görürsün. Amacına ulaşınca izin ister, ailenin yanına dönersin, demiş. Gülendam, yaşlı amcaya tavsiyeleri için teşekkür etmiş. Aceleyle kendine erkek elbiseleri almış. Zekâsı ve görgüsüyle padişahın adamlarının hemen dikkatini çekmiş. Gülendam sarayda çalışabilmek için kendini Ali diye tanıtmış. Padişahın yardımcıları Ali’yi saraya götürmüşler. Saraydaki sınavlardan da geçince vezir olmuş. Yaşlı amcanın dediği gibi kimsenin arkasından konuşmamış. Kendisinin ilgilendirmeyen konularda bilgiçlik taslamamış. Kısa zamanda sarayda herkes onu sever, ona saygı duyar olmuş. Günler böyle geçerken Maçin ülkesinin padişahı bir oklava göndermiş. Demiş ki: —Ey kuş diyarının padişahı, bu oklavanın hangi ucu ince, hangi ucu kalındır? Eğer akıllı bir padişahsan cevabı bilirsin. Eğer bilemezsen kendini rezil edersin. Padişah, evirmiş çevirmiş bakmış oklavaya. O yana çevirse aynı, bu yana çevirse aynı. Ölçmüş, tartmış aynı. Ne yaptı ne ettiyse cevabı bulamamış. Aklına Ali gelmiş. Hemen Ali’yi çağırmış: —Ali, sen benim en akıllı vezirimsin. Şimdi sana bir sorum var. Bu sorunun cevabı benim için çok önemli eğer bilemezsen rezil olacağım. Bu oklavanın hangi ucu daha kalın? Söyle bakalım. Ali düşünmüş taşınmış. Oklavayı alıp bahçeye çıkmış. Oklavayı bahçedeki havuza atmış. Padişah çok sinirlenmiş ama belli etmemiş. Ali bakmış ki kalın ucu daha erken batıyor. İnce ucu suyun yüzüne çıkıyor. Kalkmış, gelmiş padişahın yanına. Padişahım: —Sol ucu daha incedir. Çünkü suya attığımda gördüm ki suya batmıyor suyun üstünde kalıyor. Padişah, cevabın bulunmasına çok sevinmiş. Ali’yi tebrik edip Maçin padişahına cevabı göndermiş. Ali’nin zekâsına hayran kalmış. Ali, artık padişahın gözdesi olmuş. Ali ile devlet işlerini görüşür, cirit gibi oyunlar oynarmış. Kuvvet isteyen yarışmaları padişah, dikkat gerektiren yarışmaları Ali kazanırmış. Günler birbirini kovalarken aylar geçmiş. Ali’nin eve dönme zamanı gelmiş de geçiyormuş bile. Ama Ali bir türlü padişaha eve gitmesi gerektiğini anlatamıyormuş. Çok korkuyormuş. Padişahı yüzüstü bırakacağını düşünüyor, geceleri gözüne uyku girmiyormuş. Kararını vermiş. Bütün cesaretini toplamış. Kapısını çalmış. Padişaha her şeyi anlatmış. Aslında kız olduğunu, adının Ali değil Gülendam olduğunu hepsini tek tek anlatmış. Padişah kaşını kaldırmış: —Demek aylarca bizi kandırdın. Demek yalan söyledin fakat bunu ailen için yaptın. Seni affediyorum. Evine gidebilirsin. Yanına giderken çuvalla altın, gümüş al. Bahçedeki atlardan da yanına al. Sen benim aylarca en akıllı vezirim oldun. Görevini hakkıyla yaptın. Sen bunu çoktan hak ettin, demiş şefkatle. Gülendam mutluluktan ağlamaya başlamış. Teşekkür ederek evin yolunu tutmuş. O evine giderken amcasının oğlu da eve gitmeye başlamış. Başlamış başlamasına da onun elinde sadece bir çuval varmış. Gülendam sarayda çalışırken o hiçbir iş yapmamış. Konuşan bir kurbağa görmüş aylarca onun peşinden koşmuş. Bu çuvalın içinde de sadece kurbağalar varmış. Büyük gün gelmiş çatmış. İkisi de evlerine varmışlar. Köylüler onları gördükleri için çok sevinmişler. Koşup sarılmışlar. Gözün aydınlar dökülmüş dillerden. Tüm köy halkı toplanınca önce Gülendam açmış çuvalın ağzını. Sarı sarı altınlar, parlak gümüşler, kar gibi yumuşak ipekler. Ne ararsan varmış. Sıra amcasının oğluna gelmiş, o da açmış çuvalın ağzını. Açar açmaz çuvaldan bir sürü kurbağa çıkmış. İçlerinden bir tanesi:  —Vırak vırak. Lütfen bizi bırak, diyerek zıplamış. Köylülerin hepsi çığlık atmış. Çok korkmuş. Kurbağalar kaçmış. Amcası rezil olmuş. Utanarak özür dilemiş Gülendam’ın babasından. Derken padişah, zeki vezirinin sonunu merak etmiş. Gülendam’ı ziyaret etmeye karar vermiş. Almış yanına oğlunu, düşmüş yola. Az gitmiş, uz gitmiş. Gülendam’ın kapısına varmışlar. Gülendam’ın yarışı kazanmasına çok sevinmişler. Padişahın oğlu, Gülendam’ı görür görmez âşık olmuş. Babasına Gülendam’ın marifetlerine hayran kaldığını, Gülendam ile evlenmek istediğini söylemiş. Padişah çok memnun olmuş bu duruma. Gülendam’ı istemişler. Gülendam da kabul edince düğün yapılmış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
