text
stringlengths
508
34.4k
title
stringlengths
2
45
city
stringclasses
74 values
area
stringclasses
7 values
[ARABINI ARAYAN ÇOBAN]  Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir çoban varmış. Bu çobanın çobanlık canına tak etmiş ve: — Çobanlığı bırakıp ben gideyim. Bahtımı arayayım. Bana güzel hayat verecek, beni bu çobanlıktan kurtaracak bir iş bulayım, demiş. Bu kararını dışarıda verdikten sonra eve gelince karısına durumu açıklamış. Karısı, kendisini ve çocuklarını böyle nasıl bırakacağını ve zaten Allah’ın kendilerine rızıklarını verdiğini ileri sürerek bu duruma mani olmaya çalışır. Çoban bir kere karar vermiş artık. Bunu kafasına koymuş. Yola çıkıp bahtını aramaya çıkmış. Çoban evden ayrıldıktan sonra bahtını aradığı yolda karşısına bir tilki çıkmış, tilki:  — Nereye gidiyorsun yolcu, demiş. Çoban:  — Ben çobanım. Çobanlıktan bıktım, ben bana rahat yaşamayı verecek birisini bulmaya gidiyorum. Arabımı aramaya gidiyorum, demiş. Tilki de zayıf çelimsiz kılları dökülmüş bir vaziyettedir. Çobana:  — Sana bu hayatı kim verirse söyle de, bana da bir derman söylesin, demiş. Çoban: — Tamam, demiş gitmiş.  Çoban yine dere tepe gitmiş. Bir dağın başına gelmiş. Burada bir ağaç varmış. Bu ağacın bir yanı meyve veriyormuş, bir yanı vermiyormuş. O da çobana: — Nereye yolcu, demiş. Çoban aynı cevabı vermiş. — Arabımı aramaya gidiyorum, demiş. Ağac, durumunu çobana anlatmış. Bir yanının meyve verdiğini, diğer yanının vermediğini, Arabını bulduğunda kendisine de derman söylemesini istemiş. Çoban, ağaca da: — Tamam, deyip gitmiş. Çoban bu sefer iyi yol aldıktan sonra ilk konakta dinlenmeye karar vermiş. Yoluna bir saray çıkmış. Burada dinlenmeye karar vermiş. Saraya uğradığında sarayda da durumun iyi olmadığını görmüş. Padişah dışarı çıkarken bu yabancıyı gördüğünde nereye gittiğini sormuş. Çoban:  — Ben çobanım. Şimdiye kadar hep çobanlık yaptım. Ama bıktım. Şimdi Arabımı aramaya gidiyorum, demiş. Padişah da durumunu anlatıp Arabını bulduğu yerde padişaha da bir çare bulmasını rica etmiş. Çoban yine buna da: — Tamam, deyip çıkmış.  Çoban bu sefer bir nehrin kenarına gelmiş ve burada uykuya dalmış. Uykuda uzun boylu, sakallı, mübarek bir zat görmüş. Adam uykudan aniden kalkmış ve uyandığında rüyadaki adamın karşısında olduğunu görmüş. Yaşlı adam:  — Ne arıyorsun? Çoban:  — Bahtımı, Arabımı arıyorum, demiş. Bu zat:  — Aradığın benim. Her şey düzeldi, evine git, her şey güzel olacak, demiş. Çoban yolda karşılaştığı padişaha da derman istemiş. Zat, çobana:  — O padişah kadındır. Onun sıkıntılarının bitmesi için bir erkek ile evlenmesi gerekir, demiş. Sıra ağacın derdine gelince onun da dermanı:  — O ağacın altında altın küpü var. O küp oradan çıktıktan sonra o ağacın iki tarafı yeşerir, demiş. Çoban son olarak tilkinin de dermanını sormuş. Zat:  — Onun da dermanı en iyisi bir enayi bulup yemesidir, demiş.  Çoban, mutlu ve mesut bir şekilde evine yol almaya başlamış. İlk padişahla karşılaşmış ve padişaha heyecanla çobana:  — Ne yaptın Arabını bulmuşsun herhalde. Benimkini sordun mu?” Çoban:  — Evet. Padişah:  — Ne imiş? Çoban:  — Sen kadınsın ve senin sıkıntılarını geçmesi için senin bir erkekle evlenmen lazımmış. Padişah, çobana:  — İyi o zaman. Gel sen benim ile evlen. Ülkeyi de sen yönetirsin demiş. Çoban:  — Yok. Ben Arabımı buldum, evime gideceğim, orada her şey yoluna girdi, demiş ve reddetmiş. Bir süre yol aldıktan sonra ağacın yanına gelmiş ve ağaç da dermanını sormuş:  — Ne yaptın çoban? Mutlusun, benim de dermanı mı öğrendin mi, demiş. Çoban:  — Evet. Senin altında bir altın küpü var. Ancak o küp senin altından çıksın ki senin öbür tarafın yeşersin demiş. Ağaç demiş ki:  — Sen çobansın, altını sen al, zengin ol, rahat bir hayat yaşa, demiş. Çoban bunu da reddetmiş ve:  — Benim Arabım memleketimde, demiş. Bu fırsatı da tepip gitmiş. Yine yol aldıktan sonra son olarak tilkiye rast gelmiş. Tilki yine perişan ve bitkin bir durumda:  — Ne oldu yolcu, dermanını buldun mu, demiş. Çoban:  — Evet buldum. İşte oraya gidiyorum, demiş. Tilki:  — Benim derdime derman söyledi mi senin arabın, diye sormuş. Çoban:  — Evet. Tilki:  — Ne imiş? Çoban:  — Kendine iyi bir enayi bulup ye, demiş. Tilki de:  — Senden daha iyi bir enayi bulunur mu, deyip onu yemiş.
ARABINI ARAYAN ÇOBAN
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
[DÜNYA GÜZELİ İLE BEY OĞLU] Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, birbirinden güzel üç kız varmış. Kışın yakmak için ormana odun kesmeye gitmişler. Odun toplamak için ayrılmışlar ormanda. İçlerinden en güzelini ormanda unutmuşlar. Kız da dünya güzeliymiş. Kız ormanda yolunu bulabilmek için bir o tarafa bir bu tarafa bakmış. Ama ağaçlardan hiçbir şey görünmüyormuş. Az gitmiş, uz gitmiş, bir pınar başına varmış, orada bir de kavak varmış. Kavağın başına gelerek, kavağa: — Kavağım eğil, kavağım eğil, ben çıkayım da sen doğrul, demiş dünya güzeli. Kavağın tepesine çıkmış, bakmış. Bir delikanlı oğlan varmış avlanan. Oğlan kavağın tepesindeki kızı görmüş, âşık olmuş kıza. Kızı kavaktan indirmiş bey oğlu. — Ben seni Allah’ın emriyle alacağım, demiş kıza. Kız anlatmış başına gelenleri. Oğlan bunları dinledikten sonra kızı getirmiş pınarın başına koymuş. Kıza: — Ben bir avlanıp geleyim, sen burada dur, sonra gideriz, demiş. Kız: — Eğil kavağım eğil, ben çıkayım da sen doğrul, diyerek tekrar kavağın tepesine çıkmış: — Yarın öğlen seni burada beklerim, diyerek bey oğlunu göndermiş, dünya güzeli. Abdallar da otururmuş pınar başına yakın bir yerde. Oğlanın avlanmaya gittiğinin ertesi günü bir Abdal kızı pınar başına gelmiş. Su alırken bir ışık vururmuş suya. İçine eğilir bakar, bir şey yok. Etrafa bakar, bir şey yok. En sonunda doğrulmuş havaya bakmış. Kavağın tepesinde bir dünya güzeli var. Abdal kızı yansımanın güzelliğini kendi güzelliği zannederek: — Bu güzellik böyle bende var da ben burada ne diye hizmetçilik yaparım, diye su kovalarını çarpmış yere kırmış. O kırdıkça kovaları, yukarıdaki kavaktan seslenmiş: — O güzellik sende değil, bende. Kırma kovalarını, yazık etme, demiş. Abdal kızı da kavağın sırrını biliyormuş. O da eğil kavağım eğil, ben çıkayım da sen doğrul, demiş kavağa. Kavak eğilmiş, çıkmış Abdal kızı kavağa: — Dünya güzeli laf arasında nişanlım gelecek, falan yerde kalmıştım, işte şu vakit gelecek, demiş. Abdal kızı bunu öğrenince kızın kafasını kesmiş. Dünya güzelinin kafası kuş olmuş, uçmuş. Abdal kızı dünya güzelinin yerine geçmiş, oturmuş. Oğlan gelmiş: — Eğil kavağım eğil, demiş. Kavak eğilmiş, kız inmiş. Oğlan: — Sana ne oldu böyle, demiş. Abdal kızı: — Yazın sıcağında beni koydun gittin, karardım, kül oldum sıcaktan. Yandım, kavruldum, bu hâle geldim, demiş bey oğluna. Dünya güzeli uçup gitmemiş. Akmış. Aktığı yerde başından bir gül, gövdesinden de bir kavak bitmiş. Abdal kızı Allah’ın emriyle evlenmiş, iki çocuğu olmuş ikiz. Abdal kızı kocasına: — Hadi beşiklik kes gel, demiş. Oğlan o pınara, kızın başının gül, gövdesinin de kavak olduğu yere gitmiş. Oradaki kavağı kestirmiş. Getirmiş, ondan bir beşik oydurmuş, oradan bulduğu gülü de getirmiş, beşiğin başına takmış. Oğlan beşiği eve getirmiş. Abdal kızı bilmiş, gülü saklamış. Dünya güzelinin ebesi varmış, anası yokmuş da. Ebe, o gülü Abdal kızından almış, nasıl kandırmışsa. Artık ebesinin evinde dururken Allah tarafından o dünya güzeli eski hâline dönermiş orada. Ebesi de anlayamazmış eski hâline döndüğünü. Dünya güzeli kapının ardına sinermiş. Gelir yemeği pişirirmiş, evi siler süpürürmüş. Evinin içi nur gibi kalır, yemeği pişermiş ebenin, buna bir anlam veremezmiş. Beyoğlu da bu sırada verem olmuş, Abdal kızının zulmünden. Bir kuş, ebeye: — Bir bey oğlu, Abdal kızını aldı. — Bir bey oğlu Abdal kızını aldı, dermiş. Kızın kafasıymış artık, o gülden kuşa dönen. Ebe: — Bu kuştan kurtulmak için ne yapayım, nereye gideyim, diye düşünürmüş. Bir hocaya varmış, danışmış. Hoca: — Kimseye deme, demiş. Bir gün öyle, iki gün öyle derken bir bakmış. Torunu karşısına çıkıvermiş: — Vay kızım, demiş, sen neredeydin bu zamana kadar böyle? Dünya güzeli anlatır başına gelenleri artık, ebesine. İşte böyle böyle der, Abdal kızı benim başımı kesti, der. Başımda gül bitti, o kuş oldu, uçtu gitti, der. Ebe oradan gider, bir müjde verir bey oğluna. Abdal kızının ne olduğunu anlayan bey oğlu gider, kör atın kuyruğuna çocuklarını, Abdal kızını çakıverir. Dünya güzeline kırk gün kırk gece düğün eder bey oğlu. Bu masal da burada biter.
[Dünya Güzeli ile Bey Oğlu]
Konya
İç Anadolu Bölgesi
[DELİ KARDEŞ İLE AKILLI KARDEŞ]    Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğinde tıngır mıngır sallanırken biri deli biri akıllı iki kardeş varmış.  Bu iki kardeş beraber yaşarlarmış. Akıllı kardeş dışarıda çalışır, deli kardeş ise evde otururmuş. Bir gün akıllı kardeş, deli kardeşe: — Bugün çok işim var. İneği sen otlat, akşama geleceğim, demiş ve çıkmış. Bu iki kardeşin tek bir ineği varmış. Bu ineğin sütünü içer, sütünden yoğurt, peynir yapar yerlermiş. Akıllı kardeş evden çıkınca deli kardeş almış ineği, otlatmaya götürmüş. Yeşillik bir yer görünce durmuş. İnek otlanırken bir de bakmış bir bülbül. Bülbül başlamış tatlı tatlı ötmeye. Deli kardeş sormuş bülbüle: — İneği sana satayım mı? Zavallı kuş anlamamış tabii yine ötmüş. Deli kardeş: — Madem istiyorsun ne kadara satayım, demiş. Kuş bu anlamaz ya yine ötmeye devam etmiş. Deli kardeş: — Mademki paran yok, insanlık ölmedi ya. Al sana hediye ediyorum, demiş ve ineği orada bırakıp eve gelmiş. Akşam olmuş akıllı kardeş gelmiş. Akşam yemeğinden sonra sohbet ederlerken akıllı kardeş sormuş: — Yahu ben ineği hiç görmedim bahçede. İnek nerede, diye sorunca deli kardeş gülmüş ve: — Ben çok güzel bir hayır yaptım. İneğimizi bülbüle hediye ettim, demiş. Akıllı kardeş şaşkına dönmüş, olanları anlatmasını istemiş. Duyunca deli kardeşinin yaptığını. — Kalk ineği almaya gidiyoruz, diye bağırmış. Birlikte ineğin otladığı bahçeye doğru yol almışlar.  O gün yedi hırsız zamanın padişahının sarayından hazineyi çalıp kaçmış, deli kardeşin ineği bıraktığı bahçede geceyi geçirmeye karar vermişler. Akıllı kardeş ile deli kardeş ise ineği almaya gittiklerinde onları uzaktan görmüşler. Akıllı kardeş onların hırsız olduğunu anlamış ve: — Hemen ağaca tırmanalım, onları gördüğümüzü anlamasınlar, demiş. Deli kardeş ise: — İneğimizi de alacağım, o da ağaca çıksın, demiş ve akıllı kardeşi dinlemeden ineği de ağaca çıkarmış. Onlar tırmanırken yedi soyguncu da onların tırmandığı ağacın altına gelmiş. Tam o sırada deli kardeş, ineğin ağırlığına dayanamamış, soyguncuların tepesine düşürmüş ineği. Hırsızlar bir o yana bir bu yana kaçışmaya başlamışlar. İçlerinden bir tanesi: — Başımıza taş yağdı! Ben size demiştim yapmayalım, diye bağırmış. Akıllı kardeş ile deli kardeş de onlar kaçınca hemen aşağı inmişler. Akıllı kardeş altınları toplamaya koyulmuş. Deli kardeş ise başlamış ineği kesmeye. Akıllı kardeş: — Ne yapıyorsun orada? Hadi çabuk ol, onlar bizi görmeden kaçalım, demiş. Deli kardeş ise: — Olmaz. Ben bu ineği kesip yemeden hiçbir yere gitmem! Bu ateşi de kim söndürürse onun da dilini keser pişiririm, diye bağırmış. Bu sırada kaçan hırsızlardan biri onları fark etmiş. Koşarak gelmiş, elinde altınları taşıyan akıllı kardeşe saldırmış. Deli kardeş hiç oralı olmamış, etini pişirmeye devam etmiş. Kavga ederken hırsız, deli kardeşin ateşine çarpmış, dağıtmış. Deli kardeş sinirlenmiş, dediğini yapmış, hırsızın dilini kesmiş. Hırsız kanlı ağzıyla koşmaya başlamış. Diğerleri onu böyle görünce, korkudan daha da hızlı koşmuş, hemen orayı terk etmişler. Akıllı kardeş ise deli kardeşini de altınları da almış, hemen oradan uzaklaşmış. Eve gelmişler, akıllı kardeş hemen evin bahçesine bir kuyu kazmış ve deli kardeşine: — Sakın bu olaylardan kimseye bahsetme. Artık zenginiz, çalışmamıza gerek yok, demiş. Deli kardeş ertesi sabah hemen evden çıkar, doğru padişahın sarayına gider. Zorla içeriye girer ve padişahın huzuruna varır. Olayları bir bir anlatır. Padişahın veziri hemen gider, altınları deli kardeşin gösterdiği yerden alır ve akıllı kardeşi hapse atar. Akıllı kardeş hapse girerken deli kardeşine: — Kapıya, pencereye dikkat et kapıyı kimseye açma, der. Günler geçer, deli kardeş akıllı kardeşi ziyarete gelir. Akıllı kardeş bir de bakar ki deli kardeşi kapıyı koluna, pencereyi de kafasına geçirmiş, oraya buraya çarpa çarpa geliyor. Akıllı kardeş sormuş: — Ne oldu sana bu halin nedir? Deli kardeş cevap vermiş: — Sen demedin mi kapıya, pencereye dikkat et, kapıyı kimseye açma diye. Bak ben senin emanetine sahip çıktım ama sen ne yaptın? Padişahın malına yan gözle baktın. Üzülme çıkacaksın buradan, çünkü padişahla konuştum, seni bağışladı, demiş ve iki kardeş beraber evin yolunu tutmuşlar.  Onlar yedi, içti, yere geçti. Ben de sana haber getirdim.
DELİ KARDEŞ İLE AKILLI KARDEŞ
Iğdır
Doğu Anadolu Bölgesi
    TUZ KADAR SEVGİ Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir ülkede bir padişah ve üç kızı varmış. Kızları babasını çok severmiş. Bir gün babası büyük kızını yanına çağırarak kendisini ne kadar sevdiğini sormuş. Kızı: — Dünyalar kadar seviyorum, demiş. Sonra ortanca kızını yanına çağırmış, ona da kendisini ne kadar sevdiğini sormuş. Kızı da çok sevdiğini söylemiş. En son küçük kızını yanına çağırarak ona da sormuş. — Kızı da tuz kadar seviyorum, demiş. Babası da çok kızmış, vezirlere kızını dağa götürüp öldürmelerini ve kanını getirmelerini söylemiş. Kızı da dünyanın en güzel kızıymış. Bir vezir kızı alarak dağa gitmiş, ama öldürmeye kıyamamış. Oradaki bir köpeği kesmiş ve kanını mendile bulamış, kıza da: — Bir daha buralarda gözükme, demiş. Kız dağda yaşamaya başlamış. Bir köyde de tembel bir oğlan ile annesi yaşıyormuş. Annesi bir türlü oğlunu dağa odun toplamaya gönderemiyormuş. Bir gün oğlunu dağa odun toplamaya yollamış. Oğlu dağda bu güzel kızı görmüş ve ona âşık olmuş. Padişahın kızı ile birlikte eve dönmüşler. Oğlan yine tembellik yapıyormuş. Buna çok kızan padişahın kızı bahçeden topladığı dikenler ile oğlanın yüzünü çizdirmiş. Oğlan bir daha eve girememiş, sürekli odun toplayıp satıyormuş. Odunların parasını da padişahın kızına vermesi için annesine veriyormuş. Oğlan bir gün yine dağa odun toplamaya gitmiş. Odunlarını getirememiş ve bir mağaraya bırakmış. Ertesi gün odunlarını almaya gitmiş, bir de bakmış ki bütün odunlar altın olmuş. Hemen padişahın kızına getirmiş. Şehre inip altınları bozdurmuşlar. Padişahın kızı, babasının sarayınınkinin aynısı gibi bir saray yaptırmış. Oğlanla evlenmeye karar vermişler. Düğüne babasını da çağırmış ve bütün yemekleri tuzsuz yaptırmış. Babası düğüne gelmiş, sarayı görünce çok şaşırmış. Sonra yemekleri yemiş, hiç beğenmemiş. Yemeklerin neden tuzsuz olduğunu sormuş. Düğün sahibini yanına çağırmış. Bir de bakmış ki kızıymış. Babası kızına yemeklerin neden böyle tuzsuz olduğunu sorduğunda, kızı, babasına tuzun ne kadar çok sevildiğini ve kendisine o yüzden tuz kadar seviyorum dediğini söylemiş. Babası kızına sarılmış ve barışmışlar. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar, sonsuza dek mutlu yaşamışlar. Burada da masal bitmiş. Babam düştü eşikten, anam düştü beşikten, anam kaptı maşayı, babam döndü köşeyi.
TUZ KADAR SEVGİ
Balıkesir
Marmara Bölgesi
  [BABAYA VERİLEN DEĞER]  Zamanın birinde yağız bir delikanlı yaşarmış. O yürüdü mü rüzgâr da onunla yürür, hiddetlendi mi dağlar yerinden oynarmış. Herkes ona hürmet eder, kızlar da hayran kalırmış. Bu delikanlı bir gün yolda giderken köyün en güzel kızına sevdalanmış. Onunla evlenerek mutlu bir yuva kurmuş. Köy halkı hep onlara gıptayla bakar olmuş. Sevgileri köyden köye, şehirden şehre dolaşmış. Günler günleri, aylar ayları kovalamış. Bizim delikanlı ile karısı artık elden ayaktan düşmüş. Gün gelmiş canından çok sevdiği hanımını da öte tarafa göndermiş. Kendisi çocuklarıyla birlikte kalakalmış.  Gel görelim ihtiyarın çocukları birbirinden hayırsız çıkmış. Babalarına saygı göstermez, sürekli ondan kurtulma yolu ararlarmış. İhtiyar bu duruma çok üzülür, eski günleri hatırına gelir, gözleri dolarmış. Bir zamanların küheylanı şimdi evlatlarına bile söz geçiremez olmuş. Kardeşler kendi aralarında konuşuyormuş: — Artık iyice kocadı, ne dediğini bilmiyor. — He ya adımı bile karıştırıyor bazen. — Bir de yemek yerken her tarafı batırıyor. İşin yoksa temizle! — Yok yok böyle olmaz, bir şekilde uzaklaştırmalıyız onu buradan. — Bence de ama nasıl? Uzaktan konuşmalara kulak misafiri olan diğer kardeşleri atılmış: — Onu götürüp ormana bırakalım, hani şu kaplumbağaların üşüştüğü bir yer var ya orada çürüyüp gider! Diğerlerinin de aklına yatmış: — Evet! Vakit kaybetmeden oraya bırakalım ve arkamıza bakmadan kaçalım, demişler.  İhtiyarı kolundan tuttukları gibi konuştukları yere bırakmışlar ve hızla oradan uzaklaşmışlar. Ama bu gençlerin bilmediği bir şey varmış. İhtiyar hayvanların dilinden anlar, onlarla geçinmesini bilirmiş. Birkaç gün sonra çocukları kapıda elinde kaplumbağa yavrularıyla birlikte ihtiyarı görünce çok şaşırmışlar. “Tam da kurtulduk derken nereden çıktı bu” dercesine birbirlerine bakmışlar. — Acıyıp çok uzaklara bırakmayalım, dedik ama işe yaramadı. Demek ki daha uzağa ancak keçilerin tırmanacağı bir yere bırakmak gerekiyordu, demiş içlerinden biri. Hemen ihtiyarı alıp sarp kayalıklara bırakıp oradan uzaklaşmışlar. Birkaç gün sonra elinde keçi yavrularıyla dönen ihtiyarı kapıda görünce deliye dönmüşler. — Bu adama acımak yaramıyor. En iyisi dağın zirvesine kurtların içine bırakalım. Bakalım o zaman geri gelebilecek mi, demiş en büyükleri. Ağabeylerinin sözünü dinleyip dağa bırakmışlar bu sefer ihtiyarı. Ertesi gün kurt yavrularıyla çıkagelen ihtiyar, çocuklarının sabrını taşırmış. — Daha önce niye düşünemedik? Gidip bir inin önüne bırakalım. Nasıl olsa ayılar onu bir pençesiyle devirir, diyerek ağabeylerine tavsiyede bulunmuş en küçükleri. — Çok doğru! Hadi vakit kaybetmeyelim! Babalarını bir mağaranın önüne bırakmışlar ve kendilerinden emin bir şekilde eve dönmüşler. Birkaç gün geçince sonunda babalarından tamamen kurtulduklarını düşünmüşler. Tam bu sırada kapı çalınmış ve kapıda elinde ayı yavrularıyla ihtiyar… Olaylara bir türlü anlam veremeyen üç kardeş kara kara düşünmeye başlamış. Bir türlü kurtulamadıkları babalarına mı yansınlar yoksa hayvanat bahçesine dönen bahçelerine mi? — Bu işte bir iş var. Ne yaptıysak başaramadık. Üstelik bahçemiz hayvanlarla doldu, demiş somurtarak biri. Yoldan geçen yaşlı bir kadın bu gençlere ne derdi olduklarını sormuş. Gençler başlarından geçenleri anlatmışlar bir bir. Sonra yaşlı kadın onları kendilerine getirecek şu sözleri söylemiş: — Eee boşuna dememişler “kurt kocayınca kuzunun maskarası olurmuş” diye. Siz zannediyor musunuz ki böyle gencecik kalacak, gün gelip de yaşlanmayacaksınız. Babanız zamanında tüm köylüye hükmederdi. Ama bakın şimdi size muhtaç. Gün gelecek sizler de yaşlanıp elden ayaktan düşeceksiniz. O zaman siz de ormana mı atılmayı istersiniz, diye sormuş merakla dinleyen gençlere. Başlarını utancından yere eğen gençlerden bir tanesi: — Sanırım haklısınız. Bizi büyütüp bu yaşa getiren babamızı ölüme terk etmekle yanlış yaptık. Bundan sonra ona saygıda kusur etmeyeceğiz, demiş. İhtiyar kadın beklediği cevabı aldığı için mutlu olmuş. Gülümseyerek yanlarından ayrılmış. Bahçedeki hayvanlar ihtiyar adama göz kırparak oradan uzaklaşmış. Üç kardeş babalarının elini öpüp ondan özür dilemişler. Birlikte uzun yıllar yaşayıp mutlu olmuşlar…
BABAYA VERİLEN DEĞER
İzmir
Ege Bölgesi
[İKİ KARDEŞ]  Biri evli biri bekâr iki kardeş varmış. Büyük kardeş koyunu, atı çok severmiş. Küçük de hayırlı nasip ararmış. Bunun için ikisi de bir gün yola çıkmışlar. Küçük büyüğe yetişememiş. Giderlerken önlerinden bir ihtiyar gelmiş. Büyüğe sormuş: — Oğlum nereye gidiyorsun? O demiş ki: — Kazanca giderim. Sürüyle koyun ve at alacağım. O ihtiyar: — Oğlum hadi geri dön git. Allah sana istediğini verdi, demiş. O da varmış bakmış evin önünde bir yanda koyun, bir yanda at sürüsü duruyormuş. İhtiyar, küçük oğlanın önünden gelince ona da sormuş nereye gittiğini. O da: — Hayırlı bir nasip aramaya giderim, demiş. İhtiyar: — Oğlum şimdi dünyada hayırlısı kalmadı ya, filan köyde bir hayırlı vardı, onun da düğünü oluyor, hadi gidelim bir bakalım, demiş. Oğlan ihtiyarla beraber o köye varmış. Düğün evine gitmişler. Düğün evine delikanlılar ihtiyarı misafir etmemiş: — Burası senin yerin değil, demişler. İhtiyar gitmiş, yeni elbiseler giymiş, delikanlı kıyafetine bürünmüş, gelmiş. Bu sefer içeri almışlar, baş sedire oturtmuşlar. Delikanlılar düğün yapıp davul çalıyorlarmış. İhtiyar: — Verin bir de ben çalayım, bakayım, demiş. Vermişler, o da çalmış. Çok beğenmişler. Düğün yerinde bulunanlar: — Ah şimdi bir teze üzüm olsa da bir parça alsak da yesek, demişler. İhtiyar: — Eğer gelin olacak kızı bana verirseniz, ben size şimdi bağı diker, üzümü yetiştiririm, demiş. Damat olacak delikanlı da ordaymış. — Hadi, eğer bunu yaparsan, biz de sana bu kızı vereceğiz, demişler. O zamanlarda verdikleri sözden dönmezlermiş. İhtiyar: — Hadi bana bir üzüm çekirdeği getirin, demiş. Bir üzüm çekirdeği getirmişler. Toprağı deşip içine koymuş, örtmüş. Üstüne mendilini kapatmış. Okumuş: — Âmin, demiş. Daha sonra açıp bakmışlar, iki çatal, bir tefek olmuş. Daha sonra ağaç olmuş, daha sonra çiçek açmış, bir üzüm olmuş. Bir daha bakıncaya kadar bu üzümler iyice büyümüş, ermiş. İhtiyar hepsini o bir salkımın başına toplamış. Doyasıya yemişler, bitirememişler. Kızı elimizden kaçırdık diye canları çok sıkılmış. — Şu ağacı çıkaralım, demişler. Sekiz on tanesi bir araya gelip asılmışlar, sökememişler. Sonunda ihtiyarla oğlana kızı vermişler. İhtiyar: — Al oğlum, güle güle geçin. İşte bu hayırlı nasip, demiş. Oğlanı uğurlayıvermiş. Allah’ın emriyle, oğlan kızla evlenmiş. Bir oğlan çocukları dünyaya gelmiş. Koyunla at sürüsünün sahibi olan büyük kardeşin yanına bir gün bir ihtiyar gelmiş: — Oğlum, ben filan yere gidiyordum, yoruldum. Bana bir at ver de gideyim, demiş. O: — Atım yok, demiş. İhtiyar: — Oğlum filan yerde var ya, deyince: — Senin için ta oradan at getiremem, demiş. Bunun üzerine ihtiyar: — Allah verdiği gibi alsın, demiş. Geçip gitmiş. Hayırlı nasibi bulan oğlanın yanına varmış: — Oğlum beni misafir alın mı? demiş. Oğlan da: — Bir göz evimiz var ama bir sedirde sen yat, birinde de biz yatarız, demiş. Misafir almışlar. Akşam olmuş, yemeğe oturmuşlar. Ev sahipleri, neleri varsa misafirin önüne koymuşlar. Ama ihtiyar: — Ben hiç etsiz yemek yemem, demiş. Onlar da: — Koyunumuz, kuzumuz, geçimiz, tavuğumuz yok. Ne yapalım, demişler. O zaman ihtiyar: — Ben şu çocuğunuzu bari kesip yiyeyim, demiş. Hayır diyememişler. İhtiyar çocuğa kıyıp kesmiş, temizlemiş, yıkamış, kazana koymuş. Altına ateşi yakmış fokur fokur kaynamış. Yatsıya doğru etin pişeceğine yakın ihtiyar, ben bir dışarı çıkayım, diyerek dışarı çıkmış. Evin kadını: — Acep et pişti mi, diye kazanın üstünden siniyi kaldırınca çocuğun kıpkızıl altının içinde oynadığını görmüş. İhtiyar da bir daha gelmemiş. Ev sahipleri çok sevinmişler.  Koyun ile at sürüsüne sahip olan kardeşin sürülerindeki hayvanların hepsi ölmüş. Bu ihtiyar, iki kardeşin önce de karşılarına çıkan ihtiyarmış. Onları sınamaya gelmiş. İyi kalpliye vermiş, kötüden almış. Kötü kardeş cezasını çekerken iyi kardeş de sonsuza kadar mutlu olmuş.
İki Kardeş
Aksaray
İç Anadolu Bölgesi
    [LİMON KIZ] Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, anam babam beni beşiğimde şıngır mıngır sallar iken bir bey oğlu varmış. Bey oğlu bir gün babasının isteği üzerine gezintiye çıkmış. Çıkmış ama bir de ne görsün koskocaman bir limon tarlası. Limon tarlasına giren hiç olmazmış, çünkü giren de çıkamazmış. Bey oğlu varmış, limon tarlasının kapısının ağzına bir koca tarla. Karşısında iki kocaman dev, örtülü kapıyı açmış, açık kapıyı örtmüş. Oradan öylece geçmiş. Hiç kimsenin geçemediği nehir varmış ve bu nehir çok tuzluymuş. Bey oğlu bu nehri ne kadar tatlı diye içerek bitirmiş ve nehirden geçmiş. Karşısına bir diken tarlası çıkmış ve bey oğlu dikenleri güller de ne kadar güzel diyerek koklaya koklaya geçmiş. Daha sonra bir koyun ve köpek çıkmış karşısına ve Bey oğlu köpeğin karşısındaki otu koyunun karşısına, koyunun karşısındaki kemiği de köpeğin karşısına koymuş ve oradan da böylece geçmiş. Limon tarlasını görmüş ve varmış, bakmış ama bir de ne görsün; altın gibi parlayan limonlar. Bu limonlardan üç tanesini koparmış. Birincisini kesmiş ve limon: — Su, su, diyerek ölmüş. İkincisini de kesmiş, o da aynı şekilde ölmüş. Üçüncü limonu da kesmiş ve Bey oğlu, limon, “su” demeden limonu kuyuya atmış ve bir de ne görsün, kuyudan güzeller güzeli bir limon kız çıkmış. Kızın çıkmasıyla devler uyanmış. Bey oğlu ile limon kız, devlerden kaçarken herkese iyilik yaptığı için hiç kimseyi bırakmayan kapı bey oğluna açılmış. Hiç kimseyi bırakmayan koyunla köpek, bey oğlunu bırakmış ve herkesi boğan nehir yol açmış bey oğluna. Koskoca diken tarlası, gül bahçesine dönüşmüş ve herkes bey oğluna ayrı bir yol vermiş. Sonunda limon kız ve Bey oğlu devlerden ve limon tarlasından kurtulmuşlar.  Bey oğlu babasının isteği üzerine buraya geldiği için dönüşünü babasına haber vermek istemiş ve limon kıza: — Beni bekle geri geleceğim, demiş. Limon kız da ona: — Tamam, beklerim ama eğer baban seni alnından öperse beni unutursun, sakın öptürme, demiş. Bey oğlu babasının yanına varınca bu sözü unutmuş ve babası alnından öpmüş o anda limon kızı unutmuş. Limon kız da bey oğlunu az zaman çok zaman beklemiş ve beklerken bir çingene kızı ile karşılaşmış. Çingene kızı, limon kızın kolundaki bilezikleri istemiş, ertesi gün farklı bir şey, ondan sonraki gün ise daha farklı bir şey istemiş. Böylece çingene kızı, limon kızın yanına gelerek her şeyini öğrenmiş ve bir gün limon kız, çingene kızına: — Başımdaki beyaz kılı koparırsan güvercine dönüşürüm, demiş. Bu sırrı öğrenen çingene kızı, bir bahane ile o beyaz kılı koparmış ve limon kız güvercin olup uçup gitmiş. Bey oğlu gel zaman git zaman limon kızı hatırlamış ve hemen limon kızı bıraktığı yere koşup gelmiş, ama ne görsün, o güzel kız yerine çirkin bir kız varmış. Durumu bilmediği için çingene kızını limon kız sanıp: — Ne oldu böyle, diye sormuş. Çingene kızı da: — Seni beklerken gün vurdu karardım, yel vurdu sarardım bu hale geldim, demiş. Bey oğlu, çingene kızını limon kız sanarak evlenmiş ve çingene kızı hamile kalmış. Limon kız da güvercin olarak bey oğlunun evinin yanında dolaşır dururmuş. Çingene kızı aşerdiği için bey oğlundan bu güvercini kesmesini ister ve bey oğlu güvercini tutup keser. Güvercinden akan ilk kan damlasıyla bey oğlunun evinin tam önünden bir fidan çıkar ve bu fidan büyür, kocaman bir ağaç olur. Çingene kızı içeriye girip çıkarken bu ağacın kendisine takılıp durduğunu görür ve ağacın limon kız olduğunu anlar. Çingene kızı, bey oğlundan bu ağacı kesmesini ve bebeğine bir beşik yapmasını ister. Bey oğlu ağacı keser, ağaçtan bir beşik yapar ve ağacın küçük dallarından bir tanesini de yaşlı bir nineye verir. Nine bu küçük daldan su testisinin ağzına kapak yapar. Nine evden çıkınca limon kız, testinin ağzından çıkar, evi siler süpürür, temizler, yemeği yapar ve tekrar eski yerini alırmış. Nine evdeki bu değişiklikleri görünce şüphelenmiş. Bir gün yine evden çıkarmış gibi yapmış, kapının arkasına saklanmış. Limon kız yine her zamanki gibi testinin ağzından çıkmış ve tam bu sırada nine limon kızı yakalamış. Limon kız da nineye başından geçenleri bir anlatmış. Daha sonra nine limon kızı da yanına alarak bey oğlunun yanına gider. Nine, bey oğluna olanları anlatır. Bey oğlu gerçekleri öğrenince çingene kızına kırk katır mı yoksa kırk satır mı diye sormuş. Çingene kızı da: — Kırk satırı ne yapacağım, kırk katırı alır, babamın evine giderim, demiş.  Daha sonra Bey oğlu ile limon kız kırk gün kırk gece düğün yapmışlar ve evlenmişler.
Limon Kız
Tokat
Karadeniz Bölgesi
[DİLEK TAŞI] Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellâl iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken zamanın birinde bir karı koca varmış. Bunlar çok fakirmiş. Bu aile geçimlerini çobanlık yaparak sağlıyorlarmış. Kadın, kocasına; —Git, hükümet kapısının önündeki dilek taşına otur, demiş. Bu taşa oturanlar, padişah tarafından seslenip dertleri dinleniyormuş. Adam gelip dilek taşına oturuyor. Padişah adamı görüyor. Adamlarına sesleniyor. Padişahın huzuruna çıkıyor. Padişah: — Söyle bakalım derdini, demiş. Adam başlamış: — Padişahım bizim derdimiz açlık ve susuzluktan başka ne olabilir ki? Padişah vezirine: — Bana bir sofra getirin, demiş. Vezir sofrayı getirip adama verir. Padişah sakın yolda: —Açıl sofram açıl, türlü türlü yemekler saçıl, deme. Adam yola koyulmuş, sonra çok yorulmuş ve acıkmış. Dayanamamış yolda: — Açıl sofram açıl, türlü türlü yemekler saçıl, demiş. Adam bir de bakmış ki bin bir çeşit yemek. Adam alelacele karnını doyurup: — Kapan sofram kapan, demiş. Adam elinde sofrayla evine döner. Karısı kapıyı açınca kocasının elinde sofrayı görünce başlamış söylenmeye: —Biz bu sofrayla nasıl geçiniriz, bu sadece bir doyumluk… Adam karısına bunun sıradan bir sofra olmadığını anlatmış. Karı koca bir gün komşularını yemeğe davet etmiş. Adam sofrayı getirip komşusunun yanında yolda: —Açıl sofram açıl, türlü türlü yemekler saçıl, demiş. Komşuları yemeği yiyip gittikten sonra o sofrayı ele geçiririm diye düşünmeye başlamış. Komşuları, bu karı kocayı akşam oturmasına seslemiş ve karı-koca, komşularının evindeyken sofrayı çalmış ve yerine kendi evinden getirdiği sofrayı koymuş. Karı koca evlerine gitmişler. Ertesi gün karı koca yemek yiyecekleri zaman sofrayı getirirler. Adam “açıl sofram açıl” demesine rağmen hiç tık yoktur. Karı koca sofrayı komşularının çaldığını anlarlar. Karı koca yine açlık çekmeye başlarlar. Kadın, kocasına: — Git de dilek taşına otur, der. Adam yine gidip oturur. Padişah, adamı seslenir: — Hayrola ne oldu, der. Padişahım verdiğiniz sofrayı çaldırdım. Yine aç susuz kaldık. Padişah bu sefer bir keçi verir. Bu keçiye olur olmaz yerde: — Dırt keçim bir altın, deme. Adam: — Tamam, der ve evine gider. Karısı: — Bu keçi neyime yetecek, bir sefer kesip yeriz hepsi o kadar olur, der. Kocası bu keçinin diğer keçilerden farklı olduğunu anlatır. Karısı çok sevinir. Neyse karısı birkaç hafta sonra hamama gider keçisiyle birlikte. Kadın, hamama gitmeden önce keçiye: — Dırt keçim bir altın, der. Hamamın giriş ücretlerini ödemek için. Kadının keçiye söylediklerini duyan hamam görevlisi keçiyi alır, yerine sıradan bir keçi koyar. Kadın hamamdan çıkarken görevliden keçiyi alıp getirmesini ister. Adam değiştirdiği keçiyi getirir. Kadın keçiyi alıp evine gider. Ertesi gün paraya ihtiyaçları olur. Adam: — Dırt keçim bir altın, der ama keçi de hiçbir hareket yoktur. Kadın kocasına, önceki gün hamama gittiğini söyler. Artık padişahın yanına gitmeye yüzleri yoktur. Adam: — Son kez bir daha gidelim, demiş. Adam bu sefer dilek taşına oturmadan direkt padişahın huzuruna çıkmış: — Padişahım sizin verdiğiniz keçiyi de çaldırdım, ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bize yardım et, der. Padişah: —Sen adam olmazsın, sana bu sefer sadece tokmak veriyorum. “Sakın vur tokmağım vur” deme. Bununla başının çaresine bak, demiş. Adam tokmağı alır, fakat bununla ne yapacağını bilemez. Bu ne sofra gibi açılır. Ne de keçi gibi altın verir. Sonunda: -Vur tokmağım vur, der. Tokmak adama vurmaya başlar. Bu defa ne yapacağını anlar. Tokmak sayesinde sofrasını ve keçisini alabileceği aklına gelmiş ve hemen yola koyulmuş. Adam tokmağı alıp önce komşusunun yanına gitmiş. Sofrasını geri istemiş. Ama komşusu sofranın kendisinde olmadığı yalanını söylemiş. Adam hemen: —Vur tokmağım vur, demiş. Tokmak komşusunun başına vurmaya başlayınca, komşusu acıya dayanamayıp sofrayı adama vermiş. Adam sofrayı ve tokmağı alıp keçiyi almak için hamacının yanına gitmiş. Keçisini geri istemiş, ama hamamcı keçinin kendisinde olmadığını söylemiş. Adam hemen: — Vur tokmağım vur, demiş. Tokmak hamamcının başına vurmaya başlamış. En sonunda hamamcı acıya dayanamayıp keçiyi adama vermiş. Adam tokmak sayesinde hem sofrasına hem keçisine kavuşmuş bir şekilde evine döner. Karısıyla birlikte mutlu, mesut, sıkıntısız bir hayat sürmüşler.
Dilek Taşı
Ordu
Karadeniz Bölgesi
DEVLET KUŞU Bir karı koca varmış. Bunların iki tane de oğulları varmış. Bu ailenin durumu iyi değilmiş. Adam bir gün bahçesinde gezerken ağacın tepesinde büyük bir kuş yuvası görmüş. Merak edip kuş yuvasına bakmış. Bakmış ki ne görsün, bir sepet dolusu yumurta. Adam sevinmiş, yumurtaları hemen toplayıp pazara götürmüş. Yumurtalara pazarda çok alıcı çıkmış. En çok değer veren ise bir tüccar olmuş. Adam yumurtaları bir tüccara satar ve karşılığında da çok para alır. Bu tüccar, adama: —Bu kuşu tut, bana getir. Sana daha çok altın veririm, demiş. Bu kuşa devlet kuşu deniyormuş. Adam eve gitmiş, düşünmüş taşınmış. Kuşu bu tüccara götürürse sadece bir sefer para alacak ama her gün yumurta götürürse daha çok para alacağını düşünmüş. Kuşu, bu tüccara götürmez. Bu tüccar adamın evine kadar gelir. Adamın karısı ile tanışır. Gözlerini boyamak için birçok eşya getirir. Kadından kuşu tutup kızartmasını söyler. Çok para getirip satın alacağını bildirir. Tüccar kendi kendine: — Kuş bana da yar olmasın, onlara da, der ve gider. Kadın, kuşu pişirip tabaklara koyar. Okuldan gelen çocukları da onun kuş olduğunu bilmeden yerler. Anneleri gelir ki tabaklarda hiçbir şey kalmamış. Ertesi gün tüccar gelir: — Ne yaptın, pişirdin mi, der. Pişirdim ama büyük oğlum başını, küçük oğlum da diğer kısımlarını yemiş. Tüccar sinirli bir şekilde çabuk başını büyük oğlanın midesinden, diğer kısımlarını da küçük oğlanın midesinden çıkaramazsan çocuklarını öldürürüm, der. Tam o sırada da çocuklar okuldan gelmiş, kapının ağzından bütün olanları dinlemiş. Tüccarın niyetinin kötü olduğunu anlayan kardeşler hemen oradan uzaklaşmışlar. Tüccarın, kuşun başı ve diğer kısımlarını midelerinden çıkartmak istemesinin nedeni; onu yiyenin çok zengin olmasıymış. Çocukların kaçtığını gören tüccar, kadına orada bağırıp çağırır. Neyse çocuklar az gitmiş, uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. İki yol ayrımına gelmişler. İki kardeş helalleşip ayrılmışlar. Ayrılırken şöyle bir söz vermişler. Ayrıldıkları yere taş dikmişler, hangisinin buraya yolu önce düşerse diğer kardeşini de bulup anne ve babalarının yanına gideceklermiş. Gel gelelim çocukların ne yaptıklarına. Devlet kuşunun başını yiyen çocuğun gittiği yerin padişahı ölmüş ve padişah seçiyorlarmış. Ellerine bir kuş almışlar, kimin başına konarsa onu padişah seçeceklermiş. Çocuk gitmiş tepenin üstüne oturmuş. Kuş devamlı gelip çocuğun başına konuyormuş. Ülkedekiler şaşırmış: — Hayır, olamaz demişler. Birkaç kez kuşu atmışlar. Kuş yine dönüp dolaşmış, gelmiş, o çocuğun başına konmuş. Çocuğu alıp kapalı bir yere kapatmışlar. Kuş yine bir yolunu bulup içeri girmiş. Ülkenin ileri gelenleri bakmış ki kuş yine o çocuğun başında. Çocuğu padişah seçmişler. Diğer çocuksa bir hana yerleşmiş: — İş bulana kadar burada kalayım, demiş. Çocuk yattığı yatağın altında her gün bir kese altın buluyormuş. Hanın sahibi çocuğu deniyormuş. Çocuk dışarı çıkınca odasına girip bakıyormuş altınların yerinde olup olmadığına. Adam birkaç ay böyle devam etmiş. Bakmış ki çocuğun hiçbir altın kesesine dokunmamış. Adam çok zenginmiş. Adam bütün mirasını o çocuğa bırakmış. Adam ölmüş, bütün mal varlığı çocuğa kalmış. Padişah olan çocuk, vezir ve hizmetçileri bir geziye çıkmışlar. Gezmişler, çok yorulmuşlar ve: — Bir yerde dinlenelim, demişler. Neyse çocuğun hanlarının olduğu yere gelmişler. Hana misafir olmuşlar: — Buyurun efendim, diyerek hanın yeni sahibi gelmiş. Padişah bakmış ki bu adam yıllar önce ayrıldığı kardeşi. İki kardeş sarılmış, orada hasret gidermişler. Daha sonra birlikte memleketlerine gitmişler. Bakmışlar ki anneleri ölmüş, babaları yaşıyor. Babalarını alıp yaşadıkları ülkeye dönmüşler. Geri kalan hayatlarını mutlu ve huzurlu bir şekilde geçirmişler.
Devlet Kuşu
Ordu
Karadeniz Bölgesi
    [ÇAKMAK TAŞI] Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde üç kardeş varmış. Bir de anne ve babaları varmış. Bu üç kardeşi arkadaşları oyunlarına katmıyorlarmış. Bunun sebebi ise temiz ve güzel elbiselerinin olmayışıymış. Çocuklar bu yüzden evde sürekli ağlıyor, sokağa çıkmıyorlarmış. Çocukların ağlamasına dayanamayan baba, yemek paralarının hepsine elbise almış. Zaten sadece yemeğe yetecek paraları varmış. Artık arkadaşları, çocukları oyunlarına almaya başlamışlar. Akşama kadar oynayıp akşam acıkıp eve gelmişler; ama evde yiyecek kuru ekmekten başka hiçbir şey yokmuş. Anne, çocukları kandırıp boş tencereye su doldurup ocağa koymuş. Çocuklar bunu beklerken uyuyup kalmışlar. Ertesi gün sabah çocuklar ellerine biraz ekmek alarak oyuna gitmişler. Akşam yine aynı şekilde olmuş. Anne ve baba çocukların gözleri önünde böyle olmalarına dayanamıyorlarmış. Anne: —Gözümüzün önünde böyle öleceklerine, ormana bırakalım çocukları. Bundan daha iyi, demiş. Birlikte kararlaştırmışlar. Ertesi gün çocukları ormana bırakacaklarmış. Küçük kardeş, bütün bu konuşmaları duymuş. Sabah erkenden dere kenarından çakmak taşlarını toplamış. Anne ve baba çocukları çağırıp hep birlikte ormana ağaç kesmeye gideceklerini söylemişler. Hep birlikte ormana doğru yol almışlar. Küçük çocuk da arkadan gelerek birer birer çakmak taşlarını bırakıyormuş. Ormana varmışlar. Anne ile baba çocuklara: —Siz burada durun. Biz diğer tarafta ağaç keseceğiz. Akşama doğru gelir, sizi alırız.” demişler. Akşam olmuş. Çocuklar bekliyormuş, ama ne gelen var ne giden. Ağlamaya başlamışlar. Küçük kardeş bunları susturmuş, her şeyi anlatmış. Küçük kardeş bunları da peşine katarak, çakmak taşlarını takip edip eve gelmişler. Kapıyı çalmışlar. Anne kapıyı açmış: — Vay yavrularım, biz de sizi aradık, bulamadık, diyerek yavrularına sarılmış. Aynı yalanı baba da söylemiş. O akşam öyle geçmiş ve sabah olunca çocukları tekrar ormana götürmeye karar vermişler. Sabah olmuş, çocukları da almış düşmüşler ormanın yoluna. Küçük çocuk bu sefer de yola ekmek kırıntıları dökerek gidiyormuş; fakat bu ekmek kırıntılarını da kargalar yiyorlarmış. Çocuğun bundan haberi yokmuş. Ormana varmışlar. Anne ve baba yine ağaç kesmeye gidiyoruz diye gitmişler. Akşam olmuş kimse gelmiyormuş. Çocuklar korkmaya başlamışlar. Küçük çocuk: — Annemiz, babamız yine kandırdı bizi. Ben yola ekmek kırıntılarını dökerek gelmiştim. Onu takip ederek eve gidebiliriz, demiş. Bakmışlar ekmek falan yok. Eve gidiyoruz diye ormanda kaybolmuşlar. Uzakta bir ışık görmüşler. Işığa doğru gitmişler. Kapıyı çalmışlar, meğer burası devin eviymiş. Kapıyı devin karısı açmış: — Yavrularım niye geldiniz, dev babanız gelirse sizi yer, demiş. Çocuklar korkmuş, içeri girmişler. Devin üç tane kızı varmış. Bu üç kardeşin uykusu gelmiş. Devin karısı bunları bir odaya yatırmış. Dev gelmiş. Bu arda üç kardeşin en küçükleri uyanmış. Dev eve gelir gelmez: — Burada insanoğlu kokuyor, kim geldi bize, demiş. Karısı da anlatmış. Dev: — Zaten avdan boş geldim. Onlar benim, sabah yemeğim olur, demiş. Küçük kardeş bunları duymuş. Kardeşlerini uyandırmış. Devin kızlarıyla konuşup onları kandırmış. Ve kendi odalarıyla onların odalarını gizlice değiştirmişler. Dev, gece olunca karısına bu üç kardeşin hangi odada olduklarını sormuş. Gidip o odadakileri kesmiş. Bu üç kardeş de sabah erkenden kalkıp kaçmışlar. Sabah dev uyanınca karısından kestiği çocukları yemesi için getirmesini istemiş. Karısı odaya gidip bakmış ki dev kendi kızlarını kesmiş. Dev sinirlenip bu çocukları aramak için ormana gitmiş. Dev yolda yorulup bir ağacın dibinde dinlenirken uyuyup kalmış. Bunu gören çocuklar gelip devin mendilini almışlar ve doğruca devin evine gitmişler. Devin karısı kapıyı açmış. Bunları görünce şaşırmış. Küçük kardeş: — Bizi dev babamız gönderdi, inan diye mendilini gönderdi. Hazinesini istiyor, demiş. Devin karısı mendili görünce inanmış ve devin hazinesini çocuklara vermiş. Hazineyi alan çocuklar oradan kaçmışlar. Kendi evlerini bulmuşlar. Kapıyı anneleri açmış. Ağlıyormuş. Çocuklarını görünce çok sevinmiş. Sarılmış, öpmüş. Çocuklar bütün başlarından geçeni anlatmışlar. Getirdikleri hazineyi de göstermişler. Bundan sonra da mutlu bir şekilde yaşamaya devam etmişler.
Çakmak Taşı
Kilis
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
  [HÜSNÜ YUSUF] Bir tane çiftçi varmış. Bu çiftçi bir gün tarlayı sürerken saban demirine bir yılan takılmış. O an dile gelen yılan adama: — Sen benim babam olur musun, demiş. Adam: — Sen yılansın, ben seni ne yapayım, demiş. Fakat yılan o kadar çok ısrar etmiş ki, adam dayanamamış, sonunda razı olmuş. Yılanı cebine koyup evine götürmüş. Yılan adama ve her işine yardım eder olmuş. Yılan bir gün padişahın küçük kızını görmüş, ona âşık olmuş. Babasından onu kendisine istemesini söylemiş. Babası: — O kızı sana verirler mi oğlum, demişse de hiçbir fayda etmemiş. Fakat yılan o kadar çok yalvarmış ki yılan, babası kabul etmiş. Padişahın karısına çıkıp kızını oğluna istemiş. Padişah kızını vermemeye vermeyecekmiş ama onları da kırmamak için: — Sizden üç isteğim olacak, onları yaparsanız kızım sizindir, demiş. Elbette istekleri de çok zor olacakmış. Birinci isteğini söylemiş: — Oğlun bir gecede şehir meydanına altından bir çeşme yapacak. Bunu yaparsanız kızım sizindir, demiş. Adam: — Tamam, deyip umutsuzca eve dönmüş, olanı biteni oğluna anlatmış. Oğlan sevinmiş, bunda ne var ki diye ve bir gecede çeşmeyi dikivermiş. Padişah çeşmeyi görünce gözlerine inanamamış. Çok sinirlenmiş ve: — O zaman ikinci şartımı söyleyeyim, oğlan bir gecede şu ırmağın üzerine köprü kuracak, demiş. Adam yine umutsuz oğluna şartı söylemiş. Yılan yine rahat bir şekilde: — Bundan kolay ne var, demiş. Köprüyü bir gecede kurmuş. Diğer gün padişah köprüyü görünce yine çok şaşırmış. Son isteğini de söylemiş: — Oğlan bir gün içinde kapıma kırk deve üzeri altın yüklü bir kervan dikecek, demiş. Adam bunu da oğluna söylemiş. Oğlu yılan bunu da bir gün içinde gerçekleştirmiş. Padişah kızını mecburen bu yılana vermiş. Yılanın gerçek sureti yalnız karısına gözükmüş. Aslında yılan yakışıklı mı yakışıklı bir gençmiş. Yılan karısını uyarmış: — Eğer benim böyle birisi olduğumu birine söylersen demir çarık delinene, demir asa aşınana kadar beni arayıp ancak bulursun, demiş. Ama herkes kızcağıza çok yüklenirmiş. Özellikle de ablaları gitti de yılanla evlendi diye. Bir gün şehirde savaş çıkmış. Bir genç öyle bir savaşmış ki karşı orduyu neredeyse tek başına perişan etmiş. Bu arada ablaları kızcağızı iyice çileden çıkarmışlar: —Bizim kocalarımız savaşta, seninki yılan olduğu için hiçbir işe yaramıyor, demişler. Kızcağız daha fazla dayanamamış: — Benim kocam yılan değil, o kahramanca savaşan genç benim kocam, demiş. O anda kocası güvercin olup uçmuş ve yok olmuş. Kız yaptığı hatanın farkına varmış ama artık çok geçmiş. Bir demir çarık, bir de demir asa yaptırıp kocasını aramaya başlamış. Aradan yıllar geçmiş, kız iyice yaşlanmış ama yine de kocasını aramaya devam etmiş. Kocasını ararken akan bir çeşmenin başında mola vermiş. Çeşmenin başında iki kız Hüsnü Yusuf diye bir zattan bahsediyorlarmış. Kadın bir bakmış, demir çarık delinmiş, demir asa aşınmış. İşte o an Hüsnü Yusuf’un kocası olduğunu anlamış. Su isteme bahanesiyle kızlara yaklaşmış ve testilerden birinin içine yüzüğünü atmış. Hüsnü Yusuf, abdest alırken yüzüğü görmüş ve karısının geldiğini anlamış. Bunun üzerine karısını bulmuş. Karısına, orada yaşayan iki dev kardeşin yabancıları yediğini söyleyerek eve dönmesini istemiş. Kız kesinlikle yalnız dönmeyeceğini söylemiş. Daha sonra Hüsnü Yusuf ile karısı birlikte kaçmaya karar vermişler ama bunun için devleri atlatmaları lazımmış. Hüsnü Yusuf’un tılsımıyla kılıktan kılığa girerek devleri atlatmışlar, ülkelerine dönmüş ve muratlarına ermişler…
Hüsnü Yusuf
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
  [HASIRCI PADİŞAH] Vaktiyle zamanında bir padişah varmış. Vezirini çağırmış, demiş ki: —Al sana bir altın, bir koyun isterim, etinden kebap isterim, koyunu diri, altınımı geri isterim. Bunu yapmazsan kelleni kestiririm. Vezir altını almış. Padişahın huzurundan ayrılmış. Yürüye yürüye, düşüne düşüne bir köye gelmiş. Harman yerinde bir ağacın altına oturmuş. Köylüler etrafına toplanmış. Selamdan hoşbeşten sonra içlerinden birisi: —Ağa senin bir derdin var. Hep dalıp dalıp gidiyorsun. Sıkıntın ne ise söyle, derdini söylemeyen derman bulamaz, demiş. Vezir başına geleni anlatmış. Köylü: —Benim çok akıllı bir kızım var, dur bu işi ona sorayım, belki bir çare bulur, demiş. Kalkıp evine gitmiş. Biraz sonra dönmüş, vezire: —Sen altını ver, kızım padişahın istediğini yapacak, demiş. Vezir sevinçle parayı vermiş ve köylünün evine de misafir olmuş. Kız hemen çok yünlü bir koç almış. Yününü kırkmış eğirmiş, boyamış güzel bir namaz seccadesi dokumuş. Pazara götürüp bir altına satmış. Kız, koyuna yumurtaları vermiş, koçun yumurtalarını çıkarmış. Vezire altını, koyuna yumurtaları vermiş ve vezire: —Al götür, işte koyun diri, etinden kebaplık ve altını veriyorum, demiş. Vezir sevinçle padişahın yanına çıkmış. Kızın söylediklerini tekrarlamış. Padişah: —Bu defa da kızı bana Allah’ın emriyle iste, demiş. Vezir köye giderek padişahın arzusunu bildirmiş. Köylü kızı: —Padişahla evlenebilmem için bir sanat bilmesi gerektir. Yoksa evlenmem, cevabını vermiş. Vezir kızın sözlerini padişaha anlatmış. Sözünün kesin olduğunu da söylemiş. Padişah buna kızmış ama kızı da görmeden sevmeye başlamış. Hemen saraya bir hasırcı çağırtmış. Beş on gün içinde hasırcılığı öğrenmiş. Veziri yeniden kıza yollamış. Vezir padişahın sırf kendisiyle evlenmek için hasırcılığı öğrendiğini kıza söylemiş. Bundan sonra padişah ile kız gerekli hazırlıkları yaparak evlenmişler. Günlerden bir gün padişah, başka bir vezirini yanına alarak çarşı pazarı teftiş için kılık değiştirerek gezmeye başlamış. Bir içli köfte dükkânına girmiş. Yemek söyleyip dükkânın arka tarafına geçmişler. Birden oturdukları iskemlenin altı açılmış. Her ikisi de yuvarlanmış. Kendilerini bir mahzende bulmuşlar. Biraz sonra kasap kılıklı adamlar gelmiş. İkisini de muayene etmiş. Padişahı orada bırakmışlar: — Bu zayıf biraz beslensin, diyerek bırakmışlar, veziri alıp götürmüşler. Meğer bu dükkânı işletenler adam avlayarak bunları keser, etleriyle köfte yapıp satarlar. Padişah birkaç gün burada kaldıktan sonra yemeğini getirenlere: —Ben burada boşu boşuna duruyorum. Sanatım hasırcılıktır. Hasır kamışı ve renkli kurdeleler getirin de hasır işleyip size vereyim, satıp kazanırsınız, demiş. Köfteciler istediğini kabul etmiş. Hasır için gerekli malzemeyi göndermişler. Padişah başlamış hasır işlemeye. İşlediği hasırlar beğenildiğinden tutuklu bulunan bu adamdan böylece faydalanmayı daha uygun bulmuşlar ve kesmekten vazgeçmişler. Padişah mahzende hasır işlemekte olsun, biz haberi köylü kızı Sultan hanımdan alalım. Köylü kızı, padişahın aradan günler geçmesine rağmen eve dönmemesinden şüphe etmeye başlamış. Bir gün kıyafet değiştirerek şehri gezmeye çıkmış. Çarşı pazarı dolaşırken bir yerde haraç mezat bir hasır satıldığını görerek oraya yönelmiş. Hasırı inceleyince üzerinde birtakım yazılar bulunduğunu görmüş. Yazıları dikkatle okumuş. Hasıra hemen ne istendiyse fazlasıyla parasını vererek alıp saraya getirmiş. Hasırda padişah kendisinin içli köfteci dükkânında tutuklu bulunduğunu, bir gün okuyanın saraya bilgi vermesi yazılı imiş. Sultan hanım sarayda bir ordu düzenlemiş. Kendisi de başlarına geçerek dükkânı basmış ve padişahı kurtarmış.
