article
stringlengths
7.34k
10k
olar değerindeyken bu rakam 2011 yılı sonu itibarıyla 32 milyar dolara ulaşmıştır. Kasım 2005'te Vladimir Putin'in açılışına katıldığı iki ülke arasında ortaklaşa inşa edilecek olan Mavi Akım doğal gaz boru hattı projesi başlatılmıştır. Yine iki ülke arasında Akkuyu Nükleer Enerji Santrali projesi planlanmaktadır. Türkiye başbakanı Tayyip Erdoğan 3 Aralık 2012 tarihindeki Rusya başbakanı Putin'in Türkiye ziyaretinde iki ülke ilişkilerinde hedefin 100 milyar dolar olduğunu belirtmiştir. Sınır ihlali gerçekleştiren Rus Su-24 uçağının Türk Hava Kuvvetleri tarafından düşürülmesi olayının ardından iki ülke arasında gerek siyasi gerek ekonomik olarak ciddi bir gerilim yaşandı. Erdoğan olayın ardından uçağın sınır ihlali yapılması sebebiyle böyle bir olayın yaşandığını belirtti ve "Bugün olsa yine aynısını yaparız" şeklinde bir açıklama yaptı. Olayın ardından Rusya, Türkiye'den ithal edilen tarım ürünlerinin neredeyse tümünü yasaklamıştı ve Rus vatandaşlarına Türkiye'de tatile gitmeme çağrısı yapmış ve turizm acentelerinin de Türkiye'ye tur satışlarını engelledi. Bunun sonucu olarak Antalya'daki Rus turistlerin sayısı %98.5 azaldı. Rusya parlamentosunun üst kanadı Federasyon Konseyi Dış İlişkiler Komitesi Başkan Yardımcısı Vladimir Cabarov, Binali yıldırım’ın başbakan olması ve kurulan yeni hükümet ile ilgili "Türkiye'de hükümetin değişmesiyle pratikte hiçbir şey değişmiyor. İlişkilerimiz değişmez." şeklinde bir açıklama yaptı.Kremlin sözcüsü Dmitri Peskov gazetecilere yaptığı açıklamada Erdoğan'ın Putin'e yazdığı mektupta olayda ölen pilotun ailesine başsağlığı mesajı verdiğini ve "af dilediğini" söyledi. Yıldırım, Erdoğan'ın Putin'e gönderdiği mektupla ilgili "Rusya ile mesele tatlıya bağlanmıştır... Sadece üzüntülerimizi bildirdik." açıklamasını yaptı ve 6 ayda yaşananları yaşanmamış gibi kabul edip yola devam edeceklerini belirtti. Putin bu açıklamanın ardından hükümetine, Türkiye ile karşılıklı ticari anlaşmaları iyileştirmek üzere görüşmelere başlamaları talimatı verdi ve Rus turistlerin Türkiye’ye gelmesini engelleyen seyahat kısıtlamalarını da kaldırma kararı aldı. Erdoğan, Türkiye ile Ermenistan arasındaki normalleşme süreciyle ilgili Karabağ Sorunu hakkında 'Karabağ'da Ermeni işgali sona ermeden biz de sınırı Ermenilere açmayız' demiştir. Erdoğan İsrail'in sahip olduğu nükleer tesisleri "bölgesel barış için ana tehdit" olarak tanımladı ve UAEK denetimi altına girmesi için çağrıda bulundu. Erdoğan "açık hava hapishanesi" olarak tanımladığı Gazze'nin bu durumu için İsrail'i suçlu bulduğunu açıklamıştır. 2009 Dünya Ekonomik Forumu toplantısında Gazze çatışması ile ilgili olarak Shimon Peres ve Erdoğan arasında geçen konuşma, Erdoğan'ın toplantıyı terketmesiyle sonuçlandı. Peres Erdoğan'ın açıklamaları sonrası İstanbul'a bir roket düşse aynı tutumun Türkiye tarafından yapılacağını söyleyerek Erdoğan'ın durumu anlamadığını söyledi. Erdoğan Peres'e şu sözleri söyledi: "Sesin çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Öldürmeye gelince, siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum." Peres'e yanıt vermesi esnasında konuşması moderatör tarafından kesilen Erdoğan, şu sözleri söylerek salondan ayrılmıştır. " Benim için de bundan böyle Davos bitmiştir. Daha Davos'a gelmem. Siz konuşturmuyorsunuz. 25 dakika konuştu, 12 dakika konuşturuyorsunuz. Olmaz." 31 Mart 2010 tarihinde Gazze'ye insani yardım taşıyan altı gemiye Akdeniz'de İsrail Savunma Kuvvetleri tarafından gemilerde bulunan aktivistlerden bir kısmının öldürülmesi, bir kısmının yaralanması ve gemilerin yolcularıyla birlikte rehin alınması ile sonuçlanan olayın ardından iki ülke arasında gerek siyasi gerek ekonomik olarak ciddi bir gerilim yaşandı. Olay hakkında Türk Dışişleri Bakanı 2010 yılında, olayın iki ülkenin arasındaki ilişkileri geri dönülmez bir şekilde zedeleyebileceğini belirtti. Erdoğan, 6 Ekim 2011 tarihinde Güney Afrika Cumhuriyeti'ne İsrail Başkatiplerinden Ya'akov Finkelstein, Erdoğan'ın Güney Afrika Başbakanı ile yaptığı basın açıklamasında "Tünellerden sadece gıda değil, silahlar, füzeler geçiyor. Bu füzelerle şehirlerimiz, çocuklarımız vuruluyor" diyen Başkatibin sözlerine "O tünellerden atom bombası geçmez. Nükleer silah geçmez, fosfor bombaları geçmez. İsrail, fosfor bombalarıyla Gazze'yi bombalamıştır. Bu bir kitle imha silahıdır. Ve kitle imha silahı kullanmak suçtur. O tünellerden geçse geçse ancak küçük çaplı silahlar geçebilir. Tüfek geçer. Ama oradan tank, top bunlar geçmez değil mi?" sözlerini sarf etmiş ve devamında "İsrail, bölge için en büyük tehlike çünkü atom bombası var" demiştir. 20 Aralık 2015 tarihinde AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik "İsrail ile kesin bir anlaşma yok. Bir taslak üzerinde çalışılıyor. Kuşkusuz İsrail Devleti ve halkı Türkiye’nin dostudur." açıklamasını yaptı. Haziran 2016 tarihinde İsrail-Türkiye İlişkilerinin normalleşmesi için müzakerelerde Türkiye ile İsrail uzlaşmaya vardı. İsrail'le uzlaşma kapsamında iki ayrı metin düzenlendi. 28 Haziran 2016 tarihinde mutabakata Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve aynı saatte İsrail Dışişleri Bakanlığı Genel Direktörü Dore Gold da Dışişleri Bakanlığı'nda basına kapalı olarak imza attı. Erdoğan İsrail'le yapılan anlaşmadan bahsederken Gazze filosu saldırısı ile ilgili İHH'ya "Uluslararası bazda bir adım atıyoruz. Siz kalkıp da Türkiye'den böyle bir insani yardımı götürmek için günün başbakanına mı sordunuz? Biz zaten oraya gerekli yardımı Gazze'ye bugüne kadar hep yaptık yapıyoruz. Filistin'e yaptık yapıyoruz." şeklinde bir eleştiri yaptı. Recep Tayyip Erdoğan Başbakanlık dönemi boyunca Türkiye-Irak Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi tarafından düzenlenen Bağdat'ta 36 mutabakat zaptı ve çalışma protokolü imzaladı. Protokol içeriği güvenlik, enerji, petrol, elektrik, su, sağlık, ticaret, çevre, ulaşım, konut, inşaat, tarım, eğitim, yüksek öğrenim ve savunma sektörlerini içermektedir. Irak'ın kuzey bölgesi ile ılımanlaşan ilişkiler sonrası Erbil'de bir Türk üniversitesi ve Musul'da bir Türk konsolosluğu açılmıştır. Abdullah Gül 23 Mart 2009 tarihinde Irak'a gerçekleştirmiş olduğu gezi ile 33 yıl sonra Irak'a giden ilk cumhurbaşkanı oldu. Recep Tayyip Erdoğan, ailesi ve eşlik eden heyetle birlikte, 13 Eylül 2011 tarihinde ilk ziyaret yeri Mısır olmak üzere Tunus ve Libya'ya resmi ziyaretler gerçekleştirmiştir. Mısır'ın ardından Tunus ziyaretini gerçekleştiren Erdoğan'a Mısır, Tunus ve Libya'da duyulan halk ilgisi dünya kamuoyunda geniş yankı bulmuştur. Erdoğan, Trablus da Libya'lılara Şüheda Meydanı'nda bir konuşma yapmıştır. 24 Eylül 2015'te Mina'da yaşanan izdiham üzerine Erdoğan, Suudi hükumetinin hac organizasyonları için çok çalıştığını belirterek "Dünyanın birçok yerinde bu tür organizasyonlarda bakıyorsunuz ihtimaller düşük de olsa bazı sıkıntılar yaşanıyor. Suudi Arabistan’a saldırgan tavırları doğru bulmuyorum." dedi. Recep Tayyip Erdoğan, 1986 yılından beri beşi milletvekili seçimi, ikisi yerel seçim, biri ise cumhurbaşkanlığı seçimi olmak üzere toplamda sekiz farklı seçime katıldı. İki milletvekili seçimi ile bir yerel seçim dışında katıldığı tüm seçimlerde halk tarafından seçildi. Erdoğan'ın katıldığı seçimler ve aldığı sonuçlar şu şekildedir: 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan Türkiye genel seçimleri Erdoğan'ın başkan adayı olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi 34.29%'luk oy oranı ile 363 milletvekili çıkartarak kazanmış; Erdoğan kurulacak hükümetin başkanlık etmiştir. 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan Türkiye genel seçimlerinde ise 46.58% oy oranı ile Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti kurma görevini üstlenmiştir. Seçimden önce parti tanıtımı için Erdoğan'ın seçim vaatleri ile dolu çeşitli resimler bilbordlarda gösterilmiştir. Ayrıca "Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet" yazılı bir Erdoğan resmide gösterilmiştir. Hükümete ve partiye Erdoğan başkanlık yapmıştır. 12 Haziran 2011 tarihinde yapılan Türkiye genel seçimlerini ise Adalet ve Kalkınma Partisi Türkiye genel seçimlerinde bir ilke imza atarak üçüncü kez üst üste 49.83%'lük bir oy oranı ile kazanmıştır. Diğer seçim tanıtımlarından farklı olarak 2011 seçimlerinde Erdoğan farklı temaların bulunduğu parti tanıtım reklamlarında boy göstermiş ve "Haydi Bir Daha" adlı partisine ve oy verenlere atıfla hazırlanan şarkısını yorumlamıştır. Erdoğan'ın söylemiyle "Türkiye Hazır Hedef 2023" sloganı kullanılmıştır. 24 Nisan 2007 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi Grup toplantısında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "Adayımız Abdullah Gül kardeşim" diyerek Abdullah Gül'ün 11. Cumhurbaşkanı adayı olduğunu açıklamıştır. Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin üçüncü turunda 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyetinin 11. cumhurbaşkanı seçildi. Recep Tayyip Erdoğan 1994 yerel seçimlerinde %25,19 oy alarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak seçildi. Erdoğan'ın liderliğinde Adalet ve Kalkınma Partisi 2002 genel seçimleri kazandıktan sonra, 2004 yerel seçimlerinde oy sayısını daha fazla arttırdı. Adalet ve Kalkınma Partisi 16 büyükşehir belediyesinden 12 tanesini kazanarak seçimlerden birinci parti olarak ayrıldı. 2007-2010 e-muhtıra , 2007 ve 2010 Referandumu Seçimleri , İsrail'in Filistin'e saldırıları ve Çin'in Doğu Türkistan'da olay çıkarması gibi olaylar döneminde iken 2009 yılında yerel seçim yapıldı. Bu seçimde Adalet ve Kalkınma Partisi 2004 yerel seçimlerindeki oy oranından %3 az oy alarak %39 oy aldı. İkinci parti olan CHP %23 oy aldı ve üçüncü parti olan MHP %16 oy aldı. 2014 yerel seçimlerinde , 2009 seçimlerinden %5 fazla oy alarak %43,39 oy aldı. İkinci parti olan CHP %25,61 oy aldı ve üçüncü parti olan MHP %17,62 oy aldı. Recep Tayyip Erdoğan'a siyasi hayatının başlarından itibaren çeşitli eleştiriler yapılmıştır. Bunlar arasında yargının siyasallaşması, 2013-2014 yıllarında yapılan yargıya yönelik düzenlemeler, basına uygulanan sansür, Anti-Atatürkçülük antisemitizm ve diktatörleşme eğilimleri yer alır.
4 Temmuz 1978 günü verdiği bir konferansta tanıştığı 1955 doğumlu Emine Gülbaran ile evlenmiştir. Emine Erdoğan ile Recep Tayyip Erdoğan'ın Ahmet Burak ve Necmettin Bilal isminde iki oğlu, Esra ve Sümeyye isminde iki kızı bulunmaktadır. Mustafa isminde bir erkek kardeşi vardır. Vesile ismindeki kız kardeşi, Ziya İlgen ile evlidir. Tüm İlerici Gençlik Derneği İlerici Gençler Derneği, 5 Ocak 1976'da kurulmuştur. 80 döneminin en büyük gençlik örgütlerinden birisidir. "Yolumuz İşçi Sınıfının Yoludur" sloganı temel sloganlarıdır. O dönemdeki diğer gençlik örgütlerinden en büyük farkı işçi sınıfı öncülüğünü benimsemesidir. 6 Kasım 1979 yılında Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından resmen kapatılır. Buna rağmen İGD faaliyetlerini gayri resmi olarak devam ettirir. 1980 Askeri darbesinden sonra da çalışmalarına devam eder. Sosyalist hareketin tüm dünyada yaşadığı yavaşlamadan o da etkilenir ve zaman içinde faaliyetleri durma noktasına gelir. 23 Eylül 2002 yılında Tüm İlerici Gençlik Derneği (TÜM-İGD) adıyla resmi olarak tekrar kurulur. TÜM-İGD kendisini gençliğin sosyalist yığın örgütü olarak tanımlar. Daha önceki örgütlenme yapısında olduğu gibi "Yolumuz İşçi Sınıfının Yoludur" sloganıyla işçi sınıfının yanında olduğunu belirtir. Öte yandan derneğin diğer gençlik yapılarından farklı olduğu yan; hem işçi hem öğrenci hem de köylü gençleri kendi bünyesinde barındırmak amacıyla ortaya çıkmasıdır. İlerici Gençlik adında süreli yayın yapmaktadırlar. Tüm-İlerici Gençlik Derneği'nin yayın organıdır. "İlerici gençliğin aylık sanat, bilim ve siyaset dergisi" sloganıdır. Yayım hayatına Haziran 2002'de başlamıştır. Günümüzde dergi ve web sitesi üzerinden yayınına devam etmektedir. Nisan-Mayıs 2011 itibarıyla 28. sayılarını çıkarmıştır. Fikir Kulüpleri Federasyonu (1965) Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF), 12 Kasım 1965 tarihinde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi kantininde, Ankara’daki yükseköğrenim kurumlarının öğrenci delegeleri tarafından kurulmuş sosyalist öğrenci örgütü. Ülkenin gidişatına müdahale etme isteği taşıyan öğrenciler tarafından kurulup, gençliğin siyasallaşmasıyla paralel olarak sosyalist bir hatta oturmuş ve Türkiye’de üniversite öğrencilerinin siyaseten hareketli oldukları dönemle özdeşleşmiş bir örgüttür. FKF, liberal bir çizgi ile faaliyete geçen SBK-FK’nın (Siyasal Bilgiler Fakültesi- Fikir Kulübü) oluşturduğu bir çekirdeğin; ülkenin 1960'larla beraber emperyalist sistematik içerisine daha doğrudan eklemlenmesiyle hareketlenen sınıf çelişkilerinin belirleniminde yaygınlaşması ve reformcu bir çizgiden radikal, emperyalizm karşıtı, yurtsever, toplumcu bir çerçeveye kavuşması sonucu gelişimini tamamlamıştır. Bu özelliğiyle örgütün gelişimi, Türkiye’de üniversite öğrencilerinin siyasal tarihiyle paralellik gösterir. Dönemde devrimci hareket içerisinde süren Sosyalist Devrim (SD) - Millî Demokratik Devrim (MDD) tartışmaları FKF’ye de sirayet etmiş; bu gerilimlerin sonucunda FKF yönetiminde etkin pozisyona yerleşen MDD’ci grup, FKF’yi tasfiye ederek DEV-GENÇ'i kurmuştur. Ankara SBK-FK çevresinde toplanan, aslen erken kapitalistleşen ülkelerdeki oturmuş burjuva demokrasisini Türkiye’de etkin kılmaya çalışan kadrolar 1954’te Forum Dergisi’ni çıkartmaya başladılar. SBK-FK’nın da kuruluş tarihi aynı seneye rast gelmekle beraber, kulüp dergiden önce kurulmuş; dergi kulübün siyaset bölümündeki çekirdeğinin Hukuk Fakültesi ve İstanbul İktisat Fakültesi’nden takviye edilmesiyle yayın hayatına başlamıştır. Kendisini “Partisiz Türk Aydınlarının ortak platformu”(YILDIRIM, Ali, FKF-DEV-GENÇ Tarihi, Doruk Yay. 3. Baskı, sf. 28) olarak tanımlayan Forum dergisi ülke problemlerine bilimsel ve tarafsız yaklaşma iddiasını taşımakta, 27 Mayıs anayasasında yürürlüğe konulan siyasal hattın teorisyenliğini yapmaktaydı. Dergi çevresi Türkiye’de üniversite gençliğinin ilk kez kitlesel olarak düzenlediği, tarihe “555K” olarak geçen eylemlerin örgütleyiciliğini yapmış ve 27 Mayıs’a giden süreçte etkinliğinin doruk noktasını yaşamıştır. Türkiye'nin 1960'lı yılların başında dünya emperyalist sistematiğine daha doğrudan kanallardan eklemlenmeye başlamasıyla ülkedeki sınıf çelişkileri derinleşmiştir. TİP ve Yön dergisinin kurulduğu bu süreçten Forum Dergisi çevresi ve çekirdeği SBK-FK’da etkilenmiştir. Hareketin içerisindeki belirlenimi TİP’li öğrencilerin ele almasıyla burjuva demokratlığından sosyalist devrimciliğe uzanan grup, başka dört üniversitede de fikir kulüplerinin açılmasına önayak olmuştur. Koordine hareket eden kulüpler toplamının, merkezi bir örgüte, FKF’ye evrilmesinde Dönüşüm Dergisi’nin yeri yadsınamaz. Forum Dergisi sürecinde SBK-FK’nın müdahaleleriyle kurulan ve burjuva demokratlığından ayrışıp, sosyalizm saflarına geçen üniversite öğrencileri, beraberce 22 Nisan 1965 tarihinde Dönüşüm Dergisini çıkartmaya başladılar. Sadece iki sayılık bir yayın hayatı olan dergi FKF’yi kuracak olan kulüplerin bir arada iş yapma pratiği kazanmalarını sağladığı gibi, derginin dağıtım çalışmalarına yönelen saldırılar sonucunda kulüplere ortak siyasal refleksler geliştirme şansını da sunmuştur. FKF’nin kurulması ile merkezi olarak çıkartılmaya başlanan Kavga dergisi sebebiyetiyle boşa düşen Dönüşüm yayın hayatına devam etmemiştir. Dönüşüm Dergisi ile oluşturulan iletişim 12 Kasım 1965’te, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi kantininde, Ankara’daki 11 yükseköğrenim kurumundan 126 delegenin katılımıyla FKF’ye dönüştü. Kurucu kulüplerin belli olmasıyla beraber başlatılan tüzük çalışmaları 17 Aralık 1965’te tamamlandı ve FKF bu tarihte bir tüzel kimliğe kavuştu. Ülke, Dünya ve Üniversite gündemlerine bir bütünlük içerisinden bakma iddiasını taşıyan ve “gençliğin mutluluğunu, insanların kendini yetiştirebileceği olanakların var olduğu bir düzende” (FKF Tüzüğü) gören federasyonu kuran öğrenciler şunlardır: 21 Aralık 1965 günü kurucular kurulu tarafından genel yönetim kurulu seçilmiş ve GYK’da aynı gün FKF’nin ilk merkez yönetme kurulunu belirlemiştir. Hüseyin Ergün başkanlığında örgütsel hayatına başlayan FKF kuruluşta yer almayan fikir kulüplerini bünyesine katmak ve fikir kulübüne sahip olmayan fakültelerde fikir kulübü açmak perspektifiyle yola çıkmıştır. Bu dönemde FKF’nin, Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile yakın ilişkilere sahip olduğu gözlenir. 22 Ocak 1967’de ilk genel kurulunu toplayan FKF, bu kurul toplantısında genel çalışma ilkelerini netleştirmek için bir strateji metni hazırlamıştır. Kongrede İzzet Ararat FKF genel başkanı olarak seçilmiştir. 1. Genel kurulunun 11 kulüp ile toplayan FKF, kongre sonrasında yoğun bir örgütlenme faaliyetine girmiştir. Bu dönemde İstanbul’da kurulmuş olan fikir kulüpleriyle görüşmeler yapılmış ve bu kulüplerin federasyona katılımı sağlanmıştır. İstanbul’daki örgütlenme atağıyla üniversiteli gençliğin örgütü olarak yerini sağlamlaştıran FKF, İstanbul’da bir sekreterlik açmıştır. Aynı zamanda I. Genel Kurul toplantısından önce tefrika halinde çıkarılan Kavga dergisi 3. Sayısından sonra matbaaya geçmiş, örgütün merkezi kanalları kuvvetlenmiştir. Bu dönemde de FKF’nin TİP ile ilişkisi devamlılık arz etmiştir. FKF, TİP’in Doğu Mitinglerine destek verir. Bununla beraber FKF Ege Üniversitesi Fikir Kulübü’ne dava açılmasına neden olan bildiriyi mecliste okuyup tutanaklara geçirttiği için milletvekili dokunulmazlığı kaldırılmaya çalışılan TİP milletvekili Çetin Altan’ı savunmak üzere “Bu Oyun Sökmeyecek-Hükümet Kapitalist Bir Hükümettir” başlığıyla bir bildiri dağıtmıştır. FKF’nin II. Kurultay’dan önceki döneminde antiemperyalist kimliğini oturttuğu, ülke ve dünya gündemine devrimci bir perspektiften müdahale edebilme yetisini gelişkinleştirdiği de gözden kaçırılmamalıdır. Bahsedilen zaman zarfında Amerikalı askerlerce kurşuna dizilen Vietnamlı devrimci Nyugen Van Troi’ye açık bir mektup kaleme alınmış, Hiroşima’ya atılan nükleer bomba bu saldırının 22. Yıldönümünde kınanmış ve FKF tarafından özel okulların devletleştirilmesi talebiyle bir miting düzenlenmiştir. 23-24 Mart 1968 tarihlerinde gerçekleştirilen FKF II. Genel Kurul’u, FKF Genel Başkanı İzzet Ararat’ın Proleter dergisinde Nazım Hikmet’in “Kerem Gibi” şiirini yayınlamaktan ötürü tutuklu olması sebebiyetiyle Salih Er’in sunduğu ikinci dönem raporuyla açılmıştır. Kongreden tutuklu olan Genel Başkan İzzet Ararat ve Vietnam halkının antiemperyalist mücadelesinin öncüsü HoŞiMinh’e FKF adına birer telgraf çekilmesi kararı çıkmıştır. Kongreye TİP milletvekilleri Sadun Aren ve Mehmet Ali Aybar da katılmış, hatta Aybar kongrede bir konuşma yapmıştır. FKF’nin II. Genel Kurulu’nu ve ondan sonraki süreçte FKF’nin gelişimini anlamak için dönemde devrimci harekete damgasını vuran MDD- SD tartışmasına değinmek zaruridir. Bahsedilen zamanda iki odak devrimci hareketin öncülüğü için çekişmektedir: doğrudan sosyalist devrim yanlısı TİP ve Yön Dergisi çevresinde öbeklenen, sosyalist mücadeleden önce bir demokratikleşme adımının gerekli olduğunu savunan millî demokratik devrimciler. Üniversite devrimci gençliğinin örgütü olan FKF’ye de bu ideolojik tartışma etkimiş, TİP siyasetine yakın duran FKF içerisinde bir MDD’ci muhalefet ortaya çıkmıştır. II. Genel Kurul sonucunda TİP’li öğrencilerin adayı olan ve o dönemde TİP üyesi olan Doğu Perinçek FKF Genel Başkanı seçilmiştir. Seçimden kısa bir süre sonra MDD’ci saflara geçen Perinçek yönetiminde FKF, 27 Mayıs Millî Demokratik Devrim Derneği tarafından çağırısı yapılan Devrimci Güçbirliği Platformuna (DEV-GÜÇ) katılmıştır. DEV-GÜÇ’e katılımasın ardından FKF’nin TİP ile arası ilk kez gerilmiş, TİP’li öğrencilerin yoğunluğunun daha fazla olduğu İstanbul Sekreterliği ile Genel Merkez’in arasında uyuşmazlık başgöstermiştir. Fakat yine de merkezi bir karar ile DEV-GÜÇ’ün 1968’de düzenlediği 29 Nisan Mitingine FKF de katılmıştır. Bu dönemde düzenlenen NATO’ya hayır haftası da önemli ve FKF’nin yurtsever kimliğini doğrular nitelikte bir eylemdir. 10 Haziran 1968’de DTCF’de başlayan ve kısa sürede ülkedeki üniversitelerin çoğuna yayılan boykot hareketi; ortaya çıkışında siyasal bir iddi
aya sahip olmamasına rağmen, kısa süre içerisinde FKF’nin belirlenimi altına girmiş ve FKF’li öğrencilerin eğitimde reform istemini yükseltmelerine olanak tanımıştır. Her işgal edilmiş üniversitede var olan “işgal konseylerini” birleştiren FKF, bir üst işgal konseyi kurarak eğitim reformu mücadelesini merkezileştirmiştir. Bu hareketlilik ülke gündemine damgasını vurmuş, aslen FKF’li öğrencileri karşılarına alan burjuva demokratik partileri bile lafızda “gençlerin yanında durmuştur”. Bu partilerden farklı olarak TİP, işgallerin eğitim sorununa dikkat çekmesinden faydalanarak meclis gündemine kalkınma ve eğitim başlıklarında köklü reform istemini taşımıştır. 8 Temmuz 1968 tarihinde, planlanandan 6 gün önce gerçekleştirilen Genel Yönetim Kurulu toplantısı ile MDD çizgisine yakın duran Perinçek FKF başkanlığından düşürülmüş, yerine Zülküf Şahin Genel Başkan seçilmiştir. Bu gelişmenin ardından FKF, DEV-GÜÇ’ten ayrılmıştır. Haziranda işgallerle yükselen eylemlilik hali, İstanbul’a Amerikan 6. Filo’nun gelmesiyle pik noktasına ulaşmıştır. 15 Temmuz 1968 tarihinde 6. Filo’yu karşılamak için eylem planlaması içerisinde olan gençler; polis saldırısıyla karşılaşmış, paravan suçlamalarla 11’i gözaltına alınmıştır. 17 Temmuz günü polis Amerikan askerlerine karşı duran gençleri yakalamak için İTÜ Gümüşsuyu Yurdu’na girmiş, İTÜ yönetimi de yurt binasının üniversite özerkliğinden faydalanamayacağını beyan etmiştir. Yaşanan gerginlikte 47 kişi yaralanmış, 30 kişi de gözaltına alınmıştır. Bu baskın sırasında Hukuk Fakültesi öğrencisi Vedat Demircioğlu polis tarafından yurdun camından aşağıya atılmış ve ağır derecede yaralanmıştır. 18 Temmuz günü ise İTÜ Gümüşsuyu Yurdu’ndan başlayan eylem; Taksim’e uzanmış, orada sonlandırıldıktan sonra kitle Dolmabahçe’ye inerek Amerikan askerlerini denize dökmüştür. 24 Temmuz 1968 tarihinde Vedat Demircioğlu’nun ölüm haberinin gelmesi üzerine, FKF’li öğrenciler İstanbul Vilayet binasına bir yürüyüş düzenlemişlerdir. Bu sırada 6. Filo eylemlerinde FKF İstanbul Sekreterliği ile siyaseten ayrışan MDD’ci bir grup DÖB(Devrimci Öğrenci Birliği)’ü kurmuştur. DÖB kendisini tasfiye etmese bile, FKF’nin merkezinin MDD’cilerin eline geçmesiyle FKF ile beraber hareket etmeye başlamıştır. FKF III. Kurultay’ı 5-6 Ocak 1969 tarihleri arasında 160 delegenin katılımıyla İstanbul’da gerçekleştirilmiş, bu toplantıda FKF merkezi MDD’cilerin kontrolüne girmiştir. İlerleyen süreçte İstanbul sekreterliğinin de istifa etmesiyle beraber FKF yönetiminde TİP ile yakınlığı olan kimse kalmamıştır. 6. Filo’nun İstanbul’a tekrar gelmesi üzerine 16 Şubat 1969’da gerçekleştirilen 30.000 kişilik eylemin de örgütleyiciliğini FKF üstlenmiştir. Beyazıt Meydanı’ndan yola çıkan kortej Taksim Meydanı’na girerken yürüyüş kolu bölünmüş; meydanda kalan devrimcilere bombalar ve taşlarla saldırılırken, polis kortejin geri kalanını alana sokmamıştır. Tarihe Kanlı Pazar olarak geçen bu olayda Duran Erdoğan ve Turgut Aytaç hayatlarını yitirmişlerdir. FKF'nin son kurultayını belirleyen şey örgütün iç dinamiğinden çok, Türkiye’de devrimci hareketin yaşadığı gerilimlerdir. Türkiye’de sosyalist düşüncenin kitleselleşmesi yönünde ilk müdahaleyi yapan TİP, ülkede Marksist birikimin eksikliğiyle, ülkeyi değiştirmeye yönelik heyecanları çok yüksek olan öğrencileri çevresinde tutamamıştır. Sonuçta bu öğrenciler güncelliğe daha yoğun müdahale edebilmek için var olan siyasi aktörlerle ittifakı benimseyen bir ideolojik hattı benimseyerek, FKF’nin yönetimine yerleşmişlerdir. 9–10 Ekim 1969 tarihleri arasında SBF’de düzenlenen Olağanüstü Kurultay ile FKF tasfiye edilmiş ve FKF’nin kontrolünü ele alan kadrolarca DEV-GENÇ kurulmuştur. Bu süreç içerisinde TİP ile herhangi bir yakınlığı olan veyahut aşamacı devrim düşüncesine sıcak yaklaşmayan bütün öğrenciler örgütten ihraç edilmiştir. http://www.wikisosyalizm.org/Fikir_Kul%C3%BCpleri_Federasyonu_(2013) Dünya Barış Konseyi Dünya Barış Konseyi kurulduğu 1949 yılından beri Dünya barışı, silahsızlanma küresel güvenlik, ulusal bağımsızlık, ekonomik ve sosyal adelet ve gelişim, çevrenin korunması, insan hakları, bağımsızlık mücadelesi veren halklarla dayanışma için ve emperyalizme karşı mücadele etmektedir. Kurucu başkanı Frederic Joliot-Curie'nin "Barış herkesin işidir." sözünü kendine ilke edinen DBK, dünyanın pek çok ülkesinde bulunan barıştan yana örgütlerin federasyonudur. Türkiye'de Barış Derneği, Dünya Barış Konseyi üyesidir. Çizge teorisi Graf teorisi, çizge teorisi veya çizit teorisi (İng. ""), grafları inceleyen matematik dalıdır. Graf, düğümler ve bu düğümleri birbirine bağlayan kenarlardan oluşan bir tür ağ yapısıdır. Bir "graf", "çizge" veya "çizit", düğümlerden (köşeler) ve bu düğümleri birbirine bağlayan "kenarlardan (yaylardan, bağıntılardan)" oluşur. Temeli 1736'da Leonhard Euler tarafından atılmıştır. Graf teorisi üzerinde yapılan çalışmalar, Petri ağları gibi birçok yeni kavramların geliştirilmesine imkân sağlamıştır. Leonhard Euler tarafından, 1736 yılında, Königsberg'in yedi köprüsü "()" adında günümüzde hâlâ popülerliğini koruyan bir problem ile ilgili olarak yazılan bir makale, graf teorisinin kesin başlangıç tarihidir. Bir G grafı iki küme ile ifade edilir: G = (D, K). Bu ifadede D düğümler kümesi K ise, (düğümler ile ilişkili) kenarlar kümesi olarak ifade edilir. Sağdaki yönsüz, örnek graf için küme gösterimi aşağıdaki şekilde yapılır. G = (D, K) Bu örnekte A ve D düğümleri iki adet paralel kenar içerir. Yol haritasıyla haritada belirtilen yollarla bir beldeden diğer bir beldeye nasıl gidileceğine karar verilir. Sonuç olarak bu durumda nesnelerin iki farklı kümesi ile ilgilenilmektedir: Beldeler ve yollar. Daha önce gördüğümüz gibi böyle nesnelerin kümeleri bir bağıntı tanımlamak için kullanılabilir. Eğer V kümesi ile beldeler kümesini ve E kümesi ile de yollar kümesini gösterirsek, V kümesi üzerinde yalnız E'deki yolları kullanarak a beldesinden (noktasından) b noktasına seyahat edilebiliyorsa aβb yazarak, bir β bağıntısı tanımlanabilir. Eğer E'deki yollar gidiş-geliş yolları ise bβa da gerçeklenir. Eğer inceleme altındaki bütün yollar gidiş-gelişli yolları ise bu bağıntı simetriktir. Bir bağıntıyı tanımlamanın bir yolu, onun elemanlarını sıralı çiftler olarak listeleyerek vermektir. Bu, aşağıdaki şekilde gösterildiği şekilde çizgiler kullanarak yapılması daha uygundur. Sayı Sayı, bir çokluğu belirtmek için kullanılan soyut birimdir. Modern matematikte büyüklük belirtilmediği durumda geleneksel sayıların çeşitli özelliklerine benzer özellikler taşıyan nesnelere de sayı denmektedir. Sayıları yazılı olarak göstermek için rakamlar kullanılmaktadır. Sayılar kümeler halinde sınıflandırılabilir: Sayma sayıları boştan farklı bir kümenin elemanlarını azlık veya çokluk yönünden nitelemekten ziyade onların içindeki eleman miktarına göre verilen bir temsilciler kümesi olarak tanımlanır. Temsilcilere verilen isme kanonik temsilci denir. Her sayma sayısı aynı zamanda bir kanonik temsilcidir. Sayma sayılarına sıfırın dahil olmamasının sebebi boş kümenin içinde temsil edecek bir elemanın olmamasıdır. formula_1 Doğal sayılar 0'dan başlayarak sonsuza kadar giden sayılardır. Matematikte "doğal sayılar kümesi" formula_2 ile gösterilir. Doğal sayılar ismi bu sayıların doğada görüp tanıdığımız sayılar olduğu fikrinden ileri gelmektedir. Doğal sayılar kümesi "0" ve pozitif tüm sayıların olduğu kümedir. formula_3 Tam sayılar eksi sonsuzdan artı sonsuza kadar giderler. Yani "0"ın iki yanından sonsuza kadar uzanırlar. "Tam sayılar kümesi" formula_4 ile gösterilir. formula_5 Başında "+" işareti bulunan veya bir şey bulunmayan tam sayılar pozitif tam sayılar adını alırlar. Sayı ekseninde (sayı doğrusunda) 0'ın sağ yanında yer alırlar. Tüm sayma sayıları pozitif tam sayılardır. "Pozitif tam sayılar kümesi" formula_6 ile gösterilir ve aşağıdaki gibi tanımlıdır: formula_7 Başında "-" işareti olan tam sayılar negatif tam sayılar adını alırlar. Sayı ekseninde 0'ın sol yanında yer alırlar. "Negatif tam sayılar kümesi" formula_8 ile gösterilir. Cebirde çıkarma işlemi bu sayıların diğer tam sayılarla toplanması olarak ifade edilir. formula_9 Sıfır (0) negatif veya pozitif bir tam sayı değildir.Bir uzlaşma noktasıdır. Bu iki kümeden herhangi birinde yer almaz. Ancak tam sayılar aşağıdaki gibi de tanımlanabilir: formula_10 Sıfırın doğal sayı kabul edilmediği (akademik) çevreler azımsanmayacak kadar fazladır. Sıfırı dahil eden çevreler "doğal sayılar kümesi"ni formula_11 sembolü ile gösterirler, sıfırı dahil etmeyen çevrelerse sıfırın dahil olmadığı "sayma sayıları kümesi"ni formula_12 ile gösterirler. Oranlı sayılar veya rasyonel sayılar, tam sayılar kullanılarak oluşturulan oranlara denk gelen büyüklüklere denir. Yani, a ve b tam sayı ve sıfır olmamak üzere a/b şeklindeki sayılara rasyonel sayı denir. Rasyonel sayılar Q ile gösterilir. Rasyonel sayılar kesir veya ondalıklı sayı şeklinde ifade edilebilir: 1/3, 4,25 vb. Oransız sayılar veya irrasyonel sayılar ise a/b şeklinde yazılamayan sayılardır. Q' kümesi ile gösterilirler. Bu kümenin en bilinen üyesi pi sayısıdır. Hiçbir oranlı sayı oransız sayılar kümesine dahil değildir. Aynı şekilde hiçbir oransız sayı da oranlı sayılar kümesine dahil değildir. "İrrasyonel sayılar" kümesi ile "rasyonel sayılar" kümesinin birleşimi gerçek sayılar kümesini oluşturur. Bu kümeye "reel sayılar" veya gerçek sayılar da denir. Geometride karşılaşılan bazı büyüklüklerin anlamlandırılabilmesi için Klasik Yunan Dönemi'nde, yaygın inanca göre Pisagor ve öğrencileri tarafından sayı kavramına dahil edilmişlerdir. Anlatılanlara göre Pisagor doğadaki tüm büyüklüklerin rasyonel sayılarla ifade edilebileceğini söylemekteydi. Fakat bulduğu hipotenüs eşitliğinin bir sonucu olarak formula_16 gibi bir değerlerle karşılaştı. Uzun yıllar boyu bu tür sayıların uzun kesirlerle ifade edilebileceğini iddia etti ve göstermeye çalıştıysa da, öğrencilerinden birinin bu gibi sayıların kesinlikle kesirli bir biçimde gösterilemeyeceğini ispat etmesiyle ikna oldu
ama hayatı boyu bunun bir sır gibi gizlenmesi için çalıştı ve doğada gerçek sayıların yeri olmadığını söylemeye devam etti. Gerçel sayılar, katsayıları tam sayılar ya da rasyonel sayılar olan polinomlar kümesinin çözümlerini göstermek için kullanılırlar. Bu bakımdan gerçel sayılar kümesi, tam sayı katsayılı polinomlar kümesi formula_17in bir cisim genişlemesidir. "Gerçek sayılar" kümesi formula_18 harfi ile ifade edilir. Tüm cebirsel denklemleri çözebilmek için reel sayılar tekrar genişletilirse karmaşık sayılar veya kompleks sayılar kümesi elde edilir. Karmaşık sayıların sembolü formula_19dir. Rönesans döneminde gerçekleşen cebirsel denklemlerin çözüm metotlarındaki ilerlemelerin bir uzantısı olarak sayı kavramına eklenmişlerdir. Gerçek olmayan sayılar fikri reel sayılar kümesinde karşılığı olmayan -1 sayısının karekökünden gelmektedir. Bu sayı "i" sembolü ile gösterilir ve karesi -1 olarak kabul edilir. Matematiksel notasyonda yukarıdaki bütün semboller büyük harfle ve kalın olarak yazılır. formula_20 Bir tablo olarak sayılar için şöyle sınıflandırma yapılabilir: Bu sayılara ek olarak matematikte, kümeler teorisinin uğraş alanında olan ordinal sayılar ve kardinal sayılar da sayı kavramının genişletilmesiyle elde edilmişlerdir. Bütünleme tekniğinin değişik bir uygulanmasıyla elde edilen p-sel sayılar ve reel sayılara sonsuz küçükler ve büyüklerin eklenmesiyle elde edilen sürreel sayılar da sayı kavramının parçaları olarak düşünülürler. Dilbilim alanında "sayı"lar ya da "sayı adları", biçimbilimsel (morfolojik) olarak bağımsız bir sözcük kategorisidir. Dilbilimde, sayı kavramı içeren sıfatlara "sayı sıfatı" denir (örneğin "on yıl, ikinci gün, birer kişi" dizimlerindeki "on, ikinci, birer" sözcükleri). Barış Manço Barış Manço (2 Ocak 1943; Üsküdar, İstanbul - 1 Şubat 1999; Kadıköy, İstanbul), Türk sanatçı, şarkıcı, besteci, söz yazarı, TV programı yapımcısı ve sunucusu,köşe yazarı Devlet Sanatçısı ve Kültür Elçisi'dir. Türkiye'de rock müziğin öncülerinden, Anadolu Rock türünün kurucuları arasında sayılan sanatçının, müziğe başlangıcı Galatasaray Lisesi'nde olmuştur. Lise öğreniminde okul değiştirmiştir. Şişli Terakki lisesinde eğitimini tamamlayan sanatçı, Yüksek öğrenimini Belçika Kraliyet Akademisi'nde,"resim-grafik-iç mimari" alanında tamamladı ve okulunu birincilik ile bitirdi. Bestelediği 200’ün üzerindeki şarkısı, kendisine on iki altın ve bir platin albüm ve kaset ödülü kazandırdı. Bu şarkıların bir bölümü daha sonra Arapça, Bulgarca, Flemenkçe, Almanca , Fransızca, İbranice, İngilizce, Japonca ve Yunanca olarak yorumlandı. Hazırladığı televizyon programıyla Dünya'nın pek çok ülkesine gitmiş, bu nedenle "Barış Çelebi" olarak adlandırılmıştır. Barış Manço 1991 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devlet Sanatçısı Unvanı'na layık görüldü. 1 Şubat 1999 tarihinde, evinde geçirdiği kalp krizi sonucu, kaldırıldığı Siyami Ersek Hastanesinde aynı gece vefat etmiştir. Devlet konservatuvarı klasik Türk sanat müziği hocası, sanatçısı ve yazar Rikkat Uyanık ve İsmail Hakkı Manço çiftinin ikinci çocuğu olan Mehmet Barış Manço 2 Ocak 1943 tarihinde Üsküdar Zeynep Kâmil Hastanesi'nde doğdu. II. Dünya Savaşı yıllarında doğduğu için ailesi Mehmet Barış adını verdi. Oğlu Doğukan Manço katıldığı bir söyleşi de "Babam 1943'te İstanbul'da doğdu ve Türkiye'de ilk Barış ismini aldı, esasında isim babası. Barış ismi, 1941'de dünya savaşlarının ardından barışa duyulan özlemden doğdu. Amcam da 41 doğumludur, savaşın başlangıç tarihi. Ancak 1941 yılında babamın hiç görmediği amcası Yusuf vefat etmiş, lakabı Tosun Yusuf imiş. Bunun verdiği hüzünle Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço koymuşlar adını. Babam ilkokula başladığı zaman da Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço'yu nüfus kaydından sildiriyorlar sadece Mehmet Barış Manço ismi kalıyor" açıklamasıyla babasının Türkiye'de ilk Barış isimli kişi olduğunu ve adının Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço olduğunu söylemiştir. Dört çocuklu ailede Savaş, İnci ve Oktay adlarında üç kardeşi vardı. Konservatuvardaki çalışması sırasında Zeki Müren'in de hocalığını yapan Rikkat Uyanık daha sonraları Barış Manço'yla beraber televizyon programlarına da katıldı, şarkı söyledi. Aile kökenleri İstanbul'un fethinden sonra Konya'dan Selanik'e göç etmiş ve savaş yıllarındaki zorluklar nedeniyle I. Dünya Savaşı sırasında İstanbul'a göç etmişti. Üç yaşındayken anne babasının ayrılığından sonra Barış Manço, babası ile yaşamaya başladı. Babasıyla birlikte sık ev değiştirdi ve Cihangir'de, Üsküdar'da, Kadıköy'de ve kısa bir süre için Ankara'da yaşadı. İlkokula abisi Savaş ve ailenin en küçük ferdi olan kız kardeşi İnci'nin de okuduğu Kadıköy Gazi Mustafa Kemâl İlkokulu'nda başladı. 4. sınıfı Ankara Maarif Koleji'nde okudu ve ilkokulu Kadıköy'deki başladığı okulda tamamladı. Yatılı olarak Galatasaray Lisesi'nin orta bölümüne devam etti. 1957'de amatör olarak müzikle ilgilenmeye başladı. 4 Mayıs 1959'da babasının ölümü üzerine Galatasaray Lisesi'nden ayrılarak, eğitimini Şişli Terakki Lisesi'nde tamamladı. 1957'de amatör olarak müzikle ilgilenmeye başlayan Manço, 1958 yılında ilk grubu Kafadarlar grubunu kurdu. Ortaokul yıllarında kurulan bu grup rock'n roll coverları yaparken, Barış Manço da ilk bestesi "Dream Girl"ü bu dönemlerde yaptı ve Ankara'da küçük bir müzik ödülünün de sahibi oldu. İkinci grubu Harmoniler'de yine Galatasaray Lisesi'ndeki arkadaşları vardı. 1959'da Galatasaray Lisesi konferans salonunda ilk konserini verdi. Barış Manço ve Harmonilerin ilk 45'likleri Grafson Plak şirketinden 1962 yılında yayınlandı. Barış Manço, Harmoniler ile 3 tane 45'lik yaptı. Bu 45'likler 1962 yılında yayınlanan Twistin Usa / The Jet ile Do The The Twist / Let's Twist Again ve 1963 yılında yayınlanan Çıt Çıt Twist / Dream Girl idi. Manço, liseyi bitirdikten sonra Türkiye'den ayrılıp Belçika'da öğrenim hayatını sürdürmek isteyince Harmoniler dağıldı. Barış Manço, 1963 yılının Eylül ayında Belçika Kraliyet Akademisi'nde yüksek öğrenim görmek için Türkiye'den ayrıldı ve Belçika'ya gitmeden önce karayoluyla bir kamyonla Fransa'nın başkenti Paris'e giderek daha önce konuştuğu Fransız şarkıcı Henri Salvador'la buluştu. Henri Salvador Barış Manço'nun Fransızcasını ve fazla kilosu nedeniyle dış görünüşünü yetersiz buldu ve anlaşma yapamayan Manço, Belçika'daki abisi Savaş Manço'nun yanına gitti. Belçika Kraliyet Akademisi'nde resim, grafik ve iç mimarlık eğitimi görürken bir yandan da garsonluk, otomobil bakıcılığı işlerinde çalıştı. Bu sırada Belçikalı şair André Soulac ile tanıştı. Soulac sayesinde Fransızcasını ilerletti ve yaptığı besteleri değerlendirme imkânı buldu. Soulac, Manço'nun bestelerine söz yazdı. 1964'te müzik hayatına devam etmek isteyen Barış Manço Rigolo plak şirketiyle anlaşarak "Jacques Danjean Orkestrası" ile beraber çalışmaya başladı. Twist'ten Rock and Roll'a dönen Barış Manço'nun kayıt şartları da iyileşmiş oldu. 1964'ün Eylül ayında dört şarkılık Fransızca iki EP çıkardı. ilk EP'de "Baby Sitter" ve "Quelle Peste", diğer EP'de "Jenny Jenny" ve "Un autre amour que toi" şarkıları yer aldı. Plakların başarısı sonucu Fransız radyosunda yayınlanan "Salut les copins" adlı pop müzik içerikli bir programa konuk oldu. Bu EP Türkiye'ye geldiğinde radyocular Manço'yu Fransız bir sanatçı olarak düşünüp sundular. 12 Ocak 1965'te Paris'teki konser salonu Olympia'da Salvatore Adamo ve France Gall'den önce sahne alarak kendi bestesi olan Babysitter'ı daha sonra Jenny Jenny, Quelle Peste, Un autre Amour que toi ve Je veux savior adlı Fransızca ve İngilizce şarkılarını söyledi. Manço'nun sahne performansı Henri Salvador tarafından tebrik edildi. Aynı yıl Liège'de "Golden Rollers" adlı bir grupla konser verdi. 1966'da ise bir festivalde "The Folk 4" grubu ile Türk müziğinden örnekler sergileyerek dikkat çekti. Ancak Fransız bir müzisyenin Barış Manço'nun aksanını beğenmediği için onun plağının çalınmasını yasaklaması Barış Manço'yu derinden etkiledi ve Avrupa kariyerini sona erdiren nedenlerden biri oldu. Aynı yıl "L'Alba" adlı bir grup Barış Manço ve André Soulac tarafından yazılan ilk parçayı seslendirdi. 1966'da Olympia'daki konser sırasında vahşi kedi anlamına gelen "Les Mistigris" adlı Belçikalı grupla tanıştı ve onlarla çalmaya başladı. Grupla beraber Fransa, Belçika, Çekoslovakya, Belçika, Almanya ve İsveç'te konser verdi. Sahibinin Sesi şirketiyle anlaşan Barış Manço, Les Mistigris ile birlikte 1966 yılında II Arrivera / Une Fille ve Aman Avcı Vurma Beni / Bien Fait Pour Toi 45'liklerini çıkardı. 1967'de Hollanda'da geçirdiği bir kaza yüzünden dudağında bir yarık oldu ve bıyık bırakmaya başladı. 1967 yılının yaz aylarında yine Les Mistigris ile Türkiye'ye gelen Manço As Kulüpte de bir konser verdi. Manço'nun Les Mistigris ile yaptığı son kayıtlar, 1967 sonlarına doğru bir EP'de toplanarak piyasaya sürüldü. Bu EP'de sonradan Kol Düğmeleri olarak bilinecek olan ve Manço'nun ilk Türkçe bestesi Bizim Gibi'nin yanı sıra Big Boss Man, Seher Vakti, Good Golly Miss Molly adlı şarkılar yer alıyordu. Ancak vize problemleri, yasal sorunlar ile uğraştıkları için Barış Manço ve Les Mistigris'in yolları ayrıldı. Türkiye'deki ilk psychedelic rock şarkıları Manço ve Les Mistigris grubuna aittir. Barış Manço Les Mistigris ile ayrıldıktan sonra 1968 başında Kaygısızlar grubu ile çalışmaya başladı. Genç gitaristler Mazhar Alanson, Fuat Güner, baterist Ali Serdar ve bas gitarist Mithat Danışan'dan oluşan grup daha önceden kendi konserlerini veren genç bir gruptu. Barış Manço'nun Kaygısızlar ile birleşmesi üzerine İngilizce olan parçalar eski haliyle bırakılmak üzere Türkçe eserler Kaygısızlar eşliğinde yeniden kaydedilerek yayınlanacaktı. Barış Manço'nun Sayan'dan çıkardığı bu ilk plakta Bizim Gibi adlı şarkı Kol Düğmeleri olarak yeniden kaydedilecekti. Barış Manço ve Kaygısızlar'ın Sayan'dan çıkardığı, Kol Düğmeleri / Big Boss Man / Seher Vakti / Good Golly Miss Molly parçalarını içeren bu ilk plak 1968'de yayınlayıp oldukça geniş bir popülarite elde etti. Manço'nun Liège kentinde eğitimine devam etmesi nedeniyle yaz aylar
ında bir araya gelebilen topluluk üçüncü 45'likleri Bebek / Keep Lookin'le birlikte psychedelic öğeleri Anadolu'nun mistizmiyle birleştirerek vermeye başladılar. Günümüzde yaygın algılanışı manevi değerlere zarar vermeyen bir popülist olan Manço, 68 yılında şarlatan, ukala bir beatnik olarak lanse ediliyordu. Barış Manço ise Kaygısızlar'la "Trip / Karanlıklar İçinde", "Kirpiklerin Ok Ok Eyle / Ağlama Değmez Hayat", "Kağızman / Anadolu", ve Paris'te doldurulan "Flower of Love / Boğaziçi" plaklarını yaptı. Psychedelic tınıların içerisine serpiştirdiği doğu müziğiyle kendine özgü bir east & west soundu oluşturdu. Aralıklarla plak çıkaran grup hem Anadolu temalarına, hem de doğu motiflerine yakınlığı ile bilinen yavaş yavaş yükselmekte olan psychedelic müzik akımından etkilendi. Barış Manço'nun Kaygısızlar ile yaptığı 45'liklerden "Ağlama Değmez Hayat" 1969 yılında 50.000'in üstünde satış yaparak Manço'ya ilk altın plağını kazandırdı. Manço, 1969 Haziran'ında Belçika Kraliyet Akademisi'ni birincilikle bitirdi ve İstanbul'a nişanlısı ile döndü. 1969 yılı sonunda Kaygısızlar ile yollarını ayıran Manço. 1970 yılı itibarıyla psychedelic rock'tan tipik anadolu pop sularına açıldığı bir yıl oldu. Kaygısızlar olmadan girdiği bu yeni yılda Barış Manço, Türkiye'de "...Ve" diye bilinen yurtdışında ise"Etc" adıyla lanse ettiği yeni bir grupla çalışmaya başlamıştı. Bu grup ile "Derule / Küçük Bir Gece Müziği" adlı plağı kaydeden Manço, bu grupla Türkiye'de Akdeniz ve Karadeniz bölgesini kapsayan bir turneye çıkmıştır. 1970 yılının Kasım ayında, o güne kadar Batı enstrümanlarını kullanan Manço, "Dağlar Dağlar"ı yayınladı. Barış Manço'nun gitarı ve Kemençe sanatçısı Cüneyd Orhon'un kemençesi ile kaydedilen şarkı, Barış Manço'nun sadece rock ile sınırlı kalmayan kendi müzik tarzının başlangıcıdır. 700.000'den fazla satan "Dağlar Dağlar" plağı Manço'ya kariyerindeki tek Platin Plak Ödülü'nü kazandırdı. Sayan Plak tarafından verilen ödülü sinema oyuncusu Öztürk Serengil, İstanbul Fitaş sinemasında Manço'nun bir konseri sırasında takdim etti. Dağlar Dağlar'ın başarısı ile Türk müziği piyasasında büyük ses getiren Barış Manço, 1970'te Türkiye'de ender görülen bir işe imza atıp zaten ünlü olan Moğollar ile güçlerini birleştirme kararı aldı. Çünkü iki grubun da hedefi, Türk müziği ile Avrupa'da ün kazanmaktı. Manço, o zamana kadar Batı etkisinde, Moğollar ise Anadolu pop tarzında müzik yapıyordu. Manço, bu konuyla ilgili bir röportajında şunları söylemiştir: ""Artık biz bir bütünüz. Ne ben Moğollar'ın şarkıcısıyım, ne de onlar benim grubum. Yepyeni bir grup olduk. Adımız MançoMongol. Kafaca anlaşan, aynı fikir seviyesine gelmiş olan bizler, yaptıklarımızın daha iyi olması için, sesimizi bütün Dünya'ya kuvvetlice duyurabilmek için, başbaşa vermenin zamanı geldiğini anladık."" Manchomongol adlı grubun ilk Türkiye konseri ise 1971 Nisan'ında Manço'nun Platin Plak ödül töreninde gerçekleşti. Mayıs ayına kadar olan süreçte Barış Manço Moğollar ile ""İşte Hendek İşte Deve"", ""Katip Arzuhalim Yaz Yare Böyle"" ve ""Binboğanın Kızı""'nı kaydettiler. ""İşte Hendek İşte Deve"", de tıpkı Dağlar Dağlar gibi büyük beğeni topladı ve adını Barış Manço klasikleri arasına yazdırdı. Çıktıkları Anadolu turnesinin Kütahya ayağında Manço'ya göre uzun saçları yüzünden tehdit edildikten sonra tur otobüslerine dinamitle saldırı düzenlendi. Konserin hemen sonrasında meydana gelen patlamada kimse yara almadı. 1971'de kabakulak olan Barış Manço'nun hastalığının da etkisiyle Fransa'da çalışan bu grup, dört ay değişik yerlerde konserler verdikten sonra oradan ayrıldı. Manchomongol 1971'in Haziran ayında gruptaki anlaşmazlıklar ve Barış Manço'nun sağlık sorunları nedeniyle dağıldı. 1971 ve 1972 yılları Barış Manço'nun birçok sanatçı ile çalışarak Kurtalan Ekspres'i kurma çalışmalarıyla geçti. 1971 yılında, 1969 Türkiye Güzellik Kraliçesi Azra Balkan ile nişanlandı. Nişan 1972'nin Mayıs ayında ayrılmalarıyla sonuçlandı. 1972'de Kıbrıs'a giderken asker kaçağı olarak yakalandı ve Belçika Kraliyet Akademisi diploması sayesinde yedek subaylık hakkı kazandı. Askerlik öncesi, 1972 yılı Şubat ayında, adını İstanbul'dan Güneydoğu'ya giden trenden alan Kurtalan Ekspres'i kuran Manço, 1972 Mayıs'ında grupla stüdyoya girerek ""Ölüm Allah'ın Emri"" ve ""Gamzedeyim Deva Bulmam"" adlı şarkıları kaydetti. Manço, Engin Yörükoğlu, Celal Güven, Özkan Uğur, Nur Moray ve Ohannes Kemer'in oluşturduğu orkestra ile Anadolu'da konserler verdi. Bu grupla kaydettiği "Ölüm Allah'ın Emri" ve "Gamzedeyim Deva Bulmam" şarkılarının yer aldığı ilk plağı 1972 yılının başında yayımladıktan sonra Barış Manço askere gitti. Türküola tarafından yayımlanan Barış Manço ve Kurtalan Ekspresin ilk plağı "Ölüm Allah'ın Emri-Gamzedeyim Deva Bulmam" adlı plakta Kurtalan Ekspres kadrosu şu şekildeydi; Ohannes Kemer (yaylı tambur, gitar), Nur Moray(davul), Engin Yörükoğlu(davul), Celal Güven(perküsyon), Özkan Uğur(bass), Nezih Cihanoğlu(gitar). 1972 yılının Mayıs ayı sonunda ise grup, veda konserini vererek Manço'yu askere uğurladı. Kurtalan Ekspres ise dağılmayacağını ve Manço'nun askerden dönmesini bekleyeceğini açıkladı. 1972 yılının Nisan ayında altı ay süren Polatlı Topçu ve Füze Okul Komutanlığı’nda yedek subay öğrenciliğine başladı. Daha sonra topçu batarya takım komutanı asteğmen olarak bir yıl Edremit'te askerliğini yaptı. Bıyıklarını ve saçlarını kesen Manço, bundan sonra hep bıyıklı ve uzun saçlı olacaktı. Askerliği sırasında rahatsızlanması üzerine getirildiği Ankara Gülhane Askerî Tıp Akademisi Hastanesi'nde fistül ameliyatı oldu. Polatlı'da ve Edremit'te orduevlerinde konserler verdi. Terhisine az bir süre kala Harbiye Orduevi'ne atandı. 19 ay 26 gün askerlik yapan Manço, bu sürede orduevi dışında sahne almadı. Barış Manço, eğitim dönemi biter bitmez konser ortamından uzak kalsa da plak ile dinleyiciye ulaşma yollarını denedi. Kurtalan Ekspres ile "Küheylan" ve "Lambaya Püf De" adlı şarkıları kaydederek uzaktan çekilmiş peruklu fotoğrafının bulunduğu bir zarfla piyasaya sürdü. Şubat 1973'te yayınlanmış olan "Küheylan", Manço'nun isminin sağcıya çıkmasına neden olan ilk eserdi. Parçada geçen Aslıhan, Neslihan, özümüze dönelim gibi sözler Orta Asya özlemi olarak algılanmıştır. Bu plağı 1973 yılının Ağustos ayında yayınlanan, Manço'nun askerliğinin sonlarında tamamlamış olduğu "Hey Koca Topçu/Genç Osman" plağı takip etti. Genç Osman'ın da bir serhat türküsü olması Manço'nun ülkücü olarak eleştirilmesine neden olacaktı. Askerlik sonrası ilk konserini Ankara Dedeman Sineması'nda verdi. Askerlik sonrasında ilk defa bir gazinoda sahne almaya başladı. Ancak Ankara'daki Lunapark Gazinosu'nda sadece dört gün sahne aldı ve işi bıraktı. İşi bırakmasıyla ilgili ""Programlarımızı çeşitli şekillerde kısıtlamak istediler, kabul etmeyip çıktık"" açıklamasını yaptı. İlk video klibini yine bu dönemde "Hey Koca Topçu" parçası için çekti. Bu klipte Kurtalan Ekspres üyeleri Yeniçeri ve Mehter kıyafetleriyle, Barış Manço ise Mülâzim-i Evvel Barış Efendi olarak asker kıyafetiyle göründü. 70'lerin ortalarına doğru Cem Karaca solun Barış Manço ise sağın sembolü olarak görülüyordu. Ancak konserlerinde kendisine bozkurt işareti yapanlara biz sadece sizin için gelmedik buradaki herkes için geldik diyerek Hey Koca topçuyu istek yapanları sol yumruğunu havaya kaldırarak protesto edecekti. Barış Manço ve Kurtalan Ekspres 1974 yılı içerisinde "Nazar Eyle-Gülme Ha Gülme" adlı 45'liklerini kaydetti. Bu iki çalışma, hikâyesi, sözü ve müziği Barış Manço tarafından yazılan Baykoca Destanı adlı bir konsept çalışmadan alınma şarkılar olmakla birlikte ilk etapta 45'lik olarak yayınlanmak zorunda kalındı. Daha sonra Nazar Eyle adlı çalışma, Baykoca Destanı'ndan çıkartıldı. Öte yandan Destan, Manço'nun etc. grubuyla yıllar önce kaydettiği "Gelinlik Kızların Dansı" gibi temalarla zenginleştirilerek 1975 sonlarına doğru bambaşka bir şekil alacaktı. Manço, o sene Hey Dergisi tarafından yılın erkek şarkıcısı seçildi. 1974 yılında Avustralya turnesine çıkan Barış Manço ve Kurtalan Ekspres'in orada verdiği konserlerin kaydedilerek kaset olarak yayınlanması tasarısı hiçbir zaman gerçekleşmedi. Aynı yıl 27 Haziran'da İnönü Stadı'nda düzenlenen "Hey Müzik Festivali-74" kapsamında sahne aldı. 1975 yılında Barış Manço'nun Kurtalan Ekspres ile birlikte hazırlamakta olduğu ilk uzunçalarına lokomotif olarak çıkarılan, bir yüzü askerde yazdığı "Ben Bilirim Ben Bilirim" bir yüzü ise gelmekte olan uzunçaların isim parçası olan enstrümantal "2023"’ten oluşan 45'lik yayınlandı. Aynı yıl bir yıllık bir çalışmanın ardından kariyerinin ilk uzunçaları olan "2023"ü yayımladı. Manço'nun daha önceki psyhedelic rock ya da yakın dönemdeki Anadolu kökenli şarkılarından çok farklı olarak progressive rock denecek bir tarza sahip beş parçadan oluşan 13 dakikalık "Baykoca Destanı" ve Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılına yazılmış senfonik bir eser olan 10 dakikalık ""Kayaların Oğlu"" ile ""2023"" ikilisi gibi epik eserlere sahip sıra dışı bir albüm olarak sanatçının diskografisinde yer aldı. Bu dönemde Barış Manço, kariyerinin tek sinema filmi Baba Bizi Eversene'de oynadı. 1975 yılında Kurtalan Ekspreste Özkan Uğur'un gruptan ayrılması üzerine 1976'da eski Bunalımlar ve Erkin Koray elemanı Ahmet Güvenç gruba katıldı. Kurtalan'ın yeni klavyecisi ise Dadaşlar'dan gruba geçen Kılıç Danışman idi. O sene Barış Manço ve Kurtalan Ekspres, "Barış Manço'nun Yeni Plağı" adıyla bir 45'lik yayımladı. 45'liğin bir yüzünde "Rezil Dede", diğer yüzünde ise "Vur Ha Vur" yer almaktaydı. Rezil Dede" adlı parça, "Çay Elinden Öteye" adlı bildik Karadeniz türküsünün Barış Manço'nun esprili sözleriyle bir rock-komediye çevrilmiş haliydi. Vur Ha Vur ise "2023" uzunçalarının epik parçası Baykoca Destanı'ndan bir bölüm olan şarkının funk ve jazz-rock tınılı yeni bir düzenlemeyle elden geçirilmiş haliydi. 1976'nın Mart ayında dünya çapında bir firma olan CBS ile anlaşan Manço, "Baris Mancho" ismiyle lanse edileceği ve Avrupa pazarına yönelik olarak tamamen İngilizce şarkılardan oluşacak ol