İki Kardeş Masalı
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken bir kadının kel bir oğlu varmış. Bu Keloğlan yazın hayvanlarını otlatır, kışın çalışmaz kaval çalar rahatına bakarmış. Annesi Keloğlan’ın kışın tembellik etmesine çok üzülüyormuş. Onunla konuşmak istemiş: Oğlum: —Gel sana bir masal anlatayım demiş. Ağustos Böceği ile Karınca’nın masalını anlatmış. Eğer zamanında çalışmazsan zor günler kapıyı çaldığında sıkıntıya düşersin. Başkalarının yardımına muhtaç olursun diyerek masalın sonuna gelmiş. Keloğlan: —Anneciğim, ben de yazın çalışıp kışın oturuyorum. Ben de şimdi çalışmazsam hayvanlar hastalandığında ya da kötü bir şey olduğunda aç kalırız. Ben ormandan odun toplayıp satmaya karar verdim demiş ve yola çıkmış. Keloğlan ormana doğru gidedursun, yemyeşil ağaçların altında, berrak bir derenin kenarında, rengârenk evlerin arasında bir kadının güzel mi güzel bir kızı varmış. Bu kızın adı Güldalı’ymış. Bu kızı, o zamana kadar kimse görmemiş çünkü babası onun dışarı çıkmasına izin vermiyormuş. Güldalı, her sabah pencereden dışarı bakarmış. Bir gün penceresine kuş konmuş. Kuş çok üşümüş. Kuşu içeri alıp ısıtmak istemiş. Pencereyi açmış, kolunu uzatmış ama kuş pır diye uçuvermiş. Bu sırada evin aşçısı da bu kızı gözetliyormuş. Aşçı bu kıza çok âşıkmış. Hemen sanki kız yazıyormuş gibi bir mektup yazmış. Kızın babasına mektubu verdikten sonra: —Biz birbirimiz çok seviyoruz. Ben kızınla evlenmek istiyorum. Kızının kolundaki beni için canımı bile veririm demiş. Kızın babası: —Kızım, beni dinlemeyip dışarı çıkmış. Bana ihanet etmiş.” diye düşünmüş. Koşmuş kızının odasına. Kızını kolundan tutup sokağa atmış. Bu güzel kız olanlara çok üzülmüş, çok ağlamış. Ne yapacağını bilmeden yürüyormuş. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Keloğlanın gittiği ormana gelmiş. Orada Keloğlan ile karşılaşmış. Keloğlan bu kızı aslanların elinden kurtarmış. Kız, Keloğlanın cesaretine hayran kalmış. Keloğlan da kızın güzelliğine âşık olmuş. İçinden “ben kelim o çok güzel, ben fakirim o ise zengin. O benimle evlenmez.” diye düşünmüş. Keloğlan: —Sen burada yalnız başına kalamazsın. Mademki gidecek yerin yok seni annemin yanına götüreyim demiş. Bu ay yüzlü kız, Keloğlan’a güvenmiş. Keloğlan önde Güldalı arkada Keloğlan’ın evine gitmişler. Keloğlan’ın annesi kapıyı açmış ki kel oğlunun yanında melek yüzlü bir kız varmış. Çok şaşırmış. Bu kızı görür görmez çok sevmiş. Kız yemeğini yedikten sonra başından geçenleri Keloğlan’ın annesine de anlatmış. Keloğlan’ın annesi: —Nar tanem, nur tanem, bir tanem. Güzel kızım benim. Gel sen bizim evin kızı ol. Benim oğlum keldir, fakirdir ama yüreği tertemizdir demiş. Keloğlan hemen karşı çıkmış. —Bizden yardım isteyen birini, benimle evlenmeye zorlayamam. Hem ben ona layık değilim demiş.  Kız, çok üzülmüş çünkü kız da Keloğlan’ın kalbini, dürüstlüğünü ve iyi niyetini sevmiş. Keloğlan kabul etmeyince hiçbir şey diyememiş. Sabah olmuş kız onlara daha fazla yük olmamak için evden kaçmış. Konarak, göçerek, lale sümbül biçerek bir dağ başına gelmiş. Dağ başından bakınca bir dere görmüş. Derenin içinde kırk tane dev yaşıyormuş. Devler bu kızı görünce: —Otuz dokumuzun eşi vardı, birimizin yoktu, o da kendi ayağı ile geldi demişler. Kız devlerden çok korkmuş ama akıllı davranması gerekiyormuş. Devlerden kurtulmak için: —Ben de sizin için geldim zaten ama önce sizinle bir şey konuşmak istiyorum. Siz birer devsiniz, çok güçlüsünüz bir şehri bile yakabilirsiniz. Ama siz iyi bir eş olsaydınız eşlerinize erkek elbisesi