HASIRCI PADİŞAH
Kilis
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
[MERCAN] Bir varmış, bir yokmuş, develer tellal iken, pireler berber iken, köyün birinde bir adam ile üç kızı yaşarmış. Kızlardan en büyüğünün adı Küpe, ortancanın adı Boncuk, küçüğünün adı da Mercan imiş. Geçimlerini hayvancılıkla sağlarlarmış. Kızların üçü de dünya güzeliymiş ve artık evlenecek yaşa gelmişler. Babaları şehre inip hayvanlardan sağladığı yumurta, yağ gibi yiyecekleri satarmış. Bir gün yine adam şehre para kazanmaya giderken en büyük kızı Küpe, babasından küpe istemiş. Babası şehirde satış yaptıktan sonra köy yoluna koyulmuş. Bir anda aklına küpe almadığı gelmiş. Koca gövdeli bir kavak ağacının altına oturmuş. Kara kara düşünmeye başlamış. Kendi kendine söylenirken birden karşısına bir dev çıkmış. Adama niye üzüldüğünü sormuş. Adam da her şeyi anlatmış. Kızına küpe alacak parasının kalmadığını da söylemiş. Dev de adama: —Kızını bana gönder ben ona bakarım, her istediğini alırım, benim yanımda çok mutlu olur, demiş. Adam eve gelince küpeyi unuttuğunu ve yolda başına gelenleri tek tek anlatmış. Kız devin yanına gitmiş. Dev kızın önüne üç tane kazan koymuş ve hepsine su doldurmasını söylemiş. Üç kazana da su doldurursa her istediğinin olacağını söylemiş. Fakat kız devin sarayı içinde suyu bulmak zorundaymış. Dev, saraydan çıkmış ve kız kaçmasın diye de şatoya büyü yapmış. Küpe, akşama kadar su aramış, fakat bulamamış. Sonra oturup ağlamış. Dev kazanları boş görünce Küpe’yi sarayda esir etmiş ve kendisine köle yapmış. Aradan biraz zaman geçmiş ve kızların babası yine şehre satış yapmaya gitmiş. Giderken kızı Boncuk, şehirden boncuk almasını istemiş. Adam yine köye dönerken boncuk almayı unutmuş. Aynı kavak ağacının altına oturmuş ve yine kendi kendine söylenmeye, kızmaya başlamış. Karşısına dev çıkmış ve adam devi görünce sevinmiş. Önce kızı Küpe’yi sormuş. Dev de ona kızının çok iyi ve mutlu olduğunu söylemiş. Sonra adam kızı Boncuk’ a boncuk alamadığını ve ne yapacağını sormuş. Dev, kızı yanına göndermesini ve ona da bakacağını, çok mutlu edeceğini söylemiş. Adam eve gidip kızına söylemiş ve Boncuk’u da Dev’in yanına göndermiş. Dev, Boncuk gelince önüne üç kazan koymuş ve su doldurmasını istemiş. Boncuk da suyu bulamamış ve oturup ağlamış. Dev onu da sarayına hapsetmiş ve kölesi yapmış. Aynı durum Mercan’ın başına da gelmiş. Mercan devin yanına gitmiş ve Dev, yine Mercan’ın önüne üç kazan koymuş ve su doldurmasını istemiş. Mercan ablalarını sormuş Deve. Dev de ona, ablalarının su bulamadığını ve saraya hapsedildiğini söylemiş. Mercan bunu duyunca çok üzülmüş. Deve, kazanları su ile doldurmasının karşılığında ablalarını ve kendisini serbest bırakmasını istemiş. Dev, Mercan’ın suyu bulamayacağını düşündüğü için şartını kabul etmiş. Dev derin bir uykuya dalmış ve Mercan da suyu nasıl bulacağına dair çareler aramaya başlamış. Bu sırada sarayın penceresine bir kuş konmuş ve Mercan’ın ismini fısıldamış. Mercan kuşu dinlemiş ve kuş ona devin sakallarının arasında bir anahtar olduğunu ve o anahtar sayesinde suyu bulacağını söylemiş. Sabah olunca dev ava çıkmak için saraydan ayrılacağı sırada kız deve, sakallarını taramak istediğini, çünkü böyle daha güzel ve yakışıklı görüneceğini söylemiş. Mercan, devin sakallarını tararken gizlice anahtarı almış. Dev gittikten sonra sarayı dolaşmış ve kapalı büyük bir kapı bulmuş. Anahtarla bu kapıyı açmış ve kapının arkasında kırk kapı daha çıkmış karşısına, kapıları tek tek açmış. En son kapıyı açtığında odanın içinde üç havuz ve birinde su, birinde altın, diğerinde de gümüş bulmuş. Ablaları Küpe ile Boncuk’u da bu odada kafeslere hapsedilmiş bir vaziyette görmüş. Ablalarını kurtarmış. Sonra biraz altın, biraz gümüş almışlar kendilerine. Sudan da bol bol içmişler. Çünkü su şifalıymış, ölüm dışında her hastalığa çareymiş. Sonra üç kardeş sarayın kapısını da açıp kaçmışlar ve babalarının yanına gitmişler. Babaları kızlarını görünce çok mutlu olmuş. Dördü birlikte ölene kadar mutlu, mesut, sağlıklı ve zengin bir şekilde yaşamışlar.
Mercan
Adana
Akdeniz Bölgesi
[ÇİRKİN ŞEHZADE] Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ülkenin birinde padişahın bir tane oğlu varmış. Yalnız bu şehzade çok çirkinmiş. Oldukça da zenginmiş. Ayrıca bütün ülke ondan korkarmış. Herkese zarar verirmiş. Bu şehzade bir gün yalnız olduğunu anlamış ve evlenmeye karar vermiş. Fakat ülkedeki hiçbir kız bununla evlenmek istemiyormuş. Kimse bununla evlenmeyince çok kızıyormuş ve halka olmadık zulümler yapıyormuş. Halk artık bu zulme dayanamıyormuş. Bu zulmü ortadan kaldırmak için halk, ülkenin en güzel kızını şehzadeyle evlendirmeye karar vermişler. Sonunda ülkedeki en güzel kızı bulmuşlar ve şehzadenin huzuruna getirmeye karar vermişler. Ancak kızın babası, kızını vermeye hiç niyetli değilmiş. Çünkü biliyor ki şehzade kızına bir sürü zulüm yaparmış. Ayrıca adamın başka kızı yokmuş. Babası, kızına saçlarının renginden dolayı, sarı kızım, diyormuş. Halktan birisi kızı şehzadeye anlatmış. O da hemen kızı görmek istemiş. Halk da karar vermişti, kızı şehzadeye vereceklerdi zaten. Babası da ağlaya ağlaya sarı kızını çirkin şehzadeye vermiş. Ancak şehzade, kızıyla hiçbir şekilde görüşmeyeceğini söylemiş. Bütün bu olan biten karşısında kız hiçbir ses çıkarmıyor ve sabrediyormuş. Çirkin şehzade sarı kızı alıp sarayına getirmiş. Ona çok güzel bir oda hazırlatmış. Fakat sarı kız bu şehzadeden çok korkuyormuş. Çünkü korkunç bir şekli varmış. Bir hafta sonra onunla evlenecek olması düşüncesi onu çok üzüyormuş. Yine de bu düşüncesini şehzadeye belli etmemeye çalışıyormuş. Sarı kız için günler geçmek bilmezmiş. Ancak çirkin şehzade, sarı kızı çok sevmiştir. Ona çok iyi davranmaktadır. Diğer kızlar ondan korktuğu için onların hepsini öldürmüşmüş. Çirkin şehzade sarı kızın kendisini sevmesi için çok uğraşıyormuş. Derken bir gün sarı kızın babasının hasta olduğu haberi saraya ulaşmış. Sarı kızın babası, kızının ayrılmasına dayanamamış ve yataklara düşmüş. Sarı kız bunu duyunca hıçkırıklara boğulmuş. Çirkin şehzadeden babasının yanına gitmek için izin istemiş. Fakat şehzade kızı kaybetmekten korktuğu için göndermek istememiş. Bir taraftan da sarı kızın üzülmesine dayanamamış. Sonunda onu gece yarısına kadar müsaade vererek babasının yanına göndermiş. Eğer kız tam zamanında gelmezse onu öldüreceğini söylemiş. Sarı kız geri döneceğine söz vermiş. Babasını yanına gitmiş, babası çok hasta olmuş ve bakıma ihtiyacı varmış. Fakat sarı kızı görünce yüzünde gülücükler açmış. Bir anda iyileşmiş. Kızını göndermemeye karar vermiş. Sarı kız: — Gitmeliyim, demiş. Çünkü çirkin şehzadeye söz vermiş. Ayrıca babasına şehzadenin kendisine çok iyi davrandığını söylemiş. Kız, babasıyla konuşurken saatin hiç farkına varmamış. Saatin geçtiğini gören sarı kız gitmesi gerektiğini söylemiş. Çok korkmuş. Diğer taraftan sarı kızın gelmediğini gören çirkin şehzade deliye dönmüş. Olmadık sesler çıkarıyormuş. Şehzade sarı kızı çok seviyormuş. Onu öldüremeyeceğini anlamış. O yüzden kendisini öldürmeye karar vermiş. Ayrıca aynaya bakınca ne kadar çirkin olduğunun farkına varmış. Sarı kız gibi güzel bir kız neden onun gibi çirkin biriyle evlensin ki diye düşünmüş. Ağlayarak büyük bir tepeye çıkmış. Kendisini bu tepeden aşağı atmaya karar vermiş. Hayatta hiç kimse onu sevmemiş. Durumuna çok üzülmüş. Oysa sarı kızı çok sevmiş ve ona çok güvenmiş. Çünkü hiçbir kız onunla bu kadar kalmamış. Bunları düşünürken sarı kız çıkagelmiş. Çirkin şehzadeyi o hâlde görünce çok üzülmüş. Ondan özür dilemiş. Sarı kızı gören çirkin şehzade çok sevinmiş. Şehzade hemen sarı kızın yanına gitmiş. Hasta babasının yanından geç gelmesinden dolayı ona kötü davranmadığı için sarı kız, çirkin şehzadeyi yanağından öpmüş. Tam o sırada çok ilginç bir şey olmuş. Çirkin şehzade, artık insanlar hakkında iyilikler düşündüğü için çok yakışıklı bir şehzade hâline gelmiş. Sarı kız ne olduğunu anlayamamış. Büyüyle çirkinleşen şehzade tekrar eski hâline dönmüş. Ülkede şenlikler yapılmış. Sarı kız ile şehzade evlenmiş. Kırk gün kırk gece ülkede düğün yapılmış. Böylece mutlu bir şekilde yaşayıp gitmişler.
Çirkin Şehzade
Amasya
Karadeniz Bölgesi
[KURT] Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Az söylemesi sevap, çok söylemesi günahmış. Zamanın birinde bir adamın bir tek kızı varmış. Gün geçmiş, zaman dönmüş, kız yetişmiş. Evlenecek çağa gelmiş. Adam: —İt gelirse ite, kurt gelirse kurda vereceğim, deyip dururmuş. Aradan zaman geçmiş. Günlerden bir gün bir kurt gelmiş, kapıya başını koymuş. Adam: —Hoşt hoşt defol! Demişse de kurt bir türlü kellesini eşikten kaldırmamış. Kurt dile gelmiş: —Sen it gelirse ite, kurt gelirse kurda vereceğim, demedin mi, demiş. Ben de geldim işte. Kurt böyle deyince adam bir tek kızını kurdun arkasına katmış. Kurt ile göndermiş. Kurt kızı alıp gitmiş. Az gitmiş, uz gitmiş. Aradan zaman geçmiş. Bu adam bir gün karısına: —Hanım, gözbebeğimiz bir kızımız vardı. Onu da kurdun arkasına kattık. Sen şimdi bana biraz azık hazır et, bir de demir çarık yaptır da ben gidip bir araştırayım, soruşturayım, demiş. Adam yollara düşüyor. Gidiyor, gidiyor bir pınarın başına varıyor ki ne göre, pınarın başında adamın biri bir kabı ağzından dolduruyor, kap alt tarafından boşalıyor. Bu hâl böyle devam edip gidiyor. Ona hiçbir şey demeden onu geçiyor. Gidiyor, gidiyor yine bir adama rast geliyor ki o da odunu yükleniyor, kaldıramıyor. Kaldıramadıkça yine fazlalaştırıyor. Yükleniyor, yükleniyor kaldıramıyor. Kaldıramadıkça yine fazlalaştırıyor. Ona da hiçbir şey demeden oradan ayrılıyor. Gidiyor, gidiyor bir büyük ağaca rast geliyor. Bu adam bu ağacın gölgesinde oturuyor, gölge bundan kaçıyor. Bu gidiyor gölgeye, gölge kaçıyor öteye. Onu da geçiyor. Gidiyor, gidiyor bir yere daha geliyor ki orada bir bülbül ağaca çıkıyor, nağmeli nameli ötüyor. Aşağı iniyor, pislikte deşiniyor. Yukarı çıkıyor, nameleniyor. Aşağı iniyor pislikte deşiniyor. Onu da geçiyor. Gidiyor, gidiyor gide gide bir köye ulaşıyor. Araştırıyor, soruşturuyor. Böyle böyle deyip derdini halka anlatıyor. Bir evin kapısını çalıyor. Evin sahibinin karısı çıkıyor. Bu adama: —İçeri gel, diyor. Adam da ona: —Böyle böyle deyip isteğini iyice anlatınca evin sahibinin karısı: —İçeri gel, sen benim babamsın, ben de senin kurda verdiğin kızınım, diyor. O zaman babası: —Kızım nasıl oldu anlatsana, demiş. Kızı: —Baba sen orada beni kurdun arkasına kattın. Biraz yürüdük, geldikten sonra kürklü mürklü bir bey oldu, demiş. Gün geçmiş akşam olmuş. Ev sahibi gelmiş. —Baba hoş geldin, sefalar getirdin, diyerek çok hürmet göstermiş ve şöyle demiş: —Baba gelirken nelerle karşılaştın, diye de soruyor. Adam başlıyor başından geçenleri anlatmaya: —Öğlen bir pınara geldim. Bir adama rast geldim ki o da bir kabı üstten dolduruyor, kap alttan boşalıyor. Onu geçtim. Bir adama rast geldim ki o da odunu yığın yapıyor, yükleniyor kaldıramıyor. Kaldıramadıkça da odunu arttırıyor. Yine yükleniyor yine kaldıramıyor. Onu da geçtim. Büyükçe bir ağaca rast geldim ki onda da gölgesine oturdum. Gölge benden kaçtı. Ben gittim gölgeye, gölge kaçtı öteye. Onu da geçtim. Ondan sonra bir bülbüle rast geldim ki ağaca çıkıyor, iyice iyice ötüyor. Ağaçtan iniyor, pislikte deşiniyor. Yukarı çıkıyor, nameleniyor. Aşağı iniyor pislikte deşiniyor. Adam bunları anlatınca damadı: —İşte baba ahir zamanda öyle nesiller gelecek ki... Adamın doldurmak istediği hâlde dolduramadığı kap “Söyleyeceksin, söyleyeceksin boşa gidecek. Hiç kimse sözünü tutmayacak.” Diğer odunu kaldıramadıkça yüklenen adama gelince: “Günah işleyecek, az bulacak yine işleyecek.” Gölgesini esirgeyen ağaca gelince “O zamanın zenginleri, fakiri fukarayı hiç gözetmeyecek. Hiç mi hiç gölgelik etmeyecekler.” Bülbüle gelince “O da zamanın hocaları. Minareye çıkacaklar ezan okuyacaklar. Aşağı inince çoğu gıybet edecekler.” demiş. Ondan sonra bu adam: —Güle güle geçinin, mutlu olun evlatlarım, demiş ve köyüne dönmüş. Onlar ermiş muradına.
KURT
Ordu
Karadeniz Bölgesi
  [ÜÇ TAŞ] Evvel zaman içinde bir anne ve oğul varmış. Annesi oğlunu evlendirmek istiyormuş. O ise utanıyormuş. Çok terbiyeliymiş. Anne bir gün oğlunun odasında üç taş bulmuş. Biri beyaz, biri pembe, biri siyahmış. Bunları almış akıllı bir komşusu varmış. Ona götürmeye gitmiş. Komşusu: —Sevin sevin, oğlun evlenmeyi istiyor, demiş. Bu beyaz tenli, kara gözlü, pembe yanaklı bir kız istiyorum demek, demiş. Annesi hemen kız aramaya çıkmış. Oğlunun istediği gibi bir kız bulamıyormuş. Bakmış şehrin dışında bir yerde üvey annenin yanında bir tek kız varmış. Bunu istemiş. Üvey anne seve seve kabul etmiş. Düğün hazırlıkları hemen başlamış. Önceden gelin hamamı adeti varmış. Kızı hamama götürmüşler. Hamama gidince üvey annesi kızın mutluluğunu kıskanmış. Kız yıkanırken başına bir ilaç sürmüş. Kız yıkandıktan sonra bakmış ki başında bir tek saç teli kalmamış. Kız çok ağlamış, çok üzülmüş. —Aman olsun bir takma saç takalım, düğünün yine olsun demişler. Bir takma saç bulup takmışlar. Kıza telli duvaklı bir düğün yapmışlar. Düğün gecesi damat gelinin duvağını açıyorum derken eli duvağa takılmış, takma saç düşmüş. Çocuk kızı ilk kez görecekmiş. Eskiden öyleymiş. Bir de bakmış ki kızda ne saç ne bir şey. Damat hemen o an: —Annem bu kızı nereden buldu, demiş ve evi terk etmiş. Bir daha da uğramamış. Anne sabahtan elimi öpecekler diye bekliyormuş ama gelen yokmuş. Gidip bakayım, demiş kendi kendine. Bakmış ki kız ağlıyor. Kıza her şeyi anlattırmış. Olanları duyunca anne, oğluna sinirlenmiş: —Oğlumu affetmeyeceğim. Gelip bana soraydı bu kızı niye aldın diye? Ben onun beğenmediği kızı almazdım. Kızım sen sabret, saçların çıkana kadar bekleyelim, oğlum da pişman olsun. Pişman olana kadar ben seni bırakmam. Sen benim gelinimsin, diyerek ana kız yaşamaya başlamışlar. Kızın saçı uzamış ve eski güzelliğine kavuşmuş. Oğlansa gidiş o gidiş, bir daha uğramamış. Bunlar çok zenginlermiş. Oğlan güzel bahçeli, havuzlu bir ev yaptırmış. Bahçıvan da tutmuş. Annesine: —O kel kızı bırakıp gel, ben başkasıyla evleneceğim, diye haber yolluyormuş Annesiyse hiç cevap vermiyormuş. Kızın saçı başı uzayıp güzelleşince annesi kıza: — Sen git oğlumun bahçesinden bir demet beyaz gül al, demiş. Kız beyazları giymiş, çok güzel olmuş ve gitmiş. —Annemin bugün günü vardı, beyaz gül istiyor, demiş. Bahçıvan gülleri kıza vermiş. Tam kapıdan çıkarken oğlan görmüş onu, konuşamamış. Eve gelince anne sormuş: —Benim hayırsız oğlanı gördün mü? Kız da: —Kapıda karşılaştık, demiş. Anne: —Sen ses etme, ben seni bir daha gönderirim, demiş. Bir hafta sonra bu sefer kıza pembe elbiseler giydirmiş. Kız daha başka güzel olmuş: — Bu sefer pembe gül iste, demiş kıza. Kız gitmiş yine bahçıvanın yanına. Oğlan bunu görünce bayılmış. Yine konuşamamış. Bu sefer peşine koşmuş. Ama kız oralı olmamış. Anne yine sormuş: —Bizim oğlanı gördün mü, diye. Kız da: — Peşimden koştu ama ben bakmadım, demiş. Oğlan annesine ben bir kız buldum. Onunla evleneceğim diye haber yollamış. Ama annesi yine ses çıkarmamış. Bir zaman sonra bu sefer de kıza kırmızı elbiseler giydirip kırmızı gül alması için köşke yollamış. Bir de kıza demiş ki: —Oğlum yanına gelince bilerek bir şeyle kolunu çiz, kanat demiş. Bakalım seni seviyor mu sevmiyor mu anlayacağız, demiş. Çocuk da köşkte kız gelsin diye bekliyormuş. Kız gidip: — Annem bir demet kırmızı gül istiyor, demiş. Oğlan bahçıvanı beklemeden: —Gel ben vereyim hanımefendi, demiş. Sen kimsin, nereden geldin, ismin ne şanın ne, derken kız birden gülleri koparmış. Güllerin dikenleri batmış kıza. Kızın eli kolu kan içinde kalmış. Oğlanın davranışlarından anlamışlar ki oğlan kızı gerçekten seviyor. Bunun sonucu yeniden evlenip bir ömür mutlu yaşamışlar.
Üç Taş
Adıyaman
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
AL ÇUBUK İLE YEŞİL ÇUBUK Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde büyük bir ülkede yaşayan bir padişah varmış. Bu padişahın üç kızı varmış. Bir de aynı devirde yaşayan üç dev varmış. Devlerin isimleri Kara Dev, Sarı Dev ve Küçük Dev imiş. Komşu ülkelerinin çok hasta bir padişahı varmış. Ne yemek yer ne su içer ne de uyurmuş. Üstelik gün gelmiş, parmağını dahi kımıldatamaz hâle gelmiş. Bu padişahın üç oğlu varmış. Oğulları dünyadaki bütün hekimleri getirip babalarını tedavi ettirmişler. Ama hiçbiri iyileştirememiş. Bir gün padişahın küçük oğlu rüyasında bir büyücü görmüş. Büyücü rüyasında padişahın küçük oğluna komşu ülkede yaşadığını, gelip kendisini bulursa babasının derdine dermen olacağını söylemiş. Sabah kalkınca rüyasını ağabeylerine anlatmış. Üçü birlikte çıkmışlar yola. Komşu ülkeye varır varmaz büyücü karşılarına çıkmış. Babalarının kurtulmasının sadece al çubuk ve yeşil çubuk alınırsa mümkün olacağını söylemiş. Sonra devam etmiş. Çubukları alabilmek için gidilen yolda karşılarına üç devin çıkacağını ve bunlardan kurtulurlarsa peri padişahını bulmalarını söylemiş. Çünkü al çubuk ve yeşil çubuk peri padişahındaymış. Üç kardeş düşmüşler yola. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmişler. Bir yerde durmuş, dinlenmeye karar vermişler. Ağaçların arasından yine ağaçtan yapılan bir evden bir kız bağırmış. Bu kız, padişahın büyük kızı imiş. —Burada beklemeyin dev biraz sonra gelir, sizi yer, diye bağırmış. Ve bağırmasıyla devin sesi duyulmuş. Kız hemen kapıyı açmış. Kardeşler eve sığınmışlar. Padişahın büyük oğlu kızı beğenmiş ve evlenmeye karar vermişler. Kızla birlikte orada kalmış. Diğer iki kardeş yola koyulmuşlar. Günlerce yol aldıktan sonra bir yer bulup oturmuşlar. Bir kız: —Durmayın burada, dev geliyor, kaçın, sizi yer, diye bağırmış. Devi gören kardeşler hemen kıza doğru kaçmışlar. Burada padişahın ortanca kızı ve diğer padişahın ortanca oğlu birbirlerini sevmiş ve evlenmeye karar vermişler. Evlenip orda kalmışlar. Küçük oğlan tek başına yola devam etmiş. Az gitmiş, uz gitmiş bir yere varmış dinlenmiş. Bir kız balkondan bağırmış: —Nerden geliyorsun, nereye gidiyorsun, diye padişahın küçük oğluna sormuş. Oğlan kızın yanına gelip derdini anlatmış. Kız padişahın küçük oğluna peri padişahının ve etrafındakilerin kırk gün uyumaya başladıklarını söylemiş ve boynundaki kolyeden bir boncuk ile iki tel saçı, padişahın küçük oğluna vermiş. Boncuk peri padişahının kapısındaki uyuyan köpek içinmiş. Saçları da zor durumda kaldığında birbirlerine değdirince zorluktan kurtulması için verdiğini anlatmış. Padişahın küçük oğlu, tekrar dönüp kız götürmek için geleceğine söz verip yola çıkmış. Dağları, dereleri aşmış ve peri padişahının sarayına varmış. Herkes uykudaymış. Padişahın küçük oğlu, kızın verdiği boncuğu köpeğin kulağına bırakmış ve köpek daha derin bir uykuya dalmış. Sonra saraya girmiş, bir odanın kapısını açmış. Burası altınlar ile doluymuş. Bir kapı daha açmış. Değerli taşlar ile doluymuş. Bir kapı daha açmış. Peri padişahını görmüş. Yeşil çubuk sağ yanında, al çubuk sol yanında yatıyormuş. Peri padişahını anlındaki benden öpüp çubukları alıp gitmiş. Söz verdiği kızı da yanına alıp abilerini bulmak için yola çıkmış. Önce ortanca abisini Sarı Dev’in evinde bulmuş, beraber kaçmışlar. Yola çıkmışlar ikisi birlikte büyük abisini Kara Dev’in evinde bulmuş ve birlikte kaçmışlar. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmişler bir kuyu başında dinlenmeye karar vermişler. Hepsi uyumuş, ama iki büyük erkek kardeş uyuyamamışlar. Büyük kardeş, al çubuk ve yeşil çubuğu küçük kardeşlerinin tek başına aldığını babaları öğrenirse kendilerine kızacaklarını düşünmüş. Küçük kardeşlerini kuyuya bırakıp oradan kaçmışlar. Saraya varıp babalarının vücuduna al çubuk ve yeşil çubuğu sürmüşler. Babaları iyileşmiş ve yanlarında getirdikleri padişahın küçük kızıyla evlendirmek için hazırlıklara başlanmış. Küçük kız hiç tepki göstermemiş. Çünkü padişahın küçük oğluna verdiği saçları hatırlamış. Padişahın kuyuda kalan küçük oğlu saçları birbirine vurmuş. Vurduğu anda bir cin belirmiş. Bu cin ne isterse yapacağını söylemiş. Adam kendisine kanatları olan bir at vermesini söylemiş. Cin hemen normal atların iki kat büyüklüğünde kanatlı bir at vermiş. Padişahın oğlu yola çıkınca cin kaybolmuş. Bu arada diğer tarafta peri padişahı, al çubuk ve yeşil çubuğun bulunduğu ülkeye gelmiş ve çubukları alanlarla konuşmak istemiş. Padişahın büyük oğlu peri padişahının bulunduğu çadıra girmiş, nasıl aldığını anlatmaya başlamış: —Elimi kolumu sallayarak aldım, demiş. Peri padişahı: —Yalan söylüyor, demiş ve kafasını vurdurmuş. Padişahın ortanca oğlu: — Alırken ben de yanındaydım, deyip girmiş çadıra. Karşıma iki dev çıktı. Onları öldürüp aldım, demiş. Peri padişahı: —Yalan söylüyor, demiş ve kafasını vurdurmuş. Bu arada padişahın küçük oğlu da gelmiş ve babasının huzuruna çıkmış. Ağabeylerinin yaptığı oyunu ve başından geçenleri anlatmış. Daha sonra peri padişahının huzuruna çıkıp nasıl aldığını anlatmış. Peri padişahı anlattıklarını doğrulayıp al çubuk ve yeşil çubukla ülkeden ayrılmış. Ayrılırken ülkeye türlü güzellikler bırakmış. Padişah düğünün küçük oğluna ait olduğunu ilan edip oğlu için kırk gün kırk gece düğün başlatmış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine …
Al Çubuk ile Yeşil Çubuk
Ordu
Karadeniz Bölgesi
KÜÇÜK OĞLAN VE CENGAVER Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken ülkenin birinde bir oduncu yaşarmış. Bu oduncunun üç tane oğlu varmış. Oduncunun bulunduğu ülkede güzel bir orman bulunurmuş. Ama oduncu bu ormanda köprünün öbür tarafına geçemezmiş. Çünkü köprü tarafına geçenleri, kim olduğu bilinmeyen birileri öldürürmüş. Ama gel gör ki en iri ağaçlar bu taraftaymış. Gel zaman git zaman oduncu bundan sıkılmış ve diğer tarafa geçmeye karar vermiş. Ama köprünün daha ortasına gelmeden nereden geldiğini bilmediği bir kılıç darbesiyle yere serilmiş. Bunu öğrenen oğullar toplanarak babalarının öcünü almaya karar vermişler. Anneleri ise bu duruma razı olmamış. Çünkü anneleri bunun imkânsız olduğunu biliyormuş. Ama oğullar vazgeçmemişler. Büyük oğlu eline kılıcını alıp yola koyulmuş. Babasıyla aynı sona uğramış ne yazık ki. Ortanca da aynı yolda ölmüş. Sıra küçük oğlana gelince köprünün üzerindeki atlı cengâveri o da öldürememiş. Atlı cengâver de onu öldürememiş. Daha sonra küçük oğlan ormanın içine dalmış. Az gitmiş, uz gitmiş bir de bakmış ki altı tane dev anası, kazan koyup yemek yapıyorlar. Her birinin elleri biri yerde biri gökte. Kocaman bedenliler. Küçük oğlan bunlardan birinin ona yardım edebileceğini düşünmüş. Hemen birinin sütünü emmeye başlamış. Dev anası bunu fark edince iş işten geçmiş. Çünkü onun süt çocuğu olmuş. Onu öldüremeyeceğine karar vermiş. Oğullarının da öldürmemesi için onu saklamış. Akşam olunca dev anasının oğulları gelmiş. Evde bir insanoğlu olduğunu anlamışlar. Dev anası küçük oğlanın öldürülmesini engellemek için durumu oğullarına anlatmış. Küçük oğlan hemen durumu dev kardeşlerine anlatmış. En büyükleri daha bilgeymiş. Küçük oğlana yapması gerekenleri anlatmış. Cengâverin saklandığı yeri söylemiş. Ona, kimsenin onu yenemeyeceği bir kılıç vermiş. Bir de şişe vererek ona: — Bu şişeyi attığında her yer cam olur, demiş. Küçük oğlan atlı cengâverin kaldığı yere gitmiş. Cengâver de o sıra oraya gelmiş. İkisi kavgaya tutuşmuş. Cengâver küçük oğlanı yenemeyeceğini anlayınca kaçmış. Küçük oğlan da şişeyi atmış ve her taraf cam içinde kalmış. Ama cengâver atını cam yığınlarının içine sürmüş ve atın kan revan içinde kalınca, ayaklarıyla zor da olsa kaçmayı başarmış. Küçük oğlan, dev abisine gelip durumu anlatmış. Dev abisi de ona, bu sefer savaşçının upuzun saçları olduğunu ve saçları yatınca yedi yatağa doladığını anlatmış. Arkasından da eve girince onun saçlarını kesmesini, böylece saçlarını ona dolayamayacağını ve kılıçla onu esir alabileceğini söylemiş. Küçük oğlan kılıcını almış, eve gelmiş ve onun uyumasını beklemiş. Cengâver mihverini çıkarınca güzel mi güzel bir kız ortaya çıkmış. Kıza hemen âşık olmuş. Kız uyuyunca hemen saçlarını kesmiş ve onu esir almış. Ağabeylerinin ve babalarının diyeti olarak onunla evlenmiş. Gel zaman git zaman bunlar mutlu mesut yaşarlar. Ama kız o kadar güzeldir ki küçük oğlan onun dışarı çıkmasını hiç istemez. Anasını da bu konuda uyarır. Ama bir gün küçük oğlanın anası hastalanır. Kız da mecburen su getirmek için çeşmeye gider. O gün de padişahın oğlu atına su içirmek için çeşmeye gelir. Çeşmede kızı görünce hemen âşık olur. Bu sevdadan yemeden içmeden kesilir. Padişahın oğlunun derdine derman olmaları için vezirlerinden yardım ister. Vezirler de o kızın alınması gerektiğini söyler. Böylece kızı alıp saraya götürürler. Küçük oğlan odundan gelip de durumu anlayınca ne yapacağını bilemez ve hemen dev abisinden yardım ister. Dev ağabeyi da ona şunları anlatır: — Kızın huysuz bir atı var. Söyle karına düğün zamanı o ata binsin. Karın, ata, kendinden başkasını seyis olarak kabul etmesin. Tam düğün alayı çıkarken ata kendin de bin, der. Sonra da bir şişe de su vererek arkadan gelenlere atmasını söyler. Çünkü o su bir sele dönüşmektedir. Küçük oğlan hemen annesinin yanına gelir, her şeyi anlatır ve annesinden bütün bunları karısına söylemesini ister. Oğlanın annesi, hemen sarayın yolunu tutar. Saraya gelir, kızla görüşmek ister. Fakat kabul etmezler. Kız çok ağlamaktadır bu sırada. Kızı susturur düşüncesiyle kadını kızla görüştürürler. Kıza, padişah ve padişahın oğluna iyi davranmasını ve ağlamamasını söyler. Ama bir şart koşmasını söyler. Düğün günü kendi atından başkasını kabul etmeyeceği şartını koşmasını söyler. Düğün zamanı gelip çatınca kızın atını getirirler. Ama at o kadar huysuzdur ki kız ata bir türlü binemez. Çünkü kız, ata huysuz olmasını ve seyis olarak da sadece kocasını kabul etmesini söylemiştir. Atın huysuzluğunu hiçbir seyis durduramaz. Kızın kocası düğün alayının içindedir: — Bu atı ben sakinleştirebilirim, diyerek atın yanına gelir. At, kız söylediği için sorun çıkarmaz. Kız ata biner, oğlan da atı önden çekmektedir. Tam düğün alayı çıkarken oğlan da ata biner, kaçmaya başlarlar. Muhafızlar onları takip eder. Oğlan tam kaçarlarken şişe ile suyu yola atar. Bir anda bir sel gelerek onları takip eden bütün muhafızları alıp götürür. Bunu gören padişahın oğlu hatasını anlar, onlara bir daha dokunmaması gerektiğini fark eder. Küçük oğlan bunun üzerine annesi ve karısını alarak başka bir diyara taşınır ve mutlu mesut yaşarlar.
KÜÇÜK OĞLAN VE CENGAVER
Gümüşhane
Karadeniz Bölgesi
  [BICIRIK] Bir varmış, bir yokmuş, köyün birinde küçük ama oldukça zeki bir çocuk yaşarmış. Boyunun ufak tefek olmasından dolayı adına     “Bıcırık’’ demişler. Bıcırık üç arkadaşıyla oynuyorken farkından olmadan uzaklaşırlar. Uzun zaman sonra kaybolduklarını anlarlar. Birkaç saat yürüdükten sonra ısısız bir yerde kulübe görürler bu kulübede bir dev yaşıyormuş. Çocuklar çaresizce kapıyı çalarlar. Karşısında çocukları gören dev sevincinden ne yapacağını şaşırır. Burnuna yeni ve leziz yemek kokuları gelir. Onlara hiçbir şeyi belli etmeden içeri davet eder, karınlarını doyurur: — Yatma zamanı deyip yataklarını açar. Amacı onları uykudayken öldürüp mideye götürmektir. Bizim Bıcırık bu devin niyetini anlar. Bu nedenle bir türlü uyuyamaz. Dev ikide bir gelerek onları kontrol eder, fakat Bıcırık bir türlü uyuyamıyordur. Dev, Bıcırık’a neden uyumadığını sorar. O da: — Ben uyumadan önce annem bana kete açardı. Onu yer öyle uyurdum, der. Bunun üzerine de dev hazırlık yapar, uzun uğraşlarından sonra keteyi açıp pişirir. Bıcırık’a getirir o da afiyetle yer. Dev, Bıcırık’a: — Hadi uyu artık, der ve odadan çıkar. Tekrar kontrole geldiğinde Bıcırık’ın uyumadığını görür ve nedenini sorar. Bıcırık: — Benim annem uyumadan önce bana dereden kalbur ile su taşırdı. Ben de o sudan içerdim ve uyurdum, der. Bunun üzerine dev, kalburu alarak dereye koşar. Kalburu su ile doldurur, biraz ilerleyince suyun yok olduğunu görür. Tekrar tekrar dener ama kalbur delikli olduğundan bir türlü dolduramaz. Sabaha kadar onunla uğraşır. Bu olaya çok sinirlenen dev, evin yolunu tutar. Bıcırık olayı arkadaşlarına anlatır. Tam o sırada dev gelir. Dev gelmeden önce Bıcırık ve arkadaşları kulübenin tepesine çıkmışlar. Dev eve gelince onları göremez, hayıflanarak bağırmaya başlar. O sırada Bıcırık yukarıdan bağırır: — Korkma, dev anne biz buradayız. Üstelik burası çok güzel, der. Dev, Bıcırık’a oraya nasıl çıktıklarını sorar. Bıcırık da ona dışarıdaki değirmen taşını boynuna takıp zıpladığını ve böylece oraya çıktığını söyler. Dev de onların yanına gidip onları yakalamak için aynısını yapar. Fakat boynunu kırar. Acı içerisinde kıvranan dev: — Ben bu yolu beceremedim, başka yolu yok mu oraya çıkmanın, der. Bıcırık bu durumda hemen yeni bir çare düşünür ve deve: — Eğer altında ateş yanan şu saca çıkarsan zıplayıp yanımıza gelirsin, der. Bunu duyan dev, hemen sacın üzerine çıkar. Ateşin etkisi o kadar fazladır ki ayakları hep yanar, kalkamayacak hâle gelir. Artık yürüyememektedir. Dev o kadar bağırır ki yer gök inler. Çevredeki herkes oraya koşar. Gelirler ki Bıcırık ve arkadaşları damda oturuyor, dev ise can çekişiyor. Bıcırık ve arkadaşlarını oradan alarak ailelerine ulaştırırlar. Dev de oracıkta son nefesini verir.
Bıcırık
Gümüşhane
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş;  evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ormanların orta yerinde küçücük bir köy varmış. Bu köyde küçük bir aile yaşarmış. Bu aile bir anne ve babadan oluşuyormuş. Baba her gün ormana gider, odun toplarmış. Topladığı odunları Karagöz adındaki eşeğin sırtına yükleyip köye getirirmiş. Günlerden bir gün şafak sökerken orman yoluna koyulmuş. Eşeği ve kendisi sakin sakin ilerliyormuş. Akşam olmadan odunları toplayıp köye dönmüşler. Döndüklerinde bir de ne görsünler. Köy baştan başa dumanlarla kaplanmış. Köyden hiçbir ses seda gelmiyormuş. Sonra oduncu hızla kendi evine doğru koşmuş. Çok şükür ki hanımı yaşıyormuş. Ona köyde ne olup bittiğini sormuş. O da: — Sorma başımıza gelenleri bey! Köyü cadılar bastı. Ortalığı yakıp yıkmaya başladılar. Sonra bizim bahçeye geldiler. Bizim yeni yeşeren ceviz ağacını gördüler. Cevizdeki dalları sayıp senin yedi tane çocuğun olacak deyip gittiler. Aradan yıllar geçmiş. Daha sonra oduncu ve karısının yedi oğlu olmuş. Bu çocuklar arasında birer yaş fark varmış. Her bir çocuk doğduğunda da ceviz ağacının birer tohumu açıyormuş. En küçük çocuğun on yedi yaşını doldurduğu gün, aniden cadılar tekrar köye gelmişler, yedi çocuğa o evden bir kız kardeşleri olana kadar ayrılmaları gerektiğini söylemişler. Birkaç hafta sonra çocuklar köyü terk edip çok uzaklardan bir konağa yerleşmişler. Gitmeden önce annelerinin doğuracağı çocuk erkek olursa ceviz ağacına bir tırpan, kız olursa bir teşi* bağlamaları gerektiğini söylemişler. Kız kardeşleri olmazsa eve dönmeyeceklermiş. Günlerden bir gün anneleri doğum yapmış, ancak babaları teşi yerine yanlışlıkla ağaca tırpan asmış. Bunu gören yedi kardeş yasa boğulmuşlar. Bir daha eve dönmeyeceklerini düşünmeye başlamışlar. Aradan yıllar geçmiş oduncu, kızı büyüyünce ona her şeyi anlatmış. Kız yedi abisinin olduğunu duyunca çok sevinmiş. Babasına kardeşlerine nasıl ulaşacağını sormuş. Babası, ulaşmanın sadece bir yolu olduğunu söylemiş. Yedi dağ ötesinde, küçük bir evde, bir dede yaşıyormuş. Bir dede çamurdan eşekler yapıyormuş. Ancak çamurdan yapılan eşekler kızcağızı ağabeylerine götürebilirmiş. Adam, oduncuya bir eşek yapmış. Oduncu, kıza eşeği vermiş. Dedeye, ne yapmaları gerektiğini sormuş. O da kızın eşeğe bineceğini ve gözlerini hiç açmaması gerektiğini söylemiş. Kız eşeğe binmiş ve yola koyulmuş. Ama önünde bir kuş ötünce korkmuş ve gözlerini açmış. Anında eşek bir toz yığınına dönüşmüş. İkinci defa dedeye gidip eşek yaptırmışlar. Ama bu sefer de kız gözlerini açmış ve eşek yine toz bulutuna dönüşmüş. Üçüncü defa, dedenin yanına gittiğinde şansının artık son olduğunu öğrenmiş. Bu defa da gözlerini açarsa şansını kaybedecekmiş. Kız, bu sefer söz vermiş. Babasına gözlerini siyah bir bezle kapatmasını söylemiş ve yola koyulmuş. Bu defa gözlerini açmamış, kardeşlerinin oturduğu konağa gelmiş. Ancak konak çok berbat bir hâldeymiş. Çok uzun zamandır, evlerine bir kadın eli değmediği belliymiş. Kız oraları silmiş, süpürmüş ve güzel yemekler yapmış. Kardeşlerinin yolunu beklemiş. Kardeşleri gelmiş ve evi böyle görünce daha çok şaşırmışlar. Aynı zamanda çok da sevinmişler. Ertesi gün, sabah kahvaltısından sonra kardeşlerini evde yalnız bırakıp ormana gitmişler. Kız da bahçeye gezinmeye çıkmış. Büyük bir saray görmüş, bu iki başlı devin sarayı imiş. Dev, kızı esir almış. Bu dev insanların kanını emerek yaşıyormuş. Kız ile bir anlaşma yapmışlar. Kız her gün ağabeyleri gittikten sonra seslenecekmiş. O da parmağını uzatacakmış. Bir gün, iki gün dev böyle devam etmiş. Bir iki hafta sonra yedi kardeş, kız kardeşlerinin durumunu hiç beğenmemiş. Kız günden güne zayıflıyormuş. Daha sonra kız kardeşlerine neden bu hâle geldiğini sormuşlar. Kız her şeyi anlatmış. Kardeşleri, devi öldürmeyi düşünmüşler. Ancak devi sadece bir darbeyle öldürmeleri gerekiyormuş. Kardeşler sabahleyin erkenden devi beklemeye başlamış. Sonra küçük kardeşleri devi tek bir darbeyle öldürmüş. Bütün kardeşler sevinç içinde birbirine sarılarak evin yolunu tutmuşlar. Babaları ve anneleri kaç yıldır onların yolunu gözlüyorlarmış. Sonunda kavuşmuşlar ve ömürleri boyunca mutlu bir hayat sürmüşler. *teşi: Yün eğirmeye yarayan tahta araç.
Ceviz Ağacı
Kocaeli
Marmara Bölgesi
    Vakti zamanında bir padişah varmış. Bunun hiç çocuğu olmuyormuş. Bir gün bir derviş bir elma vermiş, bunu yarı yarıya hanım sultanla yemişler. Sultan gebe kalmış, doğura doğura kara bir yılan doğurmuş. Kara yılan doğar doğmaz ebesini ısırmış, ebeyi az daha öldürüyormuş. Padişahın harem ağaları kapı kapı dolaşıp dadı aramaya başlamışlar. Fakat kimseyi bulamamışlar. Nihayet, üvey kızından hoşlanmayan bir kadın onu, harem ağalarına peşkeş çekmiş, kabul ettirmiş. Kız saraya giderken annesinin mezarını ziyaret etmiş: —Anacım, anacım… Üvey annem, beni saraya çocuk bakmaya gönderiyor. Kara yılan beni de öldürecek, anacım bana imdat et, diye yalvarmış. Hemen mezardan bir ses gelmiş: —Kızım, bir kutunun içine süt koy, yılan hücum edince kutuyu aç, yılan içine düşer. Hemen kapağını kapat, padişaha götür ver, demiş. Kız, annesinin dediğini yapmış. Padişah kara yılanı zapt ettiği için kıza teşekkür edip bahşişler vermiş. Kutunun içindeki yılana bakmak için bir cariye tutmuşlar, kara yılan beş yaşına girince mektebe gitmek istemiş. Padişah bir hoca tutmuş, kara yılan hemen hocayı öldürmüş. Başka hoca getirmişler, onu da öldürmüş. Başka hoca getirmişler, onu da öldürmüş. Kısacası hangi hoca gelse onu öldürüyormuş. Nihayet vezirler toplanıp demişler ki: —Kara yılanın tayası* kimse, onu ancak o okutur. Padişah bunu makbul bulmuş, kızı çağırtmış. Kara yılanı okutmasını emretmiş. Kız yine annesinin mezarına koşup anasından istimdat etmiş ve mezardan ses gelmiş: Kızım hiç korkma, kırk bir tane gül değneği al, kara yılan hücum edince, kırk değnekle vur. Kırk bir de dur. Kız annesinin dediğini yapmış. Kara yılan alfabeye başlarken kıza hücum etmiş. Kız hemen değnek ile vurmuş. Bu durumu padişaha müjdelemişler, kıza büyük ihsanlar vermiş. Kız da annesine götürmüş. Kara yılan büyümüş, evlenmek istemiş. Bir kız bulmuşlar, daha ilk gece de yılan kızı sokup öldürmüş. Nihayet tayası, hocası olan kıza müracaat etmişler. Kız kabul etmiş, fakat kız yine annesinin mezarına koşup yalvarmağa başlamış ve hemen mezardan ses gelmiş: —Kızım, kırk tane kirpi derisi al, bunu üstüne giy, yılan sana hücum ederse dikenler batar, bir şey yapamaz. Şayet sana elbiseni çıkar derse, sen çıkar, ben de çıkarayım, dersin. O elbisesini çıkarırsa hemen mangala at, yak, demiş. Kız annesinin dediğini yapmış. Kara yılan kıza hücum etmiş, fakat dikenler batınca geri çekilmiş.: — Soyun, elbiseni çıkar, demiş. Kız: —Sen soyun, ben de elbisemi çıkarayım, cevabını vermiş. Kara yılan hemen derisini çıkartmış, kız bir mangal getirmiş ve deriyi atıp yakmış. Deri yanar yanmaz, kara yılan ayın on dördü gibi bir delikanlı olup, ortaya çıkmış. Bunun üzerine kız da soyunmuş, gerdeğe girmişler. Ertesi günü bütün saray hayrete düşmüş. Sultanla şehzade mesut yaşarlarken, bir gün şehzade seyahate çıkmış. Bir ay sonra bir mektup yazmış. Saray halkı kızı kıskandığı için, içindeki mektubu değiştirmişler. Kızın öldürülmesi için bir sahte mektup koymuşlar. Valide sultan, bunu okurken kız da kapının arkasından içeriyi gözetliyormuş. Kız, işi öğrenince saraydan kaçmış. Yolda bir türbeye rast gelmiş. Bu türbede bir tabutun içinde bir delikanlı yatıyormuş. Delikanlı, kızı görünce: —Aman buradan savuş, şimdi bir güvercin gelir, seni öldürür, demiş. Kız tabutun içine girmiş, saklanmış. Biraz sonra güvercin gelmiş, kızı görmemiş, gitmiş. Bir süre kızla delikanlı tabuttan dışarı çıkmamışlar. Meğer bu güvercin, o memleketin sarayının şehzadesi olan delikanlıya düşman imiş, onu bu tabuta getirip yatırmışlar. Şehzadenin adı da Bahtiyar imiş. Delikanlı, kızla birlikte saraya dönmüş. Bahtiyar ile kız, kardeş kardeş mesut yaşaya dursunlar, kara yılan saraya dönmüş. Karısını aramış, işi anlatmışlar. Bu hainliğe kızıp çıkmış; diyar diyar dolaşarak karısını aramaya koyulmuş. Şehzadenin yanına gelip görüşmüşler. Şehzade, kıza: —Sen, benim hayatımı kurtardın, ben de sana iyilik edeyim, işte eski kocan, onunla mesut ol. Kızı kara yılana bırakmış, ertesi sabah kızı alıp sarayına dönmüş. Kırk gün kırk gece düğünden sonra tekrar gerdeğe girip muratlarına erdiler. *taya: Dadı
Kara Yılan
Amasya
Karadeniz Bölgesi
  [KAPLUMBAĞA İLE PERİ KIZI] Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir padişahın üç tane oğlu varmış. Çocukların yaşları ilerlemiş, kemale ermiş. Bunlar ne yapmışlar, evlenmek istemişler. Ama padişah, çocuklarını hiç evlendirmeyi düşünmüyormuş. Padişahın çocukları bir gün bakmışlar olacak gibi değil, gidip bir karpuz almışlar, karpuzu babalarına göndermişler. Babaları da karpuzu almış. Bu çürük karpuza düşünmüş düşünmüş, bir anlam verememiş. Ben bu çürük karpuzu ne yapacağım diye sormuş. Vezir: —Padişahım, çocuklar evlenmek istiyorlar, bunları evlendirmenin vakti geldi, artık evlendir, demiş. Padişah da çocuklarını yanına çağırmış: — Peki sizden bir isteğim var, demiş. Hepiniz birer tane oku yan yana atacaksınız. Bir yer gösterip buradan atacaksınız. Hangi evin damına düşerse oradan kızı alacaksınız. Çocuklar da almışlar, en büyük oğlu yayı germiş, atmış oku, Ferdi’nin evinin damına düşmüş, onun kızıyla evlenmiş. Ortanca oğlu da aynı şekilde atmış, onun oku da Nehalle'nin çatısına düşmüş, o da onun kızıyla evlenmiş. Küçük oğlan da atmış. Ok, bir tane taşın yanında bulunan kaplumbağanın sırtına düşmüş. Orada bulunanlar: —Herhâlde bu olmadı, böyle bir şey olmaz. Sen onunla evlenemezsin, demişler. Küçük oğlan: — Baba bunda da vardır bir hikmet, demiş. Padişah buna çok kızınca çiftliğe kümese kapatmış. Sonra aradan on gün geçmiş, bunlar bir kümeste kalmışlar öyle. Oğlan vazgeçmeyince padişah kaplumbağı gelin almaya razı olmuş. Bir süre sonra padişah: —Haydi gelinlerim gelsin de bir göreyim, demiş. Bunları yemeğe çağırmış. Padişahın küçük oğlu gelmiş, eve akşam olunca kaplumbağanın yanında derin derin düşünmeye başlamış: —Ya demiş nasıl olacak bu iş. Ben seni nasıl götüreceğim öbürlerinin yanına, onlar gelincik gibi. Birden kaplumbağa konuşmaya başlamış:  —Ne düşünüyorsun böyle, demiş. Padişahın küçük oğlu da ona: — Sen nasıl böyle konuşuyorsun, demiş. —Ben konuşurum, demiş başlamış konuşmaya. Tavşanı, otu, obayı anlatmış. Sonra da: —Sen hiç meraklanma. Sabah bir olsun…İcabına bakarım, demiş. Sabah olmuş, kaplumbağa, padişahın oğluna demiş ki: —Sen beni bulduğun düzlükteki taşın yanına git, onun yanında bir tane daha taş var, o taşın dibinde de küçük bir tane delik var. O deliğin başına git, “yuvamlık başlı kaymer” diye seslen, demiş. Padişahın oğlu gitmiş. Kardeşlerine aynı kaplumbağanın dediği gibi seslenmiş. Bunlar da ufak bir sandık vermişler. Sandığı getirip kaplumağa vermiş. Kaplumbağa sandığı açmış. Meğer kaplumbağa bir peri kızıymış. Padişahın küçük oğlu sandığı açınca bakmış ki kaplumbağa kabuğunu atmış, dünya güzeli bir kız olmuş. Sandıktan çıkarttıkları giyinmiş. Padişahın küçük oğlu almış kızı, doğru saraya yemeğe gitmişler. Herkes şaşırmış bu ne diye. Yemek esnasında padişah: —Bu kaplumbağa değil peri kızıdır, demiş. Yemeğin içinde bir parçayı alıp elbisesinin kolunun içine atmış. Herkes şaşmış bu ne biçim peri kızı diye. Tam bu sırada yemek bitmiş, herkes padişahın diğer masasına geçmiş. Gelinler sıraya girmiş, o anda peri kızı kolunun içinden altın bir ağızlık çıkarmış ve padişaha göstermiş, diğerleri şaşırmış. Bakmışlar ki bu hakikaten padişahın gözüne girecek. Padişah anlamış ki bu işte bir iş var. Sonra padişah: — Bana öyle bir adam verin ki kendisi bir karış sakalı iki karış olsun, demiş. Peri kızıyla eve geldikten sonra padişahın oğlu derin derin düşünmeye başlamış. Nerden bulacağız bu adamı diye. Sonra peri kızı sorunca, babam benden böyle bir şey istedi. Peri kızı: — Sen sabahı bekle, demiş, beklemişler. Sabah olunca: — Beni bulduğun taşın yanına git “yuvamlık taş mıyım kaya mıyım” diye seslen. Sonra küçük kutu verecekler, onu al, gel. Aynen peri kızının dediği gibi gitmiş küçük sandık gibi bir kutu vermişler. Padişahın oğlu da almış götürmüş. Yalnız sen burada açma, padişahın huzurunda aç, demiş peri kızı. Oğla,n padişahın huzuruna çıkmış: — Getirdim babacığım istediğiniz kutuyu, demiş. Padişah kutuyu açar açmaz hakikaten de kendisi bir karış, sakalı iki karış cin gibi bir şey çıkmış. Padişah bunun üzerine: — Bu nasıl bir adam, cin gibi diyerek, şaşırmış. Padişah: — Sakalı neden yaptın, demiş. Cin gibi olan adam tekrarlamış. Padişah ne derse o cin gibi adam tekrarlayıp duruyormuş, git gide bağırmış, sesini yükseltmiş. Padişahın artık canı sıkılmaya başlamış ve bağırarak: — Nerden bulduk bunu, demiş. O da aynen bunu nerden bulduk, diye bağırmış. Derken kendisi bir karış, sakalı iki karış olan adam öyle bir name patlatmış ki sarayı yıkılmış. Padişah da surların altında kalmış ve ölmüş. Daha sonra da küçük oğlan tahta geçmiş ve padişah olmuş. Peri kızıyla evlenerek kırk gün kırk gece düğün yapmışlar.