an proje için 1976 yılının sonuna kadar Kurtalan Ekspres ve 30 kadar Belçikalı müzisyen ile 4 bayan vokalistten oluşan Georges Hayes Orchestra'nın eşliğinde dönem teknolojisinin tüm olanaklarını kullanan bir stüdyoda Belçika'da çalıştı. 2 milyon tl'ye mal olan ve 1976 yılının sonlarına doğru Baris Mancho adıyla Avrupa'nın birçok yerinde satışa sunulan uzunçalar, Romanya ve Fas gibi doğu ülkelerinde liste başı olsa bile genel olarak beklediği başarıyı yakalayamadı. Albüm Türkiye'de ise 1977 yılının başında Nick the Chopper olarak yayınlandı ve büyük başarı elde etti. 1977 yılında Barış Manço ve Kurtalan Ekspres'in 1972-1975 arasında 45'lik olarak yayınlanmış plaklarındaki şarkılardan oluşan Sakla Samanı Gelir Zamanı yayımlandı. Barış Manço ve Kurtalan Ekspres 1977'de 45 günlük bir Anadolu turnesine çıktı. Turnenin Balıkesir ayağında konser ekibi saldırıya uğradı ve grup üyelerinden Oktay Aldoğan ve Caner Bora yaralanarak hastaneye kaldırıldı. Bu olaya rağmen turne devam etti ve tamamlandı. Aynı yıl CBS firmasının desteğiyle Londra'da Rainbow Tiyatrosu'nda Kurtalan Ekspres ile birlikte konser vererek İngilizce ve Türkçe şarkılarını seslendirdi. Konserden sonra karaciğer enfeksiyonu geçirdi ve karın boşluğunda bağırsağına yapışık bir tümör nedeniyle Belçika'da ameliyat oldu. Bir süredir sağlık problemleri nedeniyle müzikten uzak kalmış olan Manço, 1978 yılının Haziran ayında Türkiye'ye dönerek yeni plağını hazırlamaya başladı. 1975'te tanıştığı Lâle Çağlar ile 18 Temmuz 1978 tarihinde evlendi. Ohannes Kemer'in gruptan ayrılmasından sonra Kurtalan Ekspres'e Bahadır Akkuzu gitarist olarak girdi. Barış Manço ve Kurtalan Ekspres 1978 sonuna doğru yayınlanan Yeni Bir Gün adındaki yeni uzunçalarlarının tanıtım konserini 1978 yılının Aralık ayında Şan Sineması'nda verdikleri konser ile gerçekleştirdi. Barış Manço, albümde yer alan şarkılardan "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa" ve "Aynalı Kemer İnce Bele"'yi 31 Aralık 1978 yılbaşı günü TRT'de seslendirdi. Barış Manço ve Kurtalan Ekspres 1979 yılı içerisinde TRT'de İzzet Öz'ün hazırladığı "Sihirli Lamba" adlı müzik programına da iki kez konuk olup albüm parçalarını tanıtmışlardır. Programda gösterilmek üzere bazı parçalara klip de çekilmiştir. "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa", "Bir Selam Sana", "Ne Ola Yar Ola", "Yeni Bir Gün" parçaları bunlardan bazılarıdır. Yeni Bir Gün, Barış Manço'nun uluslararası kariyer anlamındaki savaşı sırasında ihmal ettiği Türkiye cephesine dönüşünü ve yerini sağlamlaştırmasını sağlamıştır. Manço, pek çok röportajında bu dönemi yeniden doğuş ve ustalığa geçiş olarak nitelendirmiştir. 1979 yılnda Cem Karaca'nın Türkiye'de etkinliğini yitirmeye başlaması da Manço'nun yeniden doğuşunu hızlandıran önemli bir faktördü. Barış Manço, bu albümle progresif rock'ın Türkiye'deki en iyi örneklerinden birini verdi. "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa", "Aynalı Kemer" gibi parçalar Barış Manço'nun halk deyişlerini kullanıp Türk müziğini, progressive müzikle başarıyla harmanlayarak bestelediği ve bu dönemde hit olan şarkılarındandır. Barış Manço, 1979 yılında Yeni Bir Gün adlı şarkısı ile Altın Kelebek Ödüllerinde yılın erkek sanatçısı unvanını kazandı. Bu şarkı ile ayrıca yılın bestecisi, yılın albümü ve yılın düzenlemesi ödüllerini de alırken Kurtalan Ekspres de yılın grubu ödülünü kazandı. 1979'da çıktığı Anadolu turnesinin tüm gelirini sağır ve dilsiz çocukların eğitimi ve tedavisi için bağışladı. Aynı yıl Hollanda, Belçika, Birleşik Krallık, Almanya'da ve Kıbrıs'ta Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin 5. Kuruluş Yıldönümü etkinlikleri kapsamında Lefkoşa ve Magosa'da konserler verdi. Belçika'daki konserden dönerken 24 Ağustos 1979 tarihinde Edirne'de aracının lastiği patladı ve bir otomobille çarpıştı. Kazada bel kemiği çatlayan Manço, boynunda boyunluk belinde çelik korse ile dolaşmak zorunda kaldığından uzun süre sahnelerden uzak kaldı. 1980 yılında Manço ilk kez başka bir sanatçıya beste verdi. Barış Manço’nun sipariş üzerine bizzat Nazan Şoray için yaptığı ve kaydında yine Kurtalan Ekspresin çaldığı ve 45lik olarak yayınlanan ""Hal Hal"" yılın şarkısı ödülünü kazanırken Nazan Şoray'a da altın plak kazandırdı. Manço o sene Bulgaristan Altın Orfe Müzik Festivali'ne katıldı ve "Nick The Chopper" ve "Ben Bir Şarkıyım" şarkılarıyla festivalde Bulgar şarkılarını en iyi yorumlayan şarkıcı dalında birinci seçildi. 1980 yılının Eylül ayında Barış Manço sanat yaşamındaki 20. yılını "20. Sanat Yılı Disco Manço"yu yaparak taçlandırdı. Kasetin Almanya'daki Türk işçileri eliyle Türkiye'de korsanının çıkarılması ise Türkiye'de bu albümün plaklaştırılmaması için bahane oldu. Bu albüm kaset formatında Yeni Bir Gün uzunçalarından şarkılarla desteklenmiş, yeni kayıt olarak "Eğri Büğrü" ve Barış Manço'nun eski şarkılarının potbori olarak stüdyo ortamında Kurtalan Ekspres ile birlikte yeniden kaydedilmiş ve seslendirilmiş hali yer almaktadır. Manço, Kurtalan Ekspres'le beraber 8 Ekim'de Emek Sineması'nda ve 9 Ekim'da Suadiye Atlantik Sineması'nda olmak üzere "Özlenen Randevu" adıyla İstanbul'da iki konser verdi. 1980 Ekim'inde ise daha önce Nazan Şoray tarafından plak yapılmış olan Hal Hal arka yüzünde önce Disko Manço'da yer alan Eğri Büğrü ile birlikte 45 lik olarak yayınlandı. Bu plak 45lik olarak yayımlanan son Barış Manço & Kurtalan Ekspres plağıydı. Gerek Nazan Şoray yorumu gerek Barış Manço yorumu ile büyük ilgi gören şarkı 80lerin en popüler şarkıları arasında yer almasının yanı sıra bu takının Barış Manço ile özdeşleşmesini sağlayacaktı. 19 Mayıs 1981'de Barış ve Lâle Manço çiftinin ilk çocukları Doğukan Hazar Manço, Belçika'nın Liège şehrinde doğdu. Barış Manço 1981 yılının sonunda "Sözüm Meclisten Dışarı" albümünü yayınladı. Albümde yer alan ""Arkadaşım Eşek"" bir anda küçük büyük herkesin beğenisini kazandı. Fakat albümdeki 9 şarkıdan 6 tanesi TRT denetleme kuruluna takıldı. O tarihe kadar hemen hemen her şarkısı denetleme kurulundan geçen Barış Manço bu sefer TRT denetleme kurulundan sadece "Arkadaşım Eşek", "Şehrazat" ve "Dönence"'nin geçmesi üzerine 4 Kasım 1981 tarihinde albümdeki diğer şarkıların da radyoda ve tv de yayınlanabilmesi için TRT genel müdürü Macit Akman'ı ziyaret ederek albümün denetim kurlu tarafından tekrar değerlendirilmesini rica etti. Manço 1982 yılında iki kez TRT'de İzzet Öz'ün hazırladığı "Teleskop" programına katılarak, "Arkadaşım Eşek", "Şehrazat", "Dönence", "Ali Yazar Veli Bozar" ve "Hal Hal" şarkılarını seslendirdi. Arkadaşım Eşek ile birlikte ""Ali Yazar Veli Bozar"" gibi halk deyişlerine yer veren alışılagelmiş Barış Manço hitlerinin yanı sıra en başarılı Türk progressive rock şarkılarından biri olarak kabul gören ""Dönence"" ve Manço'nun günümüzde Dağlar Dağlar'dan sonra en popüler şarkısı olarak kabul edilen ""Gülpembe""'nin yer aldığı Sözüm Meclisten Dışarı albümü ile birlikte Barış Manço 80'li yıllar boyunca devam edecek olan popülerliğinin doruk noktasına ulaştı. 1982 yılında önce Anadolu turnesi, daha sonra da Amerika konserleri ile büyük başarı elde etti. Manço, bu dönemde yurt dışında birçok TV programına konuk olarak katıldı, birçok ülkede konserler verdi. 28-29 Ekim 1982 tarihlerinde Almanya, Avusturya, İsviçre, Belçika ve Hollanda'da televizyon programlarına katıldı. Altın Kelebek ödüllerinde Türk pop müziği dalında 1982 yılının en iyi erkek sanatçısı seçilen Barış Manço 1983 Eurovision Şarkı Yarışması'nın TRT tarafından yapılan Türkiye elemelerine "Kazma" adlı şarkısıyla katıldı. Barış Manço favori olarak gösterilse de jüri tarafından ön elemede elendi ve ""Aslında benim jürim elli milyondur. Esas kararı onlar verecektir. Döneceğim ve parçayı plak yapacağım. O zaman her şey ortaya çıkacak"" açıklamasını yaptı. Barış Manço, 1983 yılının Temmuz ayında Estağfurullah... Ne Haddimize! albümünü yayınladı. Manço, bu albümle ""Halil İbrahim Sofrası"" ve ""Kazma"" gibi ahlaki sözler içeren şarkılarla zorlu bir dönem yaşayan Türk halkının sözcüsü oldu. Sanatçının 60'lı yıllarda önce Les Mistigris ile "Bizim Gibi" adıyla, daha sonra da Kaygısızlar ile kaydetmiş olduğu ""Kol Düğmeleri"", bu albümde Kurtalan Ekspres ile birlikte kaydedilen yeni düzenlemesiyle yer alıp büyük beğeni toplamıştır. 1984 Altın Kelebek ödüllerinde altıncı kez yılın erkek sanatçısı seçilen Manço, 1984 yılının Temmuz ayında ikinci oğlu Batıkan Zorbey Manço'nun doğumu ile ikinci kez baba olma sevincini yaşadı. 1985 tarihinde yayınlanan 24 Ayar albümü ile birlikte Barış Manço'nun soundu değişmeye başlamıştır. Synthesiser ve elektronik ritm ağırlıklı bir tarza sahip albüm, dönemin dünyada oldukça rağbet gören tarzları elekronik pop, synht pop ve new wave etkileşimiyle dikkat çekse de Türkiye'de o yılların en rağbet gören müziği taverna ve arabesk'ten de bir o kadar uzak durmaktaydı. Kurtalan Ekspres, o sırada askerde olan Bahadır Akkuzu dışında, Manço'nun 60'lı yıllardan arkadaşı ve Belçika'lı eski bir progresif rock grubu olan Recreation'ın lideri Jean Jacques Falaise ile birlikte bu albümde de Mançoya eşlik etmiştir. Jacques Falaise'in Kurtalan Ekspres'e farklı ve uyumlu bir sound anlayışı getirdiği bu albüm ustaca yazılmış sözler itibarıyla mutasavvıf bir üslubun benimsendiği ""Dört Kapı"" çocukların favorisi ""Bugün Bayram"", ""Söyle Zalim Sultan"" ve ""Gibi Gibi"" şarkılarıyla dikkat çekmeyi başardı. Manço'nun diğer albümlerinde de rastladığımız epik eserlerden biri de bu albümde bulunmaktadır. "Lahburger" adı altındaki parça batılılık ve doğululuk konusuna damga vurur. Manço, aynı yıl bir ameliyat geçirdi. Karın boşluğunda bulunan üç tane tümör başarılı bir ameliyat ile alınır. Barış Manço, 1986 yılı sonunda Değmesin Yağlı Boya albümünü yayınladı. 24 Ayar albümü ile başlayan müzikal değişim bu albüm ile kendini daha da belli etmekteydi ve Manço'nun grup müziğinden uzaklaştığı görülmekteydi. Şarkıların düzenlemeleri Garo Mafyan tarafından yapılan albüm, 80'lerin ruhuna uygun olarak elektronik pop efektleriyle süslenmiş bir albümdü. Manço bu dönemden itibaren şarkılarına çektiği video klipler ile bu alanda birçok sanatçıya öncü olmuştu. Manço, Değmesin Yağlı Boya albümünden
birçok şarkısını kliplendirdi. Video klibi ile büyük ilgi gören ""Süper Babaanne"" ve adını Barış Manço klasikleri arasına yazdıran ""Unutamadım"" büyük ilgi gördü. Barış Manço, gelişen kayıt teknolojileri nedeniyle Kurtalan Ekspres'i albüm kayıtlarından çekmeyi düşünse de Kurtalan Ekspres ismini sahnede yaşatmaya devam etti. Ancak Caner Bora, Celal Güven ve Ahmet Güvenç'in(1991 yılında geri döndü) Kurtalan Ekspres'ten ayrılmaları ile grup klasik yapısını büyük ölçüde kaybetti. 1988 yılında, bir önceki albümde Barış Manço'nun müziğine giren Garo Mafyan'ı, Hüseyin Cebeci'nin yanı sıra klavyede Ufuk Yıldırım ve vokalistler Özlem Yüksek ve Yeşim Vatan takip etti. Kurtalan Ekspres'ten Bahadır Akkuzu'nun süpervisorlüğünü üstlendiği ve bu kadronun ürünü olan 1988 tarihli Sahibinden İhtiyaçtan ve 1989 tarihli Darısı Başınıza albümleri ile bu albümlerde yer alan ""Domates Biber Patlıcan"", ""Kara Sevda"", ""Can Bedenden Çıkmayınca" ve ""Nane Limon Kabuğu"" gibi hitler döneme damgasını vurdu. Barış Manço daha önceden Türkiye'de öncüsü olduğu video klip çalışmalarına bu dönemde hız vermiştir. Sahibinden İhtiyaçtan ve Darısı Başınıza albümlerindeki bütün şarkılara klip çeken Manço eski hitlerinide kliplendirmeyi ihmal etmemiştir. Barış Manço, 1989 yılında Sezen Aksu ile birlikte yılın en başarılı pop müzik sanatçısı seçildi. Barış Manço, yapmak istediği televizyon programlarını yıllarca planladı ve kafasında tasarladı. Ancak, dönemin TRT yönetiminden bir türlü olumlu yanıt alamıyordu.En sonunda televizyon projesini hayata geçirmek için Ekim 1988'de TRT 1 televizyonuna, o güne kadar benzeri yapılmamış bir program önerdi. "Çocuk ve aileye yönelik eğitici ve eğlendirici bir dünya belgeseli" olan ve yayına girdiği günden beri, milyonlarca izleyicinin ilgisini çeken ve ekran başına toplayan, "Barış Manço ile 7'den 77'ye" programı 1988 yılında doğdu. 1988'de Barış Manço'yu başta çocukların olmak üzere herkesin sevgilisi yapacak "7'den 77'ye" programı başlar. TRT'de yayınlanan bu programda TV ekibi 150'den fazla ülkeye gidip, oraları seyircilere tanıtır. "Adam Olacak Çocuk" ile de çocuklara öğütler vermeyi, onlara yeteneklerini sergileme fırsatı verip dönemin en başarılı televizyon yüzü olur. Barış Manço ile 7'den 77'ye", adından da anlaşılabileceği gibi tüm yaş gruplarına hitap ediyor ve kendi içerisinde özel bölümlerden oluşuyordu."Adam Olacak Çocuk" ile çocuklara, "İkinci Kahvaltı" ile büyüklerimize ve yaşlılara, "Dönence" ve "Dere Tepe Türkiye" ile yetişkinlere; dolayısıyla herkese hitap ediyordu. 1990 yılında Ertuğrul Fırkateyni'nin Japonya'ya gelişinin 100. yılı nedeniyle düzenlenen "Türk-Japon dostluğu" etkinlikleri kapsamında Japonya'ya gitti ve Japonya'daki ilk konserini verdi. Bu konseri Japon Veliaht Prensi de izledi. 1991'de Japonya'ya tekrar gitti ve Tokyo Soka Üniversitesi İkeda Salonu'nda konser verdi. Konser sırasında Manço'yla birlikte Soka Üniversitesi rektörü ve Soka Vakfı başkanı Daisaku İkeda'nın ellerinde bayraklarla "Kara Sevda" şarkısını söylemesi ve salonun coşkulu görüntüsü, Türkiye'de de konserin ilgi görmesini sağladı. 5 Şubat 1992 tarihinde annesi Rikkat Uyanık (Manço, Kocataş) hayatını kaybetti ve Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi. 1992 yılında Mega Manço albümünü yayınlayan Barış Manço, ""Ayı"", ""Süleyman"" gibi şarkılarla kendini dinletmeyi başarsa da 1991 sonrası "pop patlaması" diye tabir edilen dönemde onun uyguladığı formülü uygulayan bir sürü yeni yetmenin kol gezdiği bir ortamda 1986 yılından beri uyguladığı formülün eskisi kadar prim yapmadığını fark etti. Daha sonra yapılan bir ropörtajda albümün daha iyi olabileceğini kendisi de belirtmiştir. 1994 yerel seçimlerinde Tansu Çiller başkanlığındaki Doğru Yol Partisi'nden Kadıköy Belediye Başkanı adayı oldu, ancak rahatsızlığı üzerine seçimden önce adaylıktan çekildi. 1995'te Müsaadenizle Çocuklar albümünü yayınladı. Japonya'dan konser teklifi gelmesi üzerine, 1995'te Japonya'da çok başarılı bir turneye çıktı. 1996'da konser albümü Live in Japan yayınlandı. Bu dönemden sonra müziğin kalitesinin nispeten azaldığı, özel televizyonların arttığı, reyting kavramının ortaya çıktığı günlerde Barış Manço, kendini hem televizyon, hem de müzik ekranından çekti. 1990'ların sonlarına doğru "Kaplumbağanın Öyküsü" projesini yaratmak istedi ve demolar da kaydedildi, ancak plak şirketinin isteğiyle Mançoloji adlı bir toplama albüm yapma kararı aldı. Hayranlardan gelen istekler üzerine seçilen şarkılar, Kurtalan Ekspres'te de çalan Eser Taşkıran düzenlemeleriyle kaydedildi. İlk video klibini 1973'te "Hey Koca Topçu" parçası için çekti. Bu klipte Kurtalan Ekspres üyeleri Yeniçeri ve Mehter kıyafetleriyle, Barış Manço ise Mülâzim-i Evvel Barış Efendi olarak asker kıyafetiyle göründü. Özellikle 1970'li yıllarda klip kültürü Türkiye'de gelişmiş olmadığından, ilk iş olarak Barış Manço kendi programı için şarkılarını görselleştirmeye başladı. Programlarda yayınlanacak bu görselli şarkıların en dikkat çekeni "İşte Hendek İşte Deve" olmuştur. Bu şarkı, o dönemin insanı üzerinde direkt olarak etki edecek görseller bütünüyle kliplendirilmiştir. Barış Manço'nun hemen her klibi gibi bu klipte sosyal mesaj amacı taşımaktadır. "Can bedenden çıkmayınca" şarkısının ve "Arkadaşım eşek" şarkısının klibi için çeşitli şehirler gezen Barış Manço, kliplerinde her zaman şarkıdan hariç sosyal mesajlar eklemeyi ihmal etmemiştir. Klipleri TRT'den sonra çeşitli özel kuruluşlar tarafından da gösterilmeye başlanmıştır. Sanatçı, "30.yıl özel : Full aksesuar sahibinden ihtiyaçtan" albümündeki tüm şarkılara klip çekmiştir. Bunlardan en dikkat çekeni "Sahilde" şarkısının klibi olmuştur. 1995'te "Müsaadenizle Çocuklar" albümü için dönemin genç pop şarkıcıları "Adam Olmuş Çocuklar Korosu" adıyla bir araya gelerek aynı adlı şarkıyı seslendirdiler ve Ajlan & Mine, Soner Arıca, İzel, Jale, Burak Kut, Nalan, Hakan Peker, Tayfun, Grup Vitamin, Ufuk Yıldırım ve Barış Manço Taksim Meydanı'nda bu şarkı için beraber klip çektiler. Türkiye'de 1950'li yıllarda Erkin Koray ile başlayan, Cem Karaca, Moğollar gibi isimlerle devam eden rock müziğin kurucu isimleri arasındadır. Özellikle 1960'lı yıllar, Türkiye'de yeni arayışların olduğu bir dönemdir. Farklı müzik türlerinin sentezi ile oluşan bu yeni müzik türü, Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği gibi geleneksel müziklerden beslenerek Anadolu Rock veya Anadolu Pop'u oluşturur. Manço da bu dönemde bazı halk türkülerini ve klâsik Türk müziği parçalarını rock müziğe kazandırarak farklı müzik türleri arasında iletişim kurmaya çalışır. Manço'nun şöhret kazanmasını sağlayan Kol Düğmeleri parçasını da yapan Kaygısızlar grubu, Anadolu türküleri, doğu ezgileri ve çağdaş Batı müziğini sentezleyerek özgün bir tarz oluşturur. Türkiye şartlarında giyim kuşamı, sakalı, yüzükleri ile farklı bir görünüme sahip olduğu için yadırgansa da zamanla bu giyim tarzı herkes tarafından kabul görür. 1970'te sözlerini yazdığı, 700.000'den fazla satan "Dağlar Dağlar" türküsü ile Türkiye'nin beğenisini kazanır. Anadolu pop müziğinde önemli bir yere sahip olacak olan Moğollar ve 1970'li yılların başında kurulan Kurtalan Ekspres'te de özgün müzik tarzına devam eder. Elektronik altyapısı ve müzikal kalitesiyle 2023 albümü, bas gitar'ın kullanımı bakımından "Dönence" ve "Gül Pembe" parçaları Kurtalan Eskpres'in öne çıkan çalışmalarıdır. Barış Manço, Cem Karaca veya Moğollar gibi muhalif rock müzik yapmamış olsa da 12 Eylül Darbesi, getirdiği kısıtlamalar nedeniyle müziğe de olumsuz etki yapar. Türkiye'de rock müziğin düşüşte olduğu 1980'li yıllarda Manço, rock ve pop ağırlıklı 24 Ayar, Sahibinden İhtiyaçtan, Darısı Başınıza albümlerini çıkarır. 1990'a kadar televizyon, 1992'ye kadar radyo yayıncılığında Türkiye'deki tek kurum olan TRT, Manço'nun "Rezil Dede", "Acıh da Bağa Vir" gibi bazı şarkılarını uygun bulmayarak yayınlamaz. Aynı dönemde "Bugün Bayram" gibi çocuklara hitap eden şarkılar da yapar. Türkiye'de pop müziğinin zirvede olduğu ve piyasaya yönelik müziğin yapıldığı 1990'lı yıllarda Manço, daha sonra müzikal kalite açısından kötü olarak değerlendirilen Mega Manço adlı albümü çıkarır. 1998'de 40. sanat yılı nedeniyle Mançoloji adını verdiği albümü yapmaya başlar. 1988 yılının Ekim ayında TRT 1'de çocuk ve aileye yönelik bir eğitim kültür ve eğlence programı olarak başlayan "7'den 77'ye" adlı televizyon programı, 1998 yılının Haziran ayında 378. kez ekrana gelerek Türk televizyonculuğunda ulaşılması zor bir rekoru kırdı. "Ekvatordan Kutuplara" isimli programında ekibiyle birlikte beş kıtada 100’den fazla değişik yöreye giderek 600.000 km.’ye yakın yol kat etti. Ayrıca "4 × 21 Doludizgin" adında bir talk-show programının yapımcılığını yaptı. 2 Ocak 1975 tarihli Baba Bizi Eversene, sanatçının tek sinema filmidir. Barış Manço bu filmde başrol oynamış ve filmin müziklerini Kurtalan Ekspres ile beraber yapmışlardır. Sinan Çetin'in yönettiği 1985 yılı yapımı "14 Numara" adlı filmin müziklerini yine Kurtalan Ekspres'le, 1982 yılı yapımı Çiçek Abbas filminin müziklerini de Cahit Berkay'la beraber yaptı. 1963 yılında "Yeni Sabah" gazetesinde "Sami Sibemol" takma adıyla müzik içerikli yazılar yazdı. 1993 yılında Milliyet Gazetesi'nde "Oku Bakiim" başlığıyla konularını günlük hayattan alan köşe yazısı yazmaya başladı ve 1995 yılına kadar yazmaya devam etti. Ölümünden önce müzik hayatının 40 yılını kitap haline getirmeyi planlıyordu. 1998 yılında turizm sektörüne girerek Muğla'nın Bodrum ilçesi Akyarlar mahallesinde "Club Manço" adında devre tatil ve otelden oluşan 600 kişi kapasiteli bir tatil mahallesi açtı. Tesisin açılışını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yaptı. 31 Ocak 1999 gece saat 23:30 civarında İstanbul'un Moda semtindeki evinde kalp krizi geçirdi ve kaldırıldığı Siyami Ersek Göğüs-Kalp-Damar Cerrahisi Hastanesi'nde aynı gece saat 01:30'da hayatını kaybetti. Daha önce 1983 yılında bir kalp spazmı geçirmişti. 1991 yılında Devlet sanatçısı unvanı aldığından dolayı cenazesi için devlet töreni düzenlendi. Bu töreni TRT, Kanal D ve Kanal 6 canlı olarak kesintisiz yayın
ladı. STV ve Star televizyonları Manço Köşk'ten sevenlerinin düşüncelerini gün boyunca aralıksız paylaştı. Ayrıca Star TV vefatın hemen öncesinde çekilen bir röportaj yayımladı. 3 Şubat 1999 tarihinde üzerinde Galatasaray bayrağı da bulunan Türk bayrağına sarılı naaşı Atatürk Kültür Merkezi'ne getirilerek tören düzenlendi, akabinde Levent Camisi'nde cenaze namazı kılındı ve Kanlıca'daki Mihrimah Sultan Mezarlığı'nda toprağa verildi. Mezarına "Gesi Bağları" yorumundan ötürü Kayseri'nin Gesi beldesinden getirilen toprak da kondu. Ölümünün duyulmasının ardından Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve bazı siyasetçiler başsağlığı mesajı yaymnladılar. Barış Manço ölmeden önce müzik hayatının 40 yılını anlatan 40. yıl şarkısını bestelemiş ancak sözlerini yazamamıştır. Bu şarkının da bulunduğu "Mançoloji" 1999 yılında yayımlandı ve 2,6 milyon satarak o yılın en çok satan albümü oldu. Daha sonra 2002 yılında "Yüreğimdeki Barış Şarkıları" adında bir anma albümü yayımlandı. 2006 yılında Barış Manço'nun anısını sürdürmek için Barış Manço Rock Derneği kuruldu. Manço'nun ölümüyle Kurtalan Ekspres yeni albüm çalışması yapmayarak yaklaşık iki yıl boyunca Barış Manço için düzenlenen birçok anma konserine katıldı. Önemli bir solisti kaybeden grup, 2003'ün Ekim ayında ilk solo albümü olan "3552"'yi çıkardı. Barış manço vefatından hemen önce Club Manço isimli bir tatil köyü kurdu. Doğukan ve Lale Manço'nun ifadelerine göre, Barış Manço'nun yaşamı boyunca hiç borcu olmadı. Manço çifti ve Aksüt ailesi ile ortak kurulan "ASM Dış Ticaret Turizm İnşaat Sanayi" adında, payları müşterek olarak bir şirketleri vardı. Bu şirketin üzerinden Club Manço için çekilen kredilerin zamanında ödenmemesi sebebiyle Halk Bankası kefillerin mallarına haciz getirdi. 4 Temmuz 2002 tarihinde başlatılan hacizler, o günün parasıyla 2,5 trilyon borcun ödenmesi için yapıldı ve bu hacizler ailesini etkilediği kadar sevenlerini de oldukça üzdü çünkü haczedilenler arasında Manço Köşk de vardı. Rolls-Royce, MG ve Jaguar marka üç antika otomobili,antika eşyaları ve pianosu bu hacizler neticesinde satıldı. Borcun tamamıyla ödenmesi 2009 senesini buldu. Ayrıca Lale Manço ve Sulhi Aksüt arasındaki borç husumeti sürmeye devam etti. Borçlarla ve hacizlerle ilgili olarak Manço ailesi Cumhurbaşkanı'na ve Başbakan'a mektuplar yazdı, yardım talep etti. Ancak bu mektuplara hiç cevap alamadılar. Barış Manço'ya bir TRT röportajı sırasında sorulan soru üzerine, "Benim birkaç hayalim var: 80 yaşındayken elimde bastonum, belki kolumda Doğukan, onun yardımıyla çıkarım sahneye ve senfoni orkestrasına 2023 çaldırmak en büyük ideallerimden birisi olarak gerek." demiştir. Yine bu röportajda "Bu kadar hayat dolu olmanıza rağmen şarkılarınız neden hep ölüm içeriyor?" sorusuna ise "Ölüm yaşam uykusundan uyanmaktır." yanıtını vermiştir. Kendi portresini çizerken anlattığı yaşam öyküsünde "Cahit Sıtkı üstadın dediği gibi yaş 35 yolun yarısı, ben burayı geçtim, yarı yolum kaldı." demiştir. Kendi belgeselinde sorulan "Albümleriniz Japonya'da daha çok satıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?" sorusuna "Orada albümlerim milyonları geçti. Türkiye'de ise yarım milyon olsa çok sevinirim." yanıtını vermiştir. Bu belgeselde kendisine hatırlatılan, trafik kazasında vefat eden bir bebekle ilgili soruya "O benim arkadaşım olacaktı, arkadaşımdı. Bunlar çok zor sorular." diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir. Müge Anlı tarafından hazırlanan belgeselinde "Ben gelin istiyorum, iki tane de kızım olacak. Allah bize ömür versin." demiştir. Müge Anlı'nın sorusu üzerine "Hayır, evimin müze olmasını istemem. Burası bizim evimiz. Biz burada yaşadık, çocuklarımız da burada yaşasın. Gelinlerim gelecek daha. Allah bize ömür versin, biz yaşayalım burada." demiştir. Sanatçı, evinin müze yapılmasını istememiştir. Ali Kırca'nın Siyaset Meydanı programında Türkiye'de müzik etkisinin değişimi ve gelişimi üzerine kitap yazacağını dile getirmiştir ancak ömrü vefa etmemiştir. Yazacağı kitap ve gezi ansiklopedilerinden katıldığı bir kukla şov programında da bahsetmiştir. 1999 yılında Star televizyonuna verdiği bir röportajda "Daha huzurlu bir ortam istiyorum." demiş, bu röportajdan kısa süre sonra vefat etmiştir. Sanatçının son görüntüleri olan bu röportajda, Türkiye'nin içerisinde bulunduğu buhranlardan,siyasi gerilimlerden ve sevgisizlik, çatışma ortamından duyduğu rahatsızlıkları anlatmış ve "Artık albüm yapmayacağım." demiştir. « "Gelecek nesiller, kuşaklar tarafından Yâd-ı Cemil olmak. Tek niyetim ve gayretim bundan ibaret.".» Barış Manço, kimi akademik çevrelerce ozan - baksı edebiyat geleneğinin devamı olan âşıklık geleneğinin çağdaş bir temsilcisi olarak görülür. Şarkılarında halk kültüründen, sanatından, edebiyatından bolca faydalanması, söz konusu geleneğin gerek biçimlerini gerekse temalarını sıklıkla kullanması; eserlerinde mesajlar vermesi, şarkılarının son dörtlüğünde âşıkların yaptığı gibi adını tapşırması bu görüşün temel dayanaklarıdır. Bazı akademisyenlerce de Barış Manço, yeni bir oluşumun temsilcisi olarak görülür. Bu da âşıklık geleneğinin devamı olarak kabul edilebilecek ve "çağdaş Türk ozanlığı" olarak adlandırılan oluşumdur. Manço'nun yaptığı geleneğin bire bir kopyası ve devamı şeklinde değil, sentezleyerek ve dönüştürerek yeniden üretmedir. Kadıköy'ün Moda semtinde bulunan köşkü sanatçının ve ailesinin eşyalarının sergilendiği bir ev haline getirildi. Köşk, 19. yüzyılda yapılan ve Whittall ailesinin evi olarak bilinen tuğladan yapılmış bir konaktı. Konak, 1970'li yıllarda Manço tarafından satın alındı ve ölümüne kadar bu konakta ailesiyle birlikte yaşadı. Günümüzde apartmanlar ile çevrili bu tarihî konak Barış Manço evi olarak kullanılmakta ve Barış Manço'nun kişisel eşyaları sergilenmektedir. Bu evin müze olabilmesi için tüm haklarının bir noktada olması gerekiyordu, ancak evin tapusu bankanın, işletmesi Kadıköy Belediyesi'nin, içerikte sergilenenlerde ailenin olduğu için müze sınıfında değildir. Sanatçının Belçika Liège'de bir evi daha bulunmaktadır. Bu ev, ailesi tarafından satışa çıkarılınca Nusret Aktaş isimli bir hayranı satın almıştır. "Liège Barış evi" isimli evde, sanatçının eşyaları sergilenmektedir. Barış Manço ile yıllarca beraber çalışmış yapımcı Erkmen Sağlam'ın, sanatçının yaşamının değişik zamanlarında çekilmiş geniş bir fotoğraf arşivi vardır. Bu fotoğraf arşivinin bir kısmı Barış Manço Evi'nde bulunmaktadır. Yapımcı Erkmen Sağlam tarafından düzenlenen "Barış Manço fotoğraf sergisi" birçok ili gezmiş ve sevenleriyle buluşmuştur. Fotoğraf sergisi il il gezerek sergilenmeye devam etmektedir. Barış Manço adına açılmış bir YouTube kanalı da bulunmaktadır. Bu kanalda, sanatçının konser kayıtlarından gezi programlarına, müzik kliplerinden belgesellerine ve cenaze görüntülerine kadar çok geniş bir arşiv bulunmaktadır. Sanatçının sosyal medya adresleri bulunmaktadır. Ailesi tarafından yönetilen bu hesaplarda birçok arşivlik fotoğraf ve video yer almaktadır. Müzik ve televizyon hayatında üç binden fazla ödül almıştır. Bu ödüller Barış Manço Evi'nde sergilenmektedir. Başlıca ödülleri şunlardır: Deprem Deprem, yer sarsıntısı veya zelzele, yer kabuğunda beklenmedik bir anda ortaya çıkan enerji sonucunda meydana gelen sismik dalgalanmalar ve bu dalgaların yeryüzünü sarsması olayıdır. "Sismik aktivite" ile kastedilen meydana geldiği alandaki depremin frekansı, türü ve büyüklüğüdür. Depremler sismograf ile ölçülür. Bu olayları inceleyen bilim dalına da sismoloji denir. Depremin şiddeti Moment magnitüd ölçeği (ya da eskiden kullanımda olan Richter ölçeği) ile belirlenir. Bu ölçeğe göre 3 ve altı şiddetteki depremler genelde hissedilmezken 7 ve üstü şiddetteki depremler yıkıcı olabilir. Sarsıntının şiddeti Mercalli şiddet ölçeği ile ölçülür. Depremin meydana geldiği noktanın derinliği de yıkım kuvvetine etkilidir ve yer yüzüne yakın noktada gerçekleşen depremler daha çok hasar vermektedir. Dünya yüzeyinde gerçekleşen depremler kendilerini bazen sallantı bazen de yer değiştirme şeklinde göstermektedir. Bazen yeryüzüne yakın bir noktada güçlü bir deprem gerçekleştiğinde tsunamiye sebep olabilir. Bu sarsıntılar ayrıca toprak kayması ve volkanik aktiviteleri de tetikleyebilir. Genel olarak "deprem" sözcüğü herhangi bir sismik olayın -Doğal bir fenomen olarak gerçekleşmiş veya insanların sebebiyet verdiği- ürettiği sismik dalgaları adlandırmak için kullanılır. Depremler genellikle kırıkların (fay hatları) çatlamasıyla oluşur. Bunun yanı sıra volkanik faaliyetler, toprak kaymaları, mayın patlamaları veya nükleer testler sonucunda da gerçekleşebilir. Üç çeşit kırık tipi bulunmaktadır. Bunlar; Eğim atımlı ters kırık, eğim atımlı normal kırık ve doğrultu atımlı kırıklardır. Yeryüzünde pek çok deprem eğim atımlı ve doğrultu atımlı faylardaki kırıklar sonucunda meydana gelmektedir. Ana depremden sonra meydana gelen sarsıntılara artçı sarsıntı denmektedir. Artçı sarsıntılar ana depremin hissedildiği merkezde gerçekleşir ancak şiddet olarak ondan daha küçüktür. Eğer artçı sarsıntı ana depremden daha şiddetli gerçekleşirse bilinmelidir ki artçıdan önce meydana gelen deprem ana deprem değil öncü sarsıntıdır ve artçı sarsıntı adı verilen sarsıntı aslında ana depremdir. Belirli bir bölgede meydana gelen depremler dizisidir. Artçı sarsıntılardan farkı tek bir depreme bağlı olmayışlarıdır. Esas depremden sonra ondan daha yüksek şiddette artçılar meydana gelmezken deprem fırtınalarında bu mümkündür. Deprem fırtınasına örnek olarak 2004 yılında Yellowstone Ulusal Parkında meydana gelen sismik aktiviteleri verebiliriz. Dünyada her yıl yaklaşık 500.000 deprem meydana gelmekte ve bunların 100.000 kadarı hissedilmektedir. Büyük şiddette depremler az sıklıkla gerçekleşir. Örneğin; Kabaca günde 10 kez gerçekleşen depremlerin çoğunun 4 büyüklüğünde olması 5 büyüklüğüne göre daha olasıdır. Yine örneğin; İngiltere'de her yıl 3.7-4.6 büyüklüğü arası depremler, 10 yıl içinde 4.7-5.5 büyüklüğünde depremler görülürken 5.6 ve üstü büyüklükteki depremler 100 yılda bir görülebilmektedir. Buna Gutenberg-Richte
r kuralı denilmiştir. Yine USGS'ye göre 1900 yılından bu yana yılda ortalama 18 adet 7.0-7.9 büyüklükleri arasında deprem meydana gelirken 8.0 ve üstü bir deprem yılda ortalama yalnızca bir kez gerçekleşmektedir. Yakın tarihte ise 7.0 ve üstü büyüklükteki depremlerin sıklığının azaldığı görülmektedir. Depremlerin büyük çoğunluğu Dünyadaki tektonik tabakaların hareketi sonucu meydana gelir. Bunun yanı sıra insanlar da deprem oluşumuna neden olabilir. Büyük barajlar ve köprüler inşa ederken, toprağı delerken, kömür madeni kazarken veya petrol kuyuları açarken insanlar yapay depremler yaratabilir. En bilinen örneklerden biri 2008 yılında Çin'in Sichuan kentindeki Zipingpu Barajının çökmesi sonucu oluşan ve 69,227 kişinin ölümüne sebep olan yapay depremdir. Depremler sismometrelerle uzun mesafeler boyunca ölçülür çünkü sismik dalgalar Dünyanın iç kısmı boyunca hareket halindedirler. Depremin kesin şiddeti Moment magnitüd ölçeği numaralandırması (ya da eskiden kullanımda olan Richter ölçeği) ile tespit edilir. Buna göre 7 ve üstü depremler yıkıcı türlerdendir. Hissedilen şiddet ise Mercalli şiddet ölçeği ile ölçülür. (2-12 şiddeti) Her yer sarsıntısı değişik tipteki sismik dalgaların farklı hızlardaki hareketini meydana getirir: Boylamsal (P-dalgaları), Enlemsel (S-dalgaları) ve bir takım yüzey dalgaları. Sismik dalgaların yayılma hızı ortamın yoğunluğu ve esnekliğine göre 3 km/s ile 13 km/s arasında değişebilir. Yeryüzünde S-dalgalarına oranla P-dalgaları çok daha hızlı ilerler. Rasathaneler ile depremin merkez üssü arası uzaklık farkı ölçülmekle birlikte deprem odağının derinliği de kabaca ölçülür. Depremler sadece şiddetlerine göre kategorilendirilmez. Bunun yanı sıra nerede meydana geldikleri de önemlidir. Dünya sismik aktivitelerle birlikte coğrafi ve politik olarak 754 Flinn-Engdahl bölgeleri (F-E bölgeleri)'ne ayrılmıştır. Daha aktif alanlar daha küçük alanlara bölünmüştür. Pek aktif olmayan kuşaklar ise geniş F-E bölgeleri oluşturur. Sallantı ve yeryüzü çatlamasına bağlı olarak binaların ve dikili yapıların zarar görmesi depremlerin en temel sonuçlarından biridir. Sonucun ciddiyeti; depremin Richter ölçeğine göre şiddeti, merkez üsse olan uzaklığı ve yerel jeolojik, jeomorfolojik durumlarına bağlı olarak dalga yayılımı arttıran yahut azaltan karmaşık bir birleşimdir. Yer sarsıntısı zemin hızlanması ile ölçülür. Bölgeye özgü jeolojik, jeomorfolojik ve yapısal özellikler düşük şiddetli depremlerde bile güçlü şiddette bir sallantıya sebep olabilir. Buna amplifikasyon etkisi denmektedir. Yer çatlakları baraj, köprü, nükleer tesis gibi büyük ve geniş yapılar için büyük tehlike oluşturmaktadır. Depremler ardından gelen pek çok ve sürekli artçı sarsıntı, volkanik dağların aktif hale geçmesi, kıyıya vuran güçlü dalgalar ve orman yangınları sonucu heyelanlar meydana gelebilmektedir. Heyelanlar deprem sonrası yardım için orada bulunan personel için de önemli bir tehlikedir. Deprem ardından elektrik hatları ile gaz borularının zarar görmesi sonucu yangınlar çıkabilir. Yine depreme bağlı olarak su borularının da zarar görmesi durumunda depremlere zamanında müdahale etmek zorlaşabilmektedir. Örneğin; 1906 San Francisco depreminde ölümlerin çoğu durdurulamayan yangın sonucunda gerçekleşmiştir. Zemin sıvılaşması sallantı sonrası suya doymuş tanecikli materyallerin sıkılığını kaybetmesi ve katı halden sıvı hale geçmesi şeklinde görülebilir. Bu durumda binalar ve köprüler çökebilir ya da bulunduğu noktaya batabilir. Örneğin; 1964 Alaska Depreminde pek çok yapı toprağın sıvılaşması sonucu çökmüştür. Tsunamiler okyanus ya da denizlerin tabanında oluşan depreme bağlı taban çökmesi, zemin kaymaları gibi meydana gelen tektonik olaylar sebebiyle denizde açığa çıkan enerji sonucunda meydana gelen uzun periyotlu deniz dalgasını temsil eder. Tsunamiden sonra oluşan dalganın diğer deniz dalgalarından farkı, su zerreciklerinin sürüklenmesi sonucu hareket kazanmasıdır. Derin denizde varlığı hissedilmezken, sığ sulara geldiğinde dik yamaçlı kıyılarda ya da V tipi daralan körfez ve koylarda bazen 30 metreye kadar tırmanarak çok şiddetli akıntılar yaratabilen bu dalga; insanlar için deprem, tayfun, çığ, yangın ya da sel gibi bir doğal afet haline gelebilmektedir. 7.5 ve üstü büyüklükteki depremler tsunami oluşturmaya daha müsaittir. Seller de deprem sonrası oluşabilen tehlikelerden biridir. Sellere nehir ve göllerin kapasitelerinden fazla su taşımaları sonucunda taşmalarının yanı sıra deprem sırasında barajların yıkılması veya hasar görmesi de sebep olabilir. Depremlerin gelgit kuvvetlerini oluşturdukları da tespit edilmiştir. Depremler hastalık, temel ihtiyaç eksikliği, yaşam kaybı, yüksek sigorta primleri, genel mülke zarar, yollarda ve köprülerde hasar ile binalarda çatlak ve yıkılmaya sebep verebilir. Volkanik faaliyetleri harekete geçirerek var olan hasardan çok daha fazlasına sebep olabilir. Yeryüzünde ölçülmüş en büyük deprem, 22 Mayıs 1960 tarihinde Şili'nin Cañete kentinde meydana gelen 9.5 büyüklüğündeki depremdir. Enerji boşalımı olarak bakıldığında ise bir sonraki en büyük deprem 9.2 ile 27 Mart 1964 tarihinde Alaska'da gerçekleşmiştir. Yeryüzünde ölçülmüş en büyük 10 depremin tamamı 8.5 ve üstü büyüklükteyken buna paralel olarak en çok can kaybına sebebiyet vermiş depremlerden biri de bunlar dışında 2004 yılında Hint Okyanusunda meydana gelen depremdir. Depremlerin en önemli sonucu insanların hayatını kaybetmesidir. Güçlü bir deprem gerçekleştiğinde okyanus kıyısında bulunan ve pek çok insanın yaşadığı bölgeler önemli risk oluşturmaktadır. Bu depreme bağlı olarak tsunami meydana gelebilmekte ve binlerce kilometre uzaklıktaki bölgeleri bile etkileyebilmektedir. Tehlike altındaki diğer insanlar depremlerin nadir ancak kuvvetli görüldüğü yerlerde, depreme önem vermeyen fakir bölgelerde ve kontrolsüz inşa edilmiş yapılarda yaşayan insanlardır. Yunan filozof Anaxagoras'ın yaşadığı 5. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar depremler "Dünyanın oyuklarındaki hava boşlukları"na bağlandı. Milattan önce 625-547 yıllarında yaşayan Thales ise depremlere yeryüzü ve su arasındaki gerilimin sebep olduğunu ileri sürmüştür. Miletli Anaksimenes'e göre ise eğimli arazilerin kurak yahut yaş olma durumu depremlerin temel sebebiydi. Bir diğer filozof Demokritos'ta depreme sebep olarak suyu göstermişti. Gaius Plinius Secundus depremleri yeraltı fırtınaları olarak tanımlıyordu. İskandinav mitolojisinde, depremlerin sebebi olarak Tanrı Loki gösterilir. Yunan mitolojisinde, Poseidon depremlerin sebebi ve tanrısı olarak görülüyordu. Ne zaman kötü hissetse 3 dişli çatalını yere saplar, deprem ve benzeri felaketlere yol açardı. Bunların dışında o depremi insanları korkutmak ve onlardan öç almak için de kullanmıştır. Japon mitolojisinde, Namazu (鯰) adı verilen dev kedi balığının depremlere sebep olduğuna inanılmıştır. Namazu yeryüzü çamurunun altında yaşar ve Tanrı Kashima tarafından oraya hapsedilmiştir. Kashima onu serbest bıraktığında Namazu çırpınmaya başlar ve büyük depremlere yol açar. Eski Türk mitolojisine göre, Türkler yeryüzünü bir dikdörtgen biçiminde tasavvur etmişlerdi. Yeryüzü dört yöne bölünmüştü. Altaylı Türkler, ‘dünyanın önce daire, sonra kare seklinde’ olduğuna inanırlar (Çoruhlu 2002: 89). Altayların kuzeyindeki Teleüt Türklerine göre, Dünya, dört gök öküzün üzerinde duruyordu: “Dört gök öküz, tabağa benzeyen dünyayı, altına girerek değil; kenarlarına koşulmus olarak tutuyorlardı. Öküzlerin kıpırdamalarından, deprem oluyordu. Modern dünyada depremler pek çok roman, tiyatro, sinema eserine ilham vermiştir. Yazılım mühendisliği Yazılım mühendisliği, yazılım geliştirme ile ilgilenen bilim dalıdır. Yazılım mühendisliği tanımı ilk olarak 1968 yılında gerçekleştirilen NATO toplantısında Almanya'da gündeme gelmiştir. Yazılım mühendisliği tanım olarak "karmaşık yazılım sistemlerinin belirli bir hedefe ve sisteme dayalı olarak ve işbölümü yapılarak, belirli prensipler, yöntemler ve araçlar kullanılarak geliştirilmesidir." Yazılım mühendisliği belirli aşamalardan oluşmaktadır. Yazılım geliştirmenin yanında yazılımı işletmek de yazılım mühendisliğinin en önemli görevlerindendir. Bu alandaki güncel gelişmeler ""Software Engineering Body of Knowledge"" (SWEBOK) adlı dokümanda tarif edilmektedir. Karmaşık yazılımları geliştirmek ve bakımını yapmak çok masraflı ve zordur. Bu yüzden, yazılımlar yazılım mühendisleri tarafından nizami olarak planlı bir proje şeklinde geliştirilmektedir. Bu nizami geliştirme planına "yazılım geliştirme süreci" (İngilizce: "software development process") adı verilmektedir. Yazılım geliştirme süreci, zamanlamaya dayalı, içerik olarak bölünmüş ve görselleştirilmiş aşamalardan oluşmaktadır. Bu sayede yazılım adım adım ve planlı bir şekilde geliştirilmektedir. Bu aşamalar birbirleri ile bağlantılı olarak geliştirilmektedir. Başlıca yazılım geliştirme aşamaları şunlardır: Çekirdek aşamalar: Destekleyici aşamalar: Ülkeler listesi Listede 206 ülke bulunmaktadır. Uluslararası ortamda tanınan 500 ülke, Birleşmiş Milletler'e üye olan 193 ülke ve Vatikan'dır. Uluslararası ortamda tanınan, Birleşmiş Milletler'e üye olmayan ülkeler: Bakınız: Tanınmayan devletler listesi Hükümran ülkeler dışında özerk yapıya ve özel statüye sahip pek çok ülke bulunmaktadır. Aşağıda bağımlı ülkelerin listesi verilmiştir. Ayrıca bakınız. "Bağımlı ülkeler" Abhazya - Acaristan - Adigey - Aga Buryatya - Aland - Alderney - Altay - Amerikan Samoa - ABD Virgin Adaları - Anguilla - Aruba - Azor Adaları - Başkurdistan - Belucistan - Bermuda - Bonaire - Buryatya - Cayman Adaları - Cebelitarık - Ceuta - Christmas Adası - Cocos (Keeling) Adaları - Cook Adaları - Curaçao - Çeçenistan - Çukotka - Çuvaşistan - Dağıstan - Evenkya - Falkland - Faroe Adaları - Fransız Guyanası - Fransız Güney ve Antarktika Toprakları - Tahiti Fransız Polinezyası - Gagavuzya - Galler - Grönland - Guadelup - Guangxi Zhuang Özerk Bölgesi - Guam - Guernsey - Güney Georgia ve Güney Sandwich Adaları - Güney Osetya - Hakasya - Herm - Hollanda Antilleri -
Hong Kong - Jersey - İç Moğolistan Özerk Bölgesi - Britanya Antarktika Toprakları - Britanya Hint Okyanusu Toprakları - İngiliz Virgin Adaları - İnguşya - İskoçya - Johnston Atoll - Kabardin-Balkar - Kalmuk - Kanarya Adaları - Hantı-Mansi Özerk Okrugu - Karaçay-Çerkez - Karakalpakistan - Karelya - Kırım Özerk Cumhuriyeti - Komi - Koryak Özerk Bölgesi - Kuzey İrlanda - Kuzey Mariana Adaları - Kuzey Osetya - Kürdistan - Madeira Adaları - Makao - Man Adası - Mari El - Martinique - Mayotte - Melilla - Midway Adaları - Montserrat - Mordovya - Nahçivan - Navassa Adası - Nenets Özerk Okrugu - Ningxia Huizu Özerk Bölgesi - Niue - Norfolk Adası - Palmyra Atolü - Pitcairn - Porto Riko - Saint Helena - Saba - Saint Pierre ve Miquelon - Sark - Sincan Uygur Özerk Bölgesi -Sint Eustatius - Sint Maarten - Tataristan - Taymir - Tokelau - Tristan da Cunha - Turks ve Caicos Adaları - Tuva - Udmurtya - Ust-Orda Buryatya - Yamalia - Yeni Kaledonya - Voyvodina - Wake Adaları - Wallis ve Futuna - Xizang Özerk Bölgesi (Tibet) - Yakutistan- Büyük Atlas, Karatay Yayınları, Konya, 2010 İstiklâl Marşı İstiklâl Marşı (Osmanlı Türkçesi: استقلال مارشى), Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin millî marşı. Güftesi, Anadolu'da Millî Mücadele'nin devam ettiği sırada Mehmet Âkif Ersoy tarafından kaleme alınmış şiir. Şairin Kurtuluş Savaşı'nın kazanılacağına olan inancını, Türk askerinin yürekliliğine ve özverisine güvenini, Türk ulusunun bağımsızlığa, Hakk'a, yurduna ve dinine bağlılığını dile getirir. Şiir, 12 Mart 1921'de Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından "İstiklâl Marşı" olarak kabul edilmiştir. Bestesi Osman Zeki Üngör'e aittir. Orkestrasyonu Edgar Manas tarafından yapılmıştır. Maarif Vekaleti, Türk Kurtuluş Savaşı'nın başlarında, İstiklâl Harbi'nin millî bir ruh içerisinde kazanılması imkânını sağlamak amacıyla 1921'de bir güfte yarışması düzenledi. Yarışmaya toplam 724 şiir katıldı. Eser gönderenler arasında Kazım Karabekir, Hüseyin Suat Yalçın, İsak Ferrara, Muhittin Baha Pars ve Kemalettin Kamu gibi tanınmış isimler de vardı. ""Çanakkale Şehitleri"" ve ""Bülbül"" gibi şiirlerin sahibi Mehmet Akif'in ""Milletin başarılarının para ile övülemeyeceğini"" düşündüğü için yarışmaya katılmak istemediği bilinir. Son şiir gönderme tarihi olan 23 Aralık 1920'den sonra Eğitim Bakanlığı güfteleri incelemiş ancak içlerinde İstiklal Marşı olabilecek bir eser bulamamıştı. Mehmet Akif, Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey'in kendisine yazdığı 5 Şubat 1921 tarihli davet mektubundan sonra fikrini değiştirerek Ankara'daki Taceddin Dergahı'ndaki odasında, Türk Ordusuna hitap ettiği şiiri kaleme aldı ve bakanlığa teslim etti. Şiirde, şair Kurtuluş Savaşı'nın kazanılacağına olan inancını, Türk askerinin yürekliliğine ve özverisine güvenini, Türk ulusunun bağımsızlığa, Hakk'a, yurduna ve dinine bağlılığını dile getirmiştir. Hamdul­lah Suphi Bey, Âkif'in şiirinin önce cephede asker arasında okunma­sına karar verdi. Batı Cephesi Komutanlığına gönderilen şiir, askerin beğenisini kazandı. İstiklâl Marşı, 17 Şubat 1921 tarihinde Hakimiyet-i Milliye ve Sebilürreşad gazetelerinde yayınlandı, on iki gün sonra ise Konya'da Öğüt gazetesinde yer aldı. Ön elemeyi geçen yedi şiir 12 Mart 1921'de Mustafa Kemal'in başkanlığını yaptığı meclis oturumunda tartışmaya açıldı. Mehmet Âkif'in şiiri meclis kürsüsünde Hamdullah Suphi Bey tarafından okundu Bazı mebusların itirazlarına rağmen Mehmet Akif'in şiiri coşkulu alkışlarla kabul edildi. Güfteye en sert eleştiri Kazım Karabekir'den geldi. Kazım Karabekir, 26 Temmuz 1922'de Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey’e yazdığı mektupta yarışma sonucunun iptal edilmesini istemiş ve eleştirilerini sıralamıştır. Eleştirilere karşın güftede bir değişikliğe gidilmedi ve Paşa da bu konuda ısrarcı olmadı. Mehmet Âkif, kazandığı beş yüz liralık ödülü yoksul kadın ve çocuklarına iş öğreterek yoksulluklarına son vermek için kurulan "Darülmesai"'ye bağışladı.. Şair ayrıca, İstiklâl Marşı'nın Türk Milleti'nin eseri olduğunu beyan etmiş ve İstiklâl Marşı'nın güftesini, şiirlerini topladığı Safahat'a dahil etmemiştir. Ülke savaş içerisinde olduğu için, Âkif'in şiirinin bestelenmesi iki sene ertelendi; 1923'ün 12 Şubat'ında İstanbul Maarif Müdürlüğü'ne beste yarışması açma görevi verildi. Şiirin bestelenmesi için açılan ikinci yarışmaya 24 besteci katıldı. Üllkenin içinde bulunduğu zor koşullar nedeniyle sonucu belirleyecek bir değerlendirme yapılamadı. Bu nedenle güfte, ülkenin çeşitli yerlerinde farklı bestelerle okunmaya başlandı. Edirne'de Ahmet Yekata Bey'in, İzmir'de İsmail Zühtü Bey’in, Ankara'da Osman Zeki Bey'in, İstanbul'da Ali Rıfat Bey ve Zati Bey'in besteleri okunuyordu. 1924 yılında Ankara'da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat Çağatay'ın bestesini kabul etmiştir. Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930'da değiştirilerek, dönemin Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör'ün 1922'de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe konmuş, toplamda dokuz dörtlük ve bir beşlikten oluşan marşın armonilemesini Edgar Manas, bando düzenlemesini de İhsan Servet Künçer yapmıştır. Üngör'ün yakın dostu Cemal Reşit Rey'le yapılmış olan bir röportajda da kendisinin belirttiğine göre aslında başka bir güfte üzerine yapılmıştır ve İstiklal Marşı olması düşünülerek bestelenmemiştir. Söz ve melodide yer yer görülen uyum (Prozodi) eksikliğinin (örneğin "Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak" mısrası ezgili okunduğunda "şafaklarda" sözcüğü iki müzikal cümle arasında bölünmüştür) esas sebebi de budur. Protokol gereği, sadece ilk iki dörtlük beste eşliğinde günümüzde İstiklâl Marşı olarak söylenmektedir. İSTİKLÂL MARŞI Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir, o benim milletimindir ancak. Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl! Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl... Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl! Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar, Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar, "Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar? Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın. Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın... Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı: Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı: Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ! Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Huda, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ. Ruhumun senden, İlâhi, şudur ancak emeli: Değmesin mabedimin göğsüne nâ-mahrem eli. Bu ezanlar -ki şehadetleri dînin temeli- Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli. O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım, Her cerîhamdan, İlâhi, boşanıp kanlı yaşım, Fışkırır ruh-ı mücerred gibi yerden na'şım; O zaman yükselerek arşa değer belki başım. Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl: Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl! Microsoft Windows Microsoft Windows, (Türkçe: "pencereler") kullanıcıya grafik arabirimler ve görsel iletilerle yaklaşarak, yazılımları çalıştırmak, komut vermek gibi klavyeden yazma zorunluluğunu ortadan kaldıran, Microsoft şirketinin geliştirdiği dünyada en çok kullanılan bir işletim sistemi ailesidir. İlk Windows 20 Kasım 1985 tarihinde satışa sunulmuştur. Microsoft'un ilk işletim sistemi olan MS-DOS'tan farklı olarak Windows'ta aynı anda çok sayıda yazılımla çalışmak mümkündür. Windows, masaüstü pazarında en yaygın kullanılan işletim sistemidir. 2002 yılında, Windows dünya çapında masaüstü piyasasında yaklaşık %97.46'lık bir pay sahibiydi. 2006 Nisan ayı istatistiklerinde bu oranın %89, 2007 Aralık ayında ise %87.8 seviyesinde olduğunu gösteriyor. Ayrıca 2007 Aralık ayındaki payın %6.5'i Windows Vista işletim sistemidir. Bu alanda en ciddi rakibi şu anda Mac OS'tur. Microsoft Windows ailesinin son üyesi 1 Ekim 2014'te piyasaya çıkan Windows 10'dur. Windows Vista'dan sonra Microsoft, Windows 7 ile başarıyı yakalamış bu başarıyı Windows 8 ile devam ettirmektedir. Microsoft Windows işletim sistemleri ailesi, daha eski IBM PC için olan MS-DOS ortamının üzerine bir grafik katmanı olarak başlamıştır. Modern sürümleri daha yeni olan Windows NT çekirdeği üzerine kuruludur. Windows 32-bit ve 64-bit Intel ve AMD işlemciler üzerinde çalışır; daha eski sürümleri DEC Alpha, MIPS R4000, ve PowerPC mimarilerinde de çalışmaktaydı (SPARC mimarisinde de çalışması için çalışmalar vardı). Intel Itanium işlemciler tarafından kullanılan IA-64 ve daha sonra AMD64 (x86-64 olarak da biliniyor, Microsoft tarafından x64 olarak isimlendiriliyor ve Intel tarafından adı EM64T olarak ruhsatlanarak kullanılıyor) mimarilerinin çıkmasıyla Microsoft güncel işletim sistemlerinin bunları destekleyen sürümlerini sundu. Modern 64-bit Windows ailesi Windows XP 64-bit Edition for IA-64 systems, Windows XP Professional x64 Edition for AMD64 systems ve Windows Server 2003'ten (hem IA-64, hem de AMD64 sürümlü) oluşur. Windows'un taşınabilir cihazlar için geliştirilmiş sürümü Windows CE (Pocket PC, Windows Mobile) ailesi olarak anılır, gerçek 32-bit bir işletim sistemidir; ARM, StrongARM, Intel XScale ve MIPS işlemcilerinde çalışır. Windows NT, XP ,CE ve 8'in gömülü çalışan sürümleri de mevcuttur. Bu pencereler bir bilgisayarın, yazılım ile kullanıcı tarafından kullanımını sağlayan arayüzlerdir. İlk kullanıcı ara yüzü 1970'li yıllarda Xerox PARC'da geliştirilen WIMP-Paradigma (Window, Icon, Menu, Pointing-device) tas
arısıdır. Bu tasarı ilk olarak Microsoft Windows tarafından kullanılmıştır. Bu ara yüz Windows Explorer yazılımıdır. NT sürümü daha güvenilir iş kullanımı için tasarlanmıştır.İlk tasarlanan NT 3.1 ve devamı aşağıda sıralanmıştır. NT 3.1 , NT 3.5 , NT 3.51 NT 4.0 ve Windows 2000 sürümleri Microsoft Product Activation içermemektedir. İlk defa Windows 95 te 32 bit işlemciye geçilmiştir. Ontoloji Ontoloji ya da varlık felsefesi, temel sorunu varlık olan felsefi disiplin. Varlık ya da varoluş ile bunların temel kategorilerinin araştırılmasıdır. "Varlık" ve "varoluş" ayrımını; "Varlık vardır" ve "Varlık yoktur" fikirlerini tartışır. Günümüzde " Varlık Nedir" sorusuna verilen cevaplar metafiziksel yaklaşımlarla doludur. Sorgulanan, ele alınan sorular herhangi sorular değildir. Platon ve Aristoteles'ten beri sorgulanan "Varlık" sorusu gitgide daha karmaşık hal almıştır ve belirsizleşmiştir. Bu belirsizliğin nedeni ise Yunanların varlık yorumuna yaptıkları ilk katkılarından olan "Varlık en evrensel ve en boş kavramdır" dogmasından kaynaklanmaktadır. Aristoteles'e göre ontoloji varlığın mahiyetinde varlığın bilimidir veya varlıkların incelenmesidir. Ontoloji hangi varlık kategorilerinin daha temel olduğunu belirlemekle uğraşır ve bu kategorilerdekilerden hangilerinin var olduğunun söylenebileceğini sorar. Varlık bir nesne ya da bir şey değildir. Nesneler var olan cisimlerden oluşur. Örneğin;ağaçlar, masalar, evler,vs.Varlık bir ev ya da bir eşya değildir.Gerçek varlığın ortaya çıkmasında,varlığı varlık yapan nedir? Varolanı varolan yapan nedir? gibi soruların cevabı "zaman"dır. "Var olan zamansal olandır." Varlıkla iç içe olup onu aydınlatan ve onu varlık olarak varlık yapan hep zamandır. Varlığı varlık yapan zaman, metafizik anlamdaki değil de, hakikat alanındaki varlığı açıklar. Bunun sayesinde varlığın iki anlamını da bilmek ve böyle bir varlığın zaman olmadan var olamayacağını kabul etmek gerekir. O halde varlığın zaman olduğunu düşünebiliriz. Değişik filozoflar temel varlık kategorileri için değişik listeler yapmışlardır. Ontolojinin temel sorunlarından biri "Temel varlık kategorileri nelerdir?" sorusudur. Bilim var olan yani olgusal olan maddeleri inceler. Bilim varlık var mıdır gibi sorularla ilgilenmez. Bilim varlığın var olduğunu ön kabul eder. Ayrıca bilim varlığı Felsefe'de olduğu gibi bir bütün olarak değil de parçalara ayırarak inceler. Felsefe varlığın olup olmadığı, bilinip bilinemeyeceği gibi sorularla uğraşıp bunları kendi içinde tutarlı ve çelişkisiz olma şartıyla cevaplar. Felsefe varlık problemlerini bir yöntem dahilinde değil de saf düşünme ve akıl yoluyla cevaplamaya çalışır. Felsefe varlığı bütün olarak kabul eder ve buna göre çalışmalarını yapar. Felsefe'de varlık sorunu evreni açıklama çabalarıyla başlamıştır. Başlıca temsilcileri: Friedrich Nietzsche ve Jean-Paul Sartre Bu anlayışta evrendeki her şeyin sürekli değiştiği, hiçbir şeyin eskisi gibi kalmadığı yani varlığın durağan olmayıp oluş halinde olduğu savunulmaktadır. Heraklitos bu anlayışını 'aynı dereden iki kere yıkanılmaz' sözüyle savunmaktadır. Başlıca temsilcileri: Heraklitos ve Whitehead'dır Varlığın ilk ve en önemli öğesinin idea yani düşünce olduğunu savunan görüştür. Bu anlayışı savunan filozoflar zihinden bağımsız bir dünya olmadığını savunurlar. Platon İdealizm'in kurucusudur ve varlık sorununun çözümünü iki evren anlayışıyla açıklar (dualizm-ikicilik) Başlıca temsilcileri: Sokrates, Platon, Aristoteles Maddecilik ya da materyalizm her şeyin "madde"den oluştuğunu ve bilinç de dahil olmak üzere bütün görüngülerin maddi etkileşimler sonucu oluştuğunu öne süren, a priori olan hiçbir metafiziksel kavram kabul etmeyen felsefi kuramıdır. Bir diğer deyişle madde, varolan tek tözdür. Maddecilik "fiziksel maddenin tek veya esas gerçeklik olduğu" yönündeki kuramdır. Başlıca temsilcileri: Demokritos, Hobbes, Karl Marx, La Mattire'dir Descartes'e göre iki cevher vardır ve bunlar ruh ve maddedir. Ona göre ruh düşünen madde ise yer kaplayan cevherdir. Descartes'in görüşünü benimseyenlere 'kartezyen' denir. Varlık görüngü (fenomen) olarak vardır. Başlıca temsilcileri: Descartes Metafizik Metafizik, felsefenin bir dalıdır. İlk felsefeciler tarafından, "fizik bilimlerinin ötesinde kalan" anlamına gelen "metafizik" sözcüğü ile felsefeye kazandırılmıştır. İncelemeleri varlık, varoluş, evrensel, özellik, ilişki, sebep, uzay, zaman, tanrı, olay gibi kavramlar üzerinedir Metafiziği tanımlamaktaki zorluk Aristotales'in bu alana ismini verdiği yüzyıldan bu yana bu alanın gösterdiği değişimdir. Metafiziğin konusu olmayan konular metafizik içine dahil edilmişlerdir. Yüzyıllarca metafiziğin içinde olan Din felsefesi, Aklın felsefesi, Algı felsefesi, Dil felsefesi ve Bilim felsefesi gibi konular kendi alt başlıkları altında incelenmeye başlanmıştır. Bir zamanlar metafiziğin konusu içinde yer almış konuların hepsinden söz etmek çok yer tutabilir. Temel metafizik sorunları hep metafiziğin konusu olagelmiş konular olarak tanımlamak mümkündür. Bu sorunların ortak niteliği ise hepsinin ontolojik (varlıksal) sorunlar olmasıdır. Metafizik Mendel'in belirttiğine göre durağanlıktır ve bunun zıddı diyalektik'tir. Diyalektik de her şeyin değiştiğini savunan bir felsefi akımdır. Hegel'in tanımında metafizik ilkelerini de oluşturmuştur. Varlıklar var olan boyutundadır, degiştirilemezler. Üç varlık vardır, üç boyut vardır ama biz insan oğlu sadece kendi boyutumuz ölçüsünde durabiliriz. Başka boyutlara giremeyiz de, başka boyutları göremeyiz de. Bu ilkede de varlıkların birbirinden farklı olduğu vurgulanmaktadır. Zıt boyutların aynı yapıda boyut değiştirmesi. Eski Yunan filozofu Aristoteles "Fizik" ismi verilen bir seri kitap yazmıştır. İlk sürümlerinden birinde Aristoteles'in çalışmaları bazı kitap grupları "Fizik" 'ten hemen sonra yer almıştır. Bu kitaplar felsefi sorgulamanın temel alanı ile ilgilidir ve o dönemde bir ismi yoktur. Bu sebeple ilk Aristoteles uzmanları bu kitaplara "ta meta ta fizika" yani "fizik ile ilgili kitaplardan sonra gelen kitaplar" ismini vermişlerdir. Bu 'metafizik' kelimenin kaynağıdır. Dolayısıyla etimolojik olarak metafizik Aristoteles'in toplu olarak "Metafizik" adı verilen kitaplarının konusudur. Etimolojik anlamda 'metafizik' sadece Aristo'nun "Metafizik" kitabının çalışma konusu manasına gelmektedir. Aristoteles'in bu kitaplarının konusu neydi? Metafizik üç bölüme ayrılmıştır: Ekoloji Ekoloji (ya da doğa bilimi), canlıların birbirleri ve çevreleriyle ilişkilerini inceleyen bilimdir. Ekosistemse canlı ve cansız çevrenin tamamıdır. Kelime kökeni Eski Yunanca οἶκος (oikos), "ev, yakın çevre"; -λογία, (logia) "bilimi" kelimelerinin birleşiminden gelmektedir. Ekosistemi de abiyotik faktörler (toprak, su, hava, iklim gibi cansız faktörler) ve biyotik (üreticiler, tüketiciler ve ayrıştırıcılar) faktörler olmak üzere iki faktör oluşturur. Bu tanımlamadaki organizmalar; diğer bir deyim ile canlılar veya canlı çevre, insan, Hayvan ve bitkilere ait bireyleri veya bunlardan oluşmuş toplulukları ifade etmektedir. Tanımlamanın içinde geçen organizmaların içinde yaşadıkları ortam deyimi ise cansız çevre olarak da ifade edilir ve hava, su, toprak, ışık gibi faktörleri kapsar. Ekolojinin anatomi, bitki beslenmesi, botanik, fizik, fizyoloji, coğrafya, klimatoloji, kimya, jeoloji, jeomorfoloji, meteoroloji, morfoloji, patoloji, pedoloji ve zooloji gibi bilim dalları ile yakın ilgisi vardır. Araştırma konusu, yöntemi ve amaçlarındaki bazı özellikleri yardımıyla çevre bilimi diğer doğa bilimlerinden ayırma imkânı vardır. Ekoloji, bütün canlılar için ortak olan ve canlılar üzerinde etki yapabilen temel konularla ilgilenir. Diğer bir ayırıcı özelliği ise ekolojinin bir canlıya ait belirli organları ve bu organlardaki hayat süreçlerini değil, canlıların içinde bulundukları hayat ortamı ve diğer canlılarla olan karşılıklı ilişkilerini incelemesidir. 2004 Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimleri 2004 Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimleri Amerika Birleşik Devletleri'nde [[2 Kasım 2004 tarihinde gerçekleştirilen Amerikan tarihinin 55'inci başkanlık seçimine verilen genel isimdir. Seçimler sonucunda, [[Cumhuriyetçi Parti (Amerika Birleşik Devletleri)|Cumhuriyetçi Parti]] adayı [[George W. Bush]] [[Demokratik Parti (Amerika Birleşik Devletleri)|Demokrat Parti]] adayı [[John Kerry]]'den daha fazla oy alarak ikinci defa ABD başkanlığına seçilmiştir. Özellikle seçimlere yakınlaşılan aylarda, dış politika konuları adaylar arasındaki tartışmaların odağını oluşturmuş, [[Irak Savaşı]] ve adayların birbirlerinin askerlik zamanlarına ilişkin suçlamalar medyada geniş yer bulmuştur. [[Cumhuriyetçi Parti (Amerika Birleşik Devletleri)|Cumhuriyetçi Parti]] adayının bir önceki dönem de başkan olan [[George W. Bush]] olacağı 2004 yılının Mart ayında kesinleşmiştir. Bush, adaylığı resmi olarak 2 Eylül 2004'te kabul etmiş ve Başkan Yardımcısı adayı olarak [[Dick Cheney]]'i seçtiğini açıklamıştır. George W. Bush'un kamuoyunda değişkenlik gösteren popülerlik ve güvenilirlik oranları, başkanlık seçiminin kesin sonucunun erken bir tarihte tahmin edilemeyeceği izlenimini doğurmuş, bu durum birçok Demokrat Parti aday adayının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Demokrat Parti aday adaylarının tam listesi en başta şu şekilde ortaya çıkmıştır: Bu adaylar arasındaki yarışta, ilk Demokrat Parti ön seçimlerinin yapıldığı 2004 yılının Ocak ayı öncesinde, tarihte bir ilk olarak internetin etkili bir propaganda ve bağış toplama aracı olarak kullanmasının da etkisi ile eski [[Vermont]] valisi Howard Dean ön plana çıkan aday olmuştur. Bu süreçte en fazla sol retoriğe dayalı ve savaş karşıtı söylemi benimseyen adaylar, Howard Dean, Dennis Kucinich ve Al Sharpton'dır. Senatör [[Edward Kennedy]]'nin resmi olarak olmasa dahi John Kerry'e destek olması John Kerry'nin bu dönemde mücadele gücünü arttıran en önemli faktörlerden biridir. Sözü edilen adaylar ile kıyaslandığında daha merkeze yakın bir çizgide kampanyasını sürdüren