giydirmezdiniz demiş. Devlerin en büyüğü demiş ki: —Doğru söylüyor, hiç kadınlara erkek elbisesi giydirilir mi? Şehre gidin eşlerinize elbise alın. Bizim için de bir gelinlik getirin düğünümüzü hazırlayın. Devler hep birden şehre elbise almaya gitmişler. Bu güzel kız, diğer kadınlara: —Siz bu yırtıcı canavarlarla nasıl evlendiniz? diye sormuş. Birisi: —Beni bahçede otururken kaçırdılar. Diğeri: —Beni çeşmeden su alırken kaçırdılar diye cevap vermiş. Bu güzel kız diğer kızlara: —Gelin hep beraber buradan kaçalım. Siz benimle gelir misiniz diye sormuş. Kadınlar hep birlikte: “ —Geliriz. diye bağırmışlar. Güldalı ve otuz dokuz kızın hepsi erkek elbisesi giymişler. Her biri bir ata binmiş, kuşların şehrine gelmişler. Burada herkes bir yere toplanmış, bekliyormuş. Güldalı yaşlı amcaya: —Siz neden burada toplandınız? diye sormuş. —Kuşlar şehrinin padişahı vefat etti, şimdi devlet kuşu uçurulacak, kimin başına konarsa o padişah olacak demiş. Kuş uçmuş uçmuş gelmiş, Güldalı’nın başına konmuş. Halk: —Bunlar şehrimize yeni geldi üstelik fakirler diye kabul etmemiş. Kuşu yakalamışlar tekrar uçurmuşlar. Yine devlet kuşu Güldalı’nın başına konmuş. Halk yine kabul etmemiş. Üçüncü kez devlet kuşu Güldalı’nın başına konmuş. Halk bu kez kabul etmiş, alkışlamış. Güldalı’nı tebrik etmişler. Güldalı padişahın yardımcısına: —Bizi saraya götürün. Otuz dokuz yiğidime otuz dokuz oda verin demiş. Yardımcılar odaları hazırlamaya gitmişler. Güldalı kızlara fısıltıyla: —Bakın hepimiz kadınız fakat bu insanlar bizi erkek sanıyorlar. Çünkü erkek elbisesi giyiyoruz. Sakın sırrımızı açıklamayın yoksa bizi buradan kovarlar demiş. Güldalı’na padişah elbisesi giydirmişler. Makamını göstermişler. Güldalı diğer kadınların kimisini vezir, kimisini asker yapmış. Güldalı ve diğer otuz dokuz kız halkın mutlu olması için ellerinden geleni yapmışlar. Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış. Halk, kız padişahtan çok memnunmuş ama Güldalı babasını çok özlüyormuş. Aklına bir fikir gelmiş. Kızlardan birine kendi resmini yaptırmış. Sonra bu resmi çeşmenin başına astırmış. Askerlerine: c—Bu resme bakıp hakaret edeni, üzüleni, ağlayanı bana getirin.” diye emir vermiş. Aşçı, kırk dev ve Keloğlan birbirinden habersiz Güldalı’nı aramaya çıkmışlar.  Aşçı çeşmede Güldalı’nın resmini görünce: —Ben sana iftira attım. Benim eşim ol istedim ama sen beni bıraktın gittin.” demiş sonra da hakaret etmeye başlamış. Askerler bunu duyunca hemen aşçıyı yakalamışlar. Saraya götürmüşler. Padişah: —Bunu zindana atın. Mahkemeye kadar orada beklesin demiş. Aşçıdan sonra çeşmeye kızın babası gelmiş. Kızının resmini görmüş. Çok ağlamış. —Güzel kızım. Senin suçun yokken evden attım. Aşçıya inandım. Ölmeden önce seni bir kez görsem başka hiçbir şey istemem diye feryat etmiş. Askerler ağlayan adamı görmüş ve saraya getirmiş. Padişah babasını tanımış ama belli etmemek için: —Bu adamı, güzel bir odada misafir edin. Saygılı davranın demiş. Çeşmenin başına büyük bir gürültü ile devler gelmiş. Güldalı’nın resmini görünce devler hakaret etmeye başlamışlar. Askerler kırk devi yakalamış ve şehrin uzağındaki zindana götürmüş. Devlerin arkasından çeşmenin başına Keloğlan gelmiş. Kızın resmini görmüş. Kaval çalmaya başlamış. Ağlayarak: —Seni gördüğümden beri aklımdan çıkmıyorsun. Ben sana âşık olmuştum sen ise bizi bırakıp kaçtın. demiş. Askerler Keloğlan’ı da almış saraya götürmüş. Padişah bütün halkı toplamış, mahkeme kurmuş ve bunları teker teker yargılamış. Önce aşçıyı çağırıp sormuş: —Sen bu kızın resmine bakıp neden hakaret ettin? —Hiç efendim, o kız benden borç para almıştı vermediği için hakaret ettim. —Doğru söyle. Eğer yalan söylersen cezan artar.” demiş. Aşçı bu kez gerçeği anlatmış. Aşçı artık ömrünün sonuna kadar zindanda kalacakmış. Aşçıdan sonra kızın babasını çağırmışlar. Padişah: —Sen bu kızı görünce neden ağladın? diye sormuş.  —O kız, Güldalı’m benim güzel yavrumdu. Nar tanem, nur tanem, bir tanemdi. Kimse ona zarar vermesin istedim. Kızımın dışarıya çıkmasına izin vermedim. Az önceki aşçı yüzünden kızımı evden kovdum. Kızımı çok özlediğim için ağladım demiş. Padişah: —Senin haline çok üzüldüm. Sen gel. Benim yanımda otur demiş. Kırk devi çağırmışlar: —Siz bu kızın resmine bakıp neden hakaret ettiniz? —Bu kız, bizim eşlerimizi kaçırdı. —Siz kırk devsiniz. Bir kız sizin elinizden eşlerinizi nasıl kaçırsın? —Bizi kandırdı, eşlerimizi götürdü. Bu kırk dev, uzun bir sorgudan sonra suçunu itiraf etmiş. Cezaları ise şehrin çok uzağına sürülmek olmuş.  Padişah, en son Keloğlan’ı çağırmış: —Sen neden bu resme bakınca ağladın?  Keloğlan: —Ben, size önce kaval çalayım sonra cevap vereyim.” demiş. Keloğlan bir saat kaval çalmış. Padişah çok sinirlenmiş. —Keloğlan’ı hapse atın.” diye emir vermiş askerlerine. —Padişahım, ben zaten Güldalı’nın aşkı ile kör olmuşum. Dünyam kararmış. Zindanın karanlığı ne ki! demiş.  Padişah: —Sen o kızı görsen tanır mısın? —Padişahım sizden korkmasam gözleri aynı size benziyordu derdim demiş heyecanla. Güldalı bu sözü duyunca hemen padişah kavuğunu çıkartmış. Gül kokulu saçları omzuna kadar düşmüş. Halkı onun erkek değil kız olduğunu anlayınca çok şaşırmış. Herkes şaşkınlıkla birbirine bakarken Güldalı: —Ey kuş şehrinin halkı, ben devleti bu zamana kadar erkek olarak yönettim. Size erkek olarak kendimi tanıttım ama ben kadınım. Size hep iyi ve adaletli davrandım. Aşçının iftira attığı kız da devlerin eşlerini kurtaran da bendim diyerek babasına sarılmış. Babasının da izniyle: —Ben Keloğlan’la evlenemeye karar verdim. Düğün hazırlıklarına başlayın demiş. Keloğlan ile Güldalı evlenmişler. Keloğlan padişah, Güldalı sultan olmuş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Kız Padişah
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
  [DEVLET KUŞU] Zamanın birinde çok zengin bir adam yaşarmış. Bu adamın yanına bir gün üç adam gelmiş. Adamlar: — Sana bir yokluk gelecek. Gençlikte mi gelsin kocalıkta mı, diye sormuşlar. Adam: — Siz şimdi gidin yarın gelin. Ben hanımım ile konuşayım ona göre size bir cevap vereyim, demiş. Sabah olunca adam hanımına sormuş. Hanım; — Aman bey! Ne gelecekte genç yaşımızda gelsin, demiş. Üç adam tekrar gelmiş. Adam: — Tamam. Ne gelecekse gençlikte gelsin, demiş. Aradan zaman geçmiş. Bu adamın parası bitmiş, evi yıkılmış neyi var neyi yok tükenmiş. Geriye kala kala üç beş parça eşyası ile bir de eşek kalmış. Adam hanımını ve iki oğlunu da yanına alarak uzak bir memlekete gitmiş. Bu memlekette çobanlık yapmaya başlamış. Adamın hanımı çok güzelmiş. Adam bir gün çobanlık yapmaya gitmiş. Hanımı ise göl kenarında çamaşır yıkarken bir kervancı gelip konmuş. Kervancı, kadınlara: — Benim de bir iki kirli eşyam var. Parasıyla kim yıkar, diye sormuş. Kadınlar: — Şu çobanın hanımına ver. Onların paraya ihtiyacı var, demişler. Kervancı hanımın güzelliğine vurulmuş. Çobanın hanımı çamaşırları yıkamış, bir güzel de katlamış. Çocuklarına çamaşırları kervancıya götürmelerini, parayı da alıp gelmelerini söylemiş. Kervancı çocuklara: — Siz yolda giderken parayı kaybedersiniz, gidip annenizi çağırın, ona vereyim, demiş. Çocuklar annelerine kervancının söylediklerini bir bir anlatmışlar. Anneleri kervancının yanına gitmiş. Kervancı kadını bir sandığa kilitlemiş ve düşmüş yollara. Akşam olunca adam gelmiş ki ne görsün çocuklar evde ağlıyormuş. Adam: — Hayırdır niye ağlıyorsunuz, anneniz nerede, diye sormuş. Çocuklar: — Baba, annemizi bir kervancı aldı götürdü, demişler. Adam: — Başımıza bu da mı gelecekti, demiş. Başlamış ağlamaya. Sabah olunca adam çocuklarını da alıp oradan göçmüş. Adam çocuklarıyla bir ırmak kenarına gelmiş. Adam çocuklardan birini ırmağın karşı