[Kaplumbağa ile Peri Kızı]
Ardahan
Doğu Anadolu Bölgesi
Pir zamanun içinde hocanın, üş telebesi varidi, onları künün pirinde naklediy ki he gim pir rüya görürsa, heyrolaki temeyince, nakl etmenuz.             Çeçuiğun piri bir rüya körmüşdür. Hocasına dedi ki; ben bir rüya körmüşüm. Hocasi: – Ne kördun ? O da temedi. Hocasi kovdi oni. O da derhal evine kelmişdur. Pir vakit sora ayni ruya akline kelmişdur. Anasına babasına temişdur. Ben bir rüya körmüşdüm.  – Ne kördün oğlum?  Yine çeçug temedi. Anasi babasi ona tarılmişler, sen bizum pir evldaumuz olasun da sen pize bir rüyayi nakletmeyesün. Evden puni kovdiler. Derhal çeçug yola düşüp kitdi. Pir padişahun sarayının oğunden keçerken patşah puni körmüşdür. Çeçuğu kendi yanina almişdur.  Pir muddet oraya kalmişdur. Yine ayni rüya hatırına kelmişdur. Padişaha sefgetlum, pen bir rüya körmüşüm.  – Padişah: ne kördün, tiya sordi. Kendisi temedi padişah gazaba kelur, derhal puni zindana atayur. Pu aradabir müddet keşdukten sora rus kiralun uş teklifati patşaha yazmişdur. Punnari anlamasan şu memleğedi senden alacağum. O da kabul etdi. Puna bir çift haroz köndermişdur. Punnarın peyuğuni ve kuçuğini soçup pana köndersun. Punnari almiş, terazile tartmişdur. Hiç pirinin ayramamişdur. Derhal padşah tüşünme paşlamişdur. Arada pir muddet keçduğdan sorazindandan olan çeçuğin yanina patşahun kizi varmişdur. Orada dtüşünme paşlamişdur. Çeçuğ sormuş ki: – Niçun düşünüysün? Kiz puna kiralun, pobama poyle bir teklifati olduğuni anlatdi.  Çeçug da temiş ki: – Hiç tüşünma, punnan kolayi yoktur. Kiz sormuş ki: – Nedur kolay ? O da demiş ki: – İğisini pirer pirer ayri, pir izin, yerlere koyun. Uş kün aç tursunlar, yem vermanuz. Ona sora çigarun punnari pir araya keturun. Pir pirlerine doğuşdurun punnari. Hangisi yenersa peyuği odur. Terhal kiz kelup bobasina nekleyledi. – Gidun felan kori geturun bu canavar yesun. Getürmüşler, canavar yememiş, gidun fela ölüyi alun getürün, demiş. Gitmiş almış getürmüşler. Onu da yememiş. Demiş: – Bu öli yemedu, kori yemedu, bu bizi yiyecek Haydın bu köyden kaçalum. O akillinin lafınnan bu köyden kaçmişler. O canavar orede kalmiş. Sıcannan, kuşan, geçinirmiş. Arada bir tilki gelmiş, kedi kardaş benum ayu bir kardaşım vardur, buni evlendiriyuruk, sende bizim duğunumuza gel. – Peki geleyim, demiş. Tilki bakmiş ki pisik gelecek, demiş. – Sen peşimden gel ben gideyim hazırluk apayım: gitmiş ayuya demiş ki: – Ayu kardaş pisik geliyor, bunu nasıl edelum da yeyelum, ayu da demiş ki:  –Sen çıg kadideki ağaca. Tilki çıgmış ağaca, ayu da girmüş ambara, bazen kardırur başıni bakarmiş pisig geldumi. O arada pisig da gelmiş. Bakmiş ki ambardan bişe gafasını endurup kaldırıyor. Buni sıçan zannetmiş, gendini ambara atmış. Sıçani dutdum diye ayunun kulaklarına yapışmiş. Ayu korkusundan öyle bir bağırmiş ki ayunun yüragı çatlamış. Pisik korkusunnan gerisin geriye kaçmiş. Kapideki aca çıgmiş. Tilki bakmiş ki bu ayuyi bartdi beni de yiyecek, gendisini acın tepesinnen altına atdı. Tilki ağacun altında eldi. Pisig da bir zaman sora, altına endi. Döndü köye gitdi.bu köyde akillisi onbeş gün sora, gidun bakun o canavar köydemüdür, yoksa gitdümi. Gelmiş bakmişler ki pisik evun üstunde oturmiş güneşe karşu, elini yalayır, yüzuna süriyor. Onar gerisun geriye kaçmişler; gitmiş akilley demişler ki; bize dediki siz bu köye gelirsanız bu gulağumun arkasuna koyup, sizi hep yiyacağum durmayalum. Ordan kakmiş getmişler, gitmişler bir köye pakmişler orada pisig var. Bolaşmişler kaçma, köylü demiş. – Ne kaçarsunuz? – Burada canavarlar var,bizi yiyecekler. – Nasıl canavar? – Havu cenavarlar. – Onar canavar deyiler, onar pisikdiler. – Yahu ne pisığı – Onar bizi köyülüzden muhacir etdi. O zaman köyli pisığı çırmış, pisig gelmiş, başlamiş köylünün yanında dolaşmağa. Demiş ki bu ev pısığıdır, bu adam yemes: bu sıçan dutar.  Popabasi: – Kizum pu olmas, pi tecrübe yapalum. demiş. Terhal vaziyedi yaptiler. Uş kün ayri ayri turdiler. Uş kün sora çigarup pir araye keturdiler onnari. Pirbirlerine doğuşdiler. Pirisi yenmişdur. Terhal ona pir nişan yabup rus kilarına könderdi. Rus kirali hay hay puni anladun. Yine pir cift at könderdi, ayni pir poyda; dartsan pir kelur. Hiç piri pirlerinden şaşmazler. Padişahın akli paşindan kitmişdur. Ne yapacak olduğuni şaşurdi. Yine kızi zindana çecuğun yanine köndermişdu. Kiz terin bir düşündi çeçug sormiş ki: – Niçun düşünüyüsun? Kiz pobasina kelen atin maçerasini anlatmişdur. Çeçug da söyledi: Onun içun hiç düşünmayunuz. Onan kolay pir şey yokdur.  Onar içun aldı kulaç derinliğte pir hendek yabın. Pirer gişi atun üstüne pinsun, atlari sürsün. O hendeğun kenarina hangi at durup atlarsa kuçuğu odur. Peyuğu hiç oturmadan atlayacaktur. Terhal bobasina kiz haber verdi. Pobası terhal hendagı kazdurdi. Atlara pirer gişi pundurdi, sürdiler. Peyifi heç durmazdan atlamişdur. Kuçcuğu pi oturup atladı. Terhan onara bir nişan yabup könderdi.Rus krali puni hay hay anladun. Şimdisa senden pir teklifat daha isterum. Tirgiyat'ın* en akillisini senden işderum. Uş teklifat yerine kelecektur. Padişah akli paşindan çigdi, ne yapacak olduğuni şaşurdi. Pu kiz çecuğun yanine kitdi. Kene aydri vaziyedi çeçuğa pir pir anlatdi. Çeçug tediki poban peni pu zindandan çigarsa, pen kiderum.  Kiz kelur pobasine ter ki:  – Pen pu işleri anlamadum. Anlayan zindan da koyduğun çeçugdur. Şimdi isa yeni teyur gi, peni azad ederse, pen rus kiralun oraya kiderum. Terhal padişah puni çigardi ve ona söyledi:  – Oğlum sen rus kilarine kider misun?  – Hay hay kiderum. Pana pir mergep vereceksun. Altdundan eyeri alacakdur. Pir geci da kuyruğuna pağlayup pir da pir tabur asgerilan kiderum.  Terhal punari patşah hazirlamişdur. Künün pirinde punnari yola koymişdur. Kitliler.  Pir iki uç ayda rus kilarli köşgine keldiler. Çecug* asgeri pir yere pırakup doğru mergebine pindi, keciyi da kuyruğuna pağladi, doğru kögine kitdi. Meker o kiralun köşgi hep İslam kellesindenmiş. Pu da togri kitdi, Haman mergebinen parabar içeriye kirmeg isteyen çeçugi, nöbetçiler, komadiler. Purasi beygir hani deyildur. Çecug da söyledi gi peni istedinuz, pen da keldum. Kiral da: – Pirakun kelsun. Penum köşgimde pi kelleluk noksan yerim vardur. Pirakun kelsun. Çeçug da eşşe pinerek kilalun köşgüne çigdi. Haman kiralun karşusine çigdi, kiral tedi, – Turgiyenun en akillisi senmusun çeçug da: – Evet penum. – Şimdi sana uş teklif vardur. Çavap versan kurdardun, yogisa kelleni uçuracağum. – Çeçuig kabul ederek sordi ona ki koğda ne kadar yulduz vardur. – Çoçuğ terhal çevap  verdi ki; pana bir toğli çavap sor. Böyle pir çavavi sorma. Kiral da işte cevap sorayurum. – Çeçug de demiş ki: saya pilursun. Pir iki akşam kirale asger dokmiş. Olami yulduzlari sayamadi. Ne isa puni poyle kabul etdi. İkindi teklifatda, sordi ki çeçuğa: – Tünyanın orda yeri hangisudur, nerededur ? Çeçug da tedi ki: – Eşşeğimun sol ayağunun tibindedur. Kiral da gakup bir muh oraya çakmışdur. – Ne malum purasi olduğu?. Çeçug da söyledi ki: – Olce pilürsün? Kiral puni olcemiyecek olduğuni anladi. Oni da oyleça kabul etdi. Uçunçi künün üstüne çeçugi çardi. – Nerede kaldun?  Pir teklifatım daha vardur. Onun çavabini vermedun. Çeçug: – Sor, çavabini vereyim. Kiral da sordi: – Pu kün, pu sat, pu degege çenabü Allah ne vazifededur? Çeçug da temiş ki: – Sen oradan kel penum mergebumun üstine pen da senun yerine keleyim. Haman kendi yerinden gakdi, eşeşğun üstine kitdi. Çeçug da kendi kiralun yerine kitdi. Çeçug kirala söyledi ki: – Kördün mü Allah ne vazifede olduğini sene oradan endurup eşşeğun üstine kedürdi. Peni da puraya kedürdi. O zamanın hökminde kiralun tahtina her gim keşçe hökümdar o olurdi. Haman emir verdi puni adun tişari. Atiler oni nobetçiler tişari. Kiral da sokaklarda perişan pir vaziyetde kaldi. Terhal padişaha pir mektup yazdi: – Ama bu çeçuği puradan al. Ne istersen vereyim. Patşah da çeçuği kendisi kitdi aldi. Onan sora çeçug patşahun damati oldi, oraya kendi yanina kaldi.   * tirgiyat: Bir yer adı. *çecug: Çocuk.
[Çocuk ile Pişig]
Trabzon
Karadeniz Bölgesi
Gençlikte mi Kocalıkta mı? Bi varımış bi yoğumuş hali vakti yerinde bi adam varımış. İki dane oğlan çocuğu varımış bi de garısı varımış. Garıya rüyasında şey demişler: —Gençliğinde cefa mı verem, gocalığında sefa mı verem, gocalığında cefa, gençliğinde sefa mı verelim? deyince kadın, adamına demiş böyle böyle. Adam şey demiş: —Gençliğimde cefa ver, gocalığımda sefa ver de, demiş. —Gocayınca sefa sürelim, demiş adam. Bundan kelli adam her şeyini gaybetmiş. Köyün birine sırtmaç* durmuş. Sırtmaç dururkene bi kepicinin, kepiç derlerdi evel kepiç olurdu köyden köye satıcı, eskisi kirlenmiş. —Benim biri sırtımı bi yuyuversin, demiş. —Sırtmaçın garısı yuyuversin, demişler. Eskisini çıkarmış gari vermiş sırtmaçın garısına. Yumuş, sermiş, gurutmuş bi de yamamış vermiş. O kepici yanmış güzel işleyince gadına. Ona güzel gelmiş. Sırtmacın garısını almış, gaçmış o kepici. Adam sığırdan gelmişimiş, iki oğlan çocuğu ağlaşıp dururlar. —Bura bize yaramadı oğlum gidelim, demiş. Çocuklarını almış, zaten evi de yokimiş. Gidiyomuş, gidiyomuş, gidiyomuş bi ırmağa denk gelmiş. Çocuğun birisini arkasına bindirmiş; öteki de geliyomuş öte yandan kurt çocuğu almış, gitmiş. Ona bakarken elindekini de suya düşürmüş. Cefa başlamış gari gitmiş, çocuklar gitmiş. Hora varıverirken avcıya denk gelmiş kurt, avcı tüfek sıkınca çocuk galmış. Balıkçı da öteki çocuğu bulmuş almış. Çocukları bunlar okutmuşlar; balıkçı da okutmuş, avcı da. Çocuklar büyüymüş. Adam geze geze nirelerde iş vereceklerse İstanbul’a varmış, bi goca garının evine misafir olmuş. Garı oğlum demiş: — Yarın guş salınıcek kimin başına gonarsa padişah dikecekler, demiş. —Benim başıma demiş hani şey gelmedik şey galmadı ben padişah mı olurum, demiş. Garı: —Oğlum git, demiş. Goca garı varmış, herkes toplanmış işte bizim böyle gibi. Salarlarmış guşu, dolanır dolanır sırtmacın başına gonarmış. Bu olmaz, bundan padişah mı olur. Bi dene sallarlarmış. Üç dene salmışlar guş yine o adamın başına gonmuş. —Ee bunu, demişler, bunu bu edemez ya. Avcının çocuğuyla balıkçının çocuğu çok zeki bunları yardımcı verelim bu adama demişler. Onları da vermişler. Ordan bi filan yerde bi gadıncık var öyle ellerin camını siliyo, iş işliyo. —Bunu bi de everelim, demişler. Evermişler garısıymış, iki çocuk da çocuğuymuş gençlikte cefayı çekmişler, gocayınca  sefayı sürmüşler. Bu masal da burda kalsın. *sırtmaç: Sığır otlatan.
Gençlikte mi Kocalıkta mı?
Burdur
Akdeniz Bölgesi
Bir zamanlar bir yaşlı adamın üç gızı varmış. Adam gitmiş Horozoğlu denilen bir memlekette arkadaşında mührünü bırakmış. Aradan aylar geçmiş. Oturmuş kara kara düşünmeye başlamış. Büyük gızı: — Babacığım niye düşünüyorsun ? diye sormuş. — Horozoğlu’nda mührüm kaldı, demiş. — Ondan kolay ne var ben gider alır gelirim, demiş. — Hadi gızım geyin bi gat elbise de git bakalım, demiş. Fakat gızına şu cevabı söylemiş: — Yolu yarılayınca orda bir köprü var, o köprüden her adamı geçirmezler. Gız da ben geçerim diyerek yola çıkmış. Ata binip tüfeğini almış ve yola goyulmuş. Gide gide köprüye varmış. Orada birkaç kişi önüne çıkmış. — Hey deliganlı geri dön. Ya canını ya malını ver. O da gorkup geri dönmüş. Geri döndüğünde ya gızım ben sana demedim mi ki gidemesin. İkinci gız da aynı gorkuyu yeyip geri dönmüş. Sıra gelmiş en küçüğüne. O da yola koyulmuş ve köprüye gelince adamları saymayıp geçmış ve Horozoğlu denilen memlekete gitmiş. Gitmiş babasının mührü olan eve misafir olmuş. Evde de bir ana bir oğul varmış. Birkaç gün kaldıktan sonra oğlan, bu gız mı oğlan mı diye şüphelenmiş. Anasına demiş ki: — Ana bu gıza benziyor, gulağında küpe izi var. Parmağında yüzük izi var, ama bu söylenenleri gudup oluyor. Gidip gıza gaber veriyor. Anası da demiş ki: — Oğlum de ona ki bizim burada misafirin altına gül sererler, eğer gülleri tez solarsa anlarsın ki gızdır. Sabah yakın guduk gidip Gül Hanıma taze gül getiriyor. Sabahtan bakıyorlar ki misafirin gülleri solmamış. Anası oğlum birde hemama teklif et o zaman anlarız. Hemama gittiklerinde ev sahibi misafire teklif etmiş o da: — Ben garibim önce sen gir hemama ben de senden öğreneyim demiş ve oğlan hemama girmiş. Misafir geriden mührü alıp geçmış. Oğlan geldim gız giderim Horozoğlu’ndan mührü aldım giderim.
Horozoğlu'nun Horozları
Trabzon
Karadeniz Bölgesi
Evelleri bi Mahmut varımış. Korkusundan tuvalete bile gidemezmiş. O kadar gorkarımış gormarımış ki hır hızan olmuş gene gidemezimiş. Garucuk bi gece hamur yuğuruyumuş Mahmut demiş ki: - Garı gak gak kapıya gitcük. Ura hamur yuğuruyum elim hamurlu sen git. Basbas bağırıyumuş Mamut gorkuyum diyi. - Etme gitme gapunun arkasına varıyım da demiş garı, ses ediyim sağa da git. Garı gapının arkasına varmış Mamut kenefe tömeldiyini cak etmiş gapıyı kitlemiş. Mamut bağırmış bağırmış garı açmamış gapıyı. Sonra kenefte palan teknesi varmış unun altına girmiş yatmış aşa. Sabah olmuş Mahmut kalmış tekneyi dayamış duvara. Uşak sormuş: - Baba nereye gidiyusun ? - Tepenizin üstüne gidiyum. Demiş, gitmiş.         Gideken gideken çıkmış  bi dağın gırına. Dağın gırında devler demiş ki; - Kısmet geliyu aha. Demiş. Devler arasında düşünmüşler buna bişi diyelim de bu da yapamasın biz de onu yiyelim. Neyse bu devlerle karşulaşmış. - Selamün aleyküm. - Aleyküm selam arkadaş diyip devleri karşılamış. Devler de hemen demişler ki: -  Ara ha bu gazanın yemeğini serçe barmağınla  indirebülü müsün sen? Gazan da gırk okkalıkmış. Helbette demiş. Bismillah diyip endürmüş Mamut gazanı yere. Devler birbirine bakmışlar, bu bizi yicek diye. Neyse demişler ki buna; - Sen biz ava gidelim habu gazanın yemeğini yiyebülü müsün? - He ne var unda.  Demiş u. El gittiğini evin arkasına bi guyu gazmış, guyuya gazanı dökmüş örtmüş üstünü. Devler uyandan beri ıslık çalagene gelmiş. - Ne yaptın ? Diyi buna sormuş. Bu da:  - Unda bişi yoktu ki ben unu yedim.  Demiş. Neyse devler  bu bizi yicek besbelli düşünmüşler. Sonra dönüp Mamut’a: - Garduşcuk haydi biz seniylen ava gidelim. Demişler ormanın sonunda bırakalım da bunu başından aşa sürükler bunu gurtlar çakallar canavarlar yer. Sonra bunu kandırmak için: - Sen ha burda bizi bekle geleni geçeni kolla demişler. Orda bi govuk ağaç varmış, Mamut u govuk ağacının govuğuna girmiş. Alttan canavarlar, donuzlar, itler, guşlar kütür kütür geçiyumuş. Hen ahrında da develer gelmiş. Bakmışlar ki u ölmemiş gene. Alttan bi topal guş geçermiş, dutmuş guşu almış. - Ara  bu sizin ormanda bişi yoğudu ki geleni yedim geleni yedim aha habunu da size bıraktım. Demiş. Devler demiş: - Ara biz bunu nasıl etcük ? Haydi demişler biz bunu bi tepe de zelfi ağacına kıçımızı siluyuk diyip bunu urdan dereye fırlatalım. Öbürleri gitmiş önden sıra ona gelende zelfi ağacını çekmişler çekmişler de goyverdiğini taaa dereye gitmiş Mamut. Sonra develer inse baksalar ki Mamut derede. - Ara gardaşım napıyusun ? demişler. - Heç bişi napıyım haburda derede beyaz gene bişi gördüm de balık  sanduydum u da çay daşıymış. Demiş. Bu sefer develer demiş ki: - Haydi biz seni evine yol edelim hem de sağa bi camadan para verelim. Mamut da bu keşik demiş ki: - Bu kadar gurbetlikten sonra bi camadan yetmez bi çuval para verceksiniz demiş. - Ee verelim bari demişler. - Bi de bi çuvalı ben götüremem birinize yüklerim demiş. Sonra devlerin birine yüklemişler çuvalı gakmış Mamut geçmiş ileri. Eve yaklaşdiğini Mamut ıralmış devi bırakmış da. Girmiş içeri çıkmış çardağa. Dev gelmiş tata üstüne para çuvalını atmış. - Ara gardaşım demiş. Mamut da; - Ey demiş çardağın öteki dibinde. Nediyun urda demiş. - Ura netcem demiş babamın esgi gılıçlarını arıyum demiş, ho bana ettüklerinizi hip sana sorcam demiş. Dev urdan hemen yitmiş.
Mahmut ve Devler
Trabzon
Karadeniz Bölgesi
Fatmacık ile Yusufcuk Bi adam varımış. Bu adamın çocuğu bi gızı, bi oğlu varımış. Adamın garısı ölmüş,  bi daha evlenmiş. Aldığı garı: —Çocuklarını at da gel, demiş. Adam bi gün eşeğe bi gabak asmış, çocukları bindirmiş. Gide gide orman bitcek mi bi yere varınca: —Siz demiş otura gon da demiş; ben şey ettiğim odun ettiğim, tak tak ettiğim yere gelin demiş. O çocuklar oturmuş, oturup dururken adam gitmiş. Öte yanna çamın dalına gabağı asmış, gitmiş. Ağşam olunca yel çıkınca tak tak edmiş. Varmışlarmış gabak asılı duruyomuş. —Tak tak eden gabacık, beni aldatan babacık diye ağlaşmışlar orda. Höyle bakmışlar etrafına bi köpek, ören yerde de bi ataş yanığı varımış. —Köpeğe varsak köpek dutar bizi demişler. —Ataş yanan yere gidelim, demişler. Ataş yanan yere varmışlar. Dev garısı oturup duruyomuş. Böyle gocaman yere gadar, varmışlar. —Gelin, iyi gelin gelin demiş, dev garısı. Çocuk ağlaya dursun. Gız demiş. —Bu çişini yapcek. Salar mıymış dev garısı, beline urganı bağlamış, kendi kakamayınca gızın beline. —Hadi git dışarı yaptır gel, demiş. Höyle atıvermiş memesini ta öyle gocaman imiş. Ta ordan bağlamış sarmış gali gız gitmiş. Dışarı çıkınca devin evinde de çınar ağacı varımış. Gız çınar ağacına belindekini çözmüş, bağlamış. Çocukla ikisi gaçmışlar. Gız gelmeyince asılıp asılıp dev çınar ağacını yıkmış kafasının üstüne, dev garısı orda galmış. Accık daha giderken giderken bi çeşme varımış, dibinde de bi gavak varımış şey demiş çocuk: —Susadım abam demiş. —Su içersen keyiklerin izi varımış, su içersen keyik olursun, demiş. Çocuk çok susamış: —İccen demiş. İçmiş kendisi keyik olmuş, gız ağlamaya başlamış gali. Gız da gavak ağacının başına çıkmış orda gavağın başında dururkene keyik yayılır gelirmiş. Gız gündüz iner; suyunu içer, çıkarmış gavak ağacına.  Bi Beyoğlunun biri ava gidiyomuş bi bakmışımış suda ıldır ıldır bi gözel gız, gıza: — Gavakdan in, demiş. İndirememiş, o da gavağı keser keser ip yaparımış. O eve gitti mi keyik yalaya yalaya gavağa büsbütün edermiş. Derken derkene şey demiş: —Ben bunu indiremedim. Goca garı yaman olur anca o indirir, demiş. Goca garı bi gazan almış. O goca garı tıngıç tıngıç belini eğmiş varmış. Hora bi ataş yakmış; üstüne bi gazanı gapamış, suyu alır gazanın yüzüne şar döküverirmiş. Gız, nene demiş: — Elindeki gazanı ötekine çevir, elindekiyle olmaz, demiş. — Bilemedim gızım bilemedim, gözüm de görmüyo demiş. Kız, acıdığından inmiş gelmiş de gazanı düzeldi vermiş. O beyin oğlu gızı dutmuş, eve götürmüşler. Düğün edicek olmuş kırk gün kırk gece düğün olucamış. Keyiği de dutmuşlar gelmişler, kesecekler düğünde. Kız keyiğe: —Ay abam ben sene su içme demedim mi? Bıçakların sürtüldü, bıçakların eyelendi. Gazanların hazırlandı, demiş.  Ağlarmış gızcağız. Beyoğlu kızı böyle görünce neden ağladığını soğmuş. Kız başına gelenleri ona anladıvemiş. Keyiğin de gardaşı olduğunu söylemiş. Bunun üzerine oğlan geyiği gestirmemiş. Düğün etmişler, Beyoğlu ile gız evlenmiş hep bir mutlu yaşamışlar
Fatmacık ile Yusufcuk
Burdur
Akdeniz Bölgesi
Ayağına Diken Batan Horoz Evel bi horoz varmış. Horoz çöplükte eşinirkene ayağına tiken batmış. Tikenimi kim çıkarır, tikenimi kim çıkarır derken bi açık kapı bulmuş. O kapıya girmiş, gadın ekmek pişiriyomuş. Kadın tikenini çıkarmış, ocağa atıvermiş. Horoz biraz sonra demiş ki: —Tikenimi ver; geri tikenimi ver, tikenimi ver. Deyince kadın nerden bulsun:        —Yandı tiken demiş, yok ne verem. — E ekmeklerini alırım gaçarım, demiş. Ekmekleri alıp gaçmış horoz. Giderken bi dağın başında çobana rastlamış. Çobana:  — Ekmeği verem bana bi guzu ver, demiş.  Çoban da almış. Açımış garnı ekmeği almış, guzuyu vermiş. Horoz guzuyu almış giderken giderken bi düğün yerine rastlamış. Orda tavuk kesiyolarmış. — Tavuk kesmeyin goyunu keselim, demiş. Goyunu kesmişler, düğün bitmiş. — Goyunumu verin demiş horoz. — E...Nerden bulalım indi yedikdi goyunu, demişler. Goyunun yok nerden bulalım verelim ya. — Gelininizi alıp gaçarım, demiş.   Gelini alıp gaçmış, gitmiş. Dağın başında bi gulübe bulmuş, o gulübede gelini saklamış. — Ben yiyecek, içcek almaya gidiyon demiş. Sen burda kal, kitlemiş gapıyı getmiş. Pencarası varımış oranın da gelin pencaradan gaçmış gitmiş anasının evine. Tamam masal orda bitmiş.
Ayağına Diken Batan Horoz 1
Burdur
Akdeniz Bölgesi
Mırmır Bey Evvel zaman içinde Mırmır Bey, dilki, tavşan, ayı, donuz arkadaş oluyolar. Sıra ile birbirlerini davet ederlermiş. Bi gün biri, bi gün biri. Ordan Mırmır Beye gelmiş sıra onu davet etcekler gali. Tilki: —Ben ünleyim, geleyim demiş. Siz hazırlaya gon demiş. Gazanları, aşları pişirmişler. Ordan:  —Hadi arkedeş demiş, seni götürcem. Birlikte geliyolarmış yemek yemeye. Mırmır Bey aniden bi guşu gapıvermiş. Ordan azcık daha gitmişler. Fare geçmiş, Mırmır Bey onu da gapmış almış. Tilkinin ödü, bedi sıdmış. — Sen demiş geliko, ben gidem de yemekleri ısıtalım demiş. Tilki gitmiş: —Arkadaşlar demiş, Mırmır Beyden ne uçan gurtuluyo ne gaçan gurtuluyo ödüm bedim sıddı. Netcez? —Saklanalım. Donuz yeri gazmış, gömülmüş. Ayı ağaca çıkmış. Dilki, ilkiliklerin (dikenlik) içine gitmiş. Onların içine saklanmış. Davşan da ekinin içine girmiş. Bizim Mırmır Bey gelmiş. Oradaki yemekleri başlamış yemeye. Yeyo yeyo, afedersin tuvaleti geliyo. Donuzun gazıldığı yer yumşecik gali. Yumşak toprağa varıyo. Ordan onu bi deşiyo. Burnundan gapıyo donuzun. Zati gorguyo donuz.  Mırmır Bey ağıca doğru yöneleyo orda ayı gorkuyo. —Bene geleyo deyo. O gendini atıyo güp ağıcın dalından. Onların gürültüsünden dilki gaçıyo. Garamanın dikeni çog olur. Onun dikeninden sırtı başı yüzülmüş. Onların gürültüsünü duyuyo bi yol davşan gaçıyo. Davşan ekinin içinde gaçarkan ekinlerin biri yatar biri gagar. Şerp şerp ekinin, buydeyin kellesi sırtına inermiş. Ordan gali üç gün beş gün sonra doplanıyolar. Ula arkedeş deyo donuz: —Burnumdan gaptı, ödüm bedim sıttı deyo. Ayı deyo: —Benim deyo sırtımın derisi galmadı, öldüm ben deyo.  Dilki: —Benim sırtımın derisi yüzüldü dikenlerin içinde. Davşan derimiş:  —Gamçıların biri iniyo biri gagıyo, sırtım mırtım galmadı. Öyle dertleşmişler. Bu masal da burada galsın, bu gadar gali bu.
Mırmır Bey
Burdur
Akdeniz Bölgesi
Aslan Canavar ve Tilki Evvel zamanda aslan, canavar bi de tilgi üçü avlanmaya gitmişler. Bir öküz bir davşan bi de davar yakalamışlar dağda. Şimdi oturmuşlar bir kenara aslan, canavara: —Bölüştür bakam avları demiş.         Canavar, aslana demiş: —Efendim öküzü sen yersin, davarı da ben yerim, tavşanı da tilgiye veririz. Hemen bizim aslan, canavarın üstüne atlayıp onu halletmiş. Parçalamış etini yemiş, gerisini yığmış. Tilgiye demiş: —Sen anlat. Nasıl bölüştürcen bu avları? Tilgi efendim demiş: —Sabahleyin kavaltıda davarı yersin, öğlen demiş öküzü yersin, akşamda demiş böyle kavaltı gibi leblebi gibi tavşanı yersin demiş. Aslan: —Aferin sen nerden öğrendin bu kanunu demiş. Tilgi, canavarı göstermiş. —Ondan öğrendim, demiş
Aslan Canavar ve Tilki
Burdur
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, bir ülkede bir oduncu yaşıyormuş. Bunlar çok fakirlermiş, üç tane de çocukları varmış. Oduncu karısıyla konuşmuş ve çocukları ormana bırakmaya karar vermiş. Bizim yanımızda iyi beslenemiyorlar, bari orda iyi beslensinler diye. Oduncu, çocukları ormana götüreceğini söylemiş. Oduncu hanımıyla konuşurken çocuklardan biri bu konuşmayı duymuş ve cebine çakıl taşları doldurmuş. Babası ormana götürürken arkasından çakıl taşları ata ata gitmiş. Oduncu çocukları ormana bırakıp eve dönmüş. Karı koca ağlamışlar, sızlamışlar. Çocuklar da ağlamışlar, ama taş ata ata gelen, onları eve götürmeyi başarmış. Çocuklarının geri geldiğini görünce oduncu ve hanımı çok sevinmişler. Fakat birkaç gün sonra fakir oduncu onları tekrar ormana götürüyormuş. Akıllı çocuk bu sefer ekmek kırıntıları ata ata gitmiş. Ekmek kırıntılarını arkadan kuşlar yemiş. Oduncu çocukları ormana bırakıp dönmüş. Yine oduncu ve hanımı ağlayıp sızlamışlar. Çocuklar bakmış ki ekmek kırıntıları yok, eve gidememişler. Ararken tararken kocaman saray gibi bir yere rastlamışlar. İçinde bir dev yaşarmış. Dev de çok zalimmiş. Gelip kapıyı vurmuşlar. Kapıyı devin kızı açmış. Kız da çok merhametliymiş: — Sakın gelmeyin, benim babam insan kokusu duyarsa sizi bulur ve yer, demiş. Çocuklar yalvarmış yakarmışlar. Kız da onları içeri almış ve onlara güzelce bakmış. Neyse günler böyle geçerken dev: — Ben insanoğlu kokusu alıyorum, diyormuş. Kız da hep: — Yok, diyormuş. Çocuklar kıza yalvarmışlar: — Ne olur kış geliyor, bizi bırakma, demişler. Kız da acımış ama: — Babama yakalanırsanız ben karışmam, demiş. Onlar da kabul etmişler. Bir gün dev yine sormuş: — Burada insanoğlu kokusu var, demiş. Kız dayanamamış, çocukları göstermiş. Kızına demiş ki: — Ben bunları şimdi yersem benim karnım bile doymaz. Dev çok iriymiş. Bir oturuşta kırık sofra yemek yiyormuş. Kızına vermiş ve bunları büyüt demiş. Dev bir gün o çocuklar için: — Tam ağzıma layık oldular, getir de yiyeyim onları. Şu iki kızı şimdi yerim. Sonra da şu oğlanı yerim, demiş. Çocuklar ne yapsak da kurtulsak diye düşünüyorlarmış. Oğlan demiş ki: — Önce beni kızart ye, kızları da tatlı niyetine üstüme yersin. Devin kızı hem fırını yakıyor hem de çok merhametli olduğu için üzülüyor, ağlıyormuş. Ama babasından da korkuyor. Bu arada oğlan fırının önüne yağ döküyor ki devin ayakları kaysın da düşsün diye. Dev, oğlanı fırına atacağı zaman oğlan: — Şu fırına bir baksana, fırının közü fazla değil herhalde, diyor. Dev bakarken hepsi bir olup devi iteliyorlar. Dev düşüyor ve ölüyor. Devin kızı ve çocuklar çok mutlu oluyorlar. Sarayda yiyip içiyorlar. Bu arada devin sarayında bir oda varmış. Kıza soruyorlar odada ne var diye. O da babasının burayı hep kilitli tuttuğunu ve anahtarı de yatağının altına koyduğunu söylüyor. Anahtarı bulmuşlar. Anahtar bir çocuk boyu kadar. Odanın kapısını açmışlar, bakmışlar ki zümrütler, altınlar… Çocuklar çok sevinmişler: — Bunlar bizim olursa annemiz babamız bizi de ormana bırakmazlar. Zengin oluruz, bunlarla geçinip gideriz, diye düşünüyorlarmış. Devin kızı onlara yardım etmiş. Anne ve babalarını bulmuşlar. Altınları, zümrütleri göstermişler. Anne ve babaları çok sevinmişler. Çok zengin olmuşlar. Kimsesiz çocuklara da yardım ederek mutlu bir şekilde yaşamışlar.
Oduncu ve Çocukları
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
[TUŞAK KIZ] Bir varmış, bir yokmuş. Köyün birinde bir kadın varmış. Bu kadının hiç kızı olmuyormuş. Bir tane oğlu olmuş. Kadın kız çocuğu istiyormuş ve hep dua ediyormuş. Bir gün yine dua etmiş. Demiş ki: — Allah’ım ne olur bana bir kız ver de tek tuşak* olsun, demiş. Aradan zaman geçmiş. Allah kadının duasını kabul etmiş ve kadının bir kızı olmuş. Bu kız tuşak imiş. Bu kız biraz büyümüş ve annesinin “hüüüüp” etmiş, elini yemiş. “Hüüüüp" etmiş ayaklarını yemiş. “Hüüüüp“ etmiş bütün vücudunu yemiş ve annesini bitirmiş. Tuşak kız biraz daha büyüyünce babasını yemiş, bitirmiş. Sonra gün geçtikçe bütün köylüyü yemiş bitirmiş. Ağabeyi de: — Bu kız beni de yiyecek, deyip köyü terk etmiş. Bu kız daha da büyüyünce hayvanları da “hüüüüp” etmiş, yemiş, bitirmiş. Köyde tek bir canlı bile bırakmamış. Bir tek kendisi kalmış. Aradan seneler geçmiş. Ağabeyi kaçıp gittiği yerde evlenmiş. Ağabeyinin karısı: — Kocacığım senin hiç mi akraban yok, demiş. O da "Bir tane Tuşak Kız kardeşim var." diyememiş: — Bir kız kardeşim var, demiş. Karısı köye gitmek istemiş kardeşini görmek istemiş. O da karısını kıramadığı için: — Gidelim, demiş. Sonra ne oluyorsa tek gitmeye karar vermiş. Heybesini hazırlayıp kız kardeşinin yanına gitmek için yola koyulmuş. Aradan zaman geçmiş, ağabeyi köye varmış ve eve gelmiş. Kapıyı çalmış. Kardeşi kapıyı açıp: — Hi hi gardaş sen mi geldin, deyip gülmüş. Ve hemen “hüüüüp” etmiş. Heybesindekileri yemiş. — Hi hi gadaş, atını ahıra bağlayalım, demiş. İçeri girmişler. Oturuyorlarmış ama ağabeyi hâlâ korkuyormuş. Beni de yiyecek diye. Tuşak kız demiş ki: — Hi hi gardaş! Gel tandırda ısınalım. O da: — Yok bacı, üşümüyorum, demiş. Sonra kız: — Gel atına bakalım, demiş. Ahıra gitmişler. “Hüüüp” etmiş atın bir bacağını yemiş. — Hi hi gardaş! Atının üç bacağı mı vardı, demiş. Ağabeyi de beni yemesin diye: — Yoktu bacı, demiş. Sonra Tuşak kız üç bacağı da yemiş. — Hi hi gardaş! Atının ayakları yok muydu, demiş. Ağabeyi korkusundan yine: — Yoktu bacı, demiş. Tuşak kız öyle deyince atın her yerini “hüüüp” etmiş yutmuş. Sonra Tuşak kız: — Hi hi gardaş! Atsız mı geldin, demiş. O da: — He bacı, demiş. Sonra Tuşak kız yine: — Gel tandırda ısınalım, demiş. O da: — Yok bacı, demiş. Sonra Tuşak Kız ağabeyine yaklaşmış. “hüüüüp” etmiş, burnunu yutmuş. “Hüüüp” etmiş, kulağını yutmuş. Sonra ağabeyi Tuşak kıza demiş ki: — Bacı sen beni yiyeceksin yemeye, ben bir tuvalete gideyim de bari öyle ye, demiş. O da: — Hi hi gardaş! Ya kaçarsan, demiş. Ağabeyi de: — Yok bacı, ben kaçmam, demiş. Tuşak kız kabul edip ağabeyinin beline urgan ipi bağlamış. Ağabeyi tuvalete gitmiş, urganı çözüp kaçmış. Tuşak kız bu olayı anlayınca peşinden koşmuş. Ağabeyi arkasına bakmış ki Tuşak Kız toz dumana katmış geliyor. Ağabeyi koşarken nasıl korktuysa önüne çıkan ilk ağaca tırmanmış. Tuşak kız hoplamış çıkamamış. Sonra elinde bir altın balta ve bir keser ile gelmiş. Ağaca vura vura kırmaya çalışmış. Yıkılmasına az bir şey kalmış, bir daha vursa yıkılacakmış. Tuşak Kız uzakta bir toz görmüş: — Hi hi gardaş! O görünen ney, demiş. O da: — Hiç bacı toz, demiş. Hâlbuki o aslanla kaplanın koşarken çıkardığı tozlarmış. Tuşak kızın ağabeyinin aslanı ile kaplanı varmış. Gelmeden önce karısını tembihlemiş: — Eğer aslan ile kaplan sızlanırsa onları çöz bırak, demiş. Aslan ile kaplan sahiplerinin darda olduğunu hissedince sızlanmış ve gelmişler. Sonra Tuşak kızın ağabeyi: — Aslan tut, kaplan yırt, demiş. Tuşak Kızı aslan tutmuş, kaplan yırtmış ve onu cevzalandırmışlar. Böylece Tuşak Kızın ağabeyi kurtulmuş. Aslanı ile kaplanını alıp kulaksız ve burunsuz evin yolunu tutmuş. Ve burada masal bitmiş.  * tuşak: canavar (?)
TUŞAK KIZ
Artvin
Karadeniz Bölgesi
Bir büyük bir de küçük kardeş varmış. Bunlar gurbete çalışmaya gitmeye karar vermişler. Ekmeklerini, azıklarını sırtlarına alıp yola düşmüşler. Giderken büyük kardeş: — Sen küçüksün, ekmeğini taşıyamazsın. Önce seninkini yiyelim sonra acıkınca benimkini yeriz, demiş.  Küçük kardeşin ekmeğini yiyip tekrar yola çıkmışlar. Bir süre sonra tekrar acıkmışlar. Küçük kardeş: — Hadi bu sefer de sen ekmeğini çıkar da yiyelim, demiş. Büyük kardeş: — Vermem, sen de vermeseydin. — Öyleyse ben senin ile arkadaşlık yapmam. Ben bu yola giderim, sen şu yola git. Farklı yollardan yolculuklarına devam etmişler. Küçük kardeşin yolu bir değirmene düşmüş. Değirmende geceyi geçirmeye karar vermiş. Yabaniler gelir diye değirmenin teknesinin üzerine çıkıp yatmış. Gece olduğunda değirmenin kapısı açılmış. İçeri bir tilki girmiş. Değirminin yöresini* yalamaya başlamış. Kalıntı unlarla karnını doyurmaya çalışıyormuş. Aradan biraz zaman geçmiş tekrar değirmenin kapısı açılmış ve bir kurt içeri girmiş. Bir iki daha zaman geçmiş ve içeri ayı girmiş. Bunlar üçlenip dile gelip konuşmaya başlamışlar: — Ne var neyi yalayalım da karnımızı doyuralım demişler. İçlerinden tilki: — Beni Allah insan yaratsaydı, ben çok zengin olurdum. Buradan biraz ötede bir köknar ağacı var. Köknarın üstünde bir torba altın var. Kurt: — Ey ben insan olsaydım! Çok zengin olurdum. Burada hükümdarın hasta bir oğlu var. Hükümdarın bir de sürüsü var. Sürüsünün başında gamer davarı* var. Oğlan öyle hasta ki ne ölüyor ne kalıyor. Civarda ne kadar hekim var ise getirmiş ama derdine çare bulduramamış. Eğer o davarın beynini oğlan yer ise o günü iyileşip ayaklanır. Hükümdar da beni zengin ederdi. Ayı: — Bir de bana sorun. Bahsettiğin hükümdarın ülkesinin suyu yoktur. Kuyudan çekerek su ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Kuyudaki su da bitmek üzere. Tepenin başında bir çam ağacı var, üç çatal. Onu yıksalar dibinden öyle bir su çıkar ki onun gibi üç ülkeye yeter. Değirmen teknesindeki küçük kardeş bunların hepsini aklına yazmış. Sabah olmasını beklemiş. Sabah yabaniler çekip gitmişler. Küçük kardeş köknar ağacının yanına varmış. Davarcığı almış. Çarşıya gidip iki altın bozdurmuş. Önlük ve benzeri doktor malzemeleri almış. Hükümdarın yanına varmış: — Padişahım sağ olsun! Ben senin oğlunu iyi edeceğim. Fakat bir şartım var. Senin süründe bir gamer davarı varmış, bana onu vereceksin. Hükümdar: — O davar, sürüyü bir araya getirir, götürür. Sürü onsuz hiçbir şey. Eğer onu keser de bir şey yapamazsan ben de seni keserim. Davarı kesip beynini hasta oğlana yedirmişler. Oğlan iyileşmiş. Hükümdar: — Ben senin padişahınım. Sen benim oğlumu iyileştirdin. Sen artık çıraksın. Küçük kardeş: — Durun ben daha buraya su getireceğim. Padişah gülerek; — Ben bile ne zamandır uğraşıyorum yine de su getiremedim; sen nasıl başaracaksın; ne bilirsin; yabancı, garip adamın birisin. Küçük kardeş: — Sen bana on işçi ver, gerisine karışma. Bir an önce işe başlayıp çam ağacını devirtmiş ve alabildiğine su çıkmış. Herkes çok mutlu olmuş. Küçük kardeşten çok hoşlanmışlar. Padişah küçük kardeşi o kadar zengin etmiş ki mallarını kırk deve kırk katır ancak taşıyabilmiş.  Küçük kardeş kendi köyüne doğru yola çıkmış. Birlikte köyden çıktıkları büyük kardeş ile ayrıldıkları noktada tekrar karşılaşmışlar. Büyük kardeş, küçük kardeşi tanımamış. Küçük kardeş: — Hani sen benim ekmeğimi yemiştin de ben aç kalmıştım. Sen de benim ile ekmeğini paylaşmamıştın. İşte ben o kardeşinim. Büyük kardeş: — Nasıl oldu da bu kadar zengin oldun? Küçük kardeş değirmeni ve değirmende geçen olayları anlatmış. Büyük kardeş: — Eee, ben de gitsem zengin olur muyum? — Ben onu bilmem, onu Yaratan bilir. Büyük kardeş değirmene gitmiş ve saklanmış. Aynen kardeşinin anlattığı gibi tilki, kurt ve ayı gelmiş. Yine üçlenmişler. Tilki: — O kadar sinirliyim ki bıçak vursan kanım çıkmaz. Her gün gidip altınıma bakıyordum. Onu almışlar. Kurt:  — Ben de sinirliyim, davarı kesip padişahın oğlunu iyileştirmişler. Avı: — Suyu da bulmuşlar. Ağacı da yolmuşlar. Suyu da çıkartmışlar.  Tilki, kurt ve ayı birinin onları dinlediklerine karar vermişler. Değirmeni aramaya başlamışlar. Ayı tekneye bir sıçramış ki ne görsün, bir adam. Demek bizi dinleyen bu adam diye büyük kardeşi iyice hırpalamışlar. *yöre: Değirmen taşının çevresinde toplanan un. * gamer davarı: Kırmızı veya kahverengi koyun. Sürüye baş olur.
Büyük Kardeş ile Küçük Kardeş
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
 Bir zamanlar çok fakirlik varmış. Bir adam, fakirlikten can boğazına çıkınca gidip, Rızıkdağıtan’ı bulmaya karar vermiş. Herkese rızkını veriyor da bana niye vermiyor, beni de Allah yarattı, diyerek yola çıkmış. Tüm köylü bu adama gülmüş. Adam aldırmamış. Yolda bir kurda rastlamış. Kurt: — Ey insanoğlu! Nereye gidiyorsun? — Çok fakirim de Rızıkdağıtan’ı bulmaya gidiyorum. Herkese veriyor da bana niye vermiyor, benim ne günahım var diye soracağım. Kurt: — Eğer bulursan benim hastalığımın dermanını biliyor mu diye sorar mısın? Çok şiddetli başım ağrıyor, dayanamıyorum. — Tamam, demiş. Adam yürümeye devam etmiş. İleri de bir yılana rastlamış. Yılan da dile gelmiş: — Ey insanoğlu! Nereye gidiyorsun? Adam, kurda söylediğinin aynısını söylemiş. Yılan: — Eğer bulursan; benim midem kazınıyor, bir ilacı var mı? Sor da iyileşeyim. — Tamam, demiş. Adam yine yürümeye devam etmiş. Biraz ileride bir nenenin evine rastlamış. Neneye misafir olmuş. Neneye de nereye gittiğini söyleyince nene: — Benim taş ocağım niye yanmıyor diye sorar mısın? Neden herkesin dumanı yukarı çıkıyor da benimki geriye gelip ateşimi söndürüyor? Adam: — Tamam, sorarım.  Adam yoluna devam etmiş. Dağlarda kırk haramiler varmış. İnsanları vurup, kırıp, soyup öyle yaşarlarmış. Bu kırk haramilerin bir başı varmış, ona harami başı derlermiş. Onların yanına gitmiş. Haramilerin bir kardeşleri ölmüş. Bu otuz dokuz haramiden hiçbiri onun malını kabul etmiyormuş: — Biz kardeşimizin malına hainlik etmeyiz, diyorlarmış. Harami başı adamın nereye gideceğini öğrenince şöyle demiş: — Bir sor ki biz bu malları ne yapacağız? — Tamam, bunu da sorarım.  Yoluna devam ederken namaz kılan bir ermişe rastlamış. Ermiş adam yetmiş senedir aynı taşın üstünde namaz kılıyormuş. O kadar çok namaz kılmış ki taşta alnının ve dizlerinin izi varmış. Ermiş her gün bir nar yiyerek yaşarmış. Tanrı tarafından her gün ağaçta bir nar yetişirmiş. O gün iki tane nar bitmiş. Ermiş narın bir tanesini saklamış, diğerini ikiye bölerek yarısını adama vermiş. Ermiş, adamın nereye gideceğini öğrenince şöyle demiş: — Ben kesin cennete gideceğim de cennette hangi köşk nasibimdir bir sor. Adam: — Tamam sorarım.  Adam yürü yürü bir dağa çıkmış. Dağda bir adama rastlamış. Adam paçalarını çekmiş yukarı, dağdan gelen suyu pay ederek ayırıyormuş. Uzun yolculuğundan sonra adam: — Sen kimsin? — Ben Rızık Dağıtan’ım, demiş. Adam heyecanlanmış. O zaman sormuş: — Ben ne zamandır seni arıyorum. Benim arkım hangisidir? Niye sen bana bir damla su bağlamıyorsun? Benim suyum niye yok? Rızık Dağıtan: — Bana Allah’tan yeni emir geldi, senin arkına şimdi su bağlayacağım. Rızık Dağıtan, adamın arkına öyle bir su bağlamış ki fışkırır olmuş. Rızık Dağıtan: — Unutma, senin emanetlerin var, demiş. Adamın aklına soracağı sorular gelmiş. Soruları bir bir sormuş. Rızık Dağıtan: — Kurda söyle, beyinsiz bir adamı yerse hastalığı iyileşir. Yılanın da midesinde şamşırah taşı* var. Yılanın beline değnekle vurup o taşı al. Taş o kadar değerli ki bir şehri satın alır. Nenenin de bacasında hazine var, onu çıkarırsan taş ocağı yanar. Haramilere de söyle artık çalmasınlar. Allah onları affetti. Çünkü onlar kardeşlerinin malına ihanet etmediler. Ermiş olan dedeye de söyle, köşkünü kaybetti. Çünkü Allah ona o gün iki nar verdi. Birini misafire vermek yerine sakladı. Bir yetmiş sene daha ibadet etse cennete giremez.  Adam geri dönmüş. Ermiş dedeye olanları anlatmış. Dede başını taşa vurmuş, ama ne çare geri dönüşü yokmuş. Haramilerin yanına varınca şöyle demiş: — Eğer tövbe ederseniz sizin günahlarınız afvolacak, kurtulacaksınız. Harami başı: — Sen arkına suyu bağlatmışsın, bak bu ilk nasibindir, kardeşimizin malları senindir. — Oooo ben onları neden yük edeyim ki, arkıma suyu bağlattım nasıl olsa. — Etme eyleme senin arkının suyu budur, al götür. — Hayır bir de onları mı yük edeceğim, demiş. Nenenin yanına gitmiş. Bacasındaki hazineyi çıkarmış. Nene: — Oğlum, senin arkına suyu budur. Bana azıcık ver gerisi senin olsun. — Bir tane bile yük etmem, ben arkıma öyle bir su bağlatmışım ki! — Senin Allah belanı versin. Çok pişman olacaksın. Adam yoluna devam etmiş. Yılanın yanına varmış. Değnek ile yılana vurmuş, şamşırah taşını çıkarmış. Yılan: — Ey insanoğlu! Bu taşı al cebine koy, işine yarar. Senin arkının suyu budur. — Onu da almam yük etmem. Ben arkıma suyu bağlattım. Sonra kurdun yanına gelmiş. Kurt başından geçen her şeyi anlattırmış. Kurt: — Ey insanoğlu! Senden beyinsizi olur mu? Kurt adamı afiyetle yemiş ve hastalığından kurtulmuş. * Şamşırah taşı: Çok değerli bir taş türü.
Rızık Dağıtan ile Fakir Adam
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Develer tellal iken, pireler berber iken ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken annem düştü beşikten, babam kaptı maşayı dolandılar köşeyi. Köşeden bir pir-i fani çıktı, anlattığı masal içimize aktı. Önemli olan masalın sonundaki öğüdü anlamaktı. Masalın sonunda pir-i faninin öğüdü saklı. Bir adamın üç oğlu üç de kızı varmış. Adamcağız hastalanmış. Çocuklarını yanına çağırmış ve demiş ki: — Yavrularım! Eğer ben iyileşemez de ölürsem, bacılarınızı ilk gelen dünürcüye verin, demiş. Aradan iki üç gün geçmeden babaları ölmüş. Ağlamışlar, sızlamışlar ama elden ne gelir. Babalarınızı bir top beze sarıp ahrete yollamışlar. Gel zaman git zaman günün birinde büyük kızı devler padişahının oğluna istemeye gelmişler. Büyük ağabeyleri; — Ben bilmem. Ortanca: — Ben vermem dese de küçük oğlan: — Babamın vasiyeti var. İlk gelen dünürcü oldukları için vereceğim bacımı demiş. Aylar ayları kovalamış, günler su gibi arkken ortanca kızı da peri padişahının oğluna istemeye gelmişler. Yine. Büyük ağabeyleri “Ben bilmem.”, ortanca “Ben vermem.” dese de küçük oğlan “Babamın vasiyeti var. İlk gelen dünürcü bunlar, vereceğim bacımı” demiş ve ortanca kızı peri padişahının oğluyla evlendirmişler.  Küçük kızın evlendirilmesinde de aynı olaylar yaşanmış. Onu da ilk gelen dünürcü oldukları için Kuşlar padişahının oğluna vermişler. Kızlar evlendikten sonra erkek kardeşler de sırayla evlenmişler ve mutlu mesut yaşamaya devam etmişler etmesine de bakalım neler gelmiş başlarına? Üç kardeşin hanımları tarlada çalışırken yanlarına bir atlı gelmiş ve su istemiş. Küçük oğlanın hanımı işini gücünü bırakıp yanlarına gelen yolcuya su vermiş. Yabancı suyu içtikten sonra tası fırlatıp atmış, gelini de atının terkisine alıp kaçmış.  Kara haber tez duyulurmuş. Yine öyle olmuş: — Ağlamanın, sızlamanın ne faydası var, en iyisi biz gelinimizi arayalım demişler. Küçük oğlan: — O benim hanımım. Arayıp bulmak, kaçırandan hesap sormak bana  düşer deyip yola koyulmuş. Yola çıkarken mendile sardığı kırmızı bir elmayı cebine koymuş. Elinde de yeşil bir dal almış… Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş bir de bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş. O dağ senin, bu dağ benim dolanırken devler ülkesine varmış: — Buraya kadar gelmişken bacımı da bir göreyim demiş. Devler padişahının oğluyla evlenen kız kardeşiyle sarılıp ağlaşmışlar. Yılların hasretini bölüşmüşler. Kardeşi — Ne de olsa benim kocam bir dev. Ne olur ne olmaz, seni görmesin deyip bir odaya saklamış. Biraz sonra eve gelen kocası içeri girer girmez: — Bu evde insan eti kokuyor demiş. Hanımı: — Şaşırdım herhalde, beni mi yiyeceksin” deyince dev: — Seni yiyeceğime kendimi yerim” diyerek kolunu, bacağını ısırmaya başlamış. Kadın: — Dur! Hemen kendine eziyet etme! Büyük ağabeyim evimize gelse ne yaparsın? demiş.  Dev: —  Parçalarım! diye kükremiş.  — Ya ortanca ağabeyim gelse ne yaparsın? deyince : — Kanını yere damlatmam bir lokmada yutarım demiş.  Kadım: — Peki beni sana veren küçük kardeşim gelse ne yapardın? Deyince: — Öper de tepeme koyarım. Onun hatırını sayarım diye cevap vermiş dev. Bu cevabı duyan hanımı kardeşine bir zarar gelmeyeceğini anlayınca sakladığı yerden çıkarmış kardeşini. Konuş dertleşmişler. Başından geçenleri bir bir anlatmış bizim küçük oğlan. Köz sönmüş, söz tükenmiş bizim yiğit oğlan yitirdiği yârini aramak için yeniden yollara düşmüş. Bu arada kız kardeşi: — Bize bir bellek bırak. Bir işaret ver. Senin durumunu bize anlatsın. Yolun nerelere düşer kim bilir? Hiç olmazsa sağ olduğunu anlayalım.demiş. O da cebinden elmasını çıkarıp vermiş ve demiş ki: — Bu elma taptaze parlayıp durursa sağım, iyiyim demektir. Eğer elma sararır, çürürse başım dardadır bilesiniz deyip oradan ayrılmış. Yüksek tepeleri aşmış, derin uçurumlara düşmüş, düz ovayı görünce şaşmış bir de bakmış ki peri padişahının ülkesinde. Peri padişahının oğluyla evlenen kız kardeşine de uğrayıp olanları anlatmış. İpek mendilini bergüzar vermiş. Kuşlar padişahının oğluna giden bacısının yanına varmış. Ona da olanları anlatmış. Elindeki yeşil çubuğu vererek “Bu dal yeşil durduğu sürece korkmayın ama dal kurursa bilin ki başımda bir hal vardır” demiş. Atıyla gezmedik il, uğramadık yer bırakmamış. Tam umutsuzluğa kapılıp dönecekken kara dağların yamacında geniş bahçeli bir ev görmüş. Atından inmiş, onu bir kenara gizledikten sonra bahçeye girmiş ve elma ağacının tepesine çıkıp etrafı gözlemeye başlamış. Bir de ne görsün. Karısı ve onu kaçıran adam karşısında. Karısının üzüntüsü yüzünden okunuyormuş. Onu kaçıran haydutsa horul horul uyuyormuş. Adam ağaçtan bir elam koparmış ve karısının üzerine atmış. Elma yere düşünce kadın: — Ey elma! Benim gelenim gidenim mi var? Bu dağ başında beni kim bulacak da düşüp duruyorsun? demiş. Bir daha, bir daha elmalar daldan düşmeye başlayınca kadın başını kaldırıp ağaca bakmış. Kocasını görünce sevinçten kalbi çatlayacakmış. Kocası: — Haydi! Çabuk ol. At bizi bekliyor. Hemen buradan uzaklaşalım demiş. Ata binmişler ve dörtnala sürmüşler ama atın kişnemesinden haydut uyanmış.  Od atlamış hemen atına ve bunları yakalamış. Kadının kocasını bayılttıktan sonra doğramış ve bir torbaya doldurmuş. Bu arada karısı kocasının bir parmağını alıp hemen cebine saklamış. Haydut torbayı atın sırtına yükleyip kamçısını şaklatmış. At çatlayana kadar koşmuş ve sonunda bir pınarın başına varmış. Pınarın başında üç derviş oturuyormuş. Dervişler çuvalı açmışlar ve başlamışlar duaya. Birisi okumuş ikisi amin demiş. Birisi okumuş. İkisi amin demiş. Rahmeti bol olan Yüceler Yücesi Allah dualarını kabul etmiş ve İbrahim peygamberin dört tepeye dört parça halinde koyduğu kuş misali adam canlanıp eski haline dönmüş. Yeniden kanlanıp canlanmış. “Pes etmek yok!”diyerek dağdaki evin yolunu tutmuş. Gizlice avluya girip yine elma ağacına çıkmış. Hanımı kocasının parmağına bakıp bakıp ağlıyormuş. Harami ise derin uykudaymış. Adam yine daldan kopardığı elmaları hanımına atarak işaret vermeye çalışıyormuş. İyice umudu kesilen kadın elmaların tere düşmesine bir anlam veremiyormuş: — Kimim var ki bu elmalar bana haber vermeye çalışıyor deyip ağlıyormuş. Bir de kafasını kaldırıp ağaca bakınca kocasını karşısında görmüş. Önce hayal zannetmiş ama adam tekrar elma koparıp atınca nasıl olduğuna şaşırsa da yaşadığını anlamış. Adam hanımına: — Yanında yatan haraminin gücü nereden geliyor öğren de bana bildir demiş. Harami uyanınca kadıncağız: — Artık kocamı da öldürdün! Söyle bana senin yiğitliğinin sırrı ne? demiş. Harami: — Ben de senin gibi bir insanım. Marifet benim atımda demiş ve başlamış anlatmaya: — Cuma günleri şu karşı yaylada bir kısrak kunnar. Onun tayını al. Eğerle, gemle. Orada bir yılan var. Yılanı al yere çal. At korkarsa o atı bırak gel. Yok eğer at korkmazsa sırtına bin gel. O küheylana yeriş yetiş olmaz. Kadın öğrendiklerini bir yolunu bulup kocasına anlatmış. Adamcağız denilen yere gitmiş, söylediklerini yapmış ve küheylana binip gelmiş. Haraminin uyuduğu bir sırada karısını küheylanın terkisine bindirmiş ve atı dehlemiş. Bu sırada harami uyanmış ama bir türlü öndeki ata yetişemiyormuş. Sırrını söylediği için yenileceğini anlamış. Adamla karısının bindiği küheylan geri dönüp haraminin atına: — Bir senin üstündeki sakar köre bak. Bir de benim üstümdeki çifte nura bak. demiş. Haraminin atı şaha kalkıp haramiyi üstünden atmış sonra da çiğneyip, ezerek onu öldürmüş. Dönüş yolunda tekrar bacılarına uğramış. Onlar da : — Elma çürür gibi oldu ama yeniden kızardı. Mendil ıslandı ama tekrar kurudu. Dal önce sararsa da sonra yeniden yeşerdi. Biz de senin önce hastalanıp sonra iyileştiğini zannettik demişler. Adam ve karısı yıllarca mutlu bir şekilde yaşamışlar. Yemiş içmiş muradına ermiş. Gökten üç elma düşmüş. Biri bu masalı okuyana, anlatana, biri dinleyene, birisi de bu masalı yayanaymış… Bu arada geçen gün adamla karısını ziyaret ettim. Sevdalıların umutları yeşersin diye binlerce elma ağacı dikmişler. “Hani masalın sonunda aksakallı ihtiyar bir çift söz söyleyecekti?” dediğinizi duyar gibiyim. Piri fani demiş ki;  “İyilik edenler hayatları boyunca iyilik görürler. Doğruluktan şaşmayın. Haddinizi aşmayın. İyiliği elden, sevdiğinizi gönülden bırakmayın.”  Benden söylemesi… (Bu masal Afyon Sultandağı Karapınar’da “Tırpamla (Tırp elma) adıyla bilinir.)    