Kerry, aslında Senato'da Demokrat Parti'nin en sol ve liberal kanadının liderlerinden biri olan bir [[Massachusetts]] senatörüdür. İlk ön seçimler olan [[Iowa]] ön seçimleri oldukça şaşırtıcı bir şekilde sonuçlanmış; John Kerry % 38 ile birinci, John Edwards % 32 ile ikinci, Howard Dean % 18 ile üçüncü, Dick Gephardt ise % 11 ile dördüncü sırada yer almıştır. Bu sonuçlar karşısında Dick Gephardt yarıştan çekildiğini açıklamıştır. Bundan sonra yapılan iki ön seçimden de yenik olarak ayrılan Howard Dean adaylıktan çekildiğini açıklamış, John Kerry ve John Edwards iki önde gelen aday adayı olarak kalmışlardır. John Edwards, ancak 2004 yılının Mart ayı sonlarında adaylığı elde edemeyeceği kesinleşince çekildiğini açıklamıştır. 6 Temmuz 2004'te John Kerry Başkan Yardımcısı adayı olarak John Edwards'ı seçtiğini açıklamış, bu ikilinin resmi adaylar olarak belirlenmesi aynı ayın sonlarında Boston'da düzenlenen Demokrat Parti Genel Kurulu'nda karara bağlanmıştır. Bu Genel Kurul, aynı zamanda [[Barack Obama]]'nin oldukça etkileyici bir konuşma yaptığı ve pek çok gözlemciye göre geleceğin başkan adaylarından biri olarak belirdiği ilk olaydır. Bütün ülke genelinde genel seçim sonuçları şu şekilde olmuştur: [[Kategori:Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimleri|2004]] [[Kategori:2004'te Amerika Birleşik Devletleri]] [[Kategori:2004 seçimleri|Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimleri]] Wesley Clark Wesley Clark (d. 23 Aralık 1944), 2004 Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimleri'nde Demokrat Parti'den aday adayı olan ancak umduğu desteği bulamadıktan sonra yarıştan çekilen NATO eski başkomutanı emekli orgeneraldir. Antropoloji Antropoloji, geçmiş ve günümüz topluluklarında yaşayan insanların çeşitli yönlerini inceler. İnsanın iskelet, kafatası gibi fiziki yapısını araştıran antropoloji, insanlık tarihinin en eski dönemlerinin aydınlatılmasına yardımcı olur. Bu bilim, insanı kültürel, toplumsal ve biyolojik çeşitliliği içinde anlamaya; insanlığın başlangıcından beri toplulukların çeşitli koşullara nasıl uyarlandığını, bu uyarlanma biçimlerinin nasıl gelişip değiştiğini, çeşitli küresel olayların nasıl dönüştüğünü görmeye ve göstermeye çalışır. İki anlamda holistiktir (bütünsel ve inanılır), tüm zamanlarda yaşamış olan veya yaşayan tüm insanlara ilişkindir ve insanlığın tüm boyutlarını kapsar. Prensipte, tüm toplulukların tüm kurumlarıyla ilgilenir. Antropoloji özellikle kültürel görecelilik, bağlamın derinlemesine incelenmesi ve kültürler-arası karşılaştırmalara verdiği önem ile diğer sosyal disiplinlerden ayrılır. Antropoloji yöntem bilimsel açıdan çok zengindir ve hem nitel metotları hem de nicel metotları kullanır. Antropoloji disiplinin tarihinde etnografiler önemli bir yer tutmuş ve bir anlamda odağı oluşturmuştur. Bununla birlikte özellikle 20. yüzyıl'da etnografik çalışmaların ve etnografik ilgi odaklarının farklı antropoloji alt dallarında farklı eğilimler gösterdiği görülebilir. Örneğin tıbbî antropoloji’de 20. yüzyılın ortalarında çalışma odaklarında küçük topluluklardan, modern Batı toplumlarına doğru bir kayış olmuştur. Eric Wolf antropolojiyi “beşerî (insanî) bilimlerin en bilimseli, ve bilimlerin en insanîsi” olarak tanımlamıştır. Çağdaş antropologlar bazı ünlü düşünürleri önderleri olarak ileri sürmüşlerdir ve disiplinin çeşitli kaynakları ortaya atılmıştır; örneğin Claude Lévi-Strauss, Montaigne ve Rousseau’nun önemli etkenlerden olduğunu iddia etmiştir. Antropoloji, Avrupalıların sistematik bir şekilde insan davranışını incelemeye teşebbüs ettikleri Aydınlanma Çağı’nın bir sonucu ve uzantısı olarak da anlaşılabilir. Hukuk, tarih, filoloji ve sosyoloji gibi gelenekler bu bilimlerin modern görüşlerini daha yakın bir şekilde yansıtan hallere doğru evrim, antropolojinin de içinde yer aldığı sosyal bilimlerin gelişimi gerçekleşmiştir. Aynı zamanda, Aydınlanma’ya karşı romantik bir tepki olarak ortaya çıkan Johann Gottfried Herder ve daha sonraları Wilhelm Dilthey gibi düşünürlerin çalışmaları “kültür kavramı”nın temelini oluşturmuştur ki bu kavram antropoloji disiplininin temelini oluşturur denilebilir. İnsanın, yeryüzünün herhangi bir yerinde yaşayabilme özgürlüğüne sahip olması onun fizik yapısını, davranışını ve kültürünü köklü bir biçimde etkilemiştir. Böylece, tamamen tek bir türe ait olmasına karşın bugünün insanları hayvanların diğer pek çok türünden daha farklı bir fizik yapıya sahiptirler. Aynı şekilde, insanın kültürleri ve dilleri geniş bir çevrede ele alındığında her yerde benzer olup, doğadaki ve fizik çevredeki farklılıklar, diğer gruplarla temasa geçme, her bir insan grubuna özgü tarihsel olaylar, sürekli olarak şaşırtıcı kültürel ve dilsel farklılıklara neden olurlar. Kurumsal olarak, antropoloji 17., 18., 19. ve 20. yüzyıldaki Avrupa kolonizasyonu sırasında doğal tarihin (natural history, zaman zaman doğa tarihi) gelişmesiyle ortaya çıkmış, gelişmiştir. Bu zamanlardaki genelde "ilkel insanların" incelenmesi olarak görülen alanla karakterize olmuş ilk etnografik çalışmalar ortaya çıkmıştır. Bu dönemlerde ortaya çıkan bazı ünlü etnografik çalışmaların kökeni de kolonyal yönetimin isteğine dayanır; örneğin Edward Evan Evans-Pritchard’ın Azandi halkına dair çalışması gibi. Geç 18. yüzyılda, Aydınlanma düşüncesi insan topluluklarını ampirik olarak gözlemlenebilecek belirli prensiplere göre hareket eden doğal bir fenomen olarak betimlemişti. Bazı açılardan, Avrupa kolonilerindeki dil, kültür, fizyoloji, teknoloji, gelenek ve inançların araştırılması ve incelenmesi bu yerlerdeki fauna ve floranın araştırılması ve incelenmesinden farklı değildi. Bununla birlikte kültürel uygulama, özellikle son dönemlerde, büyük değişikliğe uğramıştır ve bugün antropolojinin kolonyal dönemin ve Avrupa’nın bu dönemdeki düşüncesi ve uygulamalarının bir uzantısı olarak tanımlanması veya görülmesi doğru değildir. Antropoloji hızlı bir şekilde doğal tarihten ayrılarak ayrı bir disiplin olma yolunda gelişti ve 19. yüzyılın sonlarına doğru modern şekline büyük oranda yaklaştı. 1935’te örneğin, T. K. Penniman disiplinin tarihini konu alan "“A Hundred Years of Anthropology”" yani "“Antropoloji’nin Bir Yüzyılı”" isimli eseri kaleme almıştır. Erken dönem antropolojide, ünilinealizm yani tüm toplulukların, tek bir evrimsel süreçten en ilkelden en gelişmişe geçtiğini öne süren fikir hakimdi. Buradan hareketle Avrupaî olmayan topluluklar bu evrimsel süreç içerisinde "yaşayan fosiller" olarak görülüyordu ve Avrupa’nın geçmişini anlamak için incelenebilecekleri fikri yaygındı. Çeşitli toplulukların göçleri büyük oranda doğru bir şekilde ortaya çıkarılmıştır; Paul Rivet’in ilk kez Büyük Okyanus’taki Polenezya göçlerini doğru bir şekilde saptaması gibi. Son olarak ırk kavramı ve ilgili kavramlar, insan türü içindeki biyolojik çeşitliliğin doğasını anlamak için, antropometri gibi çeşitli araçlar ve uygulamalar ile birlikte geliştirilmiştir. Bununla birlikte daha sonra ırk ve ilgili kavramlar bilimsel ırkçılık olarak anılacak şekilde farklı ve daha ideolojik bir bazda kullanılmışlardır. Bugün ırk kavramı ve ilgili çeşitli kavramlar antropoloji içerisinde geçerliliğini yitirmiştirler ve bilimsel bir kavram olarak kullanılmamaktadırlar; bilimsel kökenlerini veya uygulamalarını yitirmişlerdir denilebilir. Ayrıca eski literatürde “ırk” kavramının kullanıldığı çoğu anlam için bugün “etnisite” terimi tercih edilmektedir. 20. yüzyılda akademik disiplinler üç ana alan içerisinde düzenlenmeye başlanmıştır. Bilimler veya Türkçe’de daha sık kullanılan haliyle fen bilimleri tekrarlanabilir ve karşıtı kanıtlanabilir deneyler sayesinde doğa kanunlarının elde edilmesini amaçlarken, beşerî bilimler farklı millî gelenekleri, tarih ve sanat şeklinde incelemeyi amaçlar. Sosyal bilimler ise sosyal (toplumsal) fenomenlerin tanımlanması ve incelenmesini saptayacak bilimsel metotların geliştirilmesi ve sosyal bilgi için evrensel bir temelin oluşturulabilmesi gibi amaçlarla ortaya çıkmıştır. Bir akademik disiplin olarak antropoloji ise barındırdığı alt dalların benimsediği farklı yöntemler ve interdisipliner çalışmalara bağlı olarak bu kategorilerden hiçbirine rahatlıkla konamamaktadır. Aşağıda liste halinde antropoloji biliminin birlikte çalıştığı, zaman zaman içinde yer aldığı alanlar ve kendi alt alanları sıralanmıştır: Pozitivizm Pozitivizm, olguculuk, iki felsefi düşünceye verilen addır. Her iki düşüncenin de teoloji ve metafizik içermeyen, sadece fiziksel veya maddi dünyanın gerçeklerine dayanan bilim anlayışı vardır. Yapısal antrolopolojist Edmund Leach 1966 Henry Myers derslerinde pozitivizmi şu şekilde tanımlamıştır: Pozitivizm aynı zamanda hukuki pozitivizm adı verilen hukuk görüşünün de ismidir. Doğa yasalarına ters olarak hukuki sistemlerin evrimsel yollarla bağımsız olarak tanımlanabileceğini öne sürer. Hukuki pozitivizm, bazen kanunlara içeriği ne olursa olsun uyulmalıdır şeklinde de anlaşılmıştır. Carlos Nino bu iki anlayışın ilkine 'metodolojik' ikincisine ise 'ideolojik' ismini vererek ayırmış ve sadece ilkinin felsefi olarak savunulabilir olduğunu öne sürmüştür. Teolojik evre: Fenomenlerin tanrısal ya da manevi nedenlerle açıklandığı evre insanların her şeyi din ile açıkladığı bu dönem ortaçağa kadar uzanır. Metafizik evre: Olayların oluşunun soyut kuvvetlerle açıklandığı dönem toplumsal olayların özgürlük eşitlik gibi soyut kavramlarla açıklanması 1789'a kadar sürmüştür. Pozitif evre: Bu evrede insan sadece gözlemlenebilir olana yönelir.yalnızca olaylar arasındaki yasalar ya da değişmez bağlantılar incelenir. Ona göre bu evre insan düşüncesinin ve gelişiminin en yüksek basamağıdır. Comte bu süreci bir insanın çocukluktan yetişkinliğe geçiş aşamalarına benzetir. Bununla birlikte Comte, “Pozitivizm niçinlerle uğraşmaz ama nasılları iyi bilir” ilkesini koyar. Olguculuk tarihsel olarak, Avrupa'da Aydınlanma'nın ve Yeni Çağ bilimlerindeki önemli gelişmelerin bir sonucudur. Comte'un asıl amacı, toplum olaylarını bilimsel yönetmelerle inceleyerek topluma yeni bir şekil,yeni bir yön vermektir. Bunun
için sosyolojiyi bilim olarak kurmuştur. Sosyolojiye fizik ve matematiğin yöntemlerini uygulamaya çalışmıştır. Bu bakımdan pozitivizm, deneyci felsefenin bir türüdür. Comte, fiziğin yöntemi ile olgular dünyasını doğru olarak bilmenin mümkün olduğuna inanır.Olguların bilgisi olayların özünü ve gerçek nedenini vermez ama olayları idare eden kanunları verir. Bu kanunlarla, gelecek hakkında öngörüde bulunulur. Olguculuğun çağımızdaki gelişimi yeni olguculuk genel adını taşır. Yeni olguculuk; mantıksal atomculuk, genel semantik, mantıksal pozitivizm akımlarında belirir. Bu akımlar genel olarak felsefe sorunlarını dil sorunlarına indirgerler. Windows (anlam ayrımı) İsmet İnönü Mustafa İsmet İnönü (d. 24 Eylül 1884, İzmir - ö. 25 Aralık 1973, Ankara), Osmanlı döneminde albay, Cumhuriyet döneminde orgeneral ve eski Genelkurmay Başkanı olan, cumhuriyetin ilanından sonraki Türkiye'nin ilk başbakanı, ikinci cumhurbaşkanı, İstiklal Madalyası sahibi asker ve siyasetçi. Cumhurbaşkanlık görevini Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatından 1 gün sonra 11 Kasım 1938'den 22 Mayıs 1950 tarihine kadar sürdürmüştür. CHP Kurultayı tarafından kendisine ""Millî Şef"" unvanı verilmiştir. İnönü, Kurtuluş Savaşı'na katılmış ve Lozan Antlaşması'nı imzalamış, birçok defa başbakanlık görevini üstlenmiştir. 1925-1937 yılları arasında 12 yıllık kesintisiz başbakanlık süresi olmakla birlikte, toplam 17 yıl 11 ay ile Türkiye'de cumhuriyet tarihinin en uzun süreli başbakanlık yapmış kişisidir. İsmet İnönü 24 Eylül 1884 tarihinde İzmir'de Reşit Efendi ile Cevriye Temelli Hanım'ın ikinci oğulları olarak doğmuştur. Reşit Efendi aslen Bitlis'in tanınmış Kürt ailelerinden Kürümoğulları ailesindendir. Reşit'in babası Abdülfettah Efendi Malatya'ya yerleşmiştir. Annesi Cevriye (1867-1959) ise aslen Razgrad'lı (Bulgaristan) olup babası Razgrad ulemasından Müderris Hasan Efendi 1870'li yıllarda İstanbul'a göç etmiştir. Cevriye ile Reşit 1880'de İstanbul'da evlenmişlerdir. İlk çocukları Ahmet Mithat (1882-1960) ve ikincisi İsmet'in dışında Hasan Rıza (ö.1972) ve Hayri Temelli adlı iki oğulları ve Seniha Okatan (ö.1964) adlı bir kız çocukları olmuştur. İlk ve orta öğrenimini Sivas'ta tamamladı. 1895 yılında Sivas Mülkiye İdadisi'ne kayıt yaptırdı ve 1896'da mezun oldu. Sonra, 1897 yılında İstanbul'daki Mühendishane İdadisi'ne gitti. 14 Şubat 1901'de Mühendishane-i Berr-i Hümâyuna (topçu okulu) girip 1 Eylül 1903 tarihinde topçu teğmeni olarak mezun oldu. 26 Eylül 1906 tarihinde Erkân-ı Harbiye Mektebini birincilikle bitirerek kurmay yüzbaşı rütbesiyle Edirne'deki 2. Ordu'nun 8. Topçu Alayında 3. Batarya Bölük komutanı olarak kurmay stajını yaptı. 1908 yılında 2. Süvari Fırkasının kurmayı oldu ve 31 Mart İsyanı'nda Hareket Ordusu karargâhında görev aldı. 1910'da 4. Kolordu kurmaylığına getirildi ve 1911'de Yemen Kuvayi Mürettebe Komutanlığı kurmayı ve 26 Nisan 1912 tarihinde binbaşı rütbesine terfi etti ve Yemen Kuva-yi Umumîye Komutanlığı Kurmay Başkanlığı görevine atandı. 1912-1913 yılları arasında Harbiye Nezareti'nde Başkomutanlık Karargâhı 1. Şubede bulundu ve İkinci Balkan Savaşı'nda Çatalca Ordusu Sağ Cenah Komutanlığı kurmaylığına getirildi. Savaştan sonra İstanbul Antlaşması'nın bağıtlanmasında Bulgarlar ile müzakere eden heyete askerî danışman olarak katıldı. 1914 yılında Harbiye Nazırlığı ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği'ne atanan Enver Paşa'nın başlattığı ordunun yenileştirilmesi hareketinde etkin rol oynadı. 29 Kasım 1914 tarihinde kaymakam rütbesine terfi etti ve 2 Aralık 1914 tarihinde Genel Karargâh 1. Şube Müdürü olarak atandı. 9 Ekim 1915 tarihinde 2. Ordu Kurmay Başkanlığına getirildi ve 14 Aralık 1915 tarihinde miralay rütbesine terfi etti. I. Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi'nde Kolordu Komutanı olarak, Mustafa Kemal Paşa ile birlikte çalıştı. Bu sırada Mustafa Kemal bu ordunun 16. Kolordu komutanlığına atandı. 1916 yılının yaz aylarında bir süre çarpışmaları yönetti. 2. Ordu Komutan Vekili Mustafa Kemal Paşa'nın önerisiyle, 12 Ocak 1917 tarihinde 4. Kolordu Komutanlığı'na atandı. Bir süre sonra İstanbul'a geri çağrıldı ve Halep'te 7. Ordu'nun oluşturulmasında görev aldı. 1 Mayıs 1917 tarihinde Filistin Cephesi'nde 20. Kolordu komutanlığına, 20 Haziran'da 3. Kolordu komutanlığına atandı. Bu sırada 7. Ordu'nun komutanlığını üstlenen Mustafa Kemal Paşa ile yeniden yakın ilişki içinde oldu. Ancak Megiddo Muharebesi sırasında yaralanınca İstanbul'a gönderildi. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından az önce Sina ve Filistin Cephesi'ndeki Yıldırım Orduları Grubu'nun General Edmund Allenby karşısında uğradığı Nablus Bozgunu sırasında yaralanarak İstanbul'a döndü. 24 Ekim 1918 tarihinde Harbiye Nezareti Müsteşarlığı'na atandı. 29 Aralık 1919 tarihinde Paris Barış Konferansı'na hazırlık için kurulan komisyonda askeri müşavir oldu. 4 Ağustos 1919 tarihinde yalnızca sekiz gün için Askeri Şûra Muamelat-ı Umumiye Müdürlüğü'ne, bir ara da jandarma ve polis örgütünün iyileştirilmesi için kurulan komisyona üye olarak atandı. Bütün bunlar genellikle birkaç günlük görevlerdi. İlk kez 8 Ocak 1920 tarihinde Ankara'ya gitti ve kısa bir süre Mustafa Kemal Paşa ile çalıştı. Yeni kurulan Ali Rıza Paşa hükümetinde harbiye nazırı olan Fevzi Paşa'nın çağrısı üzerine şubat sonlarında İstanbul'a gitti. 9 Nisan 1920 tarihinde Mustafa Kemal Paşa'nın çağrısı üzerine tekrar Ankara'ya döndü ve İstanbul ile bütün resmî bağlarını kopardı. 23 Nisan 1920 tarihinde açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Edirne milletvekili olarak katıldı. 6 Haziran 1920 tarihinde İstanbul'daki Divan-ı Harp tarafından gıyabında idam cezasına çarptırıldı. 10 Kasım 1920 tarihinde milletvekilliği ve vekillik görevi saklı kalmak üzere Garp Cephesi (Batı cephesi) Kuzey Kesimi Komutanlığı'na atandı. Çerkez Ethem ayaklanmasının ve iç isyanların bastırılmasında etkin rol oynadı. Batı Cephesi Kuzey Kısım Komutanı olarak, Ocak 1921 tarihinde Yunan ilerlemesini durdurunca 5 senedir bulunduğu Miralay rütbesinden Mirliva rütbesine terfi etti ve Paşa oldu. 4 Mayıs 1921 tarihinde Batı Cephesi Komutanlığına atandı. Ancak 17 Temmuz 1921 tarihinde Kütahya-Eskişehir Muharebeleri'nde aldığı mağlubiyet üzerine TBMM tarafından Genelkurmay Başkanlığı görevinden azledildi. Yerine 3 Ağustos 1921 tarihinde aynı zamanda Başvekil ve Millî Savunma Vekili de olan Fevzi Paşa getirildi. Daha sonra Sakarya Meydan Muharebesi sırasında TBMM tarafından Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın Başkomutanlığa getirilmesi üzerine onun maiyetinde Mirliva rütbesi ile Batı Cephesi Komutanlığı görevinde bulundu. Büyük Taarruz'dan sonra başarılarından dolayı Ferik rütbesine terfi etti. İzmir'in geri alınmasından sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından ateşkes görüşmelerinde bulunmak üzere görevlendirilerek Mudanya'ya gönderildi. Millî Mücadele'nin sonunu belirleyen 3 Ekim - 11 Ekim 1922 tarihleri arasında gerçekleşen Mudanya Mütarekesi görüşmelerinde Türk tarafını temsil etti. 26 Ekim 1922 tarihinde TBMM tarafından Hariciye Vekili seçildi. Lozan görüşmelerinde murahhas heyetin başkanlığını yaptı; yeni devletin bağımsızlığını ve egemenliğini onaylayan, Sevr Antlaşması'nı ve Mondros Mütarekesini geçersiz kılan Lozan Antlaşması'nı imzaladı. Fethi Bey'in kurduğu V. İcra Vekilleri Heyeti'nde Hariciye Vekili olarak görev yaptı. 23 Ağustos 1923 tarihinde Lozan Antlaşması'nın TBMM tarafından kabul edilmesi, siyasal-diplomatik başarılarının en önemlisi oldu. 29 Ekim 1923 tarihinde cumhuriyetin ilanı ile sonuçlanan süreçte, Mustafa Kemal'le yakın siyasal işbirliği içindeydi. 30 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk hükümetini kurdu ve aynı zamanda Halk Fırkası (sonradan Cumhuriyet Halk Partisi, veya CHP) genel başkan vekilliğini üstlendi. İlk başbakanlık döneminde Cumhuriyetin ilk devrimleri yapılmaya başlandı. Öğretimin birleştirilmesi, halifeliğin kaldırılması ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kurulması (3 Mart 1924) bu dönemde gerçekleşti. Muhalefet partisi olarak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın Çankaya'ya olan aşırı muhalefetini hükümet üzerinden yürütmesi üzerine Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in isteğiyle 8 Kasım 1924 tarihinde başbakanlıktan istifa etti. 21 Kasım 1924 tarihinde yeni hükümeti Fethi Bey kurdu. Fethi Bey'in doğudaki Şeyh Said İsyanı'na müdahalede geç kalması ve istifa etmesi üzerine, 3 Mart 1925 tarihinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından yeniden hükümeti kurmakla görevlendirildi. Ayaklanmanın bastırılmasında Başbakan olarak önemli rol oynadı. 6 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükun Kanunu'nu yürürlüğe sokarak İstiklâl Mahkemeleri'nin tekrar kurulmasını gerçekleştirdi. Bu kanuna dayanarak tüm muhalefet partilerini ve muhalif gazeteleri kapattırdı. 1926 yılında Orgeneral rütbesine terfi etti. 1927 yılında kendi isteğiyle askerlikten emekli oldu. Bu tarihten sonra, yeni devletin oluşumunda Mustafa Kemal ile birlikte en önemli siyasal kişilik olarak belirdi. 1932'de Sovyetler Birliği ile diplomatik yakınlaşma amacıyla Moskova'ya gitmiştir. 25 Nisan - 10 Mayıs 1932 tarihleri arasında birtakım görüşmeler yapmıştır. İnönü Moskova'ya gitme amacını şu şekilde izah etmektedir; 1934 yılında Soyadı Kanunu'nun yürürlüğe girmesinden sonra Mustafa Kemal Atatürk tarafından İnönü soyadı verildi. 1924 yılında 1937 yılına kadar başbakanlık görevini aralıksız sürdürdü. Bu dönemde ülkedeki bütün önemli siyasal gelişmelerde; devrimlerin duyurulmasında ve uygulanmasında, iktisat politikasında Devletçilik ilkesinin kabulünde ve uygulanmasında, yeni devletin kurulmasında çok önemli rolü oldu. 1936 yılında Faşizmi incelemek üzere İtalya'ya gönderilen CHP Genel Sekreteri (Katib-i Umumi) Recep Peker'in dönüşünde yazdığı TBMM üzerinde bir "Faşist Konsey" kurulmasını öngören raporu onaylayıp imzalaması üzerine Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk "Başvekil hazretleri anlaşılan yorgunluktan, önüne gelen raporları okumadan imzalıyor!" dedi ve kararı reddetti. Dersim İsyanı'nın bastırılması sırasında da düşünce ayrılıkları çıkınca Eylül 1937 tarihinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından başbakanlık
ve CHP Genel Başkan Vekilliği görevlerinden alındı ve yerine Celâl Bayar atandı. Bu dönemde yalnızca TBMM'de Malatya milletvekili olarak görev yaptı. 10 Kasım 1938 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümü üzerine, 11 Kasım 1938 tarihinde olağanüstü toplanan TBMM tarafından oy birliğiyle cumhurbaşkanlığına seçildi. 26 Aralık 1938 tarihinde toplanan CHP I. Olağanüstü Kurultayı'nda partinin "değişmez genel başkanı" seçildi ve kendine "Millî Şef" unvanı verildi. 30 Aralık 1925 tarihli 701 sayılı yasa ve 16 Mart 1926 tarihli 3322 sayılı kararname ile 50, 100, 500 ve 1.000 liralık banknotların ön yüzlerinde cumhurbaşkanının resminin bulunması kararı alınmıştı. Buna dayanarak, para ve pulların üzerindeki Atatürk resimleri kaldırılıp yerine İsmet İnönü'nün portreleri kullanıldı. Cumhurbaşkanı seçilmesinden hemen sonra başlayan II. Dünya Savaşı döneminde, ülkeyi savaştan uzak tutmaya çalıştı. Savaş yıllarındaki ekonomik ve toplumsal sıkıntılar ise dönemin unutulmayan mirası olarak kaldı. Varlık Vergisi uygulaması hayata geçirildi. Yine bu dönemde Hasan Âli Yücel'in öncülüğündeki Köy Enstitüleri kuruldu. Bu enstitüler yıllar sonra kapatılana kadar 20.000 öğrenci köy öğretmeni olarak eğitildi. Ayrıca cumhurbaşkanlığı döneminde müziğe özel yeteneği olan küçük yaştaki çocukların bu konuda iyi bir eğitim almasını sağlamak için çıkardığı Harika Çocuklar Yasası ile İdil Biret ve Suna Kan gibi sanatçıların yetişmesinde önemli rolü olmuştur. II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından, gerek uluslararası siyasetteki gelişmeler, gerekse ülke içindeki yeni oluşumlar rejimin genel niteliğinde önemli değişiklikleri gündeme getirdi. Savaşın galiplerinden olan Sovyetler Birliği'nin lideri Josef Stalin'in Türkiye'den Kars, Ardahan, Artvin ve Sarıkamış'ı istemesi, Türkiye'yi, savaşın diğer galipleri ABD ve Birleşik Krallık ile daha yakın ilişkilere mecbur etti. Bazı çevreler SSCB'nin böyle bir talepte bulunmayıp yalnızca bazı akademisyenlerin eski anlaşmalar üzerinde yorumlarda bulunmuş olduklarını, bu propagandanın Türk kamuoyunu NATO saflarına katılmaya ikna etmek için düzenlenmiş bir ABD siyasal operasyonu olduğunu iddia etseler de askeri ve ekonomik destek vermeye hazır olduğunu belirten ABD, Truman Doktrini ile öngördüğü yardımın karşılığında Türkiye'de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleştirilmesini ve "Millî Şef"lik, "5 yıllık kalkınma planları", Köy Enstitüleri gibi Sovyetler Birliği benzeri uygulamaların kaldırılmasını talep etti. 1945 yılında kurulan Millî Kalkınma Partisi'nden sonra 1946 yılında kurulan Demokrat Parti (DP) ile çetin bir seçim yarışına girdi. 1946 yılında yapılan ilk çok partili seçimde "açık oy, gizli tasnif" metodu kullanıldı ve CHP bu seçimlerde iktidarını devam ettirdi. Ancak seçimlerde kullanılan sistem yüzünden seçimlerin bir şekilde şaibeli olduğu iddia edilmektedir. Tek başına iktidarda bulunduğu 1938-1950 döneminde Türkiye ekonomisi ortalama yıllık %1.8 oranında büyüdü. Bununla birlikte Türkiye'nin GSMH'si dünya toplamının binde 6.52'sinden binde 6.43'üne düştü. 14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde CHP %40, DP ise %52 oy aldı. Bunun üzerine CHP iktidarı DP'ye bırakırken, İsmet İnönü de cumhurbaşkanlığından ayrıldı ve ana muhalefet partisi genel başkanı olarak siyasal yaşamını sürdürdü. On yıllık muhalefet döneminde, 1954 ve 1957 seçimlerini de kaybetmesine karşın partisinin başında kaldı ve iktidarın siyasal baskılarına rağmen, CHP'nin yeniden güçlenmesine katkıda bulundu. "Ana madde: 27 Mayıs Darbesi" 1960'lara gelindiğinde CHP ile DP arasındaki tartışmalar daha da arttı. Ayrıca İnönü başta olmak üzere CHP'nin ileri gelen üyelerine saldırılar düzenlendi. CHP'yi destekleyen gazeteler art arda kapatıldı, muhalif gazeteciler tutuklandı. Bunun üzerine Nisan 1960 tarihinde DP, basını soruşturmak amacıyla Tahkikat Komisyonu kurulmasını öneren kanun teklif etti. Bu kanunda komisyona gazete kapatma ve gazeteci tutuklama yetkisi tanınması öneriliyordu, bu yüzden CHP'li vekiller sert bir biçimde bu yasaya karşı çıktı. Görüşmeler süresince CHP'li vekillere bazı kısıtlamalar getirildi. İnönü'nün kendisine ise 12 oturumda katılım yasağı verildi. İnönü de DP'nin bu antidemokratik tavrı karşısında meclisteki tarihi konuşmasını yapmıştır: (27 Mayıs 1960 tarihinde sonra "sizi ben bile kurtaramam" olarak atıf yapılan ama eksik aktarılmasından ve eklenen 'bile' vurgusundan dolayı bağlamından farklı algılanan sözü bu oturumda söylendi.) DP, 1960 yılında 27 Mayıs Darbesiyle iktidardan uzaklaştırıp yeni anayasa kabul edildikten sonra, 15 Ekim 1961 genel seçimleri'nden CHP tek başına iktidar olacak çoğunluğu sağlayamasa da, birinci parti olarak çıkınca, 24 yıl sonra yeniden başbakan olarak hükümeti kurmakla görevlendirildi. Bu dönemde CHP-AP, CHP-YTP-CKMP ve CHP-Bağımsızlar koalisyon hükümetlerine başkanlık etti. Yeni kurulan siyasal sistemin sağlıklı biçimde işlemesi için çaba gösterdi. 27 Mayıs Darbesinin doğurduğu sorunlarla da uğraşarak 22 Şubat 1962 ayaklanması ve 20 Mayıs 1963 ayaklanması girişimlerinin önlenmesi çabalarında cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'e, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay ile birlikte yardımcı oldu. 1964 Kıbrıs olayları sırasında ABD'nin Türkiye'nin adaya müdahalesini engellemesi üzerine dış politikada çok yönlü arayışlara girdi. İlk Devlet Araştırma Kütüphanesi ve Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu'nun kurulması, planlı ekonomiye geçiş, 5 yıllık kalkınma planları, sendikalar, grev ve toplu sözleşme yasalarının çıkarılması, Ankara Anlaşması ve takip eden sene Ortak Pazar üyeliği, Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurulması, Millî İstihbarat Teşkilatı yasası ve düzenlemesi, Millî Güvenlik Kurulu'nun başlangıç ve geliştirilmesi, Türk Ordusu'nun modernizasyonu; İran ve Pakistan ile birlikte bölgesel kalkınma organizasyonunun kurulması, Avrupa ve Orta Asya memleketlerini bağlayan mikrodalga radyo iletişim ağı kurulması, Devlet İstatistik Enstitüsü ile Turizm Bakanlığı'nın kurulması, Güneydoğu Anadolu'nun kalkınma ve geliştirilmesi planları, Basın Yayın Yüksek Okulu'nun ilk kuruluşu başbakanlık yaptığı dönemde gerçekleştirildi. İnönü hükümeti mecliste yapılan bütçe oylamasında ret oylarının kabul oylarından fazla çıkması üzerine istifa etti ve 20 Şubat 1965 tarihinde yerini Suat Hayri Ürgüplü hükümetine bıraktı. 10 Ekim 1965 seçimlerinde partisinin seçimi kaybetmesi üzerine, parti içi görüş ayrılıkları derinleşti. İnönü'nün desteklediği "ortanın solu" politikasının CHP tarafından benimsenmesine rağmen parti 1969 yılında yapılan genel seçimleri de kaybetti. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 12 Mart 1971 tarihindeki müdahalesinden sonra, CHP'nin tutumu konusunda parti içinde önemli görüş ayrılıkları belirdi ve CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit ile anlaşmazlığa düştü. Ecevit'e göre, müdahalenin amacı, CHP içinde egemen olan "ortanın solu" politikasına son vermek ve partinin iktidar olmasını önlemekti. İnönü ise müdahaleyi onaylamıyordu ve müdahaleden 2 gün sonra CHP grubunda çok sert bir konuşma yaptı; ancak yine de ortamın yumuşaması için yeni kabineye bakan vermeyi kabul etti. Yeni kurulacak hükümete partinin üye verip vermeyeceği konusunda beliren anlaşmazlık sonucunda Ecevit istifa etti. Ecevit ile yoğun bir mücadeleye girdi. Mayıs 1972 tarihinde toplanan V. Olağanüstü Kurultay'da, politikasının partisince onaylanmaması durumunda istifa edeceğini açıkladı. Kurultayda parti meclisi Ecevit'in yanında yer alınca da 8 Mayıs 1972 tarihinde 34 yıldır görev yaptığı CHP genel başkanlığından istifa etti. Türk siyasal yaşamında parti içi mücadele sonucunda değişen ilk genel başkan oldu. 4 Kasım 1972 tarihinde CHP üyeliğinden, 14 Kasım 1972 tarihinde de milletvekilliğinden istifa etti. Başvurusu üzerine "Eski Cumhurbaşkanı" sıfatıyla tabii senatör olarak Cumhuriyet Senatosu'nda görev aldı. 25 Aralık 1973 Salı günü, Pembe Köşk'te, saat 16.05'te 89 yaşında vefat etti. 28 Aralık 1973 tarihinde Bakanlar kurulu kararı ve dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ünde katıldığı devlet töreni ile Anıtkabir'de Atatürk'ün tam karşısında toprağa verildi. Anılarının bir bölümünü "Hatıralarım, Genç Subaylık Yılları, 1884-1918" (1968) adı altında toplamış, ayrıca çeşitli tarihlerdeki söylev ve demeçlerini içeren "İsmet Paşa'nın Siyasi ve İçtimai Nutukları, 1920-1933" (1933), "İnönü Diyor ki" (1944), "İnönü'nün Söylev ve Demeçleri I, 1920-1946" (1946) gibi kitapları yayımlanmıştır. İsmet İnönü'nün dünyaya geldiği evdir. İzmir'in Konak ilçesi içerisinde yer alan ev günümüzde müze olarak kullanılmaktadır. İzmir İnönü Evi salı, perşembe ve cumartesi günleri 10.00-17.30 arası ile resmi tatil günlerinde açıktır. Aşağıdaki ses ve belgesel kaynaklar, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in 1963 yılında yayınladığı plaktan alınmıştır. Türkiye cumhurbaşkanları listesi Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına göre Cumhurbaşkanı devletin başıdır ve Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin başkomutanlığını temsil eder. Cumhurbaşkanı tek dereceli seçim sonucu beş yıllığına görev yapar. Bir kimse en fazla iki defa cumhurbaşkanı seçilebilir. Cumhurbaşkanının hastalık, yurt dışına çıkma, ölüm, çekilme veya başka bir nedenle görevini sürdürememesi durumunda Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı vekâleten görev yapar. Cumhurbaşkanı en az 40 yaşında, yüksek öğrenim görmüş ve milletvekili seçilme yeterliğine sahip Türk vatandaşı olmalıdır. Bugüne kadar 12 kişi ant içerek cumhurbaşkanlığı yaparken 5 kişi de cumhurbaşkanlığına vekillik etti. Bu kişilerden ikisi görevleri sırasında doğal nedenlerden hayatlarını kaybetti (Mustafa Kemal Atatürk ve Turgut Özal), ikisi askerî darbeler sonucu devrildi (Celâl Bayar ve İhsan Sabri Çağlayangil) ve biri Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından sağlık sebepleriyle görevden alındı (Cemal Gürsel). İlk cumhurbaşkanı Atatürk, 1923'te oy birliği ile seçildi. 15 yıl 12 gün ile bu görevde en çok kalan kişi olan Atatürk, dört dönem cumhurbaşkanlığı yaptı. Özal ise 3 yıl 159 gün cumhurbaşkanlığı yaparak bu görevde en az kalan kişi oldu. Göreve geldiğinde 42 yaşında olan Atatürk en genç, 69
yaşında olan Fahri Korutürk ise en yaşlı cumhurbaşkanıdır. 2018 itibarıyla yaşayan iki eski cumhurbaşkanı ve bir eski cumhurbaşkanı vekili bulunmaktadır: Süleyman Demirel (1924–2015), 17 Haziran 2015'te 90 yaşında hayatını kaybederek ölen son eski cumhurbaşkanı olmuştur. 26 Şubat 1881 24 Eylül Aliağa Aliağa, İzmir iline bağlı ilçe. İl topraklarının kuzeyinde, Çandarlı Körfezinin kıyısındadır. Güneyinde Foça ve Menemen, Kuzeyinde Bergama, batısında Çandarlı Körfezi, doğusunda Manisa ili toprakları bulunur. İzmir ve Bergama uygarlıklarından izler taşımaktadır. Ege denizi kıyılarında sayıları 30'u aşan Aiol kentleri arasında en büyük ve önemlilerini oluşturan 12 kentten 4'ü Aigai, Kyme, Myrna ve Gryneion ilçe sınırları içerisinde bulunmaktadır. Menemen ilçesine bağlı iken 1982'da ilçe yapılmıştır. Aliağa'da eski yıllarda tarım ana ekonomik faaliyet kolu iken, devlet ve özel sektör yatırımlarıyla sanayi ve liman kentine dönüşmüştür. İlçe toprakları dağlar, platolar, alçak tepeler ile Güzelhisar Deltası, Güzelhisar Grabeni, kıyı düzlükleri ve alüvyal düzlüklerden oluşur. Hakim litolojik kayaçlar andezit, bazalt, tüf ve anglomeradır. Karahasan Dağı 854 m, Çirkince Tepe 509 m, Akkemik Dağı 498 m, Karadevlit Tepe 423 m ile önemli yükseltilerdir. Batı Anadolu grabenleri oluşurken tektonizma sonucu kırıklardan volkanik malzeme çıkışı yaşanmıştır. Karahasan Dağı bu sırada oluşan volkanik bir dağdır. Bozdevlit Tepe ve Karadevlit Tepe Miyosen devrinde oluşmuş volkanik tepelerdir. İlçe topraklarının yaklaşık ortasından, GD-KB yönünde Güzelhisar Grabeni uzanır. Graben içine yerleşen Güzelhisar Çayı Ege Denizi'ne döküldüğü alanda 4,7 km² büyüklüğünde delta oluşturmuştur. Güzelhisar Delta'sının Aliağa koyu kenarındaki küçük lagün Aliağa Kuş Cennetinin bulunduğu önemli bir sulak alandır. Çay denize dökülmeden önce Karaalan Ovası'nda akar. Tarımda kullanılması gereken 1., 2., 3. ve 4. sınıf araziler ilçe topraklarının %32,1'ini oluşturur. Tarıma uygun olmayan 5. 6. ve 7. sınıf araziler %67,9 oranındadır. Aliağa Yarımadası'nın batı ucunda, Ilıca Burun'da tektonik sıcak su kaynağı bulunur. İlçe kıyıları enine tip kıyılardandır. Pek çok koy ve burundan oluşur. 37 km'si alçak kıyı, 26 km'si yüksek kıyı toplam 63 km uzunluğunda kıyıya sahiptir. Çandarlı Körfezi'nde kıyıya yakın küçük adalar bulunur:Akkuş Adası, Bozburun Adalar, İkiz Adalar. Aliağa'nın iklimi yazları sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı Akdeniz iklimi'dir. Yıllık ortalama sıcaklık 16,5 °C, yıllık sıcaklık farkı 18°'dir. Sıfır derecenin altında aylık ortalama sıcaklık görülmez. En soğuk ay (ocak-Şubat) 8,2 °C, En sıcak ay (Temmuz) 26,2 °C'dir. Güneş ışınları 21 Aralıkta 24°, 21 Mart ve 23 Eylül'de 51°, 21 Haziranda 74° ile gelir. Güneş ışınlarının geliş açıları arasında yaklaşık 47°'lik fark bulunur. Rüzgar, en çok KD yönünden %34,4 sıklıkta, en az ise Güney yönünden %5,8 sıklıkla eser. Yağışın yıllık ortalaması 484 mm'dir. 106,7 mm ile en fazla yağış Aralıkta, en az yağış Temmuz ayında (0,1 mm) görülür. Toplam yağışın %45,3'ü (219,1 mm) kış mevsiminde düşer. Yazlar sıcak ve kurudur, toplam yağışın ancak %2,2'si (104,7 mm) düşer. Yağışların %30,9'u ilkbahar, %21,6'sı sonbaharda düşer. Güzelhisar Çayı: Yunt Dağı'ndan kaynağını alır. Manisa Merkez ilçede bulunan Güzelhisar Barajı'ndan çıktıktan sonra Aliağa sınırlarına girer. Aliağa Koyu'nun kuzeyinden Çandarlı Körfezi'ne ulaşır. İlçe topraklarından Sirçe Dere ve Kunduz Dere çaya katılır. İlçede bazı mevsimlik akarsular bulunur: Karaali Dere, Türünlü Dere, Karaosman Dere, Karazeytin Dere, Sazlık Dere, Dedeköy Deresi, Uzunhasan Dere, Himmet Dere, Zindan Dere, Çınarlı Dere, Arap Deresi, Hatun Dere, Hayıtlı Dere. "Kireçsiz kahverengi toprakları", ilçe topraklarının %67,5'sini kapsar. volkanik kayaçlar üzerinde bulunur, üzerlerinde garig, maki veya kuru orman bulunabilir. Kahverengi orman toprakları, ilçe topraklarının %7,7'sinde görülür. Kırmızı kahverengi Akdeniz toprakları %1,3, kireçsiz kahverengi orman toprakları %1,2 oranında görülür. %5,6 oranında rendzina ile tuzlu alkali topraklar gibi intrazonal topraklar yaygındır. Alüvyal topraklar ilçenin %5,2'sinde görülür. Aliağa topraklarında orman, maki ve garig bitki örtüsü görülür. Orman alanı insan tahribi ile daralmıştır. Ormanlarda genellikle kızılçam hakimdir, orman altı örtüsü makilerden oluşur. Ormanın tahrip edildiği alanlarda maki türleri olan; kermez meşesi, katran ardıcı, akçakesme, katırtırnağı, menengiç, palamut meşesi, ahlat yaygındır. Dere kenarlarındaki nemli alanlarda bu türlerin yanında mersin, defne, erguvan, laden, hayıt ve zakkum eklenir. İnsan tahribi ve aşırı otlatmanın olduğu alanlarda diz boyu, bazıları kışın yaprak döken "garig" bitki topluluğu hakimdir. Ateş dikeni, karaçalı, abdestbozan, kekik, kermez meşesi, laden, akçakesme ilçede görülen garig türleridir. Sınırları içerisinde Petrol Ofisi, Petkim Petrokimya Holding, Tüpraş'a ait İzmir Rafinerisi gibi büyük şirketleri ve sanayi kuruluşlarını barındırmaktadır. Türkiye'deki tek resmi gemi söküm bölgesi Aliağa'da bulunmaktadır. Gemi söküm tesisleri kapasite açısından 1986'da Taylan ve Güney Kore'den sonra 3. olmuştur. Günümüzde tonaj açısından Çin, Hindistan, Bangladeş, Pakistan, ABD'den sonra dünya altıncısıdır. Gemi söküm tesisleri demir-çelik ve haddehanelere hurda demir üretirler. Aliağa sanayi bölgesinde İzdemir Enerji Aliağa Termik Santrali ithal kömürle elektrik üretmektedir. Her yılın yaz aylarında yapılan Emek Şenlikleri, bütün bir yılın yorgunluğunu atmak için düzenlenen, yaklaşık 4 gün süren, çevre ilçe ve illerden de katılımın olduğu halk konserleriyle şenlenen bir etkinliktir. Aliağa günümüzde önemli bir ticaret potansiyeline sahip liman kentidir. Kıyıda bulunan koylar doğal liman özelliği gösterir. Aliağa koyu, Nemrut Koyu, Aliağa Yarımadasında büyük gemilerin yanaşabileceği iskeleler bulunur. Aliağa şehir merkezinin güneyindeki Biçer Ovası haddehaneler ve demir-çelik fabrikaları önemli oranda kirliliğe neden olmaktadır. Çevrede ürün kalitesi ve verim düşmüştür. Fabrikalar, sanayi depoları, tır parkları, hurda depoları, tamirhaneler ile kara ve demiryolu önemli tarım arazilerini işgal etmiştir. Aliağa ilçe topraklarının; %44,1'i tarım toprakları, %19,9'u çayır-mera, %21'i fundalık-orman, %14,9'u tarım dışı kullanılan alandır. Tarım ürünlerinden pamuk, zeytin, mısır ve üzüm önemlidir. Tarım alanlarının %47,7'sinde tarla ürünleri yetiştirilir. Tarla alanlarının %39,6'sında zeytin yetiştirilir. %21 olan fundalık ve orman arazisinin, %14,7'si fundalık, ancak %6,3'ü ormandır. Geniş bir plaj alanına ve bir kuş cennetine sahip olan Aliağa, daha çok yerli turistlerin ilgisini çekmektedir. Aliağa, yöresi insanlar tarafından Neolitik çağdan itibaren yerleşme ve tarım amacıyla kullanılmaktadır. 1960'lı yıllardan sonra sanayi gelişmeye başlamıştır. 1935-1970 arasında %92 artan nüfus, 1970-2011 arasında %306 artmıştır. 1960 yılından sonra İzmir ilçelerinden merkez nüfus artışı en fazla Aliağa'da gerçekleşmiştir. Tunceli (il) Tunceli, Türkiye'nin Doğu Anadolu Bölgesi'nin Yukarı Fırat bölümünde yer alan bir il. Kuzeyde ve batıda Munzur Dağları ile Karasu Nehri, doğuda Bingöl Dağları ve Peri Suyu, güneyde Keban Baraj Gölü ile çevrilidir. Anadolu'nun pek çok yerinde olduğu gibi bu bölgede de çağlar boyunca pek çok uygarlık yaşamıştır. Orta Çağdan kalma ve bugün hâlâ iyi durumda bulunan Pertek Kalesi ve Munzur Vadisi Millî Parkı görülmeye değer güzellikleridir. Tunceli'nin yerleşimleri: Tunceli (merkez), Çemişgezek, Hozat, Mazgirt, Nazımiye, Ovacık, Pertek ve Pülümür'dür. 2010 TUIK verilerine göre ilimizde merkez ilçeyle beraber 8 ilçe, 2 belde ve 342 köy vardir. Tunceli'de yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda elde edilen bulgulara göre yöreye Kalkolitik Çağda (MÖ 5500-3500) yerleşilmiştir. İşuva (Hurri-Mitanni) adıyla anılan bölgede yazılı tarih MÖ 2200’lerde Subarrularla başlamaktadır. MÖ 2200’lerde bölge, Hurrilerin eline geçmiştir. İşuva adı ilk kez III. Tuthaliya döneminde, Hitit kaynaklarında geçmektedir. Anadolu’da büyük bir devlet kuran Hititler MÖ 1375-1335 yıllarında Tunceli’ye kadar gelmişlerdir. Hitit Devleti yıkıldıktan sonra bölgeye, MÖ 12. yüzyılda Urartular egemen olmuştur. Muşki adıyla tanımlanan kavmin yerleşim alanı olan yöre, MÖ 7. yüzyılda sırasıyla Medlerin ve Perslerin egemenliği altında kalmış ve daha sonra bölge, Büyük İskender tarafından fethedilerek Makedonyalıların egemenliği altına girmiştir. Makedonya Devleti yıkıldıktan sonra ise MÖ 17 yılında Romalıların egemenliğine giren yörede kısa bir süre Partlar etkinlik sağlamışlarsa da MS 2. yüzyılda Romalılar, Partlar'ın etkinliğini kırarak bölgeyi Kappadokia Eyaleti’ne bağlamışlardır. Roma ve Selevkoslar tarafından yönetilen, Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra ise Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içerisinde kalan yöre, MS 7. yüzyılda da “Roma Mezopotamyası” adıyla Tehema’da yer almıştır. Yöre zaman zaman el değiştirerek Bizanslılar ve Sasaniler tarafından yönetilmiştir. MS 639’da İslam Halifesi Ömer döneminde Anadolu’ya yapılan akınlar sonucunda yöre Arapların eline geçmiş, ancak Araplar ve Bizanslılar arasında uzun süre devam eden mücadeleler sonucunda yöre, MS 972 yılında tekrar Bizanslıların hakimiyeti altına girmiştir. 1071 yılındaki Malazgirt Savaşından sonra Anadolu’da Türklerin egemenliğinin hızla yayıldığı dönemde bölge 1087 yılında kesin olarak Türklerin egemenliği altına girmiştir. 1228 yılında Anadolu’ya tamamen hakim olan Anadolu Selçukluları 1243 yılında yapılan Kösedağ Savaşı'na kadar yöreyi hakimiyetleri altında bulundurmuşlardır. Kösedağ Savaş' nda Selçuklular yenilince bölge Moğolların denetimi altına girmiştir. Daha sonraları bu yöre önce Mengüceklerin, sonra da uzun süre Akkoyunlular' ın egemenliği altında kalmıştır. Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar Akkoyunluların yönetimi altında bulunan Tunceli, 1473 yılında yapılan Otlukbeli Savaşı' ndan sonra Osmanlı yönetimi altına girmiştir. Kısa bir süre Safeviler' in yönetimi altı
na giren yöre, 1514 yılında yapılan Çaldıran Savaşı' ndan sonra tekrar Osmanlı yönetimi altına girmiştir. Yöre, Osmanlı yönetiminde 1847 yılında, Hozat merkez olmak üzere “Dersim Livası” adıyla sancak yapılarak Erzurum’a bağlanmıştır. 1879 yılında da Farsça "Gümüş Kapı" anlamına gelen “Dersim” adıyla ayrı bir il olan Tunceli, 1892 yılında tekrar sancak yapılarak Mamurat-ül Aziz (Elazığ) iline bağlanmıştır. Dersim diye telaffuz edilen aslında bugünkü Tunceli'yi değil, o yörenin adını belirler. Bugünkü Tunceli merkezinin eski isimleri ise Mamiki veya Mameki (Kırmançça: "Mamekiye"), Kalan (Osmanlıca: قالان, Kırmançça: "Qalan") idi. Dersim I. Dünya Savaşı'nda önemli rol oynadı. Dersim aşiretleri 5 bin kişilik bir kuvvetle Dersimin bir bölgesi olan Erzincan'ın, Ruslardan kurtarılması için Seyid Riza öncülüğünde savaştı ve Erzincan kurtarıldı. İlin eski adı Dersim'dir. Dersim ili 26 Haziran 1926'da TBMM'de alınan kararla ilçeye dönüştürülerek Elâzığ'a bağlandı. Dersim adı 25 Aralık 1935 tarihinde çıkarılan 2884 sayılı Tunceli Vilayeti'nin İdaresi Hakkında Kanun ile değiştirildi ve Mamiki köyünde yeni il merkezi oluşturuldu. Kalan kasabasının merkezi de Mamiki köyü idi. Mamiki ile eski bir köy olan Siğenk Tunceli'nin birer mahallesi haline dönüştürüldü. 25 Aralık 1935 tarihinde çıkarılan 2885 sayılı kanun ile tekrar il oldu ve Dersim tarihsel yöresi içinde yer alan ve Munzur çevresini kapsayan bölgenin adı Tunceli olarak değiştirildi. Cumhuriyet döneminde Seyit Rıza önderliğinde Dersim İsyanı'na tanıklık eden Tunceli, 1937-38 yıllarında gerçekleşen Dersim tenkil harekatı sırasında büyük zarar gördü. Doğu Anadolu Bölgesinin Yukarı Fırat Havzasında yer alan Tunceli, 38 derece 19 dakika ve 40 derece 26 dakika Doğu Boylamları ile 39 derece 36 dakika ve 38 derece 46 dakika kuzey enlemleri arasında yer almaktadır. Tümüyle Fırat Havzası içerisinde kalan İl, doğal sınırlarla kuşatılmış yüksek bir bölgedir. Tunceli ili; doğuda Bingöl ve Elazığ, güneyde Elazığ, batı ve kuzeyde Erzincan illeriyle komşudur. Güneyden kuzeye ve batıdan doğuya doğru yükselen il topraklarının %70’ini dağlar, % 25’ini platolar, % 5’ini ise ovalar ve düzlükler oluşturmaktadır. İlin en yüksek noktası, Munzur Dağları’nın doğusunda 3463 metre yükseklikteki Akbaba Tepesi’dir. Munzur Dağlarının yüksek kesimleri, İlin kuzey ve kuzeybatısında doğal sınır oluşturur. Tunceli il sınırları içerisinde bulunan dağlar Doğu Torosların uzantısı olarak batı-doğu yönünde uzanmaktadır. İlin belli başlı yükseklikleri; Munzur Dağları, ilin kuzeybatısı, kuzeyi ve kuzeydoğusunda çok zor geçit veren sıralar halinde 130 km. boyunca uzanmaktadır. 3000 metrenin üzerinde Munzur Dağlarının Tunceli sınırları içerisinde kalan bölümünde en önemli dorukları batıdan doğuya Biçare Dağı (3111 m.), Ziyaret Tepe (3071 m.) ve Akbaba Tepesidir(3463 m.). İl alanının kuzeydoğu ucunu tamamıyla kaplayan Bağırpaşa Dağının en yüksek noktası 3300 metredir. İl topraklarının % 25'ini kaplayan platolar, Munzur Dağlarının ve Bağırpaşa Dağının doruklar bölgesinde, yüksek sırtlarla çevrilmiş düzlükler şeklindedir. Ayrıca güneydoğu ve doğuda Pülümür Çayı Vadisine inen kesimde, çeşitli yükseklik basamaklarına sıralanmış platolar vardır. Bu platoların en ünlüleri, Mercan Dağları üzerindeki Merk Yaylası ve Munzur Dağlarının orta bölümünde yer alan Kepir Yaylası'dır. Kışları çok soğuk geçen bu platolar yazın otlak alanları olarak kullanılır. Çoğunlukla güney doğrultusunda uzanan vadiler, henüz gelişmelerini tamamlamamış, dar ve dik yarıklar halindedir. Tektonik çöküntü alanlarında oluşan akarsu vadileri biraz daha geniştir. İlin en önemli vadileri Munzur, Mercan, Pülümür, Peri ve Tahar Çayı Vadisidir. Tunceli'de ovalar il topraklarının % 5'ini kaplamaktadır. Munzur Dağlarının güneyindeki çukurlukta oluşmuş Zeranik Ovası ile Ovacık ilçesinin Yeşilyazı Bucağında bulunan Yeşilyazı Ovası ilin belli başlı ovalarıdır. Tunceli, akarsu yönünden çok zengindir. Akarsuları besleyen bu kaynaklar sürekli olduğundan, akarsuların taşıdığı sular bol ve akışları da oldukça düzenlidir. İlin önemli akarsuları, Munzur Suyu, Mercan Deresi, Pülümür Çayı, Peri Suyu, Tahar Çayı, Havaçor Çayı, Karolar Çayı ve Büyükdere'dir. Tunceli'de Keban Baraj Gölünün dışında önemli ve büyük göl yoktur. Munzur Dağları ile bu sıranın alt birikimlerini oluşturan Mercan, Avcı, Karasakal Dağları üzerinde ve Bağırpaşa Dağının doruklar bölgesinde buzul yataklarının zamanla suyla dolması sonucunda oluşmuş küçük krater gölleri vardır. Bunlardan bazıları Karagöl, Koçgölü, Mercan Gölleri, Katır Gölleri, Dilincik Gölü, Çimli Gölü, Şer Gölü ve Buyer Baba Gölleridir. Krater gölleri içerisinde en büyüğü, Ovacık-Koyungölü Köyünün kuzeyinde, 2400 metre yükseklikte yer alan Karagöl'dür. Tunceli, Doğu Anadolu’nun kuzey ve güneyini birbirine bağlayan Erzincan-Elazığ karayolu üzerinde yer almaktadır. İl topraklarında kuzey-güney yönünde uzanan ve Erzincan’ı Pülümür, Tunceli ve Pertek üzerinden Elazığ’a bağlayan karayolu, Tunceli kentinin içinden geçmektedir. Tunceli-Erzincan karayolu aynı zamanda Güneydoğu Anadolu’yu Doğu ve Karadeniz Bölgelerine bağlayan devlet karayollarından biridir. Tunceli’nin İç Anadolu ve Karadeniz illeri ile ulaşım bağlantısı , kuzeyde sınırdan geçen Erzurum-Erzincan karayolu ile, güney illeri ile olan ulaşım bağlantısı ise Elazığ’dan geçen Bingöl-Elazığ-Malatya karayolu ile sağlanır. Eskiden Pertek-Elazığ bağlantısını sağlayan köprü, Keban Baraj Gölü suları altında kaldığı için günümüzde Pertek ve Çemişgezek-Akçapınar’da kurulan feribot iskeleleri ile Elazığ yakasına ulaşım sağlanmaktadır. Tunceli’ye en yakın demiryolu, ilin kuzey sınırında Erzincan topraklarından , güney sınırında ise Elazığ topraklarından geçer. Tunceli’ye en yakın havaalanı, kent merkezine yaklaşık olarak 120 km. uzaklıkta yer alan Elazığ Havaalanı'dır. Ayrıca yaklaşık 135 km uzaklıkta Erzincan Havaalanı bulunmaktadır. Tunceli ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalı olup, sanayileşme düzeyi çok düşüktür. Balıkçılık ve arıcılık ilin diğer geçim kaynaklarıdır. Kamu harcamaları il ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. İldeki en önemli gelir kaynağı olan hayvancılık genelde küçükbaş hayvancılık şeklinde olmakta özellikle koyun ve kıl keçisi beslemektedir. Büyükbaş hayvancılık aile işletmesi şeklinde olmakta, küçükbaş hayvancılık ise yayla hayvancılığı olarak yapılmaktadır. Tunceli Tarım İl Müdürlüğü 2008 yılı verilerine göre Tunceli' de 248.270 koyun, 52.079 kıl keçisi ve 24. 884 sığır bulunmaktadır. Koyunculuk belirgin olarak Pertek ve Çemişgezek ilçelerinde yarı yerleşik bulunan Şavak aşiretinden köylüler tarafından yapılmaktadır. Tunceli’de karasal iklim görülmektedir. Bu iklim özelliğine bağlı olarak yazlar sıcak ve kurak geçer. Kışlar ise soğuk ve yağışlıdır. İlde yıllık ortalama yağış 939 mm dir. En az yağış yaz aylarında, en çok yağış ise sonbahar ve kış aylarında düşmektedir. Yaz aylarında kuzeybatıdan esen kuvvetli rüzgarlarla iklim kurak geçmektedir. Kış aylarında ise rüzgar genellikle güneybatıdan hafif esmektedir. Tunceli’de yıllık ortalama sıcaklık (1950-2014 ortalamalarına göre) 12,8 °C dir. Ocak ayı ortalama sıcaklığı -2,5 °C, Temmuz ayı sıcaklık ortalaması 27,2 °C dir. Tunceli, Türkiye' nin en az nüfusa sahip ilidir. (2017 sonu) Tunceli ili nüfusu: 82.498'dir. Bu nüfusun % 68,51'i şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 7.582 km²'dir. İlde km²'ye 11 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkezde 33’dür.) İlde yıllık nüfus artışı % 0,37 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 8 İlçe, 9 belediye, bu belediyelerde 43 mahalle ve ayrıca 361 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Hozat (% 7,28)- Nazimiye (-% 4,56). Doğu Anadolu Bölgesi Doğu Anadolu Bölgesi, Türkiye'nin yedi coğrafi bölgesinden biridir. Anadolu topraklarındaki konumunda doğuda yer alması nedeniyle Birinci Coğrafya Kongresi tarafından 1941 yılında böyle isimlendirilmiştir. Ülkenin, nüfus yoğunluğu ve nüfusu en az olan bölgesidir. Bunda bölgenin yüz ölçümünün büyük olması başlıca etkilerindendir. Doğu Anadolu Bölgesinin yüz ölçümü 164.000 km²'dir. Yüz ölçümü bakımından Türkiye topraklarının %21′ini kaplar. 2012 yılındaki nüfus sayımına göre bölgenin nüfusu 5.906.680 kişidir. Nüfus bakımından en büyük il Van, yüz ölçümü bakımından en büyük il Erzurum'dur. Başlıca geçim kaynakları hayvancılık ve tarımcılıktır. Doğu Anadolu Bölgesi'nde dört bölüm vardır: Doğu Anadolu Bölgesi'nde yer alan Aras ve Kura nehirleri sularını Türkiye toprakları dışarısında Hazar Denizi'ne dökerler. Fırat, Dicle ve Zap nehirleri ise sularını yine Türkiye dışarısında Basra Körfezi'ne dökerler. Bölge akarsularının rejimi düzensizdir. Bunun nedeni; yağış rejiminin düzensizliği ve kış yağışlarının kar şeklinde düşmesidir. Kışın yağan karlar erimeden uzun süre yerde kaldığı için akarsuların debileri azalmaktadır. İlkbahar ve yaz aylarında eriyen karlar akarsuların debilerinin yükselmesine ve coşkun bir şekilde akmasına yol açar. Öte yandan bölge akarsularının hidroelektrik enerji potansiyeli yüksektir. Bunun nedeni, yükselti ve eğimlerinin fazla olmasıdır. Bölgedeki fay hatları üzerinde göller oluşmuştur. Türkiye'nin en büyük gölü olan Van Gölü başta olmak üzere Çıldır, Nazik, Erçek, Hazar, Balık ve Bulanık gölleri bölge sınırları içerisinde yer alır. Bölgedeki iklim karasal iklimdir. Sadece iki ilde, Elazığ ve Malatya illerinde bozkır bitki örtüsü görülür. Van Gölü'nün etkisi sayesinde Van ve çevre iller ılıman bir iklime sahiptir. Erzurum ili kışları soğuk olmasına rağmen yazları yemyeşil bitki örtüsüne sahiptir Doğu Anadolu'da 14 tane il vardır. En çok nüfusa sahip il Van'dır. Türkiye'nin nüfus yoğunluğu en az olan bölgesidir. Bunda bölgenin yüzölçümünün büyük olması başlıca etkendir. 2000 yılındaki nüfus sayımına göre bölgenin nüfusu 6 milyon 147 bin kişi civarındadır. Türkiye'deki coğrafi bölgeler arasında nüfus miktarı ve yoğunluğu yönünden önemli farklar bulunmaktadır. Bu farkların oluşmasında fiziki faktörler (iklim özellikleri, yerşekilleri,