tarafına geçirmiş. Dönüp diğer çocuğunu da almış kucağına. Irmağın ortasına gelince ırmağın kenarında duran çocuğunu bir canavar almış. Adam hızlanayım derken boynundaki çocuğunu da ırmağa düşürmüş. Adam çok uğraşsa da iki çocuğunu da kurtaramamış. Koca dünyada tek başına kalmış. Biraz ileride bir köy görmüş. Adam: — Gideyim de o köyde biraz dinleneyim, demiş. Canavarın yakaladığı çocuğunun sesini bir çiftçi duymuş. Gitmiş, bakmış ki canavarın ağzında çocuk var. Çiftçi çocuğu canavardan kurtarmış. Çocuğun ailesi çıkmayınca kendi oğlu gibi büyütmüş. Irmağa düşen çocuğu ise bir değirmenci kurtarmış. O da bu çocuğu kendi evladı gibi büyütmüş. Meğerse çiftçiyle değirmenci aynı köyde yaşıyorlarmış. Ama iki kardeşin de birbirlerinden haberi yokmuş. Adam köye varıp bir kaz damına çıkmış. Artık adamın hiçbir şeyi kalmamış dünyada: — Ben de burada öleyim, diye içinden geçirmiş. Meğerse o köyde bir devlet kuşu yaşarmış. Köy halkı bu kuşu serbest bırakırmış. Bu kuş kimin damına konarsa o kişiyi padişah ilan ederlermiş. O gün de köy halkı devlet kuşunu serbest bırakmışlar. Devlet kuşu uçmuş ve gelmiş adamın kaldığı kaz damına konmuş. Ahali şaşırmış: — Bu harap, virane kaz damına bu kuş niye kondu, diye düşünmüşler. Ancak çıkıp da bakmamışlar. Kuşu tekrar uçurtmuşlar. Devlet kuşu uçmuş yine gitmiş, o kaz damına konmuş. Ahali: — Bunda bir iş var. En iyisi çıkıp da bakalım, demişler. Demişler ama ne görsünler; damda bir adam yatıyor. Adamın saçı sakalı birbirine karışmış; kirden, kokudan yanına yaklaşılmıyor. Ahali: — Bunda da bir keramet vardır. Hadi hayırlısı,i diye düşünmüş. Adamı önce temizlemişler sonra da padişahın koltuğuna oturtmuşlar. Bu burada kalsın biz varalım oğlanlara. Çiftçinin yanında büyüyen çocuk çiftçilikten çok sıkılmış. Kendi kendine: — Gideyim de padişahın kapısında çalışayım, demiş.  Gitmiş padişahın yanına. Ne padişah tanımış oğlunu ne de oğlu tanımış babasını. Çocuk derdini anlatmış padişaha. Padişah da çocuğu saraya almış. Değirmencinin yanında olan çocuk da: — Çiftçinin oğlu sarayda rahat rahat yaşıyor. Ben de gider çalışırım, demiş. Padişah onu da saraya almış. Kervancı dönmüş dolaşmış, o köye gelmiş. Kadını hâlâ sandıktan çıkarmıyormuş. Kervancı varmış, padişahın yanına. Akşam olunca padişah kervancıyı bırakmamış. Padişah: — Sen bugün burada kal, benim hizmetliler gider, evine göz kulak olurlar, demiş.   Kervancı kabul etmiş. Padişah iki oğlunu kervancının evini korumaları için göndermiş. Akşam olunca iki koruma için kervancının evinde yatak sermişler. Korumalar sohbet etmeye başlamışlar. Küçük kardeş başından ne geçmişse değirmencinin oğluna anlatmış. Büyük kardeş dayanamamış:   — Ben de senin suya düşen kardeşinim, demiş. Birbirlerine sarılmışlar. Kervancının sandıkta sakladığı kadın konuşmaların hepsini duymuş.        Kadın:   — Ben de sizin ananızım, sandıktan çıkartın beni. Size doya doya sarılayım, demiş.   Çocuklar annelerini sandıktan çıkarmışlar. Kadın oğullarından birini bir koluna birini de diğer koluna almış yatmışlar. Kervancı gelmiş ki ne görsün, sandık açılmış, kadının bir kolunda biri diğer kolunda da başka biri yatıyormuş. Kervancı uyandırmadan hemen padişahın yanına varmış. Padişaha gördüklerini anlatmış. Padişah:   — Onları uyandırmadan yanıma getirin, demiş. Varmışlar onları halıya sarıp getirmişler. Padişah sormuş çocuklara:   — Sizin yaptığınız affedilir şeyden değil, demiş. Çocuklardan biri:   — Padişahım bizi dinlemeden mi hüküm vereceksin, demiş. Padişah:   — Tamam. Sizi de dinleyeyim, demiş. Çocukların ikisi de anlatmış başlarından geçenleri. Padişah ağzı açık dinlemiş çocukları. Çocuklar konuşmalarını bitirdikten sonra padişah:   — Ben de sizin babanızım, demiş.   Padişah kervancıyı bir atın arkasına bağlamış ve köy köy gezdirmiş. Padişah, hanımı ve iki oğlu ile mutlu mesut yaşamış.