Haraminin Sırrı
Afyonkarahisar
Ege Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, Anadolu’nun ücra köşelerinde bir balıkçı yaşarmış. Balıkçı dereden, ırmaktan tuttuğu balıkları kovaya koyar, kasabalıya satar, kalanını kendi evine götürürmüş. Bu şekilde geçinip gidermiş. Bir gün balıkçının oğlu: — Baba! Beni de balık tutmaya götür, demiş. Babası da oğlunun ısrarına dayanamamış ve yanında götürmüş. O gün akşama kadar hiç balık tutamamışlar. Son kez oltayı attıkları anda küçük bir balık takılmış oltaya. Balıkçı, oğluna: — Bunu kovaya koy, demiş. Oğlan balığı eline alınca balık dile gelmiş: — Evladım! Beni suya geri at, zaten küçüğüm, etim de olmaz benim, demiş. Çocuk da balığın isteğini geri çevirmemiş ve onu suya bırakmış. Akşam eve döndüklerinde babası, oğluna: — Oğlum, balığı getir de annen pişirsin, demiş. Çocuk balığı kedinin yediğini söylemiş. Bunun üstüne babası çok kızmış ve çocuğu dövüp evden kovmuş. Çocuk çaresiz bir şekilde ırmağın kenarına gelmiş ve kendini suya atmaya karar vermiş. O sırada yanına ihtiyar bir adam gelmiş: — Evladım yapma, demiş. Çocuk: — Amca ne yapayım, babam beni evden kovdu, diye karşılık vermiş. İhtiyar, çocuğa: — Ben senin baban olurum, beraber kazanır, beraber yeriz, demiş. İhtiyar oğlanı yanına almış ve düşmüşler yollara. Az gitmişler uz gitmişler dere tepe dümdüz yol gitmişler. Sonunda bir şehre gelmişler. İhtiyar, oğlana: — Her derde deva olan doktor geldi diye tellallık yap, demiş. Bunun üstüne hastalar bir bir gelmeye başlamışlar. İhtiyar, çocuğa: — Ben hastanın başucunda durursam hastanız ölecek, ayak ucunda durursam iyileşecek de, demiş. Gelen hastalara ihtiyarın durumuna göre oğlan cevap vermiş ve çok para kazanmışlar. Öyle ki ihtiyarla oğlanın namı bütün şehre yayılmış. Şehrin valisinin de hiç konuşmayan bir kızı varmış: — Kızımı iyi edin, dileyin benden ne dilerseniz, demiş vali. İhtiyar, oğlana: — Sen tamam de, gerisini bana bırak, demiş. Valinin konağına girince "Şamdan, bir hikâye anlat da dinleyelim." de, olacakları gör, demiş ihtiyar, oğlana. Konakta bekleyenlerin önünde oğlan içeri giriyor ve: — Ey şamdan! Önce sen bize bir hikâye anlat da dinleyelim, diyor. Şahitler bu adam şamdanı bile konuşturuyor diye hayret ediyorlar. Ve şamdan başlıyor anlatmaya: — Zamanın birinde bir ülkede güzelliği dillere destan bir kız yaşarmış. O ülkenin gençleri kızı almak için kıyasıya yarışmışlar, ama kız bu gençlerden sadece üçünü beğenmiş. Beğendiği gençlere de demiş ki: — Siz gidin, bir iki yıl sonra gelin. Hanginiz daha çok para kazanırsa ve bir sanat sahibi olursa onunla evleneceğim, demiş.  Gençlerden birincisi doktorun yanında çalışmış ve hastalıkları iyileştirmeyi öğrenmiş. İkincisi bir sihirbazın yanında çalışmış ve sihirle, büyüyle her şeyi yapabilmeyi öğrenmiş. Üçüncü genç de hiçbir iş yapmamış. İki yıl sonra geri dönerken bir bakmış ki iki kardeş kavga ediyor. — Aman kardeş derdiniz nedir, diye sormuş. — Babamızdan bu at kaldı da onu paylaşamıyoruz, demişler. Atın özelliği ne diye sorunca: — Üstüne oturup bu kamçıyı vurduğun zaman seni alıp istediğin yere götürür, demişler. Bunu duyan genç de demiş ki: — Ben hakem olayım, şu elimdeki sopayı atayım. Kim önce getirirse ona vereyim, Sopayı fırlatmış. Kardeşler sopanın peşine koşunca o atı alıp kaçmış. Hızla diğer gençler ile vedalaştıkları yere gelmiş. Gelmiş ki diğer iki genç önce ayrıldıkları yere gelmiş. İkisi birbirine yaptıklarını anlatmakta. Sihirbaza soruyorlar: — Bak bakalım kutuya, evleneceğimiz kız sağ mı ölü mü? Sihirbaz bakmış, kızın çok az ömrünün kaldığını söylemiş. Bunun üzerine doktorun yanında çalışan genç: — Ben onu iyileştiririm. Yeter ki bir an önce yanına gidelim, demiş. Üçü birden diğer gencin atına binip kızın yanına gelmişler. Doktor kızı iyileştirmiş. Bunun üzerine kıza kiminle evleneceğini sormuşlar. Kız da atı olan sayesinde iyileştiğini ve onunla evleneceğini söylemiş. Şamdanın anlattığı bu hikâyeyi dinleyince vali, bunların kızını iyileşeceğini anlamış. İhtiyar ve oğlan validen kızın ırmak kenarında tedavi edilmesi gerektiğini söyleyip izin istemişler. Sonra kızı da yanlarına alıp oğlanın kendini atmak istediği ırmağın kenarına gelmişler. İhtiyar, oğlana: — Haydi kazandıklarımızı paylaşalım, demiş. Oğlan da: — Mallar sana, can yani kız bana, demiş. İhtiyar: — Olmaz canı da paylaşacağız, demiş. İhtiyar kızı oradaki bir ağaca asmış. O anda kızın ağzından kocaman bir yılan düşmüş ve kız bülbül gibi konuşmaya başlamış. Kız iyileşince ihtiyar da oğlana: — Ben, senin zamanında suya bıraktığın balığım. Allah beni sana yardımcı gönderdi. Kız da bütün kazandıklarımız da senin hakkındır, demiş. Oğlan da kızı ve ihtiyarı yanına almış. Babasının yanına gelmiş. Güzel bir düğün yapmışlar. Hep birlikte mutlu bir hayat sürmüşler.  
Balıkçının Oğlu ile Küçük Balık
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
  Eskiden varmış, yokmuş, bir deli oğlan ile akıllı oğlan varmış. Bunların anneleri, babaları yokmuş. Bir evde yatıp kalkıyorlarmış. Birkaç tane inekleri varmış. İnekleri güderler, öylece geçinip giderlermiş. Ahırları iki kapılıymış. Bir gün akıllı oğlan: — Gel deli oğlan, şu inekleri paylaşalım, demiş. Deli oğlan da kabul etmiş. Akıllı oğlan şu kapı senin, bu kapı benim demiş. — İnekler hangi kapıdan geçerse senin ya da benim olacak, demiş. Bütün inekler akıllı oğlanın kapısından geçmiş. Deli oğlanın kapısına sadece zayıf bir dana gelmiş. Deli oğlan da kabul etmiş.   Aradan zaman geçmiş. Deli oğlan bu danayı satmaya karar vermiş. Akıllı oğlan: — Tek bir dana satılmaz, ama yine de sen bilirsin, demiş. Deli oğlan dananın başına yuları geçirmiş, götürüyormuş. Bir ormanın içinde giderken yolun kenarında taşlar varmış. Taşların üstünde de bir koçmar* kellesi duruyormuş. Koçmar kellesi kafasını sallıyormuş. Deli oğlan: — Ya ne kafanı sallıyorsun, ne verirsen ver, danayı satıyorum, demiş. Danayı bağlamış bir taşa, koçmar kellesini yakalamak istemiş; ama koçmar kellesi taşların arasına kaçmış. Deli oğlan taşları sökmeye başlamış, sinirlenmiş. En son bir taş kalmış. Taşı kaldırıverse ki içi altınla dolu bir küp çıkmış. Bu altınlardan birkaçını almış, eve dönmüş. Akıllı oğlan, danayı ne yaptın diye sormuş. — İleride bir katalık vardı. Oradaki koçmar kellesine sattım, demiş. Akıllı oğlan: — Ne verdi ya, demiş. Deli oğlan da cebindeki altınları çıkarmış: — Şunları verdi demiş. Akıllı oğlan şaşırmış. — Gel gidip bir bakalım danaya, demiş.   Gelmişler ki danayı kurtlar yemiş. Taşı yine kaldırmışlar, altınlar duruyormuş. Bir çuvala altınları doldurmuşlar. Akıllı oğlan, deli oğlana: — Altın bulduğumuzu kimseye söyleme, demiş. Çuvalı omuzlayıp eve gelmişler. Akıllı oğlan: — Komşulara git de ölçeklerini getir. Bu altınları bölüşelim, demiş. Deli oğlan da komşularından ölçeği istemiş.   Kadın şaşırmış. Bunların bir ekmekleri bir de suları var, neyi ölçecekler acaba diye merak etmiş. Ölçeğin altına mum ısıtmış, sürmüş. Deli oğlan ölçeği eve getirmiş. Akıllı oğlan iki ölçek kendine, bir ölçek deli oğlana döküyormuş. Ölçeğin altına iki altın yapışmış. Akıllı oğlan şüphelenmiş. — Şimdi bizi altın için öldürürler, buradan kaçalım, demiş. İkisi de altın çuvallarını yüklenmişler. Akıllı oğlan önde gidiyormuş, deli oğlana: — Kapıyı çek de eve girmesinler demiş. Deli oğlan o heyecanla kapıyı da omuzlamış, götürmüş. Yola düşmüşler. Az gitmişler, uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler. Bir zaman bir yol gitmişler. Susamışlar. Bir çeşmenin yanına gitmişler, su içmişler. Bekleşirken bakmışlar ki atlılar geliyor. Akıllı oğlan şimdi ne yapacağız, nereye gideceğiz derken Deli oğlan çeşmenin başındaki çınar ağacına kapıyla birlikte çıkmış. Akıllı oğlan da peşinden çıkmış.   Atlılar gelmiş. Ağacın altında yemek yemişler, oturmuşlar. Deli oğlan artık kapıyı taşıyamaz hale gelmiş: — Elim kolum dayandı, kapıyı bırakacağım, demiş. Akıllı oğlan da: — Sakın yapma, yakalarlar bizi, demiş. Ama deli oğlan dayanamamış ve kapıyı bırakmış. Atlılar da ağaç göçüyor sanmışlar, kaçmışlar dağa düşmüşler.   Sonra deli oğlan ile akıllı oğlan ağaçtan inmişler. Yemeklerini de yemişler. Altın çuvallarını yüklenip az gitmişler, uz gitmişler. Epey bir zaman geçtikten sonra altınları kaybetmişler. Bir köseler köyüne gelmişler. Ne iş var diye sormuşlar. Ağa da: — Tutmacılık* var, demiş. Akıllı oğlan da bu köseler köyünde *tutma olarak kalmaya karar vermiş. Ağa, Akıllı oğlana: — Öküzü tımar edeceksin, karnı acıkmayacak. Tarla sürülmüş, ekilmiş olacak. Bir de tazı var. Tazının da yüzü hep gülecek, demiş. Sabah olmuş, Akıllı oğlan şaşırmış kalmış. Bunları nasıl yapacağını düşünürken Deli oğlan gelmiş: — Ben bunları yaparım, demiş. Öküzü salmış tarlaya, üç yerden ekini de ekmiş. Öküzün de ağzından hava verip karnını şişirmişler. Tazının da üst dudağını kesmişler. Tazı hep gülüyormuş. Eve gelmişler. Ağa: — Ne yaptın, diye sormuş. — Tarlayı ektik, öküzün karnı şişti, tazının da yüzü hep gülüyor, demişler. Ama ağa bunların neler yaptıklarını anlamış: — Derinizi yüzeceğim, demiş. Akıllı oğlanla Deli oğlanda kaçmışlar. Fakat öküzün karnı şişkin, tazının yüzü de güleç kalmış. Bu masal da burada bitmiş… *koçmar: Bir çeşit iri kertenkele. *tutmacılık: Uşaklık, ırgatlık, işçilik. *tutma. Uşak, ırgat, işçi.
Deli Oğlan ile Akıllı Oğlan
Mersin
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde üç kardeş varmış. Üçünün de nasibi kapalıymış. Akşam bunlar gelip annelerine: — Bizim nasibimiz niye açılmıyor, ne yapacağız, demişler. Anneleri: — Biriniz dağa gidin, biriniz çöle gitsin, biriniz de Uludağ’a gitsin, demiş. Uludağ’a giden bakmış ki bir ev var. Oraya yerleşmiş. Diğer kardeşleri de gelmiş, orada yaşamaya başlamışlar. Bu üç kardeşin bir de kız kardeşleri varmış adı da Mevlüde imiş. Kızlar ip eğiriyormuş. Mevlüde bir kabahat işlemiş. Diğer kızlar ona beddua etmiş. Birisi:  — Anan öle, demiş. Birisi de:  — Baban öle, demiş. Mevlüde: — Benim bir anam bir de babam var. Başka kimsem yok, danamız var evde o ölsün, demiş. Bir kadın: — Niye senin kimsen yok? Uludağ’ın tepesinde üç kardeşin var, demiş. Kız koşarak eve gelmiş ve: — Anne, anne bütün kızların kardeşi varmış. Benim de Uludağ'da üç kardeşim varmış. Niye onları bana göstermedin, demiş kızmış ve: — Onları görmeye gideceğim, demiş. Anasına, külden binek yaptırmış ve: — Böylece oraya sorunsuz giderim, demiş. Bineğe binmiş hiç durmadan giderek Uludağ'a ulaşmış. Kardeşlerinin evinin kapısının önüne gelmiş. Kapıyı aralamış. İçeri girmiş. Kız yemek pişirip, temizlermiş sonra da dolaba saklanırmış. Her gün böyle yaparmış. Kardeşler bu durumdan şüphelenmişler.  Her gün geliyorlar ki evde yemek pişmiş. Küçük kardeşi, ağabeylerine: — Siz gidin çalışın, ben evde durup bunu kimin yaptığını bulayım, demiş. Kız saklandığı yerden çıkmış. Yemeği pişirmiş. Evi temizlemiş. Dolaba girerken erkek kardeşi bunu yakalamış: — Sen insan mısın, cin misin, demiş. Kız: — Ben Allah'ın bir kuluyum, ben Mevlüde kız kardeşinizim, demiş. Akşam olunca diğer kardeşleri de gelmiş. Sarım düğüm olmuşlar beraber yaşamaya başlamışlar. Bu üç kardeşin tarlaları varmış. Her gün bu tarlaya çalışmaya gidiyorlarmış. O gün de gitmişler. Bunların bir tazısı varmış. Kapılarının önünde yatarmış. Mevlüde tazıya üzüm vermemiş, tazı küsmüş. Gitmiş tandıra işemiş. Mevlüde tandırı kurutmak için ateş aramış, bulamamış evde. Ateş aramaya çıkmış. Bir yere gelmiş. Ateş bulmuş. Orada bir dev varmış. Devi görünce korkmuş. Dev: — İnsanoğlu korktu, demiş. Kız kaçmış, dev kızı kapının önünde yakalamış. Kız baş edememiş. Dev kızın parmağını tutup emmiş. Kız evine girmiş, kapıyı kilitlemiş. Oraya bayılmış. Kardeşler eve gelmişler ki kapı kilitliymiş. Küçük kardeş bacadan içeri girmiş. Kız kardeşi baygın yatıyormuş. Kardeşlerini ayıltmışlar. Mevlüde başından geçenleri anlatmış. Kardeşler: — Bu devi gidelim, öldürelim, demişler. Devin olduğu yere gelmişler. Devi öldürmüşler. Bu devin karıları varmış. Kardeşler, bu devin karılarını alarak evlerine gelmişler. Devin karılarıyla evlenmişler. Devin karıları: — Bunlar kocamazı öldürdü. Biz de bunların bacılarına bir kötülük edelim, demişler. Mevlüde’ye yemek yedirmişler. Mevlüde’nin karnı şişmiş, hastalanmış. Kardeşi Mevlüde’yi hamile kaldı diye bir köyün başına bırakmış. Mevlüde: — Beni bırakıp nereye gidiyorsun, gitme, demiş. Kardeşi, Mevlüde’yi bırakmış köyün başına. Mevlüde orada iyileşmiş. Bakmış ki kimse yok. Mevlüde, kardeşine beddua etmiş ve: — Ben o kadar cefa çektim. Beni burada nasıl bıraktın. Kustuğum kemikler ayağına batsın, demiş. Gün gelmiş kardeşi, Mevlüde’yi bıraktığı yere gelmiş. Orada kemik ayağına batmış. Köyün içine gelmiş kardeşini bulmuş. Ayağına batan kemiği çıkarmışlar. Evlerine gelmişler. Bütün kardeşler bir arada mutlu mesut bir şekilde yaşamışlar.
Mutlu Aile
Mersin
Akdeniz Bölgesi
Zamanın birinde hayvanlar kendi ihtiyaçlarına göre, yiyebilecekleri türden tahıl ekmişler. Tavuk buğday ekmiş, eşek arpa, … Bütün hayvanlar kendi ekinlerine bakıp suluyormuş. Ekinler biraz büyüyünce eşek diğer bütün hayvanlardan izinsiz onların ekinini yemiş. Ertesi gün kaz, tavuk, ördek, kuş, … ekinlerine su vermek için kendi bahçelerine gittiklerinde ekinlerinin yendiğini görmüşler. Bu ekinleri kim yemiş diye birbirlerine sormuşlar. Hayvanların hepsi: — Ben yemedim, demiş. Sıra eşeğe gelince, eşek: — Ben yemedim, demiş. Hayvanlardan birkaçı: — Az ileride bir kuyu var. Oraya gidelim. Herkes ben yemedim diye yemin edip kuyunun üstünden atlasın. Kim kuyunun içine düşerse ekinleri o yemiştir, derler. Hayvanlar kuyunun başına giderler. Önce tavuk yemin eder ve kuyunun bir tarafından diğer tarafına başarıyla atlayarak geçer. Sıra ördeğe gelince o da yemin eder ve yine kuyunun diğer tarafına başarıyla geçer. Böyle hepsi sırayla başarıyla atlayarak geçerler. Atlama sırası eşeğe gelmiştir. Eşek, ben yapmadım, diye yemin etmiş ve atlamış. Fakat kuyunun öteki tarafına geçememiş, kuyunun içine düşmüş. Eşek kuyuya düşünce ekinleri eşeğin yediği anlaşılmış ve bütün hayvanlar dağılmış. Birkaç gün sonra bir cadı kuyunun yanından geçiyormuş. Cadı kuyunun yanından geçerken kuyunun dibinde olan eşeği görmüş. Eşek cadıya seslenmiş: — Beni buradan kurtar, ben sana yardım ederim, diye. Cadı:  — Sen bana neyde yardım edeceksin ki, diye sormuş. Eşek de: — Ben sana kuyudan su çıkarırım, demiş. Cadı: — Olmaz, ben seni oradan çıkarırsam yerim, demiş. Eşek: — Tamam, beni buradan çıkar da sonra istersen ye, demiş. Cadı, eşeğe ip atıp onu kuyudan çıkarmış ve eşeği kuyunun yanına bağlamış. Eşek, cadıya: — Beni neremden yemeğe başlayacaksın, demiş. Cadı da: — İlk önce kafanı yiyeceğim, demiş. Eşek: — Kafamın hepsi kemikli, zorlanırsın. Sen beni arkadan yemeğe başla, daha kolay olur, demiş. Eşeğin söyledikleri cadının kafasına yatmış. Eşeği yemek için arkasına geçmiş. Tam o sırada eşek cadıyı tekmeleyerek kuyuya düşürmüş ve koşarak oradan uzaklaşmış.
Eşeğin Kurnazlığı
Hatay
Akdeniz Bölgesi
EŞEK BEYNİ Evvel zaman içinde ormanlar padişahı aslan ve diğer hayvanlar yaşarmış. Günün birinde ormanlar padişahı aslanın karnı acıkmış. Kendisine en yakın olan çakalı gözüne kestirmiş. Çakalı yemek için yakalamış. Tam çakalı yiyecekken çakal ona: — Ya sen beni yersen ben senin karnını doyurmam, sen beni bırakırsan ben senin karnını doyuracak büyüklükte eşek getiririm, der. Aslan çakala: — Eşek gelir mi? Ya gelmezse, diye sorar. Çakal, aslana: — Sen o işi bana bırak. Eşeği sana getiremezsem o zaman beni yersin, diyerek kandırır. Aslan çakalın söylediklerini kabul eder ve eşeği getirmesi için bekler. Çakal eşeğin yanına gider ve eşeğe: — Aslan padişah seni çağırıyor, hayvanlar âleminin yeni padişahı olarak seni seçecek, der. Eşek hemen kabul eder. Çakal eşeği alıp aslanın yanına gider. Aslanın bakışlarından korkan eşek hemen kaçar. Aslan eşeği getiremezse çakalı yiyecek ya, çakal eşeğin kaçtığını görünce peşinden gidip geri gelmesi için ikna etmeye çalışır. Çakal, eşeğe: — Niye kaçtın, diye sorar. Eşek de: — Bana nasıl baktığını görmedin mi? Beni yiyecek gibi bakıyordu. Korktum, kaçtım, der. Çakal da kurnaz ya eşeğe: — Ya o seni padişahlığa uygun musun değil misin diye sınıyor, cesaretini ölçüyor yani, der. Eşek de hemen inanır: — Ya ben onu hiç akıl edemedim, der. Çakal böylece eşeği kandırır ve aslanın yanına götürür. Bu defa aslan avını kaçırmamak için hemen yakalar ve eşeğin kafası hariç her yerini yer. Aslan doydu ya uykusu gelir uyumaya giderken çakala: — Kafa sana emanet, içindeki beyni ben yiyeceğim. Ben uyuyup uyanana kadar kafası sana emanet, der ve yatar. Aslan mışıl mışıl uyurken çakal bir kamış parçası bulur ve içini oyarak eşeğin kafasının içine sokar, beynini yer. Aslan uykuya doyup uyanınca, çakalı çağırarak eşeğin kafasını getirmesini ister. Çakal hemen eşeğin kafasını getirip aslana verir. Aslan, eşeğin kafasını ikiye yarıp beynini bulmaya çalışır. Beyni bulamayan aslan çılgına döner ve çakala: — Bunun beyni nerde, diye sorar. Çakal uyanık ya cevabını önceden düşünmüştür. Çakal aslana dönerek: — Ya bunun beyni olsaydı kaçtıktan sonra geri gelir miydi, der.
Eşek Beyni
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzun zaman önce uzaklarda yaşayan bir Sinan Padişah varmış. Üç tane de oğlu varmış. Sinan Padişah yaşlıymış ve artık padişahlığı oğullarına bırakmak istiyormuş. Önce onların ne kadar cesur olduklarını öğrenmek için onları ava göndermiş. Oğulları yola koyulmuş. Dağlara çıkmışlar. Akşam olduğunda iki kişi uyurken diğeri nöbet tutsun diye bir karar almışlar. Büyükle ortancanın sırası geçmiş. Küçük kardeş nöbeti devralmış. Çocuk etrafı dolaşırken uzak bir yerde ışık görmüş. Merak ettiği için kardeşlerini uyandırmadan atına binip ışığın olduğu yere gitmiş. Oraya geldiğinde iki adamın ateş başında oturduğunu görmüş. Adamlardan birinin elinde siyah ip, diğerinin elinde ise beyaz ip varmış. Siyah ipi tutan adam ipi sararken beyaz ipi tutan adam ipini öylece tutmuş, bekliyormuş. Çocuk merak edip sormuş. —Senin elinde niçin siyah ip, onun elinde niye beyaz ip var? Sen sararken o niye bekliyor? Adamlar çocuğa: —Sen niye soruyorsun, demişler. Çocuk da: —Ben merak ettim. Bunun sırrını öğrenmek istiyorum, demiş. Adamlara söylemeleri için ısrar etmiş. Sonunda adamlar cevap vermişler. —Biz bu dağların elçileriyiz. Birimiz beyaz iple gündüzü, diğerimiz siyah iple geceyi getirir, kontrol ederiz, demişler. Küçük çocuk bunun gerçek olup olmadığını anlamak için yanlarına oturup sabah olmasını beklemiş. Kardeşlerini bu arada unutmuş. Şafak söktüğü anda siyah ipi elinde tutan adam ipi bir elinden diğerine sarıp bitirmiş, bu kez de beyaz ipi tutan adam elindeki ipi sarmaya başlamış. Çocuk bunları görünce gerçek olduğuna inanmış. Bu arada çocuğun kardeşleri sabah olduğu için uyanmışlar. Kardeşlerini göremeyince de merak etmişler ve onu aramak için hemen yola koyulmuşlar. Yoldayken karşıdan gelen kardeşlerini görünce: —Biz seni çok merak ettik. Neredeydin? Bizi niye bırakıp gittin, demişler. O da olan biteni anlatmış. Kardeşleri anlattıklarına inanamamışlar. Bunun üzerine çocuk kardeşlerini de oraya götürmüş. Onlar da adamların yanında bir gece kalmışlar. Olan biteni görüp inanmışlar. Adamlara üçü birden: —Bizi de yanınıza alın, demiş ama adamlar: —Bizi Allah görevlendirdi. Bu bizim görevimiz. Sizi alamayız, demişler. Şehzadeler bunun üzerine evlerine dönüp her şeyi babalarına anlatmışlar. —Bizim padişahlığımız ne ki biz dağın, taşın elçilerini gördük. Bizi de yanınıza alın dedik, ama almadılar. Padişah da: —Sizin göreviniz padişahlığınız. Yalnız adaletli, dürüst ve çalışkan olmalısınız ki onlar gibi görevlerinizde hiç sorun olmasın. Siz görevinizi yaparsınız, onlar da kendi görevlerini, demiş. Şehzadeler düşününce babalarına hak vermişler. Padişahlık görevlerini de en iyi şekilde yerine getirmeye karar vermişler ve bu kararlarını uygulamışlar. Halklarıyla birlikte mutlu bir şekilde yaşayıp gitmişler.
Şehzadeler ve Dağların Elçileri
Tunceli
Doğu Anadolu Bölgesi
 Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bundan yıllar önce uzaklarda yaşayan öksüz bir kız varmış. Adı da Fatma’ymış. Fatma üvey annesi ve üvey kardeşiyle birlikte yaşarmış. Üvey annesi ve kardeşi Fatma’yı sevmezler, ona kötü davranırlarmış. Fatma’ya sürekli iş yaptırırlarmış. Fatma’nın en çok sevdiği iş ağıldaki ineğe bakıp onu otlatmakmış. Çünkü Fatma o ineği çok severmiş. İnek de onu çok severmiş, onun koruyucusu gibiymiş. Fatma bir gün yine ineğini otlatmaya götürdüğünde yolun kenarında saçı başı dağılmış, kirli mi kirli bir yaşlı kadın görmüş. Yaşlı kadın Fatma’yı kastederek:  — Yok mu şu saçımı tarayıp temizleyecek birisi, diye sormuş. Fatma da nineye acımış, ineğini bir kenara bağlayıp ninenin saçını temizleyip taramış. Nine de ona bir kutu vermiş. Kutunun içinde de bir tane altın kolye varmış. Nine Fatma’ya: — Kutuyu evine yaklaştığın zaman aç, içindekini boynuna tak, demiş. Fatma ninenin dediğini yapmış. Ertesi gün ineğini otlatmaya götürdüğünde ayağı parçalanmış bir köpeğe rastlamış. Köpeğin de ayağını temizlemiş. Evinin yolunu tutmuş. Fatma eve geldiğinde üvey annesi Fatma’nın kolyesini görmüş:  — Eğer bu kız ineği otlatırken altın bulup geliyorsa, onun yerine benim kızım gitsin, diye düşünmüş. Kızına: — Yarın sen ineği otlatmaya götüreceksin, demiş. Sonraki gün kız aynı yolda köpeğe ve saçları kirlenmiş olan nineye rastlamış. Nine, kıza: — Ne olur gel şu saçımı temizle, demiş. Kız da nineye kızıp: — Hadi oradan pis kadın! Kim gelir seni temizler, demiş. Nine ona da bir kutu verip evin yakınında açmasını söylemiş. Kız eve yaklaştığında kutuyu açar açmaz saçı beyazlamış. Kız bunu fark etmiş ve annesi kızmasın diye başına tülbent kapatmış.  Günler böyle geçerken, o ülkenin şehzadesi evlenmek için bütün kızları görebileceği bir şölen yapacağını ilan etmiş. Üvey annesi kızını alıp şölene gitmiş ama gitmeden önce Fatma gelemesin diye Fatma’ya bir teneke bulgurla bir teneke pirinç verip: — Bunları ayıklayacaksın, demiş. Fatma bulgurla pirince bakıp ben bunları nasıl ayıklarım diye ağlamaya başlamış. O sırada nine birden yanında oluvermiş. Pirinç ile bulguru ayıklayıp tekrar sır olmuş. Şölenden dönen üvey anne Fatma’nın ayıklamayı bitirdiğini görünce şaşırmış. Hemen o kızgınlıkla Fatma’nın önüne koca bir kazan koyup: — Bunun içini ağlayarak dolduracaksın ki ben de gelip o suyla banyo yapayım, demiş. Fatma ağlamaya başlamış ama nasıl doldursun koca kazanı? Nine tekrar yardıma gelmiş. Fatma’ya: —Üzülme, demiş. Kazanın içini suyla doldurmuş, gözyaşı gibi tuzlu olsun diye de içine tuz atıp karıştırmış. Sonra da Fatma’ya hazırlanıp şölene gitmesini söylemiş. Fatma şölen yerine gittiğinde herkes böyle güzel bir kız gördükleri için şaşırmışlar. Padişahın oğlu da Fatma’yı görmüş ve ona âşık olmuş. Fatma bunu fark edince utancından kaçmaya başlamış. Padişahın oğlu peşinden koşmuş, ama yakalamamış. Yalnız Fatma’nın koşarken çıkan ayakkabısını bulmuş. Bu ayakkabıyı tüm ülkenin kızlarının ayağında deneyip kime olursa onunla evleneceğini ilan etmiş. Herkesi dolaşmış, sonunda Fatma’nın ayağına olunca onu bulduğu için çok sevinmiş. Sonraki gün Fatma’yı istemeye geldiklerinde üvey anne Fatma’nın yerine kendi kızını onlara vermek istemiş. Bu yüzden Fatma’yı sepetin altına kapatıp kaldırmasın diye de üzerine eşeğin semerini koymuş. Üvey anne şehzadeye kendi kızını vereceği sırada horoz herkesin olduğu yerin ortasında durup: — Üüürü üüü Fatma sepetin altında, eşek semeri üstünde, çirkin kız şehzadenin kolunda, diyerek üç kez ötmüş. Üvey anne horozu kovmaya çalışınca şehzade ile yanındakiler şüphelenip sepetin altına bakmışlar. Fatma’yı bulmuşlar. Fatma şehzade ile evlenip mutlu olmuş. Bu arada üvey annesiyle üvey kardeşini de affedip yanına almış. Hep beraber mutlu bir yaşam sürmüşler.
Öksüz Fatma
Tunceli
Doğu Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde çok fakir bir ailenin üç erkek çocuğu ve ekip biçerek geçindiği bir bahçesi varmış. Bir gün bu üç kardeş bahçelerine dikili olan nar ağacındaki narların azaldığını görmüşler. Bir ejderha her gün gelip bu narlardan koparıyormuş. En büyük çocuk, kardeşlerine: — Ben bu narları kimin kopardığını merak ediyorum, onu bulacağım, demiş. Akşam olunca en büyük kardeş uyuyakalmış, ejderha yine gelip narları koparıp gitmiş. Sabah olunca üç kardeş narları saymış, yine eksildiğini görmüşler. Bu defa ortanca kardeş nöbet tutmuş, yine uykuya dalmış ve narları kimin aldığını görmemiş. En küçük kardeş abilerine: — Bu defa ben nöbet tutacağım, demiş. Abileri en küçük kardeşe: — Narları kimin aldığını biz bulamadık, sen mi bulacaksın, demişler. En küçük kardeş: — Deneyelim, demiş. Bu defa nöbeti en küçük kardeş tutmuş. En küçük kardeş uyumamak için bir bıçakla parmağını kesmiş, üzerine tuz dökmüş. Olur ya bu acıya rağmen uyuyakalırım diye bir de bir bez alıp ıslatmış ve üzerine asmış, uyuyakalırsa üzerine damlayıp onu uyandırsın diye. Ejderha nar ağacından nar koparmaya gelince, en küçük kardeş onu görmüş ve bir sopayla ona vurmuş. Ejderhaya vurunca ejderha kaçmaya başlamış, en küçük çocuk da ejderhanın peşinden koşmuş. Ejderhanın bir mağaraya girdiğini görmüş. Ertesi sabah kardeşlerini alıp o mağaraya gitmiş. En büyük kardeşle, ortanca mağaraya girmeye korkmuşlar, en küçük kardeşi göndermişler. En küçük kardeş mağaraya inince ejderhanın üç kız kardeşi esir aldığını görmüş. Bu üç kız kardeş de birbirinden güzelmiş. Ejderhanın ölmesi için mağaranın içindeki tahta kılıçla ejderhaya vurmak gerekiyormuş. En küçük erkek kardeş kendi kılıcıyla ejderhaya vuracakken, kız kardeşlerden biri: — Onunla vurursan ölmez, şu tahta kılıçla vurman gerekiyor, demiş. En küçük erkek kardeş sıçrayarak tahta kılıcı alıp, ejderhaya vurmuş. Ejderha can çekişirken, en küçük erkek kardeşe: — Bir daha vur, demiş. Kız kardeşlerden biri: — Bir daha vurursan ölmez, demiş. Bir daha vurmamış, ejderha ölmüş. En küçük kardeşin ağabeyleri yukarıda, mağara girişinde bekliyorlarmış. En küçük kardeş, abilerine:  — Bir ip sarkıtın, demiş. Abileri aşağıya bir ip sarkıtmışlar. En küçük kardeş, kız kardeşlerin en büyüğünü ipe bağlayıp abilerine:  — Çekin, demiş. Kız yukarı çıkınca, en küçük kardeş en büyük abisine: — Bu senin eşin olsun, demiş. Sonra ağabeyler ipi bir daha aşağı sarkıtmışlar. En küçük kardeş bu defa kız kardeşlerin ortancasını ipe bağlayıp: — Çekin, demiş. Ortanca kız kardeş yukarı çıkınca, en küçük kardeş ortanca abisine: — Bu da senin eşin olsun, demiş. Daha sonra mağarada en küçük kız kardeşle, en küçük erkek kardeş kalmış. En küçük kız kardeş, en küçük erkek kardeşe:  — Önce sen çık, beni sen çekersin, demiş. En küçük erkek kardeş de: — Benim ağabeylerim iyi, bir şey olmaz. Önce sen çık, demiş. Ağabeyler tekrar ipi aşağı sarkıtmışlar. En küçük erkek kardeş, en küçük kız kardeşi ipe bağlayıp abilerine; — Çekin, demiş. Abileri en küçük kızı çekerken kızın ayakkabısının teki ayağından düşmüş. Abileri bu kez en küçük kardeşleri çıksın diye, ipi aşağı sarkıtmışlar. Abileri, en küçük erkek kardeşi çekerken en küçük kız kardeşi çok beğendikleri için ipi bırakmışlar. En küçük erkek kardeşi mağarada bırakıp gitmişler.  En küçük erkek kardeş, mağaranın içinde dolanmış durmuş, sonradan gözüne gizli bir çıkış ilişmiş. Oradan dışarı çıkmış. Yürümüş, yürümüş seçim yapılacak bir bölgeye varmış. Bir yerde saklanıp seçimi izlemiş. Oradaki seçim farklı oluyormuş. Bir güvercin uçuruyorlarmış, güvercin kimin başına konarsa o başkan oluyormuş. Güvercini o bölgenin halkı salmış, kimin başına konacak diye sabırsızlıkla bekliyorlarmış. Güvercin uçmuş uçmuş bir köşede saklanan en küçük kardeşin başına konmuş. Halk, en küçük kardeşin yanına gidip: — Buranın padişahı artık sensin, demiş. O bölgenin padiaşhı olarak en küçük kardeş, birkaç yıl sonra ağabeylerini arayıp bulmaları için yanındakilere emir vermiş. Yanındakiler abilerini arayıp bulup en küçük kardeşin yanına getirmişler. Abileri, en küçük kardeşlerini tanımamışlar. En küçük kardeş abilerine: — Birkaç yıl önce beni mağarada bırakmıştınız, yanınızda da üç kız kardeş vardı. O kız kardeşlerin en küçüğü şimdi evlenecek yaşta. Onu ipe bağlayıp yukarı çıkarırken ayakkabısını düşürmüştü. Onu bana getirin, demiş. Abileri en küçük kız kardeşi, en küçük erkek kardeşe getirmişler. Akılları başlarına gelsin diye de abilerini birkaç hafta zindana attırmış. Birkaç hafta sonra abilerini zindandan çıkarttırıp en küçük kız kardeşle evlenmiş. Bir ömür boyu eşi ve ağabeyleriyle mutlu bir hayat sürmüşler.
Ejderha ve Nar Ağacı
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş, çok konuşması günahmış. Bir vezir varmış. İki de oğlu varmış. Biri üvey, biri özmüş. Bir gün hanımına demiş ki: — Hanım ola ki ben hastalanır, ölürsem sen bu çocuğu mirastan mahrum etme, sağ iken mallarını paylaştırayım, demiş. Şehirdeki malını ve evini hanımı ile öz oğluna; köydeki malı ile evini ise üvey oğluna vermiş. Beş altı ay geçtikten sonra vezir hastalanmış, ölmüş. Çocuk da birkaç sene sonra büyümüş. Adı da Gülperi imiş. Malın hepsini batırmış. Annesininkini de satmış, yemiş. Vaktiyle padişah, veziri çok severmiş. Bir gün öz oğlu: — Anne git, padişahtan bir sürü iste, onunla geçinelim, demiş. Kadın ezilmiş, büzülmüş, ağlamış ve oğlunun tartaklamasına dayanamamış. Gitmiş padişahtan bir sürü istemiş. Padişah da veziri ve vezirden dolayı oğlunu çok sevdiği için kadının istediklerini vermiş. Kadın eve gelmiş. Birkaç ay geçince Gülperi bıkıyor. Her gün birini öldürüp, getirip sarayın kapısına atıyor. Aşçıları: — Padişahım bıktık. Gülperi koyunların her gün birini öldürüyor, getirip kapıya atıyor, diyorlar. Padişah: — Ben o sürüyü zaten ona verdim. İster öldürsün, ister gütsün. Ama ölüsünü de getirmesin, diyor. Sürünün çobanına söylüyorlar. Çoban da bir daha getirmiyor. Gülperi’nin elinde beş altı koyun kalıyor. Gütmeye giderken padişahın bahçesini görüyor. Bahçede yatıp uyuyor. Padişahın bahçesi de çok güzelmiş. Padişahın kızı da camın ağzında işleme işliyormuş. İşlemeden bıkıp camdan dışarı bakıyor ki bahçede bir genç yatıyor. Çok güzel bir gençmiş. Kız hemen işlediği işlemenin içine bir yakut taşı koyup dışarı atıyor. Oğlan uyanıyor, bakıyor ki camda dünya güzeli bir kendini seyrediyor. Kıza adını soruyor. Kızın adı Elmakız imiş. Orada birbirlerine söz veriyorlar. — Senden başkasına varmam, senden başkasını almam, diye. Zaman geçiyor eziliyor, üzülüyor annesine söylüyor. — Git padişaha bu koyunları ver, bana da kızını iste, diyor. — Padişah kızını verir mi? Biz çok fakiriz. Sen çobansın kapısında, diyor. Gülperi: — Git koyunları ver iste, diyor. Kadın üzülüyor, ağlıyor ama gidiyor. Padişahın sarayında da üç koltuk varmış. Bakır koltuğa oturanlar bir şey isteyenler, gümüş koltuğa oturanlar ise girmek isteyenler ve altın koltuğa oturanlar kızını istermiş. Vezirin karısı altın koltuğa oturmuş. Padişahın karısı, padişaha: — Vezirin karısı kızını istemeye geldi. Salonda seni bekliyor, demiş. Padişah: — Kızı sana verdim, gitti. Ama bir isteğim var. Kırk deve altın, kırk deve de gümüş. Kadıncağız kızı verdiğine seviniyor ama nerden bulacak o kadar altın ve gümüşü. Duyunca Gülperi seviniyor.  — Ben dağdan odun çeker öderim, diyor. Bir ip, bir de at alıp odun çekecek. Günlerce odun çekiyor. Odun çekerken kardeşine rastlıyor. Köydeki kardeşi: — Odun çekmeyle para birikir mi? Filan dağda bir su var. Suda abdest al, iki rekat namaz kıl, dua et, yat uyu. Uyandığında Tanrı verir, diyor. Ama dağa çıkmak mucizeymiş. Kardeşine inanmasa da çıkmak zorunda. Bir kolayını bulup dağa çıkıyor. Elini yüzünü yıkıyor. Abdest alıp namaz kılıyor.  Uyandığında başında bir saz buluyor. Hem çalıyor hem söylüyor. Hiç para pul gözünde yok. Kardeşi: — Bizim deli oğlan ne ettiyse bir silahla geliyor, diyor. Gülperi geliyor ki elinde bir saz. Hem çalıyor hem söylüyor. Bu durum padişahın kulağına gidiyor. Padişah bunu alıp saraya götürüyor. Sarayda çalıp söylüyor. Saraydaki bütün âşıkları yeniyor. Bu durumu padişahın kızı duyuyor. Kız kapının deliğinden bakıyor ki sevdiği oğlan. Kız, babasına duyurmadan: — Filan şehirde amcam var. Git rica et. Gelsin babama: — Bu kızı aşığa versin, desin. Verirse onun sözüyle verir, diyor. Bu oğlan günlerce gidiyor, gidiyor. Yolda Su Bacılar varmış. Kim içlerinden birine güzel derse, ötekine çirkin derse adamı öldürürlermiş. Öldürdükleri adam kafasından kale yaparlarmış. Bu aşık da söylüyor: — Biri gül, biri çiçek, biri sümbül.  Kızlar seviniyor. "Bu nasıl akıllıymış", diye gönderiyor. Yoldan geçip gidiyor. Bir şehre varıyor. Şehirde bir adam var. Şehrin ortasında oturuyor. Gülperi soru soruyor cevap vermiyor. Suratına bir tokat atıp gidiyor. Dolaşıyor, geri geliyor, tekrar soruyor, yine cevap vermiyor. Diğer suratına bir sille daha vuruyor. Meğer bu da şehrin padişahıymış. Senede bir gün halkı içeriye koyar, kendi dışarı çıkarmış. Onun da dünya güzeli, sevdiği bir kız varmış. Fakat sevdiği kız padişahı hiç sevmezmiş. Padişah da dilenci gibi otururmuş.  Kız ona bir akçe para getirirmiş. Onda dünya güzelini görüyorum diye senede bir gün dilenci kılığına girermiş. Bu sefer muhafızlarına:  — Bir adam yine gelirse içeri atın, demiş. Padişah Gülperi’yi sorup soruşturuyor. Âşık olduğunu öğreniyor. Padişah: — Eğer bu kızın gönlünü edersen ne istersen iste, yaparım, demiş. Bu söylüyor, söylüyor. Kızı ayağına getiriyor. Kız:  — Seviyorsam ben seviyorum. Sana ne, diyor. Gülperi, kızdan bu güzel haberi alınca padişaha:  — Kız seni sevdiğini söyledi. Ben filan şehirde bir kız seviyorum. Adı Elmakız. Bana onu iste, diyor. Padişah askerlerini kızı istemeye gönderiyor. Kızın babası da kardeşim oğluna istiyor, diye kızını hazırlıyor. Askerlere teslim ediyor. Gülperi de saçı sakala karıştığı için kız onu tanıyamıyor. Kız: — Amcam beni bir yabaniye getirdi, diye düşünüyor. Padişah da Elmakız’a: — Hanım biz yoksa yanlış iş mi gördük, diyor. Hanım: — Yok. Âşıklar birbirini tanır, dur söylerken tanıyacak mı, diyor. Gülperi söylemeye başlıyor. Kızın kendisini beğenmediğini anlıyor. — Ben yatarken bir mendille taş attı, diyor. Kız, hemen Gülperi’yi tanıyor. Padişahın sevdiği kız da: — Düğünlerimiz berber olsun, diyor. Düğünlerini orada yapıyorlar. Elmakız: — Gülperi’nin bir garip anası var. Onu da getirelim, diyor. Gülperi’nin anası da geliyor. Düğünlerini yapıyorlar.
Gülperi ile Elmakız
Tokat
Karadeniz Bölgesi
 Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uzak bir ülkede bir kadın yaşarmış. Bu kadının dokuz tane oğlu varmış, ama hiç kızı yokmuş. Kadın bir tane kızı olsun istiyormuş. Oğulları da bir tane kız kardeşleri olsun istiyormuş. Kadının oğulları avcıymış, ava gider, iki ay gelmezlermiş. Bir gün kadın yine hamile kalmış. Oğlanlar ava giderken annelerine:  — Anneciğim, doğum yaptığında kız kardeşimiz olursa dama beyaz bayrak as, eğer yine erkek kardeşimiz olursa kara bayrak as, o zaman anlarız ve erkek kardeşimiz olursa eve gelmeyiz, demişler. Onlar ava gitmiş.   Gel olmuş, git olmuş, kadın doğum yapmış. Kadının kızı olmuş, çok sevinmiş ve tüm komşuları evine gelmiş. Kadın: — Dama beyaz bayrak asın, oğullarım kız kardeşlerinin olduğunu anlasın, demiş. Komşularından biri fesatmış. Kadının dama kara bayrak asmış. Zaman geçmiş, oğlanlar avdan dönüyormuş, eve yaklaşmışlar ve kara bayrağı görmüşler: — Eyvah! Yine erkek kardeşimiz olmuş, demişler. Eve gitmeyip tekrar ormana dönmüşler. Aradan yıllar geçmiş. Kız büyümüş, çok güzel bir genç kız olmuş. Annesi kıza dokuz tane erkek kardeşi olduğunu söylememiş. Bir gün kız, komşularıyla yün eğirirken komşularına dert yanmış: — Keşke benim de kardeşlerim olsaydı, demiş. Komşuları: — Senin zaten dokuz tane erkek kardeşin var, demiş. Kız şaşırmış ve: — Benim dokuz kardeşim yok, ben kimseyi bilmiyorum, demiş. Eve gitmiş. Annesine: — Anneciğim benim kardeşlerim mi var, neden bana söylemedin, demiş. Annesi:  — Ah! Kızım! Benim başıma gelen kimsenin başına gelmedi, demiş ve olanları anlatmış. Kız ağlamaya başlamış ve:  — Anne ben ağabeylerimi görmek istiyorum. Ne yap ne et, bana onları göster, demiş. Annesi:  — Onlar ormanın içinde avcılık yapıyor, oralara gidemezsin, demiş. Kız yalvarmış annesine ve annesini ikna etmiş. Annesi kıza külden bir eşek yapmış: — Bu eşeğe bindiğinde “deh deh” de, sakın “çü deh” deme, yoksa eşek bozulur, kül olur sakın unutma, demiş.  Kızına yolluk hazırlamış ve kız yola koyulmuş. Kız “deh deh” diyerek gidiyormuş, unutmuş annesinin sözlerini “çü deh” demiş. Eşek bozulmuş, kül olmuş. Kız eve dönmüş, annesine anlatmış:  — Ben unuttum “çü deh” dedim, demiş. Annesi kıza tekrar külden eşek yapmış. Yine “çü deh” dememesi için sıkı sıkı tembihlemiş. Kız tekrar binmiş eşeğe, “deh deh” diyerek gidiyormuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, bir eve varmış. Kapıyı çalmış, kimse ses vermemiş. Evde kimse yokmuş. Kız eve girmiş, anlamış buranın kardeşlerinin evi olduğunu. Evi temizlemiş, yemek yapmış ve kardeşlerinin gelmesini beklemiş. Akşam olmuş kardeşleri eve yaklaştığında evde ışık yandığını ve bacada duman tüttüğünü görmüşler. Korkmuşlar. Eve geldiklerinde tüfeklerini çıkarmışlar ve kapıyı açmışlar. İçerde çok güzel bir kız görmüşler. Kıza: — İns misin, cin misin, demişler. Kız:  — Ne insim ne cinim, Allah’ın yarattığı bir insanım, sizin kardeşinizim, demiş. Oğlanlar şaşırmış:  — Nasıl olur bizim kız kardeşimiz yok, demişler. Kız her şeyi anlatmış, sarılıp hasret gidermişler. Ormanda hep birlikte yaşamaya başlamışlar. Oğlanlar ava gidiyor, kız evde kalıyor, onların yemeğini yapıyor, evi temizliyormuş. Oğlanlar: — Biz ava gittiğimizde sen evde sıkılma, demişler kardeşlerine ve onun yanına bir köpek bırakmışlar. Kız bir gün evi temizlerken yerde bir yemiş bulmuş ve köpeğe:  — Al bunu ye, demiş. Köpek: — Şimdi işim var, sonra yerim, demiş. Kız köpek öyle deyince yemişi kendi yemiş. Sonra köpek gelmiş:  — Ver de yemişi yiyeyim, demiş. Kız: — Sen gelene kadar ben onu yedim, demiş. Köpek sinirlenmiş. Kızın yemek pişirmek için yaktığı ateşin üstüne su döküp söndürmüş. Kız, ben şimdi kardeşlerime nasıl yemek yapacağım diye üzülmüş ve köz bulmak için dışarı çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş. Işık yanan bir ev görmüş. Bu ev devin eviymiş. Kapıyı çalmış ve kapıyı iki tane kadın açmış. Kadınların kolu bacağı yarımmış, dev yemiş. Dev insan eti yiyormuş. Kız:  — Bana biraz köz verir misiniz, kardeşlerime yemek yapacağım, demiş. Kadınlar: — Tamam veririz, ama sen buradan hemen git, burası devin evi, dev senin kokunu alırsa seni yer, demişler. Kıza bir de tarak vermişler: — Dev senin kokunu alır da peşine düşerse bu tarağı onun önüne at, demişler. Kız közü almış ve yola koyulmuş. O sırada dev çıkmış evden: — Burası insan eti kokuyor, demiş. Kadınlar: — Ne insan eti, burada sadece biz varız, demişler. Dev inanmamış, evin etrafına bakınmış ve kızın koştuğunu görmüş. Dev de hemen kızın peşinden koşmuş. Dev kıza yaklaşınca kız tarağı devin önüne atmış ve her taraf diken olmuş. Dev geçememiş. Kız evine koşmuş ve kapıyı kapatmış. Bu sırada dev de dikenlerden kurtulmuş ve kızın evinin önüne gelmiş:  — Ne olur aç kapıyı, ben sana kötülük yapmayacağım sadece parmağına yüzük takacağım, demiş. Kız:  — Yok olmaz, git buradan, demiş. Dev ısrar etmiş: — Ben seni sevdim, seni yemeyeceğim, demiş. Kız yine inanmamış. Dev: — Tamam o zaman sadece parmağını uzat yüzük takıp gideceğim, demiş. Kız uzatmış parmağını kapının arasından, dev kızın parmağını ısırmış. Kız bayılmış, dev de kızın parmağını yemiş ve gitmiş. Akşam olunca kızın ağabeyleri gelmiş. Eve yaklaşınca ışığın yanmadığını görmüşler. Korkmuşlar, acaba kardeşimize bir şey mi oldu diye. Kapıyı çalmışlar, kimse açmamış kapıyı. Kapıyı kırıp içeri girmişler. Kardeşlerini baygın görünce köpeğe sormuşlar ne oldu diye. Köpek devin geldiğini ve kardeşlerinin parmağını yediğini anlatmış onlara. Oğlanlar kız kardeşlerini uyandırmışlar. Ona da sormuşlar ne oldu diye. Kız köpeğin ateşi söndürdüğünü ve ateş bulmak için orman gittiğini, devin evine vardığını anlatmış. Oğlanlar köpeğe cezasını vermişler. Gidip devi oradan kovalamışlar. Yanındaki kadınların hepsini kurtarmışlar. Kız kardeşlerini de alıp annelerinin yanına dönmüşler. Orda hep birlikte mutlu mutlu yaşamışlar.
KÜÇÜK KIZ KARDEŞ VE KÜL EŞEK
Kırıkkale
İç Anadolu Bölgesi
Zamanın birinde üç kardeş yaşarmış. Kardeşlerden ikisi erkek, biri kızmış. Erkek kardeşler her gün ava gider eve yiyecek getirirmiş. Kız kardeşleri evde kalır, yemek yapar, çamaşır yıkarmış. Kız bir gün dereye çamaşır yıkamaya gitmiş. Kardeşleri kıza bir yumak ip vermiş. Kız ipin bir ucunu beline bağlamış ve yumağı dereye atmış. Kız çamaşır yıkarken bir ayı gelmiş. Ayı, kıza: — İns misin cin misin sen nesin, demiş. Kız: — Ne insim ne de cinim ben bir insanım, demiş. Ayı kızı çok beğenmiş ve kıza: — Gel gidelim, sen benim karım ol, demiş. Kız kabul etmemiş. Ayı kızı zorla sırtına almış ve inine götürmüş. Kız ayının ininde kalmış, evlenmişler, üç tane de çocukları olmuş. Kardeşleri kızı arıyor bulamıyorlarmış. Küçük kardeş kızın çamaşır yıkadığı dereye gelmiş. Derede kıza verdikleri yumağı görmüş. Almış yumağı sara sara sara kayanın dibine gelmiş. Orda bir in görmüş. İpi bir kere çekmiş, bir şey olmamış, ikinci defa çekmiş yine bir şey olmamış ve üçüncü de kız inden çıkıp gelmiş. Küçük erkek kardeş: — Kardeşim sen burada ne yapıyorsun? Seni çok merak ettik, demiş. Kız: — Sorma başıma gelenleri. Ben derede çamaşır yıkıyordum, bir ayı geldi, zorla beni buraya getirdi, evlendik, üç tane de çocuğumuz oldu, demiş. Küçük kardeşi, kız kardeşini kurtarmaya karar vermiş. Kız: — Şimdi ayı gelir sana bir kötülük eder, sen saklan, demiş. Kardeşini saklamış ve akşam ayı gelmiş. Ayı yağ, bal getirmiş. Yemeklerini yemişler. Ayı: — Burada insan eti kokuyor, demiş. Kız: — Bizim eve kim gelir, demiş. Ayı: — Yok, burada insan eti kokuyor, bulursam yerim. Söyle kim geldi, demiş. Kız korkmuş ve: — Kardeşlerim beni merak etmişler, aramışlar. Küçük kardeşim geldi, ben de korktum sakladım, demiş. Ayı: — Çıkar öyle ise, o benim kayınım, kayın yenir mi hiç, demiş. Kız, kardeşini sakladığı yerden çıkarmış. Ayı ona ikramda bulunmuş, hep birlikte yemişler içmişler. Kardeşi iki gün kalmış ayının ininde ve: — Biz artık gideyim, demiş. Gitmiş köye, anlatmış olanları kardeşlerine: — Kardeşimizi buldum, bir ayı onu zorla inine götürmüş, evlenmiş onunla, üç tanede kıllı kıllı çocukları olmuş, demiş. Kardeşler hep birlikte düşünmüşler ne yapsak da kardeşimizi kurtarsak diye. Sonunda ayı ve kardeşlerini eve davet etmeye karar vermişler. Ayı köpeklerden çok korkarmış. Kardeşler köydeki bütün köpekleri toplayıp evin alt katına koymuşlar. Evin üst katına bir çukur açmışlar ve üstünü kilim ile kapatmışlar. Kız kardeşleri, ayı ve çocukları ile gelmiş. Erkek kardeşler ayıyı kilimin üstüne oturtturmuş, ayı alt kata köpeklerin arasına düşmüş. Köpekler ayıyı yemiş. Kardeşler: — Ayıdan kurtulduk ama çocuklar ne olacak, onlardan nasıl kurtulacağız, demiş. Düşünmüşler sonunda onları da ormana bırakmaya karar vermişler. Ormana göndeririz odun kesmeye, orada kaybolurlar, biz de onlardan kurtuluruz, diye düşünmüşler ve çocukları ormana odun kesmeye göndermişler. Çocuklar gitmiş ormana, ama odunu kesememişler, başlamışlar ağlamaya. Oradan amcaları geçiyormuş, çocukları görmüş: — Siz ne yapıyorsunuz burada, demiş. Çocuklar: — Dayılarımız bizi odun kesmeye gönderdi, ama kesemedik, demiş. Amcaları odunları kesmiş, çocuklara verip eve göndermiş. Erkek kardeşler çocukları görünce çok şaşırmış. Ertesi gün bir daha göndermişler. Yine amcaları odunu kesmiş, çocuklara vermiş. Üçüncü gün yine göndermişler. Çocukları ormana bu kez çocuklar geri dönmemiş. Erkek kardeşler çok sevinmiş çocukların dönmediğine. Kız kardeşleri çok üzülmüş çocukları dönmediği için: — Türüm türüm, yağım balım çoktu türüm, kastın garezin yoktu türüm, kardeşlerim getirdi seni, köpeklere yedirdi türüm, diye ağlamış.
AYI İLE EVLENEN KIZ
Kırıkkale
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş Allah‘ın günü çokmuş. Bir kadının hiç çocuğu olmazmış. Kadın bu duruma çok üzülürmüş. Bir gün ağlayarak evinin önünü süpürüyormuş. Bir deşirici* gelmiş ve: — Kızım neden ağlıyorsun?’ demiş. Bunun üzerine kadın: — Benim hiç çocuğum olmuyor ona üzülüyorum, demiş. Adam: — Merak etme ben sana bir elma vereyim, onu ye, senin de çocuğun olur, demiş ve kadına bir elma vermiş. Ama elmayı vermeden önce bir defa kendi ısırmış. Kadın o elmayı yemiş ve bir zaman sonra çocuğu olmuş. Çocuk yarım doğmuş ama kadın yarım elma yediği için. Kadın çocuğunu Yavrum Yarımcık diye sevdiği için çocuğun adı Yavrum Yarımcık kalmış. Aradan zaman geçmiş ve Yavrum Yarımcık büyümüş. Bir gün arkadaşlarıyla dağa gitmiş. Gitmişler dağa, akşam olmuş, hava kararmış, karınları açıkmış. Biraz daha yürümüşler üç tane ev görmüşler; bunlardan birinin bacası tütüyormuş, birinin ışığı yanıyormuş ve birinin de kapısında horoz ötüyormuş. Yavrum Yarımcık ve arkadaşları karar veremiyormuş hangi eve gitsek diye; horoz öten eve mi gitsek, tütün tüten eve mi gitsek yoksa ışığı yanan eve mi gitsek, diye düşünüyorlarmış. Sonunda: — Karnımız aç, deyip, tütün tüten eve gitmeye karar vermişler. Gitmişler eve ve bacasına çıkmışlar. Çatıdan biraz toprak alıp bacadan aşağı dökmüşler. İçerden bir ses gelmiş “Kim o?” diye. Çocuklar: — Ebe biz dışarıda kaldık, karnımız aç, demişler. İçerdeki bir devmiş. Dev: — Gelin yavrularım, ben size yemek veririm, demiş. Çocuklar içeri girmiş, dev bunlara yemek hazırlamış. Devin al bir ineği varmış, onu kesmiş çocukların karnını iyice doyurmuş. Dev çocuklara yatak hazırlamış: — Hadi uyuyun yavrularım, demiş. Dev çocuklar uyuyunca onları yiyecekmiş. Çocuklar bir türlü uyumuyormuş ama dev: — Yavrum neden uyumuyorsunuz, demiş. Çocuklardan biri: — Ebe ben uyuyorum, Yavrum Yarımcık uyumuyor, demiş. Yavrum Yarımcık: — Ebe ben uyuyorum, şu uyumuyor, demiş. Hepsi ben uyuyorum yok şu uyumuyor derken sabah olmuş. Çocuklar devin niyetini anlamışlar ve:  — Ebe biz susadık, demişler. Dev dereye su getirmeye gitmiş. Kalburu dereye daldırıyormuş, su gelmiyormuş. Bir daha bir daha derken su akıp gidiyormuş kalburun altından. Dev eve gelmeden çocuklar evden kaçmış. Yolda Yavrum Yarımcık kavalıyla bıçağını devin evinde unuttuğunu hatırlamış ve: — Arkadaşlar geri dönelim, bıçağımla kavalımı alalım, demiş. Arkadaşları: — Olmaz biz gelmeyiz, dev bizi yer, demişler. Yavrum Yarımcık tekrara devin evine gitmiş. Bu arada çocuklar köye varmış. Yavrum Yarımcık’ın annesi sormuş: — Benim oğlum nerde, demiş. Çocuklar başlarına gelenleri anlatmışlar ve Yavrum Yarımcık’ın kavalıyla bıçağını almak için devin evine gittiğini söylemişler. Yavrum Yarımcık’ın annesi ağlamaya başlamış oğlunu öldü sanıp. Bu arada Yavrum Yarımcık devin evine gelmiş kavalını ve bıçağını almış. Al ineğin buzağısını ineğin derisinin içine koymuş ve kendi de saklanmış. Dev sudan gelmiş, derinin hareket ettiğini görünce onu Yavrum Yarımcık sanmış ve deriyi ısırmış. O sırada buzağı böğürmüş, dev: — İşte seni böyle al ineğin buzağısı gibi bağırtırırım, demiş.  Sonra derinin içini açıp bakmış ki Yavrum Yarımcık değil, derinin içindeki al ineğin buzağısı. Aramış evi ve Yavrum Yarımcık’ın saklandığı yeri bulmuş. Yavrum Yarımcık evdeki direklerden birinin tepesine çıkmış. Dev: — Yavrum Yarımcık sen oraya nasıl çıktın, demiş. Yavrum Yarımcık: — Demirciye gittim, sac ayağı yaptırdım, onları üst üste koydum, zıpladım çıktık, demiş. Dev demirciye gitmiş, sac ayağı yaptırmış ve eve gelmiş. Koymuş sac ayaklarını üst üste zıplarken düşmüş yere, sacın demirleri batmış her yerine ve ölmüş. Yavrum Yarımcık inmiş çıktığı direğin tepesinden, devin bütün eşyalarını hayvanlara yüklemiş ve köye gitmiş. Annesi onu görünce çok sevinmiş ve ondan sonra mutlu mutlu yaşamışlar. *deşirici: Dilenci.