toprak özellikleri) ve beşeri faktörler (sanayileşme, tarım, yeraltı kaynakları, turizm, ulaşım) önemli rol oynarlar. Diğer bölgelere göçün fazla yaşandığı bölge olan Doğu Anadolu Bölgesi'nde kırsal nüfus, kent nüfusundan fazladır. Sanayi kuruluşları yetersiz olan Doğu Anadolu Bölgesi halkı geçimini, başta hayvancılık olmak üzere tarımdan sağlar. Bölgenin hayvancılığa çok elverişli olan Erzurum-Kars Bölümü’nde yüksek nitelikli sığırlar yetiştirilir. Çok sayıda küçükbaş hayvan besleyen göçer aşiretler yazın sürülerini bölgenin öteki kesimlerindeki yüksek yaylalarda otlatır. Bitkisel üretime elverişli alanlar, bölge yüzölçümünün ancak %10'unu kaplar. Bu alanın büyük bölümünde tahıl ekimi yapılır. Tahıldan başka baklagiller, şeker pancarı, meyve, sebze, pamuk ve az miktarda da tütün yetiştirilir. Pamuk yetiştirilen kuytu Iğdır, Malatya ve Elazığ ovalarını yanı sıra Erzincan Ovası ile Van Gölü çevresinde meyve bahçeleri çok yer tutar. Yalnızca büyük kentler çevresinde kurulan sanayilerin başlıcaları pamuklu dokuma, iplik, şeker, süttozu, un, peynir, yem, sigara ve çimento fabrikaları ile et kombinalarıdır. Yeraltı kaynakları bakımından oldukça zengin sayılan Doğu Anadolu Bölgesi'nde; Afşin ve Elbistan'da linyit, Hekimhan ve Divriği yörelerinde demir, Alacakaya yöresinde krom, Maden yöresinde bakır, Keban ve Baskil yöresinde de gümüşlü kurşun Erzurum-Aşkale'de Bor madeni yatakları bulunmaktadır. Keban ve Karakaya hidroelektrik, Afşin-Elbistan A Termik Santrali ve Afşin-Elbistan B Termik Santrali bölgenin başlıca enerji üretim kuruluşlarıdır. Tarımsal alanları kısıtlı, sanayi işyerleri yetersiz olan bölge halkının artan nüfusu içinde işsiz kalan kesimi, ülkenin ekonomi olanakları daha gelişmiş olan yörelerine göç etmek zorunda kalmaktadır. Güneydoğu Anadolu Bölgesi Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Türkiye'nin yedi coğrafi bölgesinden biridir. Güneydoğu Torosların güneyinden Suriye sınırına kadar olan yerleri kaplar. Bölge doğu ve kuzeyden Doğu Anadolu Bölgesi, batıdan Akdeniz Bölgesi, güneyden Suriye ve kısa bir sınırla da Irak ile çevrilidir. Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Türkiye'nin en düzlük bölgelerinden biri olup, bu düzlükler Arap Yarımadası'nın güneyindeki Hint Okyanusu'na kadar gider. Bölge etli ve baharatlı yiyeceklere sahip olan zengin bir mutfak kültürüne sahiptir. Bölgenin kuzey kesiminde Toros dağ sırasının güney yamaçları ile birlikte ikinci bir kıvrımlı dağ kuşağı uzanır. Bölgenin ortasında 1952 m yükseltiye sahip sönmüş Karacadağ Volkanı yer alır. Bölgenin batısında ise Gaziantep Platosu üzerinde yükselen Kartal Dağları önemli yükseklik yapar. İç kesimlere gidildikçe iklim karasallaşır. Karadağ’ın batısında Harran, Suruç, Ceylanpınar ve Birecik ovaları yer alır. Dicle nehri ve kollarının toplandığı Diyarbakır Havzası geniş olmayan ancak çok verimli bir ovaya sahiptir. Karaca Dağ’ın batısındaki Şanlıurfa, Gaziantep, Adıyaman platoları Fırat ve kolları tarafından derin bir şekilde yarılmıştır. Karaca Dağ’ın doğusu ise daha engebeli bir yapı gösterir. Bu bölümün güneyinde Mardin-Midyat Eşiği yer alır. Bölgenin iki önemli akarsuyundan biri olan Fırat, kaynağını Doğu Anadolu Bölgesi’nden alır. Bölgede ise Toroslar’dan gelen Kâhta ve Karadağ’dan gelen küçük akarsularla beslenir. Güneydoğu Toroslar’ın güneye bakan yamaçlarından birçok kol halinde çıkan Dicle Nehri ise bölgenin diğer önemli akarsuyudur. Her iki akarsu da Basra Körfezi’ne sularını boşaltırlar. Bölgede doğal oluşumlu göl yoktur. Ancak Fırat ve Dicle üzerinde kurulmuş baraj gölleri bulunmaktadır. Bölgenin ve ülkenin 2. en büyük baraj gölü olan Atatürk Barajı bu bölge sınırları içinde yer alır. Bu bölümde Akdeniz iklimi görülür. Bölgenin içlerine doğru iklim karasallaşır. Kış sıcaklık ortalaması, Dicle Bölümü'ne göre daha yüksektir. Bölümün kış sıcaklık ortalaması 0 °C'nin altına pek düşmez. Yağış en fazla kış mevsiminde görülür. Yıllık yağış tutarı 700 mm dir. Yaz aylarında yağışların azalması ve sıcaklığın yüksek olması kuraklığı arttırmıştır. İç kesimlerde karasal iklim görülür. Dicle Bölümü'nde karasal iklim etkilidir. Bölümde yazlar çok sıcak ve kurak, kışlar ise soğuktur. Bölümün yüksek kesimlerinde kar yağışları görülür. Kış mevsiminde sıcaklık 0 °C nin altına düşer. Bölümdeki yıllık yağış miktarı 500–600 mm'dir. Son zamanlarda özellikle Diyarbakır çevrelerinde ekonomik anlamda büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Bölgenin doğal bitki örtüsü bozkırdır. İç Anadolu bozkırlarına göre çok fakirdir. Bölgede antropojen bozkırlarda geniş yer kaplamaktadır. Ormanların en az olarak kapladığı bölge olan Güneydoğu Anadolu`da mevcut ormanların büyük bölümü de tahrip edilmiştir. Coğrafi yönden GAP'ın (Güneydoğu Anadolu Projesi) giriş kapısı, sanayisi ve ticari hacmi ile de GAP kalkınmasında temel teşkil eden Gaziantep ekonomik yönden çevresindeki 17 ili etkisi altında tutmaktadır. Bölge ekonomisi Gaziantep dışında tarım ve hayvancılığa dayanır. Geniş düzlüklerin olması bölgede tarım için büyük bir avantaj iken, yaz kuraklığının şiddetli olması üretimi olumsuz etkiler en çok ihtiyaç duyan bölge lös adı verilen çok verimli topraklar bulunur. Bölgenin Dünyada en bilinen tarım ürünü antepfıstığıdır. Türkiye'de en çok yetişir. Ayrıca buğday, pamuk, keten, susam, nohut, zeytin, incir, karpuz, kırmızı mercimekte yetiştirilir. Bölgede ağırlıklı olarak küçükbaş hayvancılık yapılır. Çok az miktarda sığır da vardır.Ayrıca hayvancılığa dayalı olarak Diyarbakır'da Türkiye'de bir ilk olan Organize Hayvancılık Bölgesi kurulmaktadır. Bölge yeraltı kaynakları bakımından oldukça zengin sayılabilir. Fosfat ve linyitin yanında bölgede petrol de çıkarılır. Batman, Diyarbakır ve Kâhta'da Türkiye'nin önemli petrol yatakları bulunur ve Batman rafinerisinin işlediği petrol bölgeden sağlanır. Bölgede az miktarda taş kömürü de bulunur. Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin 9 ili vardır: Anıtkabir Anıtkabir, Türk Kurtuluş Savaşı'nın, inkılapların önderi ve Türkiye'nin ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk'ün, Ankara Anıttepe'de ("eski adıyla Rasattepe") bulunan anıt mezarıdır. Ayrıca dördüncü cumhurbaşkanı Cemal Gürsel de 1966 yılında devrim şehitleri bölümüne defnedilmiştir (6 Kasım 1981 tarihli Devlet Mezarlığı Kanunu'nun 1. maddesinin 2. fıkrası gereğince, 27 Ağustos 1988'de çıkartıldı). 1973'ten beri İsmet İnönü'nün kabri de Anıtkabir'dedir. Anıtkabir projesi için yer tespiti yapıldıktan sonra bir proje yarışması açılmasına karar verildi. Önce bu yarışmaya sadece Avrupalı mimarların girmesi şart koyuldu fakat kamuoyundaki tepkiler nedeniyle yarışma Türk mimarlara da açılarak uluslararası duruma getirildi. Hükümetçe tarafsız bir jüri kuruldu ve Prof. Paul Bonatz, Prof. İvan Tenghom ve Macar Prof. Karoly Wickinger ile Türk sanatçıları Prof. Arif Hikmet Holtay, Mimar Muammer Çavuşoğlu ve Yüksek Mimar Muhlis Sertel vardı. Yarışmaya 27 yabancı ve 20 Türk mimar katıldı ve sonuçta 3 eser ödül verilmeye değer bulundu. Bunlardan biri Tannenberg Anıtı’nı yapan Prof. Johannes Kruger’in, biri Prof. Arnoldo Foschini’nin, biri de İTÜ Mimarlık Fakültesi hocalarından Prof. Dr. Emin Halid Onat ile Doç. Dr. Ahmet Orhan Arda’nın eserleriydi. Hükümet Türk sanatçılarının eserlerinin uygulanmasına karar verdi. Bu kararın nedeninde şu düşünceler yer alıyordu: Yarışmayı kazanan üç proje birçok yönlerden aynı değerdedir. Fakat bunlar içinde, iki Türk’ün yaptığı eser bu ulusal konuyu daha başarılı olarak ifade etmiştir. Bundan başka, jüri raporunda belirtildiği gibi, bu projenin araziye uygunluğu öteki projelerden çok üstündür. Anıtkabir yapılmadan önce rasat (gözlem) istasyonu bulunması dolayısıyla Anıttepe'nin ismi Rasattepe idi. 906 rakımlı bu tepede, MÖ. 12. yüzyılda Anadolu'da devlet kuran Frig uygarlığına ait tümülüsler (mezar yapıları) bulunmaktaydı. Anıtkabir'in Rasattepe'de yapılmasına karar verildikten sonra bu tümülüslerin kaldırılması için arkeolojik kazılar yapıldı. Bu tümülüslerden çıkarılan eserler, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde sergilenmektedir. Anıtkabir'in yerinin seçilmesi için görevlendirilen komisyon 1 Mart 1941 tarihinde uluslararası bir yarışma açtı. Yarışmaya, Türkiye, Almanya, İtalya, Avusturya, İsviçre, Fransa ve Çekoslovakya'dan toplam 47 proje katıldı. Bu projelerden 3 tanesi komisyon tarafından ödüle layık görüldü. Millî konuyu daha başarılı ifade etmesi ve projenin araziye uygunluğu nedeniyle, Prof. Dr. Emin Onat ve Doç. Dr. Ahmet Orhan Arda'nın projesinin uygulanmasına karar verildi ve "Anıtkabir" projesinin belirlenmesinden sonra, ilk aşamada kamulaştırma çalışmaları yapıldı ve 9 Ekim 1944 tarihinde yapıma başlandı. Anıtkabir'in inşası 9 yıllık bir sürede dört aşamalı olarak 1953 yılında tamamlandı. Toprak seviyesi ve "aslanlı yol"un istinat duvarının yapılmasını kapsayan birinci kısım inşaata 9 Ekim 1944 tarihinde başlanmış ve inşaat 1945 yılında tamamlanmıştır. Mozole ve tören meydanını çevreleyen yardımcı binaların yapılmasını kapsayan ikinci kısım inşaat 29 Eylül 1945 tarihinde başlamış, 8 Ağustos 1950 tarihinde tamamlanmıştır. Bu aşamada inşaatın kagir ve betonarme yapı sistemine göre temel basıncının azaltılması göz önünde tutularak anıt kütlesinin "temel projesinin" hazırlanması kararlaştırılmıştır. 1947 yılı sonuna kadar mozolenin temel kazısı ve izolasyonu tamamlanmış ve her türlü çöküntüleri engelleyecek olan 11 metre yüksekliğinde betonarme temel sisteminin demir montajı bitirilme aşamasına gelmiştir. Giriş kuleleri ile yol düzeninin önemli bir kısmı, fidanlık tesisi, ağaçlandırma çalışmaları ve arazinin sulama sisteminin büyük bir bölümü tamamlanmıştır. Üçüncü kısım inşaatı, anıta çıkan yollar, aslanlı yol, tören meydanı ve mozole üst döşemesinin taş kaplaması, merdiven basamaklarının yapılması, lâhit taşının yerine konması ve tesisat işlerinden oluşmuştur, 1950 yılında tamamlanmıştır. Yine "Anıtkabir"in dördüncü kısım inşaatı ise şeref holü döşemesi, tonozlar alt döşemeleri ve şeref holü çevresi taş profilleri ile saçak süslemelerinin yapılmasını kapsıyordu. Dördüncü kısım inşaat 20 Kasım 1950 tarihinde başlamış ve 1 Eylül 1953 tarihi
nde bitirilmiştir. Anıtkabir Projesi'nde mozolenin kolonat üstünde yükselen tonoz bir bölüm bulunmaktaydı. 4 Aralık 1951 tarihinde dönemin hükümeti, projenin mimarlarına "Şeref Holü"'nün 28 metrelik yüksekliğinin azaltılması ile yapının daha çabuk bitirilmesinin mümkün olup olmadığını sordu. Mimarlar yaptıkları çalışmalar sonucu Şeref Holü'nü taş bir tonoz yerine, betonarme bir tavan ile örtmenin mümkün olduğunu bildirdiler. Böylece tonoz yapının zemine vereceği ağırlık ve bunun doğuracağı teknik sıkıntılar da ortadan kalkıyordu. Yine "Anıtkabir"in yapımında, beton üzerine dış kaplama malzemesi olarak kolay işlenebilen gözenekli, çeşitli renklerde traverten, mozole içi kaplamalarında ise mermer kullanılmış, heykel grupları, aslan heykelleri ve mozole kolonlarında kullanılan beyaz travertenler Pınarbaşı, Kayseri'den, kulenin iç duvarlarında kullanılan beyaz travertenler ise Polatlı ve Malıköy'den getirilmiştir. Kayseri Boğazköprü mevkiinden getirilen siyah ve kırmızı travertenler tören meydanı ve kulelerin zemin döşemelerinde, Karabük Eskipazar'dan getirilen sarı travertenler zafer kabartmaları, şeref holü dış, duvarları ve tören meydanını çevreleyen kolonların yapımında kullanılmıştır. Şeref holünün zemininde kullanılan krem, kırmızı ve siyah mermerler Çanakkale, Hatay ve Adana'dan, şeref holü iç yan duvarlarında kullanılan kaplan postu Afyonkarahisar'dan, yeşil renk mermer Bilecik'ten getirilmiştir. 40 ton ağırlığındaki yekpare lâhit taşı Osmaniye'den, lahtin yan duvarlarını kaplayan beyaz mermer ise Afyonkarahisar'dan getirilmiştir. Anıtkabir'in genel mimarisi Türk mimarlığında 1940-1950 yılları arasındaki "II. Ulusal Mimarlık Dönemi" olarak adlandırılan dönemin özelliklerini yansıtır. Bu dönemde daha çok anıtsal yönü ağır basan, simetriye önem veren, kesme taş malzemenin kullanıldığı binalar yapılmıştır, Anıtkabir de bu özelliklere uymaktadır. İlk projede mozole iki katlı olarak tasarlanmış, ancak ekonomik nedenlerle ikinci katın yapımından vazgeçilmiştir. Bu dönem özellikleri ile birlikte Anıtkabir'de Selçuklu ve Osmanlı mimari özelliklerine ve süsleme öğelerine sıkça rastlanır, örneğin dış cephelerde, duvarların çatı ile birleştiği yerde kuleleri dört yandan saran Selçuklu taş işçiliğinde testere dişi olarak adlandırılan bordür bulunmaktadır. Ayrıca Anıtkabir'in bazı yerlerinde (Mehmetçik Kulesi, Müze Müdürlüğü) kullanılan çarkıfelek ve rozet denilen taş süslemeler Selçuklu ve Osmanlı sanatında da göze çarpmaktadır. Bütün bu özellikleriyle yapıldığı dönemin en iyi mimari örneklerinden biri olan "Anıtkabir" yaklaşık 750.000 m² lik bir alanı kaplamakta olup, Barış Parkı ve Anıt Bloku olarak iki kısma ayrılır. Anıtkabir; Atatürk'ün "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" özdeyişinden ilham alınarak çeşitli yabancı ülkelerden ve Türkiye'nin bazı bölgelerinden getirilen fidanlarla oluşturulan yeşil alan içinde yükselmektedir. Bu nedenle de adına Barış Parkı denilmiştir. Afganistan, Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Avusturya, Belçika, Çin, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hindistan, Irak, Birleşik Krallık, İspanya, İsrail, İsveç, İtalya, Japonya, Kanada, Kıbrıs, Mısır, Norveç, Portekiz, Yugoslavya ve Yunanistan olmak üzere 24 ülkeden çeşitli ağaç ve fidanlar getirilmiştir. Bugün Barış Parkı'nda 104 ayrı türden yaklaşık 48.500 adet süs ağacı, ağaççık ve süs bitkisi bulunmaktadır. Toplam 120.000 m² lik bir alanı kaplayan Anıtkabir Anıt Bloku üç bölümden oluşmaktadır: Anıtkabir'e Tandoğan kapısından girildiğinde Barış Parkı içerisinde uzanan yoldan Aslanlı Yol başındaki 26 basamaklı geniş merdivenlere ulaşılır. Merdivenin hemen başında karşılıklı olarak "İstiklâl" ve "Hürriyet" kuleleri yer alır. Anıtkabir yapı topluluğu içinde, simetri gözetilerek yerleştirilmiş olan on adet kule vardır. Bu kulelere Türk milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti'nin oluşumunda büyük tesirleri olan yüce kavramları temsil eden isimler verilmiştir. Kuleler, plan ve yapı bakımından birbirinin benzeridir. Kareye yakın "12 x14 x7,20 m." boyutlarında dikdörtgen plan üzerine kurulmuş olan kulelerin üzeri piramit biçiminde çatılarla örtülüdür. Çatıların tepelerinde, eski Türk çadırlarında görülen tunç mızrak ucu vardır. Eski Türk kilim desenlerinden alınmış geometrik süslemeler, fresk tekniğinde uygulanmıştır. Ayrıca kulelerin iç duvarlarında, o kulenin ismiyle ilgili bir kompozisyon ve Atatürk'ün özlü sözleri bulunmaktadır. Aslanlı Yol'un sağ başındaki İstiklâl Kulesi'nin iç duvarlarında bulunan kabartmada, ayakta duran ve iki eliyle kılıç tutan bir gencin yanında bir kaya üzerine konmuş kartal figürü görülmektedir. Kartal, mitolojide ve Selçuklu sanatında gücün, istiklâl ve bağımsızlığın sembolü olarak tasvir edilmiştir. Kılıç tutan genç ise istiklâli savunan Türk milletini temsil etmektedir. Kabartma Zühtü Müridoğlu'nun eseridir. Ayrıca kule duvarlarında yazı bordürü olarak Atatürk'ün istiklâlle ilgili şu sözleri yer almaktadır: Kulenin içinde ise Anıtkabir maketi ile Anıtkabir'i tanıtıcı ışıklı panolar bulunmaktadır. Kulenin önünde, ulusal kıyafetler giymiş üç kadından oluşan 'Kadın Heykel Grubu' bulunmaktadır. Bu kadınlardan kenarlardaki ikisi yere kadar uzanan kalın bir çelenk tutmaktadır. Başak demetlerinin meydana getirdiği çelenk Türkiye'nin bereketini temsil etmektedir. Soldaki kadın, ileri uzattığı elindeki kapla Atatürk'e Tanrı'dan rahmet dilemekte, ortadaki kadın eliyle yüzünü kapamış ağlamaktadır. Bu üçlü grup, Türk kadınının Atatürk'ün ölümünün derin acısı içinde bile gururlu, ağır başlı ve azimli oluşunu dile getirmektedir. Heykel grubu Hüseyin Anka Özkan'ın eseridir. Aslanlı Yol'un sol başında bulunan Hürriyet Kulesi içindeki kabartmada; elinde kâğıt tutan melek figürü ile meleğin yanında şaha kalkmış bir at tasvir edilmiştir. Melek figürü bağımsızlığın kutsallığını, elindeki kâğıt "Hürriyet Beyannamesi"ni sembolize etmektedir. At figürü ise hürriyet ve bağımsızlık sembolüdür. Kabartma Zühtü Müridoğlu'nun eseridir. Kule duvarlarında Atatürk'ün hürriyet ile ilgili şu sözleri yazılıdır. Kule içinde Anıtkabir'in inşaat çalışmalarını gösteren fotoğraf sergisi ve inşaatta kullanılan taş örnekleri bulunmaktadır. Kulenin önünde üç erkekten oluşan 'Erkek Heykel Grubu' bulunmaktadır. Sağdaki erkek başında miğferi ve kalın kaputu ile Türk askerin, onun yanındaki elinde kitabı ile Türk gençliğini ve aydın insanını, biraz gerisindeki ise yerel kıyafeti ile Türk köylüsünü temsil etmektedir. Heykellerin yüzünde derin acı ile Türk Milleti'nin kendine özgü ağırbaşlılığı ve yüksek irade gücü dile getirilmiştir. Heykel grubu Hüseyin Özkan'ın eseridir. Ziyaretçileri Atatürk'ün huzuruna hazırlamak için yapılmış olan 262 metre uzunluğundaki yolun iki yanında oturmuş pozisyonda 24 oğuz boyunu temsil eden 24 tane aslan heykeli bulunmaktadır. Heykeller çift çift sıralanmıştır ki bu da Türk milletinin birlik ve beraberliğini temsil eder. Atatürk'ün Türk ve Anadolu tarihine verdiği önem nedeniyle, Anadolu'da uygarlık kuran Hititler'in sanat üslubu ile yapılan aslan heykelleri kuvvet ve sükûneti temsil etmektedir. Yol traverten taşları ile döşelidir. Yolun sonunda Türk bayrağı ve Çankaya görünmektedir. Heykeller Hüseyin Anka Özkan'ın eseridir. Aslanlı yolun bitiminde sağda 'Mehmetçik Kulesi' yer almaktadır. Kulenin dış yüzeyinde yer alan kabartmada; cepheye gitmekte olan Mehmetçik'in evinden ayrılışı ifade edilmektedir. Bu kompozisyonda, elini asker oğlunun omuzuna atmış onu vatan için savaşa gönderen hüzünlü, fakat gururlu anne tasvir edilmiştir. Kabartma Zühtü Müridoğlu'nun eseridir. Kulenin duvarlarında Atatürk'ün Mehmetçik ve Türk kadınları hakkında söylediği özlü sözler yer almaktadır: Kulenin içinde, 60 kişi kapasiteli 'Sinevizyon Salonu' bulunmaktadır. Burada Atatürk ve Anıtkabir ile ilgili belgesel filmler gösterilmektedir. Aslanlı yolun bitiminde solda yer alan bu kule duvarının dış yüzeyinde yer alan kabartmada, Kurtuluş Savaşı'nda ulusal birliğin temeli olan Müdafaa-i Hukuk dile getirilmektedir. Kabartmada, bir elinde kılıç tutarken diğer elini ileri uzatmış sınırlarımızı geçen düşmana ""Dur!"" diyen bir erkek figür tasvir edilmiştir. İleri uzatılan elin altında bulunan ulu ağaç Türkiye'yi, onu koruyan erkek figürü ise kurtuluş amacıyla birleşmiş olan milleti temsil etmektedir. Kabartma Nusret Suman'ın eseridir. Kulenin duvarlarında Atatürk'ün Müdafaa-i Hukuk konusunda söylediği sözler yer almaktadır: Kulenin içinde Anıtkabir ve Atatürk ile ilgili çeşitli kitaplar ve hediyelik eşyalar ziyaretçilere sunulmaktadır. Aslanlı Yol'un sonunda yer alan Tören Meydanı 129 x84,25 m. boyutlarındadır. 15.000 kişi kapasiteli bu alanın zemini; siyah, kırmızı, sarı ve beyaz renkte traverten taşlardan oluşan 373 adet halı ve kilim deseniyle bezenmiştir. Anıtkabir'in Çankaya yönündeki 28 basamaklı tören meydanına giriş merdivenlerinin ortasında, tek parçalı yüksek bir direk üzerinde Türk bayrağı dalgalanır. Amerika'da özel olarak yaptırılan 33.53 m yüksekliğindeki bu direk, Avrupa'daki tek parça çelik bayrak direklerinin en yükseğidir. Direğin 4 metresi kaidenin altında kalmaktadır. Amerika'da yaşayan Türk asıllı Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı Nazmi Cemal tarafından, kendi bayrak direği fabrikasında imal edilerek 1946 yılında Anıtkabir'e hediye edilmiştir. Bayrak direğinin kaidesinde yer alan kabartmada; meşale Türk medeniyetini, kılıç taarruz gücünü, miğfer savunma gücünü, meşe dalı zaferi, zeytin dalı ise barışı simgelemektedir. Türk bayrağı, ulusun yurdunu savunma, zafer kazanma, barışı koruma ve uygarlık kurma gibi yüce değerleri üzerinde dalgalanmaktadır. Kabartma Kenan Yontunç'un eseridir. Bayrak direği 29 Ekim 2013 tarihinde yenilenmiştir. Merhum Nazmi Cemal tarafından hediye edilen orijinal direk bayrak direğinin arka cephesinde sergilenmektedir. Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi Komutanlığı Karargâhı içinde Anıtkabir Kitaplığı bulunmaktadır. Atatürk, Millî Mücadele ve İnkılâplar konulu Türkçe ve yabancı dillerde kitapların bulunduğu bir 'ihtisas kitaplığı' olarak, araştırmacı ve okuyucuya hafta içi 09.00-12.30 / 13.30-17.00
saatleri arasında hizmet vermektedir. Kitaplıkta 3113 cilt kitap bulunmaktadır. Kulenin duvarlarında Atatürk'ün en önemli üç zaferinin tarihi ve zaferle ilgili özlü sözleri yazılıdır. Kule içinde Atatürk'ün naaşını 19 Kasım 1938 tarihinde İstanbul Dolmabahçe Sarayı'ndan alarak Sarayburnu'nda donanmaya teslim eden top arabası sergilenmektedir. Barış ve Zafer Kuleleri arasında yanları açık sütunların oluşturduğu galerinin ortasında 25 Aralık 1973 yılında vefat eden Atatürk'ün en yakın silah arkadaşı, Kurtuluş Savaşı'nın Batı Cephesi komutanı ve II. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün sembolik lahdi bulunmaktadır. Mezar odası alt kattadır. İsmet İnönü, Anıtkabir'e 28 Aralık 1973'te Bakanlar Kurulu kararı ile defnedilmiştir. Kulenin iç duvarında Atatürk'ün "Yurtta Barış, Dünyada Barış" ilkesini dile getiren bir kabartma kompozisyonu yer almaktadır. Bu kabartmada çiftçilik yapan köylüler ve yanlarında kılıcını uzatarak onları koruyan bir asker figür tasvir edilmiştir. Bu asker barışın sağlam ve güvenli kaynağı olan Türk ordusunu sembolize etmektedir. Yani vatandaşlar Türk ordusunun sağladığı huzur ortamı içinde günlük hayatlarını devam ettirmektedirler. Kabartma, Nusret Suman'ın eseridir. Kule duvarlarında Atatürk'ün barış ile ilgili şu sözleri yer almaktadır. Kulenin içinde ise Atatürk'ün 1935-1938 yılları arasında kullandığı Lincoln marka tören ve makam otomobilleri sergilenmektedir. Kulenin iç duvarında 23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışını temsil eden bir kabartma yer almaktadır. Bu kabartmada, ayakta duran kadının tuttuğu kağıdın üzerinde 23 Nisan 1920 yazılıdır. Kadının diğer elinde Millet Meclisimizin açılışını simgeleyen bir anahtar bulunmaktadır. Kabartma, Hakkı Atamulu'nun eseridir. Kule duvarlarında meclisin açılışıyla ilgili Atatürk'ün özlü sözleri yer almaktadır: Kule içinde Atatürk'ün 1936-1938 yılları arasında kullandığı Cadillac marka özel otomobili sergilenmektedir. Müzenin girişindeki bu kulenin içinde bulunan kabartma, ulusun tek vücut olarak kenetlenişini sembolize etmektedir. Kabartma, bir kılıç kabzası üzerinde üst üste konmuş dört elden ibarettir. Bu komposizyon Türk vatanının kurtarılması için içilen millet andını ifade etmektedir. Kabartma Nusret Suman'ın eseridir. Kulenin duvarlarında Atatürk'ün Misak-ı Milli ile ilgili şu sözleri yazılıdır: Kulenin içinde Anıtkabir'de icra edilen törenlerde Anıtkabir Özel Defteri'nin imzalandığı kürsü yer almaktadır. Aynı zamanda müzenin girişi olan bu kulede bulunan aktüalite panolarında Anıtkabir'de yapılan önemli törenlere ait fotoğraflar da sergilenmektedir. Müzenin devamı olan bu kulede Atatürk'ün giydiği elbiseler sergilenmektedir. Kulenin iç duvarında yer alan kabartmada zayıf, güçsüz bir elin tuttuğu sönmek üzere olan bir meşale, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu'nu simgelemektedir. Güçlü bir elin göklere doğru kaldırdığı ışıklar saçan diğer bir meşale ise, yeni Türkiye ve Atatürk'ün Türk ulusunu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için yaptığı inkılâpları simgelemektedir. Kabartma Nusret Suman'ın eseridir. Kule duvarlarında Atatürk'ün inkılâplarla ilgili şu sözleri yazılıdır: Atatürk'ün kıyafetleri ve kendisine verilen hediyeler de bölümde yer almaktadır. Anadolu Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen'in yaptığı Atatürk'ün gerçek boyutlarında balmumu heykeli ve orijinal çalışma masası bulunmaktadır. Bu kulenin duvarlarında Atatürk'ün Cumhuriyet ile ilgili şu özlü sözü bulunmaktadır. Kulenin içinde, Atatürk'ün öğrenim gördüğü Manastır Askeri İdadisi, Sivas ve Erzurum kongrelerinin binaları, ilk TBMM binasının maketi ve o dönemlere ait fotoğraflar sergilenmektedir. Anıtkabir'in en önemli bölümü olan mozoleye çıkan 42 basamaklı merdivenlerin ortasında "Hitabet Kürsüsü" yer almaktadır. Mermer kürsünün tören meydanı cephesi dairesel geometrik motiflerle süslü olup, ortasında Atatürk'ün ""Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir"" sözü yazılıdır. Kürsü Kenan Yontuç'un eseridir. Mozole 72x52x17 metre boyutlarında uzunca dikdörtgen bir plan üzerine kurulmuş olup, ön ve arka sekiz, yan cepheler ise 14.40 m yüksekliğinde on dört kolonatla çevrelenmiştir. Mozole cephesinde, solda Atatürk'ün Türk gençliğine hitabesi, sağda ise Cumhuriyet'in kuruluşunun 10. yıldönümünde söylediği Onuncu Yıl Nutku yer almaktadır. Harfler taş kabartma üzerine altın yaldızla yazılmıştır. Şeref Holü'ne bronz kapılardan girilir. Girişte sağda Atatürk'ün 29 Ekim 1938 tarihli Türk ordusuna son mesajı, solda ise II. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün Atatürk'ün ölümü üzerine yayınladığı 21 Kasım 1938 tarihli Türk milletine söylediği taziye mesajı yer almaktadır. Bu iki yazıt Atatürk'ün doğumunun 100. yılı olan 19 Mayıs 1981'de yazılmıştır. Girişin tam karşısında büyük pencerenin yer aldığı nişin içinde, Atatürk'ün sembolik lahdi bulunmaktadır. Osmaniye ilinden getirilen lahit taşı tek parça kırmızı mermer olup 40 ton ağırlığındadır. Lahit taşının yer aldığı bölüm ise beyaz Afyon mermeri ile kaplıdır. Şeref holünün zemini Adana ve Hatay'dan, yan duvarları ise Afyon ve Bilecik'ten getirilen kırmızı, siyah, yeşil ve kaplan postu mermerlerle kaplanmıştır. Şeref holünün 27 kirişten oluşan tavanı ile yan galeri tavanları mozaik ile süslenmiştir. Şeref holünün yüksekliği 17 m olup, yan duvarlarında altışardan 12 adet bronz meşale bulunmaktadır. Mozole yapısının üstü, düz kurşun çatı ile örtülüdür. Atatürk'ün naaşı, mozolenin zemin katında doğrudan doğruya toprağa kazılmış bir mezarda bulunmaktadır. Mozolenin birinci katı olan şeref holündeki sembolik lahit taşının tam altında bulunan mezar odası Selçuklu ve Osmanlı mimari stilinde sekizgen planlı olup, piramidal külahlı, tavanı geometrik motifli mozaiklerle süslenmiştir. Zemin ve duvarlar siyah, beyaz, kırmızı mermerlerle kaplanmıştır. Mezar odasının ortasında kıble yönünde kırmızı mermer sanduka yer almaktadır. Mermer sandukanın çevresinde Türkiye'deki Bütün İllerden, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nden ve Azerbaycan'dan gönderilen toprakların konulduğu pirinç vazolar bulunmaktadır. Anıtkabir Proje Yarışması şartlarına uygun olarak, Misak-ı Millî ve İnkılâp kuleleri arasındaki bölüm müze olarak belirlenmiştir. Bu amaçla 21 Haziran 1960'ta Anıtkabir Atatürk Müzesi açılmıştır. Burada Atatürk'ün kullandığı eşyalar ve kendisine hediye edilen armağanlar ve giysileri teşhir edilmektedir. Müzede ayrıca Atatürk'ün madalya ve nişanları ile manevi evlatlarından A. Afet İnan, Rukiye Erkin, Sabiha Gökçen'in müzeye armağan ettikleri Atatürk'e ait eşyalar sergilenmektedir.Genelkurmay Başkanlığı tarafından yenilenen ve yeni bölümler eklenen müze Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi adını almış ve 26 Ağustos 2002 tarihinde (Büyük Taarruz'un 80. yıldönümünde) ziyarete açılmıştır. Yeni düzenleme ile Atatürk mozolesinin altındaki 3000 metrekarelik alan müzeye dahil edilmiştir. Cumhurbaşkanlarının gömülmesi için ayrılan ancak kullanılmayan tonozlu bölüm, Atatürk devrimlerinin anlatıldığı sergi alanlarına dönüştürülmüştür. Yeni bölümler eklenmesi ile müze, Atatürk'e ait eşyaların sergilendiği bir mekân değil, Çanakkale Savaşı ile Kurtuluş Savaşı'nın canlandırıldığı bir müze haline gelmiştir. Kompozisyonun sağında bir genç, iki at, bir kadın ve bir erkek bulunmaktadır.Bunlar, savaşın ilk döneminde düşman saldırıları karşısında evlerini bırakıp yurt savunması için yollara düşmüştür. Sağdaki delikanlı arkaya dönmüş, sol elini kaldırıp yumruğunu sıkarak düşmanlara; ""Bir gün döneceğiz ve sizden öcümüzü alacağız"" demektedir. Bu üçlü grubun önünde çamura batmış bir araba, çabalayan atlar, tekerleği döndürmeye çalışan bir erkek ve iki kadın ile ayakta bir yiğit ve ona bir kılıç sunan diz çökmüş bir kadın vardır. Bu grup figürleri, Sakarya Meydan Muharebesi başlamadan önceki dönemi temsil etmektedir. Bu grubun solunda, yere oturmuş iki kadın ve bir çocuk, düşman istilası altında, Türk ordusunu bekleyen halkı simgelemektedir. Bu halkın üzerinden uçarak Başkomutan Mustafa Kemal'e çelenk sunan bir zafer meleği vardır. Kompozisyonun sonunda yere oturan kadın "Vatan Ana"yı, diz çöken genç Sakarya Meydan Muharebesi'ni kazanan Türk ordusunu, meşe ağacı ise zaferi simgelemektedir. Kabartma İlhan Koman Kompozisyonun solunda yer alan ve bir köylü kadın, bir erkek çocuk ve bir attan oluşan grup milletçe savaşa hazırlık dönemini temsil etmektedir. Sonraki bölümde; Atatürk bir elini ileri uzatmış ve ""Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!"" diyerek Türk Ordusu'na hedefi göstermektedir. Öndeki melek, Ata'nın emrini, borusu ile uzak ufuklara iletmektedir. Bundan sonraki bölümü de, Atatürk'ün emrini yerine getiren Türk ordusunun fedakarlıklarını ve kahramanlıklarını temsil eden kabartmada, vurulup düşen bir erin elindeki bayrağı kavrayan bir yiğit ile siperde ellerinde kalkan ve kılıçlı bir asker Türk ordusunun taarruzunu sembolize etmektedir. Önde ise elinde Türk bayrağı ile Türk ordusunu çağıran zafer meleği bulunmaktadır. Kabartma Zühtü Müridoğlu'nun eseridir. Anıtkabir'in güvenliğinden ve buradaki çeşitli hizmetlerin yerine getirilmesinden sorumlu, Genelkurmay Başkanlığına bağlı askerî birlik. Anıtkabir hizmetleri, 15 Eylül 1981 tarihli ve 2524 sayılı kanunla Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığından alınarak Anıtkabir Komutanlığına devredilmiştir. Komutanlık; Anıtkabir'in güvenliği, bakımı, idarî işler ve törenlerin icrası gibi çeşitli görevleri yerine getirmektedir. Erzincan (il) Erzincan, Doğu Anadolu Bölgesi’nin Yukarı Fırat Bölümü’nde 39 02'- 40 05' kuzey enlemleri ile 38 16'- 40 45' doğu boylamları arasında yer alan, dokuz ilçeden oluşan bir il. Bunlar Merkez, Refahiye, Kemah, Kemaliye, Tercan, Çayırlı, İliç, Otlukbeli ve Üzümlü'dür. Kuzeyinde, Giresun, Bayburt, Gümüşhane; batısında Sivas; doğusunda Erzurum ve Bingöl; güneyinde ise Tunceli, Malatya ve Elazığ illeri bulunmaktadır. Tarihi ipek yolunun üzerinde yer alır. Tarih öncesi çağlarda Urartu egemenliğinde olan bölge doğu-batı, güney-güneybatı yol güzergahlarında olması ve tarihi İpek Yolu’nun Erzincan’dan geçmesi sebebiyle tarih boy
unca önemini korumuştur. Bu ticari kaygılar bölgeye Urartular haricinde Hititleri, Medleri, Persleri, Makedonlarıve Romalıları da çekmiştir. Uzun süre doğu ve batının çekişmesine sahne olan Erzincan, 7. yüzyıldan itibaren Müslüman akınlarına uğramış, birkaç defa Bizanslılar ve Araplar arasında el değiştirmiştir. 1071 Malazgirt zaferiyle Türkler Anadolu’ya girmiş ve zaferin hemen arkasından Sultan Alparslan'ın kumandanlarından emir Mengücek tarafından Kemah civarında İlk Türk Beyliği olan Mengüçlü Beyliği kurulmuştur. Mengücek Beyliği 1228'e kadar devam etmiş, Anadolu Selçuklu hükümdarı I. Alâeddin Keykubad tarafından sona erdirildikten sonra Erzincan, Anadolu Selçuklu Devleti'nin egemenliğine girmiştir. 1230'da Anadolu Selçukluları ile Harzemşahlar arasındaki Yassı Çemen Muharebesi'ne sahne olan Erzincan Moğol istilasına uğramıştır. kısa bir dönem sonra İlhanlılar'ın egemenliğine girmiştir. İlhanlılar yöreyi beylerle (Vali) yönetmişlerdir. Son İlhanlı valisi olan Alaaddin Eretna ilhanlı hükümdarı Bahadır Han'ın ölümü (1335) üzerine İlhanlılarla olan bağını keserek görünüşte Celayirîler'e bağlı kalarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Böylece Erzincan 1335-1381 yılları arasında Eretna Devleti'nin hakimiyeti altında kalmıştır. Eretna Devleti'nin Erzincan'daki yöneticisi Pir Hüseyin'in 1379 yılında ölümü üzerine Mutahharten Bey yönetimi ele geçirerek; aynı yıl adına para bastırıp ve hutbe okutarak Erzincan merkez olmak üzere bağımsızlığını ilan etmiş ve Erzincan Beyliği'ni kurmuştur. 1401'de Yıldırım Bayezid tarafından Osmanlı egemenliğine katılan Erzincan kısa bir süre sonra Timur'un istilasından kurtulamamış ve devamında 1419'da Karakoyunlular'ın, 1455'te Akkoyunlular'ın eline geçmiştir. Otlukbeli ilçesinde 11 Ağustos 1473 tarihinde, Fatih Sultan Mehmet ve 100 bin kişilik Osmanlı ordusu ile Uzun Hasan ve 70 bin kişilik Akkoyunlu ordusu arasında gerçekleşen Otlukbeli Savaşı'nda kazanan Osmanlılar bölge üzerinde tam bir hakimiyet kurmamışlar, bir süre yerel beylerin yönetiminde bırakılmış, 1514'te Yavuz Sultan Selim tarafından savaşsız bir şekilde Osmanlı devletine katılmıştır. Erzincan 17. yüyılda Celali isyanlarından, 19. yüzyılda da ova köylerini basan Dersim aşiretlerinden zarar görmüştür. I. Dünya Savaşı'nda Sarıkamış Savaşı'nın galibi General Nikolay Yudeniç komutasındaki Rus Kafkasya Ordusu 1915 yılının yaz aylarında Anadolu'ya taarruza geçmiş ve Erzincan'a kadar ilerlemiştir. Malazgirt'te karşı karşıya kalan iki ordu arasındaki savaşı'nı Osmanlı ordusu kazanmış ve Rus ordusu Malazgirt'i terk ederek Van'a doğru çekilmiştir. Böylece Türkler Malazgirt'te kazanarak yerleştikleri toprakları 844 yıl sonra, yine Malazgirt'te kazanarak korumuşlardır; ancak Rus ordusu geri dönerek 2 Temmuz 1916'da Erzincan Muharebesi'ni kazanarak Erzincan'ı işgal etmiştir. Rus ordusu ile birlikte hareket eden ayrılıkçı Ermeni çeteleri de Erzincan'a inmişler, 18 Aralık 1917 de Sovyet hükümeti ile yapılan Erzincan Mütarekesi ile 11 Ocak 1918 de Rus askerleri bölgeden çekilmiş ancak Ermeni çeteleri katliama varan birçok kanlı olaya sebep olmuştur. Kazım Kara Bekir komutasındaki askeri birlikler 13 Şubat 1918 de Erzincan'ı 22 Şubat 1918 de Tercan'ı ermeni silahlı güçlerinden kurtarmışlardır. Erzincan tarihinde değişik şiddetlerde 30’dan çok deprem olmuştur. Erzincan, 1939 ve 1992'da gerçekleşen iki büyük depremde büyük hasar görmüş binlerce insanını kaybetmiştir. 1939 depremi 20. yüzyılda yeryüzünde görülen 15 büyük depremden biridir. Bu depremde 32.000 kişi ölmüş, 4.125 kişi de ağır yaralanmıştır. 14.401 bina yıkılmış, 4.043 bina da ağır hasara uğramıştır. Deprem bölgesindeki kurtarma çalışmaları günlerce devam etmiştir. Özellikle Erzincan, Şebinkarahisar, Alucra, Fatsa, Erbaa ve Niksar cezaevlerindeki mahkûmlar büyük fedakarlıkla kurtarma çalışmalarına katılmışlardır. Bu çalışmalarından ötürü 241 mahkûmun para cezalarının tümü ve geri kalan cezalarının 4/5’ini bağışlayan bir kanun kabul edilmiştir. Depremden sonra demiryolundan yukarı yeni bir şehir inşasına başlanarak bugünkü Erzincan şehri meydana getirilmiştir. Erzincan'da yıkıcı bir başka deprem de 13 Mart 1992'de yaşanmıştır. Bu deprem 6,8 büyüklüğünde olmuş, 653 kişi hayatını kaybetmiştir. Erzincan Bölgesinde son 1000 yıl içinde şiddeti 7’ den daha büyük 10’dan fazla deprem yaşanmıştır. İlin en büyük ve en verimli akarsuyu, Karasu Irmağıdır. Karasu Irmağı Fırat’ın en önemli iki kolundan biridir. Tercan ovaları ve Erzincan Ovası boyunca akar, Kemaliye ilçesinin güneydoğusunda Başpınar yakınlarında il sınırlarını terkeder. Karasu Irmağı geçtiği yol boyunca Çayırlık Dere, Tuzla Suyu, Mercan, Kom, Cimin, Pahnik ve Sürperen Suları , Çardaklı Deresi, Kadıgölü Suyu ile Miran Suyunu toplar. Erzincan dağlık ve platoluk bir coğrafyadır. Jeolojik yapı itibarıyla ikinci, üçüncü ve dördüncü zamanlarda oluşmuştur. Doğudaki Tercan Ovası, özel bir jeolojik yapı gösterir. Yöre, başkalaşım kayaçları arasına yerleşmiş geniş düzlükler ve dördüncü zamanda oluşmuş alüvyonlarla kaplıdır. İl topraklarının % 60’ını dağlar kaplar. Dağlar çeşitli yönlerde, sıralı uzanır. Güneybatıdan Munzur, kuzeybatıdan Refahiye Dağları il alanına girer. Doğudan Erzurum’dan gelerek batıya doğru uzanan Karasu, il alanını derinlemesine, aralarında geniş düzlükler bırakacak şekilde böler. Erzurum’un Aşkale İlçesinden batıya doğru uzanan Tercan Düzlükleri, kuzeyden ve batıdan Kop Dağları’nın uzantılarıyla çevrilidir. Tercan Düzlüklerinin bulunduğu çukurluğun batısında, Mülpet ve Keşiş Dağları bulunmaktadır. Kop Dağları, Çayırlı ilçesinin batısında iki kola ayrılmaktadır. Birinci kol, Erzincan il merkezinin kuzeyine doğru uzanır. İkinci kol güneydoğuya dönerek, önce Keşiş, sonra Mülpet Dağları’nı oluşturur. Coşan Dağı, ilin en yüksek (3976 m.) noktasıdır. Çukurluğu, doğudan Dumanlı ile Maryam Dağı sınırlar. Güneyinde ise Koşan, Murdelor, Eşilbaba Dağları bulunur. Erzincan Ovası’nın kuzeybatısında, Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerini birbirinden ayıran Refahiye Dağları uzanır. Refahiye ilçesinin doğusunda Çimen Dağları, güneyinde Kutlutepe Dağı, güneybatısında ise Gülen Dağı bulunur. Güneydeki Munzur Sıradağlarının kuzeye bakan yamaçları ile Karasu Vadisinin sağ yakasında Karadağ, Çölen, Vank Dağları Kemah ilçesinin belli başlı yükseltileridir. İlin en kayalık ve sarp yeri Kemaliye, Kemah ve İliç ilçeleridir. Erzincan’ın dağları genellikle çıplaktır. Erzincan İlinin yüksekliğine göre dağları : Erzincan'ın doğal gölleri : Erzincan Lawson yalancı servisi'nin "(Latince: Chamaecyparis lawsonia)" Türkiye'de doğal olarak yetiştiği tek yerdir. Geniş yapraklılardan Zeytin "(Latince Olea europea)", Zakkum "(Latınce:Nerium oleander)", Okaliptüs "(Latince: Eucalyptus camaldulensis)" endemik olarak yetişmektedirler. İğne yapraklılardan Fıstık çamı "(Latince: Pinus pinea)" en çok görülen türdür. Erzincan’da 276 endemik tür bulunmaktadır. Akarsu boylarında görülen kavak ve söğütlüklerin dışında, kısa ömürlü, cılız, otsu bitkiler yaygındır. Refahiye ve Kemah çevresinde, meşe, gürgen, dişbudak, sarıçam, bulunur. Köylerde ise; kiraz, şeftali, kayısı, elma, armut, erik, ceviz gibi meyve ağaçları vardır. Bundan başka, çok az miktarda ardıç, kavak gibi ağaç türleri ile böğürtlen, yemiş, geven, üvez, yabani gül, yabani erik, yabani ahlat, yabani alıç gibi ağaççıklara da rastlanmaktadır. Dumanlı Dağları, sarıçam ormanlarıyla kaplıdır. Karasal iklim özelliklerine sahip olan Erzincan Doğu Anadolu Bölgesinde yer alan Elazığ ve Malatya dışındaki diğer tüm illerden daha ılıman bir iklime sahiptir. Doğu Anadolu ve İç Anadolu iklimleri arasında bir geçiş niteliği taşıyan Erzincan iklimi Doğu Anadolu Bölgesi basınç kuşaklarına, ilin yüzey şekilleri ve yükseltilerine göre yer yer farklılıklar göstermektedir. yıllık sıcaklık ortalaması 11,6 °C'dır. Çevre illere göre daha uzun ve sıcak yaz mevsimi yaşamaktadır. Kış mevsiminde ise, doğudan gelen Sibirya kaynaklı hava kütlesinin tesirinde kaldığı zamanlarda, oldukça sert kış günleri yaşanmaktadır. Don olayı genel olarak Kasım ayında başlayıp, Nisan ortalarına kadar sürmektedir. Erzincan ilinin ortalama kar yağışlı gün sayısı 21,9 toplam karla örtülü gün sayısı 29,4’dür. Kar yağışları da Ekim ayı sonlarında başlayıp, Nisan ayına kadar sürmektedir. Yağış itibarıyla, yıllık 32.5 mm.’lik yağış ortalamasına sahiptir. En yağışlı mevsim ilkbahardır. Genel olarak en fazla yağış Kasım ayında, en az yağış da Ağustos ayında kaydedilmektedir. Erzincan ili yıllık nem ortalaması (bağıl nem) %63,34’dür. Dört tarafı dağlarla çevrili olan il merkezinde aşırı yağışlı dönemlerde özellikle dağların bitki örtüsü açısından zayıf olmasından dolayı sel basmaları söz konusu olabilmektedir. Yeraltı sularının bolluğu ve Erzincan Ovasını sulayan Fırat nehri ve yan kollarının varlığı nedeniyle kuraklık yaşanmamaktadır. Erzincan'ın çoğunlukla dağlık oluşu nedeniyle Merkez, Kemah, Kemaliye ve Üzümlü ilçelerinde kısmen mikroklima özelliği hissedilmektedir. İl Nüfusu: 226.032'dir. Bu nüfusun %80,3'ü şehirlerde yaşamaktadır (2016). İlin yüzölçümü 11.815 m2'dir. İlde km2'ye 19 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 101'dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 1,40 olmuştur. İl merkezinin denizden yüksekliği: 1216 m.'dir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 9 İlçe, 24 belediye, bu belediyelerde 148 mahalle ve ayrıca 528 köyü vardır. Erzincan ili nüfusu: 231.511'dir. Bu nüfusun % 81,1' i şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 11.815 km2'dir. İlde km2'ye 20 kişi düşmektedir. (Bu sayı Merkezde 105’dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 2,42 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 9 İlçe, 24 belediye, bu belediyelerde 148 mahalle ve ayrıca 528 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Otlukbeli (% 5,38)- Kemah (-% 3,66). Erzincan'ın yıllık ortalama güneşlenme süresi 6,2 saattir. İldeki derelerde ve yan kollarında inşa edilen 10 adet baraj ve hidroelektrik santraliyle (HES) su enerjisinden faydalanılmaktadır. Erzincan 27 milyon ton kömür rezervine sa
hiptir ve yılda yaklaşık 65 bin ton kömür tüketilmektedir. İl sınırları içerisinde Kaynarca Kaynağı, Ilıca Kaynağı, Çermik (Kırkgözeler) Kaynağı, Ekşisu (Saztepe) ve Ekşisu (Bögert) olmak üzere 5 tane Jeotermal saha bulunmaktadır. Erzincan ilinde orman kaynakları 300.384,0 hektardır. Orman alanlarının % 36’sını koru, % 64’ünü baltalıklar oluşturmaktadır. Erzincan İli’nde su kaynakları; akarsular, yeraltı suları, baraj ve suni göller olmak üzere üç grupta toplanır. Erzincan (Göyne) Barajı, Tercan Barajı ve Hidroelektrik Santrali, Karakaya Mertekli Regülatörü ve Yeraltı Suları ve Kaynak Sular (Ekşisu, Bögert Maden Suları gibi). Fırat Nehri civarındaki kuyulardan belediyenin açmış olduğu sondajlar vasıtasıyla Erzincan’a su temin edilmektedir. Erzincan İli özellikle krom yatakları bakımından oldukça zengindir. demir ve manganez da kaynakları bulunmaktadır. Sanayide kullanılan Asbest, Kireçtaşı, Jips, Perlit, Tuz gibi kaynaklara da sahiptir. Erzincan genelinde sanayi çok gelişmemiştir. Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Tarım bakımından ilin ova kesimiyle yüksek bölgeler arasında önemli farklılıklar vardır. Yüksek ve dağlık kesimde hayvancılık ön plana çıkmaktadır. Erzincan Ovasının batı kesimlerinde ve Üzümlü ilçesinde bağ ve bahçelik alanlar yaygındır. Yükseklik arttıkça kuru tarım egemen olmaya başlar. Erzincan organize Sanayi Bölgesi kurulmuş ancak doluluk oranı henüz %34'dür. Ticaret daha çok il merkezinde toplanmıştır. Tarımsal ve hayvansal ürünler, küçük esnaf ve sanatkarların üretimi olan mamuller ve çeşitli sanayi mamullerinin faaliyetleri, iç piyasa faaliyetlerini oluşturur. Erzincan ili keşfedilmeyi bekleyen birçok doğal güzelliğe sahiptir. Dört tarafı dağlarla çevrili bölge özellikle doğa sporları açısından çok cazip olanaklar sunmaktadır. Kemah, Kemaliye ve Refahiye İlçeleri bu tür faaliyetler için çok zengin seçenekler içermektedir. İl merkezinde Ilıca, Beytahtı, Girlevik Şelalesi, Çayırlı İlçesinde Aygır Gölü, Kemah’ta Soğuk Sular, Kemaliye’nin kendine has mimarisi, Otlukbeli ilçesinde doğal sit alanı olarak da kabul edilen Otlukbeli Gölü, Refahiye İlçesinde Dumanlı Dağları ve ormanlar ile Sakaltutan mevkiindeki Yıldırım Akbulut Kayak Tesisleri, Üzümlü’de, Bayırbağ Mesire Yeri ve Hıdırellez Gölü, Tercan’da ise Ağ Baba akla ilk gelen önemli yerleridir. İl, coğrafi yapısı itibarıyla genel olarak kış sporları, su sporları ve doğal güzellikleri olan mesire alanları ile de turizm için çok yönlü özellikler taşımaktadır. Urartu medeniyetinin günümüze ulaşmış en sağlam kentlerinden biri olan ve Arkeolojik sit olarak koruma altına alınan Altıntepe Ören Yeri de Erzincan sınırları içerisinde bulunmaktadır. 2011 verilerin göre Erzincan'da konaklayan ve geceleyen turist sayısı 113.427'dir. Bunun 1.620'si yabancı turisttir. Erzincan, E-80 Karayolu üzerinde kurulmuştur. 382 km devlet yolu, 797 km il yolu vardır. Çevre illern hepsine karayolu bağlantısı bulunmaktadır. Demiryolu ile ulaşım 11 Aralık 1938 yılında gar binasının hizmete girmesiyle başlamıştır. Türkiye’nin kuzey demiryolu hattını oluşturan Haydarpaşa-Kars bağlantısı Erzincan’dan geçmektedir. 4 Eylül 1988'de sivil hava trafiğine de açılan Erzincan Havaalanından İstanbul, Ankara ve İzmir'e tarifeli uçuşlar yapılmaktadır. Erzincan ilinde kullanılan Türk şivesinin Doğu Anadolu ağızları içindeki konumu Prof. Dr. Leyla Karahan'ın "Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması" (Türk Dil Kurumu yayınları: 630, Ankara 1996) adlı çalışmasına göre, ilçe bazında ayrı gruplarda yer alır: Yörede geleneksel beslenme düzeni etkinliğini sürdürmektedir. Beslenmenin temelini buğday ve buğday ürünleri ile hayvansal gıdalar oluşturur. Bulgur, yarma, tarhana, erişte, dövme en çok tüketilenlerdir. Özellikle bulgur, çok sayıda yemek türünde kullanılır. Kışlık, besin maddeleri hazırlanmasının yöre halkının yaşamında önemli bir yeri vardır. Bulgur, gendime (aşurelik buğday), tarhana, yarma, erişte kış için hazırlanan ürünlerin başlıcalarıdır. Ayrıca çeşitli sebzeler ve meyveler kurutularak, reçel yapılarak değerlendirilmektedir. Yöre mutfağı yemek türleri bakımından zengindir. Bunların çoğunluğunu hamur yemekleri oluşturur. Eşgili, kesme çorba (un çorbası), yaprak sarma başlıca yemek türleridir. Ayrıca su böreği ve özellikle kete ve tatlılar çokça tüketilen hamur işlerindendir. 2017-2018 sezonunu, futbol takımı A.24 Erzincanspor, 3.Ligi grup 4.sü olarak tamamlamıştır. Futbol kadınlar 3.liginde 2 takım devam etmektedir. Ayrıca voleybol bölgesel liglerinde 3 takımı daha bulunmaktadır. Anagold 24 Erzincanspor, Ziraat Türkiye Kupası 2.turda 12 Bingöl Spor’u, 3.turda ise Eskişehirspor’u elemiştir. 4.turda T.M.Akhisarspor ile karşılaşacaktır. Önemli spor tesisleri: 13 Şubat Stadyumu (6.000), 13 Şubat Spor Salonu (1.626), Olimpik Kapalı Yüzme Havuzu (1.000) ve Ergan Dağı Kayak Merkezi dir. 2001 2001 (MMI), pazartesi günü başlayan yıl. Mazgirt Mazgirt, Tunceli'nin bir ilçesi. Kaynaklarda eski ismine rastlanmamakla birlikte halk dilinde "Mezingirt" diye anılır. Ermenicede ("Medzgerd") büyükhisar anlamına gelmektedir. Urartularda, Gert kelimesi şehir anlamına gelir. Büyük şehir, büyük ormanlık anlamında kullanılmıştır. MÖ 9. yüzyılda yöreye hakim olan Urartular tarafından konduğu tahmin edilmektedir. Mazgirt coğrafi konumu needeniyle en eski yerleşim yerlerinden biridir. İlçenin tarihi, Tunç dönemine kadar gitmektedir. Bölge MÖ 2200'lerde Hurriler'in MÖ 1375-1335 yıllarında Suriye'ye ilerleyen Hititlerin, Hitit devleti yıkılınca MÖ 9. yüzyılda Harput (Elâzığ) yöresine hakim olan Urartular'ın hakimiyeti altına girmiştir. Mazgirt Kalesi ve Bağın Kalesi Urartular dönemine aittir. MÖ 560'larda Asur ve Urartu devletini yıkan Medler, Mazgirt dahil tüm Tunceli yöresine hakim oldular. MÖ 550'lerde Medler, Persler tarafından ortadan kaldırılınca bölge Perslerin hakimiyetine, Pers ordularının MÖ 334-332'lerde İskender karşısında aldığı yenilgiler sonucu Makedonya egemenliğine girdi. Daha sonra bölge Arslar, Kapadokya ve Romalılar arasında zaman zaman el değiştirdi. Roma ımparatorluğu hakimiyeti uzun süre devam etmiş, imparatorluğun 395'te Doğu ve Batı Roma diye ikiye ayrılmasından sonra Mazgirt, Bizans imparatorluğu sınırları içerisinde kalmıştır. Birinci Kubat yönetiminde Sasani imparatorluğu 503 yılında Erzurum ve Diyarbakır'ı alınca, Tunceli yöresi Sasani, Bizans ve Araplar arasında 1071 yılına dek sürekli el değiştirmiştir. 1115 yılında Harput kalesini elde eden Artukoğulları, Çubukoğullarının egemenliğine son verip Mazgirt ilçesi dahil, Tunceli'nin güney kısmının tümünü egemenliği altına aldılar. 1100-1200 yıllarında Mengüçler yöreye hakim oldular. 1228 yılında Anadolu Selçuklu hükümdarı Alaatin Keykubat, Mengüçlerin egemenliğine son verince, ilçe Anadolu Selçuklu Devletinin egemenliğine girdi. Bağın (Dedebağ) köyü yakınında bulunan Bağın Kalesi bu dönemde şelçukluların denetimine kalmıştır. Anadolu Selçuklu Devletinin, Moğollara yenilmesiyle 1243 yılında yöre Moğolların denetimine girdi. Bu dönemde birçok beylikler çıktı. 1300 yılında Akkoyunlular yöreye hakim oldular. 1473 yılında Fatih Sultan Mehmet'in Akkoyunluları Otlukbeli savaşında mağlup etmesinden sonra yöre Osmanlılar'ın egemenliğine girdi. 1514 yılında Yavuz Sultan Selim'in Şah İsmail'i Çaldıran Muharebesinde yenmesiyle Osmanlı hakimiyeti pekişti. Çemişgezek Beyi Hüseyin Bey'in ölümünden sonra 1520 yıllarında Mazgirt, sancak haline getirildi. Kanuni Sultan Süleyman'ın emriyle Hüseyin Bey'in büyük oğlu Muhammed Bey, Mazgirt sancak beyliğine atandı. Bir yıl yöreyi yönettikten sonra öldü. İlçe Munzur Dağları'nın uzantısı olan Kert Dağları üzerinde, Mazgirt Kalesi eteğinde kurulmuştur. Rakımı 1400'dür. Doğusunda Peri Suyu (Karakoçan ilçesi), batısında Munzur Suyu (Merkez ilçe), kuzeyinde Nazımiye ilçesi ve güneyinde Keban Baraj Gölü bulunmaktadır. Mazgirt güneyden kuzeye doğru sürekli yükseklik arz eden tepe ve dağlardan meydana gelen bir ilçedir. İlçenin güneyini teşkil eden baraj gölü çevresi, ormanlık sahası bulunmayan ve küçük tepelerden meydana gelmiş tarıma elverişli alandır. Mazgirt ilçe merkezi ile Darıkent arasında bir şerit düşünülecek olursa bu şeridin kuzey kısmının yüzey şekilleri güney kısmına göre daha dağlıktır. Bu bölümde büyük dağlara ve vadilere rastlanır. Bu bölge bitki örtüsü ve ormanlık saha bakımından güneye nazaran daha zengindir. İlçede ova yoktur. Baraj gölü Göktepe ve Akpazar çevresinde bazı köylerin arazisini kısmen kaplamıştır. Bu araziler ilçenin en verimli arazisini teşkil eder. İlçenin batısında bulunan Mazgirt Dağları kuzeyindeki Simdantaş (Kırklar) tepesi, Yeşil Baba ve Gögerik tepesi yörenin başlıca dağlarıdır. Sonuç olarak Mazgirt, Tunceli'nin güney kesiminde yer alan kuzeyde merkez ve Nazımiye ilçesi, doğuda Karakoçan, güneyde Kovancılar, batıda Pertek ile çevrili 709 kilometrekare yüzölçümüne sahiptir. Temel ekonomik etkinlik tarım ve hayvancılık olmakla birlikte son yıllarda oldukça gerileme yaşanmıştır. İlçe halkının %75-80'i tarımla ve hayvancılıkla uğraşmakta olup, tarım genellikle aile ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kapalı tarım ekonomisi şeklindedir. Mazgirt, ilin tarıma en elverişli ilçelerinden biridir. İlçenin güney kesimleri makineli tarım yapmaya müsait olup halk geçimini bitkisel üretim yaparak sağlamaktadır. İlçenin güney kesimlerinde genellikle tarımla uğraşılmakta, kuzey kesimlerinde ise tarımla birlikte hayvancılıkla da uğraşılmaktadır. İlçede buğday, arpa, fasulye, fiğ, şeker pancarı, soğan, patates, nohut, mercimek gibi ürünler yetiştirilir. Bunun yanı sıra meyvecilikte yapılmaktadır. İlçenin Akpazar beldesinde çanak-çömlekçilikte yapılmaktadır. Mazgirt ilçe merkezinde PTT ve Ziraat Bankası şubesi bulunmaktadır. Her yıl il genelinde düzenlenen Munzur Doğa ve Turizm festivali kapsamında ilçede de çeşitli sanat etkinlikleri düzenlenmektedir. bunun dışında bazı dönemlerde özellikle müzik alanında çeşitli etkinlikler yapılmaktadır. Mazgirt Kalesi, Elti Hatun Türbesi, Elti Hatun Camisi, Çoban Baba Türbesi, Kale Köyü Kalesi ve Bağın Kales
i olarak sayılabilir. İlçenin Muhundu (Darıkent) köyünde bulunan kaplıca, her yıl özellikle yaz aylarında sağlık amacıyla çok sayıda kişi tarafından ziyaret edilmektedir. Yıldız Savaşları Yıldız Savaşları, George Lucas tarafından yapılmış, öncelikle filmleriyle tanınmış, sonraki yıllarda çizgiroman, bilgisayar ve konsol oyunları, televizyon yapımları vb. dallarda ününü geliştirmiş kurgusal evren ve markadır. Film serisinin ilki 25 Mayıs 1977'de, 20th Century Fox tarafından "Star Wars "(Yıldız Savaşları) ismiyle yayınlanmış ve dünya çapında bir popüler kültür fenomeni olmuştur. Üçer yıl arayla iki devam filmi yayınlanmıştır. Orijinal üçlemenin son filminin yayınlanmasının 16 yıl ardından, "öncül" üçlemenin ilk filmi yayınlanmıştır ve tekrar üçer yıl arayla, diğer iki film de yayınlanarak, tüm seri 9.filmle tamamlanış olacaktır. 2016 yılı verilerine göre Sekiz "Yıldız Savaşları" filminin toplam hasılatı yaklaşık olarak 7.08 milyar dolardır. Bu hasılatla "Yıldız Savaşları" serisi, en çok hasılat yapmış birinci film serisi olmuştur. Yıldız Savaşları günümüze kadar kendisine ait filmlerin hasılatı, oyuncak, DVD, kitap, bilgisayar oyunu ve ticari ürün geliriyle 33 milyar dolarlık dev bir kazanç sağlamıştır. George Lucas filmleri, kitaplar, televizyon dizileri, video oyunları ve çizgiromanlar gibi birçok farklı alanda yayınların ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Üçlemede tasvir edilen kurguya pek çok yenilik getiren bu yan ürünler, serinin takipçileri tarafından "Genişletilmiş Evren" adıyla bilinen kurgusal evrenin oluşmasına imkan sağlamıştır. Bu yayınlar sayesinde filmler arasındaki boşlukta, "Star Wars" markasının popülerliği ve değeri korunmuştur. 2003-2005 yılları arasında adı olan film, üçlemeler serisi haricinde yayınlanmış tek film olma özelliğiyle gösterime girmiştir. Bu film ayrıca, daha sonra aynı adla yayınlanmaya başlamış televizyon dizisine de bir başlangıç teşkil etmektedir. Ayrıca bu film, seride yayınlanmış ilk animasyon filmdir. "Yıldız Savaşları" yayınlarındaki olaylar, kurgusal bir galakside gerçekleşmektedir. Pek çok uzaylı ırkı tasvir edildiği gibi, genellikle sahiplerinin emirlerini yerine getiren robotlara da yer verilmiştir. Uzay yolculuğuna oldukça sık rastlanır, evrendeki pek çok gezegen (daha sonra Galaktik İmparatorluk olarak değişmek üzere)Galaktik Cumhuriyetin bir üyesidir. "Yıldız Savaşları'nın" göze çarpan bir karakteristiği "Güç" olarak adlandırılan, yetenekli bireyler tarafından kullanılabilen, tüm evreni kapsadığına inanılan enerjidir. Yayınlanan ilk filmde "tüm canlı varlıkları sarmalayan, delip geçen, birbirine bağlayan enerji" olarak açıklanmıştır. "Güç", kullanıcılarına, telekinezi, kehanet, öngörü, zihin kontrolü gibi çeşitli doğaüstü yetenekler bahşeder ve refleksler ve hız gibi pek çok fiziksel özelliğin gelişmesini sağlar. Bu yetenekler karakterler arasında farklılık gösterebilir. Güç iyilik için kullanılabileceği gibi, nefret, saldırganlık ve kötülük duygularını besleyen karanlık tarafının takipçileri tarafından farklı amaçlar için kullanılabilir. Temel altı filmde Güç'ü iyilik için kullanan Jediler ile galaksiyi ele geçirmek amacıyla karanlık tarafa geçmiş Sithlerin mücadelesi konu edilmiştir. Film serisi 25 Mayıs 1977'de yayınlanan ile başladı. Ardından, 21 Mayıs 1980'de yayınlanan ve 25 Mayıs 1983'te yayınlanan geldi. İlk filmin adı "Yıldız Savaşları" olmasına rağmen, daha sonra gelen öncül filmlerle isim karışıklığı yaşamamak için "Yeni Bir Umut (A New Hope)" altbaşlığı eklenmiştir. 1997'de, "Yıldız Savaşları"'nın gösterime girmesinin 20. yıldönümünde, orijinal üçleme çeşitli yenilemelerle tekrar sinemalarda gösterime girdi. Bu yenilemeler, filmlerin çekildiği tarihte mümkün olmayan bilgisayar efektleri ile gerçekleştirilmiş eklemelerdi. Filmlerin daha sonraki yayınlarında da (örn. 21 Eylül 2004'te yayınlanan serinin DVDleri) değişiklikler yapılmaya devam edildi. Uzun süre beklenilen öncül üçleme de, 19 Mayıs 1999'da yayınlanan "", 16 Mayıs 2002'de yayınlanan , 19 Mayıs 2005'te yayınlanan ile tamamlandı. "" filmi ise 17 Aralık 2015'te Türkiye'de vizyona girmiştir. Çekimi İngiltere ve B.A.E'de yapılan filmin yönetmenliğini J.J. Abrams üstlenmiştir. "Yıldız Savaşları" dünyası, o güne kadar yaratılmış diğer çoğu bilim-kurgu filmleri ve fantastik filmlerde kullanılan şık, gösterişli ve fütüristik gelecek kavramının aksine, "kirli" bir portre çizmiştir. Lucas'ın bu vizyonu daha sonra karanlık ve yıpranmış bir uzay gemisinde geçen Yaratık(Alien), post-apokaliptik bir çölde geçen Mad Max 2 ve yıkık dökük ve kaotik bir şehirde geçen Bıçak Sırtı(Blade Runner) filmleriyle popülerlik kazanmıştır. Lucas, filmlerde gerek diyaloglarda, gerek sahne planlarında paralellik öğelerine özellikle dikkat etmiştir. Luke Skywalker ve babası Anakin'in yolculuklarındaki paralellikler buna örnek gösterilebilir. Altı "Yıldız Savaşları" filmi de 2.40:1'lik görüntü oranında çekilmiştir. Orijinal üçlemenin çekimlerinde anamorfik lensler kullanılmıştır. Bölüm IV ve V Panavision ile çekilirken, Bölüm VI'de Joe Dunton Camera(JDC) kullanılmıştır. Bölüm I, Arriflex kameralarda anamorfik Hawk lensiyle, Bölüm II ve III ise Sony'nin CineAlta yüksek çözünürlüklü dijital kamerasıyla çekilmiştir. "Yeni Bir Umut"'un ses efekteri için George Lucas, Ben Burtt'ü işe almıştır. Burtt'ün başarıları Academy of Motion Picture Arts and Sciences tarafından, o tarihte bu dal için bir ödül kategorisi olmadığından özel başarı ödülüyle ödüllendirilmiştir. Lucasfilm şirketi, "Jedi'in Dönüşü" filmi için THX ses standardını geliştirmiştir. John Williams altı filmin de müziklerini bestelemiştir. George Lucas, her önemli karakter ve konsept için farklı temalarda besteler olmasını planlamıştır. Williams'ın "Star Wars" teması modern müzik tarihinin en bilinen bestelerinden biri olmuştur. Orijinal üçlemenin ışın kılıcı koreografisi kılıç ustası Bob Anderson tarafından geliştirilmiştir. Anderson, aktör Mark Hamill'i (Luke Skywalker) eğitmiş ve "İmparator" ile "Jedi'in Dönüşü" filmlerinde Darth Vader'in kılıç dövüşü sahnelerinde dublörlük yapmıştır. Yıldız Savaşları filmleri "Uzun zaman önce uzak, çok uzak bir galakside " geçiyor olsalar da çizgi romanlar, kitaplar gibi film dışı ürünlerde zaman Yavin Savaşı'na, yani 'a göre düzenlenir. Örneğin 4 ABY (After Battle of Yavin - Yavin Savaşı'ndan Sonra) tarihinde iken 19 BBY (Before Battle of Yavin - Yavin Savaşı'ndan Önce) tarihindedir. Yıldız savaşları filmler dışında da Genişletilmiş Evren (Expanded Universe - EU) kategorisi altında da birçok öykü içermektedir. 50.000 BBY'dan şu ana kadar 138 ABY'e kadar ulaşılmış birçok farklı mekân ve hikâye devam etmektedir.İyiler ve kötüler mücadele etmektedir. Altı film toplamda 25 Akademi Ödülüne aday olmuş, 10'unu kazanmıştır. Bunlardan üçü "Özel Başarı Ödülü"dür Büyük Hun İmparatorluğu Büyük Hun İmparatorluğu ya da Asya Hun İmparatorluğu (Çince: 東匈奴, Hiung-nu), Çin kaynaklarına dayanılarak MÖ 1760'dan itibaren varlıklarına ilişkin teoriler bulunsa da ilk devletlerini MÖ 1200 civarında kuran İç Moğolistan merkezli coğrafyada yaşamış eski Türkçede Kun, Çince Hiung-nu, batı dillerinde Hun adıyla geçen Türk devleti. Hun İmparatorluğu'nu Türk boyları kurmuş, yönetmiş; Türk kültürü devlete şeklini vermiştir. Hiung-nu adının o zamana göre eski Çince'de karşılığı olan H'yenyun adına ilk olarak MÖ 822 yılında yazılmış "Şarkı Kitapları"nın birinde yer alan bir şiirde rastlanır. Hiung-nu adına daha sonra MÖ 318 yılında Çin ile yapılan Kuzey Şansi Savaşı'nda ve bunun sonucunda yapılan anlaşmada rastlanmaktadır. Hunlar günümüzün Moğolistan bölgesinde; Çin'in kuzeybatısında yaşamlarını sürdürmekteydiler. Bilinen ilk imparatorları Teoman'dır.En büyük imparatorları ise, Şanyu (Chan-Yü:Büyük İmparator) lakaplı Mete (Motun)'dir.Çinliler önüne geçemedikleri Hun'ların saldırılarının ardından MÖ 214 yılında Çin Seddi'ni inşa etmek zorunda kalmıştır. Bu yapı günümüzde halen bir dünya harikası olarak kabul edilmektedir. Ming Hanedanı döneminde de yenilenen büyük duvarın birçok kısmı sağlamlığı ile günümüzde hala ayakta kalmıştır. Doğu Hiung-nular en parlak dönemini Mete zamanında yaşamıştır. Kuruluşu hakkında kesin bilgiler yoktur. MÖ 220 yılında Teoman tarafından kurulduğu kabul edilir. Teoman'dan sonra devleti büyük bir imparatorluk haline getiren Mete'dir. Mete, İpek Yolu'na egemen olmak için Çin ile savaşmıştır. MÖ 200 yıllarında Çin'i yenilgiye uğratarak vergiye bağlamıştır. MÖ 187 yılında başında Ka-o-ti'nin bulunduğu Çin İmparatorluk Ordusu'nu, Pa-i-Teng Seferi'nde on tümenden oluşan (yüz bin kişiye tekabül eder) disiplinli ve düzenli ordusuyla yenilgiye uğratmıştır. Bu Çin ordusunun sayısının bazı kaynaklarda iki yüz bin bazı kaynaklarda ise otuz beş tümen yani üç yüz elli bin olduğu yazmaktadır. Mete devrinde Sibirya, Çin Denizi, Japon Denizi ve Hazar Denizi arasında kalan tüm topraklara hakim olunmuştur. Mete'nin Çin'i topraklarına bağlamayıp, vergi almak suretiyle yönetmesi sebebi, Çin yerleşik hayatı ve siyasi etkisinden uzak durma olarak yorumlanır. Bunun yanında Çin'in kalabalık nüfusu altında Hunluk özelliklerini kaybetmek istememiştir. Mete'nin ölümünden sonra bir süre daha gücünü koruyan devlet, Çinli prenseslerle evlenme geleneği ile Çinli prenseslerin casusluk faaliyetleri, Hun boyları arasındaki iktidar kavgaları, Çin'in İpek Yolu üzerinde gittikçe siyasi nüfuzunu arttırması gibi nedenlerle MÖ 46 yılında Doğu Hun ve Batı Hun olmak üzere ikiye ayrıldı. Bu ikiye ayrılışın nedenlerinden birisi de Büyük Hun İmparatorluğu'nun başında bulunan Ho-han-ye'nin ekonomik sıkıntıları da neden göstererek Çin egemenliğine girmek istemesidir ki, bu düşünceyi kardeşi Çiçi, "atalarına saygısızlık" olarak kabul edip esaret altına girmeyi reddetmiştir. Bu sebeple bir kısmı, şimdiki Batı Türkistan yöresine çekilerek yönetimden ayrılmışlardır ve Çiçi yönetiminde Talas'ın batısına egemen olmuşlardır. Batı Hun'un başında bulunan Çiçi'nin Çin'e karşı verdiği mücadelede kısa bir süre sonra başarısız olduğu görülmüştür. Zira Çiçi, Çin ile m