Devlet Kuşu
Osmanıye
Akdeniz Bölgesi
  [EKİN]  Bir zamanlar cimri mi cimri, zengin bir ağa varmış. Bu ağa iki kızı ve iki oğluyla yaşarmış. Günlerden bir gün, bu ağanın yanına fakir bir genç gelmiş. Bu genç dürüst, terbiyeli, çalışkan bir gençmiş. İşe ihtiyacı varmış. Ağadan her ne olursa bir iş istemiş.  Ağa düşünmüş, taşınmış… Sonunda bu gence buğday ekip biçmesi için küçük bir tarla göstermiş. Ama bu tarla buğday ekip biçilecek bir tarla değilmiş. Genç buna razı olmamış. Gitmiş, kendine boş bir arazi bulmuş. Bu arazi ağanın tarlalarına pek yakınmış.  Genç, gece gündüz demeden çalışmış. Tek başına bu araziyi tarla haline getirmiş ve buğday ekmiş. Derken hasat mevsimi gelmiş. Ağa gidip ekinlere bakmış. Bakmış ki, gencin ekinleri kendisininkinden daha güzel. Altın sarısı başaklar, salkım salkım salınmakta. Gencin ekinini çok beğenen ağa hemen bir hile düşünmeye başlamış. Birkaç gün sonra gencin yanına varıp: — Ben bir yere kendim için buğday ekmiştim, demiş. Genç: — Nereye, diye sormaya kalmamış ağa gencin tarlasının bulunduğu yeri söylemiş. Böylece işe akıl sır erdiremeyen genç ile ağa arasında bir dava doğmuş. Gerçekten ağanın niyeti pek kötüymüş. Gençten habersiz gitmiş, ekinin dört bir köşesine çukur kazmış. Bu çukurların içerisine de çocuklarını yerleştirmiş. Daha sonra geri dönmüş. Gencin yanına gidip: — O tarlaya ekini ben ektim, diye iddia edip duruyorsun! Gel oraya gidip yer anaya soralım, bakalım ekini sen mi ekmişsin ben mi? Genç ağanın bu teklifini kabul edip: — Niye gitmeyeyim ki yer ana aldatmaz, yalan söylemez, demiş. Kalkmışlar ekili tarlaya gelmişler. Ağa tarlaya sormuş: — Ey toprak ana, söyle bu ekin kimin? O anda bir ses duyulmuş: — Ağanın… Genç şaşırıp kalkmış, aklı başından gitmiş, tarlanın başka bir köşesine varmışlar ağa tekrar sormuş: — Ey toprak ana, söyle bu ekin kinim? Yine aynı cevap gelmiş: — Ağanın! Böylece ekin ağanın olmuş. Bu duruma çok üzülen genç dayanamayıp ağlamış, sonra da çekip gitmiş oradan. Ağa da arkasından ayrılmış. Akşam olmuş, ağa oğullarını beklemeye başlamış. Ama hiçbiri görünmemiş. Merak etmiş. Hemen tarlaya gitmiş. Ama kimseyi görememiş. Tarlanın köşelerine kazdığı çukurlara seslenmiş ama cevap veren olmamış. Çukurlara iyice yaklaşmış bir de ne görsün! Çukurların dibinde küçücük birer fare varmış. Ağa akıl sır erdirememiş bu işe… Tekrar tekrar çukurları dolaşmış ama nafile, yoklarmış. Ağa sonra oradan ayrılıp eve dönmüş. Derler ki, ne o akşam, ne de daha sonra, ağa oğullarından hiçbir haber alamamış.
Ekin
Osmanıye
Akdeniz Bölgesi
[SIĞIRCIK İLE ÜÇ BACI]  Bir zamanlar üç kızıyla yaşayan, dul bir kadın varmış. Bu kadın kızlarını büyütmek için gece gündüz çalışıp, onca zor işleri yaparmış. Yıllarca çalışıp durmuş. Çocuklarını yiyeceksiz, giyeceksiz bırakmamış. Kızlar büyümüşler, birbiri ardınca boylu poslu, güzel kızlar olmuşlar. Zamanı gelince kendi yuvalarını kurmak istemişler. Birer birer evlenip gitmişler. Kızların üçü de farklı köylere gelin gitmiş. Anneleri kendi köylerinde yalnız başıma kalmış. Kadıncağızın kapısında bir ineğiyle, bir sığık kuşu varmış. Ne zaman içi sıkılsa kadın onlarla konuşurmuş. Özellikle sığırcık kuşu konuşmada ustaymış. Birbirlerinden hiç ayrılmazlarmış. Birlikte yemek yerler, birlikte çay içerlermiş.  