Yavrum Yarımcık
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Sihirli Keçi Bir varmış, bir yokmuş; zamanın birinde bir sihirli keçi varmış. Bu sihirli keçinin de sahipleri üç kardeşmiş. Bunlar her sabah kalkıyorlarmış, yiyip, içip işlerine gidiyorlarmış, sonra da evlerine dönüyorlarmış. Yemeklerini yiyorlarmış, bunların sihirli keçisinin adı da Ebabil imiş.  —Ebabil gel, iki dön de yatacağız, diyorlarmış. Ebabil de gelip:  —Lambili lombili lambili lam, diyormuş.  İki dönüp gidiyormuş. Onlar da yatıyorlarmış. Bir gün böyle, beş gün böyle derken büyük gelinin bir dostu varmış. Sabahleyin kalkıyor, dostu kapıdan geçerken dostunu içeri sesliyormuş. Bir gün dostuna, tandır başında tandırı yakıp helva yaparken, sihirli keçi içeriden çıkıp gelmiş. Kadın, keçiyi tutup ağıla götürmek için keçinin kuyruğundan tutmuş ve keçinin kuyruğuna yapışıp orda kalmış. Dostuna:  —Hele gel, beni buradan kurtar, demiş.  Dostu da gelmiş, onu kurtarayım derken o da kadına yapışıp kalmış. O yana dönüyorlar, bu yana dönüyorlar ama kurtulamıyorlarmış. O sırada komşunun karısı banyo yapacakmış, tarak lazım olmuş. —Gideyim Fatma hanımlardan alayım, demiş. Koşarak Fatma hanımgile gelmiş.  —Fatma Hanım, Fatma Hanım! Tarağı ver de banyo yapacağım, diye bağırmış. Fatma Hanım:  —Aman komşu, etme tutma, bizi kurtar buradan. Tarağı da al, git, demiş. O da onları kurtarayım derken karının dostuna yapışıp kalmış. Avlunun içinde o yana bu yana dönüp duruyorlarmış. Bu sırada bir dilenci gelmiş:  —Allah rızası için bir sadaka, demiş. Fatma Hanım, dilenciye:  —Bizi buradan kurtar da ne istersen verelim, demiş.  Dilenci gelmiş, bunları kurtarayım derken dilenci de bunlara yapışmış. Bu sırada dilenciyi takip eden köpek içeri girip o da bunlara yapışmış. Sihirli keçi bunları bir o yana bir bu yana döndürürken tandırın başındaki helva tavası da köpeğin kuyruğuna yapışmış. Keçi bunları almış ve öylece ağıla götürmüş. Akşama kadar ağılda yatmışlar. Akşam olmuş ve üç kardeş işten gelmişler, karılarına seslenmişler:  —Gelin neredesiniz? Yiyip, içip yatacağız, demişler. Kimseden hiç ses yokmuş, ufak geline seslenmişler: —Fadime, Fadime… Bacı neredesin, gel hele aşımızı, ekmeğimizi getir, demişler. O da:  —Ben Allah’tan, günahtan korkarım, deyip çıkmamış. —Ya bacı etme, tutma gel; yine Allah’tan, günahtan kork, demişler.  —Yok, ben Allah’tan, günahtan korkarım, demiş. Bunlar yemekten umudu kesip Ebabil’e seslenmişler:  —Ebabil gel, iki dön de biz gidip yatacağız, demişler. Ebabil gelmiş.  —Lambili lombili lambili lom, demiş. Bir tur dönmüş ve önlerine durmuş. —Ya Ebabil bu ne neyin nesi, demişler. Tavayı alıp bir kenara koymuşlar, köpeği de alıp bir kenara koymuşlar. Dilenciye: —Gardaş sen kimsin, demişler. —Vallahi ben buraya sadaka istemeye geldim, bunlar böyle yapışmışlardı. Gel bizi kurtar, ne istersen verelim, dediler. Ben de kurtarmak isterken böyle yapışıp kaldım, demiş. Onu da ayırt etmişler; bir tas bulgur, bir tas tuz verip göndermişler. Komşusuna:  —Burada sen ne arıyorsun bacı, demişler. —Gardaş, banyo yapacaktım; buradan tarak almaya geldim. Bunları kurtarmak için ben de yapışıp kaldım, demiş. —Bacı sen de git, demişler. Diğer adama:  —Ula gardaş sen de kimsin, demişler. Adam:  —Ben de kapıdan geçiyordum da Fatma Hanım seslendi. Ben de geldim, demiş. —Sen hele şöyle bir kenara geç, demişler. Fatma hanıma:  —Sen ne yapıyorsun burada?  —Herif herif, keçi dışarı çıkmıştı da içeri alayım demiştim. Yapışıp kaldım, demiş. —Sen de şöyle dur bakalım, demişler. Daha sonra karıyı da herifi de bir güzel dövmüşler. Onları da yolcu etmişler ve muratlarına ermişler.
SİHİRLİ KEÇİ
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellal iken ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, zamanın birinde bir köyde Cıddan isminde bir kız yaşar imiş. Bu kızın kırk da arkadaşı varmış. Cıddan ile kırk kız arkadaşı bahar mevsiminde yeşillik toplamaya gitmişler köyün dışına. Baharı bilirsiniz köyde, bahar yeşilliklerle çok güzel olur. Cıddan kırk tane kız arkadaşını topluyor, gidiyorlar gidiyorlar. Çok uzak yerlere gidiyorlar. Orada bir çukura girip madımak toplaya başlıyorlar. O yana bu yana madımak toplarken lafa dalıyorlar vakit geçiyor. Akşamleyin bakıyorlar ki karanlık çökmüş:  — Biz bu vakit nereye gideceğiz, diyorlar.  Bunlar orda bir tepenin başına çıkıyorlar, bakıyorlar ki karşıda bir yerde bir ışık yanıyor, bir kapıda köpek ürüyor. Bir de evin bacasından duman çıkıyor. Cıddan soruyor:  — Kızlar kızlar, it ürüyene mi gidelim, dumanı tütene mi gidelim? Işığı yanana mı gidelim, dumanı tütene gidelim? — Bizi misafir almaz. İt ürüyene gitsek itler bizi parçalar. En iyisi biz ışığı yanan gidelim, diyorlar. Işığı yanana gidiyorlar. Kapıyı dövüyorlar dövüyorlar, bir dev karısı çıkıyor. — Buyurun buyurun… Dev karısı bakıyor ki kırk tane kız, kendi kendine:  — İyi ben bunları yerim, karnım da güzelce doyar, diyor. Bunları içeri alıyor, kırk tane kıza kırk tane kaz kesiyor. Yediriyor, içiriyor bunları yatırıyor. Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra:  — Bir sorayım bakayım, bunlar uyanıklar mı değiller mi, diyor. Hani yiyecek ya! Soruyor:  — Kızlar kızlar kim yatık kim uyanık? — Nene nene bütün kızlar yatık da Cıddan uyanık. — Ey Cıddan! Balam, yavrum, sen niye yatmıyorsun? — Nene nene oooo şimdi anam olsaydı, kalkar bize bir tas helva yapardı. Yer, içer mışıl mışıl nasıl yatardık, der. Nene kalkıyor bir tava helva çalıyor, bunları kaldırıyor; yediriyor, içiriyor bunları, yatırıyor. Az sonra bunlara bir daha soruyor: —Kızlar kızlar, kim yatık kim uyanık? —Nene nene bütün kızlar yatık da Cıddan uyanık. —Ey Cıddan! Balam, yavrum, sen niye yatmıyorsun? — Nene nene şimdi benim anam olsaydı, bizim bir alaca ineğimiz vardı, ineği keserdi onu pişirirdi; bizi yedirir, içirir, yatırırdı. Nene erinmiyor, gidiyor alaca ineği kesiyor; yediriyor, içiriyor, yatırıyor. Yalnız vakit gece yarısı oluyor. Bunlar yiyorlar, içiyorlar, yatıyorlar. Herkese hayırlı sabahlar olsun. Bu arada nene diyor ki bir daha sorayım, diyor, bir daha soruyor: — Kızlar kızlar, kim yatık kim uyanık?  — Nene nene bütün kızlar yatık da Cıddan uyanık. — Ey Cıddan! Balam, yavrum, sen niye yatmıyorsun? —Gözlerime uyku gelmiyor. Nene ben nasıl yatayım? Kırk tane kazı yedik, bir tava helvayı yedik, alaca ineği yedik; susuzluktan ciğerlerimiz yandı. Benim anam olaydı kevgir ile bize gözeden su getirirdi. Bir güzel içer, yatardık. Nene kalkıyor, kevgiri eline alıyor, dereye gidiyor. Bu arada şafakta atıyor, hava ışımaya başlıyor. Kevgiri dereye daldırıyor dolu, kaldırıyor boş; daldırıyor dolu, kaldırıyor boş. Gözerinin dibine çamur sıvıyor, kevgiri dolduruyor. Bu arada Cıddan’a gelelim. Cıddan kızların hepsini kaldırıyor.  — Aman kalkın, kaçın. Bu nene bizi yemeye yiyecek. Siz kaçın ben sonradan gelirim, diyor. Kızları yola vuruyor, kendi de ambarlar varmış, ambarların üstüne çıkıp saklanıyor. Nene geliyor elinde suyla bakıyor ki kızlardan hiçbiri yok. — Vay Cıddan! Sen ettin, benimki kaldı.  O yana dolaşıyor, bu yana dolaşıyor. Bir de bakıyor ki ambarların üstünde saklanmış. Bunu oradan indiriyor, torbanın içine sokup torbanın ağzını da bağlıyor. — Dur ben seni bir yiyim de senin aklın başına gelsin, diyor. Gidiyor tandırı yakıyor. Tandırda bir ateş ki cayır cayır yanıyor, üstüne de getirip iki kulplu kazanla da suyu koyuyor. Bu arada nene su ile ateşle uğraşırken Cıddan cebinden bıçağı çıkarıyor, torbanın ağzını kesiyor; ahıra gidiyor. Bakıyor ki ahırda bir horozla bir keçi kalmış, ikisini de bir torbaya koyup ağzını bağlıyor. Ambarların arkasına kendi tekrar saklanıyor. Nene geliyor ki su fokur fokur kaynıyor, torbayı kaldırıp ta kazanın içine koyunca keçi “beeee” diye, horoz da “gıygıliguuuu” diye bağırıyor. Cadı kadın ambarın arkasından: — Seni böyle keçi gibi beeeletirim, horoz gibi de öttürürüm. Ben seni şimdi bir yiyeyim de bunların hepsi yerine, diyor.  Bunları iyice haşlıyor torbayı çıkarıyor soğuduktan sonra torbayı açıyor bir de ne görsün keçi ile horoz: — Vay Cıddan vay! Sen ettin benimki kaldı. En sonunda beni bir keçiyle horozdan da ettin, diyor. Cadı kadın şaşkın şaşkın dolaşırken Cıddan gelip bunu itiyor ve kazana düşürüyor.  Cıddan geri dönüp unuttuğu eşyalarını alıyor. Sonra cadı kadının altın keselerini de buluyor. Onları da alıp yola çıkıyor. Arkadaşlarına yetişiyor, hikâyede burada bitiyor.
Cıddan ile Dev Karısı
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Az söylemek sevapmış, çok söylemesi günahmış. Bir anne ile babanın bir kızı ile bir oğlu varmış. Anne ile baba vefat etmiş. Bir kız, bir oğlan kalmışlar. Bir kuş gelmiş, bunların bahçesine dadanmış. Hiç durmadan ötüyormuş: — Ah kız, vah kız!.. Gör bak başına ne gelecek. Böyle derken bu kız kardeşini çağırmış: — Kardeşim böyle bir kuş ötüyor, benim başıma ne gelecek? Kardeşi demiş ki:  — Bacım, ben seni alayım, gidelim buradan. Gitmişler…Az gitmiş, uz gitmişler; altı ay düz gitmişler. Varmışlar dağın başında küçük bir kulübeye. Kardeşi itmiş açılmamış. Bacısı itince açılmış, kulübenin içine kız düşmüş, kapı kapanmış. Kardeşi: — Eyvah bacım, demek ki başına bu iş gelecekti. Kızı oraya bırakmış, gitmiş. Kız kapının birini açmış, bir dam dolusu altın, öbür kapıyı açıyor ki bir genç yatıyor, üstünde kırk tane iğne. Kız:  —Demek ki benim kaderim buymuş, demiş.  Oraya oturmuş, günde bir iğne çekermiş. Otuz dokuz tane iğneyi çekmiş. Bu arada bir bakmış ki Çingenler gidiyor. Çingeneyi çağırmış:  — Ne olur bana bir yoldaş verin. Onlara bir avuç altın vermiş. Onlar da buna bir yoldaş vermiş. Çingen kıza:  — Otuz dokuz gündür ben uyumadım, ben uyuyayım, sen de şu yiğidin bir iğnesini çek, demiş. Çekince iğneyi genç uyanmış. Uyanınca:  — Şu yatan kim? demiş. Çingen kızı:  — O cariye, ben senin kırk gündür iğneni çekiyordum, demiş. Neyse öbür kız uyanmış. Çingen kızı o kıza: — Cariye git, cariye gel, demeye başlamış ama bu kızın çok gücüne gidiyormuş. Zaman gelmiş, genç şehre gidecekmiş. Çingen kızına sormuş:  — Ne istiyorsun, diye. Kız saymış: — Şunu istiyorum, bunu istiyorum… Genç bir de cariyeye sorayım, demiş. Cariyeye sorunca, cariye:  —Bana bir sabır taşıyla bir kin bıçağı getir. Getirmezsen yollarına duman dursun, demiş.  Bu gitmiş her şeyi almış. Çingen kızının dediklerini de ama bunu unutmuş. Unutunca yoluna bir duman durmuş ki bir adım gidememiş. En sonunda demiş ki:  — Eyvah ben cariyenin dediğini unuttum! Geri dönmüş bir kin bıçağıyla sabır taşını almış. Satan adam buna sormuş: — Sen bu kin bıçağıyla ak sabır taşını ne yapacaksın? —Bizim evde bir cariye var, o istiyor. —Arkadaş! Bunu ver ama cariyeyi gözetle, iyiliğini istemiyor, demiş.  Kız bunları almış, evin arkasına oturmuş. Sabır taşıyla kin bıçağını eline almış:  — Ey sabır taşı! Ben bir annenin bir babanın kızıydım. Ama bir kuş dadandı bahçemize. Her gün böyle böyle dedi. Kardeşim de beni oradan kurtarmak için alıp kaçtı. Ama şimdi ise böyle böyle. Otuz dokuz gece ben bu iğneyi çektim. Bir iğne kalınca bir Çingen kızı aldım. Ben yattım, uyudum o uyanmış, böyle böyle oldu, demiş. Sabır taşı ortadan ikiye bölünmüş: — Sen bir sabır taşı olarak bölünürken ben nasıl dayanırım, demiş.  Bıçağı kendine bırakacağı vakit arkadan oğlan tutmuş:  — Tamam, senin böyle sıkıntıların vardı da bana niye anlatmadın? Gelmiş, Çingene kızını bir atın kuyruğuna bağlayıp babasının evine göndermiş. Ötekine de kırk gün kırk gece düğün etmiş. Yemiş etmiş…
Sabır Taşı ile Kin Bıçağı
Samsun
Karadeniz Bölgesi
Bir sığırcı varmış sığırcının bir de karısı varmış. Karısı da çok hastaymış. Karısının da bir bileziği varmış. Demiş ki: — Bak herif, ben ölürsem bu bilezik kimin koluna olursa onu al.  Bir tane de kızları varmış. Gel zaman, git zaman kadın ölmüş, zaman geçiyor. Babası: — Kızım ananın bana vasiyeti var, şu bileziği dolandır, kimin koluna olursa ben onu alacağım, diyor. Kız da o memleketi hep dolandırıyor, kimsenin koluna olmuyor. Kendi koluna takıp geliyor. Babasına diyor ki: — Baba bu bilezik kimsenin koluna olmadı. — İşte kızım senin koluna olmuş ya, diyor babası. — Baba sen beni mi alacaksın? — Alırım, anan vasiyet etti. — Baba madem öyle, benim de bir dileğim var. Dileğimi yerine getirirsen evlenirim. — Neymiş? — Altın direk yaptıracaksın, ondan sonra ben seninle evleneceğim.  Adama gidiyor, söylüyor, altın direği yaptırıyor. Kız gidip altın direkçiye diyor ki: — İçine bir adam sığacak, büyük iğne ile kilitlenecek, büyük iğne ile açılacak.  Neyse bunu yapıp getiriyor, eve bir odaya dayıyor. Adam camiye gidiyor, kız telli duvağıyla oraya giriyor, büyük iğneyle kilitliyor altın direği. Adam camiden geliyor bağırıyor, bağırıyor kız yok. Kapılarının önünden de büyük bir ırmak gidermiş. Adam kendi kendine: — Kızım herhalde bu ırmağa kendini attı, öldü. Kızımdan sonra bu altın direk haram olsun, diyor. Altın direği kaldırıp suya atıyor. Bu suda gidiyor, gidiyor, padişahın oğlunun atlarını suladığı yere gidiyor. Padişahın oğlu atları suluyor, atlar ürküyor. Bir de bakıyor ki bir altın direk. direği getiriyor, odasına dikiyor, kapısını kilitliyor. Her gün cariyeler yemek getiriyor, padişahın oğlu diyor ki: — Siz neden benim yemeklerimi yarım yarım getiriyorsunuz? — Yemin ederiz biz yemiyoruz, diyorlar. Padişahın oğlu kendi kendine: — Ben bir gözleyim. Bu altın direk geldi geleli benim yemeklerim yeniyor, diyor. Kapıyı yalandan açıp örtüyor, saklanıyor. Bir de kapının arkasından bakıyor altın direğin içinden bir kız çıktı. Böyle gelinliğiyle güzel mi güzel melekler gibi. Yemeği yiyip geri girecekken, koluna yapışıyor padişahın oğlu, kıza soruyor: — İns misin cin misin? — Ne insim ne cinim, insanoğlu insanım. — O zaman ne oldu sana? — Böyle böyle… Annem vasiyet etti, babam beni aldı. Ben de babama altın direk yaptırdım, içine girdim. Babam da kaldırdı, suya attı, diyor.  Padişahın oğlu da o zaman başka bir padişahın kızıyla nişanlıymış. O kızı öyle güzel görünce hiç nişanlısının yanına gitmemiş, nişanlısını hep ihmal etmiş. Bir gün böyle, beş gün böyle hiç gitmemiş, nişanlısını görmeye. Padişahın oğlu ava çıkarken cariyelerine: — Kapının anahtarını hiç kimseye vermeyin, biz avdan gelene kadar, diyor. Nişanlısı geliyor: — Padişahın oğlu nerde? — Ava gitti. — Bunun odasında ne var? — Altın direk var. — Kendi benim yanıma gelmiyor, anahtarı verin. — Vermem vermem, diyor cariye. Cariye böyle dediyse de cariyenin elinden anahtarı alıyor. Kapıyı açıyor ki bir büyük iğne altın direkte. Açıyor, bir kız, güzeller güzeli melekler gibi. Kızı dövüyor dövüyor, bir torbaya koyuyor; susuz bir kuyuya atıyor. Padişahın oğlu avdan dönüyor, altın direği açıyor. Bir bakıyor ki ne bir kız var ne bir şey: — Nişanlın böyle böyle yaptı, diyorlar. O da arıyor, soruyor, bulamıyor kızı. Nişanlısı da söylemiyor yerini. Oğlan hasta oluyor, yataklara düşüyor. Doktorlar hiç çare bulamıyorlar. Öylece yatıyor, hiç yemek yemiyor. İlan veriyorlar: — Padişahın oğlu çok hasta hiç kimsenin yemeğini yemiyor. Kimin yemeği güzelse getirsin, belki onun yemeğini yer, diyorlar. Bu kız da kuyuda yatarken, bir sığırcı sığır yayarken oradan geçiyormuş. Kendi kendine: — Kuyudan bir ses geliyor, bir ses geliyor, iniltiler geliyor, diyor. Bakıyor ki torbanın içinde biri var. İniyor, kızı çıkarıyor, ki teli duvaklı bir kız. Alıyor kızı, götürüyor. Neyse kız iyi oluyor adama: — Bu ilan sesi ney ki, diyor. — Padişahın oğlu çok hasta olmuş, yataklara düşmüş, hiç yemek yemiyormuş. — O zaman ben bir süt getireyim de, götüreyim, belki içer, diyor kız. — Biz bir sığırcıyız, o padişah oğlu içer mi? — İçer, diyor kız. Padişahın oğluyla yüzük değiştirmişler, onun yanındayken. Yüzüğü sütün içine bırakıyor, kılık da değiştiriyor, nine gibi oluyor. Sütü götürüyor, diyor ki: — Padişahımın oğlu belki benim sütümü içer. — Git pasaklı, padişahın oğlu senin sütünü içer mi? Bizimkini içmiyor, diyorlar. Oradan görüyor padişahın oğlu. Adamlara diyor ki: — Niye o ninemin sütünü almıyorsunuz? — Onun sütü içilir mi? — Gönlü kırılmasın, belki şifa olur, getir ninem içeyim, diyor. Bir kaşık alıyor, ikinciye bakıyor ki yüzük. Padişahın oğlu: — Nene sen bu sütten bana her gün pişir de getir, diyor. Diğerleri nasıl kıskanıyorlar, bizim sütümüzü içmiyor da onunkini içiyor diye. Babası da: — Ellemeyin, iyi olsun da o sığırcının sütüyle iyi olsun, diyor. Bu oğlan yiyor, içiyor, bir iyi oluyor ama diyor ki: — Benim düğünüm olsun. Düğünü oluyor, nişanlısı olan kız geliyor. Altın direğin içindeki kıza yaptıklarından dolayı bunu cezalandırıyor. Sonra da bir atın kuyruğuna bağlayıp babasının evine gönderiyor. Ondan sonra gidiyor, o altın direkten kızı getiriyor. Kırk gün kırk gece düğün ediyorlar muratlarına eriyorlar.
ALTIN DİREK
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Bir sığırcıyla bir kızı varmış, bir de ailesi varmış. Gel zaman, git zaman bu sığırcının karısı ölmüş. Kızı kalmış, sığırcı da evlenmiş ve evlenince bir kız da yeni karısından olmuş. Kadın her gün kendi kızını yanına alıyormuş, öbür kadından kalan kızı sığıra yolluyormuş. Bir kuru ekmek koyuyormuş çantalarına. Bir de eline yün ip verip akşama kadar eğirmesini istiyormuş. Bir gün kız yünü eğirirken yün yuvarlanıp elinden gitmiş, yer altında bir deliğe düşmüş. Kız bakmış ki orada bir nene oturuyor. Nene: — Kızım in de sen al, demiş. Kız inmiş, o kuyudan almış. Nene: — Kızım bir başıma bak, başım kaşınıyor. Kız başına bir bakmış ki yılan çıyan kaynıyor. Neneye: — Nene başına kurban olayım hiçbir şey yok. — Bir de turşu küpüme bak. — Turşu küpüne de kurban olayım, nene hiçbir şey yok. — Kızım, ben uyuyacağım, iki tane kız gelecek, ikisinde de tepsilerde su gelecek. Gelince beni uyandır, demiş. Bu beklemiş gelince de kadına çağırmış. Nene: — Soyun kızım, seni çimdireceğim, demiş. Bu kız karaymış. Çok kararmış güneşten. Analığı bunu her gün sığıra yolladığı için. O kadın bu kızı bir çimdirmiş, bembeyaz olmuş. O kırmızı suyla yanaklarını yıkamış, gözlerine de bir siyah çekmiş. Bunu bir süslemiş ama melekler gibi olmuş. Oradan ipini de almış, gitmiş. Akşam gelmiş, analığı görmüş; kıskanmış: — Sen ne oldun da böyle oldun? Sığıra kızım gidecek, sen gitmeyeceksin artık. — Gitsin daha iyi, demiş kız da. Eline yünü vermiş, çörekler yapmış, börekler yapmış, göndermiş. Kız ip eğirirken aynı bunun ki gibi yumağı oraya gitmiş. Oraya gidince eğilmiş bakmış ki bir nene: — Nene ver, demiş. — İn de sen al. — Cadı! Versen ne var ki, demiş. Vermemiş kadın. Kız inmiş, almış. Nene: — Başıma bak, demiş. Başına baksa ki yılan, çıyan. Kadını azarlamış: — Başına baba çıksın. — Turşu küpüme bak. — Turşu küpüne de baba çıksın, demiş. Orda laflar söylemiş. Nene: — Kızım ben uyuyacağım, iki tane kız gelecek, o zaman beni uyandır, demiş. Su gelmiş, kız onu uyandırmış. Kadın kızı soyundurmuş, kara suyla bir çimdirmiş. Kara kara etmiş. Bir de bunun alnına bir büyük sivilce koymuş. Eve gelmiş. Babası kızdan korkmuş. Bir çirkin, bir çirkin annesi ne olduğunu sormuş. Kız her şeyi anlatmış. Ana, kızını kimselere göstermemiş. Güzel kıza padişahın oğlu âşık olmuş. Dünür yollamış, bu kızı almış. Analık, güzel kızı gösterip gelin giderken çirkin kızı göndermiş. Bu kızı da ekmek tandırının içine koymuş, üstüne de bir tepsi koymuş. Tepsiye de yemi serip horozu koymuş. Şimdi gelinciler gelirken horoz: — Çekme anam tandırda, ayakları gölgede, diye ötüyormuş. Gelinciler: — Bu horoz niye ötüyor? — Anam bizim horoz böyle insan gibi konuşuyor, demiş. Onlar da bilmeyip alıp gelini götürmüşler. Gelinin yüzü kapalıymış. Akşam olunca güvey, gelinin yüzünü açmış: — Allah’ım bir çirkin. Bu benimki değil! Sen kimsin? — Böyle böyle annem onu sakladı, beni verdi. — Ben asla kabul etmem, bugün dur; seni yarın götüreceğim. Bu kız da hiç durmadan sivilceyi kaşıyor. Padişahın oğlu sivilceyi görmemiş: — Sen ne yapıyorsun, neyi kaşıyorsun, diyor? — Anam kara üzüm verdi, yiyorum da ondan. — Kara üzümden böyle ses çıkmaz.  Bir de alnına bakıyor ki kocaman sivilce. Bunun kolundan tutup sürükleyerek getiriyor. Orada horozu kaldırıyor ki güzel kız orada. Öbür kızı bırakıyor, güzel kızı götürüyor. Düğün edip muradına eriyor.
Sığırcının Kızı
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellal iken… Bir Fillik ile bir Kuru Kabak varmış. Birinin adı Fillik birinin adı Kuru Kabak. Evvel süpürge malzemesi toplarlarmış. Topladıklarını eve getirip süpürge yaparlarmış. Onla evi süpürürlermiş. Bir gün: — Gel süpürgeye gidelim, demişler. Süpürgeye gitmişler, toplamışlar toplamışlar bir de baksalar ki akşam olmuş. Bir yandan köpekler uluyor, bir yandan tütün tütüyormuş: — Nereye gidelim nereye gidelim, gel tütün tütene gidelim. Tütün tütenin kapısını dövmüşler ne olsun. Kapıyı açmışlar ki bir dev karısı. Dev bunları içeri almış, ama bunlar çok zayıf. Pişirip yese dişinin dibinde kalacak. Oradan bunlara adlarını sormuş. Biri Kuru Kabak, biri Fillik demiş. Gece olmuş uyanmış dev karısı. Sormuş: — Kim uyuyor, kim uyanık? — Fillik uyanık. — Fillik ne yersin? — Annem kalkardı, kazı keserdi. Yerdik, içerdik horul horul yatardık, demiş. Birinde kaz, birinde tavuk demiş. Üç gün bitmiş, bunlar biraz kilo almış, yenme zamanı gelmiş. Bunlar durumu anlayınca devin elinden nasıl kurtulacaklarının planını yapmışlar, kendilerini yiyeceklerini biliyorlarmış. Ertesi gün olmuş, yine gece uyanmış dev: — Kim yatıyor kim uyanık. — Fillik uyanık. — Fillik ne yersin. — Anam kalkardı, bir kevgiri alırdı; pınara giderdi. Kevgiri su doldururdu, getirirdi; içerdik, horul horul yatardık.  Kevgir dolmuyormuş ya bu arada kaçmayı planlamışlar. Dev karısı kevgiri almış. Pınara tutuyor, dolmuyor; pınara tutuyor, dolmuyormuş. Bunlar kaçmış. Fillik’in ayakkabısı evde kalmış. Biraz ilerlemişler, gitmişler. Dev karısı gelmiş ki evde kimse yok. Biraz ilerlemişler, ayaklarına diken batmış, görünmeden gidip ayakkabısını almak istemiş. Ama cebinde de bıçağı varmış. Ayakkabısını alırken dev bunun koluna yapışmış, bir torbaya koymuş. Ağzını bağlamış. Gitmiş şişleri kızdırmış, bunu öldürüp yiyecekmiş. Bıçağıyla torbanın ağzını kesmiş Fillik. Danayı torbaya koymuş, ağzını bağlayıp kaçmış. Şişleri kızdırıp gelmiş dev karısı: — Nasıl kazlarımı yer miydin? Şişleri batırınca dana bağırmış: — Dana gibi bağır, demiş. Şişleri batırmış batırmış dana ölünce sesi kesilmiş. Bir de torbayı çözünce bakmış ki ne Fillik var ne bir şey: — Vay! Fillik sen ettin edeceğini, benimki kaldı, demiş.
Fillik
Bayburt
Karadeniz Bölgesi
 Çok eski zamanlarda bir padişahın güzel bir meyve bahçesi varmış. Bu bahçede de bir armut ağacı…Ama her yıl bir dev gelir, bu armutları yermiş. Padişah artık kızmaya başlamış birinci sene büyük oğlundan armut ağacının başında nöbet tutmasını armutları yedirmemesini istemiş. Oğlu kabul etmiş, okunu ve yayını almış eline, başlamış gözetlemeye. Dev homurdana homurdana gelirken, büyük oğlan korkmuş, kaçmış.  Aradan bir sene geçmiş bu sefer padişah gözetleme görevini ortanca oğluna vermiş. Ortanca oğlunun da devin homurtularını duymasıyla kaçması bir olmuş. Dev armutları yine yemiş.  Üçüncü sene Padişahın küçük oğlu, okunu kılıcını kuşanmış; armut ağacının tepesine çıkmış. Dev tam armutları alacakken okunu atıp devi vurmuş. Dev yaralı bir halde oradan gitmiş.  Küçük oğlan saraya gelmiş; babasına devi yaraladığını söylemiş. Ağabeyleriyle birlikte devin izini sürmeye başlamışlar. Büyük oğlanlar korktukları için daha fazla gidememişler. Küçük oğlan yola tek başına devam etmiş. Az gitmiş uz gitmiş; sonunda devin yaşadığı köye varmış. Bu köydekiler devden çok şikayetçilermiş. Köylülere yiyecek içecek versin diye her sene deve bir kız veriyorlarmış. Bu yıl da deve padişahın kızı verilecekmiş. Oğlan düşünmüş taşınmış, ertesi gün kızı deve verecekleri yere gitmiş. Kızın arkasına saklanmış. Dev kızı alacakken; oğlan kılıcıyla devin kafasına vurmuş, dev ölmüş.  Padişah kendilerini devden kurtaran bu gence bir hediye vermek istemiş: — Ne dilersen dile benden, demiş. Oğlan padişahtan çok beğendiği kızını istemiş. Padişah da vermiş. Oğlan kızı alıp babasının sarayına götürmüş. Kırk gün kırk gece düğün yapıp evlenmişler. Onlar ermiş muratlarına biz çıkalım kerevetine.
Dev ve Armutlar
Sinop
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, cinler cirit oynarken, pireler berber iken, anam düştü eşikten, babam düştü beşikten; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken, anam kaptı saçmayı, babam kaptı dolmayı; derken bir ülkenin padişahı halkına bir gün haber veriyor. Bütün köyde ışık sönecek, hiçbir ışık yanmayacak. Padişah gece gezerken baksa ki bir ışık yanıyor. Oraya varıyor, söylenene kulak misafiri oluyor. Üç tane kız, üç kardeş. Diyor ki büyük kız: — Padişah beni alsa, bir halı dokusam, bütün padişahın askeri otursa yine artar. Ortanca kız diyor ki: — Padişahın oğlu beni alsa, bir yemek yapsam bütün askeriye yese yine artar, diyor. Küçük kız diyor ki: — Padişah beni alsa, bir altın dişli oğlanla sırma saçlı kız doğururum, diyor. Neyse padişah bunun üçünü de alıyor, evine getiriyor. Herkes görevini yapmış; yalnız küçük bacı aynı dediği gibi altın dişli oğlan, sırmalı saçlı kız doğuyor. Bacıları çekemediklerinden padişaha diyorlar ki: — Karın it doğurdu. O zaman padişah: — Bunu dört yolun ortasına dikin, gelen giden tükürsün, diyor. Neyse bu öteki karıları, bacıları, bir sandığa koyuyor çocukları suyun içine bırakıyorlar. Su alıp, gide gide bir değirmenin sırtına varıyor. Orada değirmenci çıksa baksa ki bir sandık, sandığı açıyor; iki tane çocuk. Değirmencinin çocuğu da yokmuş. Bu çocukları büyütüyor. Büyütüyor, okula salıyor. Orada, okulda okurken oğlan biriyle dövüşüyor. Biriyle dövüşürken dövüştüğü çocuk diyor ki: — Lan, sen iyi biri olsan anan, baban belli olur, diyor. O zamana kadar o çocuk düşünüyor, geliyor eve diyor ki: — Sen benim babam da değilmişsin, anam da değilmişsin. Çok sağ olun, var olun, diyor. Bunlar dağa çıkıyor. Dağda ev falan yapıyorlar. Orada sığınırken av getiriyor, av yiyorlar. Oradan ava çıkınca padişah, çocuklara denk geliyor avda. Padişah da çıkarmış ava. Babası olacak da bilmiyorlar birbirini. Neyse ayrılıyorlar, oradan geliyor padişah eve, diyor ki evdeki avratlarına: — Ben bugün bir oğlan gördüm ki sorma. Böyle vuruldum. Hiç oğlan doğurmazsınız, diyor. O zamana kadar o avratlar evdeki avratları huylandırıyorlar. Onlar olduğuna. Neyse ertesi gün bir daha çıkıyor ava. Yine kavuşuyorlar babasıyla, padişahla. Geliyor ondan sonra. Şimdi bunlar cadı karısı salıyorlar kıza. Kız bir evde imiş. Kıza diyorlar ki: — Senin ağabeyin geliyor, kızlarla oynuyor, geziyor, tozuyor; sen burada yalnız ne yapıyorsun, diyorlar. — Ne yapacağım, evde oturuyorum, diyor. Cadı kadın: — Ağabeyine söyle. Devlerde bir çeşme var, bir gözü yağ, bir gözü bal akar. Onu getirtebilirsen getirt, diyor. O devlerin evine varmak hiç de kolay değil, devlerin içine girmek. Cadı kadın kızın kardeşini öldürtecek devlere. Akşam kızın kardeşi eve geliyor. Kız, devlerin bir gözü yağ, bir gözü bal akan çeşmesini istiyor. Oğlan bu çeşmeyi bulmak için çıkıyor yola. Oğlan yolda giderken iki kişi dövüşüyor. Bunun babası ölmüş, babasından bir kamçı, bir de külah kalmış. Külahını sen al, kamçıyı ben alayım derken dövüşüyorlarmış. Şimdi bu oğlan varıyor, dövüşenlere derdiniz nedir diye soruyor. Onlar da anlatıyor: — Bizim babamız öldü. Mirası bölüşemiyoruz. Oğlan: — Mirasınız ne? Adamlar: — Bir külah. Oğlan: — Bu bölünür de önce bunların hünerlerini söyleyin. Adamlar: — Külahı başına takacaksın, “ya Allah!” deyince o seni istediğin yere götürüyor. Oğlan bunları duyunca çok şaşırıyor: — İyi! Böyle bir şeyi gökte ararken yerde buldum. Güzelmiş. Öyleyse ben sizi dinledim, siz de beni dinleyin. Şimdi ikinizin de ok ve yayları elinde. Birer ok atın, herkes attığı oku alıp gelsin. Kim erken gelirse külah onun.  Adamlar oklarını atıp arkasına gidiyorlar. Onlar gelene kadar bu oğlan, külahı kafasına giyiyor. “Ya Allah!” diyor, gidiyor. Taa devlere kadar gidiyor. Devlere giderken orada peri kızına rastlıyor. Peri kızı, buna vuruluyor, oğlana: — Derdin ne? — Böyle böyle. Devlerin bir gözü yağ, bir gözü bal akan çeşmesini alıp kardeşime götüreceğim, diyor. — Ben seni alacağım. Oraya seni düşmanlığına yollamışlar ama hadi Allah yardım etsin. Al şu sakızı. Yolda bir deve rast geleceksin. Eğer sinekler ağzından girip kıçından çıkıyorsa uyuyor. Kıçından girip ağzından çıkıyorsa uyanıktır. Uyanıksa hemen bir okka sakızı ağzına koy. Hemen sağ memesine sarıl, biraz em. Sonra ona çeşmeyi sor. O sana yolu gösterir. Oğlan, peri kızının söylediklerini yapar ve dev ona yolu gösterir. Oğlan yoluna devam ediyor. Neyse oradan devlere varırken varırken bir tane eve varıyor. Devlerin anasıymış. Peri kızının dediklerini yapıyor ve sağ memesinden emiyor. Devin oğlu oluyor böylece. Devlerin çocukları gelirken dev oğlanı dolaba saklıyor. — Ana, insanoğlu kokuyor. O da: — Dişlerinin dibine bak oğlum, diyor. Yalnız peri demiş ki: — Parmağını taktın mı seninle gelir çeşme. Oradan kaç. Giy, kaç. Oğlan bir fırsatını buluyor. Hemen oradan çeşmeye uğruyor, parmağını bir takıyor. Doğru buraya getiriyor çeşmeyi. Çeşme geliyor. Ondan sonra ertesi gün yine ava gidiyor. Yine padişahla rastlaşıyorlar. Padişah yine oğlanı görüyor. Geliyor padişah, evde avratlarını sıkıştırıyor: — Siz bir oğlan doğurmadınız, diyor. Yine cadı karısını salıyorlar avratlar, kıza. İşte orada yaşamaya devam ediyormuş diyorlar. Cadı karısı kızın yanına gelip: — Devlerin içinde ayna, tarak var. Onu getirirsen ne güzel olur, diyor. Cadı karısı, kıza ağabeyini devlere öldürtüp rahat edecek. Ağabeyi akşam geliyor. — Ağabey devlerde ayna ile tarak varmış onu getir, gönlümü eğlendireyim, diyor. — Gelmesi güç bacım, senin hatırın kırılmasın getireyim, diyor. Burada yine külahı kafasına takıp gidiyor. Tabii yine aynayı tarağı birinden alıp getiriyor. Ondan sonra peri kızıyla evleniyorlar. Oğlan bir akşam padişahı evine davet ediyor. Yalnız çok muazzam ev yaptırmış. O zamana kadar peri kızı biliyor tabii oğlanın kim olduğunu. Neyse padişah geliyor, yiyorlar, içiyorlar. O zaman peri kızı, padişaha diyor ki: — Buraya bak. Ben gelinin olurum, bu kızın, bu oğlun olur. Mesele böyle böyle oldu. O karılar, bunları böyle böyle yaptı. Sana, it doğurdu, diyerek garez ettiler. Sen de bunların anasını yola attın, diyor. O zaman padişah onların anasını getiriyor, orada evdeki avratları katırların kuyruğuna bağlıyor, dağ yukarı sürüyor. Bu masal da burada bitiyor. 
Padişah ve Çocukları
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir Keloğlan bir de annesi varmış. Keloğlan sürekli annesine eziyet edermiş. — Anne, babamın zanaatı neydi, der dururmuş. Annesi de bıkmış artık: — Oğlum, baban balık tutar, gelirdi. Her gün iki tane balık getirirdi. Birini yerdik, birini de satardık. İşte, orada babanın eski balık ağı duruyor, demiş. Oğlan da o ağı alıp balık tutmaya gitmiş. Hıristiyan bir adam, kitapta Keloğlan diye birinin balık tutacağını ve bu balığın karnından altın yapan tas çıkacağını okumuş. Bu adam her gün Keloğlan’ın önüne çıkarak tuttuğu balığı istermiş. Keloğlan da bu adama tuttuğu balıkları satarmış. Bir gün balığa gidecekken annesi, Keloğlan’a tuttuğu balıkları eve getirmesini söylemiş. Keloğlan da o gün tuttuğu balıkları adama vermeyerek eve götürmüş. Keloğlan evde balıkları temizlerken balığın karnından bir tasın çıktığını görmüş. Keloğlan tası alıp içine su doldurmuş. Suyu yere döktüğünde tasın içinden altın döküldüğünü görmüş. Bu şekilde her yeri altınla doldurmuşlar. Keloğlan tası yanına alıp dışarı çıkmış. Yolda kız alıp satan bir bey oğlu ile karşılaşmış. Keloğlan, kızların içinden beyin kızını beğenmiş. Dereden su alarak kıza doğru suyu atmış ve su altına dönüşmüş. Bunu gören kız, tası Keloğlan’dan istemiş ve babasından gizli Keloğlan’ın karısı olmuş. Beyin kızı hamile kalmış ve bir oğlu olmuş. Bey sarayın yanından geçerken bebek ağlaması duymuş ve bunun ne demek olduğunu karısına sormuş. Karısı da kızının oğlu olduğunu ve ağlayan bebeğin de torunları olduğunu söylemiş. Bunu duyan bey sinirlenmiş. Kızının evlenmeden bebek sahibi olamayacağını söyleyerek o bebeği de istemediğini belirtmiş. Bey, bir ustaya sandık yaptırtmış ve bu sandığa kızı ile torununu koyarak sandığı denize bırakmış. Dalga ile rüzgâr sandığı bir kıyıya ulaştırmış. Kıyıda bir dede denizi temizlermiş. Kız, dedeye seslenerek kendilerini kurtarmasını istemiş dededen. Dede kızı kurtarmış. Kız, dedenin evine gitmek istediğinde dede evinde yer olmadığını söylemiş. Kız da hünerli tası dedeye gösterince dede kızla çocuğu yanına alarak fakirane evine götürmüş. Kız tası kullanarak odalar dolusu altın yapmış. Bu altınlarla büyük konaklar yaptırmışlar. Kâhyalarına da kendilerinin herkese üç öğün yemek yedirip bir tane de sarı lira vereceklerini söyletmişler. Her gelene üç öğün yemek yedirip birer sarı lira vermişler. Keloğlan’ın da bir süre sonra evdeki altınları bitmiş. Altın tası da gitmiş. Keloğlan’ın annesi de yeni türeyen zenginlerin yemek yedirip, sarı lira verdiğini duyunca oğluna konağa gitmelerinin iyi olacağını söylemiş. Anne ile oğlan yola düşmüşler. Kız da erkek kılığına girip gelenlerin yanına gidermiş. Keloğlan ile annesi konağa ulaşmış. Kız, Keloğlan’ı görünce tanımış. Kâhyasını çağırıp Keloğlan’ı göstermiş ve onun ayağının altına eski güzel halılar sermelerini, geri kalan yerlere de kadife yaymalarını söylemiş. Kâhya söylenenleri yapmış ve Keloğlan ile annesini ayrı bir odaya almış. Annesi bu durumdan şüphelenmiş ve oğluna: — Asacaklar mı, kesecekler mi bizi. Hiç elin içine koymuyorlar, demiş. Keloğlan da annesinin söylediklerini dinlermiş. Bir zaman sonra da yeni zenginlerin ününü duyan bey, onları yakından görmek için kızının yaptırdığı konağa gelmiş. Kız babasını da ayrı bir odaya ayırmış. Kız babası ve onun yanında gelen dokuz adamı için birer tane altın yapmış ve hünerli tası onların bulunduğu odaya koymuş. Altın tası görüp hayran olan beyin adamları aralarında fısıldanırlarmış. Kız yine erkek kılığına girerek babasının bulunduğu odaya gelmiş. Arkasında da büyüyen oğlu dururmuş. Kız, beyin adamlarına ne konuştuklarını sormuş. Onlar da altın tası çok beğendiklerini, konak sahibinin bu tası kendilerine verip veremeyeceğini öğrenmek istediklerini söylemişler. Kız da konak sahibinin dul bir annesi olduğunu ve onunla evlenen kişiye bu altın tası vereceğini bildirmiş. Bunu düşünen adamlardan biri bu teklifi kabul ettiğini söylemiş. Kız da onun değil, babasını göstererek, beyin bu teklifi kabul etmesini istediğini söylemiş. Bir süre düşünen bey de daha fazla dayanamayarak teklifi kabul etmiş. Bunu gören kız, hemen başındaki şapkayı çıkarmış ve: — Yazıklar olsun, baba! Ben, senin hiç dinlemeden denize bıraktığın kızınım. Ben de bu tasın görkemine kapıldığım için Keloğlan’ın karısı oldum. Arkamda duran bu çocuk torunun, yan odamızda duran adam da babası. Demek ki dünyada herkes hata yapabilirmiş, demiş. Bunları duyan babası da pişman olduğunu ve ikisini de alıp evlerine götürmek istediğini söylemiş. Ancak, kız kendisini kurtaran dedesini bırakmayacağını, onunla beraber yaşamak istediğini söyleyerek babasını evine göndermiş. Keloğlan, kız, çocukları ve yaşlı dede mutlu bir hayat sürmüşler.
Keloğlan ve Altın Yapan Tası
Eskişehir
İç Anadolu Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken…Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, çok uzak illerin birinde bir baba ile kız yaşarmış. Kızın annesi onu doğururken ölmüş… Kızının annesiz kalmasına çok üzülen baba ona hem annelik hem babalık yapmış.  Baba öyle çalışkanmış öyle çalışkanmış ki hem kendi ayakkabı dükkanında çalışırmış hem de evin işlerine bakarmış. Kızına iş tutturmazmış.  Yıllar geçmiş, baba iyice yaşlanmış, kızı güzeller güzeli bir genç olmuş. Baba hem eve hem işine yetişemez olmuş. Onun kızına iş yaptırmaması, kızının tembel mizacını iyice körüklemiş ve genç kız hiçbir işe el sürmez olmuş. Sabahları kalkar kalkmaz pencerenin önüne oturur, akşama kadar pencereden dışarıya bakarmış.  Bir gün kızın babası hastalanmış. Bu hastalık babada ölüme çok yaklaştığını hissettirmiş. Günlerce düşünmüş taşınmış, öldükten sonra kızının hali nice olur diye karalar bağlamış. Babası hasta yatarken ak sakallı bir derviş gelmiş, ne yapıp yapıp kızını bu tembellikten kurtarasını ve helal süt emmiş biri ile evlendirmesini söylemiş. Bunun üzerine adam, kızını iyi huylu, güvenilir, temiz bir delikanlı bulup evlendirmeye karar vermiş. Böylece hem kızına bakacak, onu koruyup kollayıp, onu sevecek hem de dükkânı o öldükten sonrada iş yapmaya devam edecekti.  Baba kızına uygun delikanlılar bulmuş. Ancak bu delikanlılar aileleriyle kızı istemeye geldiklerinde kızın tembelliklerini gören anneleri kızı istememişler. Kızını bir türlü evlendiremeyen baba bu duruma çok üzülmüş ve kızının tembelliğini bitirmenin çarelerini düşünmeye başlamış…  Genç kızın babası düşünmüş taşınmış, kızına bir oyun oynamaya karar vermiş. Bir gün sabah erkenden pazara gidip tavuk almış; onu kesmiş, temizlemiş ve ocağa pişmesi için koymuş. Kızına tavuğu aldığını, yaptıklarını ve ocağa koyduğunu anlatmış. — Ben bu tavuğu pişirebilmek için çok emek harcadım, akşama bu tavuk hazır olsun. Eğer tavuğun başına bir şey gelirse seni suçlu bulurum, sopayla seni döverim, demiş ve evden gitmiş. Kız babasının bu sözlerine bir anlam verememiş, çok şaşırmış. —  Benim babam beni çok sever, bana hiç kıyamaz neden böyle dedi acaba, diye düşünmüş ama pencerenin önüne oturunca babasının dediklerini hemen unutmuş.  Öğlene doğru kapının önüne bir dilenci gelmiş, kızdan ekmek istemiş. Kız kapıyı açmaya üşenmiş. — Kim aşağıya inecek, kapıyı açıp ekmek torbasından ekmek verecek, demiş. Dilenciye evin anahtarını atmış. — İçeriye gir, kapının sol tarafında mutfakta ekmek var onu al, kapıyı kapat git, demiş. Dilenci içeri girmiş kokuyu duymuş, ocakta pişen tavuğu görünce tavuğu almış, torbasına koymuş, kaynayan tencerenin içine de çarıklarını koymuş.  Evden çıkınca kıza bakıp şarkı söyleyip oynamaya başlamış; —  Senin tavuk benim çantanın içinde, benim çarık senin tencere içinde.  Dilenci bu şarkıyı söylemiş oynamış. Dilencinin bu hali genç kızın çok hoşuna gitmiş. Akşam babasına bütün olanları anlatmış, eğlenmiş. Dilencinin söylediği şarkıyı söylemiş. Baası bunları duyunca kızını da yanına alarak mutfağa gitmiş, tencereyi açmış. Tencere de çarıkları görünce babası kızına çok kızmış, kızının aklı başına gelsin diye ona sopayla vurmuş. Aslında işin aslı böyle değilmiş. Babası kızının tembelliğini sona erdirmek, aklını başına getirmek için dilenciyle anlaşıp böyle bir oyun hazırlamış. Ertesi gün kızı babasından erken uyanmış. Yediği dayak onu akıllandırmış. Babasına kahvaltı hazırlamış, evi temizlemiş… Kızının bu çalışkan halini gören baba, çok mutlu olmuş. Günler geçmiş, genç kız hiç tembellik yapmamış. Babası bu durumdan mutluymuş mutlu olmasına, ama kızını evlendiremediği için de üzülüyormuş.  Genç kız günler sonra iyice çalışkan, becerikli olmuş. Ama bir türlü kısmeti çıkmıyormuş. Kızın tembel halini bilenler onun tembelliği bıraktığına inanmıyorlarmış.  Bir gün babasının dükkanına yakın ilden bir tüccar gelmiş. Ayakkabı yaptırıp kendi ilinde satmak istiyormuş. Kızın babası bu genç tüccarla iş yapmayı kabul etmiş ve onu akşam yemeğe davet etmiş. Akşam eve gelen tüccar yediği yemekleri çok beğenmiş. Babası kızını tüccarla tanıştırmış. Tüccarla genç kız birbirlerini görür görmez âşık olmuşlar.  Günler geçmiş tüccar verdiği ayakkabı siparişlerini almak için tekrar kızın babasının yanına gelmiş. Ancak genç tüccarın yanında ailesi de varmış. Tüccarın babası, kızın babasıyla konuşmuş, oğlunun genç kıza âşık olduğunu söylemiş ve genç kızı babasından istemiş. Kızın babası bu duruma çok sevinmiş ve misafirlerini eve davet etmiş. Çünkü kızının hislerini bilmeden bir cevap vermek istemiyormuş. Eve gelen tüccarın ailesi genç kız çok beğenmişler, genç kızın da bu işin olmasını istediğini anlayan baba kızını tüccara vermiş.  Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Genç kızın böylesine zengin, iyi bir gençle evlenmesine komşuları akıl erdirememiş. Kendilerinin tembel diye oğullarına layık görmedikleri kız nasıl olur da evlenir diye düşünmüşler. Genç kız evlendikten sonra da hiç tembellik yapmamış. Eşine ve çocuklarına çok iyi bakmış, evini temiz tutmuş, güzel yemekler pişirmiş. Kızının mutlu bir evlilik sürdürdüğünü gören baba çok mutlu olmuş ve huzur içinde yaşamış. Onlar ermiş muratlarına, biz çıkalım kerevetine…
Çalışkan Babanın Tembel Kızı
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, cinler cirit oynarken eski hamam içinde, dedem ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bu tekerleme de böyle devam ederken ülkenin birinde, çok uzun zaman önce baba ve üç oğlunun yaşadığı evin bahçesinde bir elma ağacı varmış. Ağaç her yıl yalnızca üç meyve verirmiş. Ancak meyveler sahiplerinin yemesine fırsat kalmadan teker teker kaybolurmuş.  Meyve mevsiminde oğlanlar nöbet tutmaya karar vermişler. Büyük ve ortanca çocuk nöbet tutarlarken uyuya kalınca iki meyve de yok olmuş. Üçüncü meyve için nöbet tutan küçük oğlan gece bir ejderhanın geldiğini görmüş ve ejderhayı yaralamış. Sabah olunca üç kardeş kan izlerin takip etmiş ve ejderhanın derin bir kuyuda uyuduğunu görmüşler ve kuyuya iple inmeye karar vermişler. Önlem almak için ”iyiyim” deyince ipi salmaya “kötüyüm” deyince ise ipi yukarı çekmeye karar vermişler. İlk iki oğlan korkularından hemen “kötüyüm” deyip yukarı çıkmışlar. Küçük oğlan ise kuyunun dibine kadar inmiş. Dibe inince bir kapı görmüş, içerde güzel bir kız varmış, kız: — Çabuk git, yoksa ejderha seni yer, demiş  Oğlan dinlemeyip diğer kapıyı da açmış ve orda da güzel bir kız varmış, oradaki kız da ilk kızın dediğinin aynısını demiş ama oğlan yine aldırmamış. Oğlan bir kapı daha açmış ve burada da bir kız varmış ama buradaki kız diğer kızlardan daha güzelmiş. Kız ona diğer kızların dediğini demiş. Oğlan kızı dinlememiş ve son kapıyı da açmış ve yedi başlı ejderhayı görmüş. Hemen kılıcına sarılıp en büyük başı kesmiş ve ejderha yere yuvarlanmış. Kızlar da ejderhanın ölmesine çok sevinmişler ve oğlanla gitmeye karar vermişler. Oğlan sıra ile kızları yukarı çıkarıyormuş en güzel kız demiş ki, — Önce sen çık, çünkü kardeşlerin benimle evlenmek için seni burada bırakacaklar, demiş.  Ama oğlan ona inanmamış. Kız bunun üzerine oğlana sihirli bir yüzük vermiş, başın sıkışınca bunu kullanırsın demiş ve yukarı çıkmış. Güzel kızın dediği olmuş. Oğlanı kardeşleri orada bırakmışlar. Oğlan burada kaldığı sürede bir kuşun yavrularına yardım eder ve kuş ona ne zaman isterse yardım edebileceğini söyler. Daha sonra oğlanın bir köye yolu düşer, burada öğrenir ki bu köylüler su için her sene ejderhaya bir çocuklarını kurban veriyorlar. Oğlan bu ejderhayla da savaşır ve öldürür. Köylüler oğlana ne isterse yapacaklarını söylerler. Yeraltında kalmaktan çok sıkılan oğlan kuştan ve köylülerden yardım ister. Kuş onu yeryüzüne götürmeye karar verir ve kuşun yol boyunca yiyeceğini köylüler ayarlarlar ve oğlan yola çıkar. Uzun bir zaman sonunda yeryüzüne ulaşır oğlan. Bu arada oğlanın yeryüzünde kalan babası meyveler sayesinde zengin olur ve o civarın padişahı olur. Kuyudan dönen oğulları getirdikleri kızlarla evlenmişlerdir ve küçük oğlana düşen kızı ise padişah, oğlunun gelmesi umuduyla alıkoymuştur ama zaman geçtikçe oğlunun geleceğinden umudunu kesen padişah, yanındaki kızı evlendirmeye karar verir. Oğlanlara kızı kim ikna ederse onunla evlendireceğini ve ona tahtı bırakacağını söyler. Küçük oğlandan başkasını istemeyen kız ise kendisini ikna etmeye çalışan kardeşlerden gerçekleştiremeyecekleri taleplerde bulunmuştur. Küçük oğlan ise dolaşa dolaşa bir köye gelir ve beyin evinde kalmak ister. Bey bir şartla kabul eder. Beyin şartı, altından bir elbise yapmasıdır. Misafir kabul eder ve sabah olunca beye altın elbiseyi verir, yoluna devam eder. Başka bir köye gelir, burada da beyin evinde kalmak ister. Bu evdeki bey de bir şartla kabul eder. Bu beyin şartı ise altın tepsi içinde altın civcivlerdir.  Misafir olan küçük oğlan bunu da kabul eder ve sabah olduğunda beye verir. Küçük oğlanın misafir olduğu evler aslında onu kuyuda bırakan kardeşlerinin evidir. Bu istekleri ise yalnızca sihirli yüzükle yapılabileceği için kız istemiştir onlardan. Çünkü sihirli yüzük olmadan bunları başka kimsenin getirmesi mümkün değildir. Bu nedenle iki kardeşin bu istekleri yerine getirmesi halinde kız sevgilisinin yeryüzüne çıktığını anlar ve durumu padişaha anlatır. Baba çocuklarını sorgulayarak misafirden haberdar olur. Oğlunu buldurur ve kızla evlendirip tahtı da küçük oğlana bırakır.