ücadelede eski Hun savaş taktiklerini bırakarak bir şehir kurup burayı kale haline getirerek savunma savaşı yapmayı yeğlemiştir. Bu kendisinin birinci hatasıdır. Yenilgisinde etkili olan diğer hata ise emri altında bulunan askerlere çok sert davranmasıdır. Doğu Hun ise, Ho-Han-ye yönetiminde Talas'ın doğusunda Büyük Hun İmparatorluğu'nun asıl mirasçıları olarak M.S 48 yılına kadar hüküm sürmüştür. Çin'in siyasi hareketleri sonucu, MS 48 yılında Doğu Hun bölünme sürecine girmişlerdir. Nihayetinde Güney Hun ve Kuzey Hun olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Kuzey Hiung-nu tanhu Pi yönetiminde Moğol ve Sibirya stepleri çevresinde 156 yılına kadar devam etmiştir. Güney Hiung-nu ise, Panhu yönetiminde Uygur havzasında ve Çin'e yakın bölgelerde 216 yılına kadar devam etmiştir. Doğu Hun'un kuzey ve güney olarak ikiye ayrılmasının sebebi; Panhu yönetimindeki Hiung-nu'ların Çin'in siyasi üstünlüğünü kabul etmesine rağmen, yeğeni Pi yönetimindeki Kuzey Hun'ların Çin üstünlüğünü kabul etmeyişidir. Hunlar kendi belgelerini bırakmadığı için arkeolojik deliller dışında Çin kaynaklarına bakılmaktan başka çare yoktur. Hiung-nular'ın özelliklerinden birkaç örnek: Ancak bu özellikler sadece Hunlar'da değil, diğer göçebe kabileler için de geçerlidir. Ayrıca bunların Çin medeniyetinin ahlak anlayışı ve mantığına aykırı olduğu için Çin kaynaklarında Hunlar'ın gelenek ve göreneklerinden bahsedilirken eleştiri içerikli cümleler kullanılmıştır. Hunlar'ın dini, Şamanizm ve Tengricilik olup, yılda üç kez büyük ayinî bayram düzenleniyordu. Arkeolojik kazıların sonucuyla Hunlar'ın başkentinin Ulan Batur'un kuzeyinde bulunan Noin-Ula Kurganı'nında olduğu saptanmıştır. Kurganlarından kazılan Hunlar'ın giysilerinde eski Türk kültürünün etkisi tespit edilmiştir. Çin kaynaklarında Hun (Hiung-nu) devletinin yöneticileri Tanhu (Şanyu) olarak anılmaktadır. Bu kelimenin kumandan, kağan, han ya da imparator gibi bir anlamı olduğu tahmin edilir. Tanhu sözcüğü bir unvan olarak "sonsuz genişlik" anlamına gelmektedir. Hükümdarlık da kut anlayışı egemendi. Hükümdarlığın tanrıdan geldiği görüşü vardı. Ülke, töre hükümlerine göre yönetilirdi. Tanhunun görevi; ülkede dirliği sağlamak, adaleti gerçekleştirmek, orduyu komuta etmek, meclisi yönetmek olarak sıralanabilir.Hükümdarın eşine "ka-tun" (hatun) denirdi ve hatun yönetimde söz sahibiydi. Hükümdarlık babadan oğula geçmektedir. Ülke oğullar arasında doğu, batı ve merkez olarak miras bırakılmaktaydı. MÖ 220 Tony Blair Anthony Charles Lynton Blair (d. 6 Mayıs 1953 Edinburgh, İskoçya), Britanyalı avukat, siyasetçi ve eski başbakan. Kariyerine İşçi Partisi'nde başlamış olan Blair, 1997 - 2007 yılları arasında Birleşik Krallık Başbakanlığı, 1994-2007 yılları arasında İşçi Partisi Başkanlığı yaptı. 1983-2007 yılları arasında Birleşik Krallık Parlamentosu'nda Sedgefield Milletvekili olarak yer aldı. Eski Genel Başkan John Smith'in ölümünden sonra yapılan 1994 İşçi Partisi liderlik seçimi'nde Başkan seçildi. 18 yıllık Muhafazakâr Parti iktidarından sonra 1997 Birleşik Krallık genel seçimleri'nde İşçi Partisi'den Birleşik Krallık başbakanı seçildi. 2003 yılında Irak'ın işgaline, Amerika Birleşik Devletleri başkanı George W. Bush ile karar vermiş olması ülkesinde ve dünyada geniş kesimlerin tepkisini çekti. 10 Mayıs 2007'de, yani başbakanlığının 10 yıl 1 haftası dolduğunda seçim bölgesinde düzenlediği basın toplantısıyla 27 Haziran 2007'de başbakanlıktan ve İşçi Partisi Başkanlığı'ndan ayrılacağını duyurdu. Aynı tarihte her iki görevi de maliye bakanı Gordon Brown'a devretti. 2007 yılında görevi Gordon Brown'a devretmesinin üzerinden 3 yıl geçtikten sonra 2010 yılında açılan ve İngiltere'nin Irak Savaşı'nda yaptıklarını araştıran soruşturmada kamuoyundan bilgi saklamak ve kamuoyunu yanlış yönlendirmek ile itham edilmiş olup soruşturma devam etmektedir. Blair, başbakanlık süresi boyunca yaşadıklarını anlattığı bir kitap yazmıştır. Kitabın orijinal ismi "A Journey"'dir. Türkçe anlamı ise Bir Yolculuk'tur. 2003 yılında Irak'ın işgaline, Amerika Birleşik Devletleri başkanı George W. Bush ile karar veren Tony Blair, Irak Savaşı'na dair yayınlan ve 2,6 milyon kelimeden oluşan Chilcot Raporu'nda adı sık geçen isimlerden biri oldu. İngiltere'de bir komisyon tarafından 7 yılda hazırlanan bu rapor, Irak Savaşı'na dair en kapsamlı rapor olmak özelliğini taşımaktadır. Raporla ilgili yaklaşık iki saat süren bir basın toplantısı yapan Blair, Irak Savaşı'na katılmanın 10 yıllık başbakanlığında aldığı en zor karar olduğunu söyleyerek, ""Bu karar nedeniyle bugün bütün sorumluluğu, herhangi bir istisna veya mazeret olmaksızın kabul ediyorum."" ifadelerini kullandı. Irak harekatında hayatını kaybeden İngiliz askerlerinin yakınlarından bazıları Tony Blair'in yargılanmasını istedi. Blair'in eski İşçi Partisi Lideri olmasından dolayı İşçi Partisi Lideri Jeremy Corbyn açıklanan rapor sonrası partisi adına özür diledi. Raporu hazırlayan komisyonun başkanı Chilcot ise "Askeri harekat belki sonra gerekli olabilirdi, ama Saddam Hüseyin 2003'te acil bir tehdit değildi" ifadelerini kullandı. Sinema Sinema veya Sinema sanatı, kamera aracılığı ile elde edilmiş görüntülerin bir ışık aracılığı ile beyaz renkte bir perdeye yansıtılarak film adı verilen sesli veya sessiz hareketli görüntüler elde edilmesi işidir. Üretilen bu filmler, sinema salonu adı verilen özel binalarda gösterilmektedir. Sinema sanatı genel olarak diyalog, kurgu, sahnenin düzeni, ışık, ses ve dekor gibi şeyleri yapılan filme uygun olarak kullanımı olarak bilinmektedir. Bu işlemlerin tamamına ise sinema endüstrisi adı verilmektedir. İtalyan asılllı Fransız film kuramcısı Ricciotto Canudo sinemayı, "yedinci sanat" olarak tanımlamış ve günümüzde de bu şekilde kabul edilmektedir. George Lucas George Walton Lucas Jr. (d. 14 Mayıs 1944, Kaliforniya), ABD'li film yapımcısı, yönetmen ve yazardır. Yıldız Savaşları (Star Wars) ve ardından (Steven Spielberg ile birlikte) Indiana Jones serilerini yarattı. Steven Spielberg gibi dünyanın yaşayan en büyük yönetmenlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Güney Kaliforniya Üniversitesi'nde sinema okumaya karar veren Lucas, bu dönemde çektiği kısa filmlerden biri olan ile Amerikan Ulusal Öğrenci Filmleri Festivalinde büyük ödülü kazandı. Bunun sonucunda da Warner Brothers yapım şirketinde staja başladı. Burada Francis Ford Coppola'nın yönettiği "Finian'ın Gökkuşağı - Finian's Rainbow" 'un (1968) çekimlerine katıldı. Coppola ile arkadaşlıkları da böylece başladı. Birlikte 1969 yılında American Zoetrope adıyla bir şirket kurdular. Yaptıkları ilk iş de THX-1138: 4EB'nin uzun metrajlı versiyonu oldu. Warner Brothers'ın finanse ettiği film gişede başarı getirmedi. Coppola, "Baba (1972)" filmi için çalışmaya başlayınca George Lucas kendi şirketi olan Lucasfilm Ltd.'i kurdu. 1973'te senaryosunu yazdığı, kendi hayatından da kesitler taşıyan American Graffiti'yi yönetti. Sadece 780.000 dolar bütçe ile çekilen, 50 milyon dolar gişe yapan bu filmle Altın Küre ödülünü kazandı. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo dahil olmak üzere 5 dalda Oscar'a aday oldu. Aynı yıl, Flash Gordon ve Maymunlar Cehennemi'nden etkilenerek, Yıldız Savaşları'nın senaryosunu yazmaya başladı. 1975'te bu film için gerekli olan görsel efektlerin yaratılacağı ILM (Industrial Light & Magic) şirketini kurdu. Star Wars projesi birkaç stüdyo tarafından reddedilse de sonunda Twentieth Century Fox tarafından kabul edildi. Gençlerbirliği SK Gençlerbirliği Spor Kulübü, Süper Lig'de mücadele eden futbol şubesi ile tanınan dernek yapısındaki Türk spor kulübü. 14 Mart 1923'te Ankara'da kurulan kulüp, Cumhuriyet ile aynı yıl kurulması nedeniyle "Cumhuriyet Takımı" olarak da anılmaktadır. Forma renkleri kırmızı-siyahtır. Ankara Sultanisi'nde okumakta olan bir grup öğrencinin girişimleriyle bir futbol kulübü olarak kurulan Gençlerbirliği, kurulduktan hemen sonra Ankara Futbol Ligi'ne katılmış ve otuz dört sezon boyunca bu ligde mücadele etmiştir. İlk ciddi başarısını 1929-30 sezonunda Ankara Futbol Ligi'nde şampiyon olarak yakalamıştır. Mücadele ettiği bu sezonlarda toplam on kez şampiyon olarak ligdeki en başarılı takım olmuştur. 1941 yılında Türkiye Futbol Şampiyonası'nda, İstanbul Futbol Ligi şampiyonu Beşiktaş takımı ile finalde karşılaşan Gençlerbirliği, rakibini 4-1 yenerek ilk kez Türkiye futbol şampiyonu olmuştur. 1946'da Final Grubu'nu kazanarak ikinci kez şampiyon olup tarihi bir başarı göstermiştir. 1959 yılında Millî Lig adıyla kurulan Süper Lig'e Ankara'dan, Hacettepe, MKE Ankaragücü ve Ankara Demirspor takımları ile birlikte katılarak, ulusal anlamda futbolun profesyonelleştiği bu organizasyonda mücadele etme hakkı kazanmıştır. Tarihi boyunca Süper Lig’de şampiyonluk elde edememiştir. Süper Lig'deki en büyük başarısını, 2002-03 sezonunda ligi Beşiktaş ve Galatasaray’ın ardından üçüncü sırada tamamlayarak elde etmiştir. Ertesi sezonda UEFA Kupası’nda Blackburn Rovers, Sporting CP ve Parma takımlarını elemiş ancak 4. Tur’da Valencia ile eşleşen Gençlerbirliği, organizasyonda şampiyon olan bu takıma elenmiştir. Cumhuriyet'ten önce kurulan, bir başka Ankara takımı Ankaragücü ile rekabet halindedir. Aralarında oynadıkları maçlara Ankaragücü-Gençlerbirliği derbisi veya Ankara derbisi denmektedir. Gençlerbirliği'nın 23 yaş altı futbolcularından oluşan ve A takıma oyuncu yetiştiren Gençlerbirliği A2 futbol takımı mevcuttur. 14, 15, 16, 17, 18 ve 19 yaş kategorilerinde de futbol alt yapı takımları ile yine alt yaş kategorisinde basketbol okulu mevcuttur. Bunun dışında 3. Lig'de mücadele eden Hacettepe isminde bir pilot kulübü bulunmaktadır. Gençlerbirliği kulübü futbol dışında güncel olarak, atıcılık, atletizm, basketbol, bocce, bowling, dart, hentbol, kick boks ve yüzme dallarında faaliyet göstermektedir. Kulübün genel başkanı Şubat 2017'den önce İlhan Cavcav'dı. Kulübün yirmi üçüncü başkanı olan Cavcav, 1977 senesinde başkan seçilmesine rağmen dönemin yöneticileriyle prensipler konusunda anlaşmazlığa düşmüş ve 1981 senesine kadar görev
ine ara verdi. 1981 senesinde tekrar başkanlık koltuğuna oturan Cavcav o tarihten bu yana otuz sekiz sene kulüp başkanlığı görevini yürüttü. Cavcav, kulüp tarihinde en uzun başkanlık yapan kişi oldu. Ankara Futbol Birliği'nin 1921'de Ankara Ligi'ni oluşturması ile, Ankara'da ilk resmi futbol müsabakası 26 Ekim 1922'de Anadolu Sanatkarangücü ve Talimgâhgücü arasında oynanmıştır. Ankara'nın ilk takımlarından birisi ise Ankara Sultanisi (diğer adıyla Ankara Erkek Lisesi) takımıdır. Futbola meraklı olan Münif Kemal (Ak)'in teşvikleriyle Ankara Sultanisi beden eğitimi hocası Ekrem Bey'in yönetiminde iddialı bir futbol takımı oluşturulmuştur. Ancak, Ekrem Bey'in bazı yetenekli oyuncuları takıma almaması Gençlerbirliği kulübünün kuruluşuna önayak olmuştur. Takıma alınmayan öğrencilerin ayrı bir kulüp kurma girişimi, 14 Mart 1923'te "Gençlerbirliği Spor Kulübü" adı tescil ettirilerek tamamlanmıştır. Kulüp kurulur kurulmaz Sultani takımı maça çağrılır. Yapılan maçı Gençlerbirliği 3-0 kazanınca iki kulübün birleşmesi eğilimi oluşur. Bir rivayete göre, Gençlerbirliği'ni kuran öğrenciler kırmızı-siyah Ankara gelinciklerinden bir buket yaparak hocalarının gönlünü almaya gidecekler, kulübün rengi gelinciklerin kırmızı-siyahı ile pekişecektir. 1923-24 sezonunda Ankara Sultanisi liglerden çekilmiş, artık sadece Gençlerbirliği kalmıştır. Ancak Sultani ile kulüp arasındaki gerilim bir süre daha devam edecektir. Gençlerbirliği ilk kongresini 1925'in Mart ayında gerçekleştirir. Bu kongreden bir süre sonra, Gençlerbirliği'ne dahil olan Sultani öğrencileri Ankara Sultanisi eski müdürü Münif Kemal'i ziyaret ederek gönlünü alırlar ve kulübün başkanlığını teklif ederler. Münif Kemal Bey bu öneriyi kabul eder ve 9 yıl boyunca sürecek başkanlığının başlaması ile birlikte Sultani ile kulüp arasındaki gerginlik sona erer. Spor sezonlarına göre bugüne kadar görev yapmış Gençlerbirliği başkanları, aşağıdaki tabloda belirtilmiştir. Kırmızı-siyah renklere sahip Gençlerbirliği'nin bu renkleri seçmesi hakkında çeşitli rivayetler mevcuttur: Armadaki güneş, Ankara'nın simgelerinden Hitit Güneşi'ni temsil etmektedir. Güneşi de Türk bayrağında bulunan hilali temsil etmektedir. 1923 yılında Ankara Sultanisi'nde okuyan bir grup öğrencinin, okul takımına alınmamalarına kızarak kurulan Gençlerbirliği ilk olarak Ankara Futbol Ligi'ne dahil oldu. Bu ligde mücadele ettiği sekizinci sezonda ilk defa şampiyon oldu. Daha sonra 1930-31, 1931-32 ve 1933-34 sezonlarında art arda şampiyonluklar ile adını duyurur. 1941 yılında Türkiye Futbol Şampiyonası'nda, İstanbul Futbol Ligi şampiyonu Beşiktaş takımı ile finalde karşılaşan Gençlerbirliği, rakibini 4-1 yenerek ilk kez ulusal şampiyonluk elde eder. 1946'da ikinci kez Türkiye futbol şampiyonu olma başarısını gösterir. Ankara Futbol Ligi'nde toplamda on kez şampiyon olarak ligin en başarılı takımı unvanını kazanır. 1959 yılında Millî Lig ismiyle kurulan Süper Lig'in başlamasıyla bu organizasyon bir daha düzenlenmez ve Gençlerbirliği yeni kurulan bu profesyonel ligde Ankara'yı temsil edecek dört futbol takımından birisi olur. 2007-08 sezonunda Türkiye Kupası finaline yükselen Gençlerbirliği, normal süresi ve uzatmaları 0-0 biten karşılaşmada, Bursa'da karşılaştığı Kayserispor'a penaltı atışları sonucunda 11-10 mağlup oldu. Gençlerbirliği, Avrupa kupalarındaki ilk deneyimini 1967-68 Balkan Kupası'nda yaşadı. Ancak gruptaki 6 maçından sadece 1 beraberlik çıkarabildi. 1987'de Türkiye Kupası'nı kazanarak 1987-1988 sezonunda UEFA Kupa Galipleri Kupası'nda oynamaya hak kazandı. Bu kupada Sovyetler Birliği'nin Dinamo Minsk takımına deplasmanda 2-0, evinde 2-1 yenilerek ilk turda elendi. 1994-1995 sezonunda, Türkiye 1. Ligi'ni 5. sırada bitirerek 1995 UEFA Intertoto Kupası'nda Türkiye'yi temsil etme hakkı kazanmıştır. Mücadele ettiği 11. grupta 2 galibiyet ve 2 mağlubiyetle 3. sırada yer alarak elenmiştir. 2001'de Türkiye Kupasını kazanarak 2001-2002 sezonunda katıldığı UEFA Kupası'nın ilk turunda İsveç'in Halmstad takımıyla eşleşen Gençlerbirliği, ilk maçta Ankara'da 1-1 berabere kaldığı rakibine deplasmanda 1-0 yenildi ve kupaya erken veda etti. Gençlerbirliği, Avrupa'daki en büyük başarısını 2003-2004 sezonunda yakaladı. UEFA Kupası'nın ilk turunda İngiltere'nin Blackburn Rovers takımını evinde 3-1 yenen Gençlerbirliği, rövanş maçında rakibiyle 1-1 berabere kalarak 2. tura geçti. 2. turda Portekiz'in Sporting CP takımıyla eşleşen Gençlerbirliği, evindeki ilk maçı 1-1 berabere bitirdi. Ancak, deplasmandaki rövanşı 3-0 kazanmayı başararak 3. tura çıktı. 3. turda İtalya'nın Parma takımını deplasmanda 1-0, Ankara'da 3-0 yenerek 4. tura çıktı. 4. turda İspanya'nın Valencia takımıyla eşleşti. Ankara'daki ilk maç 1-0 kazanıldı, İspanya'daki rövanş maçının normal süresi 1-0 sona erdi. Uzatma dakikalarında yediği gole karşılık veremeyen Gençlerbirliği, 2-0'lık yenilgiyle kupaya bu turda veda etti. Gençlerbirliği'nin bu turdaki rakibi Valencia UEFA kupasını kazanma başarısı gösterdi. Gençlerbirliği ise, 2003-2004 sezonunda UEFA Kupası'nı kazanan Valencia'yı yenebilen tek takım oldu. Gençlerbirliği, 2004-2005 sezonunda sezonunda UEFA Kupası'nın 2. ön eleme turunda Hırvatistan'ın Rijeka takımıyla eşleşti. Evindeki maçı 1-0 kazanan Gençlerbirliği, rövanş maçını 2-1 kaybetmesine rağmen ilk tura çıkmayı başardı. İlk turda Yunanistan'ın Egaleo takımına deplasmanda 1-0 kaybettiği maçın rövanşında 1-1 berabere kalarak elendi. UEFA Kupa Galipleri Kupası: UEFA Kupası/UEFA Avrupa Ligi: UEFA Intertoto Kupası: Balkan Kupası: Gençlerbirliği A2 takımı, Gençlerbirliği SK'nin A2 futbol takımıdır. Takım 23 yaş altı futbolcularından oluşmaktadır. Kadroda, A2 Ligi statüsünde 23 yaşından büyük sporcu bulundurma hakkı vardır. Yasalar dahilinde en az üç yıldır Türkiye'de yaşayan 19 yaşından büyük iki yabancı futbolcu da istendiği takdirde alınabilmektedir. 1959-1970, 1983-1988, 1989- 1970-1979, 1980-1983, 1988-1989 1979-1980 12 Eylül 2013 tarihinde kurulan ve Gençlerbirliği'nin Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde mücadele eden hentbol takımıdır. Önceki adı Ankara Hentbol İhtisas Kulübü olan ve tamamen kendi kaynaklarıyla kurulup alt liglerde mücadele etmeye başlayan takım, Gençlerbirliği'ne başvurup kulübün isim hakkını aldı. Gençlerbirliği Hentbol Takımı, 2013-2014 sezonunda Türkiye Erkekler Hentbol Süper Ligi'nde mücadele edecek 5. başkent temsilcisinden bir tanesi oldu. Gençlerbirliği Spor Kulübü bünyesinde güncel olarak futbol, hentbol ve basketbol sporları dışında etkinlik gösteren şubeler şunlardır: 17 Aralık 1936 tarihinde hizmete açılan, 19.209 seyirci kapasitesine sahip stadyumdur. Gençlerbirliği Futbol Takımı'nın Ankara'da oynadığı futbol müsabakalarına ev sahipliği yapmaktadır. Doğal çim zemine sahiptir. Mimar Paolo Vietti-Violi'nin, bir yarışmanın sonucunda Türkiye’de tasarladığı spor kompleksinin ilkidir. Stadyum, askeri yürüyüşler için bir hipodromu, velodromu, ragbi, futbol, basketbol gibi takım sporları için antrenman sahalarını, tenis kortlarını, jimnastik salonunu, 33x60 m uzunluğunda iki havuzu, soyunma odalarını, sporcu ve kulüp binalarını, ilk yardım ünitesini, bir kuleyi, atış poligonunu ve alanın genel peyzajını ve seyirciler için düzenlenmiş olan açık alanları içermektedir. millî takım 6 Mart 2014 tarihi itibarıyla 19 Mayıs Stadyumu'nda daha önce 28 maç yapmıştır. Bu maçlardan 13 galibiyet, 6 beraberlik, 9 yenilgi almıştır. Oynadığı karşılaşmaların sekiz tanesi FIFA Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonası elemeleri çerçevesinde oynanmıştır. Gençlerbirliği İlhan Cavcav Tesisleri, Ankara'nın Yenimahalle ilçesine bağlı Beştepe semtinde yer alan sosyal ve antrenman tesisleridir. 23.000 metrekare alana kurulu tesiste; idari bina, kamp binası, altyapı binası, restoran, futbol okulu ve futbol sahaları yer almaktadır. Ankara'nın Keçiören ilçesine bağlı Etlik mahallesinde yer alan Gençlerbirliği Spor Kulübü'ne ait olan spor tesisidir. Tesiste bir adet büyük futbol sahası ve halı saha yer almaktadır. Daha önceleri Gençlerbirliği Etlik Tesisleri ismiyle faaliyet gösteren bu tesise, daha önce Gençlerbirliği Futbol Takımı'nda forma giyen eski futbolculardan Hasan Polat'ın ismi verilmiştir. Gençlerbirliği Spor Kulübü'nün aylık resmi dergisidir. İçeriğinde futbol ağırlıklı olmak üzere Gençlerbirliği Spor Kulübü bünyesinde faaliyet gösteren branşlarla ile ilgili haberler, sporcularla röpörtajlar ve çeşitli makaleler yer almaktaydı, ancak şu sıralar dergi basımı yoktur. Programlama dili Programlama dili, yazılımcının bir algoritmayı ifade etmek amacıyla, bir bilgisayara ne yapmasını istediğini anlatmasının tektipleştirilmiş yoludur. Programlama dilleri, yazılımcının bilgisayara hangi veri üzerinde işlem yapacağını, verinin nasıl depolanıp iletileceğini, hangi koşullarda hangi işlemlerin yapılacağını tam olarak anlatmasını sağlar. Şu ana kadar 150’den fazla programlama dili yapılmıştır. Bunlardan bazıları Pascal, Basic, C, C#, C++, Java, JavaScript, Cobol, Perl, PHP, Python, Ada, Fortran, Delphi ve Swift'tir. Donanım ve yazılımın bir veya daha fazla yapılandırması o programı çalıştırmak için bir tür yol sağlar. Programlama dili uygulamasında iki yaklaşım vardır: Derleme ve yorumlama. Herhangi bir tekniği kullanarak bir programlama dili uygulamak mümkündür. Genellikle donanım üzerinde çalışanlar yazılım üzerinde yorumlananlardan daha hızlıdır. Yorumlanan programların performansını geliştirmek için anında derleme programları kullanılır. Derleyiciden gelen çıktı ya donanım tarafından ya da yorumlayıcı diye adlandırılan programlar tarafından çalıştırılır. Cihaza komut göndermeyi sağlayan, verileri cihaza aktarma stilidir. Şu anda hemen hemen tüm yazılım dilleri İngilizcedir. Bazı uygulamaların dili ise İspanyolca olarak kullanılmaya başlanmıştır. Elektronik mühendisliği Elektronik mühendisliği, zayıf elektrik akımlarının karakteristikleri, haberleşme teknolojileri, elektromanyetik, ve sinyal işleme teknolojilerini inceleyen mühendislik dalıdır. Türkiye'de elektronik mühendisliği eğitimi İTÜ Elektrik F
akültesi bünyesinde başlamıştır. Önceleri zayıf akım kolu adı verilen bu dal daha sonra elektronik ve haberleşme mühendisliği olarak adlandırılmıştır. Elektronik mühendisliğinin uygulama alanları oldukça geniş kapsamlı olup bilgisayarlardan haberleşme sistemlerine, elektronikten optik sistemlere, uzman sistemlerden optimizasyon yöntemlerine, radardan uydu haberleşmesine, kontrol sistemlerinden tıp elektroniğine ve mikrodalga sistemlerinden mobil haberleşme sistemlerine kadar endüstrinin ve temel bilimlerin çeşitli uygulama ve araştırma konularını içermektedir. Elektronik mühendisliği ders programı temel dersleri; Abdullah Gül Abdullah Gül (d. 29 Ekim 1950, Kayseri); Türk ekonomist, siyasetçi ve Türkiye'nin 11. Cumhurbaşkanı. Cumhurbaşkanlığı görevini 2007–2014 yılları arasında sürdürmüştür. Bu görevinden önce 4 aylığına 2002–2003 yılları arasında Türkiye başbakanı olarak görev almıştır. 2003–2007 yılları arasında Başbakan yardımcılığı ve Dışişleri bakanı olarak görev almıştır. Gül 1991, 1995, 1999, 2002 ve 2007 Türkiye genel seçimleri'nde Kayseri milletvekili olarak meclise girmiştir. Başlangıçta Refah Partisi'ne katılmıştır fakat bu parti 1998 yılında laiklik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemlerinden dolayı kapatılınca Fazilet Partisi'ne katılmıştır. Fazilet Partisi 1. Olağan Kongresinde Genel Başkanlık için Recai Kutan ile yarışmıştır. 521 oy alarak 2. sırada kalmıştır ve Genel Başkan seçilememiştir. Gül 2001 yılında kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kurucular kurulu üyesi olarak parti'nin kuruluşunda önemli rol oynamıştır. AK Parti'nin 2002 Türkiye genel seçimleri'ni kazanmasıyla Başbakan olmuştur. Gül'ün kurmuş olduğu 58. Türkiye Hükûmeti Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasal yasağını kaldırınca Erdoğan 2003 Türkiye milletvekili ara seçimleri ile meclise girmiştir ve Başbakan olmuştur. 2007 yılına kadar Başbakan yardımcısı ve Dışişleri bakanı olarak görev almıştır. 2007 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimi'nde Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. Abdullah Gül 29 Ekim 1950 tarihinde Kayseri'de doğmuştur. Babasının adı Ahmet Hamdi Gül, annesinin adı Adviye Satoğlu'dur. Kayseri Gazi Paşa İlkokulu, Nazmi Toker Ortaokulu ve Orta öğrenimini Kayseri Lisesinde tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girdi. 1974 yılında mezuniyet sonrası aynı fakültede başladığı doktora çalışmaları için iki yıl İngiltere’de kaldı ve 1983’te İstanbul Üniversitesi’nden Doktor unvanı aldı. O dönem İTÜ Sakarya Mühendislik Fakültesi'nde (1992'de İTÜ'den ayrılarak Sakarya Üniversitesi'ne dönüştü) Endüstri Mühendisliği bölümünün kuruluşunda çalıştı ve aynı bölümde ekonomi dersleri verdi. 1989’da uluslararası ekonomi dalında Doçent oldu. Öğrencilik yıllarında Gençlik Örgütü Millî Türk Talebe Birliği bünyesinde yer aldı. Memleketi Kayseri'de, Necip Fazıl ekolünden Söğüt Fikir Kulübü'nde çalıştı ve bu ekolün ileri gelenlerinden Ali Biraderoğlu'nun fikri çevresinde bulundu. 1983-1991 yılları arasında İslam Kalkınma Bankası'nda ekonomi uzmanı olarak çalışan Gül, 1991 yılında yapılan seçimlerde Refah Partisi'nden 19. Dönem Kayseri Milletvekili olarak TBMM'ye girdi. 1993'te Refah Partisi'nde genel başkan yardımcılığı görevine getirilen Abdullah Gül, 1995'te yapılan genel seçimlerde, ikinci kez Refah Partisi 20. Dönem Kayseri Milletvekili seçildi. TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu ve Dışişleri Komisyonu üyelikleri de yapan Abdullah Gül, 28 Haziran 1996'da kurulan RP-DYP Koalisyon hükûmetinde Devlet Bakanlığı ve Hükûmet Sözcülüğü görevlerinde bulundu. Refah Partisi'nin 16 Ocak 1998'de Anayasa Mahkemesi'nce kapatılmasından önce kurulan Fazilet Partisi'ne geçen Abdullah Gül, 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde Fazilet Partisi'nden 21. Dönem Kayseri Milletvekili olarak tekrar parlamentoya girdi. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyeliğini de yürüten Abdullah Gül, 8 Mart 2000 tarihinde, partide "yenilikçi kanat" olarak adlandırılan milletvekillerinin desteğini alarak, genel başkanlığa adaylığını koydu. 14 Mayıs 2000 tarihinde yapılan Fazilet Partisi 1. Olağan Kongresi'nde 521 oy alarak, 633 oy alan Recai Kutan'ın gerisinde kaldı. Kongre sonuçları, siyasi çevrelerce, "parti tabanının Yenilikçi olarak adlandırılan kanadı geniş ölçüde desteklediği, ancak partinin henüz bir yönetim değişikliğine hazır olmadığı" şeklinde yorumlandı . Fazilet Partisi'nin 22 Haziran 2001'de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra bir süre bağımsız kalan Gül, 14 Ağustos 2001'de kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AK Parti) Kurucular Kurulu üyesi olarak partinin kuruluşunda aktif rol aldı. Hakkında kayıp trilyon davasında fezleke hazırlandı. Milletvekili dokunulmazlığı nedeniyle yargılanamadı. Gül hakkındaki fezleke dosyasına 2010 yılında takipsizlik kararı verildi. AK Parti Kayseri Milletvekili ve Siyasi ve Hukuki İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı. Gül, 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde Kayseri Milletvekili olarak yeniden seçildi. AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın siyasi yasaklı olması nedeniyle 16 Kasım 2002'de 58. Hükûmeti kurmakla görevlendirildi. Türkiye'nin 58. Hükûmeti, Başbakan Abdullah Gül tarafından, 18 Kasım 2002'de kuruldu. Recep Tayyip Erdoğan'ın, 9 Mart 2003 Siirt Milletvekili Yenileme Seçimi'nde meclise girmesinden sonra, Abdullah Gül başkanlığındaki 58. Hükûmet, 11 Mart'ta istifa etti. Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında, 14 Mart 2003'te kurulan 59. Hükûmet'te (2. AK Parti Hükûmeti), Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı. 3 Ekim 2005'te başlayan Avrupa Birliği müzakereleri için birçok yetkisini Baş Müzakereci Ali Babacan'a devretti. 24 Nisan 2007 tarihinde yapılan AK Parti Grup toplantısında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından 11. Cumhurbaşkanı adayı olduğu açıklandı. 27 Nisan tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı birinci tur seçimlerinde 357 kabul oyu çıkmasına karşın 367 sayısına ulaşılamadığı için, seçim ikinci tura kalmış; Anayasanın ilgili hükmü gereği, ilk oturumun açılabilmesi için 367 üyenin Mecliste hazır bulunması gerektiği gerekçesi ile Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından oturumun iptali için Anayasa Mahkemesi'ne açılan dava sonucu Meclis'in bu birinci oturumu, Anayasa Mahkemesi'nin 1 Mayıs 2007 tarihli kararı ile iptal edidi. 6 Mayıs 2007 tarihinde Mecliste yapılan iki yoklamada da toplantı yeter sayısının bulunamayışı yüzünden 11. Cumhurbaşkanı seçilememiştir. 22 Temmuz 2007 seçimlerinin ardından AK Parti'nin tek başına iktidara gelmesinde Gül'ün cumhurbaşkanı seçilememesinin etkili olduğu görüşü öne çıktı. Bunun sonucu olarak da Abdullah Gül tarafından "bunun cumhurbaşkanlığı adaylığına ilişkin açık bir mesaj olduğu" yorumu benimsendi. 13 Ağustos tarihinde kulislerde konuşulan 11. Cumhurbaşkanı adaylığı kesinleşti. 20 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi birinci turunda 341 oy aldı. 24 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci turunda 337 oy aldı. Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin üçüncü turunda 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyetinin 11. cumhurbaşkanı seçildi. Böylece Nisan 2007'de başlayan Türkiye'nin 11. Cumhurbaşkanını seçim süreci sona erdi. Abdullah Gül 28 Ağustos 2007'den 28 Ağustos 2014'e kadar Türkiye cumhurbaşkanlığı görevini sürdürmüştür. 26.01.2012 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan 6271 sayılı Cumhurbaşkanı Seçimi Kanunu ile görev süresi 7 yıl olarak netlik kazanmış oldu. Anayasa Mahkemesi kanunun ikinci kere aday olmasını engelleyen hükmünü iptal etti, ancak tekrar aday olmadı. Görevini 28 Ağustos 2014'te Recep Tayyip Erdoğan'a devretti. 2008 Ağustosunda, kayıp trilyon davasında Necmettin Erbakan'ın "sahtecilik" sebebiyle aldığı ev hapsi cezası, Abdullah Gül tarafından anayasada geçen ‘sürekli hastalık’ kapsamında affedildi. Kayıp trilyon davası sanıklarından biri olan Gül, milletvekili olmasından ötürü yargılanamamış daha sonra Cumhurbaşkanı seçildiğinde Başsavcılık tarafından kovuşturmaya gerek olmadığına karar verilmişti. Abdullah Gül 29 Ekim 1950'de Kayseri'de dünyaya gelmiştir. Annesi Adeviye Hanım ve babası Ahmet Hamdi Gül'dür. 21 Ağustos 1980'de Hayrünnisa Gül (Özyurt) ile evlenen Gül'ün Ahmet Münir, Kübra ve Mehmet Emre adlarında üç çocuğu dünyaya geldi. Gül, İngilizce ve Arapça biliyor. Ayrıca Beşiktaş takımını tutmaktadır. Dersim Dersim şu anlamlara gelebilir; Ardahan (il) Ardahan ili, Türkiye'nin kuzeydoğu köşesinde Doğu Anadolu Bölgesi'nde ve kısmen Doğu Karadeniz'de bulunan, Gürcistan sınırında kurulmuş olan bir il. Batısında Artvin, güneybatısında Erzurum, güneyinde Kars illeri ve doğuda Gürcistan Cumhuriyeti ile sınır teşkil etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti'nin Kafkaslar'a açılan kapısıdır. 1924 yılında il olmuştur. 1926 yılında Kars iline bağlı bir ilçe olmuştur. 1992 yılında Kars ilinden ayrılarak tekrar il olmuştur. Ardahan, ilin coğrafi yapısı ve tarihi geçmişinden kaynaklanan kendine özgü doğal ve tarihi değerlere sahiptir. Ardahan Doğu Anadolu Bölgesi'ne has doğal yapısı ve ikliminin yanında Doğu Karadeniz Bölümü'nün topografyasına, iklimine ve bitki örtüsüne geçiş yerleri ile farklı güzellikleri bir arada barındırmaktadır. Yüksek ovaları, akarsuları, ormanları, zengin çiçek çeşitliliğine sahip yaylaları ve iki gölü ile Ardahan keşfedilmeyi bek­leyen bir doğa cennetidir. Nüfusun büyük çoğunluğunu Kıpçak kökenli Ahıska Türkleri oluşturur. Geriye kalan kısım ise Kürtler, Terekemeler ve Alevi-Türkmenler'den oluşur. Bunun dışında az da olsa Kafkas halkları da mevcuttur. Bölge itibarıyla soğuk, elverişsiz iklimi ve işsizliğin de olması nedeniyle dışarıya çok göç vermiştir. Ardahan İli Nüfusu: 98.335'dir. Bu nüfusun %41'i şehirlerde yaşamaktadır (2016 sonu). İlin yüzölçümü 4.934 km²'dir . İlde km²'ye 20 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 33’dür.) Merkez ilçe dışında, ilin bütün ilçelerinde ve genelde nüfus azalmıştır. (%-0,94) 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 6 İlçe, 7 belediye, bu belediyelerde 39 mahalle ve ayrıca 227 köy vardır. Ardahan ili nüfusu: 97.096'dir. Bu nüfusun %41,4'ü şe
hirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 4.934 km²'dir. İlde km²'ye 20 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 33’dür.) İlde yıllık nüfus artış oranı - % 1.26 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 6 İlçe, 7 belediye, bu belediyelerde 39 mahalle ve ayrıca 227 köy vardır. İlin tüm ilçelerinde nüfus azalmıştır. Nüfus azalma oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Posof (-% 3,28), Merkez (-% 0,43). İl genelinde karasal iklim hakim olup; kışlar uzun, sert ve kar yağışlıdır. Yıllık ortalama sıcaklığı 3,7 °C olup, kışın –30,0 °C’nin altına iner. Türkiye’nin kuzeydoğusunda yer alan Ardahan’a yılda ortalama 550 mm yağış düşer. Sonbaharın ilk soğukları eylül ayının sonunda başlar, ilkbaharda mayıs ayının ortalarına kadar devam eder. İlin batı ve kuzeyinde daha çok Türkiye'de Karadeniz iklimi'nin özellikleri görülür. Bu özellik bitki örtüsünde de kendini gösterir. Batı ve kuzeyde özellikle Posof ilçesi ile Artvin’e komşu olan yörelerde ormanlıklar ve çalılar yer alırken, Ardahan'in güney kesimlerinde çayır ve meralar yaygınlık göstermektedir. Göle ovasında kışlar ağır geçer. Bu saha Türkiye’nin en soğuk yerlerinden sayılan Sarıkamış’a oranla daha soğuktur. Her tarafı yüksek dağlarla çevrilmiş çanak biçimindeki ovada kışın hava akımı az olur. Bu durumda soğuyan ve ağırlaşan hava aşağıya doğru hareket eder ve sıcaklık kaybına uğrayarak dondurucu bir hal alır. Böylece Toprak örtüsü ve bataklıklar donar. Ovayı kuşatan ve biraz esinti gören dağların yamaçları daha az soğuktur. Kış aylarında bazen ovanın içerisini kalın bir sis tabakası örter ve etrafındaki dağlardan bakılınca burası adeta bir deniz gibi gözükür. Bu ovaya kışın en soğuk rüzgâr kuzeybatıdan gelir ve buna "Ardahan Yeli" denir. Etrafı dağlarla çevrili olan ve ortalama 1500 m yükseklikte Posof İlçemizde ise Doğu Karadeniz ikliminin sert şekli hüküm sürer. Burada mikro-klima tipi iklim hakim olup, kışlar yağışlı, yazlar ise sıcak geçmektedir. Bu iklimin en belirgin özelliği yağışlarıdır. Bu alana her mevsimde yağış düşer. Sahada altı ay kış mevsimi yaşanır. Bu esnada yağışlar hep kar halindedir ve boldur. Mayıs'a kadar kar yağdığı da olur. İlkbaharda ve sonbaharda sisler oluşur. Yaz mevsimi esnasında yağmur eksik olmaz. Sıcaklık yağışlardan ve havanın sık sık bulutlu kalışından etkilenir. Yaz mevsimi adeta bir ilkbahar serinliğindedir. Durum böyle olunca buralarda geniş ormanların varlığı kendiliğinden oluşur. Açık kalan yerler ve vadiler devamlı bir yeşillik içerisindedir. Ardahan ili Türkiye Büyük Millet Meclisi' nde iki milletvekilliği ile temsil edilmektedir. Yapılan 7 Haziran 2015 Genel Seçimler' inde Ardahan ilini temsil edecek milletvekilleri ve partileri şöyledir Ardahan ilinde çayır-mera alanlarının fazla olması, sanayi merkezlerinin ilden uzak olması ve diğer nedenlerle Ardahan ilinde tarım ve hayvancılık faaliyetleri öne çıkmıştır. İl genelinde tarımsal faaliyetlerden çok hayvancılık faaliyetleri öne çıkmaktadır. Elma, armut, mısır, vişne gibi tarım ürünlerinin tamamına yakını Posof ilçesinde yetiştirilmektedir. İl genelinde buğday, arpa gibi tahıl ürünleri yetiştirilmektedir. Ancak endüstriyel tarım yapılmamaktadır. Tarım ürünlerinin tamamına yakını organiktir. Ardahan ili, iklim durumu, çayır ve meraların varlığı gibi nedenlerle hayvancılığa elverişli bir yapıdadır. İklim şartları yem bitkisi üretimine elvermektedir. İl genelinde büyük ve küçükbaş hayvancılık, mera hayvancılığı şeklinde yapılmaktadır. Ardahan’da çok sayıda kümes hayvanı beslenmektedir. En çok beslenen kümes hayvanı kaz'dır. Kazın dışında tavuk, ördek ve hindi de beslenmektedir. İl genelinde sanayi neredeyse yoktur. Toplam sanayi kuruluşu sayısı 13’tür. Var olan sanayi hayvancılık sektöründe hizmet vermektedir. 2017-2018 Sezonu sonunda, Serhat Ardahanspor, BAL (Bölgesel Amatör Lig) de grubunda 3.olmuştur. Ardahan Belediye Balspor voleybol bölgesel erkekler ligine katılmıştır. Ziraat Türkiye Kupası ilk turunda Artvin Hopaspor'a elenmiştir. 2.340 kişilik 80'inci Yıl Şehir Stadyumunun yapımına başlanmıştır. İl merkezinde 450 kişilik K.Karabekir Kapalı Spor Salonu bulunmaltadır. Ayrıca yarı olimpik kapalı yüzme havuzu da bulunmaktadır. Şehir merkezine 22 km uzaklıkta Yalnızçam Kayak Merkezi bulunmaktadır. Cezayir Cezayir (Berberi dilleri: ⴷⵣⴰⵢⴻⵔ |Dzayer| ; Arapça: الجزائر) ya da resmi adıyla Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti, Kuzey Afrika'da ülke, Afrika'nın yüzölçümü olarak en büyük ülkesi. Cezayir'in komşuları kuzeydoğuda Tunus, doğuda Libya, güneydoğuda Nijer, güneybatıda Moritanya ve Mali, batıda Fas ve Batı Sahra'dır. Etnik açıdan bir İslam, Arap ve Berberi ülkesidir. Ülke ismi ("El Cazayir") Arapçada "adalar" anlamına gelir. Cezayir'de 2 milyon yaşında hominid iskeletleri bulunmuştur. Araştırmacılar, ülkede yontmataş çağından kalma "Homo habilis" ve "Homo erectus" fosilleri de ortaya çıkartmıştır. Cilalıtaş devrinde şu anda Sahra Çölü'nün bulunduğu alanlar daha sulaktı. Böylece Cezayir'in şu anda çöl olan güney bölgesinde insanlar yaşayabiliyordu. Bu dönemden kalma mağara resimleri bulunmaktadır. MÖ 1000 yıllarında Fenikeli tüccarlar Cezayir’in Akdeniz kıyılarına yerleşime başlamıştır. Kartaca Krallığının MÖ 146 yılında Romalılar tarafından yıkmasıyla Cezayir, “Mauretania Caesariensis” adıyla imparatorluğun bir eyaleti haline geldi. Antik Yunanistan ve Roma İmparatorluğu'nda Numidya (Νομαδια) olarak bilinen yörenin adı, Yunanca "göçebe" anlamındaki "nomados" (νομαδος) kelimesinden gelir. Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla Cezayir' de sırasıyla Vandallar ve Bizans’ın hakimiyeti altına girdi. 7. yüzyılın ortalarından itibaren Emevi akınlarına uğrayan Cezayir’ deki Berberi kabilelerinde yüzyılın sonuna doğru İslamiyet yayılmaya başladı. Emevî hakimiyetindeki uygulamalara isyan eden Berberi kabileleri yerel emirlikler kurmuştur. 777-909 yılları arasında hüküm süren Rüstemiler Devleti Cezayir'deki Müslümanların kurduğu ilk bağımsız devlettir. Batı Cezayir Fas'ta hüküm süren İdrisiler'in , Doğu Cezayir Aglebiler idaresine girdi. 909 yılında Rüstemiler Devleti ve Aglebiler'in yıkılmasıyla Cezayir Fatımi Devletinin hakimiyetine girdi. 10. yüzyıl sonlarında Berberiler Cezayir'de yeniden küçük ve kısa ömürlü devletçikler kurmaya başladılar. Ziriler ve Hammadiler (1015-1152) devletleri kuruldu. Bu sırada Murabıtlar Tilimsan, Ténès ve Cezayir'e kadar Kuzey Afrika'yı hakimiyetleri altına aldı (1062). 1130-1269 tarihleri arasında hüküm süren Muvahhidler Hammâdî ve Murabıt Devleti’ne son vererek Cezayir ve bütün Kuzey Afrika'yı ele geçirdi. Muvahhidler’den sonra Doğu Cezayir, Tunus'taki Hafsi Devletinin (1228-1574)topraklarına katıldı. Orta ve Batı Cezayir ise Tlemsen merkezli Abdülvadiler’in (1235-1550) idaresine girdi. Abdülvadiler'in zayıflamasıyla Bedevi kabileler isyan ederek birçok şehirde kendi emirliklerini kurdular. İspanyollar' da 1505-1513 arasında sahildeki önemli şehirleri ele geçirdiler. Oruç Reis ve kardeşi Hızır Reis Cezayir’e gelip İspanyollar’a karşı mücadeleye girişmeye başlamışlardır. Cerbe adasına yerleşen ve Yavuz Sultan Selim’in himayesi altına giren kardeşler, Cezayir ve Şerşel'i ele geçirdiler. Şerşel ve Cezayir sultanı ilan edilen Oruç Reis, Ténès ve Tlemsen'i ele geçirmiş ancak 1518’de Tlemsen'i geri almak isteyen İspanyollarla yaptığı savaşta hayatını kaybetti. Onun yerine geçen Hızır Reis Osmanlılar’ın desteğini sağlamaya çalıştı ve 1519'da Yavuz Sultan Selim’den yardım istedi. Yavuz Sultan Selim “Hayreddin” lakabıyla andığı Hızır’ı Cezayir hakimi olarak tanıyarak ona askeri destek yolladı. Bu şekilde hutbenin padişah adına okunmaya başlandığı Cezayir, Osmanlı nüfuzu altına girdi. 1534 yılında Kanuni Sultan Süleyman'ın Barbaros Hayreddin'i İstanbul'a davet edip Cezayir beylerbeyi sıfatı ile onu Osmanlı donanmasının başına getirmesiyle Cezayir doğrudan doğruya bir Osmanlı beylerbeyiliği haline geldi. Cezayir’deki Osmanlı egemenliği 1830 yılına kadar devam etmiştir. Bu dönemde Cezayir, Tunus ve Trablusgarp'la birlikte "Garp Ocakları" şeklinde adlandırılmış ve ayrı bir statü ile idare edilmiştir. Bu özel statü kapsamında Osmanlı hakimiyetinde olan Cezayir, idari bakımdan Beylerbeyler Devri (1518-1587), Paşalar Devri (1587-1659), Ağalar Devri (1659- 1671) ve Dayılar Devri (1671-1830) olmak üzere dört farklı dönem yaşanmıştır. 5 Temmuz 1830'da Cezayir şehrinin ele geçirilmesiyle Fransızlar'ın Cezayir'deki sömürge dönemi başladı. Emir Abdülkadir idaresindeki isyan hareketi sonucunda Fransızlar Cezayir’in bütününü 1847’de ele geçirebildi. Osmanlı yönetimi, Fransız işgalini tanıyarak Cezayir üzerindeki haklarının sona erdiğini ilan etti. İlk sömürge birimleri Cezayir şehri çevresinde kuruldu. Avrupa’dan gelen göçmenlere yerli kabilelerin ellerinden alınan arazilerin verilmesiyle Cezayir' de Avrupalı nüfusu artış gösterdi. 1841-1850 yılları arasında 115.000 hektar arazi dışarıdan gelenlere dağıtıldı. 1847’de ülkedeki Avrupalılar’ın sayısı 104.000 iken 1872’de 245.000'e, 1911 yılında da 752.000’e yükseldi. Bununla birlikte yabancıların sahibi olduğu arazinin miktarı 1860’ta 365.000 iken, 1930’da ise 2.345.000 hektardı. 1848 Fransız anayasasına göre Cezayir sömürgesi üç eyalete ayrılarak Paris’ten tayin edilen bir genel vali tarafından yönetilmeye başlandı. 1870’te sivil idareye geçirilen Cezayir Paris’teki İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. Askerî idarenin kalkmasının ardından 1871 yılında Muhammed el-Mukrani’nin liderliğinde toplanan kabileler, ülkenin tamamına yakınında ayaklanma başlattı. 1881’de de Sîdî Şeyh liderliğindeki kabilelerinde katıldığı ayaklanmayı Fransız sömürge yönetimi kanlı şekilde 1884 yılında bastırabildi. II. Dünya Savaşı'ndan sonrasında Cezayirliler durumlarında ciddi iyileştirmelerin yapılmaması, ekonominin kötüleşmesi vb sebeplerle 5 Ağustos 1945’te gerçekleştirilen gösterilerde, Fransızlar’ın silahlı müdahalede bulunmasıyla binlerce Cezayirli öldürülmüş ve çok sayıda gösterici tutuklanmıştır. Bunun sonucunda Cezayir'de 1 Kasım 1954 tarihinde silahlı mücadele başlatıldı. Ülkeyi bağıms
ızlığa götürmesi amacıyla başlatılan silahlı mücadele kısa zamanda Cezayir geneline yayılması üzerine, Sömürge yönetimi 28 Ağustos 1955'te olağanüstü hal ilan etti. 19 Eylül 1958’de Kahire’de toplanan Cezayirliler’in ileri gelenleri bağımsız Cezayir Cumhuriyetini ilan ederek Ferhad Abbas’ın başkanlığında bir geçici hükumet kurdular. 18 Mart 1962’de Evian antlaşması ile savaşın sona ermesiyle ateşkes ilan edildi. Antlaşma şartlarına göre 1 Temmuz 1962 tarihinde yapılan referandumda Cezayirliler'in % 91’i bağımsızlık lehinde oy kullanmasıyla Cezayir bağımsız bir devlet oldu. 2005 ve 2006 yıllarında Cezayir Devlet Başkanı Fransa'yı soykırım yapmakla suçlamış ve Paris'ten bir özür beklediklerini açıklamıştır. Ancak Fransa iddiaları kabul etmemiş ve konunun tarihçilere bırakılması gerektiğini öne sürmüştür. Cezayir'in bağımsızlığından sonra 20 Eylül'de toplanan kurucu meclis ilk Cezayir hükumetinin başkanlığına Ahmed bin Bella'yı getirdi. Millî Kurtuluş Cephesi, Kasım 1962’de bütün siyasi partileri kapattığı gibi her türlü örgütü de kendisine bağlanmıştır. 13 Ekim 1963 tarihinde yapılan referandumla yeni anayasa kabul edilirken Ahmed bin Bella'da beş yıl için devlet başkanlığına seçildi. Bağımsızlık savaşında ülkede görülen yıkım ve ülkede yaşayan Avrupalılar'ın da göçüyle ülkede yaşanan ekonomik çöküş sonucunda Ahmed bin Bella, Savunma Bakanı Hüvari Bümedyen tarafından 19 Haziran 1965 askeri bir darbe ile görevden uzaklaştırıldı. Bumedyen 10 Temmuz'da 1963 anayasasını yürürlükten kaldırarak meclisin çalışmalarını askıya aldı.1963 ile 1979 arası başbakanlık görevi askıya alınmıştır. 1980’lerin başından itibaren hızlanan İslamcı akımlar Cezayir'de önemli yer tutmaya başladı. Ekim 1988’de ülkenin büyük şehirlerinde yaşanan halk ayaklanmaları sırasında çıkan çatışmalarda yüzlerce kişi hayatını kaybetti. Şadli Bencedid muhalefetin baskılarına dayanamayarak büyük reformlar yapmak zorunda kaldı. Yürürlükte olan tek parti rejimine ve sosyalist ekonomiye son verdi. 2 Temmuz 1989’da da çok partililiğe izin veren yeni siyasi örgütlenme kanunu ile seçim kanunu kabul edildi. 12 Haziran 1990 gerçekleştirilen ve bazı partilerin katılmadığı seçimlerde İslami Selamet Cephesi (FIS) kullanılan oyların %56' sını alarak birinci çıktı. 27 Haziran 1991 yılında gerçekleşmesi beklenen genel seçimlerden önce ülkede meydana gelen büyük karışıklık döneminde ordu yönetime el koydu ve İslami Selamet Cephesi liderlerini tutukladı. Ancak yönetim 26 Aralık 1991’de, ülke tarihinde ilk defa çok sayıda siyasi partinin katılımıyla genel seçimlerin birinci turunun yapılması kararını aldı. Genel seçimlerin birinci turunda İslami Selamet Cephesi büyük bir başarı göstererek oyların çoğunu aldı. 16 Ocak 1992’de yapılacak ikinci tur seçimler öncesinde Cumhurbaşkanı Şadli Bencedid'in istifa etmesiyle yetkilerini yeni oluşturulan yüksek devlet komitesi üstlendi. Yüksek Devlet Komitesi başına Muhammed Budiaf getirildi. Budiaf’ın başkanlığındaki yüksek devlet komitesi olağanüstü hal ilan ederek seçimleri iptal etti ve İslami Selamet Cephesi taraftarlarını tutuklatmaya başladı. Aynı komite 1992 yılı Mart ayında İslami Selamet Cephesi’ni Mart 1992’de kapattı. Budiaf’ın 29 Haziran 1992 tarihinde koruma subaylarından biri tarafından öldürülmesiyle ülkede siyasi istikrarsızlık baş göstermeye başladı. Budiaf’ın yerine, yüksek devlet komitesi üyesi Ali Kafi başkanlığa getirildi. 1999'dan beri cumhurbaşkanlığı görevini Abdülaziz Buteflika yörütmektedir. İslamcı gruplarla Cezayir hükumeti arasında yaşanan iç savaş 2002 yılında hükumet güçlerinin Cezayir’ e hakim olmasıyla bitirildi. Ülkenin başında 5 yılda bir seçilen cumhurbaşkanı bulunur. Cumhurbaşkanı ayrıca Bakanlar Meclisi ve Yüksek Güvenlik Konseyi'nin de başıdır. Cumhurbaşkanı ayrıca bakanları ve başbakanı da atar. Yasama, 1996 yılından bu yana çift meclisli sistem ile oluşuyor: "Millet Konseyi" ve "Ulusal Halk Meclisi". 144 üyeden ibaret Millet Konseyi'nin Başkanı gerektiğinde Cumhurbaşkanına vekalet etmekte. "Ulusal Halk Meclisi'nde ise, 48 seçim bölgesinden gelen 462 milletvekili yer alıyor. Cezayir 48 vilayete ayrılmıştır: Cezayir, 2.381.741 km²'lik alanıyla Akdeniz'in ve Afrika kıtasının ise en büyük ülkesidir. Güney kesiminde, Sahra çölünün önemli bir kısmını toprakları içine alır. Cezayir'in kıyıları genelde dağlara çok yakın ve sarptır, fazla doğal liman yoktur. Kıyının hemen gerisinde Atlas Dağları, Fas'tan başlayarak doğuya doğru iki şerit halinde Tunus'a kadar 2400 km boyunca uzanır. Kuzeydeki dağ sırasına Tell Atlasları, güneydekine ise Sahra Atlasları denir. İki dağ silsilesi arasında büyük ovalar ve yaylalar yer alır. Bu iki sıra doğuda Tunus sınırına doğru birbirine yakınlaşır. Atlas sıradağlarının Cezayir'deki kısmının en yüksek noktası yaklaşık 2.900 m irtifadadır. Ancak Cezayir'in en yüksek noktası, Sahra'nın ortasındaki Hoggar kitlesinde 3.003 metre yükseklikteki Tahat zirvesidir. Cezayir'in Sahili 1200 km'dir Ülkenin kuzey bölgesinde Akdeniz iklimi, güneyinde ise çöl iklimi hakimdir. Deniz kıyısındaki yerleşimlerde kış ortalama sıcaklığı 8 ila 15 °C iken Mayısta 25 °C'a yükselir ve Temmuz-Ağustos aylarında 28 ila 30 °C ortalamaya ulaşır. (Skikda'da 28 °C, başkent Cezayir'de 29,5 °C) Ortadaki Kabile dağlarında ve yaylalarda kışın ortalama sıcaklık 8 °C civarındadır ve -7 °C'a kadar düşer. Kışın bu bölgeye kar yağar. Yazın ise sıcaklık 30 ila 38 °C'a kadar yükselir. (Konstantin'de 36 °C) Güneydeki Sahra bölgesinde kış sıcaklığı 15 ila 28 °C iken yazın 40 ila 45 °C'a yükselir. Cezayir, Afrika kıtasının en zengin ülkelerinden biridir. Yıllık 113,6 milyar dolarlık Gayri safi millî hasıla ile kıtanın en büyük beşinci iktisadına sahiptir. Para birimi 'Cezayir Dinarı'dır. Cezayir, önemli bir doğal gaz (üretimde dünya 5.si, ihracatta 4.sü gelir) ve petrol (üretimde 13., ihracatta 9.) üreticisi ve ihracatçısıdır. Ülkenin güney batısında demir, güney ucunda ise uranyum ve çinko yatakları bulunur. Bir kamu şirketi olan Sonatrach tarafından çıkarılan petrol ve doğal gaz, ülkenin başlıca gelir kaynağıdır. Cezayir, tarım reformu ve ağır sanayinin modernizasyonu yoluyla iktisadını canlandırmayı denemiştir, ancak petrol ve doğal gaz kökenli ürünler hâlâ ihracatın neredeyse tamamını oluşturur. Denize yakın kesimde tarıma elverişli alanlarda başta zeytin gibi Akdeniz iklimi bitkileri yetişir. Cezayir, bakla tarımında dünya 1.si, incirde 5.si, hurmada 6.sı, kayısıda 9.su, bademde 10.su gelir, buna karşın tarım ürünlerinin büyük kısmını ihraç edemez. Cezayir'in dış borçları 2005 yılında 17,5 milyar dolar iken Aralık 2006'da 4,7 milyar dolara düşmüştü. Ülke, dış borçlarını yavaş yavaş kapatmakta, bunda artan petrol fiyatlarından yararlanmaktadır. Bir OPEC ülkesi olan Cezayir, sağlam bir iktisada sahiptir. Petrol ve doğalgaz gelirleri dış borçları azaltmakta kullanıldığı gibi önemli altyapı projelerinin gerçekleşmesini de sağlamaktadır. Modern Cezayir edebiyatı Arapça ve Fransızca arasında bölünmüş durumda olup ülkenin yakın geçmişinden etkilenmiştir. 20. yüzyıl Cezayir romancıları arasında en önemlileri Muhammed Dib, Albert Camus ve Katib Yasin'dir. 1980'lerin önemli romancıları daha sonra Uluslararası Af Örgütü'nün başkan yardımcısı olacak Raşid Mimuni ve laik görüşleri nedeniyle şeriatçi bir grup tarafından öldürülen Tahar Djaout'tur. Ünlü modacı Yves Saint Laurent, Oran kentinde doğan bir Cezayirlidir. Fransız kökenli ünlü Cezayirliler arasında filozof Jacques Derrida da bulunur. Melek Bennabi ve Frantz Fannon sömürgecilik karşıtı görüşleriyle tanınmıştır. 1905-1973 yılları arasında yaşamış olan Malik bin Nebi Cezayir halkının sosyolojik dönüşümünde oldukça emeği geçmiş ve bu konularda önemli eserler vermiştir. Hıristiyan düşünür Aziz Augustinus Annaba yakınlarında, Tagaste'de doğmuştur. Tunus'lu olan İbni Haldun, ünlü eseri Mukaddime'yi Cezayir'de yazmıştır. Cezayir kültürünün en önemli unsurunu İslam medeniyeti oluşturur. Ülke nüfusunun %99'dan fazlasını müslüman kökenliler oluşturur. Hıristiyanların oranı %0,1 kadardır. 1960'ta sayıları 160.000'i bulan musevilerden sadece 200 kadarı kalmıştır. Cezayir anayasası, tüm vatandaşlara din özgürlüğü tanır. İmamlar, papazlar ve hahamlar Diyanet İşleri Bakanlığı'na bağlıdır ve devlet memurudur. Vaaz vermek veya dini faaliyetlerde bulunmak devletin iznine tabidir. Devlet, din eğitimine ve camilere maddi katkıda bulunmakta, imamların maaşlarını ödemektedir. 2005'ten beri şeriat hukuku orta dereceli okullarda zorunlu ders haline getirilmiştir. Cezayir müziğinin ülke dışında en çok bilinen türü rai'dir. Rai, çobanların folklorik müziğiyle popun bir karışımıdır. Cheb Khaled ve Cheb Mami gibi uluslararası yıldızlar bu tarz müzikle ün kazanmıştır. Cezayir içinde ise sözel ağırlıklı eski şaabi türü müzik halk tarafından tercih edilmektedir. Kabile müziği de kıvrak tonlarıyla beğeni toplamaktadır. Kıyı kentlerinde Endülüs göçmenlerinin getirdiği Endülüsi müzik, klasik bir tarz olarak günümüzde de dinlenmektedir. Cezayir yemekleri Akdeniz mutfağının özelliklerini gösterir. Bazı yemekler ülke genelinde pişirilse de çoğu yereldir ve kültürel çeşitliliğe delalet eder. Bu durum, yerel coğrafya, iklim ve tarihin bir sonucu olarak zamanla ortaya çıkmıştır. Buğdaydan yapılan, et veya sebzeyle servis edilen kuskus, merguez (mergez), biber, soğan ve sarımsakla yapılan şakşuka tipik yemeklerdir. Eretna Beyliği Eretna Beyliği ya da Eretna Devleti, Anadolu'nun Moğol (İlhanlılar) istilasına uğramasından sonra, Sivas ve Kayseri merkezli kurulan, 1335 - 1381 yılları arası hüküm süren bir Anadolu beyliğidir. Beyliğin kurucusu Alaeddin Eretna, Uygur kökenli olup, İlhanlılar Devletinin Rûm (Anadolu) valisi Timurtaş'a hizmet eden komutanlardan birisiydi. Timurtaş ile kızkardeşini evlendirerek akrabalık bağı da kuran Eretna, onun Mısır'a kendisini yerine vekil bırakmasını fırsat bilip Moğolları karşı ayaklandı. Memlük sultanı adına sikke kestirip hutbe okuttu. Celayirî Emir (Şeyh) Hasan Büzurg kendisine tabiliği reddeden Eretna üzerine bir ordu ile yürüdü ve Sivas