Zaman zaman ineğin üzerine konan, onun kurtlarını da temizleyen sığırcık, insan gibi vefalıymış. Bu şekilde birkaç yıl geçmiş. Kadıncağız bir gün hastalanmış, iyice kalkamaz olunca sığırcık kuşuna: — Benim güzel sığırcığım, kızlarıma git, söyle tez gelip şu halimi görsünler, bilsinler, demiş. Sığırcık gitmiş, önce büyük kızın evine varmış. O sırada büyük kızın elinde iki tane leğen varmış. Büyük bir telaş içinde, kumlara sürterek leğenleri temizlemeye çalışıyormuş. Sığırcık yaklaşmış, bir iki kez öten sığırcık kanatlarını vurarak önce selam vermiş, sonra da: — Annen çok hasta, yataktan kalkacak hali yok. Sana selamı var. Hemen seni görmek ister. Git anneni gör. Hâlini hatırını sorup geri dön, demiş. Kız: — Ay hemen giderdim, fakat bu iki leğeni yıkayıp temizlemem gerek, demiş. Onun bu cevabı sığırcığın pek hoşuna gitmemiş. Kıza kızıp: — Senin için bu iki leğenin yıkanması daha mı önemli? Var, öyleyse ömür boyu bu iki leğenden ayrılma, demiş ve uçup oradan ayrılmış. Sığırcık böyle der demez leğenler bir anda canlanmışlar: Biri kızın önüne, diğeri de sırtına yapışmış. Kız, ne oluyor demeye kalmamış; olduğu yere kapaklanmış. Tıpkı bir kaplumbağa gibi olmuş. Başlamış sürünmeye, derken bir su çukuruna düşmüş.  Ardından sığırcık ortanca kızın yaşadığı yere uçmuş, varıp kızın penceresine konmuş. Kız, kendir tezgâhı kurmuş, durmadan çalışıyor, bez dokuyormuş. Bir iki kez öten sığırcık selam vermiş ve sonra da: — Annen çok hasta, hemen seni görmek istiyor, git, gör, geri dön, demiş. Kız: — Ay hemen giderdim, fakat görüyorsun işim pek çok, pazara kadar şu kendiri dokumam gerek, demiş. Sığırcık kıza kızıp: — Senin için bu daha mı önemli? Var öyleyse ömür boyu başını kaldırmadan kendir doku, tezgâhın arkandan düşmesin, demiş ve gitmiş. Tam o sırada tezgâh canlanmış, dolanıp kızın arkasına yapışmış. Kız örümcek gibi olmuş, dolanıp kendini sağa sola atmaya başlamış.  Oradan ayrılan sığırcık, uçmuş, uçmuş küçük kızın yaşadığı yere varmış. Kızın penceresine konmuş, kız içeride, teknenin başında hızlı hızlı hamur yoğuruyormuş. Sığırcık kanatlarını çırpıp: — Annen çok hasta yataktan kalkacak hâli… Küçük kız annen çok hasta sözünü duyar duymaz: — Ay, diye bağırıp yerinden fırlamış. Sığırcığın diğer sözlerini duymamış bile. Hamurlu ellerini yıkamadan anasının köyünün yolunu tutmuş. Kızın bu hareketi sığırcığın çok hoşuna gitmiş. Kız köye doğru koşarken sığırcık da başı üstünde uçup hem de şunları söylemiş: — Yüzün açık, dilin tatlı, yüreğin pek yumuşakmış. Sağ ol. Annenin kadrini kıymetini bildiğin için senin de kıymetin bilinecek, insanlar sana, çocuklarına, çocuklarının çocuklarına da hürmet gösterecekler. Sığırcığın bu duasının üzerinden az bir zaman geçmiş. Kız gerçekten çok mutlu bir hayat sürmüş. Çocukları olmuş; onlar da annelerine saygı, hürmet göstermişler. Kız hep sevgi ve iyiliklerle dolu bir hayat sürmüş.
Sığırcık ile Üç Bacı
Osmanıye
Akdeniz Bölgesi
[ODUNCU İLE PADİŞAH] Varmış yokmuş bir oduncu varmış. Bu oduncu her gün oduna gidermiş. Odunu eder, eşeğine yükler, Pazara gider satarmış. Yine bir gün ormana gitmiş. Orada bir kaz yuvası görmüş. Kazın yumurtalarını almış, satmış. Bir gün de kazı almış satmaya gidiyormuş. O gün de padişahın oğlunun düğünü varmış. — İyi bari kazı pahalıya satarım, demiş. Kaz alan, kaz alan diye bağırarak geziyormuş. Padişahın oğlu oradan: — Gel kaz sahibi, kazı kaça veriyorsun, dermiş. Kaz sahibi de: — Ağanın eli mi tutulur, dermiş. Orada da bir leblebici varmış. Padişahın oğlu kazı almış, adamın eline de bir avuç leblebi vermiş. Bu oduncunun çok zoruna gitmiş, — Ben sana yapacağımı bilirim, demiş.   Padişahın nişan merasiminde de kazı pişirmişler. Oduncu da bir şekilde saraya girmiş, kaz dolmasını almış. Kapıya da: — Bunu yapan kaz sahibi, türlü türlü söz sahibi, yaptığım işin en küçüğü bu, daha da büyüğüne bakalım, diye bir yazı yazmış. Evine gelip kazın dolmasını bir güzelce yemiş.   