SİHİRLİ YÜZÜK
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
 Zamanın birinde küçük bir köyde bir adam yaşarmış. Adamın karısı ölünce iki çocuğuyla yapayalnız kalmış. Çareyi evlenmek de görmüş. Fakat evlendiği kadının içini kötülük bağlamış, zavallı iki küçük çocuğu bir türlü sevememiş. Ne yapmış ne etmiş kocasını kandırmış. Çocukları gözden çıkarmaya hatta öldürmeye karar vermişler. Bu konuyu konuşurken adamın kız çocuğu her şeyi duymuş ve erkek kardeşine olanı biteni anlatmış. Birlikte plan yapmışlar. Üvey anası kızı yıkarken kız anasının ayağının altına doğru kil atmış, kadın kayıp düşmüş. Ayağa kalkınca da sabun atmış, kadın yine kayıp düşmüş ve yine ayağa kalkmış. Bir yandan da kıza bağırıp azarlıyormuş. Bu sefer de tarağı atmış kız anasının ayağının altına. Tarağın sivri ucu kadının ayağına batmış, düşmüş yine. Bu sırada kız küçük kardeşini de yanına almış, kaçmışlar evden. Biraz yürümüşler, ne tarafa gitseler karar verememişler. Kız, kardeşine sormuş: — Tütün tüten yere mi gidelim, köpek havlayan yere mi? — Çocuk köpekler bizi ısırır, tütüne gidelim, demiş. O tarafa doğru gitmişler ve bir eve rast gelmişler. Kapıyı çalınca bir devle karşılaşmışlar. Dev bunları hemen yutuvermiş, yuttuğu gibi de dışkısından çıkarmış. Çocuklar çok korkmuşlar, kaçmışlar devden. Bir dere kenarına gidip yıkanmışlar. Sonra yürümeye, yol iz tutmaya devam etmişler. Karşılarına bir çeşme çıkmış, su içelim derken uzakta at üstüne bir bey oğlu görmüşler. Çok korkmuşlar, onlara zarar vereceğini düşünmüşler. Çocuk çeşmenin arkasına saklanmış. Çeşmenin hemen yanında koca bir kavak ağacı varmış, kız bunu fark edince: — Eğil kavağım eğil, ben çıkayım sen doğrul, demiş. Kavak eğilmiş ve kız kavağın tepesine çıkmış. Bu kız çok güzelmiş, ay parçası gibi bir yüzü varmış. Kızın cemali bey oğlunun atının su içtiği oluğa yansımış, at bile güzelliği görünce kişnemeye tepinmeye başlamış. Bey oğlu ne olduğunu anlamak için oluğa bakmış, olukta kızın cemalini görünce kaldırmış başını ve kavağın tepesinde kızı görmüş. O anda âşık olmuş. — Ben sana zarar vermem ne olur in, diye çok yalvarmış. Aylarca kavağın dibinde onu beklemiş ama ne çare. Bu sırada kızın kardeşi de korkudan Allah’a yalvarmış: — Allah’ım ne olur, beni geyik yap da bu bey oğlundan kurtulayım, demiş. Ve geyik olmuş. Beyoğlu en sonunda bir cadı kadın bulmuş ve kavağın dibine getirmiş. Uzaktan onları izlemeye koyulmuş. Kadın elindeki su kabını ters çevirdiği için bir türlü su dolduramıyormuş. Bunu yukardan izleyen kız, kadına seslenmiş: — Su kabını düzelt, demiş. Kadın da: — Yavrum, ben düzeltemem, sen in de oradan, bana yardım et, demiş. İyi kalpli kız kadına acımış. Ve kavağa tekrar seslenmiş: — Eğil kavağım eğil, ben ineyim de sen doğrul, demiş. Kavak eğilmiş kız inmiş. Onları izleyen bey oğlu da hemen koşup kızı yakalamış. Güzelce konuşmuşlar: — Ne istersen yaparım, yeter ki evlen benimle, demiş bey oğlu. Kız da beğenmiş bey oğlunu: — Benim bir kardeşim var, Allah’ın emriyle geyik oldu, onu da kabul edersen evlenirim seninle, demiş. Bey oğlu kabul etmiş, almış ikisini de konağına götürmüş. Kız sormuş: — Kardeşim nerde yatacak, demiş. Bey oğlu da: — Ayak ucumuzda yatsın, demiş.  Gece olunca yatmışlar, geyik de ayak uçlarına. Artık çok mutlularmış. Geyik, ablasının ayağına dokunup ‘bu ablamın ayağı’, bey oğlunun ayağına dokunup ‘bu eniştemin ayağı ‘diye şarkı söyleyerek uyuyakalmış. Bu masal da burada bitmiş.
Kavak Kızı ile Geyik Çocuk
Amasya
Karadeniz Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş. Ormanın kıyısındaki küçük bir kulübede yoksul bir oduncu, karısı ve üç kızıyla birlikte yaşıyormuş. Yoksul oduncu ormanda çalışıyormuş ama öğlen olunca evine gelip yemeğini yer tekrar gidermiş. Yine bir sabah işe giderken karısına: — Bugün işim geç bitecek, büyük kızla yemeğimi gönder, kız kaybolmasın diye yanıma darı alıp yollara serpeceğim, demiş. Öğlen olunca büyük kız sepetine bir tas çorba koyar ve ormanı yolunu tutmuş, ama bir türlü yolunu bulamamış; çünkü ormanda uçuşan kuşlar, kara tavuklar, kanaryalar darı tanelerini çoktan toplayıp yemişler. Yoksul oduncunun büyük kızı gün batıncaya kadar, ormanı dolaşmış dolaşmasına ama yolunu bulamamış. İyice karanlık çökünce kızın içine korkular düşmüş ve içindeki korku gittikçe büyüyordu. Tam o sırada uzakta parıldayan bir ışık görmüş. Vakit kaybetmeden ışığa doğru yürümüş ve sonunda bir evin önüne gelmiş. Kapıyı çalmış, içerden bir ses: — Gel, diye bağırmış. Kız da içeri girmiş ve saçı sakalı bembeyaz bir yaşlı adam ile sobanın yanında uzanan güzel tavuk, güzel horoz, alacalı güzel inekle karşılaşmış. Sonra ihtiyar adama başından geçenleri bir bir anlatmış. Yaşlı adam onun bu gece burada kalabileceğini söylemiş. Yaşlı adam: — Burada her şey var, mutfağa git, bir şeyler pişir karnımızı doyuralım. demiş. Kız da mutfağa gitmiş güzel bir yemek pişirmiş, ama hayvanları hiç düşünmemiş. Yemeği masaya koyup ak saçlı adamın yanında oturmuş ve karnını tıka basa doldurmuş sonra: — O kadar yorgunum ki uzanıp uyuyacağım yatağım nerede, demiş. Hayvanlar seslenmiş: — Yedin içtin, bizi hiç düşünmedin, nerde yatarsan yat, demişler. Bunun üzerine ak sakalı adam: — Merdivenlerden yukarı çık, orada iki yataklı bir oda göreceksin çarşafları değiştir geliyorum, demiş.  Kız yukarı çıkmış çarşafları değiştirmiş yaşlı adamı beklemeden uyumuş. Adam yukarı çıkmış, kızı uyumuş görünce sinirlenir ve döşemedeki kapıyı açıp kızı odanın altındaki mahzene indirmiş.  Yoksul oduncu akşam olup eve gelince karısına kızar, kız niye yemeği getirmedi diye. Kadın: — Benim suçum yok. Kız yemeği alıp çıkmıştı. Herhalde yolunu bulamadı. Ormanda dolanıyordur, sabah olunca gelir, demiş. Oduncu: — Yarın da öğleye kadar işim bitmeyecek. Yemeğimi yarın ortanca kız getirsin. Hem bu sefer yanıma fasulye alacam. Fasulye taneleri, darı tanelerinden daha büyük, kız böylece yolunu şaşırmaz, demiş.  Ertesi gün öğle vakti gelince ortanca kız yemeği hazırlayıp sepete koymuş. Ormana doğru yolunu almış. Ortanca kız bir süre sonra ormana gelmiş, ama fasulye tanelerini ormandaki kuşlar yedikleri için yolunu bulamamış. Karanlık çökmeye başlayınca kız uzaktaki ışığı fark etmiş ve ışığa doğru yürümüş. Bir süre sonra evin önüne gelmiş. Kapıyı çalmış, içerden bir ses: — Gel, demiş. Kız içeri girmiş, masanın başında oturan bir ak saçlı yaşlı adam ile sobanın yanında oturan güzel tavuk, güzel horoz ve alacalı güzel ineği görmüş.  Kız başında geçenleri anlatmış. Ak saçlı adam, geceyi burada geçirmesine izin vermiş. Yaşlı adam: — Burada her şey var. Mutfağa git, bir şeyler pişir, karnımızı doyuralım, demiş. Kız da mutfağa gitmiş, güzel bir yemek pişirmiş, ama o da hayvanları hiç düşünmemiş. Yemeği masaya koyup ak saçlı adamın yanında oturmuş ve karnını tıka basa doldurmuş sonra: — O kadar yorgunum ki uzanıp uyuyacağım yatağım nerede, demiş. Hayvanlar seslenmiş: — Yedin, içtin, bizi hiç düşünmedin, nerde yatarsan yat, demişler. Bunun üzerine ak sakalı adam: — Merdivenlerden yukarı çık, orada iki yataklı bir oda göreceksin, çarşafları değiştir, geliyorum, demiş. Kız yukarı çıkmış çarşafları değiştirmiş, yaşlı adamı beklemeden uyumuş. Adam yukarı çıkmış, kızı uyumuş görünce sinirlenmiş ve döşemedeki kapıyı açıp kızı odanın altındaki mahzene indirmiş. Akşam olmuş oduncu eve gelmiş. Yine karısına kızmış: — Ortanca kız da gelmedi bugün. Yarın küçük kız getirsin benim yemeğimi. O akıllıdır, babasını aç bırakmaz ona güveniyorum, demiş. Kadıncağız küçük kızını da kaybedecek diye çok korkuyormuş; ama elinden de bir şey gelmiyormuş. Oduncu bu sefer yolla bezelye serpmiş. Küçük kız öğlen olunca yemeği sepete koyup ormanın yolunu tutmuş; ama ormandaki kuşlar bezelyeleri de yemiş bitirmişler. Küçük kız yolu bir türlü bulamamış. Babası aç kalacak diye tedirgin olmuş ve bir an önce yolunu bulmaya çalışmış. Derken karanlık çökmüş. Kız korkmaya başlamış. O sırada uzakta bir ışık görmüş. Oraya doğru yürümüş ve evin önüne gelmiş. Kapıyı çalmış. İçeriden bir ses: — Gel! demiş. Kız içeri girmiş. Ak saçlı bir adam ile güzel tavuk, güzel horoz ve alacalı güzel ineği görmüş. Yaşlı adama başından geçenleri bir bir anlatmış. Ak saçlı adam, geceyi burada geçirmesine izin vermiş. Yaşlı adam: —  Burada her şey var. Mutfağa git, bir şeyler pişir, karnımızı doyuralım, demiş. Kız da mutfağa gitmiş, güzel bir yemek pişirmiş. Yemeği masaya koymuş ve hayvanlar için de bir şeyler hazırlamış. Hayvanların karnını doyurduktan sonra masada yaşlı adamdan arta kalanları yemiş. Hayvanları su verdikten sonra: — O kadar yorgunum ki uzanıp uyuyacağım yatağım nerede, demiş. Bunun üzerine ak sakalı adam: — Merdivenlerden yukarı çık, orada iki yataklı bir oda göreceksin, çarşafları değiştir, geliyorum, demiş. Kız, yukarıya çıkıp yatakları bulmuş, dikkatlice çarşafları değiştirmiş. Sonra yatağın birinin kenarına oturmuş, bildiği duaları okumuş. Yaşlı adamın gelmesini beklemiş. Yaşlı adam gelmeden uyumamış. Ak saçlı adam gelince kız, ona “iyi geceler” diyerek uyumuş. Gece aralıksız uyumuş. Sabahleyin ortalık aydınlandıktan sonra uyanmış. Bir de ne görsün? Sanki bir sarayın yatak odasında yatmakta.  Üstündeki yorgan renk renk kadife kumaşlardan, yatağın kenarındaki terlik incilerle işlenmiş. Kız bunları rüyasında gördüğünü düşünmüş. Fakat içeriye çok şık giyinli üç hizmetçi girmiş. Kahvaltının nasıl olacağını sormuş. Kız: — Siz gidin, şimdi ben birazdan yataktan kalkacağım, yaşlı dedeye çorba pişireceğim. Güzel tavuk ile güzel horoza yem, alaca renkli güzel ineğe de yiyecek hazırlayıp vereceğim, demiş. Kız, aslında yaşlı adamın daha önce kalktığını sanmakta imiş. Gidip onun yatağına bakmış. Fakat yatakta yaşlı adamın yerine yabancı bir erkek tatmakta imiş. Daha dikkatle bakınca bu adamın hem genç hem de yakışıklı bir genç olduğunu görmüş. Genç bir süre sonra uyanmış. Yatakta şöyle bir  doğrulmuş: — Aslında ben bir talihsiz şehzadeyim. Kötü ve acımasız bir cadı beni ak saçlı, ak sakallı bir yaşlı adam kılığına sokarak ormanda yaşamaya zorlamıştı. Bir tavuk, bir horoz ve alacalı bir inek kılığında üç uşaktan başka hiç kimse benim yanıma gelemiyordu. Eski durumuma dönmem için yalnızca insanlara değil; hayvanlara da iyilik etmeyi seven, temiz yürekli bir kızın yanıma gelmesi gerekti. İşte bu kız sen oldun. Cadının yaptığı tılsım, bu gece yarısı senin yardımınla bozuldu. Eski orman kulübesi yeniden sarayıma dönüştü. — Ama benim öbür kız kardeşlerim nerede, diye sormuş. Oğlan şöyle cevap vermiş: — Onları mahzene kilitledim. Sabahleyin ormana götürülecekler. Kötü huylarını düzeltinceye, zavallı hayvanların aç bırakılmayacağını öğreninceye kadar orman işçilerine yemek pişirecekler, demiş. Öğleye doğru şehzade iki hizmetçisi ile kızı babasının evine göndermiş ve dünür geleceklerini haber vermişler. Dünürcü geleceklerini haber vermiş. Bir süre sonra dünür göndermiş şehzade. Düğün kararı almışlar. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar, şehzade ile oduncunun küçük kızı evlenmiş. Diğer ablaları da derslerini alıp eve dönmüşler. Şehzade ile kız bir ömür boyu mutluluk içinde yaşamışlar.
Oduncunun Kızları
Siirt
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ülkenin birinde çok zengin bir padişah yaşarmış. Ama padişah çok mutsuzmuş. Çünkü bir türlü erkek çocuk sahibi olamıyormuş. Doğan tüm çocukları kız imiş ve padişah da çok üzülmekteymiş. Padişahın karısı yine hamile imiş ve bu sefer çocuk erkek olacak ümidi ile hazırlıklara başlanmış. Eğer bu çocuk da erkek olmazsa padişah başka biri ile daha evlenir diye karısı korkmaktaymış. Günler geceleri, geceler ayları kovalamış ve bebek doğmuş. Ancak beklenildiği gibi olmamış ve yine bir kız evlat dünyaya gelmiş. Çaresiz kadın, ne yapacağını şaşırmış. Doğumu yaptıran ebe ile ikisi, bebeğin kız olduğunu gizlemeye karar vermişler ve padişaha bir oğlu olduğunu söylemişler. Bu güzel haberi alan padişah ülkede aylarca şenlikler düzenlemiş. Zaman geçtikçe çocuk büyümekte ve tam bir erkek gibi yetiştirilmekteymiş. Annesi evladından kız olduğunu saklamakta ve çocuk da bu durumun farkına varmamaktaymış. Her geçen gün daha iyi kılıç kuşanır, daha iyi ata biner olmuş. Ülkede en hızlı ve usta ata binen o olmuş. Gün gelmiş ve çocuğun sünnet olma zamanı gelmiş. Bu durumda anneyi bir telaştır almış. Eğer hemen bir şeyler yapmazsa çocuğun kız olduğu ortaya çıkacakmış. Doğum yaptıran ebeyi bulmuş ve beraber kızı ile konuşup gerçeği anlatmaya karar vermiş. Kızına olan biten her şeyi bir güzel anlatmışlar ve onun bu diyardan uzaklara kaçıp gitmesini söylemişler. Yoksa annesinin de kendisinin de başına kötü şeyler gelebilirmiş. Kız atına atladığını gibi yıldırım hızıyla uzaklaşmış. Dağlar tepeler atlamış ve sonunda bir kulübede yaşlı annesiyle yaşayan bir kıza rastlamış. Durumu onlara anlatmış. Onlar da hemen kızcağızı yanlarına almışlar. Evdeki yaşlı kadının haline padişahın kızı çok üzülmüş ve bu hastalığın bir ilacı olup olmadığını sormuş. Onlar da: — Evet çaresi var ama ona ulaşmak imkânsız. Çünkü Kaf Dağı’nın ardında, devin bahçesindeki elmalardan yemesi gerek. Ancak oraya ulaşmak çok zor. Oraya giden bir daha geri gelemezmiş. Bunu duyan padişahın kızı: — Ben oraya gidebilirim ve elmaları size getirebilirim, demiş. Yapma, geri dönemezsin, deseler de onları dinlememiş ve bu zorlu yolculuğa çıkmış. Kız, az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş ve karşısına dikenli otlardan oluşan kocaman bir tarla çıkmış. Otlar dile gelmiş: — Yabancı, seni buradan geçirtmeyiz, geri dön, demişler. Kız, atından inmiş ve eğilip otları sanki çiçek gibi koklamış: — Mis gibi ne güzel kokuyorsunuz sizler, demiş. Bunu duyan otlar dikenlerini içlerine çekmiş ve ona yol vermişler. Biraz daha gitmiş ve önüne suları etrafa pis kokular saçan bir çeşme gelmiş. Yoluna devam edebilmesi için bu çeşmeyi geçmesi gerekiyormuş. Tekrar atından inmiş, eğilip kana kana çeşmenin suyundan içmiş ve: — Ne kadar tatlı bir su bugüne kadar hiç böyle güzel bir su içmemiştim, demiş. Bunu duyan çeşme: — Geç bakalım, kimse bana böyle güzel sözler söylememişti, demiş. Yoluna koyulan kızın karşısına bu sefer de suları gürül gürül akan bir dere gelmiş. Aman vermez dereden geçmek imkânsız gibiymiş. Kız dereye seslenmiş: — Güzel dere sen ne uysal, ne kadar hoş akmaktasın. Sanki uçsuz bucaksız deryalar gibisin, paksın, temizsin, demiş. Dere bu sözleri işitince — Buyur geç yolcu, demiş ve suları sakin sakin akmaya başlamış. Padişahın kızı atıyla derenin üzerinden geçmiş ve yoluna devam etmiş. Aylar yıllar süren bu uzun yolculuğun sonunda devin evi görünmüş. Ama bu sefer de karşısına iki kanatlı bir kapı çıkmış. Kapının bir kolu yerde yatmakta, diğer kolu ise ayakta durmaktaymış. Yıllardır aynı şekilde duran kapılar artık çok yorulmuşlar. Padişahın kızı yatan tarafı ayağa kaldırmış, ayaktakini ise yere indirmiş. Bunu yaptığı için kapılar ona teşekkür etmiş ve evin bahçesine girmesine izin vermişler. Dev, bahçenin bir kenarında uyumaktaymış. Kız elma ağacına yanaşıp daldan üç tane elma almış. Tam işini bitirmiş, dışarı çıkacakken dev uyanmış. Kız atına atlayıp dörtnala koşmaya başlamış. Dev kapılara seslenmiş: — Yakalayın, geçit vermeyin atlıya, diye. Kapılar ise: — Sen yıllarca bizi yordun, o bizi dinlendirdi. Buyur, geç yolcu, demişler ve yol vermişler.  Dev bunu görünce şaşkınlıktan ne yapacağını bilememiş ve atlının dereye doğru yaklaştığını fark ederek dereye seslenmiş: — Dere sakın aman verme bu atlıya, tut onu, salma. Dere hemen sularını dizginlemiş, atlı geçerken de şunları söylemiş: — Dev! Sen yıllarca bana eziyet ettin, bir çift güzel söz söylemedin. Atlı bana çok iyi davrandı, buyur geç atlı. Dev iyice çılgına dönmüş ve çeşmeye seslenmiş bu sefer de: — Çeşme! Pis kokulu sularınla atlıya geçit verme sakın. Çeşme de hemen sularını güzel kokular saçarak akıtmaya başlamış ve: — Buyur atlı, geç yolumdan. Dev senin dediğini yapmayacağım, atlı bana çok iyi davrandı, demiş. Dev son çare dikenli çalılara seslenmiş: — Dikenli otlar! Sakın ola bu atlının geçmesine izin vermeyin. Dikenlerinizi atının ayaklarına şiddetle batırın. Otlar devi dinlememiş ve dikenlerini içlerine çekip şöyle söylemişler: — Dev o atlı bizi kokladı ve mis gibi koktuğumuzu söyledi. Sen yıllarca bizi aşağıladın, hor gördün hep dikenlerle karşılık vermemize neden oldun. Şimdi seni dinlemeyeceğiz. Buyur geç atlı! Yolun açık olsun! Atlı tüm engelleri atlamış. Ancak dev sinirinden yerinde duramıyormuş ve atlının arkasından bir beddua etmiş: — Hey atın üstündeki! Kız isen erkek ol! Erkek isen kız ol!” Bu beddua ile padişahın kızı bir anda erkek oluvermiş. Dağlar tepeler aşmış ve yaşlı kadınla kızının yanına varmış. Tüm olanı biteni başından geçenleri anlatmış. Kadına devin bahçesinden aldığı elmaları yedirmişler ve kadın bir anda iyileşivermiş. Bu sevinç içinde kız ile oğlan birbirlerine âşık olmuşlar. Padişahın yanına hep beraber dönmüşler ve kırk gün kırk gece düğün yapıp mutlu bir hayata başlamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
Güzel İşlerin Sonu
Isparta
Akdeniz Bölgesi
 Memleketin birinde küçük bir evde üç kişi yaşarmış. Fakir bir hayat süren Fatma, annesi ve babası çok mutluymuş. Fatma evlerinin önünde oynarken bir karga dala konup: — Fatmacık Fatmacık; kırk gün ölü başı, kırk gün diri başı bekleyeceksin, deyip sonra uçup gidermiş.  Kuş her gün gelip aynı şeyleri söyleyip gidermiş. Bu böyle her gün devam etmiş. Ailesi bu duruma çok üzüldüklerinden dayanamayıp uzak diyarlara gitmeye karar vermiş. Yüklerini eşeklerine yükleyip yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. Yorulmuşlar, suları bitmiş. Gide gide bir sarayın dibine varmışlar. Saray kırk katlı kocaman bir saraymış. Bağırmışlar, bağırmışlar, seslerini kimselere duyuramamışlar: — Kapıyı çalalım, demişler. Kapı ardına kadar açılmış. Fatma, annesi ve babası içeri girmişler. Babası, Fatma’ya: — Yukarı çık, kaplarımıza su doldur, gel, demiş. Fatma birinci kata çıkmış, su yok, ikinci kata çıkmış, su yok, üç dört derken kırk kat çıkmış. Annesine babasına seslenmiş: — Ben buradan inemiyorum, kapılar kapandı, demiş. Suları doldurup balkondan ailesine atmış. O sırada karga yine gelmiş. — Fatmacık Fatmacık; kırk gün ölü başı bekleyeceksin, kırk gün diri başı bekleyeceksin, demiş. Sonra uçup gitmiş. Ailesi: — Ha bu kuş böyle deyip duruyordu. Demek bir hikmeti varmış, demişler. Ailesi evlerine geri dönmüşler. Fatma sarayda tek başına kalmış. Sonra kapılar tek tek açılmış ama Fatma ailesine yetişememiş. Fatma da saraya tekrar dönmüş. Fatma, sarayda odaları tek tek gezmeye başlamış. Odalarda sadece yiyecek varmış. Böyle böyle her oda doluymuş. En son odaya gelince içeride bir bey oğlu yatıyormuş, korkmuş ama başka çaresi yokmuş. Gitmiş yanına onu uyandırmaya çalışmış ama uyanmamış . Günler geçmiş hâlâ uyuyormuş. Bir gün sarayın pencereden bakarken köle satan birini görmüş. Bana arkadaş olsun diye gitmiş, bir tane köle almış. Arap köle güzel bir köleymiş. Birlerine alışmışlar. Günler geçmiş. Bey oğlu uyanmış, o sırada Arap köle temizlik yapıyormuş. Bey oğlunun odasına girmiş. Bey oğlu ona: — Beni bu zamana kadar sen mi bekledin, demiş. Arap köle de: — Evet, demiş. Fatma’nın yaşadıklarını kendi yaşamış gibi anlatmış. Bey oğlu da bu köleye inanmış ve onunla evlenmiş. Fatma da evin hizmetçisi olmuş. Bir gün Beyoğlu başka bir ülkeye gidecekmiş: — Ne alayım sana, diye Arap kıza sormuş. O da: — İncik boncuk getir, demiş. Fatma’ya da sormuş. O da: — Sabır taşı ile sabır bıçağı getir, demiş. Fatma: — Eğer unutursan gemin denizin ortasında dursun, demiş. Beyoğlu gitmiş. Karısının istediklerini almış, ama Fatma’nın istediklerini almayı unutmuş. Gemisi denizin ortasında durmuş. Aklına gelmiş Fatma’nın dedikleri, hemen geri dönmüş. İstediklerini alırken satıcı: — Bunu götüreceğin kişiye dikkat, et demiş. Sonra eve gelmiş. Geldiğinde geceymiş. Fatma’nın odasının ışığı yanıyormuş Fatma’nın kapısını dinlemiş. Fatma her akşam yaptığı gibi o akşam da bütün olup biteni kendi kendine anlatıyormuş. Bey oğlu içeri girmiş ve duyduklarım doğru mu diye sormuş. Fatma da: — Evet. Size söyleyemedim, utandım. Sabır taşı ve sabır bıçağını da onun için istedim, demiş. Bey oğlu Arap’tan ayrılıp Fatma ile evlenmiş. Fatma’nın ailesini buldurmuş. Onları saraya davet etmiş. Hepsi orada mutlu, mesut yaşamışlar.
Fatma Kız ile Beyoğlu
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Ülkenin birinde hali vakti yerinde, sürüleri olan iki çocuklu mutlu bir aile yaşarmış. Baba sürüleri güdermiş. Bir gün sürüleriyle dağa giderken yoluna yaşlı aksakallı bir ihtiyar çıkmış. İhtiyar çobana: — Yaşlılığında mı vereyim gençliğinde mi, diye sormuş.  Çoban korkmuş ve ne cevap vereceğini bilemeyerek evinin yolunu tutmuş. Aynı ihtiyar üç kere daha çıkmış çobanın karşısına… Haliyle bu durum karşısında çobanın davranışlarında tuhaflıklar oluşmuş ve karısı bu değişmelerin farkına varmış. Kocasına davranışlarının sebebini sormuş. Çoban da olanı biteni bir güzel anlatmış. Çobanın karısı bunun için: — Gençliğimde ver, yaşlılığımda çekemem de, demiş eşine… Çoban bu tuhaf olaylar sürerken bir kere daha karşısında bulmuş aksakallıyı ve konunun ne olduğunu bile öğrenemeden aynı soruyu sormuş ihtiyar. Çoban da eşinin ona söylediklerini tekrarlayınca ihtiyar bir anda kaybolmuş ortalıktan. Aradan zaman geçmiş, felaketler baş göstermiş. . . Bir sel, fırtına başlamış ki çobanın sürülerini almış götürmüş. Ardından beklemediği bir anda yangın çıkmış ve evi, tüm varlığı yanmış, kül olmuş çobanın. Her şeyini kaybeden çoban burası artık bize haram deyip ailesini de alır başka memleketin yolunu tutar. Gittikleri yerde kervanlar geçerken konaklamaktadır ve böylece kendilerine iş kapıları açılmıştır. Kadın kervanların çamaşırlarını yıkamakta, eşi ise gündelik işlerde çalışmaktadır. Bir gün çocuklar damda oynarken bir kervancı başı kadını kaçırır. Baba eve gelince çocuklarını ağlarken bulur. Çocuklar babalarına oyun oynarken gördüklerini anlatırlar. — Burada da yaşayamayacağız, diyen baba başka memlekete doğru çocuklarını alıp yola koyulur. Önlerine aman vermez bir dere gelir ve yola devam etmek için karşıya geçmek zorundadırlar. Dereyi hep beraber geçemeyecekleri için birini bu tarafta bırakıp diğerini sırtına alır ve karşıya geçirir. Onu karşı tarafa bırakır ve diğerini alır sırtına. Tam derenin ortasına gelince kıyıdaki çocuğu bir kurdun kaptığını görür. Bir telaşa kapılır ve bu telaşla kucağındaki yavrusunu da suya kaptırır. Çaresizlik ve üzüntü içerisinde kahrolmaktadır baba… Baba artık hayattan el etek çekmiş ve dağlarda yaşamaya başlamıştır. Bu arada çocukların akıbeti ne oldu dersiniz? Kurdun kaptığı çocuğu avcılar kurtarır ve onu evlatları olarak büyütürler. Suya düşen çocuk ise balıkçıların ağlarına takılır ve ona da kurtulur. Balıkçılar da onu alıp büyütürler. Böylece iki kardeş de birbirinden habersiz büyürler. Gelelim kaçırılan anneye… Anneyi kaçıran adam bir memlekete vali olmuştur, hali vakti yerindedir. Gel zaman git zaman kader bu ya iki kardeş de valinin emrinde nöbet tutan asker olmuşlardır. O gece valinin eşinin kapısında nöbete durmuşlardır. O memlekette insanlar bir deli olduğundan yakınmaktadır ve vali de bu adamı yakalatır. Onun bakımını yaptırır. Adamın deli olmadığı anlaşılır. Valinin bahçesinde bahçıvan olarak çalışmaya başlar. O gece adam da bahçıvan evinde yatmaktadır.  Gece uzun diyerek askerler sohbet etmeye, kendi hayatlarından konuşmaya başlarlar. Konuştukça kardeş oldukları ortaya çıkar ve birbirlerine sarılıp hasret giderirler. Tüm bunları duyan kadın içerden çıkar ve: — Yavrularım ben de annenizim, diye onlara sarılır. Askerleri içeri alıp konuşmaya başlarlar. Bu sırada vali de odaya gelir ve haliyle durumu yanlış anlar. Kadın her şeyi açıklar ve tüm bu olup bitenleri dışarıda dinleyen çocukların babası da duymuştur. Adam koşarak gelir: — Ben de sizin babanızım, der ve tüm yaşananları konuşur ve birbirlerine sarılırlar. Vali yaptıklarından dolayı cezalandırılır ve hapse atılır. Çocukların babası o şehre vali olur ve mutlu mesut bir hayat sürerler…
Yaşlılıkta mı Gençlikte mi?
Isparta
Akdeniz Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir padişah ve üç oğlu varmış. Padişah büyük oğluna bir gün: — Bu köyü say kaç hane var, demiş. Ertesi gün ortanca oğlunu göndermiş yine saydırmış. Büyük oğlu üç yüz hane, ortanca oğlu ise iki yüz elli hane çıkarmış. En küçük oğlu ise daha eksik çıkarınca padişah merak etmiş, sormuş: — Neden eksik çıkardın? Oğlan: — Kışın ekmeği olmayan evi, yazın ayranı olmayan evi, evden mi sayarsın? Padişah: — Senin evlenme çağın gelmiş. Aslında bu soru bir imtihanmış, padişah oğullarının evliliğe hazır olup olmadığını anlamak için yapmış.  Padişahın sarayının önünde büyük bir elma ağacı varmış. Bu ağacın elmalarını her yıl dev yermiş. Büyük oğlu: — Bu elmayı bekleyeceğim ve devi öldüreceğim, demiş. Padişah bir ok yaptırıp oğluna vermiş. Fakat oğlu devi görünce korkmuş, eve gelmiş. Ertesi gün ikinci oğlu aynı okla gitmiş, korkup kaçıp gelmiş. Ertesi gün üçüncü oğlu oku alıp gitmiş. Devi o yaralamayı başarmış. Üç kardeş devi takip etmişler. Dev kör bir kuyuya gitmiş. Büyük oğlanı iple salmışlar, inememiş. Ortanca oğlanı da salmışlar inememiş. Küçük oğlanı salmışlar, inebilmiş. Aşağıya inince ne görsün devin oturduğu yerde üç tane kız! Birini büyük abisine, birini küçük abisine, birini de kendine alacak olmuş. Kızlara sormuş: — Dev nerede, Kızlar tarif etmişler, devin yanına gitmiş. Devi öldürmüş, kızları oradan alıp kuyunun ağzına götürmüş. İpe bağlamış “ağabeyimin kısmeti” deyip yukarı göndermiş. İkinci kızı da aynı şekilde yukarı yollamış. Üçüncü kız ile beraber kalmışlar. Kız: — Önce sen çık, çünkü ağabeylerini ipi kesecekler, demiş. Oğlan ise inanmamış. O anda kız ona bir kıl ve bir kav parçası vermiş. — Dara düştüğün zaman bunları birbirine sürt, sana o zaman yaşlı bir dede gelecek, Senin her istediğini yapacak, ama bu sır olarak aranızda kalacak, bunu kimseye söyleme, demiş.  Yıllar sonra oğlanın aklına gelmiş. Kızın dediği gibi kıl ile kavı sürtmüş. Karşısına bir ihtiyar gelmiş: — Emret, isteğin nedir, demiş. Oğlan: — Senden istediğim beni bu kuyudan çıkarman, demiş. İhtiyar adam bir dua okuyarak onu kuyudan yukarı çıkarmış. Yukarı çıktıktan sonra hemen eve gitmek istememiş. Beklemiş ne olacak diye. Bir kahveci çırağı olarak çalışmış. Çok zaman müşterilerden para almamış. Bu arada ağabeylerinin düğünü kurulmuş. Her tarafa ilanlar asılmış, kırk gün kırk gece düğün olacağına dair haber almış. Düğünün son günü ağasından izin istemiş. Fakat ağa izin vermemiş. Ağa gittikten sonra o kıl ile kavı sürtmüş. Yine o ihtiyar gelmiş. — Dile benden ne dilersen, demiş. Oğlan ihtiyardan bir at, bir kılıç, bir takım elbise istemiş. Fakat at koşarken ayaklarından ateş çıkarıyormuş. Kırk atlıyı koşuya salmışlar. Aralarına bu da girmiş. Kırk atlının içinde iki ağabeyi de varmış. Ağabeylerine yaklaştığı zaman onları attan düşürmüş. Babasının gözleri artık görmüyormuş. Görmediği halde üçüncü oğlunun yaşadığını anlamış. Yarış bittikten sonra babasının yanına varmış. Babasına geldiğini söylemiş. Babası çok mutlu olmuş. Ağabeylerine karşı da yıllar önceki nefretini yenmiş. Devin elinden kurtardığı küçük kız ile evlenmiş. Babasının yerine padişah olmuş. Masal da burada bitmiş.
Padişah ve Üç Oğlu
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde Garip Hasan diye biri varmış. Garip Hasan’ın bir de eşeği varmış. Onunla her gün odun kesip satıyormuş. İhtiyar annesiyle kendini geçindiriyormuş. Fakat bir gün Garip Hasan, yorulup dinlenmeye oturunca eşeği kurt yemiş. Hasan semeri alıp geliyormuş. Dinlenmek için bir ağacın altında: — Ben yaşlı annemi nasıl bakacağım, diye düşünmüş. O sırada iki yılan birbirini kovalıyormuş. Hasan baltayı almış kovalayan yılanı kesmiş. Kaçan yılan dile gelmiş Garip Hasan’a: — Ben yılanlar padişahının kızıyım, demiş. Seni babama götüreceğim. Babam sana üç defa soracak “dile benden ne dilersen, diye. Sen ise iki defa sağlığını dilerim deyip üçüncü seferinde: —  Bir yudum tükürüğünü dilerim, diyeceksin. Yılan Garip Hasan’ı padişahın yanına götürmüş. Yılanlar padişahının kızının dediği gibi yapmış. Sonra oradan ayrılmış. Bir çobanın yanına uğramış, çoban Hasan’a ekmek vermiş. Garip Hasan yılanlar padişahın tükürüğünden dolayı her hayvanın dilinden anlamaya başlamış. O esnada yukarıda uçuşan kartalları dinlemiş. Kartalın biri, kara koçun altında bir kazan para olduğunu söylemiş. Garip Hasan bahaneler uydurarak kara koçun yerini keşfetmiş. Çoban gittikten sonra Garip Hasan parayı çıkarıp gitmiş. Sonra çok zengin olmuş. Kendine bir çiftlik almış ve güzel bir kadınla evlenmiş. Bir gün eşiyle yolda giderken ata binmişler. Yolda giderken erkek at kısrağa bağırmış: — Yürü hızlı ol! Kısrak ise cevap vermiş: — Sen iki can taşırsın, ben ise dört can taşıyorum. Ancak bu kadar gidebiliyorum, demiş. Çünkü Garip Hasan’ın karısı da kısrak de hamileymiş. Bu arada Hasan durumu kısrağın konuşmasından anlamış ve gülmüş. Karısı da görmüş. Neden güldüğünü sormuş. Bu arada arkadan gelen köpekler kendi aralarında konuşuyorlarmış. Kısrağın verdiği sırrı eşine söylerse Garip Hasan’ın öleceğinden bahsediyorlarmış. Garip Hasan bunu da duymuş. Hasan söylemeyince eşi ısrar etmiş: — Çiftlikte söylerim, demiş. Çiftliğe gitmişler. O gece dağda kurtlar ulumuş: — Gelelim mi, diye. Köpekler ise cevap vermiş: —  Gelin gelin, ağa geldi, çobanlar gevşek uyur. İçlerinden bir tanesi: — Gelin gelin dokuz yaşındayım dokuz tane kurt parçaladım, gelin de sizi de parçalayayım, demiş. Sabahleyin uyanan Garip Hasan koca köpeğin yanına gitmiş. Çobanlara: — Bu köpeğe iyi bakın, demiş. O esnada horoz kapıya gelip ötmüş. Köpek ise horozu kovalamış: — Neden ötersin? Ağam uyanırsa eşine cevap vermek zorunda kalacak ve ölecek. Ağam ölürse bize kim bakacak. Yoldaki soruyu cevaplamasın diye Garip Hasan’a mesaj vermiş. Garip Hasan o arada soru soran karısını terslemiş: — Niçin güldüğümün ne önemi var. Sonra bakarız, demiş. Söylerse kendi öleceğinden korkmuş. Garip Hasan, yıllar önce bir yılana yaptığı iyiliğin karşılığını hem zengin olarak hem de mutlu bir hayat sürerek almış. Masal da burada bitmiş.
Garip Hasan
Edirne
Marmara Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş. Bir adamın üç oğlu varmış. Bunlar evlenmişler, çoluk çocuk sahibi olmuşlar. Bir gün üçü de kendi aralarında anlaşmış, iş aramaya karar vermişler ve yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, bir üç yol ayrımına varmışlar. Demişler: — Her birimiz bir yola gidelim, kısmette ne varsa o olur, deyip anlaşmışlar. Peki, geri döndüğümüzü nasıl bileceğiz demişler. Üçü de tespihlerini bir taşın altına koymuşlar: — Kim önce giderse tespihini alır eve gider, demişler. Her biri üç yolun birine gitmiş. Gelelim küçük kardeşe. Küçük kardeş bir şehre varmış, uzun zaman çalışmış. Üç tane kırmızı lira kazanmış. Zaman gelmiş, memleketine dönmeye karar vermiş. Bir müddet gittikten sonra bir kalabalığa rastlamış, merak edip yaklaşmış. Bakmış ki bir köpek dövüyorlar. Bu köpeğin suçu ne, diye sorunca: — Bir kırmızı lira borcu var, onu vermiyor, onun için dövüyoruz, demişler. Bu durumu gören küçük kardeş bir kırmızı lira çıkarıp vermiş ve köpeği kurtarıp yoluna devam etmiş. Biraz gittikten sonra yine bir kalabalığa rastlamış. Bakmış ki bir kediyi dövüyorlar. Nedir bunun suçu, deyince: — Bir kırmızı lira borcu var onu vermiyor, onun için dövüyoruz, demişler. Bu durumu gören küçük kardeş bir kırmızı lira çıkarıp vermiş ve kediyi kurtarmış. Yoluna devam etmiş. Biraz gittikten sonra yine bir kalabalığa rastlamış. Bakmış ki bir yılanı dövüyorlar. Nedir bunun suçu, deyince: — Bir kırmızı lira borcu var, onu vermiyor, onun için dövüyoruz demişler. Bunun üzerine küçük kardeş düşünüp taşınmış. Son kalan kırmızı lirasını da vermeye karar vermiş ve yılanı bıraktırmış. Bu yılan yılanlar padişahının kızıymış. Yılanlar padişahı o gece adamın rüyasına girmiş: — Sen yıllarca çalıştığın emeğini harcadın. Onlar senin yanına gelince yedi deniz arasında bir saray, sarayda dünya güzeli bir kız, bu kızın da bir yüzüğü var. Onu iste, demiş. Bu arada kendisi ile birlikte çalışmaya giden ağabeyleri de yüklü paralar kazanarak dönmüşler. Bu bir şey getiremediği için bunu aşağılarlarmış. Hayırsever kardeşin kurtardığı hayvanlar kendilerini kurtaran adamın zor durumda kaldığını anlamışlar, bir ziyaret edelim, diyerek yola çıkmışlar: — Adamın yanına elimiz boş gitmeyelim, demişler. Köpek kasaptan bir kelle, kedi de fırından bir ekmek alıp yola çıkmış. Yılan ise bir şey almamış. Üçü de birleşmişler. Rüyalarını birbirine anlatmışlar. Sonunda adamı bulmuşlar: — Hakkını helal et, deyince adam: — Hakkımı helal etmiyorum, demiş. — Nedir istediğin, deyince: — Yedi deniz arasından bir saray, sarayda dünya güzeli bir kız ve bir de Arap var. Dünya güzeli kızın parmağında bir yüzük var, onu bana getirirseniz hakkımı helal ederim, demiş. Bu cevabı alan hayvanlar üzgün bir şekilde geri dönmüşler. Acıkmışlar. Bir ırmağın kenarına gelip adama aldıkları yiyecekleri yemişler. Biraz dinlendikten sonra kedinin aklına bir fikir gelmiş. Ne düşündün demişler: — Ben fareleri toplayayım. O sarayı bilse bilse fareler bilir, demiş.  Emir verip bütün fareleri toplamış. Hepsine bu sarayı bilen var mı diye sormuş. Farelerin hepsi burada mı deyince: — Küçük sıçan yok, demişler. Küçük sıçanı aratmışlar ve küçük sıçana bir yerde rast gelmişler. Nerden geliyorsun deyince, küçük sıçan: — Yedi deniz arasındaki saraydan geliyorum, demiş. Kedi: — O zaman yanına bir fare bul, git, dünya güzeli kızın parmağındaki yüzüğü getir. Yoksa kökünüzü geçiririm, demiş. Yanına üç fare bulmuş ve birlikte saraya gitmişler. Saraya varmışlar. Bakmışlar ki kız hamur yoğuruyor. Arap cariye: — Hanımım yüzüğe yazık, parmağından çıkar ve öyle yoğur, demiş. Kız yüzüğü çıkarıp ağzına almış. Bunu gören küçük sıçan arkadaşlarına: — Ben kızın karşısında duracağım ve siz de kızın belinden ısıracaksınız, demiş. Arkadaşı belinden ısırmış, yüzük düşmüş, küçük fare yüzüğü ağzına alıp götürmüş. Yüzüğü kediye teslim etmiş. Kedi yüzüğü almış, arkadaşlarıyla adamın yanına getirmek üzere yola çıkmış. Biraz gittikten sonra kedi bu yüzüğün hiçbir şeye yaramayacağını söylemiş: — Bir ekmek bari olsa karnını doyururdu, demiş. Aslında en başta hayırsever adamın kurtardığı o yılan, yılan padişahının kızıymış. Bu yılan: — Elimizdeki bu yüzüğün bir sihri var. İki rekât namaz kılıp ismi azam duasını okuyunca yüzüğü yala, yere vur, ne dilersen olur, demiş. Kedi yüzüğü hayırsever adama teslim etmiş. Yüzüğün özelliklerini anlatmış. Adam iki rekât namaz kılıp ismi azam duasını okumuş. Türlü türlü yemekler dileyip yüzüğü yalayarak yere vurmuş. Bir anda önüne bin bir çeşit yemeğin olduğu bir sofra serilmiş. Sonra eşi ve çocuklarıyla birlikte yemekleri doya doya yemişler. Hayırsever adamın diğer kardeşleri paralarını çarçur edip bitirmişler. Hiç mutlu olamamışlar. Ama hayırsever adam yaptığı iyiliklerin karşılığını görmüş ve ailesi ile birlikte mutlu bir hayat sürmüş.
Üç Kardeşler
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
 Küçük bir köyde bir sığır çobanı, karısı ve kızı Fadime yaşarlarmış. Geçimlerini ailece sığır çobanlığı yaparak sağlarlarmış. Her şey normal devam ederken bir gün adamın karısı hastalanır ve ölür. Adam kızı ile yalnız kalır.  Bu arada başka bir köyde iki kızı olan bir kadının kocası ölmüştür. Bu kadın ve Fadime’nin babası aracı ile evlenirler. İşte olaylar da bundan sonra başlar. Babası, Fadime’ye üvey anne ve iki üvey kız kardeşle yaşamaları gerektiğini söyler. Fadime bu duruma üzülse de kabullenir. Fadime iyi niyetlidir ama üvey anası ve kız kardeşler kötüdür, Fadime'ye hiç iyi davranmazlar babasının olmadığı yerde Fadime’ye eziyet ederler. Fakat Fadime babasının huzuru bozulmasın diye hiçbir şey anlatmaz kimseye, her şeyi kabullenir.  Fadime’nin ailesinin bir inekleri vardır. Her ne hikmetse inek Fadime’nin bu halini görünce dile gelir ve Fadime ile konuşur. Fadime bu zor duruma babası için katlandığını anlatır. İnek de bundan sonra Fadime’ye yardım eder.  Fadime bazen babası hasta olduğunda sığırları gütmeye gider. Üvey annesi Fadime’yi aç aç gönderir. Sarı inek bu durumu görünce içerler, Fadime’nin durumuna üzülür. Memesinin birinden yağ, birinden bal akar Fadime böylece karnını doyurur. Her gün böyle geçmeye başlar. Fadime sarı ineğin memelerinden akanlarla beslenmeye başladığından beri o kadar güzelleşip serpilmiştir ki; üvey ana Fadime’yi sıkıştırır: — Ben seni aç bırakıyorum sen nasıl zayıflamıyorsun, diyerek Fadime’ye daha fazla eziyet etmeye başlamıştır. Bir gün üvey ana, kızlarından birisini Fadime’nin yanında gönderir: — Nasıl karnını doyuruyor, öğren gel, der. Üvey kız kardeşi öğlen karnını doyurmuş. Annesinin tembihini tutmak için yalandan uzaklaşmış. Uyur gibi yaparak Fadime’nin sırrını öğrenmek için numara yapmaktadır. Kız kardeş gidince sarı inek de Fadime’yi yine aynı şekilde doyurmuştur fakat kız kardeş bunu görünce şaşırır ve akşam eve gidince anasına söyler. Üvey ana bunu duyunca Fadime’nin babasının aklına girerek sarı ineği kestirmeye çalışır. Adam ilk başlarda karşı koysa da karısının dediğini tutmak zorundadır. Sarı inek kesilir, Fadime ağlar etini üvey anası ve kızları yer, Fadime’ ye de kemiklerini atarlar: — Sen de bunları ye, diyerek Fadime’yi iyice üzmeyi başarırlar…  Bu arada sarayda padişahın oğlu evlenecektir. Bütün genç kızları saraya davet ederler. Fakat üvey anası Fadime’yi bu davete götürmez, ahıra kapatır. Sarı inek de kesilmiştir; artık Fadime’ ye yardım edecek kimse yoktur. Fadime ahıra kilitlenince aklına sarı ineğin ölmeden önce söyledikleri gelir. Sarı inek: — Ben kesildiğimde kemiklerimi topla, sakın atma, başın sıkıştığında onları sakladığın yerden çıkar, onlar sana yardım edecek, demişti.  Fadime ahıra sakladığı kemikleri açar. Bir de bakar ki, o kemikler elbise, ayakkabı, takı olmuştur. Fadime bunları giyer, süslenir. Bu arada ahır kapısına dilenci gelir. Fadime’nin ağlama sesini duyar ve Fadime durumu anlatır. Dilenci de onun davete gitmesi için bir şekilde ahırın kapısını açar. Dilenci kendi at arabasıyla Fadime'yi saraya ulaştırır. Kapıda bırakır ama: — Üvey annesi ve kız kardeşleri gelmeden eve dönmesini söyler.  Onca kız arasından padişahın oğlu Fadime’yi beğenir. Bir tek onunla ilgilenir. Bu yüzden kız kardeşleri Fadime’yi kıskanır. Fadime gitme vaktinin geldiğini görünce sarayı terk eder. Eve gelince elbiseleri yine ahıra saklar. Üvey anası ve kız kardeşleri gelir, sarayda olanları anlatırlar. Çok güzel bir kızın padişahın oğluyla dans ettiğini söylerler.  Padişahın oğlu da davette gördüğü o kıza âşık olmuştur ve onu aramaya koyulur, fakat bir türlü bulamaz. Bütün ülkeyi aramıştır. Fadime’nin yaşadığı eve de gelmişlerdir. Saray nazırları padişahın oğlunun âşık olduğu kızın bu evde yaşadığını, o gece Fadime’yi ahırdan kurtaran dilenciden öğrenirler. Fakat üvey anası o kızın Fadime olduğu anlayınca Fadime’yi göstermemek için tandır damına kapatır. Kendi kızını süsler ve saray nazırlarına onu gösterir. Saray nazırları kızı götürecekken horoz ötmeye başlar: — Fadime tandırda… Kara kız perdenin ardında, der . Saray nazırları tandırı açarlar, Fadime’yi bulunca da gerçeği anlarlar. Fadime de ahıra sakladığı elbiseyi gösterir ve saray nazırlarına padişahın oğlunun sevdiği kız olduğunu kanıtlar. Saray nazırları üvey anayı bizi kandırdın diye kellesinin vurulması emrederler fakat Fadime bunu kabul etmez, üzülür… “Onları bağışlayın!” diye yalvarır. Üvey anasının ve kız kardeşlerinin de hayatını kurtarır.  Böylece Fadime ile Padişahın oğlu evlenirler ve mutlu bir hayat sürerler.
Fadime ile Sarı İnek
Edirne
Marmara Bölgesi
Esgiden bi fakir varmış. Bu biraz da kesik baş hikâyesine gidiyo. Fakir, böyle kendi hâlinde geçinirmiş zavallı. Bir gün bir dev geliyo. Fakirin garısını alıp gidiyor. Kafasını da kesiyor yani. Adamın kafasını kesiyor. Ondan sora, çok derin bir guyu varmış. Kadını da kuyuya atıp gidiyor. Zamanın tanınmış kralı, padişahın üç oğlu varmış. O en küçük oğlu çok cesurmuş. Ondan sora, o kesik baş o padişahın oğluna şikâyetçi olmuş. Padişahın oğluna: —Dev geldi. Ailemi götürdü. Beni de böle kesti, kafam galdı, demiş. Ama ölmemiş biliyo musun? Kesik baş böyle. Padişahın oğlu: —Nereye götürdü? diye sormuş. Kesik baş: —İşte filan guyuya, demiş. O önünden öyle gidermiş, o gafa. Kuyunun başına geliyorlar: —İşte burası, demiş. O padişahın da üç oğlu varmış. Üç oğlundan ufak oğlana demiş ki: —Fakirin hanımını götürmüş dev. Bunu çıkarıcam buradan. Siz de gelin, demiş. Ondan sonra, kement. Urganın veya ipin ismine kement derlermiş eskiden. Küçük oğlan: — Ben kementle inicem, demiş. Siz de ben yandım desem de salın demiş, öldüm desem de salın, demiş. Nese geliyolar, büyük oğlan demiş: — Sen ufağımızsın sen inemezsin, ben ineceğim. —Tamam abi sen in, demiş. Bi müddet guyuya indirmişler dayanamamış. —Çekin, demiş.  Ortanca oğlan da demiş: — Ben inecem.  O da denemiş ama o da becerememiş.  Küçük oğlan demiş: — Ben yandım desem de üşüdüm desem de yani ne desem de salın beni aşağı, demiş.  O yandım, demiş ama salmışlar guyunun dibine. Tabi saldıklarında guyunun dibine iner yani. Guyunun dibine indiğinde üş dane güzel gız varımış. Böyle o kadar güzel ki gızlar. Böyle birisi çok güzelmiş yani. Gergef işlerlermiş. Üçü de gergef işliyomuş. Ama birisi mesela ay gibi yıldız gibiyken, diğeri mesela güneş gibiymiş. Birisi çok güzelmiş. Ondan sonra, kızlar demiş: — Sen buraye nasıl geldin? — İndim, demiş. Kız: — Dev uyuyo, demiş. Bizi de buraya indiren o,demiş. Üçüne de soruyor. Böyle dev uyurmuş. Böyle uyuduğu zaman odasındaki kapı, böyle üflediği zaman kapı açılırmış. Mesela dışarı nefes verdiği zaman kapı açılırmış. Nefes aldığı zaman kapı kapanırmış yani. O gadar güçlüymüş. Oğlan: — Ben devi öldürürüm, demiş. Ondan sonra devin başına dikilmiş. — Deve kalk bakalım, demiş. Ondan sora, dev öyle bi dikilmiş, öyle bir kükremiş ki. Dev: — Of , nasibim üç taneydi dört oldu, demiş. Ondan sonra oğlan deve: —Ya şehadet getireceksin ya canını alacam, demiş. Nasıl canavarsın diye bi hamle yapıyor, dev öteye sıçrıyor. Neyse üç sıçrar, bir sıçrar, en sonunda, şehadet getirmiş. Dev: — Bin yıldır yaşadım bu hayatta o kelimenin ne olduğunu bilmem, demiş. Ondan sora, velhasılkelam, dev üç kere mi saldırıyor, beş kere mi saldırıyor, oğlanı yenemiyor. En sonunda oğlan deve demiş: — Sen kendini koru. Oğlanın elinde gürz varmış. Deve bi saldırıyo. Devin kafası ikiye bölünmüş. Dev: — Erkeksen bir daha vur, demiş. İkinci defa vurduğunda tekrar birleşirmiş o kafa. Ondan sora daha baş edilmezmiş yani. Oğlan: — Anamdan bir kere doğdum. Bir daha doğmam, demiş. Devi öldürmüş. Devi öldürdükten sonra, o ilk kızı, büyük kızı abisine göndermiş iple. —Abi o senin nasibin, demiş. İkincisini göndermiş. — O da ortanca abimin nasibi, demiş. Üçüncüsü de benim nasibim, demiş. Üçüncü gız çıkınca, büyük oğlan, ortanca oğlan, artık o kadar güzel kız ki, dayanamıyorlar artık. Ortanca oğlan: — Çıkarmayalım bunu, demiş. İkisi de küçük gardaşlarını kıskanmışlar. Nese gızı çıkarmışlar. Ama o küçük kız da o kadar zorluk gösteriyor ki varmamak için, neler gösteriyo neler. Orasını sonra anlatacam. Velhasılkelam, ondan sora, oğlan uykuya dalmış. Devi öldürmüş. Ondan sora, o yukarı çıkacağı zaman bi dua okumuş. O duayı tersine okur, yeddi kat da aşağı gitmiş. Şimdi o, yanlış okuyo, başka bi diyarlara gidiyo. Başka bi âlem varmış. Aynı dünya âlemi gibi bi âlem varmış. Orada da bi dev varmış. Oradaki dev senede bir kere suyu salarmış. Yani en çok sevdiği insanları yermiş yahutta götürüyormuş. Artık, o oğlan bir goca garının evine misafir olmuş. Misafir olduğunda goca garı, inek işediğinde altına su tuttuğunu görmüş. — Ne oluyor şimdi, diye sormuş. Teyze: —Su yok, yani bir seneden beri su akmıyor. Bu sene diyor, padişahın gızını yiyecek ya da götürecek. Ondan sonra suyu bize salacak, demiş. — Nereye salacak bunu, demiş. Nerede? — Filan yerde. — Ha, tamam demiş. Sen bana gösterir misin o yeri? — Gösteririm, demiş. Şimdi, gızla devin toplantı yapacağı yere, oğlan hiç kimsenin haberi olmadan gitmiş. Ondan sora, oraya oturuyo kendini göstermeden. Ondan sora, gız da geliyo. Gız geldiğinde, dev de bi geliyo ki, yani öle gelirmiş ki daşı, toprağı oynatarak. O kadar güçlü ki, hayvan mıdır, insan mıdır? Bilmiyorum işte nasıl bi şey. Neyse, dev kükreyerek: — Ey nasibim birdi, iki olmuş, demiş. Oğlanı görmüş. Gız da orda. Oğlan: — Senin nasibini sana göstereyim, demiş. Niye salmıyosun milletin suyunu? Dev zaten öle der demez Kızmış. Ona saldırmış hemen. Ondan sora, üç kere saldırımış. Oğlana sıra gelimiş. Oğlan da bi gılıç var. Hz. Ali'nin gılıcı gibi. Ondan sonra deve bi vurmuş. İkiye parçalamış devi. Ondan sora, dev ölmüş. Dev ölünce, bu teyzenin açtığı gibi her yer şakır şakır su yani. Ondan sonra dev ölünce, gızı devin garnından almış. Gız dönüp gellmiş. Oğlan gayboluyo. Oğlan, hiç bi şeyden haberi olmamış gibi, o yaşlı teyzenin yanına gitmiş. Ordan neyse su akıyormuş. Padişah, gızına demiş: — Gızım sen niye döndün? — Yok, baba sen hiç korkma, öyle bir yiğit geldi ki bundan sonra dev diye bi şey yok, demiş.Suyumuz da kesilmeyecek, demiş. Padişah byöle sevinçten gızına: —Gızım, sen o oğlanı bul. Seni, sorgusuz sualsiz ona verecem, demiş. Ordan nese, bu hiç bi şeyden haberi yok goca garının evinde yatmış. Ama oranın o gözü açıkları, ben öldürdüm dercesine herkes şey yapmış yani. Padişah demiş ki: — Tamam. Kim öldürdüyse, sıraya girecek. Benim kızım elmayı kime atarsa, ondan sonra ona verecem, demiş. Ondan sora, bir gün geçer, iki gün geçer kimse yok. Üçüncüsü gün goca garı, oğlana demiş: — Ya oğlum sen niye gitmiyosun padişahın yanına? Belki sana atar, sen alırsın gızı, demiş. —Sen madem öyle istedin gideyim ben, demiş. Bir gün herkes geçiyomuş. Velhasılkelam herkes geçerken o oğlan da geçiyormuş. Gız, oğlanı görünce, elmayı değil de kendini atmış. Ordan neyse, yiğidim diye boynuna bi atlamış. Gız: —Baba, beni kurtaran yiğit bu. Öbürleri vezirin oğlu, demiş. Affedersin veznedarın oğlu. İşte onlar bakanların oğlu. Hepsi yalan fasa fiso. —Tamam demiş, padişah. Seni, bu oğlana verecem, demiş. Ondan sonra padişah oğlana: — Dile oğlum benden ne dilersen, demiş. — Ne dileyim padişahım ben senden . Ben bir garip gezginim, sense buranın yani yeraltı dünyasının padişahısın, demiş. Ben ne dileyeyim ben bi garip gezginim, demiş. — Hayır, demiş padişah. Bundan sonra buranın padişahı sensin, demiş. Gızım da senin zevcendir, demiş. Oradan neyse, orayı yedi yıl mı on yıl mı yönetmiş. Artık neyse, guyunun dibinden gönderdiği gız aklından çıkmıyormuş. Yeraltı padişahının kızıyla da evlenmiş. Üç tane çocuğu olmuş. Birine ay, birine gün, birine yıldız ismini goymuş. Bir gün bir uykuya dalmış. Büyük bir çınar altında uykuya dalmış. Uykuya daldığında, nasılsa bi ses geliyo, bi uyanıyo, bi guş sesi. Ne diyem ben sana. Acıklı acıklı guş sesleri. Bi anka kuşu varmış. O Anka kuşunun yavrusuna büyük bi yılan geliyomuş, evren gibi. Hepsini yermiş yavruların. O yılanı bi görüyo. Yılanı görünce yine gılıcı varmış. O gılıcı bi koyuyo yılanı ikiye parçalamış. Yavruları gurtarmış. Ondan sonra, Anka kuşu bi geliyo ki ağacın altında bi adam yatıyor. Hemen saldıracak olmuş, yavrularımı bu yedi diye. O zaman, yavruları gonuşacak gibi olmuş tabi. Bizi bu kurtardı diye. O yemiyor, yani başıyla gösteriyor. Yılanı gosteriyor. Bizi o yiyecekti diye. Velhasılkelam, Anka kuşu kanadını oğlanın üstüne geriyor, güneş görmesin diye. Ondan sonra, çadır gibi bir kuş yani. Gölge yapıp duruyomuş. Oğlan uyanmış. Ondan sora demiş Anka kuşu: — Benden bir şey dile, demiş. Bak, yavrularımı gurtarmışsın, demiş. Benden ne istersen yaparım. Benim yapamayacağım iş yok, demiş. — Senden ne dileyim? Sen bir gara guşsun. Ben bir garip yolcuyum, demiş. Senden ne dileyim? Ne dileyebilirim? Anka kuşu: —Hele hele dile, demiş. — Madem dileyecem ama olmayacak bir iş, demiş. — Olsun sen dile bakalım, demiş. — Ben demiş, beni yeryüzüne, öbür dünyaya çıkar, demiş. Çıkarabilir misin? — Çıkarırım, demiş. Oğlan sormuş: — Nasıl çıkarırsın? — Sen kırk tuluk su bulacaksın, demiş. Kırk kantar da et bulacaksın, demiş. Ben seni sırtımda çıkaracağım. Ama bana hak dediğim zaman et; huk dediğim zaman su vericeksin, demiş. Böyle uçucaz, demiş. Ordan nese, zaten kendi padişah: —Tamam, demiş. Eti temin etmişr, suyu temin etmiş. Guşun üstüne binmiş. Velhasılkelam gah dedikçe et, guk dedikçe su. Yeryüzüne çıkmış. Anka kuşu: — Tamam, demiş sen aklına getirdiğin anda öbür ailenin yanına da götürürüm. Sen yeter ki aklına getir, demiş. Velhasılkelam, şimdi, öbür gız oğlanın abisiyle evlenmemek için zor şeyler istiyormuş. —Ben fındık içinde makas değmemiş, dikiş yapılmamış gelinlik isterim, demiş. Padişah memlekette ne gadar terzi varsa toplamış. Yer üstündeki bu padişah. Padişah: — O gelin adayıma bu elbiseyi dikeceksiniz, demiş. Terzileri almış telaş. — Yav makas değmeden, dikiş yapılmadan, fındık gabuğunda nasıl gelinlik dikecez, demişler. Bir gün bu oğlan Arap gibi yani, şekil değiştirmiş. Terzinin yanına varmış. Arap: — Sen gabul et, demiş. Yalnız kırk gün müddet iste onlardan, demiş. Terzi: — Yav nasıl olur? — Ya senin işin olur, demiş Sen gabul et, demiş. Ama olmazsa padişah öldürecek yani. Olmaz dese de öldürecek yani. Velhasılkelam, ondan sora, en sonunda terzinin birisi padişaha: — Tamam, demiş. Senin istediğin elbiseyi dikicem, demiş. Padişah öle bi şey ediyor ki, gızımın yani gelinmin elbisesini dikecek terzi. Her yere yaygara yapıyor yani. O güççük gızın da gulağına geliyor. O gonuşulanlar yani. — Tamam benim yiğidim geliyo, demiş. Çünkü ondan başkası bunu yapamaz, demiş. O saat gelmiş artık otuz dokuz gün doluyo, kırkıncı gün gelmiş. Fındık gabuğunun içinde makas değmemiş, iplik değmemiş, elbiseyi getirmiş terzi. Padişaha sunmuş. Gız demiş: — Bunun ustası nerde? Ustayı göster bana. Sen değilsin ustası. Ondan sonra gelmiş. Gızı görünce ayın ön dördü gibi oluyormuş. O zaman padişah da biliyor zaten oğlunu. Oğlunu tanımış Gız: — Bak padişahım bu senin küçük oğlun. Bunu senin büyük oğulların guyunun dibine bıraktı. Bak biz üç taneydik. En büyümüzü büyük oğluna gönderdi. Ortancamızı ortanca oğluna gönderdi. En küçük beni de ben onun nasibiydim, demiş. Ama en güzel ben olduğumdan beni beğendiler. Öbürlerini beğenmediler. Küçük oğlunu da yeddi gat yerin dibine aşağı attılar, demiş. Böle diyince padişah öfkelenmiş. Padişah oğullarına: — Sizi öldürmeyecem ben, demiş. Size  bi şans da vericem, demiş. Kırk katır mı istersiniz? Kırk satır mı istersiniz? Kırk satır boynunuz uçcak demek, kırk katır affedersiniz hayvanlara verecek demek. Onlar düşünüyor kırk satır ömür kesilecek yani. Oğlanlar: — Ha tamam, kırk satır istemeyiz.. Kırk katır isteriz, demişler. Padişah: — Kırk katır getirin, demiş. Kırk katırı birbirine bağlamış. Onları da arkasına bağlamış. Bi çubuk vurmuş. Hayvanlar onları paramparça etmiş. Eziyet çekerek ölmüşler. Öbürü de kırk gün, kırk gece, kırk gündüz düğün etmiş. Darısı gençlerin başına diyelim. Yer atındakileri de yer üstüne getirtmiş. Üç tane de yeryüzündeki karısından çocuğu olmuş.     