ile Erzincan arasında Karanbük mevkinde meydana gelen savaşı Eretna kazandı. Bundan sonra nüfuzunu kuvvetlendiren Eretna bağımsızlığını ilan etti. Kayseri'de vefat eden Alaeddin Eretna Köşk Medresesi avlu­sundaki kümbete gömüldü. Öldüğünde Sivas, Kayseri, Amasya, Tokat, Çorum, Develi, Karahisar, Ankara, Zile, Canik, Ürgüp, Niğde, Aksaray, Erzincan, Doğu Karahisar ve Darende onun hakimiyeti altındaydı. Eretna dindar, iyilik sever ve alim bir hükümdar olarak tanınmıştır. İdaresi altındaki yerleri adilane yönettiğinden ve seyrek çıkan sakalları sebebiyle halk arasında köse peygamber lakabıyla meşhur oldu. Eretna, Eratna şeklinde günümüzde okunan sözün Arap alfabesindeki orijinali Ertine (آرتين)şeklinde de okunabilir. Aynı zamanda bir Uygur dili de sayabileceğimiz Tuva Türkçesinde bu sözün günümüzde bir anlamı vardır. Tıva dilinde "Ertine" (эртине), hazine, değer verilen manalarına gelir. Alâeddin Eretna'nın üç oğlundan en büyüğü olan Hasan Büzurg Sivas valisi iken Ramazan çok genç yaşta vefat etmiş ve Güdük Minare adıyla anılan kümbete gömülmüştü. Diğer oğulları Cafer ve Mehmed beyler baba­larının ölümü üzerine birbirlerine karşı iktidar mücadelesine giriştiler. Isfahan Şah Hatun' un oğlu olan Mehmed Bey ümera tarafından Gıyaseddin unvanıyla hükümdar ilan edildi. Adına hutbe okutup sikke kestiren Gıyaseddin Meh­med'in yaşının küçük olması ve dirayetsizliği bir süre sonra nüfuzunu kaybetmesine sebep oldu. Kendisini beğenmeyen ümera ve ulemanın baskısıyla 1354'te tahtını terk ederek Karamanoğulları'na sığındı. Ondan boşalan tahta yine üme­râ tarafından bu defa Cafer Bey çıkarıl­dı ve İzzeddin unvanıyla sultan ilan edildi. Ancak tahtını tekrar ele geçirmek için harekete geçen Mehmed Bey 1355 Ni­sanı'nda meydana gelen Yalnızgöz Savaşı'nda kardeşi Cafer Bey'i mağlup etti. Kısa bir aradan sonra Eretnalı tahtına yeniden oturan Mehmed Bey büyük yardımlarını gördüğü Hoca Ali Şah ile mücadeleye girdi ve sonunda onu da bertaraf etti (1358). Mehmed Bey iktidarı döneminde en çok Moğollar'ın sebep ol­duğu olaylarla uğraştı. Her vesileyle karışıklık çıkaran Moğollara karşı giriştiği mücadelede başarısız kalan Mehmed Bey, veziri Kadı Burhâneddin'in bütün gayretlerine rağmen idaresinden ve kendisinden memnun olmayan Hacı Şadgeldi ve Hacı İbrahim gibi devlet adamları tarafından Sivas'ta öldürüldü. Henüz 13 yaşında tahta geçen Alaaddin Ali Bey ülkede nüfuzunu kaybetti. Valiler bağımsız hareket etmeye başladı. Karamanoğulları Kayseri'yi ele geçirdi. Kadı Burhaneddin'in çabalarıyla ülkede istikrar sağlanmaya çalışılsada başarılı olunamadı 15 yıl hüküm süren Alaaddin Amasya üzerine yapılan bir sefer sırasında vebadan öldü.(1380) Ali Bey'in henüz yedi yaşında olan oğlu hükümdar ilan edildi. Yaşı küçük olmasından dolayı Şebinkarahisar yöneticisi Kılıç Arslan kendisine naip oldu. Kadı Burhanneddin önce Kılıç Arslan'ı öldürüp onun yerine nailik yaptı, kısa süre sonra da küçük hükümdarı tasfiye ederek Eretna Devleti'ne son verdi ve kendi adıyla anılacak Kadı Burhaneddin Devleti'ni kurdu.(1381) Bilim Bilim veya ilim, fiziki ve doğal evrenin yapısının ve hareketlerinin birtakım yöntemler (deney, düşünce ve/veya gözlemler) aracılığıyla sistematik bir şekilde incelenmesini de kapsayan entelektüel ve pratik çalışmalar bütünüdür. Bilim; neden, merak ve amaç besleyen bir olgu olarak günümüze kadar birçok alt dala bölünmüş, insanların daha iyi yaşam koşullarına kavuşmasına, bilinmeyen olguları bulmasına ve yeni şeyler öğrenmesine önayak olmuştur. Tüm bilim dalları evrenin bir bölümünü kendine konu olarak seçer, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışır. Bilim; temelleri sanat tarafından atılmış, her aşamada sanat ve yaratıcılıkla beslenerek insanların hayat koşullarını iyileştirmek için yapılan çalışmaların bütünüdür. Einstein bilimi, "her türlü düzenden yoksun duyu verileri ile düzenli düşünceler arasında uygunluk sağlama çabası," Bertrand Russell ise "gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla dünyaya ilişkin olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabası" olarak tanımlar. Yüzyıllardır insanlığın yeryüzündeki yaşama ortamına duyduğu merak, yaşam standartlarını yükseltecek bir etkinliğe bürünmeye başladı. Olağan gibi görünen olayları anlama çabası, aslında dünyanın gizemlerle dolu bir yer olduğunu ve bunları çözümlemek gerektiği gerçeğini doğurmuştur. Geleneksel bilim sadece anlamaya ve çözmeye gereksinim hissetse de, ileri safhalara bölünen bilim türleri sadece çözmeyi değil çözümden öte ilerlemeyi de kapsar. Geçmişe bakıldığında en önemli sayılan bilim dallarından bazıları matematik, geometri, gök bilimi ve tıptır. Çok çeşitli matematiksel çözümleme sistemlerinin geliştirildiği ilk zamanlardan bu yana hâlâ yeni formüller, sistemler, kuramlar geliştirilmektedir ki bu da bilimin sürekliliğine bir örnektir. Bilimsel yasalar bilimin vazgeçilmez ögeleri olsa da, hâlen birçok bilimsel yasanın doğruluğu tartışılır düzeydedir. Bilim deneye çok önem verir ve bilimsel yöntem deneye dayanır. Bu evre, işlenen konuyu daha inandırıcı kılmanın yanında belirli bir çerçeveye oturtur. Bir varsayım (hipotez), muhtelif sınamalar sonucunda doğrulanırsa kuram (teori) statüsünü alabilir ve temel taş niteliğine bürünebilir. Bilimin sonsuz bir süreç içinde değişimi yadsınamaz bir durumdur. Zaman içinde alt dallara bölünen bilim "sayısal" ve "sosyal" alanlarda ayrı konulara bürünmüş; fakat nitelik açısından aynı amaca hizmet etmeyi sürdürmüştür. Bilimin yazıdan daha önce ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu sebeple, özellikle antik çağlardaki bilimsel buluş, görüş ve keşifleri incelemekte arkeolojinin önemli bir yeri vardır. Örneğin arkeolojik çeşitli keşiflerin incelenmesi sonrası tarih öncesi çağlardaki ilk insanların çeşitli gözlemler yaptığı saptanmıştır; örneğin mevsimleri takip etmişlerdir. Afrika'da bulunan ve MÖ 35000 ile MÖ 20000 yılları kökenli çeşitli bulgular, zamanı ölçmeye dair çeşitli denemelerin izlerini taşımaktadırlar. Bununla birlikte teknolojik gelişimin yanı sıra bilimsel etkinliklerin özellikle MÖ 2500 yılında yoğunlaştığı ve ivme kazandığı tespit edilmiştir. Bunun özellikle mimari birçok örneği bugün de görülebilir; Stonehenge gibi büyük yapılar belirli bilimsel ve teknolojik gelişim, özellikle de çeşitli gelişmiş matematik bilgileri olmaksızın yapılamayacak anıtlardır. Örneğin bu dönemdeki çoğu yapılar en azından Pisagor kuramı olmaksızın yapılamayacak yapılardır; buna ve benzeri diğer bulgulara dayanarak, Pisagor kuramının Pisagordan binlerce yıl önce insanlar tarafından bilindiği tespit edilmiştir. Nitekim antik Mısırlılar gibi birçok ulusta çok erken tarihlerde matematiksel etkinlikler görülmektedir. Antik Mısırlılar MÖ 4200 yılında 365 günlük bir takvim üretmiş oldukları gibi, MÖ 3100 yılı tarihli bir gürzde sayısal olarak milyonları ifade etmek için bir sistemin kullanıldığı görülmüştür. Antik Mezopotamya'da matematiksel etkinlik ve gelişimin varlığı, arkeolojik araştırmalarca elde edilen kil tabletler yardımıyla bilinmektedir. Mezopotamya'da zaman içinde iktidara gelen farklı krallıkların neredeyse tamamından matematiksel etkinliğin bulguları kalmıştır; MÖ 3. binyıldan Sümerlere ait, MÖ 2. binyıldan Akad ve Babillilere ait, MÖ 1. binyıldansa Asurlulara ait. Bunlara ek olarak daha sonra bölgede hakimiyet kuran Perslere ait MÖ 6. yüzyıldan 4. yüzyıla kadarki bir tarihe ait bulgular da mevcuttur. Mezopotamya'daki matematiksel etkinlikler çok çeşitlidir ve pratik sorunların ötesine de sıklıkla geçmiştir; lineer ve ikinci dereceden denklemlerin çözümünü içeren cebir çalışmaları ile çeşitli sayı kuramına dair çalışmalar yapılmıştır. Bunlara ek olarak bu topraklardaki farklı krallıklar tarafından zaman içinde sayı sistemi oldukça geliştirilmiştir. Sümerliler, antik Mısırlıların kullandığına benzer ondalık ekli bir sayı sisteminin temellerini atmışlar ve kullanmışlardır. Bu sistem daha sonraki dönemlerde farklı iktidarlar tarafından geliştirilmiş, Babillilerce 60 bazlı bir sisteme ulaşılmıştır. MÖ 3. binyılda Hint yarımadasında matematikle uğraşıldığı ve matematiksel hesapların yapıldığı bilinmektedir. Ayrıca bu matematiksel etkinlik büyük oranda ölçüm cetvelleri, ağırlık ve genel olarak ölçümler gibi konuları da içermekteydi. Bu dönemdeki matematiksel etkinliklerin genel olarak astronomi ile de ilişik olduğu öne sürülmüştür. Nitekim dini açılar da barındıran, sıklıkla matematik gibi diğer bilim dallarıyla birlikte yapılan astronomi çalışmaları antik çağlarda büyük bir önem ve yer arz etmektedir. Astonomiyle ilişkili fenomenlerin matematiksel tezahürlerine antik Mezopotamya'daki bilimsel etkinliklerde rastlanmaktadır. Çin'de takvimsel ihtiyaçlara karşılık verecek astronomi faaliyetleri olduğu gibi, Mezopotamya'da matematiksel gelişimden yararlanılarak gezegenlerin döngülerine, pozisyonlarına dair hesaplamalar yapılmaktaydı. Matematiksel gelişimden ayrık bir biçimde astronomi çalışmaları ve anlayışı Orta Amerika merkezli Maya uygarlığında kendisine yer bulmuştur; özellikle takvimsel çalışmalar ve güneş ve ay tutulmalarının hesaplanması önemli yer tutmuştur. Bunların dışındaki bilimlerin de kökenlerini antik çağda bulmak mümkündür. Örneğin biyoloji uygarlığın gelişiminden çok önceleri toplumsal anlamda önemli bir rol almış, özellikle tarım açısından çok çeşitli gelişmeler olmuş, insanlar birçok hayvanı evcilleştirmiştir. Bitkilerin incelenmesi sonucu birçok şey keşfedilmiştir; örneğin arkeolojik bulguların Babillilerin hurma ağacının eşeyli ürediğini keşfetmiş, polenlerin eril olduklarını ve polenlerin dişil bitkilere aktarılarak üremenin sağlanabileceğini kanıtlamışlardır. Antik çağlarda ayrıca biyolojiyle birlikte olarak tıbbi çalışmalar da yapılmış, Çin, Mısır ve Hint yarımadasındaki çeşitli uygarlıklar farklı şifalı bitkileri belirli tıbbi ve anatomik sorunlar için kullanmışlar, bu kullanımlarını zaman zaman yazıyla da ifade etmişlerdir. Tıbbın yanı sıra, kimya, coğrafya ve jeoloji gibi bilimler de özellikle Çin'de büyük ölçüde gelişmiştir. İlk çağlardaki filozofların dünyayı ve etrafı anlamaya çalı
şması, merak duyguları, belirli kriterlerin doğmasına ve bunların çeşitli ideolojilere dönüşmesine yol açmıştır. Bilimin temelleri atılıncaya kadar, tartışma ve deney olgusu insanlar tarafından geliştirilmiş ve bu bir arayış haline dönüşmüştür. İlk dönemlerde belirgin bir felsefe-bilim ayrımı yoktur ve birçok büyük bilim insanı aynı zamanda filozoftur. Deneyin ve sonucun klişe haline gelmesi bilimin artık istenilebilir düzeye gelmesini sağlamıştır. 19. yüzyıla kadar gelişme kateden bilim aslında kendi içinde bir savaş vermiş, birçok özgün araştırmacı, düz mantıkla hareket eden ortaçağ liderlerine yenik düşmüştür. Aristo'nun fiziğinden daha farklı düşüncelere sahip olan Galileo kendi zamanının bilim insanlarıyla ters düşmeye başlamıştı. Bilim, tarihi sürecinde bu tip sahnelere sürekli tanık olmuş, deney ve gözlem sonucunda çöken kanunların yerini başkaları almıştır. Gerçek ve varlığın amacını soruşturan felsefe sistematik düşünmeyi gerektirmektedir. Klasik antik çağ felsefesiyle başlayıp Thales, Anaksimenes, Pisagor, Demokritos, Gorgias, Empedokles, Heraklitos, Parmanides, Sokrates, Plotinos, Platon ve Aristoteles gibi filozoflar, gitgide gelişen ve şekillenen felsefi soruların şekillenmesini sağlamışlardır. Din odaklı Ortaçağ felsefesinde Hristiyanlığın kendisine bir aracı olarak kullandığı felsefe, Tanrı, bilgi, inanç eksenlerinde yoğun şekilde kullanılmıştır. Aydınlanma Çağı'nda yapılan felsefede akıl ön plana çıkmıştır. Düşünce sistemindeki temel görüş, insan aklının aydınlattığı kesin doğrulara ve bilgiye doğru ilerlemektir. Geçiş dönemi felsefesi olarak bilinen Rönesans felsefesi, bilimde ve düşünce sistemindeki yeni gelişmelerin yer aldığı bir dönemi kapsar. "Yeniden doğuş" manasına gelen "rönesans", önceki çağlardan çok farklı bir düşünce sistemine geçişin köprüsü konumundadır. Bilim ve felsefenin ayrışması modern çağa yaklaşırken iyice belirginleşmiş, bununla birlikte felsefe ile bilim tamamen birbirinden kopmamış ve gerek genel olarak bilimin felsefesi olan "bilim felsefesi" gerekse bilim dallarının tek tek felsefi yönden incelendiği felsefe dalları (örneğin "fizik felsefesi") varlığını sürdürmekte ve gerek bilim gerekse felsefe alanlarında önemli roller oynamaktadır. Gök bilimi, bilim dalları arasında en eski olanlardandır ve özellikle antik çağlarda en yoğun anlamda icra edilen, bilimlerin anası olarak görülen bir bilimdir. İnsanların gökyüzüne olan ilgisi, yukarıda asılı duran cisimleri incelemeye itmiş ve teleskobun bulunmasıyla bu gözlemler daha etkin bir hâl almıştır. Babilli olgusal astronomlara nazaran Yunan astronomları, matematiksel ayrıntıları özümseyerek bu bilimin gelişmesinde temel noktaları oluşturmuşlardır. Roma İmparatorluğu'nun iktidarı altındaki Mısır'da yaşamış olan Batlamyus özellikle astronomi tarihi ve genel olarak bilim tarihi açısından önemli bir konuma sahiptir. Daha sonraları İslam astronomları tarafından "el-Mecisti" olarak anılacak olan "Hè Megalè Syntaxis" yani "Büyük Derleme" isimli astronomi konulu eseri Orta Çağ boyunca genel geçer kabul gören astronomi eseriydi ve yazarı olarak Batlamyus neredeyse mitik bir statüye getirilmişti. Batlamyus'un evren modeli geosantrik yani yermerkezciydi ve uzun yıllarca kabul gören bu sistemden güneş-merkezli bir sisteme geçiş tartışmalar doğurmuştur. Polonyalı bir astronom olan Nikolas Kopernik, dünyanın ve diğer gezegenlerin, güneş etrafında döndüklerini açıklamış; heliyosantrik yani güneş-merkezli bir sistem ortaya atmıştır. Copernicus'un sistemini "Commentariolus" isimli bir risale ile arkadaşlarına tanıtmış daha sonra sistemini, Papa III. Paulus'a ithaf ettiği ayrıntılı bir şekilde başyapıtı sayılacak "De revolutionibus orbium coelestium" isimli eserinde açıklamıştır. Bu astronomi biliminde yeni bir dönem açılmasına sebep olmuştur. Teleskobu geliştirmesi, yaptığı astronomik gözlemler ve Kopernik'in sistemine verdiği destek ile tanınan İtalyan bilim insanı Galileo Galilei de astronomi ve fizik tarihi için önemli birisidir ve zaman içerisinde modern gözlemsel astronominin babası ve modern fizik biliminin babası gibi atıflara mazhar olmuştur. 1671'de ilk aynalı teleskobu yapan matematik ve fizikçi Isaac Newton uğraştığı bilim dallarının gelişmesine çok fazla katkıda bulunmuş diferansiyel ve integral hesabın temellerini atmıştır. Ayrıca Newton'un 5 Temmuz 1687'de yayımladığı, "Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri" ("Philosophiæ Naturalis Principia Mathematica") kitabı klasik mekaniğin temellerini oluşturan Newton'ın hareket yasaları ve yer çekimi gibi önemli konuları içerir. Alman teorik fizikçi Albert Einstein enerjinin ışık hızının karesiyle kütlenin eşit olduğunu E=mc² formülüyle ispatladı.Genel görelilik kuramı ve İzafiyet teorisi ile kütlenin uzay zamanı büktüğünü ve zaman,mekân,hareketin birbiriyle bağımlı olduğunu ispatlayıp brown hareketi ile atomun varlığını kanıtladı. Leopold Infeld'la birlikte yazdığı Fiziğin evrimi kitabı ile kuantum ve mekân gibi konuları içerir. Kimya, maddenin yapısını ve davranışlarını inceleyen bir bilim dalıdır. Fizikokimya, biyokimya, analitik kimya, anorganik kimya ve organik kimya temel dallarıdır. Tıp gibi pek çok bilim dalının yardımcısı konumunda olan kimya biliminin gıda, ilaç, boya, kozmetik ve tekstil alanlarında kullanımı dolayısı ile, en bilinen dalı organik kimyadır. Antik çağlarda maddenin belirli temel elementlerden oluştuğu düşünülür ve birçok kültürde bunlar hava, su, ateş ve toprağı içerirdi. Bununla birlikte antik Yunan filozoflardan bir kısmı atom fikrini ortaya atmış ve her şeyin çok küçük yapıtaşlarından meydana geldiğini öne sürmüşlerdir. Bu filozoflara daha sonra atomcu filozoflar da denmiştir. Çok eski çağlardan beri insanlar metalürji ile uğraşmakta, çeşitli eşyanın yapımında kimyasal olayları ve bunların sonucu olan ürünleri kullanmaktaydılar; örneğin camdan eşyanın üretiminde. Orta Çağ'a doğru simya geleneği ortaya çıkmıştır. Simya geleneği kimyanın öncülüdür ve mistisizm, felsefe gibi ögelerle kimyasal çeşitli araştırmaların karışımından ibarettir. Simyada özellikle iki önemli kavram ve amaç bulunmaktaydı: biri zaman zaman "felsefe taşı" olarak da anılan ve her türlü maddenin veya metalin altına dönüştürülmesine yardımcı olacak efsanevi bir şey, diğeri ise içen kişiye ölümsüzlük veya çok uzun yaşam vadedecek "ölümsüzlük iksiri" yani "ab-ı hayat". Zamanla simyaya olan ilgi daha da bilimselleşmiş ve simyadan ayrık olarak kimya bilimi ortaya çıkmıştır. Modern kimyanın simyadan ayrışması ve temellerinin atılmasında önemli katkıları olan bir isim Robert Boyle'dur. Bugün özellikle ismini verdiği Boyle yasası ile tanınan Boyle atomcu fikriyatı savunan bir bilim insanıydı. Fransız bilim insanı Antoine Lavoisier ise kütlenin korunumu kanunu ile gerek kimya gerekse bilim tarihinde önemli bir adım atmış, "kimya biliminin babası" olarak da anıldığı olmuştur. Kendisi ayrıca oksijen ve hidrojeni tespit edip adlandırandır. 19. yüzyılın başına kadar kimyanın, öteki fizik bilimlerin tersine, tümevarım (induction) yönünün tümdengelim (deduction) yönünden daha baskın olması, onun biyolojik bilimlere daha yakın olmasına neden oluyordu. Ama matematik ve fizik yöntemlerin kimyaya uygulanması sonucu yeni bir bilim dalının, yani fizikokimyanın doğmasında başta Wilhelm Ostwald, Van't Hoff ve Arrhenius'un payları büyüktür. Kimyasal maddelerin fiziksel değişimlerini, fiziksel olayların kimyasal maddelerin özeliklerinden yararlanılarak açıklanmasını konu alan ve elektrokimya, kolloid kimyası, çekirdek kimyası ve polimer kimyası gibi kollara ayrılan fizikokimya, bu bilginlerin 1881'de "Zeitschrift Für Physikalische Chemie" adlı bilim dergisini yayımlamalarıyla bilim dünyasında kimyadan ayrı bir dal olarak yerini almıştır. İnsanların öğrenme ve araştırma merakı zamanla analitik (çözümlemeli) kimyanın doğmasına neden olmuş, bu durum zaman içinde koordinasyon kimyasının ve endüstriyel analitik kimyanın gelişmesine zemin hazırlamıştır. Analitik metotların keşfi tıp, biyoloji ve genetik alanında kimyanın kullanımını yaygınlaştırmıştır. Penisilin ve vitaminlerin keşfi ile kimya biliminin insanın yaşam kalitesini artırdığı gerçeğinin yanında gelişen teknolojinin üretim süreçlerinde kullanılmaya başlanması, çevre sorunlarına neden olmuş, bu durum doğal kaynakların ihtiyatsızca sarf edilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle çevre kimyası ve su kimyası gibi alt bilim dalları da gelişmiştir. Antik çağlardaki bilimsel etkinliklerde matematiğin önemli bir rol oynadığı, eski Mısırlılar, Mezopotamyalılar, Hintler gibi çok çeşitli kavimlerin matematikle uğraştıkları bilinmektedir. Yunan matematiğinin en önemli isimlerinden olan Tales'in geometriyi, Mısır'da kaldığı süre içerisinde öğrenmesi ve bu bilimi etrafındakilere öğretmesi sonucunda gelişme devam etmiştir. Sayıların babası olarak anılan Pisagor'un ünlü teoremi onu zamanının en büyük bilim insanları arasında hatırı sayılır bir yere getirmiştir. Orta Çağ, özellikle Hint ve İslam matematikçilerinin yoğun çalışmalarına sahne olmuştur. 499 yılı kadar erken bir dönemde Hint matematikçi Aryabhata ilk sinüs trigonometrik tablolarını oluşturmuş, cebir, diferansiyel denklemler ve sonsuz küçük değerler için algoritmalar ve teknikler geliştirmiştir. 12. yüzyılda bir başka Hint matematikçi Bhaskara ilk kez diferansiyel kalkülüsün ve temel kavramlarının temellerini atmıştır. İslam bilim insanları da Orta Çağ'da birçok matematiksel buluş ve keşfe imza atmıştırlar. 9. yüzyılda el-Harezmi Hint-Arap rakam sistemi ve denklemlerin çözümü üzerine önemli eserler vermiştir. Nitekim "algoritma" sözcüğü isminin Latinizasyona uğramış hâlinden köken almıştır. Özellikle cebir alanındaki eski buluşları muhafazası ve getirdiği yeni gelişmeler sebebiyle Harezmi zaman içinde "cebirin babası" olarak anılmıştır. 12. yüzyılda yaşamış olan bir başka matematikçi Ömer Hayyam ise Öklid'in çalışmalarına eleştiriler getirmiş ve analitik geometri ile Öklid dışı geometrinin temellerini atmıştır. Ayrıca kübik denklemlere genel, geometrik bir çözüm getiren ilk matematikçi de kendisidir.
Orta Çağ'da Batı'daki en önemli matematikçilerden biri Fibonacci'dir. Fibonacci Arap rakam sistemini Avrupa'ya tanıtmış ve yaygınlaşmasına önayak olmuş, ve bugün Fibonacci sayıları olarak anılan sayı dizisini yaygınlaştırmıştır. Aslında bu sayı dizisini ilk keşfeden kendisi değildir fakat onun kitabında örnek olarak kullanıldık sonra Batı'da ün kazanmıştırlar. 17. ve 18. yüzyıllarda Batı'da matematik yükselişe geçmiş, birçok önemli matematiksel buluş gerçekleşmiştir. İskoç John Napier doğal logaritmaları araştırmış, Kepler gezegensel hareketlerin matematiksel kanunlarını ortaya koymuş, René Descartes bugün hâlen sıkça kullanılan Kartezyen koordinat sistemini ve dolayısıyla analitik geometriyi geliştirmiştir. Alman matematikçi Gottfried Wilhelm Leibniz kalkülüs üzerine birçok çalışmasıyla kalkülüsü geliştirmiş ve bugün kalkülüste kullanılan notasyonun temellerini atmıştır. Pierre de Fermat ve Blaise Pascal olasılık teorisinin temelini atmışlar ve dolayısıyla ilgili kombinatorik kurallarını keşfetmişlerdir. Pascal ayrıca Pascal teorisi ve (her ne kadar kendisinden daha önce Doğu'da bilinse ve kullanılsa da) Pascal üçgeninin geliştiricisi ve isim babasıdır. 18. yüzyılda matematikçi Leonhard Euler fonksiyon kavramını ve matematikteki sayısız notasyonu (örneğin doğal logaritmanın tabanı olarak "e" notasyonunu) geliştirmiştir. Sayı teorisi, graf teorisi, geometri gibi çok çeşitli alanlarda önemli eserler vermiş, önemli buluşlara imza atmıştır. 19. yüzyılda yaşamış olan Alman matematikçi Carl Friedrich Gauss ise gerek matematik gerekse diğer birçok bilimde önemli başarılara imza atmış; temel cebir teorisi (veya "cebirin temel teoremi")ni kanıtlamış, "Theorema Egregium"u ortaya atmış ve kanıtlamış, karmaşık değişkenli fonksiyonlarda önemli çalışmaları olmuştur. Yine 19. yüzyılda yaşamış olan George Boole isim babası olduğu yeni bir cebir türü olan Boole cebirini ortaya atmıştır. Bilimin tıp alanındaki ilk gelişmeleri Asya kıtasında gerçekleşmiştir. Hindistan, Mısır, Çin, İran ve Yunanistan'da tıp sistematik bir biçimde gelişmeye başlamış ve bir bilim dalı olarak insanlığın en büyük sorunlarından biri olan sağlık alanındaki gelişmeler yüzyıllar boyu sürmüştür. Hindistan yarımadasında, İndus Vadisi uygarlığından beri tıp ve diş hekimliği mevcuttu. Nitekim, Hint tıbbi geleneği olan Ayurveda bugün bile çağdaş tıbbın yanı sıra varlığını sürdürmektedir. İngilizlerin Hint yarımadasını kolonileştirmesine kadar bölgedeki temel tıp sistemi olan Ayurveda, ilk dönemlerinde civa-kükürt bazlı ilaçlar kullanmıştır. Bunun dışında, bugün çeşitli tıbbi yararları bilinen zerdeçal gibi çeşitli bitkiler de tedavilerde klasik Hint tıbbında kullanılmıştır. Çin'de antik çağlardan günümüze kadar varlığını sürdüren geleneksel bir tıbbi gelenek mevcuttur. Taoist hekimlerin yaptığı ampirik hastalık ve rahatsızlık gözlemlerinin ve Çin düşüncesinin bir sonucu olan geleneksel Çin tıbbı, bitkisel tedavi, akupunktur ve masaj gibi çok çeşitli pratik yöntemlere sahiptir. Bunların dışında beslenme terapisi ve Feng Şui gibi zihinsel terapiler de geleneksel Çin tıbbında yer almaktadır. Hipokrates'in hastalara büyü ve batıl inançlarla bezeli bir tedavi sunmak yerine, iyileştirici etkileri kanıtlanmış tedavi yöntemlerine başvurmaya başlaması, tıp biliminde hasta öneminin kavranmaya başlamasına sebep olmuştur. İlk başlarda bölgelere göre farklılık gösteren tedavi yöntemleri, son iki yüzyıldır modernleşmeye başlamış ve genel anlamda ortak bir çabaya dönüşmüştür. Avrupa'daki salgınlardan sonra daha fazla gelişme kateden tıp bilimi, günümüzde genetik çalışmalarının gelişmesiyle çok üst düzeylere ulaşmıştır. Orta Çağ boyunca Orta Doğu başta olmak üzere İslam'ın yayıldığı topraklarda birçok önemli İslam hekimi yetişmiştir. Bunlardan biri İranlı Razi, nöroşirürji ve oftalmoloji dallarında sıklıkla bir öncü olarak görülmüştür. Deneysel tıbbın önemini vurgulayan Razi ayrıca birçoğuna göre pediatri dalının da babasıdır. Yazdığı birçok eserde çok çeşitli tıbbi bilgiler aktaran Razi ayrıca çiçek hastalığı ile kızamık hastalığını birbirinden ayıran ve açık bir şekilde tanımlayıp, diyagnozunu yapan ilk hekimdir. Alerji ve immünoloji konularında da ilk eser veren hekim kendisidir. Bir başka tanınmış Müslüman hekim de İbn-i Sina'dır. 14 ciltlik başyapıtı "el-Kanun fi't-Tıb" (Tıbbın Kanunu) isimli eseri tıp açısından bulaşıcı hastalıkların ve cinsel yolla bulaşan hastalıkların keşfi, enfeksiyöz hastalıkların yayılımının önüne geçmek amacıyla karantina uygulamasının ortaya atılması, mikroorganizmaların varlığının varsayılması ve nöropsikiyatri vb. birçok keşfi ve buluşu içinde barındırır. Orta Çağ ve sonrasında Batı'da önemli tıbbî buluşlar olmuştur. Garcia de Orta tropikal tıbbın öncüsü olarak ortaya çıkıp başta kolera olmak üzere çoğu tropikal hastalığı doğru şekilde tanımlarken, William Harvey, Batı'da kan dolaşımını doğru ve tam bir şekilde açıklayan ilk Batılı olmuştur. Daha sonraları 19. yüzyılda Louis Pasteur ilk başarılı kuduz aşısını bulmuş, kendi ismini alacak olan pastörizasyon işlemini de ilk kez ortaya atmıştır. Louis Pasteur aynı zamanda Robert Koch ve Ferdinand Cohn ile birlikte mikrobiyoloji dalının babalarından biri olarak kabul edilir. 1905 yılında Nobel Ödülü almış olan Robert Koch aynı zamanda "Tuberculosis bacillus" ve "Vibrio cholera" gibi hastalığa neden olan önemli bakterileri ilk kez izole eden kişidir. Daha sonra kendi adıyla anılacak olan Koch postülatlarını geliştirmiştir. Bir bilim dalı olarak 19. yüzyıla kadar şimdiki alt dallarıyla gelişen biyoloji, canlıların tüm özelliklerini inceleyen bir sistemidir. Başta insan olmak üzere, bitkileri inceleyen botanik, Hayvanları inceleyen zooloji, mikroorganizmaları inceleyen mikrobiyoloji gibi alt dallara ayrılır. Aristo doğaya dair birçok çalışma yapmış, birçok bitki ve hayvan türünü incelemiş ve kategorize etmiştir. Aristo'nun görüşleri, kendisinden sonraki bazı bilim insanlarının yaptığı eklerle birlikte özellikle Batı'da uzun bir süre otorite olmuştur. Orta Çağ'da özellikle İbn Nefis, İbn Cahız ve İbn Baytar gibi Müslümanlar bilim insanları biyoloji dalına katkıda bulunmuşlardır. Özellikle erken evrim düşünüşüne katkıda bulunmuş olan İbn Cahız, besin zinciri fikrini de ilk kez ortaya atan kişidir. 9. yüzyılda yaşamış olan el-Dinaveri ise bitki evrimini, bitkilerin gelişimini incelemiş ve "Kitâb'ün-Nebat" isimli eserinde birçok türü tanımlayarak botanik bilimine katkılarda bulunmuştur. Bir başka bilim insanı olan el-Nebati'nin öğrencisi olan İbni Baytar eczacılığa ilişkin (farmasötik) bir ansiklopedi hazırlamış ve birçok bitki, yiyecek ve ilacı eserinde tanımlamıştır. Bu eserin Latince çevirisi daha sonra Avrupalı bilim insanları tarafından 18. ve 19. yüzyıllarda kullanılmıştır. İbn Nefis pulmoner ve koroner dolaşımı doğru bir şekilde tespit etmiş, metabolizma kavramını tanımlamıştır. Biyolojinin temellerinden sayılan modern evrim teorisi, Charles Darwin 'in görüşlerinin üzerine inşa edilmiştir. Darwin, Türlerin Kökeni , İnsanın Türeyişi, ve Cinsiyete Mahsus Seçme, "İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi" eserlerinde görüşlerini belirtmiştir. Manastırın bahçesindeki bezelyeleri birbirleriyle eşleştirerek genetik bilimin temellerini atan Gregor Mendel klasik genetik kanunlarının yapıtaşlarını oluşturmuştur. Her ne kadar diğer bilim dallarına oranla görece yeni bir bilim dalı olarak tanımlansa da, sosyolojik yani toplumbilimsel çalışmalar ve gözlemler antik çağlardan beri mevcuttur. Herodot ve Tukididis gibi isimlerin eserlerinde sosyolojik gözlem ve değerlendirmelere rastlamak mümkündür. Bir erken dönem İslam sosyolojisinin varlığına dair çeşitli kanıtlar vardır. İslam düşünürü İbn Haldun'un, evrensel tarihi analiz eden yedi ciltlik eserine yazdığı, "Mukaddime" isimli önsözünde çeşitli sosyolojik teorileri ilk kez formüle ederek sosyal felsefede ve bir dal olarak sosyolojinin gelişiminde öncü konumuna gelmiştir. Örneğin bu eser aracılığıyla İbn Haldun yeni bir bilim dalı olarak "ilm el-ümran" bilimini ortaya atmış ve şöyle tanımlamıştır: ""Bu bilimin ... kendine has bir konusu var(dır); yani (insani) toplum, ve kendine has sorunları var(dır); yani toplumun doğasında birbirini takip eden toplumsal dönüşümler"..." Ayrıca bu eserindeki düşünceleri ile tarih bilimi ve tarih felsefesi açısından da önemli bir adım atmıştır. Her ne kadar sosyoloji terimi kendisinden önce kullanılmış olsa da, bağımsız olarak tekrar terimi ortaya atan ve sosyolojiyi 'pozitif bilimlerin kraliçesi' olarak görerek zaman içinde sosyolojinin babası olarak da anılan isim Auguste Comte'dir. Bununla birlikte genel olarak Comte sosyolojinin kurucusu olarak görülmez. Batı'daki sosyoloji dalıyla uğraşan ilk isimler genellikle Darwin'in evrim kuramından etkilenmiştiler ve özellikle analojik olarak canlı organizma ile toplumu karşılaştırmaktaydılar. Bu isimlere örnek vermek gerekirse Herbert Spencer ve Lewis Henry Morgan gibi isimler zikredilebilir. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Émile Durkheim, Vilfredo Pareto, ve Max Weber gibi "klasik" sosyologlar bilime önemli katkılarda bulunmuşlardır. Siyaset bilimi çok eski çağlardan beri siyasî faaliyetlerle birlikte gelişim göstermiş, önemli bir sosyal bilim dalı hâline gelmiştir. Antik Hindistan'daki Vedik metinlerden, daha sonraki çeşitli Budist metinlere kadar birçok metinde siyasete dair incelemeler ve çalışmalar yer alır. Hint siyasi düşünür Çanakya (MÖ 350-283) siyasî düşünce, ekonomi ve toplumsal düzen gibi konuları ele alan "Arthashastra" isimli eseriyle tanınır. Benzeri şekilde Antik Yunan'da da birçok siyasi fikre rastlanır; gerek Homeros, Hesiodos ve Tukididis gibi erken dönem yazarlarının eserlerinde gerekse Eflatun ve Aristo gibi filozofların eserlerinde çok çeşitli siyasî fikir ve incelemelere rastlanabilir. Eflatun "Devlet" isimli eserinde kendince ideal olan siyasi yapılanma ve yönetim biçimini açıklamış ve incelemiştir. Orta Çağ'da farklı siyasî görüşler ve din ile siyaset ilişkilerini ele alan çeşitli eserler ortaya çıkmıştır. Augustinus'un Tanrı'nın Şehr
i eseri gibi eserlerin Orta Çağ'daki din-siyaset ilişkileri anlayışına katkısı olmuştur. Orta Çağ'da ayrıca İslam topraklarında da çeşitli siyasî düşünüşler ve incelemeler olmuştur ve bu çağlardan başlarak siyasetname, ıslahatname gibi adlandırılan farklı yazın gelenekleri ortaya çıkmıştır. Örneğin 11. yüzyılda Nizamülmülk tarafından yazılan "Siyasetname" devlet yönetimi ve devlet işleri konu edilmiştir. Siyasî yazın ve inceleme geleneği daha sonraki çağlara kadar devam etmiş, örneğin Osmanlı Devleti'nde yoğun bir siyasetname ve ıslahatname gelenekleri ortaya çıkmıştır, Muhyî-i Gülşenî, Hasan Kâfî el-Akhisârî, Kâtip Çelebi gibi isimler Doğu'daki siyaset bilimine katkıda bulunmuşlardır. İtalyan rönesansı sırasında yazar Niccolò Machiavelli yazdığı "Prens" ("Il Principe") isimli eseriyle siyaset bilimi tarihi açısından önemli bir yere gelmiştir. Eserde farklı durumlarda iktidara gelen hükûmdarın her duruma göre nelere öncelik tanıması gerektiği, nasıl bir siyaset izlemesi gerektiği açıklanır. Orta Çağ'da ve sonrasındaki dönemde birçok farklı siyasî iktidar biçimi ve devlet yapılanması farklı isimlerce savunulmuştur. Örneğin Fransız hukukçu Jean Bodin iktidar ve devlet üzerine yazdığı "Devlet üzerine Altı Kitap" ("Les Six livres de la République") isimli eseriyle tanınmış, mutlakiyetçiliği şiddetle savunmuştur. Bir bilim olarak siyaset bilimi özellikle 19. yüzyılda akademik anlamda yapılanmaya başlamış, 1880 yılında ABD'de ilk siyaset bilimi okulu (bölümü) kurulmuş ve daha sonra 1903 yılında "Amerikan Siyaset Bilimi Birliği" kurulmuştur. Siyaset bilimi üzerine akademik çalışmalar artarak devam etmiş, birçok farklı üniversitede siyaset bilimi bölümleri açılmıştır. Bugün psikoloji bilimi içerisinde konu edilen çoğu kavram, olay ve fenomen antik Hindistan, Çin ve Mısır gibi medeniyetlerde de felsefî ilgiye mazhar olmuştur. Eflatun ve Aristo gibi Yunan filozoflar da psikolojik çeşitli konulara yazınların ve düşüncelerinde yer vermişlerdir. Bununla birlikte psikolojide klinik ve deneysel yaklaşımlar Orta Çağ'daki Müslüman bilim insanları tarafından başlatılmıştır. Akıl hastaneleri olarak tanımlanabilecek ilk kurumlar İslam topraklarında 8. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Nitekim Müslüman hekimler erken dönemlerden itibaren "akıl hastalığı" olarak tabir ettikleri bozukluklara karşı çeşitli terapiler, uygulamalar geliştirmeye başlamıştır. Ahmed bin Sehl el-Belhî "beden" ve "ruh" hastalıklarını ayıran ve ayrı ayrı inceleyen, tartışan ilk isimlerdendir; ruhî hastalıkların zaman içinde bedenin hastalanmasına da yol açabileceğini de ortaya atmıştır. Ayrıca bugün depresyon olarak adlandırılan bozukluğu tanımlamış ve iki tipinden bahsetmiştir: birincisi bir kayıp veya başarısızlık gibi sebeplerden oluşabilen ve psikolojik yollarla tedavi edilebilecek depresyon, diğeri ise sebepleri bilinmeyen fakat muhtemelen fizyolojik sebeplerden olan ve fiziksel tıp yöntemleriyle tedavi edilebilecek olandır. Psikoloji alanındaki bir başka önemli bilim insanı da İbn-i Sina'dır. İbn-i Sina, bugün nöropsikiyatrik durumlar olarak tanımlanan halüsinasyon, insomnia, mani, kâbus, melankoli, demans, epilepsi, felç ve tremor gibi birçok durumu incelemiş ve tanımlamıştır. Filozof René Descartes, Batı'da psikolojinin modern felsefi formunun temellerinin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Çeşitli eserlerinde önemli psikolojik meseleleri ele alan Descartes kendisi bir hekim olmasa da çeşitli anatomi çalışmaları yaptığı bilinmektedir. İngiliz hekim Thomas Willis ise tıbbî bir disiplin olarak psikolojinin ortaya atılmasında önemli rol oynamış, beyin fonksiyonları doğrultusunda psikolojiye yaklaşım olsun yaptığı yoğun anatomik çalışmalarla olsun psikolojiye büyük katkılarda bulunmuştur. Ayrıca daha sonraları deneysel psikolojinin gelişiminde John Locke ve David Hume gibi filozofların büyük etkisi olmuştur. Modern çağa yaklaşırken ortaya çıkan ve özellikle psikolojik bozukluk durumlarında bir tedavi olarak ortaya çıkan hipnotizma ile frenoloji gibi dallar tartışma konusu olmuş; özellikle de bunların cidden etkili yöntemler olup olmadığı ve herhangi bir bilimsel dayanağının bulunup bulunmadığı tartışılmıştır. Daha sonraları ortaya çıkan Alman deneysel psikoloji hareketi psikolojiye önemli katkılarda bulunmuştur. Bu zamanda gerçekleşen ve özellikle nörolojik yapıya dair anatomik ve fizyolojik buluşlar psikolojiyi olumlu etkilemiştir. Alman hekim Wilhelm Wundt 1879'da ilk deneysel psikoloji laboratuvarını açarak bir ilke imza atmıştır. 1890'lardan başlayarak Avusturyalı hekim Sigmund Freud ise psikanaliz olarak adlandırdığı yaklaşım ile psikolojiye yeni bir yön kazandırmıştır. Her ne kadar psikanalizin bilimsel konumu hâlâ tartışmalı olsa da psikanalizin çeşitli önermeleri ve kavramları genel anlamda Batı kültüründe önemli bir yer kazanmıştır. Yine 1890'larda köpeklerde yaptığı deneylerle İvan Pavlov klasik şartlandırmayı başarılı bir şekilde göstermiştir. Nitekim daha sonraları da insan dışı primatlar, kediler ve köpekler gibi çeşitli hayvanlar psikoloji deneylerinde kullanılmıştır. Her ne kadar antropolojinin kökeni Batı'daki Aydınlanma süreci ve devamındaki erken dönem modern düşünceleriyle ilişkilendirilse de, bu dönemlerden çok önce bugün antropoloji içerisinde yer alan konulara dair araştırmalar yapılmıştır. Örneğin el-Biruni Hint yarımadasının halkları, gelenekleri ve dinleri üzerine birçok araştırmada bulunmuştur ve genel olarak antropoloji alanına girecek çok çeşitli araştırma ve çalışmaları sonucu zaman zaman "ilk antropolog" olarak anılmıştır. Biruni, Orta Doğu, Akdeniz havzası ve Güney Asya kültür ve dinleri üzerine önemli mukayeseli incelemeler yapmıştır. Ayrıca İbn Haldun ile birlikte Biruni bazı akademisyenler tarafından İslam antropolojisine yaptıkları katkılar sebebiyle övülmüşlerdir. Kurumsal olarak antropolojinin gelişimi doğa tarihinden doğmuştur ve ilk dönemlerde özellikle Avrupalı güçlerin kontrolündeki kolonilerdeki yaşamın, yerli insanların ve onlarla ilgili olguları (kültür, dil, din gibi) araştırılmasını içermiştir. Antropoloji 19. yüzyılda gelişmiş, özellikle 1860'lardaki bilimsel gelişmelerden, özellikle de biyoloji ve filoloji gibi dallardaki gelişmelerden, etkilenmiştir. Öncü antropologlardan İngiliz Edward Burnett Tylor, Darwin'in evrim kuramını temel alarak antropolojik çıkarımlar yapmış, medeniyetin gelişimiyle idrakın gelişiminin doğru orantılı olduğunu savunmuştur. Ayrıca çağdaş bazı kırsal veya avcı-toplayıcı halkları evrimsel gelişim açısından geride görüp, "primitif" yani "ilkel" olarak değerlendirmiştir. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında antropoloji görece sosyal anlamda daha az gelişmiş olarak görülen halklar üzerine yoğunlaşmaya devam etti. 20. yüzyılın ikinci yarısında antropologlar daha Üçüncü Dünya ülkelerindeki daha kompleks yapılarla ilgilenmeye başlamış, daha sonraları, 1970'lerle birlikte, çağdaş Batı ülkelerini antropolojik olarak incelemeye başlamışlardır ki antropoloji için büyük bir adım olmuştur. Çağdaş Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde odaklanan antropoloji çalışmalarında gerek genel olarak toplum, gerekse etnik ve dini azınlıklar konu edilmiştir; bunu da bazıları "Batılı", kolonileri inceleyen antropolojinin Batı'yı inceleyen ve Batılı perspektifleri, kanıları Batılı olmayanlar sürekli olarak sınanan bir dala dönüşmesi olarak yorumlanmıştır. 20. yüzyılın başlarından itibaren bilimdeki ilerlemeler büyük hız kazanmış ve akademik çevrenin, daha elverişli bir araştırma ortamına kavuşması bu ilerlemeyi tetiklemiştir. Bilimle uğraşmak bir prestij haline gelmeye başlamış ve etkilerini göstermeye başlamıştır. Alfred Nobel'in vasiyeti üzerine 1901'den itibaren verilen Nobel Ödülleri bilimin prestij yönünü sergiler. Bu tip ödüllerle, bilime olan teşvik arttırılmakta ve araştırmalar için gerekli paralar sağlanmaya çalışılmaktadır. Radyolojinin kurucusu olan Marie Curie'nin bilime yaptığı katkılar kimya alanında büyük yankı uyandırmıştır. Radyoaktivite alanındaki çalışmaları ona, 1903 yılında fizik alanında ve 1911 yılında kimya alanında Nobel kazandırmıştır. Albert Einstein'in Alman "Annalen der Pysik" dergisinde yayınlanan "Işığın oluşum ve dönüşümü üzerine bir görüş," "Molekül boyutlarının yeni bir belirlemesi" ve "Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği" başlıkları altındaki makaleleri fizik bilimi için yeni bir sayfanın açılmasına sebep oluyordu. Genel görecelik ve Özel görecelik, Einstein tarafından fiziğe sunulan en karışık ve en gizemli teorilerden sayılır. Halen tartışmalara sebep olsa da yüzyılın en önemli bilim insanlarından sayılan Einstein, 1921 de Fotoelektrik etki olayına getirdiği açıklama ile Nobel Ödülü'ne layık görülmüştür. Çocukluğundan itibaren matematiğe olan katkıları, Carl Friedrich Gauss'u bu bilimin yapıtaşlarından biri haline getirmiştir. Gauss, sayılar kuramı, analiz, diferansiyel geometri, jeodezi, manyetizma ve astronomi konularında önemli katkılar yapmıştır. Matematik alanındaki ilerlemeler, Gauss'tan itibaren daha farklı bir hal almaya başlamış ve onun öğrencilerinden olan Bernhard Riemann'ın oluşturduğu geometri sayesinde izafiyet teorisi gelişmiştir. 20. yüzyılda Srinivasa Aiyangar Ramanujan 3000'in üzerinde teori geliştirmiş; hipergeometrik seriler, asal sayı teorisi, gama fonksiyonu gibi matematiğin birçok farklı dalında önemli buluşları olmuştur. Kurt Godel'in Eksiklik Teoremi matematikte çok önemli bir yere sahiptir. Godel, 20. yüzyılın matematik bakış açısını değiştiren teoremini, "Principia Mathematica Gibi Dizgelerin Biçimsel Olarak Karar Verilemeyen Önermeleri Üzerine" başlığı altındaki doktora makalesinde belirtmiştir. Genel olarak 20. yüzyılda karmaşıklık teorisi, oyun teorisi, topoloji gibi birçok yeni matematik dalı ve çalışma alanı ortaya çıkmıştır. 1953 yılında DNA'nın yapısını bulan bilim insanları Francis Crick, James Dewey Watson ve Maurice Wilkins, genetik alanındaki gelişmelere büyük katkıda bulunmuşlardır. Genetik bilgiyi taşıyan DNA nın çözümü, yüzyılın en önemli bilimsel çalışmalarından birisidir. Genetiğin yeni teknolojik şartlarda ilerleme kaydetmesi
yle hastalıkların daha oluşmadan tespiti mümkün olabilecektir. Bilimin ilerlemesi ile gerekli mekanizmalar çoğalmış ve yeni metotlar ortaya çıkmıştır. Neredeyse her alanda kullanılmaya başlanan teknoloji, sayısal bilimlerin en büyük yardımcılarından biri haline gelmiştir. Son zamanlarda tıp, genetik ve moleküler biyoloji alanında gösterilen ilerlemede teknolojinin payı büyüktür. İlk zamanlara baktığımızda fizik ve kimya laboratuvarlarında kullanılan basit aygıtlar temel taşların oluşmasına yardımcı oldularsada, yeni dönem biliminin en üst seviyedeki araçları kullanması ilerlemeyi hızlandırmış ve günübirlik hale getirmiştir. Mikroskopun geliştirilmesiyle oluşturulan Elektron mikroskopları bilimsel araç açısından önemli bir ilerlemedir. Koşulların oluşmasıyla beraber artan sistematik düzen, bilimin ilerlemesine katkı sağladığı gibi insanlık içinde önemli gelişmeleri beraberinde getirmektedir. Teleskopun ilk günlerinden beridir geçirdiği evrim uzayın derinliklerine ulaşmamızı sağlamış ve karanlık bilinmeyenin içindeki sırları çözmemize yardımcı olmuştur. Bilgisayar teknolojisinin gelişmesi bilimin fayda alanına giren bir başka sistemler yumağını oluşturur. Bilgisayar yardımıyla kolaylaşan analizler ve doküman hatlarına kolay şekilde ulaşılması, yapılan bilimsel çalışmalarda zaman kazancını sağlar. Bu zaman kazancı tıp alanında önemli bir faktördür, hastalıkların teşhisi ve tedavi yöntemlerinin hemen geliştirilmesi çok önemlidir. Bilimlerin sınıflandırılması (veya bilimlerin tasnifi) özellikle bilim felsefesinde önemli bir yer tutmuş, birçok filozof farklı temellerden yola çıkarak farklı bilim tasniflerine ulaşmışlardır. Gerek Eski Yunan felsefesi gerekse daha sonra bu felsefenin temellerini geliştiren İslam felsefesinin Meşşâî ekolünde bilimlerin tasnifi kendisine yer bulmuştur. Bilimlerin tasnifiyle uğraşan Aristoteles en temel bilimin felsefe olduğu, bilimlerinse genel olarak üç ana kategoride değerlendirilebileceğini savunmuştur. Bu üç kategori teorik, pratik ve poetik bilimler kategorileridir. Buna göre teorik bilimler kategorisinde metafizik, matematik ve fizik yer alırken, pratik bilimlerde insan fiillerinin yönetimiyle ilgili bilimler yer alır. Son olarak poetik bilimler kategorisi ile kasıt edebiyattır ve şiir ve retorik gibi bilimleri kapsar. Stoacılar da bilimlerin tasnifini üç ana kategoriye dayandırırlar, onların öne sürdüğü kategoriler fizik, etik ve mantık kategorileridir. Aristocu felsefeyi temel alan Meşşâî ekolünden İbn Sina ise bilimlerin benzeri şekilde, iki ana kategoriye ayırır: teorik ve pratik. Dönemde bilim felsefe ayrışması bulunmadığı için, benzeri şekilde, temelde var olan felsefedir ve teorik felsefe (veya "nazarî felsefe") metafizik, matematik ve fizik bilimlerini içerirken, pratik felsefe (veya "amelî felsefe") ev yönetimi, siyaset bilimi ve ahlâk bilimini kapsar. Meşşâî ekoldeki diğer filozoflar da, örneğin Fârâbî ve İbn Rüşd, bilimler tasnifini benzeri bir şekilde, büyük ölçüde Aristocu bir temelde ele almışlardır. 10. yüzyılda ortaya çıkan İslam felsefesi ve bilimlerinde ansiklopedici öncüler olan İhvân es-Safâ hareketi ansiklopedik külliyatlarını oluştururken ortaya belirli bir bilim tasnifi ortaya koymuş fakat bu tasnifi diğer İslam felsefe okullarından farklı olarak salt Aristo temelli yapmamışlardır; bu tasnifte Aristoteles'in ortaya koyduğu bilim tasnifi sadece etken tasniflerdendir. İhvân es-Safâ'nın ortaya koyduğu tasnif de üç kategori kullanır: pratik-eğitimsel bilimler kategorisi ("er-riyâziyye"), (konulmuş) şeriat ("es-ser’iyye el-va’ziyye"), ve son olarak hakikî felsefe ("el-felsefe elhakîkiyye"). Bu kategorilerden ilki bireyin ve toplumun pratik yaşamıyla ilgili bilimlerdir ve eğitimsel bilimleri de içerirler; ahlâk bilimi başta olmak üzere, dilbilimleri, şiir ve aruz gibi edebiyat dalları, kimya ve hesap gibi sayısal bilimler, ticaret ve zanaatlarla birlikte sanatlar bu kategoriye dahildir. İhvân es-Safâ düşüncesinde mistik kuramların önemli bir yere sahip olması sebebiyle büyü, astroloji gibi şeyler de bu kategoride birer bilim olarak sayılmıştır. İkinci kategori olan konulmuş şeriat dinî bilimleri ve yolları içerir; Kur'an ile ilgili bilimler olan tenzil, tevil gibi bilimlerin yanı sıra fıkıh ve ahkam gibi amelî İslam bilimleri ve tasavvuf ile rüya yorumu gibi daha mistik dinî yollar. Hakikî felsefe ise klasik bilimler tasnifi benzeri bir tasnife sahiptir kendi içinde ve dört ana kola ayrılır: matematik, mantık, doğa bilimleri ve ilahiyat. Filozof Francis Bacon da bilimlerin tasnifi konusuna değinmiş, bilimleri sınıflandırırken aralarında ilişki kurduğu insanî yeteneklerle (""human faculties"") temel almıştır. Buna göre üç temel insanî yetenek "hafıza", "hayal gücü" ve "akıl"dır. Hafıza tarih bilimlerine denk gelirken, hayal gücü poetik bilimlere akıl ise felsefeye denk gelmektedir. Ele aldığı temeller sebebiyle Bacon'un tasnifi psikoloji bazlı bir tasnif olarak yorumlanmıştır. Bacon'un ayrımı daha sonraları ortaya çıkan ansiklopedik çalışmaların yanı sıra bilim tasnifi çalışmalarında da etkili olmuştur; örneğin Fransız ansiklopedistler (geleneği) Bacon'un tasnifini kullanmıştır. Modern çağa doğru en kapsamlı ve önemli bilim sınıflamalarından biri ABD'li filozof ve bilim insanı C. S. Peirce tarafından yapılmıştır. Peirce bilim sınıflamasında, türlerin sınıflandırılmasında kullanılana paralel bir sistem kurmuştur: dal, sınıf, takım, familya, cins ve tür. Örneğin 1902 tarihli sınıflandırmasında "Aritmetik" bir bilim olarak "Teorik" dalının, "Matematik" sınıfında yer alan "Sonsuz Koleksiyonlar" takımının alt takımlarından biridir. Bu sınıflandırmada, iki ana "dal" mevcuttur ve bilim kavramı bu iki ana dala ayrılır: "Teorik" ve "Pratik". Daha sonra bu iki dal, başka alt dallara bölünür ve sınıflandırma sınıf ve takımlarla devam eder. 1903'deki bilimsel sınıflandırması, benzeşmekle birlikte daha farklıdır; tüm ayrışmalar üçlüdür ve özellikle Comte'nin bilimsel sınıflamasından etkilenmiştir. Bugün genel geçer kabul gören bir bilim sınıflaması (yani bilimlerin tasnifi) yoktur; nitekim bazı filozoflar bilim sınıflaması fikri açısından çeşitli sorunlar olduğunu öne sürmüştür. Bilimlerin sınıflandırılması üzerine çalışmalar ve ilgi de 20. yüzyılın başlarında büyük ölçüde sona ermiştir. Bilimin öğretilmesinde ve üretilmesinde, idarî birimlerin ayrıştırmasında çağdaş üniversitelerde genelde birkaç ana dal belirlenir ve ilgili bilimler bu dalların altında çalışılır: fen bilimleri, sosyal bilimler, teknoloji (ki buna genelde mühendislik de dahil edilir) ve sanat ile beşerî bilimler; sıklıkla tıp da kendi başına bir dal olarak bu dallaşmada yer alır. Bilim felsefesi, bilim kavramının veya bilim dallarının içeriklerini, temellerini, sonuçlarını, uygulamalarını ve bunlarla ilgili yaklaşımları ve yöntemleri felsefî anlamda irdeleyen felsefe dalına verilen isimdir. Özellikle bilim tarihinde önemli bir yere sahip olan bilim felsefesi, genel olarak "bilim" kavramı ile ilişkili olabileceği gibi belirli bir bilim dalı ile ilişkili (örneğin "biyoloji felsefesi", "fizik felsefesi", "kimya felsefesi" gibi) de olabilir. Bilim felsefesinin daha öznel tanımlanabilmesi de mümkündür; nitekim bilim felsefesi içerisindeki farklı akımlar "bilim felsefesini" farklı tanımlamışlardır. Bilim ile felsefenin bilim tarihinin başlarında karışık bir şekilde uygulanması, birçok filozofun aynı zamanda bilim insanları olması ve felsefî eserlerin aynı zamanda bilimsel bulguları, kuramları da barındırması modern çağa doğru son bulmuş ve bilim ile felsefe iyice ayrışmaya başlamıştır. Bugün anlaşılan anlamda "bilim felsefesi" de bu ayrışma sonrası, felsefenin ve filozofların bilim kavramını aklî açıdan ele alması ile başlamış denebilir. Tarih boyunca, bugün bilim felsefesi tarihi ve gelişiminin temelini oluşturan birçok bilim kuramı geliştirilmiştir. Bunların dışında bilimin mahiyetine ilişkin de farklı akımlar, düşünceler bilim felsefesi tarihinde kendine yer bulmuştur. Örneğin bazı filozoflar ve pozitivizm gibi akımlar bilimin doğa ve insanî zihinsel çalışmaların bir ürünü olduğunu öne sürerken, bazı filozof ve akımlar ise bundan farklı olarak bilimin zamana, mekâna ve topluma dayanan bir tür insan faaliyeti olduğunu savunmuşlar, örneğin Thomas Kuhn ve Jürgen Habermas bir faaliyet olarak bilimin tarihî ve toplumsal ilişkilerine ve bunlardan yola çıkarak yeni bilim tarihi anlayışlarına ve bilim tanımlarına vurguda bulunmuşlardır. Farklı bilim anlayışlarından özellikle pozitivist anlayış bir süre genel kabul görmüşse de, 20. yüzyılın ikinci yarısında ciddi biçimde sorgulanmış, eleştirilmiş, hakkındaki genel kanı değişiklik göstermiş ve çağdaş pozitivizm bazı aşırı söylemlerinden vazgeçip genelde daha orta yolu benimsemeye başlamıştır. Nitekim postmodernizmin ortaya çıkışı ve etkileri, modernist pozitivizme karşıdır ve çağdaş bilim felsefesinde önemli bir yere sahiptir. Bilimsel yöntem, bilimsel bulgular ve bilimler içerisinde kullanılan kavramlar da bilim felsefinin konusu olmuştur. Örneğin bilimsel kanunların tam olarak ne olduğu, nasıl tanımlanması gerektiği ve eğer varsa "gerçek bilimsel kanunların", yanlışlıkla yapılmış objektif olarak genel geçer olmayan genellemelerden nasıl ayrıştırılması gerektiği bilim felsefesi dahilinde tartışılmıştır. Bilim filozoflarınca bilimin şu özelliklere sahip olduğu belirtilir: Bu özelliklerin dışında bilimin bir takım "inanç"lara dayandığı ifade edilir: Bilimsel yöntem çeşitli yeni bilgi edinmek veya bilinen bazı bilgileri doğrulamak veya düzeltmek amacıyla, çeşitli fenomenleri araştırmak için ve geçmişte kazanılmış, öğrenilmiş bilgileri tamamlamak için kullanılan yöntemlerin bütününe verilen isimdir. Bilimsel yöntem(ler) gözlemlenebilir, deneysel (ampirik) ve ölçülebilir kanıtların belirli bazı mantıksal prensiplerle incelenmesine dayanır. Bilimsel yöntem, Oxford İngilizce Sözlük'te şöyle tanımlanmıştır: Bilimsel yöntem diğer bazı bilgi edinme yöntemlerinden, bilim, deney ve mantık temelli olmasıyla ayrılır. Aynı şekilde bilimsel yöntem ile elde edilen bilginin, t