Nişandan sonra artık kına yapacaklarmış. Orada da ihtiyar bir nene varmış. Oduncu, neneye: — Beni kadın kılığına sok, nişana gidelim, demiş. Padişahın oğlunun nişanlısının yanına gitmiş, oturmuş. Konuşup ahbap olmuşlar. Kız: — Gel, bu gece bizde kal, demiş. Oduncu da kızla birlikte kalmış. Kız, padişahın oğlunu almak istemiyormuş. — Sen keşke erkek olsaydın, seni çok sevdim, demiş oduncuya. Oduncu da: — Bu gece dilekler kabul olurmuş, gel iki rekât namaz kılalım, demiş. Namaz bitince — Aaa ben erkek olmuşum, deyip kızla birlikte kaçmışlar. Kaçarken de kapıya: — Bunu yapan kaz sahibi, türlü türlü söz sahibi, yaptığım işin en küçüğü bu, daha büyüğüne bakalım, diye bir yazı yazmış. Sabah olmuş, gelin çıkmamış. Kapıyı açmışlar ki gelin yokmuş. Kapıya da yazı yazılmış. Ama kimsenin aklına gelmemiş.        Padişah tellal çağırtmış: —Bunu yapan gelir, hazineyi de soyar, demiş. Hazinenin kapısını açık bıraktırmış. Önüne de bir kuyu kazdırmış. Oduncu da bunu duymuş. Kuyuya da komşunun öküzünü atmış, hazineyi çalmış. Yine yazı yazıp gitmiş.   Padişah şaşırmış. Yine tellal çağırtmış: — Bunu yapan huzuruma gelsin, kızmayacağım, demiş. Oduncu, padişahın huzuruna gitmiş. — Ben fakir bir oduncuydum. Odunumu satardım. Padişahın oğlunun nişanını duydum. Kaz getirdim, satayım dedim. Ama oğlunuz bir avuç leblebi verdi. İçime battı, demiş. Sonra devam etmiş: — Kaz dolmasını yiyen benim, kızı da kaçıran benim, hazineyi çalan da benim, demiş. Padişah da oduncuya hak vermiş. Hoş muradına ermişler …
Oduncu ile Padişah
Mersin
Akdeniz Bölgesi
[ÜÇE ÜÇ]     Bir varmış, bir yokmuş. Fakir bir adam varmış. Bu adamcağız yeni evlenmiş. Yeni evlenmiş, ama çalışmaya gitmek zorundaymış. Uzak bir yere gitmiş, on beş yıl çalışmış. Üç altın kazanmış. Artık memleketine dönecekmiş.   Memleketine gelirken bir adama rastlamış. Adamla birlikte yürümüşler, ama adam hiç konuşmuyormuş. On beş yıl çalışan adam: — Arkadaş konuşsana, demiş. Adam da: — Ben bir altına konuşurum, demiş. Altının birini adama verip al konuş, demiş. Adam da tek cümle: — Korkunun ecele hayrı yok, demiş. Aradan biraz zaman geçmiş. Adam yine konuşmuyormuş. Çalışan adam yine: — Arkadaş konuşsana, demiş. Adam da: — Ben dedim ya, bir altına konuşurum diye, demiş. Altının birini çıkarıp yine vermiş. Adam da bu kez — Gönül kimi severse güzel odur, demiş. Geriye bir altını kalmış. Gene devam etmişler, epeyce yol almışlar. Çalışan adam yine konuşmasını istemiş. Adam da: — Ben bir altına konuşurum, demiş. Cebindeki son altını da çıkarıp vermiş. Adam da: — Sabırda selamet çoktur, demiş ve ortadan kaybolmuş. Çalışan adamın üç altını da gitmiş. Yalnız kalmış. Gide gide bir yol gitmiş. Kalabalık bir yer görmüş. Adamlar bekleşiyorlarmış. Oraya varmış: — Ne yapıyorsunuz arkadaşlar, dermiş. Adamlar da: — Aman ne yapalım. Burada bir kuyu var. Kervanlarımızı sulayacağız. Ama kuyunun içinde bir dev karısı var. Su almamıza izin vermiyor, demişler.  Adam da kendi kendine düşünmüş. Ben parayla akıl aldım: — Korkunun ecele hayrı yok, demiş. Ben kuyuya inerim deyip kuyuya inmiş. Kuyunun içinde bir köşeye dev oturmuş. Dev, adamı görünce: — Şu kız mı güzel, şu kurbağa mı, dermiş. Adam da kendi kendine düşünmüş. “Ben parayla akıl aldım. Gönül kimi severse güzel odur, demiş. Dev de: — Hah, Buraya bu kadar insan geliyor. Kız güzel, kurbağa çirkin diyorlar, demiş. Dev, sonra kuyudan su almalarına izin vermiş. Kervancılar, kervanlarını iyice sulamışlar. Sonra da adama: — Al şu yüklü kervan senin olsun, demişler. Adam da hiç almam der mi! On beş sene çalışmış, parayla akıl almış. Adam yüklü kervanları almış, memleketine geri dönmüş. Gide gide sabahın ezan vaktine evine varmış. Fakirlikten de evin tahtaları hep çıkmış. Bakmış ki karısı genç bir delikanlıyla yatıyormuş. — Bu da kim olabilir? Silah alayım da vurayım, demiş. Sonra da: — Aman sen parayla akıl aldın, sabırda selamet çoktur, demiş. Kapıyı tak tak çalmış. Kadın baksa ki kocası gelmiş. Adam: — Kim bu, dermiş. Karısı da: — Sen gittin, ben hamileydim; bu senin oğlun, demiş. Kavuşmuşlar, On beş yıl çalıştıktan sonra bir kervan yükü altını da hak etmişler. Hoş muratlarına ermişler.
Üçe Üç
Mersin
Akdeniz Bölgesi