Zümrüdüanka
Muğla
Ege Bölgesi
 Günün birinde küçük bir dağ köyünde Köse isminde bir adam yaşarmış. Köyde herkes geçimini tarlasını ekip biçerek sağlarmış. Köse’nin tarlası varmış ama ekecek ne tohumu ne de tohum alacak parası varmış. Bir gün kara kara düşünürken Köse’nin yanına iki tane köylü gelmiş. Bu köylülerin durumları iyiymiş. Köse’ye ne kadar çok paraları olduğunu anlatmaya başlamışlar. Köse’yi aşağılamışlar: — Sen nasıl tarlanı ekemiyorsun, demişler. Köse de kurnaz bir adammış, bu köylülere demiş ki: — Gelin, benim tarlamı beraber ekelim, demiş. Köylüler de: — Ekelim ama ne ekeceğiz, demişler. Köse: — Soğan ekelim, demiş. Köylüler: — Ekelim ama nasıl paylaşacağız, diye sormuşlar. Köse de: — Kökünü ben alırım, siz sapını alırsınız, demiş. Köylüler de kabul etmişler. Tarlayı ekmişler, hasat zamanı gelmiş. Köse soğanın kökünü almış, köylülerde sapını almışlar ama köylülerin soğan sapları bozulmuş. Köse ise kuru soğanları satmış durumunu düzeltmiş. Köylüler bunu duyunca Köse’yi dövmek için gitmişler. Köse yine kurnazlığıyla köylülerin aklını çelmiş. Köse: — Tamam! Arkadaşlar niye kavga edeceğiz? Tamam, tarlayı tekrar ekelim bu defa siz kökünü alın ben sapını alayım, der. Köylüler: — Tamam! Zararımızı böyle telafi edelim sonra döveriz, diye düşünürler.  Tarlayı tekrar ekerler bu defa tarlaya lahana ekerler. Hasat zamanı köse sapını alır, köylüler de kökünü alırlar. Ancak köylüler için yine değişen bir şey olmaz. Köse yine kâr eder. Köylüler yine zarar edince bu defa iyice sinirlenirler ve Köse’yi öldürmeye giderler. Köse: — Durun arkadaşlar! Ne oluyor? Bir anlayın dinleyin beni, der. Ama bu sefer ellerinden kaçamaz. Bunlar Köse’yi bir çuvala koyup dağ başında bir ağaç dalına bağlarlar. Köse’yi bıçaklayıp ölüsünü suya atmaya karar verirler ama bıçak bulamazlar. Bu sefer de bıçak aramaya giderler. Köse de bu arada yapacağını yapar ve köylülerin gittiğini anlayınca bağırmaya başlar. Köse: — Almam almam, diye bağırıp durur. Bu arada bir çoban Köse’nin sesini duyar ve çıkargelir. Köse bu ya iyice bağırmaya başlar: — Almam almam, diye sürekli bağırır. Çoban sorar: — Neyi almıyorsun Arkadaş.  Köse kurnaz ya başlar bol keseden atmaya. Bana şu kadar para, bu kadar mal mülk vermek istiyorlar. Ama hakkım olmadığı için ben de almak istemiyorum. Bunun için beni bu çuvala koydular, der. Bunu duyan çoban: — Aman! Sen çık, ben gireyim çuvalın içine, der. Köse de çuvaldan çıkınca bir kayanın dibine saklanır. Çoban da: — Alırım alırım, diye bağırmaya başlar bu arada köylüler gelir. Çobanı bıçaklamaya başlarlar, ölen çobanı suya atarlar. Bu arada Köse hemen saklandığı yerden çıkar. Der ki: — Arkadaşlar! Beni iyi ki bıçaklayıp suya atmışsınız. Onlar da sorarlar: — Neden, ne oldu suyun içinde? Köse çobanın sürüsünü göstererek der ki: — Suyun altında bir sürü koyun var, ben bu kadar bölüp getirebildim, der. Köylülerden biri atlar hemen: — Aman! Bir de beni bıçakla, at, der.  Köse ile diğer köylü bıçaklar sonra köylüyü suya atarlar. Köylü geri dönmez, suya attıkları köylüden boğulma sesleri gelir: — Gık gık gık… bu arada diğer köylü: — Aman! Koyunlar bitiyor bir de beni at suya, der. Köse hemen onu da çubukla döver ve suya atar.  Kurnaz Köse böylelikle saf köylülerden kurtulur, köylüler hem aç gözlü hem de bu kadar saf olmanın cezasını çekmiş olurlar.
KÖSE İLE KÖYLÜLER
Edirne
Marmara Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, zamanın birinde bir kız annesi ve babasıyla mutlu mesut yaşıyormuş. Kız çok güzel, çok iyi bir kızmış. Bir gün gelmiş kızın annesi hastalanmış ve vefat etmiş. Bir süre sonra kızın babası başka bir kadınla evlenmiş. Evlendiği kadının da çirkin çok kıskanç bir kızı varmış. Bunlar birlikte yaşamaya başlamışlar. Üvey annenin kızı, adamın kızını o kadar çok kıskanmaya başlamış ki artık içindeki fesatlık, kötülük yüzüne yansımaya başlamış, iyice çirkinleşmiş, asık suratlı olmuş. Kadın, kızını sürekli ikaz edermiş: — Bak kızım, kardeşine benzemeye çalış, iyi huylu ol. İyice kötüleşmeye başladın. Böyle giderse seni kimse almayacak, istemeyecek, demiş. Anası böyle dedikçe kız iyice zıtlaşmış: — Sen beni sevmiyorsun, onu daha çok seviyorsun diye. Gel zaman git zaman kızın kıskançlığı iyice artmış. Sonunda kızı öldürmeye karar vermiş. Bir gün iyi kız kuyudan su çekerken arkasından gelmiş ve kızı kuyuya itmiş. Kız düşmüş düşmüş, suları aşmış sonunda yumuşak bir toprağa düşmüş. Sanki başka bir âleme gelmiş. Hemen orada bir elma ağacı görmüş. Bu ağacın etrafını yabani otlar bürümüş, dikenler sarmış, budanmamış ve çok bakımsızmış. Kız bu ağacı otlardan dikenlerden temizlemiş, budamış, sulamış, etrafına set çekmiş, sevgi ve şefkat göstermiş. Sonra yoluna devam etmiş. İlerlemiş, ilerlemiş ve bir fırına rastlamış. Fırında bir adam kan ter içinde ekmek yapmaya uğraşıyormuş. Adamın yanında hiç yardımcısı yokmuş. Kız bu adama belli bir süre yardım etmiş. Hamurunu yoğurmuş, ekmeğini pişirmiş, etrafı süpürmüş. Sonra fırıncının yanından da ayrılmış, yola devam etmiş. Giderken dere kenarında oturan yaşlı bir nineye rastlamış. Yaşlı ninenin halini hatırını sormuş, başından geçenleri bir bir anlatmış: — Evimi bulma umuduyla dolaşıyorum şimdi, demiş. Yaşlı nine: — Sana yardım ederim ama bir şartım var. Benim on iki tane yılanım var. Bir gün boyunca yılanlarıma güzel bir şekilde bakarsan, ilgilenirsen yardım ederim, demiş. Kızın başka bir çaresi olmadığı için kabul etmiş. Yaşlı teyze, kızı almış, yılanların yanına götürmüş. Kız yılanlara çok güzel bakmış. İçecekleri sütü ağızlarının yanmaması için ılık şekilde ısıtmış. Boynundaki inci kolyeyi on ikiye bölmüş, ipe dizmiş, yılanların boynuna asmış. Onlara sevgi göstermiş. Akşam yaşlı kadın gelip yılanlarına kızın nasıl davrandığını sormuş. Yılanlar kızın çok iyi davrandığını söylemişler. Yaşlı kadın söz verdiği gibi kıza yardım edeceğini söylemiş. Kızı derenin kenarına götürmüş ve: — Bu dereden siyah bir su akacak, siyah su akınca beni çağırma. O bitince kırmızı bir su akacak. O zaman da çağırma. Sonra beyaz bir su akacak, o zaman beni hemen çağır, demiş.  Kız beklemeye başlamış. Önce siyah su akmış, sonra kırmızı su akmış, sonra da beyaz su akmaya başlamış. Kız hemen yaşlı kadını çağırmış: — Nine nine! Koş, beyaz su akıyor, demiş. Yaşlı kadın gelir gelmez kızı suyun içine itmiş. Kız dereye düşmüş. Masal bu ya, yaşlı kadın kızı tekrar dereden çıkarmış. Kızla birlikte bir de sandık çıkarmış. Kız sudan çıktığında öyle güzelleşmiş öyle güzelleşmiş ki sanki bir nur bir ay parçası. Güzelliğine güzellik katmış. Yaşlı kadın: — Şimdi geldiğin yerden geri dön, Allah sana yardım edecek, evine ulaşacaksın, demiş. Dereden kızla beraber çıkan sandığı da kıza vermiş. Kız yoluna devam etmiş ve gelirken gördüğü fırına yine rastlamış. Kız çok aç imiş ve fırıncı, kız kendisine önceden yardım ettiği için ona ekmek vermiş. Kız yoluna devam etmiş. Bakıyor ki önceden görüp ilgilendiği ağaç büyük büyük, kırmızı kırmızı elmalar vermiş. Kız onlardan da almış ve kuyudan düştüğü yere gelmiş. Bakıyor ki düştüğü yerden bir kova sarkmış. Sandığıyla beraber kovaya oturmuş ve yukardan kovayı çekmişler. Kovayı çeken de üvey annesiymiş. Ailesi kızı görünce kavuştukları için çok mutlu olmuş. Sandığını da aşmışlar bakmışlar ki dünyanın çeşitli nimetleri, paralar, mücevherler, meyveler ne istersen var. Bir de kızın nasıl böyle çok güzel olduğunu merek etmişler. Ondan sonra kız başından geçenleri anlatmış. Bunların üzerine üvey annesi de kızına: — Sen de kuyuya atla, kardeşin gibi güzelleş, iyi huylu ol, demiş. Kız kabul etmiş kendi isteğiyle kuyuya atlamış. Aynı ağacı o da görmüş. Ağaç yine öyle bakımsız haldeymiş. Kız söylenmeye başlamış: — Bu nasıl ağaç böyle, altına oturulacak bir gölgesi bile yok, hıhh’ demiş, gitmiş. Sonra aynı fırıncıyı o da görmüş. Bakmış adam tek başına işlerle uğraşıyor, zorlanıyor. Kız adamın haline oralı bile olmamış, hatta adama beceriksiz diye hakaretler edip yoluna devam etmiş. Sonra yaşlı kadınla karşılaşmış ve kadın diğer kıza emanet ettiği gibi ona da yılanlarını emanet etmiş. Kız önce sızlanmış ama güzelleşmek için kabul etmiş. Kadın kızı yılanların yanına götürmüş ve bırakmış. Kız, yılanların sütünü iyice kaynatmış, yılanların içerken dilleri yanmış. Onlara çok kötü davranmış. Akşam kadın geldiğinde yılanlara kızın nasıl davrandığını sormuş. Yılanlar olanları anlatmışlar. Yaşlı kadın da tamam deyip kızı almış, derenin yanına götürmüş: — Bu dereden beyaz su akınca beni çağırma, kırmızı su akınca da çağırma ama siyah su akınca hemen çağır, demiş. Beyaz su akmış çağırmamış, kırmızı su akmış çağırmamış, siyah su akınca hemen çağırmış: — Nine nine koş siyah su akıyor, demiş. Yaşlı kadın hemen gelmiş kızı suya itmiş ve daha sonra bir sandıkla beraber çıkarmış: — Şimdi geldiğin yoldan geri dön, demiş. Kız sudan çıktığında çirkinliğine çirkinlik katmış. Kapkara bir şey olmuş, saçları diken gibi burnu koskocaman, dişleri kazma gibi olmuş. Güzel oldum zannederek geldiği yoldan geri gitmeye başlamış. Giderken çok acıkmış. Fırıncıyı görmüş, ondan ekmek istemiş, ama fırıncı yaptıklarından dolayı ona ekmek vermemiş. Bir de kazmayla güzel dayak atmış. Kız yoluna devam etmiş. Yine o ağacı görmüş. Ağaçtaki elmalar büyümüş. Onları koparmaya çalışmış ama dikenler batmış eline koparamamış. Sonra kuyudan indiği yere gelmiş, annesi kovayı sarkıtmış. Kız sandığıyla beraber kovaya oturmuş, annesi yukarı çekmiş. Bir de bakmışlar ki kız çirkin, kötü bir şey olmuş çıkmış. Sandığını da açmışlar, içinden yılanlar, böcekler, pislikler çıkmış. Bu masaldan da anlaşılıyor ki iyilik eden iyilik bulur, kötülük eden kötülük bulur.
İyi Kız ile Kötü Kız
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken üç erkek kardeş varmış. Bu üç erkek kardeşin büyük bir tarlası varmış. Ama bir dev sürekli gelerek bu tarlanın ürünlerini yermiş. Bunun üzerine büyük olan kardeş bu işin böyle yürümeyeceğini ve devi vuracağını söyleyerek tarlaya gitmiş.  Tarlada büyük bir taşın arkasına saklanmış ve devi beklemeye başlamış. Dev büyük bir gürültüyle gelmiş. Büyük kardeş o kadar korkmuş ki devin gitmesini bile beklemeden saklandığı yerden çıkıp oradan koşarak uzaklaşmış. Ortanca kardeş ağabeyinin düştüğü duruma gülmüş ve devi kendisinin vuracağını söylemiş ve tarlanın yolunu tutmuş. O da ağabeyinin yaptığı gibi büyük bir taşın arkasına saklanmış ve devi beklemeye başlamış. Dev yine aynı heybetiyle homurdanarak gelmiş. Ortanca kardeş ne yapacağını şaşırmış çünkü o da ağabeyi gibi çok korkmuş ve devin gitmesini bile beklemeden koşarak oradan kaçmış. Sıra küçük olan kardeşe gelmiş ama o ağabeyleri gibi korkak değilmiş çok cesur ve güçlüymüş. Tarlaya gitmiş; taşın arkasına saklanarak devi beklemeye başlamış. Dev tekrar homurdanarak gelmiş. Küçük kardeş devi vurmuş ama öldürememiş. Dev kaçmaya başlamış küçük kardeş de kovalamaya başlamış. Kovalamaca bir kuyunun başında son bulmuş. Dev bu derin kuyuya bir sıçrayışta inivermiş. Küçük kardeş de tek başına inemeyeceği için kardeşlerini çağırmış. Kardeşleri onun beline bir ip bağlayarak aşağı sarkıtmışlar. Küçük çocuk kuyudan aşağı doğru inerken çok güzel bir kız görmüş ve belindeki ipi kıza bağlayarak onu yukarı çektirmiş. Biraz daha aşağı inmiş ve çok güzel bir kız daha görmüş onu da yukarı çektirmiş. Biraz daha indikten sonra diğer iki kızdan daha güzel bir kız görmüş ve ona âşık olmuş. Onu yukarı çektirmeden önce kendisini beklemesini ve dönünce onunla evleneceğini söylemiş. Aşağı inen çocuk orada bir kocakarı görmüş ve devi nasıl bulabileceğini sormuş. Kocakarı kuyudaki halkın yiyecek ve içeceklerini kuyudaki büyük meydana getirdiklerini ve devin sürekli gelip bu yiyecekleri yediğini söylemiş. Herkes devden korktuğu için düzenli olarak deve yiyecek getiriyormuş. Çocuk meydanda devi beklemeye koyulmuş. Aradan biraz zaman geçtikten sonra dev gelmiş ve çocuk devi vurarak öldürmüş. Kuyudaki halk sevinç çığlıkları atmış ve kuyunun padişafı çocuğu çağırarak: — Dile benden ne dilersen, demiş. Çocuk bir şey istemediğini sadece kuyudan çıkarak ve eve gitmek istediğini söylemiş. Padişah ilerideki tepeyi göstererek: — Seni bu kuyudan sadece orada yaşayan büyük kuş çıkarabilir, demiş.  Çocuk tepeye gitmiş ve kuşu beklemeye başlamış. Kuşu beklerken bir yılan kuşun yavrularını yemek için kuşun yuvasına saldırmış. Bunu fark eden çocuk yılanı vurarak öldürmüş ve kuşun yavrularını kurtarmış. Daha sonra beklerken ağacın dibinde uyumuş. Yavru kuşların anneleri gelmiş ve tam çocuğu öldürecekken yavruları annesini durdurmuş ve çocuğun kendilerini kurtardığını söylemiş. Anne kuş: — Dile benden ne dilersen, demiş. Çocuk da kuyudan çıkmak istediğini söylemiş. Anne kuş eskiden bu kuyudan çok kişi çıkardığını ama artık yaşlandığını ve kendisi için çok zor bir iş olduğunu söylemiş. Çocuk kuşa yalvarmış ve kuş bir şartla kabul etmiş: — Ben “lak” dedikçe et, ”luk” dedikçe de ağzıma su vereceksin, demiş. Çocuk kabul ederek padişahın yanına gitmiş ve kuşun istediği et ve suyu temin etmiş. Bu arada büyük kardeş küçük kardeşin kuyudan kurtulamayacağına inandığı için onun evleneceği kızla evlenmeye karar vermiş ve düğün hazırlıklarına başlamış. Küçük oğlan da kuşun sırtında kuyudan çıkmak için uğraşıyormuş. Kuş “lak” deyince et, “luk” deyince de ağzına su veriyormuş. Fakat kuyudan çıkmadan et bitmiş ve kuş “lak” demiş, çocuk da bacağından kesip kuşun ağzına vermiş. Kuş bunu anlamış ve çocuğun bacağını dilinin altında saklamış ve kuyudan çıkmışlar. Kuş çıktıktan sonra çocuğun bacağını yalamış ve çocuğun ayağı tekrar eski haline gelmiş. Küçük kardeş hızla evinin yolunu tutmuş. Düğün esnasında evine yetişmiş ve âşık olduğu kızla evlenmiş. Sonsuza dek mutlu yaşamışlar.
Üç Oğlan ve Dev
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben anamın beşiği tıngır mıngır sallar iken köyün birinde, bir ağanın çok yakışıklı, kibirli, gururlu, her şeyi ben bilirim diyen bir oğlu varmış. Ağanın bu oğlu atına biner, zaman zaman köyün etrafındaki dağlarda gezintiye çıkarmış. Günün birinde gene atıyla çiçeklerle bezenmiş yemyeşil çayırlarda gezerken, şırıl şırıl akan, billur gibi parlayan bir derenin kenarında, bir ihtiyarın kâğıtlara bir şeyler yazarak dereye attığını görmüş: — Ey ihtiyar, kimsin sen, bu yaptığın nedir, diye sormuş. İhtiyar başını yavaşça kaldırarak, derinlerden gelen bir sesle: — Ben evlenecek çiftlerin isimlerini yazıp suya bırakıyorum, demiş. Ağanın oğlu: — Peki ben kiminle evleneceğim, diye sormuş. İhtiyar: — Sen bir çobanın kızıyla evleneceksin, demiş. Ağanın oğlu alaylı bir şekilde ihtiyara bakarak: — Hadi canım sen de, bir ağa oğlu çoban kızına mı kaldı, demiş ve oradan uzaklaşmış. Olayın üzerinde günler, aylar geçmiş; ama ihtiyarın dediği şey de sürekli ağanın oğlunu zihnini kurcalamış ve rüyalarına girmiş. Bunun üzerine bir kâhin bulmuş, onun yanına gitmiş. Kâhin ona: — Falan köyde çok fakir bir çobanın beşikte bir kızı var, sen onunla evleneceksin, demiş. Bunu duyan ağanın oğlu daha çok dertlenmiş: — Böyle bir şey nasıl olur? Buna bir çözüm bulmalıyım, demiş. Yanına iki heybe dolusu altın almış, atına atlamış ve yollara düşmüş. Kâhinin söylediği köyü bulmuş, çobanın kapısını çalmış: — Ben Tanrı misafiriyim, uzun yoldan geliyorum, sizin evinizde konaklamak istiyorum, demiş. Çoban ile hanımı: — Ama bizim bir göz odamız var, bir de çocuğumuz var, biz seni nerede misafir edelim, demiş. Ağanın oğlu çok ısrar etmiş. Çoban da: — Eh ne yapalım? Sen Tanrı misafirisin. Sen odada yat, biz dışarıda yatarız. Ama çocuğumuz üşümesin, o da senin ile birlikte odada kalsın, demiş. Ağanın oğlu gece uyanmış ve beşikteki bebeğin karnını bıçakla deşmiş. Altınları bırakmış ve habersizce çıkıp gitmiş. Çobanla karısı sabah erkenden kalkmış: — Çocukla misafir uyurken gidip işlerimizi bitirelim, diye düşünmüşler. Eve döndüklerinde: — Allah Allah! Çocuk da ne kadar uyudu? Hiç sesi çıkmıyor, diyerek odaya girmişler.  Bakmışlar ki misafir gitmiş, beşiğin de üzeri örtülü. Heybeleri görüp açmışlar. Bakmışlar ki içleri altın dolu. Bir mana verememişler. Çobanın karısı beşiğin örtüsünü açmış, bakmış ki her taraf kan olmuş; fakat bebek hâlâ nefes alıyor. Acele civar köylerin şifacılarına haber göndermişler. Onlar ellerinden geleni yapmışlar. Çoban: — Yeter ki kızımı kurtarın, demiş ve şifacılara avuç avuç altın dağıtmış. Bebek iyileşmiş, kalan altınlarla çoban bir sürü tarla, koyun, keçi almış ve o yörenin en zengin kişisi olmuş. Aradan yıllar geçmiş. Günlerden bir gün ağanın oğlu gene atıyla gezinti yaparken, farkında olmadan kendi köyünden bayağı uzaklaşmış ve yolunu kaybetmiş. Oradan geçen bir kıza kaybolduğunu söyleyip yolu sormuş ve kızın güzelliğinden o kadar etkilenmiş ki, bir türlü kızı aklından çıkaramamış. Kız da gördüğü bu yabancıya âşık olmuş. Ağanın oğlu kızı araştırıp soruşturmuş. Ağa kızı olduğunu öğrenince de: — Tam benim dengim, demiş. Dünürcü göndererek kızı istetmiş ve evlenmişler. Ağanın oğlu kızın karnında yara izleri görmüş ve bu izlerin nedenini sormuş. Kız: — Ben, garip bir çobanın kızıydım… diye başlayarak, başından geçen olayı anlatmış. O anda ağanın oğlu anlamış ki kaderi değiştirmek elinde değildir.
AĞA OĞLU VE ÇOBAN KIZI
Edirne
Marmara Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir köyde üç oğlu ile yaşayan bir baba varmış. Çocukların anneleri daha önceden ölmüş. Bunların meyve ağaçları ile dolu bahçeleri varmış. Bir gün meyvelerin eksildiğini fark etmişler. Meyvelere ne olduğunu anlamak için sırayla nöbet tutmaya karar vermişler. İlk gün en büyük oğlan beklemiş bahçede. Oğlan eline bir satır alıp bir dalın tepesine çıkmış. Gece olunca kocaman bir dev gelmiş ve meyveleri yemiş. Büyük oğlan deve hiçbir şey yapamamış. Sabah olduğunda olanları babasına anlatmış. Bunu duyan ortanca oğlan: — Bu gece de meyveleri ben bekleyeyim baba, demiş. Ortanca oğlan da devden korkmuş ve deve hiçbir şey yapamamış. Bu sefer de en küçükleri meyveleri beklemek istediğini söylemiş babasına. Babası büyük ağabeylerinin başaramadığı işi onun hiç başaramayacağını söylese de, o gece küçük oğlan eline satırı alarak meyvelerin başında beklemeye başlamış. Gece olduğunda dev yine gelmiş bahçeye. Küçük oğlan devden korkmamış ve elindeki satırı vurmuş deve. Dev, oğlana erkekse bir daha vurmasını söylemiş. Meğerse ikinci kez vurduğunda devin yarası iyileşecekmiş. Oğlan da deve: — Ben annemden bir kez doğdum, bir kez vururum. Bir daha vurmam, diyerek cevap vermiş. Sabah olduğunda devi yaraladığını söylemiş babasına ve ağabeylerine. Hep beraber kan izlerini takip ederek devin izini sürmüşler. Dev derin bir kuyunun içine girmiş. Kuyu çok karanlıkmış. Oğlanlar sırayla kuyuya inmeye çalışmışlar. En büyük oğlanla ortanca oğlan belli bir yere kadar inmişler, ama karanlığı görünce korkarak kendilerini yukarıya çekmelerini söylemişler. En küçük oğlansa karanlıktan korkmayarak kuyunun dibine kadar inmiş. Orada iki tane kız görmüş. Bu kızların birisi sarı saçlı, diğeri ise kara saçlıymış. Kızlar oğlanı uyarmışlar. Bu kızlar dev tarafından esir alınmış kızlarmış. Oğlan, onlara devden korkmadığını ve onları devden kurtarmak için devi arayacağını söylemiş. Kızlar da bunu duyunca saçlarından birer tel kopararak oğlana vermişler. Oğlan, sarı saça bindiğinde yukarı çıkacakmış, kara saça bindiğinde ise yerin altına inecekmiş. Oğlan sarı saça binip yukarı çıkacağına, yanlışlıkla, kara saça binip yerin altına inmiş. Gittiği yerde su sıkıntısı varmış. Bir süre sonra susayan oğlan yaşlı bir teyzeden su istemiş. Kadın da su sıkıntısının olduğunu anlatmış oğlana. Suyun kaynağının başında dev otururmuş ve kendisine bir kız vermeleri karşılığında, kızı yiyene kadar, su doldurmalarına izin verirmiş. O ülkede padişahın kızından başka da verilecek kız kalmamış. Bunu duyan oğlan, devin karşısına çıkıp tekrar yaralamış devi. Yaralanan dev, erkekse bir daha vurmasını söylemiş oğlana. Oğlan da tekrar vurmayınca dev ölmüş. Bunu öğrenen padişah: — Ne dilersen dile benden, demiş oğlana. Oğlan da yeryüzüne çıkmak istediğini, kendisine bir kuş, onun yiyeceği kadar yiyecek ve bir de su verilmesini söylemiş. Padişah, oğlanın isteğini yerine getirmiş. İsteği yerine getirilen oğlan, kuşun üstüne binerek uçmaya başlamış. Uzun süre sonra yiyecek ve su kalmamış. Kuş “cak” demiş, “cuk” demiş, ama yiyecek ile su kalmadığı için kuşa bunları veremeyen oğlan kendi bacağından et keserek kuşa vermiş. Kuş bunu anlayarak oğlanın verdiği eti ağzında tutmuş ve yutmamış. Oğlan, kuşun sırtından indiğinde topallamaya başlamış. Bunu gören kuş, damağında tuttuğu eti çıkarmış ve oğlanın bacağına tekrar yapıştırmış. En sonunda yeryüzüne çıkmışlar. Yeryüzüne çıkan oğlan, ağabeylerinin ayakkabı dükkânı açtığını ve evlenmek üzere olduklarını öğrenmiş. Etrafa sorarak ağabeylerini bulmuş ve düğünlerinde yanlarında olmuş. Kendisi de padişahın kızıyla evlenerek mutlu bir yaşam sürmüş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Yiğit Çocuk ve Dev
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
  Bir varmış, bir yokmuş. Bir tilki ile bir nine varmış. Ninenin de bir ineği varmış. Bu nine de her gün sütü sağıp getiriyor avluya koyuyor. Tilki de gizlice gelip her gün sütü içermiş. Nine bir gün de diyor ki: — Bu sütü nereye koyayım? Sonra bunu bir gözleyeceğim. Acaba gelip bu sütü tilki mi içiyor, demiş. Bakıyor ki tilki gelmiş, sütünü içiyor. Nine gidiyor hemen bıçağı getiriyor, tilkinin kuyruğunu kesiyor. Tilkinin kuyruğunu kesince nineye, tilki diyor ki: — Ne olursun kuyruğumu ver. Nine: — Yok, kesinlikle ben kuyruk muyruk vermem. Git benim sütümü getir, diyor. Tilki gidiyor ineğe yalvarıyor: — İnek, can inek ne olursun bana süt ver, götüreyim nineye vereyim, kuyruğumu alayım, dikeyim dikiştireyim, arkadaşlarıma yetiştireyim. O da arkadaşlarına gidecekmiş. Ondan sonra diyor ki: — Git bana yem getir. Gidiyor, yemciye diyor ki: — Yemci can, yemci ne olursun bana yem ver ki ineğe götüreyim, inekten süt alayım, sütü nineye vereyim, nineden kuyruğumu alayım da arkadaşlarıma yetiştireyim, diyor. Ondan sonra geliyor, yemci tilkiye diyor ki: — Benim de yemimi fareler kırmasın. Tilki, fareye gidiyor, diyor ki: — Fare kardeş! Ne olur yemcinin yemlerini kırma. Fare: — Kediye söyle. Beni de kedi yemesin. Kediye gidiyor o da:  — Beni de köpek yemesin, diyor. Köpeğe gidiyor: — Köpek can köpek, sen kediyi yeme, kedi fareyi yemesin, fare de tahılcının tahılını kırmasın. Alayım, götüreyim, ineğe vereyim, inekten süt alayım, götüreyim nineye vereyim, nineden de kuyruğumu alayım, dikeyim dikiştireyim, arkadaşlarıma yetiştireyim. Arkadaşlarım gitti, ben kaldım. Kalkıyor, kurdun yanına gidiyor. Kurt can kurt diyor. — Sen köpeği yeme, köpek kediyi yemesin, kedi de fareyi yemesin, fare de tahılcının tahılını kırmasın, tahılcıdan tahıl alem, götüreyim ineğe vereyim, inekten süt alayım, götüreyim nineye vereyim, nineden kuyruğunu alayım, dikeyim dikiştireyim arkadaşlarıma yetişeyim, diyor. Kurt da sinirleniyor ve diyor ki: — Git başımdan. Ben hepsini yerim, diyor. Böylece tilki, zavallı ninenin sütünü hırsızlıkla içmenin cezasını ödemiş oluyor.
Nine ile Tilki
Kocaeli
Marmara Bölgesi
Padişahın üç oğlu varmış. Padişah bir gün üç oğlunu teker teker yanına çağırttırıyor. İlk önce, vezir padişahın yanına büyük oğlunu çağırttırıyor. Diyor ki: — Oğlum beni ne kadar seviyorsun? O da: — Baba ben seni dünyada ne kadar meyve varsa, seni o kadar seviyorum. Padişah da: — Tamam, diyor. Sonra vezir padişahın ortanca oğlunu getiriyor. Padişah da ona aynı soruyu soruyor. O da: — Baba dünyada ne kadar börek, çörek, yemek varsa işte o kadar seni seviyorum, demiş. Üçüncü oğlana sıra geliyor. O da: — Seni tuz kadar seviyorum, demiş. Padişah bu duruma çok sinirleniyor. Oğlunun başının vurulmasını emrediyor. Vezir oğlanı alıyor, dağa çıkarıyor. Fakat, vurmaya kıyamıyor. Orada bir tavşan bulup öldürüyor ve kanını gömleğe sürüyor. Çocuğu orada bırakıp geliyor. Vezir uzaklaşınca oraya kanadı yedi renkte olan bir kuş geliyor. Oğlana: — Kanadıma otur, diyor. Oğlanı alıyor ve büyük bir şehre getiriyor. Oradaki halk da padişahını bekliyormuş. Oğlan kuştan iniyor ve tahta oturuyor. Çok akıllı olduğu için halk onu çok seviyor. Oğlan babasını yemeğe davet ediyor. Kılık değiştiriyor ve babasını bekliyor. Hiçbir yemeğe tuz koydurmuyor. Padişah yemeği yiyor ve yemekten hiçbir lezzet alamıyor. Oğlan da: — Sizin, oğlunuzu tuz yüzünden öldürttüğünüzü duydum, bu yüzden yemeklere tuz koydurmadım, diyor. Padişah o kadar üzülüyor ki ağlamaya başlıyor: — Ben oğlumu haksız yere öldürtmüşüm meğer. O dünyadaki en güzel nimet kadar seviyormuş, diyor. Oğlan kılığını değiştiriyor ve babası onu hemen tanıyor. Padişah oğlunun çok akıllı olduğunu anlıyor. Bir daha inceleyip araştırmadan peşin hükümlerle kimseyi cezalandırmamaya söz veriyor.
Tuz Kadar Sevgi
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş; uzak diyarlarda bir beyzade varmış. Oldukça varlıklı olan beyzade babası vefat ettiği için annesi ile birlikte yaşarmış. Bir de Kıllı Kız varmış, keçi postuna büründüğü için ona Kıllı Kız derlermiş. Kimsesi olmadığı için beyzade ve annesinin evinde hizmetçi olarak çalışırmış. Tüyleri döküldüğü için Kıllı Kız’ı yemek, su gibi işlerde çalışmasına izin vermezlermiş. Bu arada beyzadenin annesi oğluna sürekli evlenmesi yönünde telkinlerde bulunuyormuş.  Gel zaman, git zaman günün birinde beyzade ve annesini düğüne davet etmişler. Beyzade ve annesi düğüne Kıllı Kızı götürmeyip onu evin bir odasına kilitlemişler. Onlar gittikten sonra Kıllı Kız, postunu çıkarıp bir güzel süslenmiş ve pencereden kaçıp düğüne gitmiş. Beyzade düğünde bu kızı görüp âşık olmuş. Kıllı Kız ay parçası kadar güzel bir kızmış. Daha sonra Kıllı Kız düğünün bitmesini beklemeden eve gelmiş ve postuna bürünmüş. Ertesi gün yine bir eğlenceye davet edilen ana oğul, Kıllı Kızı evde bırakarak gitmişler. Kıllı Kız onlar gittikten sonra yine postunu çıkarmış, süslenip oraya gitmiş. Beyzade kızın parmağındaki yüzüğü görmüş. Ardından Kıllı Kız hemen eve gelip postunu giymiş. Beyzade artık dayanamayıp bu kızı arayıp bulacağını annesine söylemiş. Yola çıkmadan annesinden azık hazırlamasını istemiş. Bunun üzerine annesi helva yapmaya başlamış ve bu sırada Kıllı Kız bir kısmını kendisi yapmak istemiş. Beyzadenin annesi her ne kadar “kılların dökülür” diye itiraz etse de sonunda kabul etmiş. Helvayı yaparken Kıllı Kız yüzüğünü helvanın içine koymuş. Beyzade hazırlanan azıkları alarak yola çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş bir gözenin başına gelince azığını çıkarıp yemeye başlamış. Helvayı yerken dişine sert bir cisim dokunmuş, bir de bakmış ki yüzük. O anda yüzüğü tanımış ve düğüne gelen kızın Kıllı Kız olduğunu anlamış. Beyzade hemen eve gelmiş. Annesi kızı buldun mu diye sorunca bulamadığını söylemiş. O gün yemek vakti gelince beyzade annesine yemeği Kıllı Kız’ın getirmesini söylemiş. Annesi: — Olmaz oğlum, kılları dökülür dese de: — Anne sen onunla gönder, diye ısrar etmiş. Kıllı Kız yemeği beyzadenin odasına götürmüş ve beyzade onu tutup üzerindeki kılların post olduğunu anlamış ve olup biteni kızdan öğrenmiş. Ardından annesine söylemiş ve kırk gün kırk gece düğün yapmışlar…
Kıllı Kız
İzmir
Ege Bölgesi
Vaktin birinde bir adamın karısı ölmüş. Adam bir ayakkabı yaptırıp köyde dolaştırmış. Hangi kızın ayağına olursa onunla evlenmeye niyet etmiş. Yaptığı ayakkabı köyde kimsenin ayağına olmamış. Adamın bir kızı varmış. Kız ayakkabıyı denemiş, ayağına olmuş. Babası demiş: — Madem senin ayağına oldu, gidip imama danışayım, olur derse seni alacağım, demiş. Kız bakmış durum ciddi, babasından bir altın dolap yaptırmasını istemiş. Babası kabul etmiş. Gidip bir ustaya sipariş vermiş. Oradan da imamın yanına giderek demiş ki: — Hocam! Bir meyve ağacı yetiştirdiysem meyvesi bana mı düşer, başkasına mı, der. Hoca: — Sana düşer, demiş. Adam bu haberi sevinçle bildirmeye gitmiş. Bu arada kız ustaya gidip dolabın kilidini içten koydurmasını istemiş. Adam eve gelip olanları anlatmış: — Kız da istemeyerek kabul etmiş. Adam dışarıdayken dolap gelmiş ve kız dolaba girip kendini kilitlemiş. Babası geldiğinde kızı bulamamış dolabı da götürüp satmış. Dolabı bir genç almış. Genç evlenmek üzereymiş. Dolabı odasına koymuş. Annesi yemeğini odasına getirirmiş. Ancak yemek giderek azalıyormuş. Annesine söylemiş. Annesi şaşırmış. Kendi de odada saklanıp beklemiş. Dolaptan kız çıkıp yemekten yemiş. Tekrar gidecekken oğlan kolundan yakalamış. Kız, durumunu oğlana anlatmış. Kızdan etkilenen oğlan düğününü ertelemiş. Evleneceği kız amcasının kızıymış. Ertelemeden rahatsız olmuş. Oğlanın yeni aldığı dolaptan haberdar olmuş. Oğlanın annesiyle birlikte dolabı incelemişler. Bakmışlar kilitsiz bir kutu. Evleneceği kız, bu kutuyu alıp bir ustaya götürmüş ve erittirmiş. Kız da içinden can havliyle çıkmış. Artık umudunu yitiren kız amcaoğlu ile evlenmekten vazgeçmiş. Annesine sormuş. Annesi durumu anlatmış. Bunun üzerine düğün kurulmasını istemiş. Kırk gün kırk gece düğün yapıp mutluluk içinde yaşamışlar.
DOLAP KIZI
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken, sen annenin beşiğinde tıngır mıngır sallanırken ülkenin birinde bir padişah varmış. Padişahın bir de hanımı varmış. Padişahın hanımı hamileymiş. Hanımın doğum anı geldiğinde memleketteki bütün ebeler çağırılmış. Doğuma giren bütün ebeler tek tek ölüyormuş. Bu memlekette bir de üvey anne varmış. Bu üvey anne kızından kurtulmak için; bu kız ebedir diye padişahın huzuruna kızı çıkarmış. Kız ağlaya ağlaya padişahtan bir gün izin istemiş. Öz annesinin mezarına gitmiş ve uyuyakalmış. Gece rüyasına ak sakallı bir dede gelmiş: —Yavrum, sultanın karnındaki bebek değil yılandır. Yılanlar sütü sever, sen odaya sütü koy çık, demiş. Sabah olunca kız sultanın odasına girmiş ve bir kâse süt bırakmış. Aradan biraz zaman geçtikten sonra kız içeri girmiş ve sultanın bir yılan doğurduğunu görmüş. Bu çocuğun adını Yılan Bey koymuşlar. Aradan yıllar geçmiş, Yılan Bey’in evlilik çağı gelmiş. Ülkede ne kadar genç kız varsa Yılan Bey ile evlenmiş ama hepsi ilk gece ölmüş. Bunu duyan üvey anne yine kızını almış ve padişahın karşısına geçirmiş ve kızını Yılan Bey ile evlendirmek istediğini söylemiş. Kız, padişaha yalvarmış, demiş ki: —Padişahım, Yılan Bey’i ben doğurttum, ne olur kıymayın bana, demiş. Padişah kızı dinlememiş ve hemen evlenmelerini istemiş. Kız yine bir şart sunmuş: —Padişahım bu geceyi de annem ile geçireyim, yarın sabah gelirim, demiş. Gece annesinin mezarında yatarken rüyasına bir ak sakallı dede gelmiş ve şöyle demiş: —Gelinliğin altından kırk kat elbise giyin kızım ve sen her birini çıkardıkça damadın da çıkarmasını iste, demiş. Kız ile oğlan evlenmiş. Gelin ak sakallı dedenin dediği gibi kat kat elbise giymiş. Damat gelinin soyunmasını isteyince gelin de giyindiği kırk kat elbiseyi çıkarmaya başlamış. Gelin üzerindeki elbiseleri çıkarmaya başlayınca damada soyunmasını söylemiş. Damat soyunmuş, böylelikle 40 kat elbiseyi üzerlerinde çıkarmışlar. Yılan beyin en son derisi kalmış ve onu da çıkarmış. Derinin altında çok yakışıklı bir delikanlı çıkmış. Böylece bu evlilik çok mutlu ve mesut bir hâle gelmiş. Bunu duyan üvey anne kahrından ölmüş…
Yılan Bey 1
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir ülkede çocuğu olmayan bir padişah varmış. Padişah, sürekli yalvarmış, Allah’tan bir çocuk vermesini istermiş. Bir gece uyurken bir rüya görmüş. Rüyasında, oğlu olacağını, ama gerdek gecesi ölümüne razı olursa Allah’ın ona bir oğul vereceğini görmüş. O da gönlünde olsun da o zaman ben onun bir kolayını bulurum, geçmiş olsun, demiş. Duası kabul olan padişahın bir gün oğlu olur. Çok sevinir. Fakat gerdek gecesi öleceğini bildiği için çok da dikkatlidir. Aradan biraz zaman geçmiş. Oğlu uzaktan bir kız görmüş. Bu kıza âşık oluş ve evlenmek istemiş. Oğlunun öleceğini bilen baba, evlenmesine razı olmamış, oğlan da evden kaçmış. Oğlan bu arada evden kaçmış giderken yolda ihtiyar bir adama rastlar. Bu adamla arkadaş olur. Birlikte yolda yedi adım yürürler, bir çeşmeden de birlikte su içerler. Sohbet edip sonra ayrılırlar. Oğlu evden ayrıldıkt5an sonra padişah oğlunun hasretine dayanamaz. Çaresiz evlenmesine razı olur. Arkasından haber gönderir, oğlu da evine geri döner. Düğünden sonra gerdeğe giren oğlan, yol arkadaşı olan ihtiyarı gerdek odasında beklerken görür. Ondan, canını almaya gelen Azrail olduğunu öğrenir. Oğlan, Azrail’den af diler. O da babasının sözünü hatırlatır. Oğlan, bunun üzerine kendi canına karşılık annesinin canını alması için Azrail’i annesine gönderir. Anne canını vermez. Anne de Azrail’i padişaha gönderir. Padişah da canını vermeye razı olmaz. Azrail tekrar oğlanın yanına gelir ve durumu bildirir. Anne ve babasının can vermeye razı olmadığını, mutlaka canını alması gerektiğini söyler. Oğlan, Azrail’den “yedi adımlık yol ve bir içimlik su” hakkı için bağışlanmayı diler. Bu hoş söz üzerine Allah, oğlanın canını bağışlar ve ona uzun bir ömür verir. Azrail’i de anne ve babasını ziyarete gönderir.
Yedi Adımlık Yol Bir İçimlik Su
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
YILAN KAVLI OĞLAN Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynuyor eski hamam içinde. Bir kız ile bir oğlan varmış. Gel zaman olmuş, kız ile oğlan evlenmiş. Oğlan, aslında yılanmış, sırtında da kavı* varmış. Kıza: — Eğer bu kavımı senden başka biri görürse, sihrim bozulur, kaybolurum, demiş. Aradan zaman geçmiş, kız çamaşır yıkamaya gitmiş. Çocuklar da kızın yanına varmışlar. Çocuklar, çamaşırların arasında yılan kavını görmüş, kavı ateşe atmışlar. Sihir bozulmuş, oğlan da ortalıktan kaybolmuş. Kız da oğlanı aramak için yollara düşmüş. Kız az gitmiş, uz gitmiş dere tepe düz gitmiş, bir yere varmış. Burada kıza bir tarak vermişler. Kız yine gitmiş, gitmiş… Bir yere varmış burada da kıza bir makas vermişler. Kız, az gitmiş, uz gitmiş. Bir mızrak boyu yol gitmiş, bir yere varmış. Bu yerde de kıza bir tane sabun vermişler. Kız oradan da bir kervana karışıp bir köye varmış. Köyde de bir düğün varmış. Kız düğün evine varmış. Meğer köy devlerin köyü imiş. Damat da kızın eşiymiş. Zorla evlendiriyorlarmış. Damat, kızı görünce bir yolunu bulup beraber o köyden kaçmış. Devler de kız ile oğlanı aramaya başlamış. Köylü devler kız ile oğlana yaklaşmaya başlayınca, kız elindeki sihirli tarağı atmış. Tarak dişi gibi orman olmuş. Kız ile oğlan kaçmaya devam etmiş. Bakmışlar ki devlerin bir kısmı yine peşlerinde, kız elindeki sihirli makası atmış. Makas ırmak olmuş, köylü devler de ırmağın diğer geçesinde kalmış. Kız ile oğlan yine yola düşmüş, giderken bu sefer peşlerine bir cadı karısı düşmüş. Kız elindeki sihirli sabunu atmış. Sabun köpük olmuş. Cadı karısı da köpüğün içinde kaybolmuş. Kız ile oğlan kendi evlerine gelmişler. Yiyip içip muratlarına ermişler. *kav: Yılanın deri değiştirirken attığı deri.
Yılan Kavlı Oğlan
Adana
Akdeniz Bölgesi
  Bir varmış, bir yokmuş zamanın birinde bir köyde bir çoban varmış. Bir mağaraya gider, orada oturup dinlenirmiş. Her gün iki tane koç gelir, bunlar birbirleriyle tokuşup, giderlermiş. Çoban o mağaraya dinlenmeye gittiğinde uyuya kalmış. Çoban rüyasında: — Bu koçlardan ak olana binersen aydınlık dünyaya, kara olan koça binersen karanlık dünyaya gidersin, demişler. Çoban uyanmış ki ak koç ile kara koç tokuşuyorlar. Ak koç ile kara koçu ayırıp ak koça biniyim derken kara koça binmiş. Karanlık bir dünyaya gitmiş. Orada yerleşmiş, biriyle evlenmiş. Çobanın kaldığı yerde de kadın ölürse, kocasını da yanında bir kuyuya koyuyorlarmış. Kocası ölürse de karısını beraber kuyuya koyuyorlarmış. Çobanın bundan haberi yokmuş. Bir gün çobanın karısı ölüyor, oradaki adamlar da çobana: — Hadi sen de hazırlan gidiyoruz, demişler. Çobanla karısını karanlık bir kuyuya götürmüşler. Kuyunun üstüne büyük bir taş koymuşlar. Ölü karısıyla karanlık kuyuda kalmışlar. Çoban, üç beş gün kuyuda kaldıktan sonra bir bakmış ki bir yerden tıkır tıkır ses geliyor. Sesi duyunca o sese doğru gitmiş. Bir de bakmış ki bir tilki içeri girmiş. Çoban şaşırmış, acaba tilki nasıl içeri girdi diye düşünmüş. O yana bu yana uğraşırken, sonunda çoban delikten çıkmış. Biraz yürümüş, oradan uzaklaşmış, bir ağacın altında uyuyakalmış. Uyanıyor ki bir ejderha ağacı sarmış. Ağacın üstündeki kuşun, yavrularını yiyecekmiş. Çoban eline kılıcını almış, ejderhaya kılıcı vurmuş. Ejderhayı öldürmüş. Anne kuş, her gün yavrularına yemek bulmak için yuvasını bırakırmış. Her gün yavrularından birkaçını ejderha yermiş. O gün geliyor bakıyor ki, yavruları ölmemiş. Anne kuş çobana: — Dile benden ne dilersen yavrularımı kurtardın, demiş. Çoban: — Beni aydınlık dünyaya götür, bahtım düzelsin, demiş. Kuş: — Senin yolun altı aylık yol, benim oraya gitmem için bir sürü su, bir sürü et lazım. Sen bunları bulursan yola çıkarız. Yola çıkınca ben sana gak dedikçe et vereceksin, guk dedikçe su vereceksin, demiş. Çoban hazırlıklarını yapmış, kuşla yola çıkmışlar. Yol boyunca kuş gak dedikçe et vermiş, guk dedikçe su vermiş. Epeyce bir yol gitmişler, et bitmiş. Kuş gak dedikçe, çoban bakmış ki verecek et yokmuş. Bacağından et koparıp kuşa vermiş. Kuş eti almış, çobanın eti olduğunu anlamış. Eti dilinin altına koymuş, yememiş. Çoban en sonunda aydınlık dünyaya gelmiş. Tam kuşun üstünden inmiş, yürürken ayağı aksayarak gidiyormuş. Kuş çobanı çağırmış, eti çobanın bacağına geri koymuş dilini sürmüş. Çobanın bacağı düzelmiş. Kuş da memleketine dönmüş. Çoban evine dönmüş.   Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
Ak Koç Kara Koç
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
     Bir varmış, bir yokmuş. Bir köyde iki kambur yaşıyormuş. Bir cuma günü kamburun biri, değirmene un öğütmeye gitmiş. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Sonunda değirmene varmış. Bir de bakmış ki değirmende cinler el ele vermişler: — Bugün günlerden cumadır, cuma, diyerek davul eşliğinde halay çekiyorlar. Kambur adam önce şaşırıp kalıyor. Sonra cinlerin kendisine baktığını görünce o da gidip halaydan tutuyor. Onlarla birlikte o da: — Bugün günlerden cumadır, cuma., diyerek halay çekiyor. Biraz öyle halay çektikten sonra, cinler kambur adamın ununu öğütmüşler. Daha sonra da kamburunu düzeltip göndermişler adamı. Adam köye vardığında diğer kambur onu görünce şaşırmış. Koşarak adamın yanına gelmiş. Kamburunun nasıl düzeldiğini sormuş. Adam da başından geçenleri bir bir anlatmış. Diğer kambur adam da hemen yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş, değirmene varmış. Her şey arkadaşının anlattığı gibiymiş. Tek farkı cinler: — Bugün günlerden cumartesidir, cumartesi, diye halay çekiyorlarmış. Kambur adam hemen halaya girmiş: — Bugün günlerden cumadır, cuma, demeye başlamış. Bunu duyan cinler sinirlenmiş. Diğer kambur adamın kamburunu da onun sırtına koyup göndermişler. Adam üzüle üzüle köye dönmüş. Diğer adam hemen yanına gelmiş. Ne oldu sana böyle, diye sormuş. Adam olanları anlatmış: — Nerede yanlış yaptığımı bilmiyorum, demiş. Kamburu düzelen adam: — İyi de onlar cumartesi demiş, sen cuma demişsin.
İki Kambur
Tokat
Karadeniz Bölgesi
Köyün birinde bir karıkoca varmış. Adam balkona çıkarken karısının da sürekli kendisi ile balkona gelmesini istiyormuş. Bir gün iki gün derken kadın kocası ile balkona çıkmaktan usanmış. Bir gün kadın kocası ile balkona çıktığında adamı balkondan aşağı itmiş. İçeri girip kapıyı kilitlemiş ve kocasını içeriye almamış. Adam, karısına: — Etme tutma beni içeriye al, dediyse de karısını ikna edememiş. Karısına: — Öyleyse kılıcımı ver bari, demiş. Kadın adamın kılıcını vermiş. Adam gitmiş padişahın bahçesine uzanmış ve padişahın bahçesine pislemiş. Pisliğe böcekler, sinekler birikmiş. Adam kılıcını böceklere savurunca böceklerin kırkını birden öldürmüş. Kılıcın üzerine de kırk canı birden telef eden Zor Mustafa diye yazmış.  Adam olduğu yerde uyurken padişahın adamları adamın yanına gelmiş. Padişahın adamları kılıcın üzerini okumuş ve doğruca padişaha giderek: — Bahçede bir adam var ve adamın kılıcında kırk canı birden telef eden Zor Mustafa yazıyor, adamı da uyandıramadık, demişler. Padişah demiş ki: — Bu adama bir kazan kaynar pilav pişirin. Eğer adam kaynar pilavı üflemeden yiyebilirse o adamdan korkulur, bu adam çok yiğit demektir, demiş. Padişahın adamları pilavı pişirip adama götürmüşler. Adam üç dört gündür aç olduğu için pilavı hiç üflemenden bir solukta yemiş. Adamın pilavı üflemeden yediğini padişaha söylemişler. Padişah: — Bu adam o zaman çok yiğit. Onu alın, bana getirin, demiş. Adamı alıp padişaha götürmüşler. Padişah bu adamı has adamı yapmış, adamı saraya almış ve adama demiş ki: — Şu atların içinden beğen, birini seç, yakında harbe gideceğiz, demiş. Adam aklından şöyle geçirmiş: — Şu zayıf atı alayım. Ne de olsa bu at savaşta arkada kalır, ben savaşmam geri döner gelirim, demiş. Seçtiği at zayıfmış ama sarayın en iyi en yağız atıymış. Adam seçtiği ata binmiş. At adamı almış ve adamı kavakların olduğu yerden götürmeye başlamış. Adam korkmuş, sağındaki solundaki kavaklardan tutmuş. Tutuğu kavaklar sökülüp adamın elinde kalmış. Adam kavaklarla beraber düşman askerlerinin arasına karışmış. Adamın tuttuğu kavaklardan dolayı düşman askerleri adama yaklaşamamışlar. Adamın elindeki kavak dalları, değdiği düşman askerlerinin hepsini öldürmüş. Savaş bitmiş adam geri dönmüş, padişahın huzuruna çıkmış. Padişah mükâfat olarak bu adama bacısını vermiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar.