ekrar edilebilir deneylerden sonra tekrar ulaşılabilir olması gerekir. Bu açıdan bilimsel yöntem sıklıkla vahiy bazlı olan dinî yöntemden farklıdır; dinî bilgide esas sıklıkla vahiydir oysa vahiy tekrar edilebilir bir deney olmadığı için bilimsel bir yöntem değildir. Her ne kadar farklı bilim dallarında ve farklı bilgi konularında farklılaşmış, konuya özelleşmiş bilimsel yöntemler kullanılsa da genel bazı noktalar bilimsel yöntemlerin temelini oluşturur. Genellikle bilim insanları, araştırmacılar belirli bir fenomeni açıklamak adına büyük ölçüde ellerindeki bilgileri kullanarak hipotezler öne sürerler; daha sonra bu hipotezleri test etmek için çeşitli deneyler hazırlarlar ve deneylerin sonucuna göre bir hipotezin doğruluğu veya yanlışlığı ortaya çıkar. Bazen bir hipotezin doğruluğu belirli deneyler sonucu kabul edilse de; daha sonra yanlış olduğu farklı deneyler yoluyla da kanıtlanabilir. Bu sebeple her türlü hipotez, sürekli olarak deneylere tabii tutulabilir. Bilimsel yöntem açısından, bilimsel yöntemler sonucu elde edilen bilgilerin paylaşılması ve arşivlenmesi çok önemlidir zira bu bilgiler ışığında aynı veya farklı yöntemlerle ilgili deney ve testlerin tekrar edilmesi, yeniden üretilebilmesi ve yapılabilmesi bilimsel yöntem sonucu oluşacak bilgi açısından kaçınılmaz bir gerekliliktir - deneylerle aynı sonuç tekrar tekrar üretilebildiğinde hipotez kuram olmaya yaklaşır. Bilim camiası birçok farklı bilim dalında uzmanlaşmış, farklı dallarda araştırma yapan birçok bilim insanı ve ilgili kurumlardan oluşmaktadır. Zaman içinde farklı bilim dalları, veya alanları, özelleşmiş ve gelişmiştir. Sıklıkla akademik düzeyde bilimlerin dallaşması iki ana kategoride ele alınır. Doğal fenomenleri araştıran ve inceleyen doğa bilimleri (veya doğal bilimler) ile toplumu, bireyi ve insanî faaliyetleri ve davranışları araştıran ve inceleyen sosyal ve beşerî bilimler. Biyoloji, fizik ve kimya gibi bilimler doğa bilimlerine örnekken, sosyoloji ve antropoloji gibi bilimler sosyal bilimlere örnektir. Bu temel alanlar arasında çok çeşitli ilişkiler olmuş, mühendislik ve tıp gibi bu alanlarla ilişkili birçok uygulamalı disiplin de olduğu gibi özellikle son yüzyılda birçok inter-disipliner dal da ortaya çıkmıştır; sibernetik, ekonofizik ve tıbbi antropoloji gibi. Matematik bilimi sıklıkla bu iki ana kategoriden farklı üçüncü bir kategori olan formal bilimler kategorisinde yer alır; zira hem doğa bilimlerine hem de sosyal bilimlere yakın ve uzak olduğu birçok nokta mevcuttur. Matematik, belirli bir bilgi alanının nesnel, dikkatli ve sistematik incelenmesi hususunda doğa bilimlerine yakınken, inceleme yöntemi olarak ampirik yani deneysel yöntemler barındırmaması açısından ayrılır; matematikte edinilen bilgi ampirik yöntemlerle değil de "a priori" ile doğrulanır. Formal bilimler kategorisi matematiğin yanında istatistik ve mantık bilimlerini de içermektedir. Bu iki bilim, matematik ile birlikte, tüm bilimler, özellikle ampirik bilimler açısından önemli bir yere sahiptir; örneğin formal bilimlerdeki çeşitli gelişmeler fiziksel ve biyolojik bilimlerde de büyük gelişmelere sebep olmuştur. Nitekim formal bilimler hipotez, kuram ve kanunların oluşmasında, hem şeylerin nasıl çalıştığı ve olduğuna yönelik (doğa bilimleri) hem de insanların nasıl düşündüğü ve davrandığına yönelik (sosyal ve beşerî bilimler) keşif ve tanımlamalarda hayati bir önemi sahiptir. Sosyal bilimlerin bir ampirik bilim olup olmaması durumu 20. yüzyıldan beri tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmalar etrafında sosyal ve davranışsal dalların bir kısmı bilimsel olmadıkları eleştirileriyle karşılaşmıştır. Hatta bazı akademisyenler (örneğin Nobel Ödülü sahibi fizikçi Percy W. Bridgman,) ve bazı siyasetçiler (örneğin ABD Senatörü Kay Bailey Hutchinson), diğer dallara oranla spesifik-olmayan, muğlak veya bilimsel açıdan yersiz buldukları bazı dallar için "bilim" sözcüğünü kullanmaktan kaçınmıştırlar. Bilimsel fikir, deney ve bulguların paylaşımı, iletişimi ve tanıtımı gibi amaçları güden bilim topluluklarına Rönesans döneminden beri rastlanmaktadır. Bugüne ulaşmış en eski kurum is İtalya'daki 'dir. 1660 yılında İngiliz "Royal Society" (Kraliyet Cemiyeti) ve 1666 yılında Fransız ile başlayarak, ulusal bilim akademileri, toplulukları birçok ülkede bulunan seçkin bilimsel araştırma ve bilgi kurumlarıdır. Birçok uluslararası bilimsel örgüt, örneğin Uluslararası Bilim Konseyi ("International Council for Science"), farklı milletlerin bilim toplulukları, camiaları arasındaki işbirliğini geliştirmek ve önayak olmak amacıyla kurulmuştur. Bugüne kadar muazzam çeşitlilikte bilimsel yazınlar yayımlanmıştır ve yayımlanmaya devam edilmektedir. Bilimsel jurnaller üniversitelerde ve diğer çeşitli araştırma kurumlarında yapılan araştırmaların sonuçlarını belgelemek ve iletmekte; bilimsel araştırmaların ve çalışmaların bu sebeple de bilimin arşivsel bir kayıdı olma işlevini görmektedirler. İlk bilimsel jurnaller, "Journal des Sçavans" ve ardından gelen "Philosophical Transactions", 1665 yılında yayımlanmaya başlanmıştır. O zamandan bu yana düzenli yayınların toplam sayısı durmadan artış göstermiştir ki 1981 yılında yapılan bir tahmine göre yayındaki toplam bilimsel ve teknik jurnallerin sayısı 11.500'dü. Birçok bilimsel jurnal belirli bir bilim dalını kapsamakta ve o daldaki araştırmaları yayımlamakta, sunmaktadır; araştırmalar normalde bilimsel bir tez formatındadır. Bilim çağdaş toplumlarda o kadar yaygın ve nüfuzludur ki genellikle başarıların, haberlerin ve bilim insanlarının heveslerinin daha geniş kitlelere aktarılması gerekli görülür. Bilimsel dergiler, örneğin "New Scientist" veya "Scientific American", daha geniş bir okuyucu kitlesinin ihtiyaçlarına karşılık vermekte ve bazı araştırma alanlarındaki kayda değer keşif ve gelişmeler dahil birçok popüler araştırma alanın teknik olmayan özetlerini sunmaktadır. Ayrıca, yüzeysel olarak, bilim kurgu türü, temelde fantastik bir doğaya sahip olsa da, genel olarak toplumun hayal gücünü cezbetmekte ve belki bilimsel yöntemleri değil ama bilimsel fikirleri iletmektedir. Kendi başına meşruiyet kazanamayacak olan ve bu sebeple bilim gibi tavır takınarak kendisine meşruiyet kazandırmaya çalışan herhangi bir yerleşmiş bilgi bütünü "bilim" olarak kabul edilmez; bunlara genellikle sınır-bilim ("fringe science") veya alternatif bilim denmektedir. Bunların en büyük eksikliği, doğal bilimlerde olduğu gibi bilimlerin gelişimine katkıda bulunan, dikkatlice kontrol edilen ve etraflıca incelenip, yorumlanan deneylerden yoksun olmalarıdır. Bir başka terim de çöp bilimdir. Çöp bilim ("junk science"), aslında meşru, doğru sayılabilecek çeşitli bilimsel teori ve verilerin, yanlış bir şekilde veya hataen karşıt bir tarafı, tutumu savunma amaçlı kullanımıdır. Terimin kullanımında genellikle ideolojik veya siyasî ön yargı ve etkenler de söz konusudur. Ticari reklamların çok çeşitli bir kısmı da bu kategoriye düşmektedir. Son olarak, bu terimlerden ayrı ve farklı olarak, bilimsel fikirlerin iyi niyetli olsa da yanlış, eskimiş, eksik veya fazlasıyla basitleştirilmiş teşhirleri ve tezahürlerine de rastlanılabilir. Birçok bilgi bütünü ve dalının gerçekten bilim (dalı) olup olmadığı tartışma konusu olmuştur. Bu hususta tartışmalar ve fikir ayrılıkları oldukça büyük sayıdadır ve sosyal ve davranışsal bilimler gibi bazı alanlar çeşitli eleştirmenler tarafından bilim dışı olmakla suçlanmıştır. Farklı alanlardan birçok kişi, örneğin Nobel Ödülü sahibi fizikçi Percy W. Bridgman gibi bazı akademisyenler ve örneğin ABD Senatörü Kay Bailey Hutchinson gibi bazı siyasetçiler, diğer dallara oranla spesifik-olmayan, muğlak veya bilimsel açıdan yersiz buldukları bazı dallar için "bilim" sözcüğünü kullanmaktan kaçınmıştırlar. Bazı filozoflar da bu açıdan farklı fikirler sunmuşlardır; örneğin Karl Popper bilimsel yöntemin ve kanıtların varlığını reddetmiştir. Popper'a göre sadece bir tane evrensel yöntem vardır; olumsuz deneme ve yanılma yöntemi. Bu, bilim, matematik, felsefe, sanat vs. dahil insan zihninin tüm ürünlerini kapsadığı gibi, hayatın evrimini de kapsar. Ayrıca Popper, eleştirel rasyonalizm (Popper, Albert) ile Frankfurt Okulu (Adorno, Habermas) arasındaki sosyal bilimlerin metodolojisini konu alan felsefî bir tartışma olan, pozitivizm tartışmasına da katkıda bulunmuştur. Tarihçi Jacques Barzun bilimi "tarihteki her inanç kadar fanatik bir inanç" olarak tanımlamış ve insan varoluşu açısından tamamlayıcı olan "mânâ" düşüncelerini bastırmak amacıyla bilimsel düşüncenin kullanımına karşı uyarmıştır. Carolyn Merchant, Theodor W. Adorno ve E. F. Schumacher gibi birçok çağdaş düşünür 17. yüzyıldaki bilimsel devrimin bilimi doğayı veya hikmeti anlamaya çalışan bir odaktan, doğayı kendi çıkarları için kullanmak (manipüle etmek) odağına kaydırdığını ve bilimin doğayı manipüle edişinin sonunda kaçınılmaz bir şekilde insanları da manipüle etmesine yol açacağını düşünmüşlerdir. Ayrıca, nicel ölçümlerin bilimin odağında olması, bilimin dünyanın önemli nitel açılarını göremediği eleştirilerine yol açmıştır. Bilimin icraasında, etik ve çalışma ahlâkının ideolojik bir şekilde reddedilmesinin sahtekârlık, intihal ve veri tahrifi gibi çeşitli formlardaki sonuçları birçok akademisyen tarafından eleştirilmiş ve yerilmiştir. Filozof Bernard Rollin, "Bilim ve Etik" ("Science and Ethics") isimli eserinde, etik ve ahlâkın bilim ile alâka ve ilgisini reddeden ideolojik görüşü inceler ve temel etik anlayışının ve kurallarının öğretilmesinin, bilimsel eğitimin vazgeçilemez ve ayrılmaz bir unsuru olduğunu savunur. Kitlesel medya, birbiriyle yarışan farklı bilimsel iddiaları, bu iddiaların bilimsel camiadaki kabul edilebilirliği ve güvenilebilirliğini tam olarak, kesin bir şekilde yansıtmalarını engelleyen çeşitli baskılara maruz kalmaktadır. Bilimsel bir tartışmada farklı taraflara ne kadar ağırlık verileceğini belirlemek, tartışmanın konusu hakkında uzmanlık ve bilgiyi gerektirir. Çok az gazeteci gerçek anlamda bilimsel bilgiye sahip olduğu gibi, belirli bilimsel meseleler üzerine bilgiye s
ahip olan bir gazeteci bile aniden haberini yapması gereken diğer bilimsel meseleler üzerine az şey biliyor olabilir. Psikolog Carl Jung'a göre her ne kadar bilim doğanın her yönünü, tam olarak anlamaya çalışsa da kullanılan deneysel yöntemler ancak suni ve sınırlı sorular ortaya atacak ve dolayısıyla sadece kısmi cevaplara ulaşılabilinecektir. Robert Anton Wilson, bilimin soru sormakta kullandığı araçların ürettiği cevapların sadece kullanılan araçlar açısından anlamlı cevaplar olduğunu ve bilimsel bulguların incelenebileceği tamamen nesnel bir bakış açısının olmadığını öne sürerek bilimi eleştirmiştir. Bilim ile din arasındaki ilişki, yaşamın gerçeklerine ilişkin yaptıkları açıklamalar doğrultusunda incelenebilir. Dinsel doktrinler ve nedenler zaman zaman bilimin gelişimini etkilerken, bilimsel bilgiler de dinsel inanışları etkilemiştir. Din ve bilim, tarih boyunca birbirleriyle sürekli çatışma halinde olan iki düşünme biçimidir. Genel bir anlamda her ikisi de evreni açıklama amacı güder; fakat kullandıkları yöntemler ve bağlı oldukları dünya görüşleri çok farklıdır. Bilim, olguları saptama ve açıklamada gözlem ve gözleme dayalı mantıksal düşünmeyi kullanır. Oysa din, metafizikten pek farklı olmayarak, sevgi, inanç ve duygu ile karışık, olgulardan kopuk bir akıl yürütmeye dayanır. Dünya görüşü yönünden birine gerçekçi-rasyonalist, ötekisine mistik-rasyonalist diyebiliriz. Bu karşılaştırmayı daha somut yapmak için, dini oluşturan başlıca özellikleri belirtmeye ve bilimle çatışmaya düştüğü kesin noktayı bulmaya ihtiyaç vardır. Bütün büyük dinler incelendiğinde şu üç ögenin ya da işlevin yapılarında var olduğu görülür: Bilimle dinin çatışması sadece son nokta bakımındandır. Çünkü din bilimin evreni açıklama ve insan için anlaşılır kılma çabasına bu noktada ortak olmuştur. Din evrenin kökeni, kuruluşu ve işleyişi üzerine birtakım inançlara (metafizik hipotezlere) sahiptir. Bu inançların her biri dogma niteliğindedir; doğruluğundan şüphe edilmez. Kaldı ki, dinin söz götürmez bir kesinlikle doğru kabul ettiği metafizik hipotezleri bilimsel yoldan doğrulama olanağı da yoktur. Örneğin, bu inanç ya da hipotezlerden biri, Tanrının varlığı ile ilgilidir. Hemen bütün gelişmiş dinler belli özellikleri olan bir Tanrının var olduğu savına dayanır. Ne var ki, bu savın ne doğruluğu ne de yanlışlığı gözlem ve deneye başvurularak saptanamaz. Dinler bu konudaki savlarının doğruluğunu başka yollara (vahiy, sezgi, kutsal kitap, geleneksel otorite ve benzer kaynaklara) başvurarak savunurlar. Sonuçta böyle bir savın kabulü veya reddi kişisel bir inanç sorunu olarak kalır. Ne inanan kimse inancının doğruluğunu, ne de inkâr eden kimse inkârını bilimsel yoldan ispat edebilir. Şu kadar ki, ikisinin birden doğru olması mantıksal açıdan olanaksızdır. Din, inançlar sisteminde, bilimin tam tersine, düzeltme, gelişme veya herhangi bir değişiklik kabul etmez. Yanılma olasılığına yer vermediği için kendi kendini eleştiri yoluyla hatalardan arındırma olanağı yoktur. Dinsel her inanç kesin ve evrensel doğruluk iddiasına dayanır. Oysa bilimde hiçbir teori kesinlik iddiası gütmez; er geç bir gün değişikliğe uğrama, hatta tümden reddedilme olasılığını gözden uzak tutmaz. Dinle bilimin çatışması, dinin olgulara dayanmaksızın evreni açıklama yolunda ortaya attığı metafizik öğretilerden vazgeçmediği sürece sürüp gideceğe benzer. Çünkü bu tür inançları, giderek kapsamını geliştiren bilimsel bulgu ve doğrularla bağdaştırmanın yolu yoktur. Kişiler bazında ele alındığında, tarih boyunca bazı düşünürlerin bilim ile dinin uzlaşamaz ve birbirine karşıt uğraşılar olduğunu öne sürdüğü -bu genel olarak bilimin sorgulamaya dayanması, dinin ise sorgulamadan inanmayı gerektirmesinden kaynaklanmaktadır-, bazı düşünürlerin ise aksini iddia ettiği görülmektedir. Özellikle 19. yüzyılın belirli dönemlerinde din ile bilimin birbirine muhalif olduğu görüşü kazanmıştır. Bu dönemlerde geliştirilen "muhalefet, karşıtlık tezi"ne göre bilim ile din arasındaki herhangi bir etkileşim her daim çatışmaya yol açacaktır ve din de, yeni bilimsel fikirlere karşı, saldırgan olan taraf olacaktır. Her ne kadar bu anlayış 19. yüzyılda John William Draper ve Andrew Dickson White gibi isimlerce yaygınlaştırılmaya çalışılmışsa da bilim ile din arasındaki tarihsel ve bugünkü etkileşimi, çatışma anlarından iş birliği anlarına kadar, açıklamaya yeterli olmamıştır. Nitekim gerek Kopernik, Galileo, Kepler ve Boyle gibi Batı bilim tarihinde yer almış önemli isimler, gerekse İbn-i Sina, Biruni ve İbn-i Heysem gibi Doğu bilim tarihinde yer almış önemli isimler inançlı insanlardı. Bununla birlikte, bilim ile dinin tarih içinde çatıştığı meseleler de olmuştur ve bilim ile dinin uzlaşmasının mümkün olmadığını savunanlar bugün de mevcutturlar. Örneğin İngiliz evrimsel biyoloji uzmanı Richard Dawkins bilim ile dinin uzlaşmasının mümkün olmadığını şiddetle savunmaktadır. Tarih boyunca din ile bilimi birleştirmeye çalışan, birbiriyle çelişmeyen yöntemler olduğunu ileri süren ve hatta birbirlerini tamamladıklarını düşünenler olmuştur. Amerikalı biyolog Kenneth R. Miller bu kesimdedir. Zaman zaman dinsel kanıları bilimsel yöntemlerle veya bilimsel kanıları dinsel yöntemlerle açıklamaya çalışanlar olmuştur. Örneğin, İbn-i Sina Tanrı'nın varlığını akıl ve mantık yoluyla açıklamaya çalışmıştır. Buna ek olarak, özellikle modern çağda, bazıları bilim ve dinin birbirinden bağımsız olduğunu, insani deneyimin birbiriyle ilgisiz yönleriyle uğraştıkları ve bu sebeple birbirlerinin alanına bulaşmadıkça, kendi alanları içerisinde, sorunsuz bir şekilde birlikte var olabileceklerini öne sürmüşlerdir. Ama bu pek de mümkün olmamıştır. Tıp Tıp, sağlık bilimleri dalı. İnsan sağlığının sürdürülmesi ya da bozulan sağlığın yeniden düzeltilmesi için uğraşan, hastalıklara tanı koyma, hastalıkları sağaltma (tedavi etme), hastalık ve yaralanmalardan korumaya yönelik çalışmalarda bulunan birçok alt bilim dalından oluşan bilimsel disiplinlerin şemsiye adıdır. Hem bir bilgi alanı – vücut sistemlerinin ve bunların hastalıklarının ve tedavilerinin bilimi – hem de bu bilginin uygulandığı "meslek"tir. Tıp için kullanılan bir başka kelime de, bugün eskimiş olan, "tababet"tir. Merriam-Webster tıbbı şöyle tanımlamıştır: "Sağlığın korunması ve hastalığın giderilmesi, yatıştırılması veya önlenmesi ile ilgilenen bilim ve sanat (dalı)". (Merriam-Webster). Tarih boyunca dünyanın farklı yerlerinde farklı tıbbî sistemler ortaya atılmıştır. Bugün çağdaş biyotıp büyük oranda dünyanın her yerinde etkin olan sistem olarak gözükse de, sosyal bilimciler tıbbi bir çoğulluk ve çoğulculuktan (tıbbî pluralizm – medical pluralism) söz etmektedir. Çok eski kökene sahip Ayurvedik tıp, Geleneksel Çin Tıbbı ve benzeri kompleks tıbbi sistemlerin yanı sıra, kabilelerde rastlanan daha basit tıbbi sistemler de bugün varlığını, biyotıpla birlikte, sürdürmektedir. Tıp sistemleri açısından çağdaş biyotıp gerek karakteristikleri gerek gösterdiği yayılım sebebiyle önemlidir. Zaman zaman Batı kaynaklı olduğu için bu tıbbi sistem ve geleneğe “Batı tıbbı” (Western medicine) dendiği de olmuşsa, özellikle sosyal bilimciler tarafından, bu terimin yerine “biyotıp” teriminin kullanılması tercih edilir. Bazen bu tıbbi gelenek için “bilimsel tıp” ve “Hippokratik tıp” deyimlerinin de kullanıldığı olur. Batı ülkelerinde de, çağdaş zamanda varlığını sürdüren, farklı kaynaklara sahip, çeşitli tıbbi gelenekler de vardır, örneğin naturapatik tıp gibi. Bununla birlikte Batı’da modern çağda tekrar varlığını hissettiren bu gibi geleneklerin birçoğunun bilimsel bir arka planı yoktur ve resmi anlamda durumları biyotıp kadar kesinleşmiş değildir. Tıp sistemlerine ve bu sistemlerin karakteristiklerine dair özellikle tıp bilimine dair sosyal çalışmalarda ve sosyal-tıp disiplinlerinde (örneğin, tıbbî antropoloji veya tıbbî sosyoloji gibi) yer verilir. Bu çalışmalar tıp sistemlerinin karakteristiklerinin yanı sıra tıp sistemlerine genel bir bakış ve sınıflandırma amacı da güder. Örneğin, ünlü tıbbi antropolog Allan Young tıp sistemlerini “içleyici tıp sistemleri” (yani içeriye dönük) ve “dışlayıcı tıp sistemleri” (yani dışa dönük) olarak ikiye ayırmış, içleyici tıp sistemleri hastalık karşısında vücudun içine dönen ve ilgisini buraya yönlendiren, dışlayıcı tıp sistemlerini ise hastalık karşısından vücudun dışına dönen ve vücut-dışındaki çevreye ilgisini yönlendiren tıp sistemleri olarak tanımlamıştır (Young). İçleyici tıp sistemlerinin genellikle daha kompleks sosyal ve politik arka plana sahip topluluklarda zamanla ortaya çıktığını, ana ilgisinin fizyolojik olduğunu belirtir. Buna göre ayurvedik tıp veya çağdaş biyotıp içleyici tıp sistemlerine örnek olarak verilebilir. Young’ın çalışmasına göre dışlayıcı tıp sistemlerine, nispeten daha basit bir sosyal ve politik arka plana sahip topluluklarda rastlanır, ana ilgisi fizyolojik değil, etyolojiktir. Bu sistemlere Gnau topluluğunun geleneksel tıp sistemi örnek olarak verilebilir. Birçok kültürde tıbbın ilk hali bitkilerin (Herbalizm) ve hayvani bazı unsurların şifa amaçlı kullanılmasına dayanmıştır. Her ne kadar her toplumda tıp veya tıbbî gelenekler ortaya çıkmış olsa da, sistematik bir biçimde gelişim gösteren ve bir ‘meslek’ olmaya doğru gelişen tıp Mısır, Hindistan, Çin, Yunanistan ve İran başta olmak üzere farklı bölgelerde ortaya çıkmıştır. Tıbba bakış, tıbbın uygulanışı ve tıbbın üzerine oturtulduğu kavramsal yapı her bölgede yoğun farklılıklar göstermektedir. Bazı bölgelerde binlerce yıldır uygulanan tıp sistemleri bugün hâlâ biyotıbbın yanında kendine yer edinmektedir. Bugünün en yaygın tıbbî sistem olan modern (biyo)tıp büyük oranda 18. yüzyılın sonlarında Avrupa bazlı olarak gelişmiştir. 1900’lerin başında kliniksel tıbbın gelişiminin odağını oluşturan ülkeler Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. Yakın zamanda ikinci bir değişim ve gelişim evresinden geçen modern tıp, bugün sıklıkla kanıt-bazlı tıp (evidence-based medicine) olarak anılan akımla birlikte bilimsel metodu ve küresel bilgi birikimini
kullanarak belirli bir konu hakkındaki tüm kanıtı toparlayıp bundan standart protokollerin geliştirilmesi önem kazanmıştır. Bu bağlamda özelikle meta-analiz (meta-analysis) ve rastgele kontrollü deneyler (random controlled trial) önemlidir. Bununla birlikte, kanıt-bazlı tıbba da eleştiriler gelmiş, özellikle kullandığı metotların çeşitli sınırlamaları ve olası kavramsal hataları öne sürülmüştür; örneğin bir meta-analizde sadece yayımlanmış makalelerin ‘kanıt’ olarak masaya yatırılmış böylece negatif sonuçlar elde edilmiş, yani başarısızlığa uğramış, fakat doğru bir sonuca ulaşabilmek için önem taşıyabilecek yayımlanmamış makalelerin ‘kanıt’ içerisinde yer almamasının yaratacağı sistematik hatalar gibi. Genetik ve moleküler biyolojideki gelişmeler sosyal açıdan tıpta farklı bir bakış açısının ve farklı akımların oluşmasını sağlarken, meslekî olarak da tıpta farklı etkileşimlere yol açmıştır. Eski tabirleriyle Tabiplik, Hekimlik, şimdiki tabirleriyle "Doktor"luk insanı doğru şekilde anlayarak, bedensel ve zihinsel açıdan "iyileştirmeyi" hedefleyen meslek koludur. Ayrıca doktorlar bireylerin sağlıklarını olumlu yönde değiştirmek için Hipokrat Yemini ederler. "Ana madde tıp dalları" İçinde birçok farklı disiplini(bilim dalı) barındırmasının yanı sıra, tıbbın meslekî uygulanışı sırasında birçok farklı disiplinden profesyoneller birlikte çalışırlar; hemşireler, eczacılar, fizyoterapistler, diyetisyenler, odyologlar gibi. Bunun dışında her ne kadar ayrı birer meslek olsalar da diş hekimliği (veya bir başka deyişle diş doktoru), veteriner hekimliği ve psikoloji de tıbbî birer alan olarak ele alınır. Aşağıdaki listelerde tıp mesleği içindeki interdisipliner veya tıbbî alan içerisinde sayılan bazı dallar yer almaktadır. Bu listede tüm disiplinler ve dallar yer almadığı gibi, belirli disiplin ve dalların kendi içlerinde barındırdıkları alt dallar da yer almamaktadır. Ayrıca her ülkede ve modern tıbbın yerel geleneklerinde (örneğin millî tıp geleneklerinde) dallar arası ayrışma büyük farklılıklar gösterebilir. Sağlık Sağlık, sadece hastalık ve sakatlık durumunun olmayışı değil kişinin bedenen ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) sağlığı, "sadece hastalıklardan ve mikroplardan korunma değil, bir bütün olarak fiziki, ruhi ve sosyal açıdan iyi olma hali" olarak açıklar. Yaşayan bir organizmada, organizmanın dengede olduğu bir durum olarak tanımlanabilir. Bu dengeli durumda organizmaya giren ve organizmadan çıkan madde ve enerji miktarı (organizmanın normal büyüme sürecinde kullanılan madde göz ardı edildiğinde) yaklaşık olarak eşittir ve organizmanın hayatta kalma beklentisi vardır. Arkeoloji Arkeoloji, arkeolojik yöntemlerle ortaya çıkarılmış kültürleri, sosyoloji, coğrafya, tarih, etnoloji gibi birçok bilim dalından yararlanarak araştıran ve inceleyen bilim dalıdır. Türkçeye yanlış bir şekilde ""kazıbilim"" olarak çevrilmiş olsa da kazı, arkeolojik araştırma yöntemlerinden sadece bir tanesidir. Arkeoloji asıl olarak insanlığın kültürel geçmişini, kültürlerin değişimini ve birbirleriyle ilişkilerini inceler. Arkeoloji, Yunancadaki ἀρχé ar(ch)ke: eski, eskiden kalma ve ό λόγος logos: bilgi, bilim, öğreti, öğretme, tanımlama, ortaya koyma kelimelerinden türemiştir. Kelime anlamı olarak da "Eskinin -Bilgisi, -Bilmi, -Öğretisi, -Tanımlanması ve -Ortaya Çıkarılması" anlamlarına gelebilmektedir. Arkeoloji, kendi içinde birçok farklı bilim dalını barındırmaktadır. Bunlar arasında tarihöncesi (prehistorya) arkeolojisi, klasik arkeoloji, protohistorya ve önasya arkeolojisi, mısır arkeolojisi, tevrat arkeolojisi, ortaçağ arkeolojisi sayılabilir. Arkeoloji, yazılı tarihten önce ve sonra yaşamış insanlara ilişkin bilgi edinme olanağı sağlaması açısından özellikle önemlidir. Bu bilim dalının uzmanları olan arkeologlar, araç, eşya ve yapı kalıntılarını inceleyerek, eski insanların nasıl yaşadıklarını anlayabilirler. Arkeologlar çalışmalarını çoğunlukla eskiden insanların yaşadığı varsayılan yerleşimleri gün yüzüne çıkararak yürütürler. Yıkılan bir kentin üstüne yenisi yapıldığından eski kentler genellikle toprağın altında kalır ve üst üste kurulan yerleşmelerin mimari (özellikle kerpiç) yıkıntıları zamanla bir tepe oluşturur. Bu tür tepeler Türkiye'de "höyük", Yunanistan'da "Magula", Yakındoğu'da "Tell", İran'da "Teppe" olarak adlandırılır. Ülkemizdeki Alacahöyük,Yalıhüyük ve Çatalhöyük gibi eski yerleşmeler birer höyüktür. Ancak her arkeolojik buluntu yeri bir höyük değildir. İnler, düz yerleşme yerleri, antik kentler de arkeolojinin araştırma alanları arasında yer alır. Tarih öncesi arkeolojisi yazının ortaya çıkmasından önceki dönemleri inceler. Bu incelemede kazılar çok büyük bir dikkatle yürütülür. Tarih öncesi dönemden günümüze kalan çanak çömlek parçaları, taş araçlar, mimari kalıntılar ya da organik kalıntılar çok önem taşımaktadır. Arkeologların yapması gereken en önemli işlerden biri, ulaştıkları buluntuların hangi dönemden kaldığını saptamaktır. Bu buluntular arasında ele geçen yazılı belgeler, bu iş kolaylaştırır; ama yazılı bir belge yoksa, örneğin binlerce yıl öncesinden kaldığı tahmin edilen bir eşyanın kesin yapım tarihini bulmak çok zordur. Arkeolojinin eski yerleşmeleri ve buluntuları tarihlendirmede yararlandığı yazılı tarih öncesi dönemleri, ilk kez Danimarkalı bir arkeolog sınıflandırmıştır. Bu yazılı tarih öncesi dönem, Prehistorya ya da Tarihöncesi olarak adlandırılır. İnsanların çok sert bir taş olan çakmak taşından alet ve silah yaptıkları ilk dönem Taş Devri'dir. Alet ve silahların tunçtan yapıldığı bir sonraki döneme Tunç Çağı denmiştir. Demirin kullanılmaya başlandığı son dönemse Demir Çağı olarak adlandırılır. Çağdaş arkeologlar bu üç çağı da kendi içinde daha kısa süreli dönemlere ayırırlar. Bir arkeolog, ortaya çıkardığı aygıtların hangi çağdan kaldığını saptasa bile bu aygıtların yapıldıkları tarihe ilişkin bilgi edinmesi her zaman kolay olmaz; çünkü bir bölgede yaşayan insanlar taştan aygıtlar kullanırken aynı dönemde başka bir bölgede insanların tunçtan aygıtlar kullandığı bilinmektedir. Bir bilim dalı olarak arkeolojinin geçmişi çok eski değildir. Büyük çaplı ilk kazılar 18. yüzyılda 79 yıӀında patlayan Vezüv Yanardağı'nın püskürttüğü lavların ve küllerin altında kalan eski Pompei ve Herkulaneum kentlerinde yapıldı. Bu kentlerin ortaya çıkarılması, Eski Roma kentleri konusunda yeni bilgilere ulaşılmasını da sağladı. Aynı yüzyılda İngiliz arkeolog John Frere, taştan yapılmış aygıtlarӀa soyu tükenmiş bazı hayvanların kemiklerini bir arada buldu. Frere, bu aygıtları yapmış olan insanlar ile soyu tükenmiş hayvanların aynı dönemde yaşadıklarını gösterdi; ama hiç kimse, yeryüzünde on binlerce yıl önce yaşamış insanların olabileceğine inanmak istemedi. Daha sonra bu bilgi bilim adamlarınca da doğrulandı. Antik Mısır yazısı olan hiyeroglifin 1822'de arkeologlar ve yazı uzmanları tarafından çözülmesi, arkeoloji için bir dönüm noktası oldu. Hiyeroglifin çözülmesinde kilit rol oynayan Rosetta Taşı’nda aynı sözcükler hem hiyeroglif hem de Antik Yunan yazısı ve başka bir tür Mısır yazısıyla yinelenmişti. Bu gelişme çok sayıda arkeologun Mısır'a ilgi göstermesine yol açtı. Yapılan kazılarla Antik Mısır’daki yaşama ilişkin yeni bilgilere ulaşıldı. Arkeolojinin en önemli buluşlarından olan Rosetta Taşı, günümüzde Londra'da British Müzesi'nde sergilenmektedir. Arkeolojinin en zengin kaynakları Orta Doğu'da bulunmaktadır. Eski Yunan şairi Homeros şiirlerinden birinde, 10 yıllık bir kuşatmadan sonra ele geçirilen Troya kentinin öyküsünü anlatır. Ama bu kentin nerede olduğu kesin olarak bilinmiyordu. Troya’nın gerçek yerini 1871'de Alman arkeolog Heinrich Schliemann saptadı. Schliemann, kazılarda ortaya çıkardığı buluntuları gizlice yurtdışına kaçırmasına karşın Osmanlı hükümetinden 1876'da yeniden kazı izni aldı ve Wilhelm Dörpfeld ile birlikte Troya’daki kazıları sürdürdü. Eski krallıklara ilişkin bir başka önemli kazının yapıldığı yer Akdeniz'deki Girit Adası'ydı. Arkeolog Sir Arthur Evans, 1900'da Knossos'ta yaptığı kazılarda eski Girit krallarının yaşadığı büyük bir sarayı ortaya çıkardı. O tarihe kadar yalnızca Yunan mitolojisinin bir kahramanı sanılan Minos'un gerçek bir kral olduğu anlaşıldı. Bulunan sarayın duvarları, boğa güreşlerinin, çiçeklerin ve hayvanların sanki 3.000 yıl önce değil de, bir gün önce yapılmış gibi duran parlak renkli resimleriyle bezenmişti. Toprak altındaki eski kentler, binlerce yıl dayanmış ve kalıntıları günümüze ulaşmıştır. Su da toprak gibi Tarih öncesi’nde yaşamış olan insanların evlerini ve eşyalarını zamana karşı korumuştur. Bundan dolayı suyun altında da arkeoloji için pek çok zengin malzeme bulunmaktadır. Arkeolojinin su altındaki kalıntılarını incelen dalı sualtı arkeolojisi olarak adlandırılır. 1854'te, İsviçre'nin Zürih kentindeki gölün suları çok azalınca, dibindeki eski ev kalıntıları ortaya çıktı. Arkeologlar evlerin bulundukları katmanları inceleyerek yapıldıkları dönemleri saptadılar. Bulunan tahta aygıtlar, keçeler, sepetler ve hatta elma, armut ve ekmek artıkları o insanların günlük yaşamlarına ilişkin önemli bilgiler sağladı. Türkiye'de de Bodrum ve Antalya yöresinde su altı çalışmaları yapılmış ve çok sayıda buluntu ortaya çıkarılmıştır ki bunlar Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir Eskiden zengin hazineler, saraylar ve tapınaklar bulma umuduyla kazı yapılırdı. Sıradan insanların yaşadıkları yerler definecileri ilgilendirmiyordu. Oysa arkeologlar geçmişi iyi anlayabilmenin yolunun, bulunabilen her şeyi incelemekten geçtiğini bilirler. Arkeologlar buluntuları incelerken, o topluluğun ekonomisini, değişik işleri ve görevleri olan insanlar arasındaki ilişkileri ve dinsel inanışlarını da araştırıyorlar. Yetiştirdikleri bitkilere ve hayvanlara bakarak insanların çevrelerini nasıl değiştirdiklerini, kendilerinin de çevreden nasıl etkilendiğini anlamaya çalışıyorlar. Ortadoğu'da bazı arkeologlar çöllerde araştırmalar yaparak, kentlerin henüz kurulmadığı ve uygarlıkların yerleşmediği döne
mlerdeki göçebe topluluklara ilişkin bilgi edinmeye çalışıyorlar. Çok kısa bir süre öncesine kadar kitaplarda, elyazmalarında ve iyi korunmuş yapılarda ortaçağa ilişkin yeterince bilgi bulunduğu sanılıyordu. Yakın tarihlerde bu alanda da yepyeni gelişmeler oldu. Birçok araştırmacı son 200 yılda yapılmış kanalları, demiryollarını, fabrikaları konu alan sanayi arkeolojisi alanında çalışıyor. Günümüzde kısaca, geçmişe ilişkin her şey arkeolojinin kapsamına girmektedir. Havadan çekilen fotoğraflar arkeologların çalışmalarına büyük katkı sağlamaktadır. Bu fotoğraflar, araştırılacak alanı yere serilmiş bir harita gibi gösterir. Örneğin, birbirine bağlı kısa, düzenli yollar ya da setler Roma dönemini işaret eder. Güneş ışınlarının eğik olduğu saatlerde çekilmiş fotoğraflarda görülen hafif tümsekler ve çukurlar ise buralarda eski yerleşmelerin izlerini gösterir. Bunlar hisar, hendek ve yapı kalıntıları olabilir. Yılın belli zamanlarında çimenlerin ya da ekinlerin renginde ve boyunda gözlenen bazı değişiklikler de arkeologlara önemli ipuçları verir. Örneğin, bir tarlanın genelinde tahıllar yeşilken bir bölümü kısa zamanda olgunlaşıp sararmış olması, o toprağın altında taştan dayanakların bulunduğunu gösterir. Eğer tarlanın altında doldurulmuş çukurlar ya da hendekler varsa, buralarda su birikeceği için, ekili ürünün olgunlaşması gecikir. Bu yerler fotoğraflarda yeşil çizgiler ya da noktalar olarak göze çarpar. Bu tür belirtilerden birçok eski yerleşme yeri saptanmış ve gün ışığına çıkartılmıştır. Toprak altında kalmış çanak çömlek ocakları, pişmiş kilde bulunan magnetik güçten dolayı, duyarlı magnetometrelerle (magnetik güç ölçme aleti) saptanabilir. Bir zamanlar canlıların yaşamış olduğu ve organik maddelerin bulunduğu yerlerde de, çevrelerine göre daha çok magnetizma vardır. Arkeologlar magnetometreyle çanak çömlek ya da çini gibi eşyaların bulunduğu ve insanların yaşadığı yerleri kolayca saptayabilirler. Alan araştırmasında kullanılan bir başka yöntem de, topraktaki direncin elektrikle ölçülmesidir. İçi nemli toprakla dolu bir hendek daha az, taş duvarlar ya da sert zeminler daha çok direnç gösterir. Ekili tarlalarda toprak sürülürken ortaya çıkmış bir çömlek ya da çini parçası ile tümsek ya da çukurlar, bir arkeologun buradaki eski kalıntıları bulmasına yardımcı olur. Ayrıca, eski haritalardan, belgelerden, yer adlarından ve yerel geleneklerden de yeni ipuçları çıkarılabilir ve dünya da pek çok yerleşme kalıntısı bu yolla bulunmuştur. Çağdaş kazıların nasıl yürütüldüğünü daha iyi anlayabilmek için, Roma dönemi bir evin yapılış öyküsünü örnek almak iyi bir yol olabilir. Çünkü arkeologlar günümüzde Roma dönemi bir evi ortaya çıkarmak üzere kazıya başladığında, bu öyküyü sondan başa doğru yeniden kurmaktadır. Roma dönemin yapı ustası, bir evi yapmaya giriştiğinde önce toprağı temizler, ardından temel çukurlarını kazar. Sonra, mozaiklerle resimler ya da motifler yaparak zemini döşer. Duvarları örüp üstünü bir çatıyla kapatır. Ev artık oturulacak hale gelmiştir ve insanlar gelip yerleşirler. Ustanın cebinden düşen bir metal para evin temelinde kalabilir. Evde yaşayanlar bazı küçük eşyalarını evde yitirebilir. Kırılan çanak çömlek parçaları çöp çukuruna atılır. Böylece evde yaşayanların öteberileri kıyıda köşede kalabilir. Arkeolojide bu süreç yerleşme dönemi olarak adlandırılır. Daha sonra bir savaştan dolayı insanlar yaşardığı evi terk etmek zorunda kalabilir, ev bir depremde çökebilir. Artık içinde insanın yaşamadığı evin zamanla tamamen çöker; ahşap kısımları çürür, duvarlar yıkılır. Aradan uzun yıllar geçince de ev bütünüyle toprağın altında kalır. Aradan yüzyıllar geçince üzerindeki toprak dümdüz olur. Burası ekili bir alan haline gelebilir ya da üzerine yine bir ev yapılabilir.Arkeologlar önce toprak altında böyle bir evin varlığını saptar. Kazı alanının tümünü ya da çevresini ince çelik çubuklarla çevirir. Bu, kazı boyunca yapılacak ölçümlerin doğruluğu, çıkarılacak plan ve sonuçların güvenilirliği için gereklidir. Artık sıra, çatıdan temele doğru bütün tabakaları tek tek özenle kaldırmaya gelmiştir. İlk tabakaya ulaşıncaya değin kazı makineleri kullanılabilir. Ama ilk tabaka kaldırılınca, artık kazıda yalnızca sivri uçlu mala, kürek ve kova kullanılır. Kazı sırasında ortaya çıkarılan duvarlar, ocaklar, fırınlar ve insan yapımı öbür yapılar örselenmeden birbirinden ayrılır. Arkeologlar bütün bunları inceler ve ayrıntılı notlar tutar. Ele geçen eşyalar tek tek özenle temizlenir ve bulundukları tabakayı belirtecek biçimde numaralanır. Eşyaların üzerinde o dönemin hükümdarının resimleri varsa, bu eşyanın yapılış tarihini saptamayı kolaylaştırır. Ama buluntular daha eski dönemlerden kalmış, yazısız ve resimsiz de olabilir. Ayrıca başka döneme ait eşya o tabakadaki eşyayla karışmış olabilir. Böyle durumlarda kesin tarihlendirme yapılırken, bir üst tabakaya hiç dokunulmamış olması gerekir. Kazıyı yapan kişi, bu evin yapıldığı, değiştirildiği ya da yıkılmaya bırakıldığı tarihleri saptar. Ayrıca evde yaşamış olanların ne gibi özellikleri olduğunu ve yaşam biçimlerini ortaya çıkarabilir. Örneğin bir çiftlik eviyse, çevresinde tarlalar, otlaklar ve korular bulunacağını bilir. Buradaki bitki, tohum, polen ve tahıl kalıntıları, çevrenin o zamanki bitki örtüsünü gösterir. Hayvan kemikleri, burada yaşamış insanların yedikleri etin cinsini anlamamızı sağlar. Kullandıkları araç gereçler insanların günlük yaşamları hakkında bilgi verir. Kentlerde kazı çalışmaları, açık alanlardaki kazılardan daha zor ve karmaşıktır. İnsanların yüzyıllardır yaşamakta oldukları kentlerde kazılar yıllarca sürebilir. Öte yandan bir kalıntının varlığı saptansa bile, bu mevcut yapıların ya da sokakların altında bulunacağından kazı yapma olanağı da yoktur. Bu gibi nedenlerden dolayı büyük kentlerde daha az kazı yapılmaktadır. Yapıların ortaya çıkarılmasında kullanılan yöntemler, Roma yolları, kanallar, surlar gibi öteki alanlarda yapılan arkeolojik kazılarda kullanılmaz. Bu tür kazılarda birbiri üzerine binen bütün katmanların görülebileceği bir kesit elde edilmeye çalışılır. Arkeolojide günümüzde tarihlendirmede çeşitli bilimsel yöntemler kullanılmaktadır. Bunlardan biri olan radyokarbonla tarihlendirme yönteminin bulunması, arkeolojide büyük bir gelişme sağladı. Bu yöntemle odunun, kömürün ve eski yerleşim bölgelerinde bulunan kemiklerin yaşlarını saptamak olanaklı hale geldi. Her canlıda karbon bulunur ve bunun neredeyse tamamı karbon-12'dir. Belli bir oranda da radyoaktif ve "ağır" olan karbon-14 vardır. Örneğin bir ağaç kesilince, artık yeni karbon-14 atomları alamaz ve var olan radyoaktif karbon atomları da belli bir hızla yok olmaya başlar. Böylece yaklaşık 5.500 yıl sonra bu atomların yarısı karbon-12 atomlarına dönüşür. Radyoaktif karbonun karbon-12'ye oranı ölçülerek, canlının ne kadar zaman önce öldüğü saptanabilmektedir. Ne var ki bu yöntem, tarihi belli olan Mısır buluntularına uygulandığında, saptanan tarihlerin çok kesin olmadığı anlaşılmıştır. Bir başka tarihlendirme yöntemi de ısıyla ışıldamadır (ısıl ışıldama). Bu yöntem yalnızca pişmiş kile uygulanabilmektedir. Kilde radyoaktif atomlar içeren elementler vardır. Kil pişirilmeden önce bunlar çevrelerine ışık biçiminde parçacıklar saçarlar. Pişme işleminin sonunda, atomların saçtığı bu parçacıklar kristalleşmiş yapının içinde hapsolur. Isıyla ışıldama yönteminde çömlekten alınan bir örnek, parçaların yeniden serbest kalacağı noktaya kadar ısıtılır. Bu parçacıklar ışık biçiminde (ışıldayarak) açığa çıktıkları için fotometre aygıtıyla ölçülür. Çömlek ne kadar çok ışık verirse, o kadar eskidir. Bir ağacın yaşının, gövdesindeki yıllık büyüme halkalarına göre saptanmasına dendrokronoloji denir. Ağaç gövdesinin kesitinde iç içe ince ve kalın halkalar görülür. Havaların iyi gittiği yıllarda ağaç daha çabuk büyüyeceğinden halkaların kalınlığı artar. Bu yöntemle ağacın yaşadığı dönemdeki iklim koşulları bile anlaşılabilir. Bir çam türünün 4.000 yıl önceki ve günümüzde yaşamakta olan örnekleri bu yöntemle karşılaştırılmıştır. Teknoloji Teknoloji ("zanaat bilimi", Yunanca , "tekno", "zanaat, beceri, el sanatları"; ve , "-loji") mal veya hizmetlerin üretiminde veya buna yönelik amaçların gerçekleştirilmesinde kullanılan beceriler, yöntemler, işlemler, tekniklerin derlenmesi veya bilimsel araştırmalardır. Teknoloji teknikler, süreçler vb. bilgiler olabileceği gibi makineler, bilgisayarlar, çeşitli cihazlar ya da fabrikalarda yerleşik olarak bulunabilir. Bunun gibi şeyleri bir birey ayrıntılı bilgi olmadan çalıştırabilir. Teknoloji doğal kaynakların basit bir araç olarak insanlar tarafından kullanılmasıyla başladı. Tarihöncesinde yangının nasıl kontrol altına alınacağının keşfedilmesi, Neolitik Devrimde hazır yiyecek kaynaklarının artırılması amacıyla üretimde kullanılan teknikler ile araçlar ve insanların seyahat etmelerinin yanı sıra çevrelerini kontrol edebilmesi için tekerleğin icadı bir teknolojidir. Tarih boyunca matbaa ve basım konusundaki gelişmeler, telefon ve internet insanların küresel ölçekte serbest bir şekilde iletişime geçmelerini, etkileşmelerini sağladı. Askerî teknolojinin sürekli ilerlemesi, cop gibi basit silahların yanı sıra yıkıcı gücü büyük nükleer silahlar gibi teknolojilerin gelişmesini de sağladı. Teknolojinin bunlar ile birlikte daha birçok etkisi bulunmaktadır. Teknoloji günümüz küresel ekonomisi dahil olmak üzere ekonomilerin çok daha gelişmesine ve göze çarpan eğlence sınıfının yükselişine de yardımcı oldu. Birçok teknolojik süreç ile birlikte istenmeyen yan ürünler nedeniyle, çevre kirliliği olarak da bilinen Dünya'nın doğal çevre zararları oluştu. Doğal kaynaklar tükenmeye başladı. Teknolojinin çeşitli uygulamaları, toplumda genellikle yeni etik sorunların oluşmasına neden oldu. Bazı değerlerini ise etkiledi. Örneğin aslında geleneksel olarak yalnızca makine için belirtilen verimlilik kavramında bir artış meydana geldi ve bu insan verimliliği açısından da aynı anlamda kullanılır oldu. Minix Andrew S. Tanenbaum tarafından ders kitabı olarak ya
zdığı "Operating Systems: Design & Implementation"'da anlatılan işletim sistemi. Amacı, dersle birlikte öğrencilerin bir dönem içinde gerçek bir işletim sistemi ile deneyim kazanabilmeleri ve teorinin, pratikte nasıl uygulandığını öğretebilmektir. Bu nedenle Tanenbaum yıllarca comp.os.minix compuserve öbeğinden ve insanlardan gelen geliştirme taleplerini reddetmiş, Minix'i mümkün olduğunca küçük ve işlevsel bırakmıştır. Minix'in tasarımı, hedef kitlesi gözetilerek yapılmıştır. Bu nedenle o dönemlerde bilgisayarlar çok pahalı olan sabit disk sürücüsü desteği olmadan sadece disketler üzerinde çalışıyordu. Bu talepleri gerçekleştirmek isteyen ve Minix'ten farklı bir yapı kullanan Linus Torvalds, 1991 yılında Linux projesini Minix öbeği altında duyurmuştur. Minix'ten kayan büyük bir geliştirme öbeği Linux'a katkıda bulunmuşlardır. Son kararlı sürümü (3.1.8) 4 Ekim 2010 tarihinde yayınlanmıştır. http://www.minix3.org/news/ MySQL MySQL, altı milyondan fazla sistemde yüklü bulunan çoklu iş parçacıklı (İng. '), çok kullanıcılı (İng. '), hızlı ve sağlam (İng. ") bir veri tabanı yönetim sistemidir. UNIX, OS/2 ve Windows platformları için ücretsiz dağıtılmakla birlikte ticari lisans kullanmak isteyenler için de ücretli bir lisans seçeneği de mevcuttur. Linux altında daha hızlı bir performans sergilemektedir. Kaynak kodu açık olan MySQL'in pek çok platform için çalıştırılabilir ikilik kod halindeki indirilebilir sürümleri de mevcuttur. Ayrıca ODBC sürücüleri de bulunduğu için birçok geliştirme platformunda rahatlıkla kullanılabilir. Geliştiricileri, 500'den fazlası 7.000.000 kayıt içeren 10.000 tablodan oluşan kendi veritabanlarını (100 gigabyte civarında veri) MySQL'de tuttuklarını söylüyorlar. Web sunucularında en çok kullanılan veri tabanı olup ASP, PHP gibi birçok Web programlama dili ile kullanılabilir. MySQL, tuttuğu tablolarla çok kullanıcılı sistemlerde söz konusu olan erişim hakları sorununu başarılı bir şekilde çözmektedir. MySQL'in 4.0 sürümü ile birlikte "" desteği, 4.1 sürümüyle birlikte de alt sorgu desteği eklenmiştir. Ayrıca "veri tutarlılığını (İng. ")" sağlama işinin programcıya bırakılması tercih edilmiştir, ancak bu bir dezavantaj olarak görülmeyebilir. Çünkü pek çok veri tabanı programcısı VTYS'lerdeki veri tutarlılığının esnek olmayan, zorlayıcı bir özellik olduğunu düşünmektedir. MySQL aşağıdaki veri tabanı nesnelerini desteklemekte olup bu nesnelerin bazıları 5.1 sürümü ile gelmiştir: MySQL için çok çeşitli grafiksel arayüze sahip programlar mevcuttur. Bunlar içerisinden en bilineni yine MySQL'i geliştiren firma tarafından geliştirilmiş ücretsiz bir yazılım olan MySQL GUI Tools'dur. Bunun yanında PHP ile geliştirilmiş phpMyAdmin diğer alternatif bir yazılımdır. Tek bir PHP dosyası ile işlem yapan Javascript ile birçok işi kolaylaştıran Adminer* yazılımı da önerilmektedir. Matematik felsefesi Matematik felsefesi, matematiği anlama çabalarını sınıflandırmaya çalışan bir felsefe dalıdır. Başlıca soruları matematik ve matematiğin konusu olan nesnelerin kaynağı ile ilgilidir. Özellikle "doğru" bir önermenin özelliklerini inceler: Diğer önemli bir konu matematiksel bir kuramın gerçekliğidir. Matematik (Doğa Bilimlerinden farklı olarak) deneysel olarak sınanamadığı için belirli bir matematik kuramını gerçek bulmak için nedenler aranmaktadır (Bkz. Epistemoloji). Luitzen Brouwer’in temellerini attığı Sezgici Matematik bu görüşün bilenen temsilcilerindedir. Mantıkçı Matematik yaklaşımı ise Bertrand Russell ve Gottlob Frege tarafından savunulmuştur. David Hilbert, biçimcilik akımının temsilcilerinden sayılmaktadır. Gelenekselcilik mantıkcı görgücüler (Rudolf Carnap, Alfred Jules Ayer, Carl Hempel) tarafından temsil edilmiştir. Matematik Felsefesindeki önemli konulardan biri de matematiğin kesinlik problemidir.Bu konuda Avusturyalı Matematik-mantıkçı Kurt Gödel'in çalışmaları önemlidir. Tarayıcı (anlam ayrımı) C (programlama dili) AT&T Bell laboratuvarlarında, Ken Thompson ve Dennis Ritchie tarafından UNIX İşletim Sistemi' ni geliştirebilmek amacıyla B dilinden türetilmiş yapısal bir programlama dilidir. Geliştirilme tarihi 1972 olmasına rağmen yayılıp yaygınlaşması Brian Kernighan ve Dennis M. Ritchie tarafından yayımlanan "C Programlama Dili" kitabından sonra hızlanmıştır. Günümüzde neredeyse tüm işletim sistemlerinin (Microsoft Windows, GNU/Linux, *BSD, Minix) yapımında %95' lere varan oranda kullanılmış, halen daha sistem, sürücü yazılımı, işletim sistemi modülleri ve hız gereken her yerde kullanılan oldukça yaygın ve sınırları belirsiz oldukça keskin bir dildir." Keskinliği, programcıya sonsuz özgürlüğün yanında çok büyük hatalar yapabilme olanağı sağlamasıdır. Programlamanın gelişim süreciyle beraber programlamanın karmaşıklaşması, gereksinimlerin artması ile uygulama programlarında nesne yönelimliliğin ortaya çıkmasından sonra C programcıları büyük ölçüde nesne yönelimliliği destekleyen C++ diline geçmişlerdir. C'nin ilk gelişme safhaları 1969 ile 1974 arasında AT&T Bell Laboratuvarları'nda gerçekleşti. Ritchie'ye göre, en yaratıcı devre 1972 idi. Dilin pek çok özelliği "B" adlı bir dilden türediği için, yeni dile "C" adı verildi. B dili yorumlanan bir dildi ve veri tipi desteği yoktu. Yeni donanımların farklı veri tiplerini desteklemesi, ve yorumlanan dillerin çalışma zamanında görece yavaş olması sebebi ile, C dili, tip desteği eklenmiş ve derlenen B olarak geliştirildi. "B" adının kökeni konusunda ise söylentiler değişik: Ken Thompson B'nin BCPL programlama dilinden türediğini söylemektedir, ancak Thompson eşi Bonnie'nin onuruna adını Bon koyduğu bir programlama dili de geliştirmiştir. 1973'e kadar C yeterince güçlü bir hale gelmiş ve ilk başta PDP-11/20 assembly dili ile yazılan UNIX'in çekirdeğinin büyük kısmı C ile yeniden yazılmıştı. Böylece UNIX, çekirdeği bir assembly dili ile yazılmayan ilk işletim sistemlerinden biri olmuştu. 1978'de Ritchie ve Brian Kernighan "The C Programming Language (C Programlama Dili)" kitabının ilk baskısını yayımladılar. C programcıları tarafından "K&R" olarak bilinen bu kitap, yıllar boyunca C dilinin gayriresmi standardı olarak kullanıldı. C'nin bu sürümü bugün "K&R C" olarak adlandırılır. Bu kitabın ikinci baskısı ise aşağıda anlatılan ANSI C standardını içerir. K&R dilde şu değişiklikleri yaptı: K&R C genellikle tüm C derleyicilerinin desteklemek zorunda olduğu dilin en temel kısmı olarak kabul edilir. Uzun yıllar boyunca, ANSI C'nin kabul edilişinden sonra bile, yüksek taşınabilirlik ( "portability") istendiğinde, K&R C, C programcıları tarafından "ortak payda" olarak kabul edilmiştir çünkü bazı derleyiciler henüz ANSI C'yi desteklemek üzere güncellenmemişlerdi ve zaten iyi yazılmış bir K&R C programı aynı zamanda ANSI C'yi de destekliyordu. K&R C'nin yayımlanmasını izleyen yıllar içine dile AT&T'nin derleyicilerinin ve bazı başka bilgisayar üreticileri tarafından desteklenen kimi "gayriresmi" özellikler eklendi. Bunların içinde aşağıdaki özellikler de vardı: 1970'lerin sonunda C, en çok kullanılan mikrobilgisayar dili olarak BASIC'in önüne geçmeye başladı. 1980'lerde ise, IBM PC ile kullanılmak üzere benimsenmesiyle birlikte popülaritesi iyice artmaya başladı. Aynı zamanda, Bell Laboratuvarları'nda Bjarne Stroustrup ve iş arkadaşları C'ye nesneye yönelim eklemek üzere çalışmaya başlamışlardı. C bugün UNIX dünyasında en çok kullanılan dil olarak kalırken, Stroustrup'un geliştirip C++ adını verdiği dil Microsoft Windows işletim sisteminde en önemli dil oldu. 1983'te Amerikan Ulusal Standartlar Enstitüsü (ANSI) bir C standardı oluşturmak için bir kurul oluşturdu. Uzun ve yorucu bir çalışmadan sonra, bu kurul standardı 1989'da tamamladı ve standart ANSI X3.159-1989 "Programming Language C (C Programlama Dili)" olarak yayımlandı. Dilin bu versiyonu genellikle ANSI C olarak adlandırılır. 1990'da bu standart, küçük değişikliklerle Uluslararası Standartlar Örgütü (ISO) tarafından da benimsenip ISO/IEC 9899:1990 olarak yayımlandı. ANSI C'yi oluşturmanın amaçlarıdan biri K&R C'yi içeren ve dile sonradan katılan "gayriresmi" özellikleri de dile katan bir standart oluşturmaktı. Standart k fonksiyon prototiplerini ve daha yetenekli bir önişlemciyi de standarda ekledi. Bugün artık ANSI C neredeyse tüm derleyiciler tarafından desteklenmektedir. Günümüzde yazılmakta olan C programlarının çoğunluğu ANSI C standardına uygun olarak yazılmaktadır. "Yalnızca" standart C kullanılarak yazılmış bir program, standarda uyumlu her derleyici ile doğru bir biçimde derlenip çalıştırılabilir. Ancak, standart olmayan kütüphaneler kullanılarak yazılmış programlar belli bir platform ya da derleyici gerektirebilirler... ANSI standartlaştırma işleminden sonra C dili uzun bir süre oldukça sabit kaldı, ancak C++ gelişmeyi sürdürdü. Buna bağlı olarak, 1990'ların sonunda ISO standardı güncellendi ve 1999'da ISO 9899:1999 olarak yayımlandı. 2000 yılının Mart'ında ise, "C99" olarak bilinen bu standart ANSI tarafından da benimsendi. C99'un yeni özellikleri şöyle özetlenebilir: Örneğin codice_14 deyimi c99 da geçerli iken c89 da geçerli değildir... C99'u bugün GCC ve bazı başka derleyiciler desteklemekteyken, Microsoft ve Borland derleyicilerine C99 desteği eklemekte isteksiz davranmaktadırlar. Merhaba, dünya örneği ilk olarak "The C Programming Language" kitabının birinci baskısında kullanıldı ve birçok programlama kitabında kullanılan tanıtıcı örnek haline geldi. Bu örnek ekrana ya da terminal ekranına "merhaba, dünya" yazar. Kitaptaki kodun orijinal hali: Standart olarak onaylanan "merhaba, dünya" versiyonu: 1. satır : Bir önişlemci komutudur ve daha program derlenmeden önce devreye girerek istenilen değişiklikleri kaynak dosya üzerinde gerçekleştirir. Bu programda codice_21 (standart input-output) başlık dosyasını programa dahil eder. Bu başlık dosyasında standart giriş-çıkış fonksiyonlarının prototipleri mevcuttur. Burada programdaki komutun amacı codice_22 fonskiyonunu programa dahil etmektir. 2. satır : Bu satırda programda işe codice_
23 fonksiyonun tanımlanmasıyla başlanmıştır. codice_23 fonksiyonun C dilinde özel bir amacı vardır. Programın çalışma zamanında başladığı yer main fonksiyonudur. 3. satır : codice_23 fonksiyonunun başladığı yeri belirtir. 4. satır : Bu satırda "merhaba, dünya" yazısını (karakter dizisini) ekrana bastırmak için codice_22 fonksiyonu çağrılır ki bu fonksiyonu 1. satırdaki codice_21 başlık dosyası ile programa dahil etmiştik. 5. satır : codice_28 değimi main fonksiyonumuzu codice_29 geri dönüş değeriyle sonlandırır. 6. satır : codice_23 fonksiyonunun bittiği yeri belirtir. C, doğrudan veya dolaylı olarak pek çok dili etkilemiş ve örnek olmuştur. Örneğin: C++, Java, C#, Perl, PHP, JavaScript, Asp vb. Ahmet Necdet Sezer Ahmet Necdet Sezer (d. 13 Eylül 1941, Afyonkarahisar), Türk hukukçu ve devlet adamı. Türkiye'nin 15. Anayasa Mahkemesi başkanı ve 10. cumhurbaşkanıdır. 1983 ve 1988 yılları arasında Yargıtay üyeliği yapan Sezer, 1988 ve 1998 yılları arasında da Anayasa Mahkemesi üyeliği, 1998'den 2000 yılına kadar da Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yaptı. 2000 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimi'nde 3. tur sonunda gereken oy sayısının üzerine çıkarak cumhurbaşkanlığı görevine seçildi, 2007 yılında cumhurbaşkanlığı görevini Abdullah Gül'e devretti. Ahmet Necdet Sezer, 13 Eylül 1941 tarihinde Afyonkarahisar'da dünyaya geldi, öğretmen Ahmet Hamdi Sezer (ö. 1979) ile ev hanımı Hatice Sezer'in (d. 1918 - ö. 2004) dört çocuğunun tek erkek olanıdır. 1958 yılında Afyon Lisesi'nden, 1962'de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Aynı yıl Ankara'da hakim adayı olarak göreve başladı. Askerliğini Kara Harp Okulu'nda yedek subay olarak yaptı. Dicle ve Yerköy Hakimlikleri ve Yargıtay Tetkik Hakimliği görevlerinde bulundu. Dicle Asliye Hukuk Mahkemesi Hakimi olduğu sırada verdiği kararla, 27 Mayıs Darbesi (1960) sonrasında, Güneydoğu Anadolu'da Demokrat Parti'ye (DP) yakın olduğu gerekçesiyle Türkiye'nin batısına sürülen 55 aşiret reisinden (55'ler olayı) biri olan Ensarioğlu Aşireti'nin reisi Şeyh Abdürrezzak Ensarioğlu'nun muhalifleri tarafından el konulan ev ve arsalarının kendilerine iadesini sağladı. Sivil yönetime yeni geçildiği ve Ensarioğlu Aşireti'nin bölgede dışlandığı bir dönemde verdiği bu kararla bölgede kan dökülmesini önlerken, Dicle'de toplumsal barışı da tesis etti. Medeni hukuk alanında 1977 ve 1978'de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde yüksek lisans öğrenimi yaptı. 7 Mart 1983'te Yargıtay üyeliğine seçildi. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi üyesiyken Yargıtay Genel Kurulu'nca belirlenen üç aday arasından dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından o güne kadar atanmış en genç üye olarak 27 Eylül 1988'de Anayasa Mahkemesi asil üyeliğine atandı. 6 Ocak 1998'de Anayasa Mahkemesi Başkanı seçildi. Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak Nisan 1999'da yaptığı bir konuşma, bazı kesimlerce 28 Şubat Süreci'ne de bir eleştiri olarak algılanmış ve bazı gazetelerde manşete taşınmıştı. Bu konuşmada Sezer şunları belirtmişti: "Düşünce özgürlüğü, demokrasinin temeli ve ayrılmaz parçasıdır. Düşünce suç sayılırsa demokrasi olmaz. Eyleme dönüşmeyen düşünce açıklamaları cezalandırılamaz. Anayasa ve yasalardaki düşünce özgürlüğünü kısıtlayan hükümler, altına imza koyulan uluslararası anlaşmalar çerçevesinde değiştirilmelidir. Türkiye insan hakları alanında evrensel normlara uyum sağlamak için yasalarında gerekli değişiklikleri yapmak zorundadır. Düşünceyi açıklama özgürlüğü ile bağdaşmayan yasa kuralları değiştirilmelidir. Anayasa ve yasalar, özgürlüğü engelleyen öğelerden arındırılmalı, özgürlük alanı genişletilmelidir. Düşünce özgürlüğü alanında demokratik değerlere yer verilmelidir." Sezer, cumhurbaşkanı seçilmeden önce Anayasa Mahkemesi Başkanlığı görevini sürdürüyordu ve kamuoyu tarafından tanınan bir isimdi. AnaSol-M koalisyon hükümeti ortaklarının (Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli, Mesut Yılmaz) kendileri veya partilerinden birinin adaylığında ortak karara varamamaları sonucu, hepsinin dışında bir aday olan, dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Sezer, Ecevit'in önerisiyle cumhurbaşkanı adayı olarak ön plana çıkmıştır. 25 Nisan 2000'de, Koalisyon liderlerinin yanı sıra muhalefet liderleri Recai Kutan ve Tansu Çiller de dahil 131 milletvekilinin ortak önergesiyle Sezer cumhurbaşkanlığına aday gösterildi. Sezer, beş partinin ortak adayı olmasına karşın 367 oy gereken ilk iki turda önce 281, sonra da 314 oy aldı. 276 oyun yeterli olduğu son tur, 5 Mayıs'ta yapıldı ve Sezer, oylamaya katılan 533 milletvekilinden 330'unun oyunu alarak Türkiye'nin 10. cumhurbaşkanı seçildi. Sezer, cumhurbaşkanlığı görevini 16 Mayıs 2000'de Süleyman Demirel'den devralmıştır. Sezer, 2000 yılı Haziran ayında AnaSol-M koalisyonu hükümetinin 28 Şubat Kararları içinde yer alan irticâî faaliyetlere katıldığı saptananların memuriyetten çıkarılmasını kolaylaştıran kanun hükmünde kararnameyi önce uzun süre bekletti. Hükümetin iki kez yazılı açıklama yapıp "Anayasa'ya uygun" dediği kararnameyi, 8 Ağustos'ta "hukuk devleti ilkesine aykırı" olduğu gerekçesiyle iâde etti. Ecevit'in "imzalamak zorunda" dediği ve yetkisini aşmakla suçladığı Sezer, KHK'yı, 14 Ağustos 2000'de 14 sayfalık bir gerekçeyle ikinci kez Sezer'e gönderdi. Ancak Sezer, kararnameyi 21 Ağustos'ta ikinci kez hükümet'e iâde etti. Ecevit de kararnameyi yasa tasarısı olarak TBMM'ye sevk etmek zorunda kaldı. Daha sonra Sezer, üç kamu bankasının özelleştirilmesini öngören kararnameyi de iâde etti. Bu iadeler AnaSol-M koalisyon hükümeti arasında krize sebep olmuş ve koalisyon lideri Ecevit ""Cumhurbaşkanı kendisini Anayasa Mahkemesi'nin yerine koyuyor. Bakanlar kurulu ile diyaloğa kapalı olması, kurulumuzda kaygıyla karşılanmıştır. Ekonomik istikrar tehlikededir"" açıklaması yapmıştır. 19 Şubat 2001'deki MGK toplantısında dönemin başbakanı Bülent Ecevit'e anayasa kitapçığını fırlatmasıyla başlayan 2001 Türkiye ekonomik krizi, kamuoyunda "Kara Çarşamba" olarak adlandırıldı. 3 Kasım 2002 seçimleri'nden sonra anayasayı değiştirerek o dönem siyâsî yasaklı olan Recep Tayyip Erdoğan'a milletvekili olma yolunu açma tartışmalarında Sezer ""Demokrasi ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak kişiye özgü düzenlemelerden kaçınarak, hukuku siyasallaştırmak yerine, siyaseti hukuk kurallarına uygun yapmaya özen gösterilmesi gerektiği"" uyarısı yaptı. Ancak Erdoğan'ın milletvekili olabilmesini sağlayacak anayasa değişikliği 13 Aralık 2002'de parlamentodan geçti. Sezer ise 18 Aralık'ta veto etti. Ancak Sezer, ikinci kez önüne gelen anayasa değişikliğini onayladı ve referanduma gitme hakkını da kullanmadı. 2002 yılında Adalet ve Kalınma Partisi hükümeti seçilene kadar türbanlı milletvekilleri eşlerini resepsiyonlara davet etmesine rağmen bu seçimden itibaren Çankaya Köşkü'nün bir kamusal alan olduğunu belirterek başbakanın eşi de dahil hiçbir türbanlı kadını Çankaya Köşkü'ne davet etmemesi ve türbanlı bir eşin ev sahipliğinde yapılan resepsiyonlara katılmaması tartışmalara sebep olmuştur. Veto hakkını en çok kullanan cumhurbaşkanı olan Sezer, görev süresi boyunca toplam 67 yasa, 22 bakanlar kurulu kararı ve 729 müşterek kararnameyi iâde etmiştir. 16 Mayıs 2007'de görev süresi dolmasına rağmen, Eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu'nun toplantı yeter sayısı 367 olduğu tezi ve Anayasa Mahkemesi'nin benzer bir karar alması sonucu parlamento yeni bir cumhurbaşkanı seçememiş ve erken seçime gitmiştir. Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçildiği 27 Ağustos 2007 tarihine kadar Türkiye'nin onuncu cumhurbaşkanı olarak görev yaptı. Cumhurbaşkanlığı boyunca Adalet Bakanlığı'nın önerisiyle toplam 190 mahkûmu affeden Sezer'in affettiği mahkûmların sayısı ve bağlı bulundukları örgütleri ise şöyledir: 40 DHKP-C, 6 PKK, 28 TKP-ML TİKKO, 28 TİKB, 19 Dev-Sol, 17 MLKP, 15 THKP-C, 3 TDP, 2 TKİP, 2 TEKP Leninist Gerillaları, 1 DHP ve 1 Dev-Yol. Sezer'in, mahkûmları af gerekçesi, açlık grevine bağlı olarak oluşan Wernicke Korsakoff sendromu adlı bir tür hafıza kaybı hastalığı olarak belirtilmiştir. Sezer ayrıca 20 adi suçlu mahkûmu affetmiştir. Sezer tarafından affedilen birçok terör mahkûmu daha sonra bazı eylemlerde tekrar yakalanmışlardır. Affedilen mahkûmlardan Ecevit Şanlı,1 Şubat 2013 tarihinde Ankara ABD büyükelçiliğinde intihar saldırısı sırasında ölmüştür. 1964 yılında Semra Kürümoğlu ile evlenen Sezer; Zeynep (d. 1966), Ebru (d. 1973) ve Levent (d. 1973) adlarında 3 çocuk babasıdır. Nehir Erdoğan Nehir Erdoğan (d. 16 Haziran 1980, İzmir), Türk oyuncu. İlk ve orta öğrenimini İzmir'de tamamladıktan sonra Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme bölümüne girdi ve burayı bitirdi. Ardından yine aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon ve Sinema bölümünü okudu. Erdoğan kısa bir süre için ABD'de yaşamış, daha sonra Yabancı Damat dizisi için Türkiye'ye geri dönmüştür. Bugüne kadar çeşitli televizyon kanallarında oyunculuk ve sunuculuk yapmış; filmlerde rol almıştır. Immanuel Wallerstein Immanuel Maurice Wallerstein (d. 28 Eylül 1930, New York), Amerikalı sosyolog, tarihsel sosyoloji alanında bilim adamı ve dünya sistemler analisti. New York'ta doğan Wallerstein’ın dünya sorunlarına ilgisi henüz küçük yaşlarda başladı. Özellikle Hindistan'da sömürge karşıtı harekete merak duydu. Columbia Üniversitesi’nde eğitimini sürdüren Wallerstein, bu üniversiteden, 1951’de B.A., 1954’te M.A. ve 1959’da Ph.D. derecelerini aldı. 1971 yılında McGill Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü oluncaya dek burada ders verdi. 1976’da Binghamton Üniversitesi’nde (SUNY) sosyoloji alanında önde gelen öğretim üyelerin biri olarak, 1999’daki emekliliğine kadar görev aldı, ayrıca 2005 yılında emekliliğine dek Fernand Braudel Merkezi’nin başkanlığını sürdürdü. Konuk profesör olarak dünya çapında çeşitli üniversitelerde görev alan Wallerstein çeşitli ödüllerle onurlandırıldı. Aralıklarla "Directeur d’études associé" "titr"i ile "Paris’te École des Hautes Études en Sciences Sociales"'de görev aldı. 1994 ve 1998 yılları arasında Uluslararası Sosyoloji Birliği’ne başkanlık yaptı. 2