Zor Mustafa
Yozgat
İç Anadolu Bölgesi
Kamçı  İki arkadaş varmış. Yolda giderlerken bir kamçı* bulmuşlar. Kamçı yüzünden kavga çıkmış. Bir dede kavgaya rastlamış: — Neden kavga ediyorsunuz? İki arkadaş: — Biz bir kamçı bulduk da onu paylaşamıyoruz. Dede: — O zaman siz başınızdan geçenleri anlatın, hanginiz aptalsanız ona vereceğim kamçıyı. İki arkadaştan biri: — Ben aptalım. Diğeri: — Yok, ben daha aptalım, diyerek yine kavgaya tutuşmuşlar. Dede: — Başınızdan geçenleri anlatın. Ben hanginizin daha aptal olduğuna karar vereceğim. İki arkadaştan biri: — Benim dişim çok ağrıyordu. Dişçiye gittim. Dişçi otuz iki diş parası verirsen çekerim, dedi. Parayı verdim, dişimi çektirip eve gittim. Evde hanım çok kızdı. Bu para ile otuz iki dişini çektirirdin, dedi. Ben de dişçiye ya otuz iki dişimi çekersin ya da paramı geri verirsin, dedim. Dişçi de bütün dişlerimi söktü, attı. Dede çok şaşırmış. Bundan büyük aptallık olur mu diye düşünmüş. İki arkadaştan diğeri anlatmaya başlamış. — Benim hanım evde bize ziyafet çekti, bişi* pişirdi. Bu arada bir olay oldu ve ardından hanım ile aramız açıldı, küsüştük. Hanım çağırdı, gel, ye, diye. Ben de gitmedim. Hanım tereyağı, balı, bişiyi yiyip kalktı. Yemekleri dolaba koydu, yattı. Tabii ben de açlıktan kıvranıyorum. Hanım uykuya dalınca dolaptan bişileri çalmaya gittim. Bişileri alırken kabaklar döküldü, kıyamet koptu. Hanım uyanıp ne olduğunu sorunca, içeri hırsız girdiğini söyledim. Başıma çuval geçirdim, hanım hırsız zannedip kaçsın diye. Benim hanım da kaynar sac ayağını* başıma geçirdi. Bak bak! İzi var kafamda. Diğeri kamçıyı kazanmak için: — Dur ben sana başka bir aptallığımı anlatayım: Benim bir alaca danam vardı. Canı boğazımıza çıkarırdı. Çok yaramazdı. Hanım bana: —  Git, sen bağla, dedi. Ben: — Yok hanım, sen git, bağla, dedim. Sonra bir karara vardık. Önce kim konuşursa o gidip bizim alaca danayı bağlayacaktı. Hanım yemeğini, işini yaptı. Elişini alıp komşuya gitti. Ben de oturdum. Sonra kayınlarım geldi. Ablalarını sordular. Ben de konuşmamak için cevap vermedim. Bunlar evde ablalarını aramaya başladılar. Aradılar aradılar, bulamayınca bana sordular. Ben yine konuşmayınca bana dayak attılar, iyice dövdüler. Sonra Kadı’nın yanına götürdüler: — Ablamızı kaybetti, yerini de söylemiyor dediler. Kadı sordu: — Hanımın nerde, dedi. Ben de danayı bağlarım diye konuşmadım. Kadı çok sinirlendi. Darağacını kurdurttu: — Ya konuşursun ya da seni astırırım, dedi. Adamı asacaklar diye hanımıma haber gitmiş. Hanım koşa koşa Kadı’nın yanına geldi. Beni tam asacaklarken: — Durun! Onun bir suçu yok, diye bağırdı. Ben de Kadı’ya şahit ol, danayı bu kadın bağlayacak, ilk o konuştu, dedim. Dede: — Bundan büyük aptallık olur mu? Kamçı senindir. Kamçı sana helal olsun. Diğer arkadaşa da sen sus artık, dedi.   *kamçı: Deriden örülmüş, değneğe bağlı, atlara vurmaya yarayan, vurmaç. * Bişi: Cıvık ekmek hamuru, el büyüklüğünde açılır ve yağda kızartılarak hazırlanır. * Sac ayağı: Çember demirin üç ayaklısı, üstünde yemek, çay vs. pişirilir. Altında ateş yanar.
Kamçı
Artvin
Karadeniz Bölgesi
Memleketin birinde bir padişah yaşıyormuş. Bu padişah bir gün vezirine: — Haydi gel, Seninle biraz dolaşmaya çıkalım, demiş. Padişah ve veziri dolaşmaya çıkmış. Yolda giderken yorulmuşlar. Önlerine gelen ilk yerde ilk defa girip karınlarını doyurmaya karar vermişler. Bir eve girmişler. Karınlarını doyuruyorlarmış. O sırada yan evden bir çığlık yükselmiş. Padişah sesi duyuca birden şaşırmış. Birden içeriye bir adam girmiş sevinçle: — Padişahım padişahım! Bir oğlum oldu, demiş. Padişah vezirine çocuğun falına bakmasını söylemiş. Vezir çocuğun falına bakmış: — Padişahım bu çocuk büyüyünce çok uzun yıllar sonra senin kızın ile evlenecek, demiş. Padişah şaşırmış, baş kaldırmış: — Nasıl olur da bu çocuk benim kızımla evlenir, demiş. Padişah da vezirine oğlanı kaçırmasını söylemiş. Evden ayrılırken padişah ve vezir yanlarına oğlanı da almışlar. Gelecekte kızı ile evlenmesini istemediği için padişah oğlanı ormana götürmüşler. Ormana bırakmışlar. Ormana bırakılan çocuk bir süre sonra ağlamaya başlamış. Yanına keçi gelmiş. Keçi çocuğa sahip çıkmış. Karnını doyurmuş. Keçi çobanına süt vermeyi bırakmış, çocuğa veriyormuş sütlerini. Çoban da süt alamayınca keçiyi takip etmiş. Sütünü çocuğa verdiğini görmüş. Çoban çocuğu almış, dul bir kadına götürmüş: — Bu çocuğa bundan böyle sen bak. Karnını doyur, onu sen büyüt, demiş. Kadın çocuğa bakmış, büyütmüş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Padişah vezire yeniden fala baktırmış. Vezir, falda çocuğa ormanda dul bir kadının baktığını görmüş. Bunu duyan padişah vezirine çocuğu bulmasını emretmiş. Gitmişler, çocuğu aramışlar, çocuğu bulmuşlar. Oğlanın eline bir tane zarf vermişler. Oğlan yolda giderken merak edip zarfı açmış. Kâğıtta yazılanı okuyunca çocuk birden durmuş. Kağıtta ‘Bu çocuğun boynu kesilsin!’ yazıyormuş. Çocuk zarftaki yazıyı değiştirmiş. ‘Biz gelmeden kızım ile oğlanın nikahını yapın.’ yazmış. Padişah ile vezir geldiklerinde oğlan ile kızın nikahı oluyormuş. Padişah olanlara şaşırmış ama karşı da çıkmamış. Kızının oğlanla evlenmesine izin vermiş. Mutlu mesut yaşayıp gitmişler.
Allah'ın İşine Bak
Bayburt
Karadeniz Bölgesi
 Memleketlerin birinde zengin bir aile yaşıyormuş. Bu aile mutlu bir aileymiş. Bu ailenin iki tane oğlu varmış. Bir gün akşam olmuş, yatmışlar. Evin babası rüyasında bir ak sakallı dede görmüş. Rüyasında gördüğü ak sakallı dede adamın kulağına eğilerek: — Sizin başınıza bir bela gelecek. Er mi gelsin geç mi gelsin, diye sormuş. Sabah kalkınca adam hayretler içinde rüyasını karısına anlatmış. Karısı da: — Madem öyle bir şey gelecekse bizim gençliğimizde gelsin, demiş. Akşam olmuş herkes yatmış. Adam yine aynı rüyayı görmüş. Ak sakallı dede yine aynı soruyu sormuş. Adam ak sakallı dedeye: — Er gelsin, demiş. Aradan birkaç gün geçmiş. Bu ailenin ahırda ne kadar ineği varsa ölmüş. Ellerindeki tüm tarlalar yanmış. Aile köyde yaşayamaz hâle gelmiş. Bütün geçim kaynakları ellerinden uçup gitmiş. Adam karısına: — Biz artık bu köyde yaşayamayız. Buradan ayrılıp gidelim, demiş. Hep birlikte köyden ayrılma kararı almışlar. Yolda giderken bir çiftliğe rastlamışlar. Çiftliğin sahibine demişler ki: — Bizim başımızdan bazı olaylar geldi. Biz her şeyimizi kaybettik. Bize iş verir misin? Ailenin haline üzülen çiftlik sahibi adama iş vermiş. Ona çiftlikte bekçilik yapmasını söylemiş. Adam çiftlikte bekçilik yapmaya başlamış. Bekçilik yaparken bir gün yoldan kervan geçtiğini görmüş. Kervancı, bekçiye: — Biz çok açız, çok susadık. Bizi burada acaba birkaç gün misafir edebilir misin? Adam da kabul etmiş. Kervanı misafir etmişler. Adam onlara iyilik etmiş ama kervandakiler adamın karısını kaçırmışlar. Adam akşam eve gelince karısının olmadığını fark etmiş. İki oğlunu da almış, karısını aramaya başlamış. Yolda giderken oğlunun birini kurt yemiş. Diğer bir oğlu da suya düşmüş, boğulmuş. Adam üzüntüsünden koşa koşa yol almış. Bir şehir görmüş. Şehre doğru gitmiş. Adamın gittiği şehrin padişahı daha önce ölmüşmüş. O gün padişah seçimi yapılıyormuş. Padişah seçimler babadan oğula değilmiş. Bir güvercin uçuruyorlarmış. Bıraktıkları güvercin kimin başına konarsa padişah o olacakmış. Bıraktıkları güvercin uçmuş uçmuş, gelmiş, bizim adamın başına konmuş. Adamı bu şehre padişah yapmışlar. Epey bir zaman sonra bir tane avcı ile bir tane çoban, oğulları ile birlikte padişahı ziyarete gelmişler. Padişahın karısını kaçıran adam da padişahı ziyarete gelmiş. Bahçede tanışmışlar. Oğlanlar kadının anneleri olduğunu anlamışlar. Çok sevinmişler. Yukarıdan onları izleyen padişah yanlarına gitmeye karar vermiş. Bunlar her şeyi padişaha anlatmışlar. Meğer kurdun elindeki çocuğu avcı kurtarmış. Irmakta boğulan çocuğu da çoban kurtarmış. Padişah oğullarını görünce çok sevinmiş. Karısını görünce mutluluğu bir kat daha da artmış. Hep birlikte kucaklaşmışlar. Mutlu mesut yaşamışlar.
Er mi Gelsin Geç mi?
Bayburt
Karadeniz Bölgesi
Zamanın birinde bir Tibili Dayı varmış. Bu Tibili Dayı yaban bayır gezerken ayağına bir diken batmış. Uğraşıyor uğraşıyor, dikeni çıkaramaz. Keçisinin yanına gitmiş. Tibili Dayı demiş ki: — Şu ayağımdaki dikeni çıkar. Ben çok uğraştım, çıkaramadım. Keçi: — Ben güzel güzel yaprakları yemiyorum. Senin pis ayağını mı yalarım, demiş. Tibili Dayı: — Öyle ise gidip kurda söyleyeyim. Gelip seni yesin. Kurdun yanına gidip: — Gel benim keçimi ye, demiş. Kurt: — Ben nazik nazik kuzuları bile yemiyorum Senin uyuz keçine mi kaldım. Gelip onu yemek için uğraşmam demiş. Tibili Dayi: — O zaman ben de seni avcıya vurdurayım, demiş. Gidip avcıya: — Gel burada kurt var, sen bu kurdu vur, demiş. Avcı: — Ben güzel kekliklere bile kurşun atmıyorum. Neden gidip kurda kurşun atayım ki, demiş. Tibili Dayı: — Peki öyle ise. Ben de gidip bir sıçan getireyim. Gelsin de senin sakalını yesin, demiş. Tibili Dayı, gidip sıçana durumu söylemiş: Sıçan: — Yok, ben yemem sakalı. Ben güzel kızların çeyizini bile kesmiyorum. Onun pis sakalını kesip ne yapacağım, demiş. Tibili Dayı:  — Gidip kediye söylerim demiş. Gidip kediye söylemiş. Kedi:  — Tamam, dayı. Gidip fareyi yiyeyim, demiş. Kedi gidiyor ki fareyi yiye. Fare sakalı yemeye gitmiş. Avcı kurdu vurmaya gitmiş, Kurt keçiyi yemeye gitmiş. Keçi de Tibili Dayı’nın ayağındaki dikeni çıkarmaya gitmiş.  Tibili Dayı bakıyor ki o yandan geçi gelmekte. Tibili Dayı mutlu olup keçiye gülmeye başlamış. Sonra keçi gelip tikeni çıkarmış. Tibili Dayı da rahatlamış.
TİBİLİ DAYI
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir deli oğlanla, bir akıllı oğlan varmış. Bunların anaları, babaları ölmüş. Bir sürü sığır kalmış bunlara. Bunların bir de eski ve yeni birer evleri varmış. — Bu sığırları, malları üleşelim, demişler. — Üleşelim de nasıl üleşeceğiz, demiş deli oğlan. Akıllı oğlan da: — Yeni evin yanına gelenler birimizin; eski evin yanına gelenler birimizin olsun, demiş. Yeni ev deli oğlanın, eski ev de akıllı oğlanınmış. Yeni evin yanına bir tane öküz gelmiş. Geri kalanların hepsi, eski evin yanına gitmiş. Sabah olmuş. Deli oğlan, kardeşine: — Ben bu öküzü satacağım, demiş. Kardeşi de: — Ne yapacaksın bunu satıp da, demiş. Deli oğlan bir torba takınmış, öküzü satmaya gitmiş. Gide gide bir pınara varmış. Bu pınarın önünde de kocaman bir kavak varmış. Kavağa öküzü bağlamış: — Kavak, sana bu öküzü satıyorum; sabahleyin gelir parasını alırım, demiş. Kavağa öküzü bağlamış. Dönmüş geri. Sabah olmuş, gelmiş öküzün yanına. Öküzü, kurtlar yemiş, kargalar üzerinde ötüşürmüş. Kargalara: — Çıkarın öküzün parasını, demiş. Eline bir nacak almış, başlamış kavağı kesmeye. Aklı sıra, kavağın tepesinden kargaları düşürecekmiş. Keserken, kavağın içinden; şıngır şıngır paralar dökülmüş. Dönmüş köye, akıllı oğlana haber vermeye: — Arabayı koş, diye bağırmış. “ — Ne yapacaksın arabayı, demiş akıllı oğlan. — Koca öküzün parasını almaya gideceğiz, demiş. Götürmüşler arabayı. Gerçekten bir araba para varmış. Paraları arabaya doldurup, eve getirmişler. — Git hocamın şiniğini al gel; yalnız para üleşeceğiz deme, demiş akıllı oğlan. Deli oğlan gitmiş hocanın evine. — Hoca bana şinik ver, demiş. Hoca da: — Şinik ne olacak, demiş. — Para üleşeceğiz, demiş deli oğlan. Hoca: — Hadi ben üleştirivereyim, sen gidekoy ben gelirim, demiş. Hoca şiniğin her tarafını mumlamış, paralar yapışsın diye. Hoca başlamış paylaştırmaya. Bir şinik birine koyarmış, bir şinik birine. Bir avuç da cebine sokarmış. Deli oğlan bunu hıyallamış*. Hocayı tuttuğu gibi bahçelerindeki kuyuya atmış. — Sen ne yaptın? Niye attın hocayı; şimdi köylü bize ne yapar? Hadi kaçalım, demiş akıllı oğlan. Çıkmışlar yola. Gide gide bir göçük değirmene varmışlar. Burada bir gün kalmışlar. Sabahleyin giderken: — Birader, ben bu değirmen taşını alacağım, demiş deli oğlan. Almış taşı omzuna giderken akşam olmuş. Koca bir ağacın tepesine çıkmışlar: — Bugün burada kalalım, demişler. Ağacın tepesine çıkmışlar; deli oğlan çıkarken taşı da çıkarmış. O ağacın altına da her türlü mahlûk toplanırmış. Kurtlar, kuşlar... Hepsi ağacın dibine gelirmiş. Deli oğlan durmuş durmuş: — Benim kollarım yoruldu, bu taşı atacağım, demiş. Taşı atmış elinden. — Dünya göçüyor! Dünya göçüyor, diye, ağacın dibinde ne varsa hepsi dağılmış. *üleş-: Paylaşmak *nacak: Kısa saplı, küçük odun baltası *şinik: Tahıl ölçeği *hıyalla-Anlamak.
AKILLI OĞLAN İLE DELİ OĞLAN
Giresun
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir köyde Deli Ahmet varmış. Deli Ahmet sürekli halı işlermiş. Kimseyle konuşmazmış. Ancak her halının bitiminde son ilmeği atmadan şunu söylermiş: — Ağa beni çağırsa, ben de ‘Buyur ağam’ desem. Ağam bana kızını verse, ben de biraz nazlansam. Bütün köy halkı Deli Ahmet’in halının sonunda söylediklerini bilirmiş. Bir gün köylü, Deli Ahmet’e bir oyun edelim, demişler. Deli Ahmet’e gidip ağanın kendisini çağırdığını ve kızını ona vereceğini söylemişler. Bunu duyan Deli Ahmet, ne yapacağını bilmez hâlde hemen hazırlanıp ağanın huzuruna çıkmış. Ağa ne istediğini sormuş. Deli Ahmet: — Ağam, bana kızını verecekmişsin, ben de istemeye geldim, demiş. Ağa sinirlenip Deli Ahmet’i kovar. Deli Ahmet o kadar üzülür, öyle perişan olur ki ne yapacağını bilmez. Yine halı dokumaya devam etmiş ve halının sonunda: — Ağa beni çağırsa, ben de ‘Buyur ağam’ desem. Ağam bana kızını verse, ben de biraz nazlansam, demeyi unutmamış. Bir zaman bu köyde kuraklık başlamış. Köy halkı ne yaptıysa, ne dua ettiyse de yağmur yağmazmış. Sonunda ünlü bir hocanın yanına gitmişler. Hoca: — Ancak köyden kalbi çok saf, çok temiz birinin dua etmesiyle bu kuraklık sona erer, demiş. Köy halkı düşünmüş ki köydeki en saf ve kalbi temiz kişi Deli Ahmet’tir. Ancak köylü Deli Ahmet’in kalbini kırmıştı. Bunun üzerine ağanın yanına gidip olanları anlatmışlar. Bunun üzerine ağa Deli Ahmet’in kapısına gidip kapıyı çalmış. Ancak Deli Ahmet: — Ağam ben sana kapıyı açamam, sen beni kapından kovdun, demiş. Ağanın ısrarı üzerine kapıyı açmış. Ağa ondan ne istediğini söylemiş. Deli Ahmet bir şartla dua etmeyi kabul etmiş: — Bana kızını verirsen ben de dua ederim, demiş. Ağa bir şey diyemeden eve gider. Ağanın kızı, babasını böyle düşünceli görünce sormuş: — Neyin var, baba? Ağa olup bitenleri kızına anlatmış. Kız da bunda düşünecek neyin olduğunu, Deli Ahmet’ten daha saf, daha temiz kalpli bir damat bulamayacağını söylemiş. Ağa şaşırmış önce, ama biraz düşününce kızına hak vermiş ve kızını Deli Ahmet’e vermiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Deli Ahmet dua etmiş ve kuraklık sona ermiş. Karşı köyün ağasının oğlu, Deli Ahmet’in karısını önceden beri severmiş. Onların mutlu hayatına tahammül edemeyip Deli Ahmet’i kaçırıp bir zindana atmış. Karısı perişandır, uzun zaman geçmesine rağmen kocasından bir haber alamamıştır. Deli Ahmet, zindanda sıkıldığını söyleyip halı dokumak için malzemeler istemiş. Onlar da bunda bir sakınca görmeyip malzemeleri getirmişler. Çok güzel halı dokuduğunu görünce satmaya karar vermişler. Bir gün karısı çarşıda dolaşırken Deli Ahmet’in işlemelerinden halıyı tanıyıp babasına söylemiş. Babası da: — Boş ver kızım, o değildir. Gel, ben seni zengin bir kocaya vereyim, demiş. Kızı: — Hayır baba, ben kocamı seviyorum. Lütfen bana kocamı bul, demiş. Bunun üzerine ağa, arama yapıp bu halıları kimin işlediğini sorar. Adamlar, saf birinin bunu işlediğini söylerler. Ağa bu halıları Deli Ahmet’in işlediğini anlamış ve arayıp Deli Ahmet’i buldurmuş. Bundan sonra mutlu bir hayat yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Bu masal da burada bitmiş.
[Saf Ahmet]
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Padişahın bir kızı varmış. Padişah bu kızını hiç dışarı çıkarmazmış. Suyunu yemeğini hep hizmetçileri verirmiş. Kız yemeğini yerken içinden küçük bir kemik parçası çıkmış. Bu ne diye atmak isterken evin yukarısındaki cam kırılmış, içeriye güneş ışığı düşmüş. Hiç güneş ışığı görmediği için bu ne diye kız merak etmiş. Evdeki eşyaları üst üste yığıp camdan dışarı bakmış. Baktığı zaman da mevsim kışmış. Kar yağmış. O an evin önünde iki yolcu varmış. Bir kargayı, vurmuşlar karın üstünde yatıyormuş. Yolculardan biri diğerine — Kan neye benziyor, diye sormuş. Diğeri de Dal Yusuf’un yanaklarının kırmızılığına benzediğini söylemiş. Sonra da kanatlarının karasının neye benzediğini sormuş. Diğeri Dal Yusuf’un kaşlarının karasına benzediğini söylemiş. Kız bu konuşmaları duyunca Dal Yusuf’a âşık olmuş. Günlerce yemek yememiş, hasta düşmüş. Hizmetçiler kızın durumunu babasına anlatmışlar. Babası da bütün doktorları çağırıp kızına baktırmış. Bütün doktorlar kızın sevda çektiğini söylemişler, ama babası inanmamış. Babası doktorlara ceza vermiş. Doktorların birisi kızın babasına: — Sen kapının arkasında dur, ben de kızınla konuşayım, demiş. Kız doktora anlatınca babası da inanmış. Bunun üzerine babası Dal Yusuf’a mektup göndermiş. Kızının yemeden içmeden kesildiğini mektupta yazmış. Sonra Dal Yusuf mektubun içine saman ve kıl koyup, saman gibi sararsa, kıl gibi incelse de kızını almayacağını söylemiş. Babası sinirlenmiş ve kızını reddetmiş. Kız da Dal Yusuf’u aramaya başlamış. Şehir şehir dolaşmış ve turnalara Dal Yusuf’un yerini sormuş. Turnalar da sora sora Dal Yusuf’un yerini bulmuş. Dal Yusuf da halası ile kalıyormuş. Kız, gelmiş, Dal Yusuf’un halasına Dal Yusuf’a âşık olduğunu anlatmış. Halası da kızı saklamaya karar vermiş. Sonra da kıza: — Dal Yusuf, eve gelince kahve içer. Seni görmesi ve tanıması için kahvesini sen, tut, demiş. Kız, Dal Yusuf’a kahvesini tutmuş. Aradan bir ay geçmiş. Dal Yusuf tekrar gelince bu sefer ona su vermiş. Daha sonra Dal Yusuf’un halası, kıza: — Saman suyunun buharına seni tutalım ki bu sefer seni beğensin, demiş. Kız günden güne iyice zayıflamış, saman gibi sararınca da mektupta yazılanlar olmuş. Dal Yusuf eve gelip kızı sormuş: — Elinden bir tas su içtim, helallik alayım, demiş. Dal Yusuf kızla konuşmuş, kız da başından geçenleri anlatmış. Dal Yusuf üzüntülü bir vaziyette gitmiş. Halası bu sefer bahçeye mezar koyup su ısıtmış. Dal Yusuf tekrar gelince halası kızın öldüğünü söylemiş. Halbuki kız bahçede saklanıp Dal Yusuf’u izliyormuş.  Dal Yusuf tam bıçağını çıkarıp kendini vuracakken kız ona engel olmuş. Sevinip ikisi birden evlerine gitmişler. Kırk gün kırk gece düğünleri olmuş.
DAL YUSUF İLE PADİŞAHIN KIZI
Erzincan
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir pire ile bir bit karı koca varmış. Bir kış sabahı bit, pireye: — Ben kahvaltıyı hazırlıyayım, sen de damı küre ama yağ cos deyince gel, demiş. Böylelikle çıkmış dama. Yoğ cos, demiş; gelmemiş, yağ cos demiş gelmemiş. Çıksa baksa ki bit, pire donmuş kalmış. Başlamış saçını başını yolmaya. Oradan da bir karga geçiyormuş. Merak edip sormuş: — Neden saçını başını yoluyorsun, demiş bite. — Ben yolmayım da kimler yolsun, pire gibi bir yiğit öldü, demiş. Karga da: — Ben de o zaman tüyümü dökerim, demiş. Başlamış tüyümü dökmeye. Döke döke gitmiş bir kavağın yanına gitmiş. Kavak merak edip sormuş: — Hayırdır karga kardeş neden tüyümü döküyorsun, demiş. Karga da: — Aman ben dökmeyim de kimler döksün, pire gibi bir yiğit öldü, bit saçını başını yoldu ben de tüyümü döküyorum, demiş. Kavak da: — Ben de o zaman gözlerimi dökerim, demiş. Başlamış gözlerini dökmeye. Derken oradan bir buzağı geçiyormuş, merak edip sormuş: — Neden gözlerini dökersin kavak, demiş. Kavak da: — Ben dökmeyim de kimler döksün. Pire gibi bir yiğit öldü, bit saçını başını yoldu, karga tüyümü döktü, ben de gözlerimi döküyorum, demiş. Bunun üzerine buzağı da: — Ben de dümbelek olurum, demiş. Çala çala bir çeşmenin başına varmış. Çeşme de merak edip sormuş: — Hayırdır buzağı kardeş neden dümbelek oldun, demiş. Buzağı da: — Ben olmayım da kimler olsun. Pire gibi bir yiğit öldü, bit saçını başını yoldu, karga tüyümü döktü, kavak gözlerini döktü, ben de dümbelek oldum, demiş. Çeşme de: — Ben de şirin akarım, demiş. Başlamış şirin akmaya. Bir kız da çeşmeye su doldurmaya gelmiş. Çeşmenin şirin aktığını görünce merak edip sormuş: — Neden şirin akıyorsun, demiş. Çeşme de. — Aman ben akmayayım da kimler aksın. Pire gibi yiğit öldü, bit saçını başını yoldu, karga tüyümü döktü, kavak gözlerin döktü, buzağı dümbelek oldu. Ben de şirin akıyorum, demiş. Kız da: — Ben de testiyi kırar, boğazıma takarım, demiş testiyi kırmış, boğazına takmış masalda burada bitmiş.
Pire ile Bit
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
 Bıdı Bıdı Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Develer tellal iken, pireler berber iken kasabanın birinde öksüz bir kız varmış. Bu kız amcasıyla beraber yaşarmış. Kız büyüyüp evlenme yaşına gelince amcası onu evlendirmek istemiş. Bu kızın annesinden kalma bir yüzüğü varmış. Bu yüzük kimin parmağına olursa onunla evlenecekmiş. Kasabanın bütün gençlerini toplamışlar ama yüzük hiçbirine olmamış. Gitmiş de ihtiyar bir adamın parmağına olmuş. Kız ihtiyarla evlenmek için şart koşmuş. Amcasına: — Bu ihtiyarla evlenirim ama üç şartım var, demiş. Amcası: — Şartın nedir, deyince kız, bir altın, bir gümüş, bir de posttan elbise istediğini söylemiş. Amcası kızın bu şartlarını yerine getirmiş. Bir gün kız kasabanın ormanına giderken bir avcıyla karşılaşmış. O sırada kızın üstünde posttan elbise varmış. Avcı kızı yanına çağırmış ve ona “Bıdı Bıdı” adını vermiş. Almış yanına eve götürmüş. Sonra da annesine kendileriyle kalması için ısrar etmiş. Annesi de kabul etmiş. Avcı bir gün düğüne gidecekmiş. Annesinden çakmağını istemiş. Çakmağı Bıdı Bıdı verince çok sinirlenmiş ve çakmağı yere fırlatmış. Avcının düğüne gideceğini öğrenen kız, altın elbisesini giymiş ve o da düğüne gitmiş. Bunlar düğünde buluşmuşlar. Avcı, kıza: — Sen nerede oturuyorsun, demiş. Kız da: — Çakmakkıran köyünde oturuyorum, demiş. Ertesi gün avcı yine düğüne gitmek için hazırlanıyormuş. Annesinden saati istemiş. Saati, Bıdı Bıdı vermeye kalkışınca avcı saati yere atıp kırmış. Kız bu sefer de gümüş elbisesini giyerek düğüne gitmiş. Avcı, kıza: — Nerede oturuyorsun, deyince kız: — Çakmakkıran köyünden Saatkıran köyüne taşındım, demiş. Ertesi gün yine başka bir düğün varmış. Avcı annesinden mendil istemiş. Mendili vermeye yine Bıdı Bıdı yeltenince avcı mendili yırtıp atmış.  Avcı, kıza düğünde: — Ben seni Saatkıran köyünde bulamadım, deyince kız: — Saatkıran köyünden mendil yırtan köyüne taşındım, demiş. Bunlar düğünde oynarken Bıdı Bıdı yüzüğünü avcıya vermiş. Bir gün avcı hastalanmış. Avcı hastalanınca ne yediyse, nereye gittiyse hastalığına bir türlü çare bulamamış. Avcının canı çorba çekmiş. Bıdı Bıdı: — Bu çorbayı ben pişireyim, demiş. Fakat avcının annesi onu küçümseyerek: — Kılların düşer üstüne, pis hayvan, demiş. O sırada avcı: — Anne pişirsin kızcağız, demiş. Annesi de izin vermiş. Avcı bu çorbayı yerken yüzük kaşığına gelmiş. Yüzüğü gören avcı uyanmış. Bu yüzüğün kendisinin olduğunu anlamış. — Bıdı Bıdı gel buraya, diye seslenmiş. — Bu yüzüğü sen mi koydun, demiş. O da evet demiş. Bunun üzerine avcı kızın üstünü başını yırtıp, dağıtmış.  Saçları beline kadar gelen kız dünya güzeliymiş. Avcı o an kıza âşık olmuş. Daha sonra bunlar evlenip mutlu bir yuva kurmuşlar. Bu masal da burada sona ermiş.
Bıdı Bıdı
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken ülkenin birinde bir padişah varmış. Bu padişahın bir kızı varmış. Adı Gülfari imiş. Karısı ölmüş. Padişah yeniden evlenmiş. Bu kadın Gülfari’ye çok kötü davranıyormuş. Her işi ona yaptırıyormuş. Kıza yapmadığını bırakmamış. Kızın gözleri kör olmuş, saçları bitle dolmuş. Padişah artık kızının bu hâlini görmeye dayanamamış ve onu ormana bırakmış. Gülfari burada hıçkırıklar içinde ağlarken bir oduncu sesini duymuş. Kızın yanına gitmiş. — İns misin, cin misin? Ne için ağlarsın, demiş. Kız: — Ne insim ne cinim. Ben de senin gibi Allah’ın yarattığı bir kulum, demiş. — Ne oldu sana böyle, demiş oduncu. Kız başından geçenleri bir bir anlatmış. Oduncu gelmeden önce kızın yanına bir peri padişahı gelmiş ve kıza: — Buradan kurtulacaksın. Gülünce yüzünde güller açacak, yürüdüğün yerler çayır çimen olacak, yıkandığın sular altın olacak, demiş. Kız, oduncuya bunu da anlatmış. Beni alıp götür buradan, diye yalvarıp yakarmış. Oduncu: — Seni evime götürürüm ama ben çok fakirim. Hem de karım çok huysuzdur, seni kabul eder mi bilmem, demiş. Oduncu odunlarını eşeğine yüklemiş, kızı da almış, evine gelmiş. Karısına seslenmiş: — Kadın kadın, bak ormanda ne buldum, demiş. Kadın kızın halini görünce: — Bula bula bunu mu buldun, demiş. Neyse ite kaka Gülfari’yi yıkamaya, temizlemeye, başlamış. Bir de ne görsün kızın üstüne boşalttığı sular altın olmaya başlamış. Bu, kadını çok sevindirmiş. Sonra üçü birlikte dışarıya çıkmışlar. Bu sefer de Gülfari’nin yürüdüğü yerler çayır çimen olmaya başlamış. Kadın buna da çok şaşırmış. Sonra Gülfari gülmeye başlamış ve yanaklarında güller açmış. Adam kızın başına geleni bildiği için bir şey demiyormuş, fakat karısını olanlar çok şaşırtmış. Sonra eve dönmüşler. Uyurken kızın rüyasına Hızır girmiş ve demiş ki: — Bir sarayın önünden geçeceksin. Orada gördüğün kadına bir güle bir göz diyeceksin, demiş. Gülfari sarayın önünden geçmiş. Kadın, kızın yanağındaki güllerden istemiş, kız da kadının gözünü istemiş ve kadının iki gözünü de almışlar, altın bir tasın içine koymuşlar. Hızır gelmiş, gözleri kıza takmış. Günlerden bir gün padişahın atlarını halka dağıtacağını duymuşlar. Atlar çok cılız ve bakımsız olduğu için dağıtacakmış. Oduncu da at almak istemiyormuş. Kız: — Git sen de al, demiş. Oduncu atı almış. Atla hep kız ilgilenmiş. Yürüdüğü yerlerdeki çimenleri yiyen at çok beslenmiş. Ona bakarken: — Sahibin seni de benim gibi attı, diyormuş. Ama at o kadar güzel olmuş ki çok güçlü kuvvetliymiş. Bunun namını padişah da duymuş. Atı geri alabilmek için: — Dağıtılan atları geri topluyorum, diye duyurmuş. Sonra bu güçlü ata bakan kim ise onu aramaya başlamış. Bir oduncunun baktığını öğrenmiş ve evine gitmiş. Orada kızı görünce tanımış, kendi kızı olduğunu anlamış. — Benimle beraber gel, saraya dön, demiş. Kızını ormana attığı için çok pişman olmuş. Gülfari oduncu ve karısı da saraya alınırsa geleceğini söylemiş. Hep beraber saraya gitmişler. Padişah, kızına işkence eden ve kör olan karısına: — Kızımı benden uzaklaştırdın. Yapmadığını bırakmadın. Seni burada istemiyorum artık. Söyle kırk katıra mı razısın, kırk satıra mı? diye sormuş. Kadın: — Kırk katıra razıyım. Giderim buradan, demiş. Kadın kırk katıra binmiş, gitmiş saraydan. Bundan sonra padişah ve kızı sarayda mutlu mesut yaşamışlar.
Gülfari
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Zamanın birinde adamın birinin huysuz, geçimsiz, kavgacı bir karısı varmış. Adam ne yapsa bununla baş edemiyormuş. Hâl artık dayanılmaz olunca, adam buna bir çere aramaya başlamış. “Ne yapsam da bu kadından kurtulsam”, diye düşünmüş ve karısını bir kır gezisine götürüp, bir yolunu bulup ondan kurtulmaya karar vermiş. —  Çocuklarıma bir şekilde bakarım, demiş kendi kendine. Karısıyla beraber kıra giderler. Karısı yemeklerle ilgilenirken, adam bir kuyu görür. Eğilip bakınca çok derin olduğunu görür ve aklına bir fikir gelir. Karısını çağırır ve: — Şu kuyunun derinliğini görüyor musun, der. Kadın eğilip bakınca, adam bir hamlede kadını kuyuya atar ve gönül rahatlığıyla evine döner. Bu arada kadın kuyuda bir ejderha ile karşılaşır. Bu defa da ejderhayı rahatsız etmeye başlar, yerinin dar olduğunu, biraz ilerlemesini söyler. Bir hafta böyle geçer. Adam çocuklarını idare edemeyince bir ip ve bir kova alarak tekrar kuyunun başına gelir. — Ne yapayım, karımı alır, çocuklarımın yanına bırakır, bu defa da ben kaçar giderim., diye düşünür adam ve kovayı kuyuya bırakır. İpi çekince kovada bir ejderha olduğunu görür ve ürküp kaçmak isteyince. Ejderha: — Ne olur beni bu huysuz kadınla bir arada bırakma, söz veriyorum, sana padişahın kızını getireceğim, der. Adam ejderhayı çıkarır ve bunu nasıl yapacağını sorar. Ejderha: — Beni padişahın sarayının bahçesine götür, ben orada beklerim, padişahın kızını kaçırırım. Sonra padişah dört bir yana haber salacaktır, kızımı bulup getirene kızımı vereceğim, diye. O zaman sen de karşıma dikilirsin, ben de sana kızı veririm, alıp gidersin. Ama gün gelir de vezirin kızını kaçırırsam, sakın karşıma çıkma, seni parça parça ederim, der. Adam: — Tamam, der ve gider. Ejderha bahçede beklemeye başlar, padişahın kızı çıkınca hemen yakalar, götürür. Padişah dört bir yana haber salar ve kızını kim kurtarırsa, kızını ona vereceğini söyler. Adam kılıcını kuşanır ve diğer kurtarmak için gelenlerle beklemeğe başlar. Padişah adama şöyle bir bakar ve bunca yetenekli, güçlü adamın içinde ne işi olduğunu, neyine güvendiğini sorar. Adam: — Padişahım siz bu işi bana bırakın, der ve ejderhanın karşısına dikilir. Ejderha hemen kızı ona verir. Padişah adamı kızıyla evlendirir ve onu çok zengin yapar. Bir zaman sonra ejderha, vezirin kızını kaçırır. Adamın kahramanlığını hatırlayan vezirin karısı koşarak gelir ve adamın ayaklarına kapanır. — Ne olur kızımı kurtar, ejderha onu kaçırdı, der. Adam: — Yapamam, deyince. Kadın: — Bir zaman önce padişahın kızını da kurtarmıştın. Bu iş senin için zor olmayacaktır, deyince adam, kılıcını alır ve ejderhaya gider. Ejderha adamı görünce: — Ben sana, bir daha karşıma çıkma demedim mi? Şimdi seni parça parça edeyim mi, der. Adam bir hileye başvurarak: — Ben kızı almaya gelmedim ki, o huysuz karım kuyudan çıkmış, ne yapacağım, bana yardım et demeye geldim, der. Bunu duyan ejderhayı hemen telaşa kaplar, kızı bırakır ve: — Bu memleket bana haramdır artık, der ve tozu dumana katarak gider. Adam kızı alır ve döner.
Geçimsiz Kadın
Muş
Doğu Anadolu Bölgesi
Adamın birinin dünyada hiç şansı yoktu. Feleği bulup, neden bu kadar şanssız olduğunu sormak için düştü yola. Gide gide bir vadiden geçti, bir ormana girdi. Ormanda dev bir yılanla karşılaştı. Adam, yılanı görünce korktu, kaçmak istedi. Yılan: — Dur, kaçma? Kimsin nerden gelir, nereye gidersin, dedi. Adam: — Dünyada benden daha şanssız kimse yok, feleği bulup neden bu kadar şanssız olduğumu sormaya gidiyorum, dedi. Yılan: — Aman benim de dayanılmaz bir baş ağrım var, eğer feleği bulursan benim hâlimi de arz et, bana da bir çare bulsun, dedi. Adam vedalaşıp yola devam etti. Gide gide bir şehre ulaştı. Askerler onu casus sanıp yakaladılar ve padişahın huzuruna getirdiler. Padişah bakar ki saf, temiz bir adama benziyor, sorar: — Kimsin, ne işin var buralarda, dedi. Adam: — Dünyada benden daha şanssız kimse yok, feleği bulup neden bu kadar şanssız olduğumu sormaya gidiyorum, dedi. Başından geçenleri anlattı. Padişah: — Benim de bir derdim var, devleti yönetemiyorum, eğer feleği bulursan benim hâlimi de arz et. Bana da bir çare bulsun, dedi. Adam vedalaşıp yola devam etti. Gide gide bir denize ulaştı. Denizde büyük bir balık gördü. Balık: — Kimsin ne arıyorsun buralarda, dedi. Adam: — Dünyada benden daha şanssız kimse yok, feleği bulup neden bu kadar şanssız olduğumu sormaya gidiyorum, dedi ve başından geçenleri anlattı. Balık: — Benim de bir derdim var, denizdeki bütün hayvanlar benden kaçıyor, hiçbirine zarar vermediğim hâlde. Feleği bulursan benim hâlimi de arz et, bana da bir çare bulsun, dedi. Adam tekrar yola koyuldu. Gide gide feleği buldu. Hâlini ve başından geçenleri anlattı felek: — Sen geri git, şansın açılacaktır, dedi. — Balığa söyle, onun kafasında elmas var, ışığı çevreye yayıldığı için diğer hayvanlar onu görüp kaçıyor. Padişaha söyle, o, kadın olduğu için devleti yönetemiyor. Yılana söyle, onun çaresi dünyadaki en ahmak insanı bulup, onun beynini yemesidir, dedi. Adam geri döner, gide gide denize ulaşır ve balığı görür. Balık: — Feleği buldun mu, dedi. Adam: — Buldum, dedi. Balık: —  Benim için ne dedi, dedi. Adam: — Senin başında elmas varmış, ışığı çevreyi aydınlattığı için, ışığı gören hayvanlar kaçıyormuş, dedi. Balık: — O zaman gel, benim kafamı yar. O elması al. Hem sen zengin olursun hem ben de bu yalnızlıktan kurtulurum, dedi. Adam: — Ne işim olur benim elmasla? Felek şansımın açılacağını söyledi. Ben yoluma gidiyorum, dedi ve uzaklaştı. Gide gide şehre ulaştı ve padişahın huzuruma geldi. Padişah: — Feleği buldun mu, dedi. Adam: — Buldum, dedi ve başından geçenleri anlattı. Padişah: — Benim için ne dedi, dedi. Adam: — Senin kadın olduğun için devleti yönetemediğini söyledi, dedi. Padişah: — Mademki sırrımı öğrendin, gel benim kıyafetimi giy, sen padişah ol, evlenelim, zenginlik içinde yaşayalım, dedi. Adam: — Yok, olmaz. Ne işim olur benim padişahlıkla? Felek, bana şansımın açılacağını söyledi, ben yoluma gidiyorum, dedi. Gide gide vadiye ulaştı ve ormana girdi, yılanı buldu. Yılan: — Feleği buldun mu, dedi. Adam: — Buldum, dedi ve başından geçenleri anlattı. Yılan: — Benim için ne dedi, diye sordu. Adam: — Dünyadaki en ahmak insanı bulup, beynini yersen, baş ağrısından kurtulacağını söyledi, dedi. Yılan, gülümseyerek: — Dünyada senden ahmak kim var ki, dedi. Hemen adamın üzerine atladı ve adamın beynini yedi.
ŞANSSIZ ADAM
Malatya
Doğu Anadolu Bölgesi
Dervişin biri bir gün deniz kenarında otururken aniden yukarıdan, bir kuşun pençesinden kucağına bir fare yavrusu düşer. Derviş ona acır, evine götürür ve hanımına ona iyi bakmasını tembihler. Kadın bir zaman fareye bakar, sonra bir gün dervişe: — Bizim çocuğumuz olmuyor, bu böyle gitmez, dua et bu fare yetişkin bir kıza dönüşsün, hem seviniriz hem de bana yardımcı olur, der. Derviş dua eder, fare yetişkin bir kıza dönüşür. Gün gelir bu kızına artık evlenme çağı gelir. Derviş, kızını alır karşısına: — Atık senin evlenme çağın geldi, seni evlendireceğim, der. Kız: — Öyle biri ile evlendir ki beni, dünyada ondan daha kuvvetli şey olmasın, der. Derviş: — Dünyadaki en kuvvetli şey güneştir, der ve güneşe gider. Güneşe: — Benim bir kızım var, dünyada senden daha güçlü şey olmadığı için, onu seninle evlendireceğim, der. Güneş: — Dünyada benden daha kuvvetli bulut var, o çıktığında her tarafı kapatır ve benim ışığımı da yok eder, der. Derviş buluta gider: — Benim bir kızım var, dünyada senden daha güçlü şey olmadığı için, onu seninle evlendireceğim, der. Bulut: — Benden daha kuvvetli rüzgâr var, o çıkınca ortalığı toza dumana katar. Benim her bir parçamı bir tarafa atar, der. Derviş rüzgâra gider: — Benim bir kızım var, dünyada senden daha güçlü şey olmadığı için onu seninle evlendireceğim, der. Rüzgâr: — Benden daha kuvvetli dağ var, ne yaparsam yapayım onu yerinden oynatamam, der. Derviş dağa gider: — Benim bir kızım var, dünyada senden daha güçlü şey olmadığı için, onu seninle evlendireceğim, der. Dağ: — Benden daha kuvvetli fare var. Benim altımı delik deşik ediyor, der. Derviş fareye gider: — Benim bir kızım var, dünyada senden daha güçlü şey olmadığı için, onu seninle evlendireceğim, der. Fare: — Bu mümkün değil. Bir insan ancak insanla evlenebilir. Senin kızın fare olursa onunla evlenirim, der. Derviş kızına gelir, olanları anlatır. Kız, babasına: — Dua et, fare olayım tekrar, beni onunla evlendir, der. Derviş dua eder, kız fare olur ve diğer fare ile evlenir. Her şey aslına döner.
Fare
Muş
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Çok söylemesi günahmış. Çok eski zamanlarda bir padişah varmış. Bu padişahın üç kızı varmış. Bu padişah bir gün başka bir ülkeye seyahate çıkmak istemiş ve kızlarına: — Benden ne hediyeler istersiniz, oradan getireyim, demiş. En büyük kızı zümrüt küpe ile zümrüt bilezik istemiş. Ortanca kızı elmas küpe ile yüzük ve değerli şeyler istemiş. En küçük kızına gelmiş sıra, fakat küçük kızı bir türlü karar veremiyormuş. Hocasına danışmak istediğini söylemiş ve gitmiş. Hocasının yanına ulaşmış. Bütün olanı biteni ona anlatmış Hocası da: — Kızım, baban başka ülkeden şu çeşit üzüm getirsin, eğer getirmezse gelirken gemisi fırtınaya tutulsun, demiş. Kız bunu gidip aynen babasına aktarmış. Babası da: — Allah Allah, bu nasıl istek kızım, deyip yola çıkmış. İki kızın isteklerini alan padişah, küçük kızının istediği üzümü bir türlü bulamamış. — Aman canım, ben de onsuz giderim, demiş. Gemiye binip biraz gittikten sonra fırtına kopmuş. Bir fırtına ki, sanki gemiyi alıp ters çevirecek. Padişah kaptana geldikleri ülkeye geri dönmesini söylemiş. Ülkeyi didik didik etmiş, en sonunda üzümü bulup eve geri dönmüş. Hediyelerini kızlarına vermiş. En küçük kız aldığı üzümü hocasına götürmüş, hocası da: — Kızım odana git, ortalığı bir güzel topla, yerleştir, sen de en güzel elbiselerini giy, kapını kilitleyip bu üzümü odanın tavanına as ve okşa, demiş. Kız hocasının dediklerini aynen yapmış. Odanın duvarında bir kapı açılmış. Kapıdan aslan gibi bir şehzade çıkmış. Bu oğlanla sefa sürmüş ve odasından dışarı hiç çıkmamış. Ablaları merak etmişler. Bir gün kardeşleri: — Biz hamama gidiyoruz, hadi sen de gel, demişler. Kız ısrara dayanamamış ve teklifi kabul etmiş. Bu üç kardeş hamama giderler. En büyükleri: — Eyvah gördünüz mü, sabunla lifi unutmuşum, demiş ve saraya dönmüş. Bir çilingir ile kardeşinin odasını açmış ve bakmış ki, oda tertemiz. Gözü üzüme ilişmiş. Üzümü okşayınca duvardan yine bir kapı açılmış. Oğlan karşısında sevgilisini göremeyince kaçıp gitmiş. Kız da takip etmiş. Oğlanı kız kovalarken, oğlanın gittiği yolun kenarındaki lambaları kırmış. Yollara sabun sürmüş ve bu sayede tekrar dönüp hamama dönmüş. En küçük kız hamamdan dönünce üzümü okşamış. Oğlan yoldan gelirken kaymış ve yerdeki camlar bütün sırtına ve vücudunun diğer yerlerine batmış. Oğlan sarayına geri dönmüş. Kız beklemiş, beklemiş ama gelmemiş. Hemen babasına koşmuş ve durumu anlattıktan sonra babasından bir demir asa ile keskin kılıç alıp yola düşmüş. Yolda giderken biraz dinlenmek ister, bir söğüt ağacı görmüş, söğüt ağacına: — Eğil söğüdüm eğil, demiş. Ağaç eğilmiş, kız üzerine çıkmış. Sonra üç dev gelmiş oraya. Biri, diğerlerine kızın sevgilisinin gelenleri anlatmış. Ardından: — Oğlanın iyileşmesi için bizim beyinlerimizle yıkanması gerekirmiş, demiş. Öbürleri kızmış: — Sus etrafta insanoğlu duyar, demişler.  Daha sonra devler uyurlar ve kız ağaçtan iner. Kılıcıyla bir çalışta üçünün de başını düşürür. Beyinlerini çıkarıp yola düşer. Sarayın önüne varır. Doktor kılığına girer. Oğlanın anası: — Gel oğlum, bir de şu doktoru çağıralım, der ve onu çağırırlar.  Kız, hamama gitmeleri gerektiğini söyler ve hamama kimsenin gelmesini istemez. Oğlan bu beyinlerle bir güzel yıkanır. Vücudunda tek bir yara bere kalmaz. Babası bu işe çok sevinir ve doktor olarak bildiği kıza: — Dile benden ne dilersen, der. Kız da: — Sağlığınız efendim. Yalnız elimi yıkarken gördüğün altın leğenle altın ibriği verseniz kâfidir, der. Daha sonra onları alıp eve döner. Yine evini yerleştirir, kendisi güzelce giyinir ve kapısını kilitleyip üzümü okşar. Oğlan kılıcı çekili vaziyette gelir. Kızı karşısından görünce hemen boynunu vurmak istemiş ama yerde altın leğen ve ibriği görünce sakinleşmiş. Kız, oğlanın yanına oturup tüm olan bitenleri bir bir anlatmış. Sonra oğlan kıza alıp sarayına götürmüş, kırk gün kırk gece düğün yapmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
BİR GARİP ÜZÜM
Giresun
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Az söyleyen sevap, çok söyleyen günah işlermiş. Bir aile varmış. Herkes çok mutluymuş. Bir gün anne ölmüş. Aradan zaman geçince adam evlenmiş. Evlendiği kadının da bir kızı varmış. Üvey anne, adamın kızı olan Fadime’ye her işi yaptırırmış. İnek otlattırmış, tavuk yemlettirir imiş, çamaşır, bulaşık yıkatırmış. Kendi kızını da süsleyip püsleyip gezdirirmiş. Fadime inek otlatmaya giderken üvey kardeş peşine takılmış. Fadime orada hem inek yayıyor hem de yün eğiriyormuş. Orada bir rüzgâr çıkmış. Fadime’nin kolundaki yünü rüzgâr alıp götürmüş. Üvey kardeşi, Fadime’ye: — Seni anneme söyleyip dövdüreceğim, demiş. Fadime yünün peşinden koşmuş, üvey kardeşi de onun. Fadime dereye varmış, dereden bir kadın çıkmış. Kadın, Fadime’ye: — Saçlarım çok kaşınıyor, tarar mısın, demiş. Fadime taramış. Yaşlı kadına güzel sözler söylemiş. Kadın: — Önüne bir siyah su çıkacak, onu oku üfle geç. Biraz daha ileride beyaz bir su çıkacak. Oradan da elini yüzünü yıka geç, demiş. Kadın üvey kardeşe: — Saçlarım çok kaşınıyor, tarar mısın, demiş. Üvey kardeşi asla bunu yapmamış. Yaşlı kadına hakaret etmiş. Yaşlı kadın: — Önüne bir siyah su çıkacak, elini yüzünü yıka geç. Biraz daha ileride bir beyaz su çıkacak. Oradan da oku üfle geç, demiş. Fadime bir güzel olmuş, güzelliği göz kamaştırmış. Üvey kardeş ise çok çirkinleşmiş. Alnından uzun, kırmızı bir şey çıkmış. Fadime’yi gören oğluna istemek için gelmiş. Kadın kendi kızını süsleyip Fadime diye gösterirmiş ama kimse inanmıyormuş. Fadime’nin yaydığı ineklerden biri Fadime’ye: — Ben öleceğim. Benim etimi yiyin. Kemiklerimi de saklayıp kırk gün sonra çıkar, demiş. Sonra ineği kesip etini yemişler. Fadime kemikleri evin bahçesine gömmüş. Fadime’yi yine istemeye gelmişler. Üvey anne Fadime’yi tandıra sokmuş, üzerini de örtmüş. Kendi kızını yine süsleyip isteyenlere göstermiş. Bir horoz gelip eşiğin üzerine dikilmiş: — Gıygılı gıyık, Fadime kız da tandırda, demiş. Ama oradakiler anlamamış. Horoz tekrar gelmiş: — Gıygılı gıyık, Fadime kız da tandırda, demiş.Üvey anne geçiştirmiş. — Bu horoz böyle öter, demiş. Horoz tekrar gelmiş: — Gıygılı gıyık, Fadime kız da tandırda, demiş. Oradakiler Fadime’nin tandırda olduğunu anlamışlar. Tandıra gidip Fadime’yi bulmuşlar. Fadime’nin doğan aya doğmuş, çağan güne çağmış güzelliğini görmüşler. Fadime’yi o isteyenlere vermişler. Fadime’nin evlendiği adam çok fakirmiş. Aradan kırk gün geçmiş. Fadime kemikleri bahçeden çıkarmış. Kemiklerin hepsi altına dönüşmüş. Birazını üvey annesine vermiş. Geri kalanıyla da çok zengin olmuş ve çok mutlu olmuşlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Öksüz Fadime
Giresun
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, az gitmiş, uz gitmiş, arkasına bir bakmış ki bir çuvaldız yol gitmiş. Böcek bacı yolda ilerlerken bir çiftçiyle karşılaşmış. Çiftçi: — Böcek bacı, böcek bacı nereye, demiş. Böcek bacı: — El almaya, gün görmeye, sarı pabuç giymeye, hanımlara def çalmaya, demiş. Çiftçi: — Böcek bacı bana varır mısın, demiş. Böcek bacı: — Varırım ama sinirlendiğin zaman beni neyle döveceksin, demiş. Çiftçi: — Şu elimde gördüğün sopayla, demiş. Böcek bacı duruma razı olmamış. Tekrardan yola koyulmuş, yolda ilerlerken karşısına bir sıçan çıkmış. Sıçan: — Böcek bacı, böcek bacı nereye, demiş. Böcek bacı: — El almaya, gün görmeye, sarı pabuç giymeye, hanımlara def çalmaya, demiş. Sıçan: — Böcek bacı bana varır mısın, demiş. Böcek bacı: — Varırım ama sinirlendiğin zaman beni neyle döveceksin, demiş. Sıçan: — Şu gördüğün kuyruğum ile, demiş. Böcek bacı kabul etmiş ve evlenmişler. Yuvalarında huzurla yaşamaya başlamışlar. Bir gün evdeki çamaşırları ve bulaşıkları yıkamak için dere kenarına inmişler. Soğan kabuğu leğenleri, ceviz kabuğu tencereleri, badem kabuğu taslarıymış. Böcek bacı dere kenarında temizlik yaparken, sıçan köye düğüne gitmiş. Böcek bacı da temizlik yaparken ayağı kaymış. Yan yatmış, çamura batmış. Ne yapsa kurtulamamış. İlerden gelen atlıları görmüş. Atlılara: — Ey atlılar atlılar, başı baş altılar, düğüne gidiyorsanız, sıçan beye söyleyin, saçı uzun böcek hanım yan yatmış, çamura batmış deyin, demiş. Atlılar olayı sıçana anlatmış. Sıçan böcek bacıya yardıma gelmiş. Kuyruğunu uzatmış. Böcek bacı tutmamış, sıçana tavır yapmış. — Ben burada çırpınırken sen orada eğlen, demiş. Sıçan: — Geldim işte yardıma, çık oradan, demiş. Böcek bacı inatlaşmış bir kere; çıkmayacağını söylemiş. Sıçan dayanamamış bir tekmede o vurmuş, böcek bacı boylu boyunca toprağa gömmüş.
Böcek Bacı
Bilecik
Marmara Bölgesi
Sarayın Eşi Ülkenin birinde fakir, anasıyla yaşayan Ahmet isimli bir delikanlı varmış. Gönül bu ya Ahmet gönlüne padişahın kızına kaptırmış. Anasına: — Git padişahın kızını bana iste, demiş. Kadın gitmiş; ama gittiğine gideceğine pişman olmuş; çünkü padişah kadını yaka paça dışarı attırmış. Durumu haber alan Ahmet, göl kenarına gitmiş, kırk gün Allah’a yalvarmış. Kırk günün sonunda gölden Arap çıkmış: — Dile dileğini vereyim muradını, demiş. Ahmet’in parmağına yüzük takmış. — Bu yüzüğe bir dil çal, ben hazırım, demiş. Ahmet dilini sürmüş. — Karnım aç, demiş. Arap: — Açıl sofram açıl, türlü türlü yemekler saçıl, deyince sofra donanmış. Ahmet anasına gitmiş. — Ana sofrayı getir, deyince, anası: — Evde ne var ki ben sofrayı getireyim, demiş. Ahmet de: — Sen getir, demiş. Anası sofrayı getirince: — Açıl sofram açıl, türlü türlü yemekler saçıl, deyince sofra donanmış, anası çok şaşırmış, aynı zamanda sevinmiş de. Bir gün anası komşularını yemeğe çağırmış. Komşular gelmiş, yemiş içmişler ama sofra tükenmemiş. Komşuları kıskanmış ve bu sofrayı çalmışlar. Ahmet eve geldiğinde sofrayı göremeyince anasına sormuş, anası da: — Ben kapıyı açık koyup tarlaya gittim, geldim yok, demiş. Ahmet yüzüğe dil çalmış. Arap, Ahmet’e tokmak verip komşularını çağırmasını istemiş. Komşular da yine yemek verileceğini sanarak hemen gelmişler. Ahmet: — İn tokmağım, bin tokmağım, deyince komşular dayak yemeye başlamışlar. Ahmet: — Soframı getirin, demiş, komşular sofrayı getirince tokmak durmuş. Ahmet sofrasını kapıp padişaha gitmiş: — Biz zengin olduk, kızına talibim, deyince padişah: — Sarayımın eşini yaparsan kızım senindir, demiş. Ahmet yüzüğe dil çalınca sarayın eşi hemen yanına konmuş. Gece o gün padişah için bir türlü bitmemiş; çünkü hava o gün hiç ışımamış. Havaya bakmak için cama çıkan padişah, saraydaki karanlığın sebebin Ahmet’in yaptırdığı yandaki sarayın olduğunu anlamış. Ahmet kızı almış, gökten üç elma düşmüş; biri söyleyene, biri yazana, sonuncu da okuyana.
Sarayın Eşi
Giresun
Karadeniz Bölgesi