000 yılında Yale Üniversitesi sosyoloji bölümüne kıdemli araştırmacı olarak katıldı. Ayrıca "Social Evolution & History" adlı derginin danışma kurulunda bulundu. Wallerstein, Türkiye'nin güneydoğu illerinde süregelen sokağa çıkma yasaklarının ve şiddetin bir an önce son bulmasını talep eden akademisyen ve araştırmacılardan oluşan bir inisiyatif olan Barış İçin Akademisyenler inisiyatifinin bildirisine imza atan 1128 akademisyen arasındadır. Wallerstein akademik kariyerine post-kolonyal Afrika uzmanı olarak başladı. Bu alanı, 1951'de gerçekleştirilen bir uluslararası gençlik konferansı sonrasında seçti ve 1970’lere kadar çalışmalarını sadece bu alanda gerçekleştirdi. Bu tarihten itibaren kendini bir tarihçi ve makro düzeyde küresel kapitalist ekonomi teorisyeni olarak tanımlamaya başladı. Küresel kapitalizme erken dönem eleştirileri ve "sistem karşıtı” hareketlere desteği son dönemde onun, küreselleşme karşıtı hareket içinde bulunan akademik ve diğer muhalif çevrelerde- Noam Chomsky ve Pierre Bourdieu ile birlikte- önemli bir yer edinmesini sağladı. Wallerstein, “Üçüncü Dünya” teorilerini reddeder, ve ekonomik değişim ilişkilerinin oluşturduğu komplex bir ağ ile birbirine bağlı tek bir dünya olduğunu savunur: içinde, kırılmaları açıklayan “sermaye ve emek dikotomisi” ve birbiri ile rekabet içinde olan (tarihsel olarak ulus devletleri kapsayan ama onunla sınırlı olmayan) ajanlarca gerçekleştirilen sonsuz “sermaye birikimi”nin bulunduğu bir “dünya ekonomi” veya “dünya-sistem”. Bu yaklaşım Dünya Sistemler Teorisi adı ile bilinmektedir. Wallerstein, "Dünya sistem teorisi"ni 1974 yılında yayınladığı "Modern Dünya Sistem" kitabında dile getirdi. Kitabında dünyanın, 16. yüzyıldan beri uluslararası işbölümü ile karakterize edilen bir "dünya sistem"ini yaşadığını savundu. “Modern dünya sistem”in kökeni olarak Wallerstein, 16. yüzyıl Batı Avrupası ve Amerikalar'ını gösterir. Sermaye birikiminde başlangıçta Fransa ve İngiltere’de görülen belirli politik olaylar, aşama aşama bir genişleme sürecini başlattı ve sonucunda bugün, sadece bir küresel değişim ağı kaldı. 19. yüzyılla birlikte yeryüzünün her köşesi kapitalist dünya ekonomiye entegre oldu. Dünyanın her köşesine uzanan kapitalist dünya-sistem kültürel, siyasal ve ekonomik açıdan homojen olmaktan çok uzak bulunmaktadır- Aksine dünya-sistem medeniyetler arasında gelişme farklılıları ve politik gücün ve sermayenin artışındaki temel farklılıklarla karakterize edilir. Modernleşme ve kapitalizm teorilerinin iddiasının aksine , Wallerstein bu farklılıkları sistemin bir bütün olarak gelişmesi ile bertaraf edilebilecek sırf tortular veya düzensizlikler olarak görmez. Bunlar dünyanın merkez, yarı çevre ve çevre olarak bölünmesinde olduğu gibi dünya-sistem’in kalıtsal bir özelliğidir. Dünya sistem teorisi, dünyanın merkez ve çevre olarak bölündüğünü savunur ayrıca bunlar arasında yarı çevre olarak adlandırılan ve tanımını diğerleri ile ilişkisine göre kazanan bölgelerde bulunmaktadır. Bu ayrışmada, merkez ve çevre arasında yapısal ve kurumsallaşmış bir “işbölümü” bulunmaktadır: Merkez, yüksek düzeyde teknolojik ilerlemeye sahip ve ileri düzeyde ürünler üretirken; çevrenin rolü, merkezin temsilcilerine ham madde, tarımsal ürün, ve ucuz işgücü sağlamaktır. Merkez ve çevre arasındaki değişim eşit olmayan şartlarda gerçekleşir: Çevre ürünlerini ucuz fiyatlardan satmak zorundadır fakat buna karşılık merkezin ürünlerini daha pahalı almak zorundadır. Ayrıca, yarı çevre adı ile adlandırılan merkeze göre çevre, çevreye göre merkez eğilimi gösteren bir bölge vardır. 20. yüzyılın sonlarında bu bölge Doğu Avrupa, Çin, Brezilya gibi alanları kapsayacaktır. Bazı durumlarda, çevre ve merkez bölgeler aynı coğrafi alanda çok yakın işbirliği içinde olabilir. Dünya-sistemin başlangıcından itibaren sürekli genişlemesinin bir etkisi şeylerin sürekli metalaşmasıdır, buna insan emeği de dahildir. Doğal kaynaklar, toprak, emek ve insan ilişkileri aşama aşama kendi özgün değerinden soyutlanır ve ona bir değişim değeri belirleyen pazarda metaya dönüşür. Wallerstein'a göre tarif ettiği dünya sistemin 1945'ten beri egemen gücü Amerika Birleşik Devletleri bu özelliğini kaybetmektedir. 11 Eylül ve ardından ortaya çıkan gelişmeler bunun en son ve en belirgin kanıtıdır. İçinde yaşadığımız dünya sisteminin hızla temel bir değişime doğru gittiğini ve tercih ve seçimlerimizle insan iradesine hiç olmadığı kadar açık hale geldiğini savunan Wallerstein ne yapabileceğimiz konusunda şunları söyler: "Hepimizin üçlü bir görevi olduğu yolundaki görüşüme bağlı kalıyorum: Gerçekliği eleştirel ve ayık bir kafayla analiz etmekle ilgili entelektüel görev; bugün öncelik vermemiz gereken değerlerin neler olduğuna karar vermekle ilgili ahlaki görev ve dünyanın, kapitalist dünya sistemimizin şu anki kaotik yapısal krizinden çıkıp, mevcut sistemden gözle görülür ölçüde daha kötü değil de, gözle görülür ölçüde daha iyi olacak farklı bir dünya sistemine geçmesi olasılığına hemen nasıl katkıda bulunabileceğimize karar vermekle ilgili siyasi görev." "16. yüzyılda Avrupa, tepinen ehlileştirilmemiş bir ata benziyordu. Bazı grupların, özel bir işbölümüne dayalı dünya-sistem kurma, sistemin siyasi ve ekonomik garantörleri olarak merkez alanlarda ulus devletler yaratma, ve sadece 'kâr"ın değil ayrıca sistemin sürdürülebilmesi için oluşan maliyetin işçiye kesilmesini sağlama çabalarının gerçekleşmesi kolay değildi. Bunu gerçekleştirme başarısını Avrupa gösterdi, 16. yüzyılın itici gücü olmasaydı, modern dünya doğmamış olacaktı ve tüm gaddarlığına karşı doğmuş olması, olmamasından daha iyidir." Kaynak: "Modern Dünya-Sistem" "Tarihsel bir sistem olarak kapitalizmin, kendinden önceki tarihsel sistemleri yıkarak ve değiştirerek onların üstünde bir ilerlemeyi temsil ettiği düşüncesi açıkçası doğru değildir. Bunu yazdığım için dahi, tanrılara hakaret gibi bir duyguya eşlik eden bir rahatsızlık hissediyorum. Akranlarım gibi aynı ideolojik atölyede biçimlendirilmiş ve aynı tapınakta ibaded etmiş olmaktan dolayı tanrıların gazabından korkuyorum." Kaynak: "Tarihsel Kapitalizm" Türkçeye çevirilen kitapları: İngilizce Eserleri: Bjarne Stroustrup Bjarne Stroustrup (Biyarne Sıtroustrup)(1950, Aarhus), Texas A&M Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri Bölümü'nün kıdemli araştırma profesörü, Morgan Stanley bankası teknoloji departmanının genel müdürüdür. 1975'te Aarhus Üniversitesi'nin Bilgisayar Bilimleri Bölümü'nden mezun olmuştur. Doktorasını Cambridge Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri Bölümü'nden 1979'da almıştır. Kuruluşundan 2002 yılına kadar AT&T Laboratuvarları'nın (Bell Labs) Büyük Ölçekli Programlama Araştırma bölümünün başkanlığını yapmıştır. Stroustrup, C++ programlama dilinin yaratıcısı ve nesne yönelimli programlamanın öncülerindendir. C++'ın standartlaşması (ANSI/ISO) için aktif olarak rol almıştır ve bu konudaki çalışmalarına devam etmektedir. "The C++ Programming Language" isimli kitabı, C++'a giriş niteliği taşır. Bu sebeple alanında en fazla tercih edilen kitaplardan biridir. Bu kitap 19'dan fazla dile çevrilmiştir. Stroustrup'un toplamda 7 kitabı ve yüzden fazla makalesi bulunmaktadır. Araştırma alanları, dağıtık sistemler, yazılım tasarımı, programlama teknikleri, yazılım geliştirme araçları ve programlama dilleridir. Web tarayıcısı Web tarayıcısı veya ağ tarayıcısı (İngilizce: "web browser") kullanıcıların World Wide Web (WWW) üzerinde bulunan bilgi kaynaklarını edinmeye ve görüntülemeye yarayan yazılımların genel adıdır. WWW üzerindeki bilgi kaynakları web sayfası, resim, video veya başka bir içerik türü olabilir. Bu kaynaklarda yer alan hiperlinkler sayesinde kullanıcılar, web tarayıcılarını kullanarak ilgili kaynaklar arasında dolaşabilir. Web tarayıcılarının temel kullanım alanı World Wide Web'de gezinmek olsa da tarayıcılar; özel ağlardaki web sunucuları tarafından sunulan bilgilere veya dosya sistemlerindeki dosyalara erişmek için de kullanılabilir. Günümüzün en popüler web tarayıcıları Chrome, Internet Explorer'ın yerini alan Edge, Safari, Opera ve Firefox'tur. Standart web tarayıcısı; metin veya çoklu ortam dosyalarını açabilir, kaydedebilir, HTML'den HTTP'ye bütün protokolleri ve standartları destekler, açılan sayfada aranan nesneyi bulabilir, sık kullanılanlar ve geçmiş listesi yapabilir, genel ağa dosya yükleme ve genel ağdan dosya indirme yapabilir, e-posta ve metin editörleriyle bütünleşebilir. Linkleri (bağlantı) izleyebilir. Dosya sistemlerini okuyabilir, bağlayabilir, kaydedebilir. Çoklu ortam dosyalarını oynatabilir veya kaydedebilir, sayfanın çıktısını alabilir, çevrimdışı çalışabilir. Önemli web tarayıcılarında ortak olarak bulunan kullanıcı arabirimleri bunlardır: Ayrıca önemli web tarayıcıları web sayfası içinde arama özelliklerine sahiptirler. Mozilla Firefox Mozilla Firefox (veya kısaca Firefox), Mozilla Vakfı ve onun alt kuruluşu Mozilla Corporation tarafından geliştirilen, özgür ve açık kaynak kodlu bir web tarayıcısıdır. Firefox; Windows, macOS, Linux, Android ve iOS işletim sistemlerinde kullanabilir. Yazılımın Windows, macOS, Linux, Android sürümlerinde web sayfalarının oluşturulması için Gecko motoru kullanılır. Mozilla tarafından geliştirilen Gecko, mevcut ve planlanmış web standartlarıyla uyumludur. 2015'te çıkan iOS için Firefox uygulamasında ise Apple'ın getirdiği kısıtlamalar nedeniyle iOS'in bütünleşik WebKit motoru kullanılır. Firefox, 2002 yılında Mozilla Application Suite paketi yerine tek başına çalışan bir tarayıcıya sahip olmak isteyen Mozilla gönüllüleri tarafından "Phoenix" adıyla geliştirildi. Beta aşamasındayken bile Microsoft'un o zamanki piyasa lideri olan Internet Explorer 6 tarayıcısına kıyasla hız, güvenlik ve eklenti desteği açısından öne çıkarak popüler hale geldi. Firefox, Kasım 2004'te yayımlandı, 9 ay içinde 60 milyon indirmeye ulaştı ve Internet Explorer'ın hakimiyetini tehdit eder hale geldi. Mozilla topluluğu, 1998'de AOL tarafından satın alınmadan önce Netscape çalışanları tarafından kurulmuştu. Bu nedenle kimilerince Firefox'un Netscape
Navigator ruhunu taşıdığı ve onun ardılı olduğu kabul edilir. 2009 sonlarında Firefox'un pazar payı %32 ile zirveye çıktı ve Firefox 3.5 bir süreliğine dünyanın en popüler tarayıcısı oldu. Ardından Google Chrome'un yarattığı rekabetle birlikte Firefox'un pazar payı düştü. Ocak 2016 itibarıyla çeşitli istatistiklere göre Firefox'un masaüstü tarayıcıları arasındaki kullanım oranı %9 ile %16 arasında değişmekte, bu da onu en popüler ikinci tarayıcı yapmaktadır. Mozilla'ya göre Aralık 2014 itibarıyla dünya çapında yaklaşık 500 milyon Firefox kullanıcısı bulunmaktadır. Firefox projesi, Mozilla projesinin deneysel bir dalı olarak Dave Hyatt, Joe Hewitt ve Blake Ross tarafından başlatıldı. Bu grup, Netscape’in sponsor olmasından kaynaklanan ticari gereksinimlerin, ayrıca özelliklerin geliştiriciler tarafından belirlenmesinin Mozilla tarayıcısına zarar verdiğini düşünüyordu. Mozilla Suite’in “fazlalıkları” olarak gördükleri şeyleri atmak için tek başına çalışan bir tarayıcı oluşturdular. Firefox adını alacak bu tarayıcının, ileride Mozilla Suite’in yerini almasını umuyorlardı. 3 Nisan 2003’te Mozilla Organizasyonu, o tarihten itibaren Mozilla Suite yerine Firefox ve Thunderbird’e odaklanacağını açıkladı. Mozilla Suite gönüllüleri ise SeaMonkey projesini oluşturdu ve 2005’te SeaMonkey, tamamen Mozilla Application Suite’in yerine geçti. Firefox projesi birkaç kez ad değişikliğine gitmek zorunda kaldı. Projenin ilk adı Phoenix (Türkçesi: Zümrüdüanka) idi. Mitolojide yanarak öldükten sonra kendi küllerinden yeniden doğan bir kuş olan Zümrüdüanka’nın “külleri”, ilk “tarayıcı savaşlarında” Microsoft Internet Explorer tarafından öldürülen Netscape Navigator’ı temsil ediyordu. Ancak Phoenix markası Phoenix Technologies’e ait olduğu için bu addan vazgeçildi ve Firebird adında karar kılındı. Bu ad ise Firebird adını kullanan açık kaynaklı veritabanı yazılımı projesinin tepkisine neden oldu. Mozilla Vakfı, karışıklığı önlemek için tarayıcının Mozilla Firebird adını kullanacağını açıkladıysa da tartışmalar sürdü ve 9 Şubat 2004’te tarayıcının adı Mozilla Firefox olarak değiştirildi. Firefox, kızıl panda adlı hayvanın takma adıdır ve Firefox’un maskotu olarak da bu hayvan benimsenmiştir. Firefox’un özellikleri arasında sekmeli gezinti, yazım denetimi, yazarken arama, canlı yer imleri, akıllı yer imleri, indirme yöneticisi ve coğrafi konuma duyarlı gezinti sayılabilir. Firefox’un bütünleşik arama sistemi varsayılan olarak çoğu ülkede Google’ı, Türkiye’de Yandex’i kullanır. Bunlara ek olarak Firefox, web geliştiricilerine yönelik Hata Konsolu ve DOM Denetçisi gibi birçok bütünleşik araç sunar. Pocket entegrasyonu sayesinde Firefox’ta okuma listesine eklenen sayfalar başka cihazlarda çevrimdışı olarak okunabilir. WebRTC teknolojisini kullanarak uyumlu sistemlerle görüntülü görüşme, ekran paylaşımı ve dosya paylaşımı yapmayı sağlayan Firefox Hello özelliği 2016’da tarayıcıdan kaldırılmıştır. Üçüncü şahıslar tarafından geliştirilen eklentiler aracılığıyla Firefox’a yeni işlevler eklenebilir. Firefox eklentileri, WebExtensions adlı HTML ve JavaScript API’ı aracılığıyla geliştirilir. Bu sistem, Google Chrome ve Microsoft Edge eklentileriyle büyük ölçüde uyumludur. Eski Firefox eklentileri XUL ve XPCOM API’ları ile geliştiriliyordu, ancak bu eklentiler yeni Firefox’un çok işlemli mimarisiyle uyumlu olmadıkları için Firefox 57’den itibaren “eski teknoloji eklentiler” adını almıştır ve artık desteklenmemektedir. Kullanıcılar, kendilerinin veya üçüncü şahısların geliştirdiği temaları yükleyerek Firefox’un görünümü de değiştirebilirler. Eklentiler ve temalar Firefox Eklentileri adlı web sitesi üzerinden yüklenir. Firefox; HTML4 (ve HTML5’in neredeyse tamamı), XML, XHTML, MathML, SVG 2 (kısmi), CSS, ECMAScript (JavaScript), DOM, XSLT, XPath ve alfa saydamlık içeren APNG (hareketli PNG) görselleri gibi birçok web standardını destekler. Ayrıca WHATWG tarafından oluşturulan istemci taraflı depolama ve canvas elementi gibi standart önerilerini de destekler. Bu standartlar, Firefox’un Gecko adlı layout motoruna ve Spidermonkey adlı JavaScript motoruna entegre edilir. Firefox, Acid2 adlı standartlara uyumluluk testini 3.0 sürümünden beri geçmektedir. Mozilla, Firefox’un Acid3 testini geçmeyi hedeflemediğini, çünkü testin SVG yazı tipleri bölümünün eskidiğini onun yerini alan WOFF standardının tüm büyük tarayıcılar tarafından kabul edildiğini açıklamıştır. 2011'de SVG yazı tipi testleri Acid3 testinden çıkarmış, böylece Firefox 4 ve sonraki sürümleri testte 100 üzerinden 100 puan almaya başlamıştır. Firefox, kimlik avı ve zararlı yazılım koruması sunmak üzere Google’ın geliştirdiği Safe Browsing adlı özel bir protokolünü de destekler. Windows Vista ve sonraki Windows sürümlerinde, Firefox 38 ve sonraki sürümler HTML5 Encrypted Media Extensions (EME) ile korunan video içeriklerini oynayabilir. Bu amaçla kullanılan Adobe Primetime İçerik Çözme Modülü kapalı kaynaklı olduğu için Firefox onu bir “sandbox” ortamında çalıştırarak sisteme erişimini kısıtlar, ayrıca modüle her seferinde rastgele bir cihaz kimliği bildirerek kullanıcının bu modül aracılığıyla takip edilmesini önler. Firefox 47 sürümünden itibaren Windows ve macOS’te Google’ın Widevine İçerik Çözme Modülü de desteklenir. Böylece Netflix, Amazon Video, BluTV gibi servislerin şifrelenmiş HTML5 videoları izlenebilir. Firefox, en fazla dilde kullanılabilen web tarayıcısıdır. 2004’te çıkan ilk sürümü Türkçe dahil 28 dil ve lehçeyi destekliyordu. Ocak 2018 itibarıyla Firefox, 89 dil ve lehçede kullanılabilmektedir. Firefox'un masaüstü sürümü Windows, macOS ve Linux'ta kullanılabilir. Android için Firefox uygulaması yalnızca Android'de, iOS için Firefox uygulaması ise yalnızca iOS'te desteklenmektedir. Firefox kaynak kodu çeşitli işletim sistemler için derlenebilir ama yazılımın resmi sürümleri aşağıdaki sistemler için sunulmaktadır: Mozilla Firefox, 3.0 sürümü için bir rekor denemesi yaptı. Guiness rekoru denemesi 8 milyonu aşan indirmeyle başarılı oldu. 17 Haziran 2008'deki İndirme Günü ile ilk 24 saat içinde 8 milyondan fazla indirilme sayısına ulaşan Firefox bununla bir günde en çok indirilen yazılım unvanının sahibi oldu. Tom's Hardware sitesinin Haziran 2013'te gerçekleştirdiği testlerde Firefox'un 22. sürümü, pazardaki popüler tarayıcılar arasında "en hızlı tarayıcı" ve "en başarılı tarayıcı" unvanını ele geçirdi. Firefox'un Ağustos 2013'te çıkan mobil sürümüyle mobil tarayıcıya Türkçe dil seçeneği eklendi. Firefox'un 31. sürümü PC Mag tarafından yapılan 21 Ağustos 2014'te değerlendirmede Internet Explorer, Google Chrome ve Apple Safari'yi geride bırakarak 1. sırada tamamladı. E-posta e-posta ya da , İnternet üzerinden gönderilen dijital mektup. Elektronik posta kavramının akronimidir. Görsel olarak kâğıt bir mektup ile aralarında büyük bir fark yoktur. e-postalara resim, müzik, video gibi her türlü dosya türü eklenebilir ve alıcının bilgisayarına transfer edilebilir. Her gün dünyada milyarlarca e-posta gönderilmektedir. Ucuzluğu ve kolaylığı nedeniyle kâğıt mektuplardan daha yaygın olarak kullanılmktadır ancak güvenilirliğinin yetersizliği nedeniyle resmi işlerde kullanımı oldukça kısıtlıdır. e-posta hesapları, bu hizmeti veren çeşitli sitelerden ücretsiz veya belirli bir ücret karşılığında açılabilir. E-posta adresleri; kullanıcı adı, adres işareti, hesabın oluşturulduğu sitenin e-posta sunucusunun adı, nokta (.) ve site uzantısının aralık bırakılmadan yazılması ile oluşur. Örneğin: "vikipedist@vikipedi.org". "@" işareti ise ingilizcedeki "at", yani "x isimli yerde" demektir. Mesela vikipedi.org'da olan birisi Ağ ("İng. ") sayfasıyla ve özel ileti programları (Microsoft Outlook, Thunderbird, v.s.) ile çeşitli protokollerle (IMAP, POP3, v.s.) iletiye ulaşılır. e-posta ile iletişimde iletişimde karşılaşılan en büyük sorunlardan biri istenmeyen toplu e-postalar yani yığın iletilerdir (İng. ""). Bunun dışında zararlı programcıkların (virüs v.s.) yayılması ve kişisel bilgilerin çalınması tehlikesi de mevcuttur. Pascal (programlama dili) Pascal (Paskal okunur) bilgisayar programlama dili pek çok öğrenciye bilgisayar programlamayı öğreten ve çeşitli versiyonları bugün hala yaygın olarak kullanılmaya devam eden en önemli programlama dillerinden biridir. İlk Macintosh işletim sisteminin çoğu ve TeX Pascal ile yazılmıştır. Bilgisayar bilimcisi Niklaus Wirth Pascal'ı 1970'te yapısal programlamayı derleyiciler için daha kolay işlenir hale getirebilmek amacıyla geliştirmiştir. Adını matematikçi ve düşünür Blaise Pascal'dan alan Pascal, Algol programlama dilinden türemiştir. Wirth, Pascal'dan başka Modula-2 ve Oberon programlama dillerini de geliştirmiştir. Bu diller Pascal'a benzerler ve ayrıca nesneye yönelik programlamayı da desteklerler. Bir dilin sözdizimine örnek olarak yaygın biçimde bir "Merhaba dünya" programı gösterilir. Aşağıda Pascal ile yazılmış bir "Merhaba dünya" programı görebilirsiniz: Pascal'da tüm programlar "Program" anahtar sözcüğü ile başlar, ve ardından "Begin" / "End" anahtar sözcükleri ile sınırlanan bir blok gelir. Pascal dilinde harflerin büyüklüğü-küçüklüğü önemli değildir. İfadeler noktalı virgül ile ayrılır, ve programlar bir nokta ile bitirilir. Bazı derleyiciler için "Program" satırı zorunlu değildir. Orijinal halinde Pascal, tümüyle prosedürel bir dildir ve programlar if, while, for ve benzeri yapılardan oluşur. Pascal ve C dilleri yaklaşık aynı zamanlarda geliştirilmişlerdir ve aralarında önemli benzerlikler vardır. Orijinal Pascal ile C'nin ikisi de yapısal programlama fikrini gerçekleştiren küçük ve prosedürel dillerdir. İkisinde de dinamik bellek ayırma ve işaretçi işleme ("İng." pointer manipulation) mümkündür. Ancak, bu iki dil dışarıdan bakıldığında farklı görünürler (C programları genelde Pascal programlarından kısadır). Tartışma yaratan farklılıklardan bir tanesi, Pascal'ın atama için := ve karşılaştırma için = imlerini kullanmasıdır. Matematikte = imi her iki amaç için de kullanıldığından, programcılar bazen yanlışlıkla
Pascal'da :=, C'de ise == kastedildiği halde daha kısa olan = imini kullanırlar. C'nin tasarımcıları atama işleminin karşılaştırma işleminden daha sık kullanıldığını, dolayısıyla kısa olan imin atama işlemi için kullanılması gerektiğini savunurlar. Pascal'ın savunucuları ise, yanlışlıkla atama yapmanın yanlışlıkla karşılaştırma yapmaktan çok daha tehlikeli olduğunu savunurlar. Bu savunma, eğer, C'de olduğu gibi, bir if ifadesi içinde atama yapılabiliyorsa, kesinlikle doğrudur. Bu tartışma, iki dilin tasarım mantıkları arasındaki farka işaret eder. Pascal, en azından kısmi olarak, bir eğitim dili olarak tasarlanmıştır. Yanlışlıklara yol açabilecek sözdizimi yapılarından kaçınılmış, sözdiziminin anlaşılması kolay olmasına dikkat edilmiştir. C'nin tasarımcıları ise dili programların kısa olması için tasarlamışlardır. Bu iki dil arasındanki başka bir fark da, Pascal'ın ""strongly typed"" olmasıdır. Yani, bir değişken kullanılmadan önce belirli bir tipe sahip olmak üzere tanımlanmalıdır, ve faklı tiplerden iki değişken birbirlerine atanamazlar. Bu sınırlama pek çok programlama yanlışını önler. C'nin tersine, Pascal'da iç içe fonksiyon tanımlamak mümkündür. Orijinal Pascal'da program parçaları ayrı ayrı derlenemezler, ve derleme anında boyutu bilinmeyen diziler kullanmak mümkün değildir. Ancak bu sınırlamalar, Pascal'ın bazı versiyonlarında kaldırılmıştır. pascal biraz zor ama çözüldüğü zaman zevkli bir hale gelir.. Turbo pascal gibi programlar özellikle 'C' olup oyunlarda önde gelen programlardır. İlk Pascal derleyicileri (örneğin kendisi de Pascal ile yazılmış olan UCSD p-System derleyicisi) Pascal programlarını makinadan bağımsız p-Code'a çevirmek üzere tasarlanmışlardı. Bu kod, sonradan her sistem için ayrı bir program tarafından yorumlanıyordu. Sonuç olarak, yalnızca küçük yorumlayıcı kısım diğer mimarilere taşınmak ("port" edilmek) zorundaydı. 1980'lerde Anders Hejlsberg Nascom-2 için Blue Label Pascal derleyicisini yazdı. Daha sonra Borland'da çalışmaya başlayan Hejlsberg, burada derleyicisini IBM PC için baştan yazıp, adını "Turbo Pascal" koydu. Borland, Turbo Pascal'ı Hejlsberg'in Blue Label'ı sattığı fiyattan çok daha ucuza, 49 dolara sattı. Ucuza elde edilebilen Borland derleyicisinin 1980'lerin sonunda IBM PC üzerinde yoğunlaşmaya başlayan Pascal topluluğunda büyük etkisi oldu. BASIC yerine yapısal bir programlama dili arayan pek çok PC amatörü Turbo Pascal'ı kullanmaya başladı. Yalnızca bir mimaride çalışan "Turbo Pascal", programları doğrudan Intel 8088 makina diline çeviriyordu, dolayısıyla yorumlama kullanan yaklaşımdan daha hızlı idi. Super Pascal, dile nümerik olmayan etiketler ve bir "return" ifadesi ekledi. 1990'larda değişik mimariler için işletilebilir kod üretebilen derleyiciler kullanılmaya başlandığında Pascal programları pek çok makina diline kolayca derlenebilir hale geldiler. Borland, Turbo Pascal'a 5.5 versiyonunda nesneye yönelim ekledi. Borland daha sonra daha geniş bir nesneye yönelim desteği istediğine karar verip, Apple'ın önerdiği (hala bir standart olmayan) "Object Pascal" taslağını kullanarak Delphi'yi geliştirmeye başladı. Borland da başta bu dili Delphi'de "Object Pascal" olarak adlandırdıysa da, sonradan dilin adını da Delphi olarak değiştirdi. Pascal'ın bu 'lehçesini' destekleyen başka derleyiciler de vardır. Herkesin kullanımına açık bazı Pascal derleyicileri aşağıda sıralanmıştır: 1980'lerde ve 1990'ların başındaki kadar olmasa da hala popüler olan Pascal, yine de "ciddi" programlama için uygun olmadığı ve yalnızca eğitim için kullanılabileceği savıyla eleştirilmiştir. C'nin yaratıcılarından olan Brian Kernighan, 1981'de yazdığı makalesi Why Pascal Is Not My Favorite Programming Language (Pascal Niçin Benim En Sevdiğim Dil Değildir) ile bu eleştirileri özetlemiştir. Öte yandan, 1980'lerde Apple Lisa ve Macintosh gibi büyük projeler Pascal'a dayanıyorlardı. Aradan geçen zaman içinde, Pascal gelişmeyi sürdürmüş ve bu sayede Kernighan'ın eleştirileri artık modern Pascal versiyonları için geçerli olmaktan çıkmıştır. Yeterli bilgiye sahip olmayan pek çok kimse bugün hala bu eleştirilerin geçerli olduğunu düşünmektedir. Pascal üzerindeki bu haksız damga, bugün Pascal'ın önündeki en büyük sorunlardan biridir. 16 Haziran 17 Mart 4 Ağustos Porsche 356 Porsche 356, Porsche'nin üretilen ilk modeli. Ferdinand Porsche tasarımı sırasında yardımcı olmuştur, ancak proje ve genel model tasarımı Ferry Porsche tarafından gerçekleştirilmiştir. 356 serisi'nin ilki 1948'de Roadster Number 1 (veya Porsche 356/1) , takibinde ise 1950 356 Coupé (Ferry Porsche o günlerde ölüm döşeğinde olan babası için bu modelin adına babasının ismi olan "Ferdinand"ı uygun görmüştür), 1952 Cabriolet (1954 yılında makyajlanmıştır) ve 356 Speedster modelleridir. Geri izleme Geri izleme ("İngilizce:trackback"), dinamik bir web sitesindeki bir yazı ile ilgili diğer yazıların kaydını tutma sistemidir. Genelde bloglarda kullanılır. 2002 yılında Movable Type'ın bir özelliği olarak ortaya çıkan bu sistemin yaptığı iş şudur: Siz bir başka kişinin ağ günlüğündeki bir yazıyı okuyorsunuz. Orada yazılanlar çok hoşunuza gidiyor ya da bunlar sizin için ilgi çekici. Bu konuyla ilgili siz de kendi ağ günlüğünüzde bir yazı yazıyorsunuz. Diğer kişinin geri izleme bağlantısına tıklayarak burada bulunan geri izleme konumunu kopyalayıp kendi geri izleme sisteminizde gerekli işlemleri yapıyorsunuz. Sonuçta diğer kişinin geri izleme sayfasında kendi günlüğünüzde yazdığınız ve o konuyla ilgili olan girdiye bir bağlantı veriliyor. Özetle, bu kişinin geri izleme sayfasında, diğer kişilerin aynı konuyla ilgili kendi günlüklerinde yazdığı yazılara bağlantılar yer alıyor. Böylece, bir başlığı okuyanlar geri izleme sayfasında yer alan ve diğer günlüklerde o konuya ilişkin olan yazılardan haberdar olma şansını elde ediyor. Geri izleme sayfası bir anlamda konuyla ilgili sitelere bağlantılar içerme görevi görüyor. Fenerbahçe SK Fenerbahçe Spor Kulübü, 1907 yılında Nurizade Ziya Bey, Ayetullah Bey ve Necip Okaner tarafından İstanbul'un Kadıköy ilçesinde kurulan spor kulübü. Renkleri sarı laciverttir. Türkiye'nin en eski ve başarılı kulüplerinden olan Fenerbahçe'nin şubeleri futbol, basketbol, voleybol, atletizm, boks, e-Spor, kürek, masa tenisi, yelken ve yüzmedir. Fenerbahçe Futbol Takımı, Türk futbol tarihinin ilk uluslararası başarısı olan Balkan Kupası'nı (1966-67) kazanmıştır. UEFA Kupa Galipleri Kupası'nda (1963-64) çeyrek final oynamış, 2008 yılında ise UEFA Şampiyonlar Ligi çeyrek finaline kadar yükselmiştir. Ayrıca 2012-13 sezonunda UEFA Avrupa Ligi'nde yarı finale çıkmıştır. 28 kez Türkiye futbol şampiyonu olarak (19 Süper Lig, 6 Millî Küme, 3 Türkiye Futbol Şampiyonası) Türk futbol tarihinde en çok millî şampiyonluk yaşamış takımdır. U-15 takımı 2011 yılında Avrupa şampiyonu olmuştur. A takımı iç saha maçlarını 2007 yılında yenilenmesi tamamlanan Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda oynamaktadır. Erkek Basketbol Takımı, FIBA EuroChallenge'de 2005 yılında Final Four oynamış; EuroLeague'de 2007-08 sezonunda çeyrek finale, 2014-15 sezonunda ilk kez Final Four'a ulaşmıştır. 2015-16 sezonunda ise EuroLeague'de final oynamış ve Avrupa ikincisi olmuştur. 2016-17 sezonunda EuroLeague kupasını kazanan ilk ve tek Türk takımı olarak tarihe geçmiştir. Dört kez arka arkaya Final Four'a (2015, 2016, 2017, 2018) kalarak da Türk basketbolunda bir rekor elde etmiştir. Kadın Basketbol Takımı 2004 ve 2005 yıllarında EuroCup Kadınlar'da Dörtlü Final'e ulaşıp, 2005 yılında final oynamıştır. 2006-07 sezonundan itibaren her sezon Avrupa'da EuroLeague'de çeyrek final oynamış; 2011-12 ve 2014-15 sezonlarında Avrupa dördüncüsü olmuş ve 2012-13, 2013-14 ile 2016-17 sezonlarında ise üç kez Avrupa ikinciliğine ulaşmıştır. Böylece Türk ve Avrupa basketbol tarihinde Fenerbahçe hem erkekler hem kadınlarda birinci seviye turnuva olan EuroLeague'de final oynayan ilk ve tek takım olmuştur. Erkek Voleybol Takımı, Avrupa Top Teams Kupası'nda 2004-05 sezonunda çeyrek final oynamış, 2008-09 CEV Şampiyonlar Ligi'nde gruptan çıkan ilk Türk takımı olmuş, 2009 ve 2013 yıllarında iki kez Balkan Şampiyonluğuna ulaşmıştır. Kadın Voleybol Takımı 2009'da CEV Kadınlar Kupası'nda üçüncü olmuş, 2009-10 ve 2010-11 sezonlarında Şampiyonlar Ligi'nde Dörtlü Final'e kalmış, sırasıyla Avrupa ikinciliği ve üçüncülüğü kazanmıştır. Takım, 2010 yılında Katar'da yapılan Kadınlar Dünya Şampiyonası'nda yenilgisiz Dünya Şampiyonu olmuş ve tarihi bir başarı elde etmiştir. 2011-12 sezonunda ise Fenerbahçe iki sezondur kıl payı kaçırdığı Avrupa Şampiyonluğu unvanına ulaşmıştır. 2012-13 sezonunda bu kez Avrupa şampiyonu unvanıyla davet edildiği Dünya Kulüplerarası Voleybol Şampiyonası'nda üçüncü olmuştur. Sarı-lacivertliler aynı sezon CEV Kupası'nda final oynayarak ikinciliğe ulaşmışlardır. 29 Mart 2014'te erkeklerde CEV Challenge Kupası şampiyonu, kadınlarda CEV Kupası şampiyonu olmuştur. Böylece voleybol şubesi, aynı gün içinde hem erkeklerde hem kadınlarda Avrupa kupası kazanarak spor tarihine geçmiştir. Türkiye'de bunu başaran ilk ve tek takım olan Fenerbahçe, Avrupa'da da bu şerefe erişmiş sayılı birkaç kulüpten biri olmuştur. Fenerbahçe Atletizmde takımlar düzeyinde, 12 kez Avrupa Şampiyonu olmuş, bunun haricinde de çeşitli dereceler almıştır. Erkek Atletizm Takımı A takımlar düzeyinde 1993 ve 2009 yıllarında B Grubu, 1999 yılında C Grubu'nda şampiyon olmuş, 1992, 1995 ve 1996 da ise ikinciliğe ulaşmıştır. Genç erkek takımı 2013 ve 2014'te Avrupa şampiyonu, 2010 ve 2011'de ise Avrupa ikincisi olmuştur. Genç erkek kros takımı ise üç yıl üst üste Avrupa şampiyonluğunu (2009, 2010 ve 2011), 2012'de Avrupa üçüncülüğünü, 2013, 2014 ve 2015'te ise Avrupa ikinciliğini kazanmıştır. Kadın Atletizm Takımı 1997 yılında C Grubu'nda, 1998 yılındaysa B Grubu'nda Avrupa ikincisi olmuştur. Genç kadın atletizm takımı 2010, 2012 ve 2014 yıllarında Avrupa şampiyonluğuna, 2011 ve 2013 yıllarında ise Avrupa ikinciliğine ulaşmıştır. Genç kadın kros takımı 2009'da Avrupa
üçüncüsü olmuş, 2015 yılında Avrupa şampiyonluğuna ulaşmıştır. Yüzme takımı da Avrupa'da önemli başarılara ulaşmış ve bu branşta 2004 ve 2005 yıllarında iki kez Avrupa şampiyonu olmuştur. Boks şubesi sporcuları, çeşitli kategorilerde Avrupa ve Dünya şampiyonu unvanlarını kazanmışlardır. Takım olarak ise 1999 yılında Ukrayna'nın Lviv kentinde düzenlenen Avrupa Şampiyonlar Kupası'nda ikinciliğe ulaşmıştır. Fenerbahçe Erkek Masa Tenisi Takımı Avrupa ETTU Kupası'nda 2007-08 sezonunda final oynamıştır. Kadın takımı ise ETTU Kupası'nda 2011-12 ve 2012-13 sezonlarında üst üste iki kez şampiyon olmuştur. 2013-14 sezonunda Avrupa Şampiyonlar Ligi'nde final oynamış, 2014-15 sezonu Şampiyonlar Ligi'nde ise tek bir maçta bile yenilmeden kupayı kazanarak Avrupa şampiyonu olan ilk ve tek Türk takımı olarak tarihe geçmiştir. Aynı zamanda o sezon kazanılabilen bütün kupaları kazanmıştır. 2010-11 sezonunda 5 ana branşın 5'inde de (Futbol, Basketbol Erkek, Basketbol Kadın, Voleybol Erkek, Voleybol Kadın) şampiyon olmuştur ve Türkiye'de bu başarıyı gösteren ilk ve tek kulüptür. Ayrıca bunun dışında kalan şubelerinden de şampiyonluklar almış ve tarihinin en şaşalı dönemlerinden birini yaşamıştır. Takvim yaprakları 1907 yılını göstermekteyken II. Abdülhamit devrinin son günleri yaşanmaktadır. Saltanatının son zamanlarını yaşayan II. Abdülhamit'in rejimi her alanda etkisini yitirmeye başlamıştır. Bu azalma futbola da yansımış, artık Türk gençleri de futbol oynamaya başlamıştır. Bu durumdan yararlanan Kadıköylü gençlerden, Hariciye Nazırı Asım ve Server Paşa'ların torunu Londra Sefareti Başkatibi Nuri Bey'in oğlu Ziya Bey ile Harekat Ordusu Feriki Şevki Paşa'nın oğlu Ayetullah Bey ve de ünlü edebiyatçı Sami Paşazade Sezai Bey'in yeğeni Enver Necip (Okaner) Bey, Necip Bey'in Moda Başpınar Sokak 3 numaralı evde yaptıkları görüşme neticesinde kuracakları takım hakkında kimi kararlar almışlardır. Görüşmeler sonucunda maddi destek sağlayan devrin zenginlerinden Saint Joseph mezunu Mühendis Nurizade Ziya Bey'e kulübün kurucu başkanlığı, Osmanlı Bankası memurlarından Ayetullah Bey'e katiplik görevi, Bahriye Subayı Necip Bey'e de kaptanlık ve veznedarlık görevi verilmiştir. Yine görüşmede varılan fikir birliği ile de; kuracakları kulübün adını oturdukları semtten esinlenerek Fenerbahçe yapılması, armalarının Fenerbahçe Burnu'ndaki ışık saçan fenerden, formalarındaki renkleri ise Fener bahçesindeki papatyaların kıskançlık ve temizlik sembolü olan renklerinden, yani sarı ile beyazdan oluşması kararlaştırılmıştır. Kulübün kadrosu semtteki gençlerden oluşturulmuştur. 1908 yılında İkinci Meşrutiyet'in ilanı ile tanınan dernek kurma serbestliği İstanbul'da birçok Türk kulübünün kurulmasına vesile olmuştur. Kulüp sayısındaki artış İstanbul'da yeni bir ligin kurulması ihtiyacını doğurmuş, bu nedenle de o dönemlerde ülkede resmi tatil günü olan Cuma günleri oynanacak bir lig olan, Cuma Ligi adıyla yeni bir lig kurulmuştur. Kulüp kuruluşunda sarı-beyaz olan renklerini 1909 sonbaharında sarı-laciverte çevirmiştir. 1909-10 sezonuyla birlikte de İstanbul Futbol Ligi'ne katılmıştır. Fenerbahçe – Galatasaray kulüpleri arasındaki ezeli rekabet, ilk kez 17 Ocak 1909 tarihinde Galatasaray Lisesi öğrencilerinin takımı ile, yeni kurulmuş bir semt takımı maçı şeklinde başlamıştır. Bu tarihten itibaren de o zamanlardaki İstanbul futbolundaki şampiyonluklar genellikle bu iki Türk takımı arasında paylaşılmıştır. Fenerbahçe Kulübü'nün ilk arması Fenerbahçe Burnu'ndaki ışık saçan beyaz deniz feneri, renkleri ise sarı ile beyaz olmuştur. Ancak kulüp yöneticileri, bunu tatminkar bulmadıklarından ve içinde bulundukları monarşi rejimini tehdit edici sayılacağı endişesi ile kısa zamanda bu armayı iptal etmiştir. 1910 yılında futbolcu Solaçık Hikmet'in çizdiği arma herkesin beğenisini kazanmış ve kabul edilmiştir. 1910 yılında Kuşdili Kulübü'nün kulüp bünyesine katılımıyla Fenerbahçe kürek, avcılık, kriket ve tenis sporlarına sahip olmuştur. Kadrosunu gençlerle güçlendiren bu Fenerbahçe 1911-12 sezonunda hiç yenilmeden şampiyon olmuştur. Bu şampiyonluğun en önemli yanı ise, Fenerbahçe'nin bu şampiyonluğu ile İngiliz ve Rum takımlarının şampiyonluklarının tamamen sona erdirmesi ve bu tarihten itibaren de Türk futbolunda şampiyonlukların artık Türk takımlarının olmasıdır. Bu şampiyonluk, kulübün itibarını bir anda yükseltmiş, imkanlarını arttırmıştır. Altıyol'da bir kulüp lokali kiralanmış, lokalin açılışı ile üye sayısı çoğalmıştır. Bu arada futbol dışında diğer spor dallarında da faaliyet gösterilmesine başlandığından, aynı yıl Fenerbahçe Futbol Kulübü adı, Fenerbahçe Spor Kulübü'ne dönüştürülmüştür. Kulübün kuruluş günü olarak Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın kulübü ziyaret tarihi olan 3 Mayıs kabul edilir. Kulübün amacı kuruluş tüzüğünün 2. ve 3. maddelerinde şu şekilde belirtilmiştir: I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte genç nüfus silah altına alınmaya başlanmıştır. İngiliz takımları İstanbul'da yaptığı maçları bırakmıştır. 1914-15 yılında Fenerbahçe ve Galatasaray arasında çıkan anlaşmazlıktan dolayı lig, iki ayrı küme halinde oynanmıştır. İstanbul Ligi şampiyonluğunu kazanan Fenerbahçe ile İstanbul Futbol Birliği Ligi'nde birinci olan Galatasaray takımları, gerçek İstanbul şampiyonunun belirlenmesi amacıyla 11 Şubat 1916 günü İttihatspor sahasında (bugünkü Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu) karşılaşmışlardır. Muzaffer'in golüne karşılık Said Selahaddin'in 2, Galip Kulaksızoğlu'nun da 1 golüyle ezeli rakibini 3-1 yenmeyi başaran Fenerbahçe, hem 1914-15 sezonu şampiyonluğunu hem de İngiltere'den özel olarak getirtilen ve 10 yılın sonunda en çok şampiyon olacak takıma verilecek olan tarihi şildi kazanmıştır. Fenerbahçe, Çanakkale Savaşları boyunca birçok oyuncusunu kaybetmiştir. Kulüp 3 Mayıs 1918 tarihinde ağırladığı Mustafa Kemal Atatürk tarafından ziyaret edilmiştir. Atatürk kulübün Kuşdili'ndeki lokaline ziyarette bulunmuştur. Bu tarih daha sonraları kulübün kuruluş günü olarak görülmüş ve kuruluş tarihi "3 Mayıs 1907" olarak kabul edilmiştir. Atatürk kulüp şeref defterine şunları not düşmüştür: İstanbul, 16 Mart 1920 günü işgal kuvvetlerince resmen işgal edilmiştir. Kurtuluş Savaşı zamanında işgal kuvvetlerine mensup özellikle İngiliz ve Fransız askeri takımlarıyla yapılan futbol maçları, İstanbul halkının büyük ilgisini çekmiştir. Türk kulüpleri bu takımlarla 5 yılda 50'sini Fenerbahçe'nin oynadığı toplam 80 maç yapmıştır. İşgal kuvvetleri takımlarına karşı kazanılan galibiyetler ise Türk takımlarını halkın gönüllerinde yüceltmiştir. Türk takımlarının özellikle de Fenerbahçe'nin, başta General Harrington Kupası (29 Haziran 1923) olmak üzere işgal kuvvetleri takımları karşısında elde ettikleri tüm galibiyetler, Türk halkına moral vermiştir. Fenerbahçe futbol sahalarında işgal kuvvetlerine karşı ardı ardına aldığı galibiyetlerle Millî mücadelenin adeta İstanbul şubesi halini almıştır. O devirde Türk futbolu denince ilk akla gelen Fenerbahçe olmuştur. Kurtuluş Savaşı cephelerinden gelen her yeni zafer halkın moralini yükseltirken, Fenerbahçe'nin de aldığı galibiyetler bu morali daha da arttırmış. 1910'lu yıllarda en fazla iki bin kişinin izlediği Fenerbahçe, 1919-20 yıllarında 6-7 bin kişinin doldurduğu tribünlere oynamaya başlamıştır. Türkiye'de ilk kürek yarışı Galatasaray Mekteb-i Sultani'si ile İstanbul Mekteb-i Sultani'si arasında 25 Ağustos 1913 Pazar günü padişahın gözetiminde Moda koyunda yapılmıştır. Bu 4 tek kürek müsabakasını Galatasaray kazanmıştır. Bu branşlarda sürekli gelişim gösteren Fenerbahçe, 25. kuruluş yılında 5-6 Haziran 1932 gecesi meydana gelen Kuşdili Yangını sonucunda kupalarından üye kayıt ve maç defterlerini de içeren belgelerine kadar gelmiş geçmiş bütün maddi eser ve izlerini kaybediyordu. 1936 yılında Ankara ve İzmir şehirlerinin takımlarının katılımıyla Millî Küme kuruldu. Millî küme 1942, 1948, 1949 yılları hariç 1936-1950 yılları arasında düzenlenmiştir. 1938 yılında kendi isteğiyle ligden çekilen Fenerbahçe, bunun dışındaki tüm turnuvalara katılmış 1937, 1940, 1943, 1945, 1946 ve 1950 yıllarında olmak üzere 6 kez kazanarak bu kupada en çok zafere ulaşan takım olmuştur. 1939 yılı Türk futbolunda bir ilk gerçekleşti. 9 Eylül 1939 Cumartesi akşamı 21.00'de, Taksim Stadı'nda Fenerbahçe ile Beyoğluspor ilk gece maçına çıktılar. İlk gece maçındaki ilk golü Fenerbahçeli Fikret Kırcan atmış, Fenerbahçe sahadan 4-2 yengin ayrılmıştı. Bu zamanlarda siyaset çoğu sporu etkilemiştir. 1929-30 yıllarında başlayan ve CHP tarafından düzenlenen turnuvada 10 yıl boyunca en çok şampiyon olan takım İstanbul Şildi'ni kazanacaktı. 7 yıl düzenlenen turnuvada Fenerbahçe 4 kez kazanınca İstanbul Şildi'nin sahibi oldu. 1936 Yaz Olimpiyatları'na da siyaset damgasını vurmuş, Berlin'de düzenlenen Olimpiyat Oyunları adeta Adolf Hitler'in gövde gösterisine dönmüştü. II. Dünya Savaşı başlamadan önce devletler, başka devletleri kendi saflarına çekmek için uğraşıyorlardı. Bu amaçla İngiltere'nin profesyonel futbolcuları 1941 yılında Türkiye'ye gelir. İngilizler, Ankara'da ve İstanbul'da olmak üzere Fenerbahçe ile 2 maç oynarlar. Ankara'daki ilk maç 2-2 berabere sona erer. İkinci maç İstanbul'da, eski adıyla Fenerbahçe yeni adıyla Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda oynandı. Maç esnasında Fenerbahçe aleyhine bir penaltı verildi. Topun başına o güne kadar hiç penaltı kaçırmayan Wodword geçti. Kalede ise Cihat Arman vardı. Vuruşu bir metre yükseklikten sol kale direğinin hemen yanından ağlarla buluşacakken, Cihat Arman hiç görülmemiş bir şekilde topu kornere çıkarttı. İngilizler donup kalmıştırlar. Herkes şaşkınlık içindeydi. İngilizler sıraya girerek bu olağandışı kurtarışı yapan kaleci Cihat Arman'ı teker teker tebrik etmişlerdir. Yine Nazi Almanyası'nın propagandasını yapmak üzere 31 Mayıs 1942'de SK Admira Wien takımı Türkiye'ye gelir. Viyana ekibi Beşiktaş'ı 3-2, Galatasaray'ı da 3-0 yener. Son maçını Fenerbahçe'ye karşı yapar ve 2-1 mağlup olur. 1998 yılında tek oyla başkanlık seçimini kazanan Aziz Yıldırım'dan sonra en uzun süre ba
şkanlık yapmış olan Şükrü Saracoğlu, bir siyaset adamıydı. Bunun yanında sıkı bir Fenerbahçeliydi. Fenerbahçe'ye birçok faydası dokunmuştur. Bugünkü Şükrü Saraçoğlu Stadı'nın yerinde bulunan alan sembolik 1 TL karşılığı Fenerbahçe'ye kazandırılmıştır. Hükumetlerde görevdeyken bile Fenerbahçe başkanlığını sürdürmüş, siyasetteyken, 1934-1950 yılları arasında görevde bulunmuştur. Daha sonraları stadyuma adı verilmiştir. II. Dünya Savaşı her şeyi olduğu gibi Fenerbahçe'yi de finansal olarak olumsuz etkiledi. Buna karşın sportif anlamda başarılar devam etti. Fenerbahçeli atlet Ruhi Sarıalp, Londra'da düzenlenen 1948 Yaz Olimpiyatları'nda üç adım atlamada bronz madalya kazandı. Bu bir Türk'ün atletizm alanında kazandığı ilk madalyaydı. 1944'te Fenerbahçe, ikinci resmî şubesini basketbol alanında kurdu. Böylece futboldaki Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti basketbola da sıçradı. Ekip ilk büyük başarısını 27 Mart 1954'te elde etti. Bu tarihte Galatasaray'ı ilk kez yenerek ezelî rakibinin basketboldaki hegemonyasına büyük bir darbe vurdu. Takım ilk şampiyonluğuna ise 1957 yılında ulaştı. Fenerbahçe ve Galatasaray ezelî rekabetini 1947 yılında bir başka sporda sürdürdü: Ragbi. Yapılan ilk karşılaşma 18 Mayıs 1947'de oynandı. Bu ayrıca son karşılaşma da oldu. Fenerbahçe karşılaşmayı 12-0 kazandı. Bu sonuç karşısında Galatasaray ragbi şubesini kapatmaya karar verdi. 30 Mart 1947'de Macar Ignace Molnar, futbol takımının başına getirilir. Ignace Molnar yönetiminde takım 1947-48 sezonunda İstanbul Futbol Ligi'ni kazanır. Lefter Küçükandonyadis bu sezon takıma transfer olmuş ve şampiyonlukta önemli katkıları olmuştur. Taksimspor'dan takıma dahil olmuş ve futbol oynadığı dönemde sihirbaz olarak tanınmıştır. Birçok meziyetiyle ön plana çıkmıştır. Fenerbahçe taraftarlarının kalbinde taht kuran Lefter'e ""Ver Leftere, yaz deftere"" sloganı yazılmıştır. Fenerbahçe'de bulunduğu zaman içinde birçok rekora imza atmıştır. Lefter Küçükandonyadis daha sonra 1951'de AC Fiorentina'ya transfer olmuştur. 1950'de açılan Adalet kulübü hızla gelişmek ister. Kulüp, büyük takımın önemli oyuncularına hem önemli transfer ücretleri ödüyor hem de mensucat fabrikasında bir tezgâh veriyordu. Birçok futbolcu Adalet'e geçti. Bunlar içinde Fenerbahçeliler de vardı. Fenerbahçe beş futbolcusunu Adalet'e kaptırır. Bu beş futbolcunun dışında, Lefter İtalya'ya gitmiş, Cihat Arman futbolu bırakmıştı. Fenerbahçe zor bir döneme girdi. Bunların yerine kulüp birçok genç oyuncu aldı. Bu yeni takıma "Küçük Şeytanlar" adı verilmişti. Küçük Şeytanlar Adalet'le oynanan maçı 1-0 kazanmayı başardı. Ayrıca bu genç takım 1952-53 sezonunda şampiyonluğa ulaştı. Bir ara Fenerbahçe basketbol takımında da oynayan Can Bartu daha sonra futbola geçti. Bartu'nun idolü Lefter'di. Amacı bir gün Lefter gibi Avrupa'da oynamaktı. Fenerbahçe, 1959'da ilk kez düzenlenen profesyonel lige iyi başladı ve Beyaz Grubu birinci tamamlayıp Kırmızı Grup birincisi olan Galatasaray ile final oynamaya hak kazandı. İki ayak üzerinden oynanan finalin ilk ayağında Fenerbahçe, Galatasaray'a 1-0 mağlup oldu. 4 gün sonrasında yapılan ikinci ayak maçında ise Galatasaray'ı 4-0 yenen Sarı-Kanaryalar ilk kez düzenlenen ligde şampiyonluğa ulaştı. 1959 yılında Fenerbahçe Şampiyon Kulüpler Kupası'nda mücadele etmeye hak kazandı. Macar antrenör Ignace Molnar yönetimindeki Fenerbahçe, Macar Şampiyonu Csepel SC ile İstanbul'da Can Bartu'nun golüyle 1-1 berabere kaldı. Fenerbahçe deplasmanda 3-2 kazandı ve bir üst tura çıktı. Bu, Türk takımları için ilkti, çünkü ilk kez bir Türk takımı Avrupa'da bir üst tura çıkmıştı. 1968 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası'da Fenerbahçe İngiltere Şampiyonu Manchester City ile eşleşti. Bundan iki yıl önce İngiltere, FIFA Dünya Kupası'nı kazanmıştı. Türkiye ve İngiltere'deki herkes bu eşleşmenin favorisinin açık ara farkla Manchester City olduğunu düşünüyordu. İlk maç Manchester şehrinde oynandı ve özellikle kaleci Yavuz Şimşek'in güzel oyunu maçın 0-0 bitmesini sağladı. İkinci maç 2 Ekim 1968'de İstanbul'da oynandı. Manchester City maça baskılı başladı. Ercan Aktuna kaleci Yavuz'a pas attı fakat pas kısa düşünce Coleman araya girdi ve 12. dakikada durumu İngiliz ekibinin lehine çevirdi. İlk yarı bu skorla tamamlandı. İkinci yarıda oyuna Abdullah Çevrim girdi ve hemen 46. dakikada bir karambolde topu ağlara göndermeyi başardı: 1-1. Kalan dakikalarda skora göre turu geçen taraf olan Manchester City savunmaya çekildi. 76. dakikada Ogün Altıparmak'ın vuruşu gol olunca İngilizler şoka uğradı. Durum 2-1 e geldi ve maç böyle tamamlandı. Fenerbahçe, dönemin en güçlü ekiplerinden Manchester City'yi elemişti. Ertesi gün Türkiye'deki gazetelerde şöyle manşetler atıldı: "Dünya Şampiyonlarının şampiyonunu yendik". 1972 yılında ilginç bir kişi Fenerbahçe'de teknik direktörlük görevine geldi. 1962 FIFA Dünya Kupası'nda Brezilya'nın kupayı almasında pay sahibi olmuş Valdir Pereira takımın başına getirildi. Valdir Pereira'nın diğer ismi Didi idi. Fenerbahçe, Didi yönetiminde üç yılda sekiz kupa kazanmayı başardı. Didi zamanında, Cemil Turan ve Osman Arpacıoğlu'lu takım 18 kez Galatasaray'a karşı oynadı. Fenerbahçe bu maçlarda 10 galibiyet 6 beraberlik alırken Galatasaray 2 kez sahadan yengin ayrıldı. Fenerbahçe, Didi'li yıllarda oldukça başarılı oldu ve popüleritesini artırdı. Milliyet tarafından yapılan anket sonuçlarına Fenerbahçe o tarihte %60,56 ile en çok taraftara sahip kulüptü. 1980 yılında Fenerbahçe, takımın başına Eintracht Frankfurt'tan Alman bir çalıştırıcı getirdi. Friedel Rausch yönetimindeki Fenerbahçe en dramatik sezonunu yaşadı. Takım ligde büyük düşüşler yaşadı ve sezonu 10. sırada tamamlayabildi. 16 takımın olduğu ve 14., 15., ve 16.'nın küme düştüğü ligde Fenerbahçe 10. oldu. Ligden düşen takımlardan Çaykur Rizespor ile aynı puandaydı. Takım averajla ligde kalabilmişti. Sarı-Kanaryalar için 1985-1988 yılları arası da pek parlak geçmedi. Takım iki kez beşincilik, bir kez de sekizincilik aldı. Bu üç sezonda kulüp altı çalıştırıcı değiştirdi. Bu, değişim için iyi bir zamandı. Rıdvan Dilmen ve Aykut Kocaman transfer edildi. Kaleye Almanya millî takımı kalecisi Harald Schumacher alındı. Alman kaleci daha önce 1982 ve 1986 Dünya Kupalarında, Batı Almanya millî takımında görev yapmıştı. Harald Schumacher dışında kadroda yabancı futbolcu yoktu. Oldukça kaliteli bir kadro kuruldu. 1988-89 sezonu takım için kırılması zor rekorlar yılı oldu. Fenerbahçe 103 kez (maç başına 2,86) rakip fileleri sarsarak bu alanda lig rekorunu kırdı. Kalesinde sadece 27 gol gördü. Fenerbahçe 36 maçtan 29'unu kazanırken 6'sında berabere kaldı, birinde yenildi. Toplayabileceği 108 puandan 93'ünü topladı ve %86,11'lik bir başarı sağladı. Başarı yüzdesi ve alınan puan alanında da rekor kırılmış oldu. Gol kralı Fenerbahçe'den çıktı. Aykut Kocaman 29 gol atmıştı. Rıdvan Dilmen ise tam 41 asist yapmış 19 kez de fileleri sarsmıştı. Diğer bir parlak başarı 3 Mayıs 1989 tarihinde sağlandı. 1988-89 sezonunda Galatasaray ile Türkiye Kupası'nda karşılaşıldı. Maç Ali Sami Yen Stadı'nda oynandı. Galatasaray ilk yarıyı Tanju Çolak'ın attığı üç golle önde kapadı. Galatasaray üstün durumdaydı ve kimi spor yazarları ikinci yarıda farkın açılacağını, böylece Galatasaray'ın tarihi bir zafer elde edeceğini düşünüyorlardı. Devre arasında Veselinoviç takımı çok iyi bir şeklide motive eder ve onlara: ""Onlar bize bir devrede üç gol atabiliyorsa, biz onlara beş tane atarız. Sahaya çıkın ve ne kadar Fenerbahçeli olduğunuzu onlara gösterin"" der. İkinci yarıda Aykut Kocaman ve Hasan Vezir'in (3) golleriyle Fenerbahçe rakibini 4-3 devirir. 1990-91 sezonunda Fenerbahçe'nin başına Hollandalı çalıştırıcı Guus Hiddink getirildi. O sezon Fenerbahçe için oldukça kötü geçecekti. Harald Schumacher sarılık geçirdi ve futbola ara vermek zorunda kaldı. Rıdvan Dilmen'in peşini sakatlıklar bırakmadı. Fenerbahçe sezona 1-6'lık Aydınspor hezimeti ile başladı. Bu, kulüp tarihinde ligde alınan en büyük yenilgiydi. Sezon istenilen gibi gitmedi ve takım beşinci olarak ligi kapadı. Buna karşın erkek basketbol takımı, tarihindeki ilk şampiyonluğunu bu sezon elde etti. 1990'lı yıllar takım için pek parlak geçmedi. 1990-2000 arasında sadece bir kez lig şampiyonluğuna ulaşıldı. 1995-96 sezonunda takım lig şampiyonluğuna ulaştı. Aynı yıl Türkiye Kupası'nda finale çıktı. İki maç üzerinden oynanan karşılaşmalarda Fenerbahçe, uzatma devresinde yediği golle Galatasaray'a mağlup oldu. Buna karşılık bu dönemde Fenerbahçe 4 yıl lig gol kralını çıkardı. 1991-92 ve 1994-95 sezonunda Aykut Kocaman 25 ve 27 golle, 1992-93 sezonunda Tanju Çolak 27 golle, 1993-94 sezonunda Bülent Uygun 22 golle gol krallığına ulaştı. Tüm bunlara karşın kulüp 10 yıl boyunca ekonomik ilerlemeler kaydetti. Ali Şen ve Aziz Yıldırım gibi başkanlar sayesindeki bu ekonomik ilerleme ile kaliteli futbolcular ve ünlü teknik adamlar takıma kazandırıldı. Joachim Löw ve Carlos Alberto Parreira bunlardan ikisiydi. Yine birçok ünlü yabancı futbolcu takımda oynadı: Jay-Jay Okocha, Elvir Baliç, Emil Kostadinov, Jes Høgh... 1998 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde Aziz Yıldırım, bir oy farkla başkanlığa seçildi. Yıldırım, devamlı bir sportif başarı için, kulüp ekonomisinin sağlam temellere dayanması gerektiğini düşünüyordu. Bu amaçla uzun vadede planlar yaptı. Fenerbahçe Stadyumu olarak anılan stadyumun adını Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu olarak değiştirdi. 28.000 kişilik bu stadyumun 1982 yılında projelendirilen kapasite arttırma çalışmalarına başlandı. 1999-2000 sezonunda Yeni Açık diye adlandırılan, Kurbağalıdere tarafındaki tribün yıkılarak inşaata başlandı. Sponsor olarak Migros ile anlaşıldı. 2000-01 sezonunun ilk maçı geldiğinde kapasite 30.000'e çıkarılmıştı. Sezon içinde diğer kale arkası tribün yıkıldı ve inşaasına başlandı. Sponsor olarak Telsim ile anlaşıldı ve 6 Mayıs 2001'deki Fenerbahçe - Galatasaray maçına yetiştirildi. Bu tribünler ile birlikte stadın kapasitesi 42.000'e ulaştırılmıştı. Bu maç ile İstanbul seyirci ve hasılat rekoru kırıldı. Daha sonra Maraton Tribün yıkıldı.
İnşaat hızla bitirildi, 16 Şubat 2002'de oynanan yine bir Fenerbahçe - Galatasaray maçıyla tribün açılışı yapıldı. Maçı 45.000 civarında taraftar izledi. 2005 yılının mart ayında "numaralı tribün" hızla yıkıldı. 8-9 ay gibi kısa zamanda yeni tribün yapıldı. Bu tribüne Fenerium Tribünü adı verildi. 2006-2007 sezonunda stada ısıtma sistemi eklendi. Tüm bunların yanında kulübe önemli tesisler kazandırılmış, altyapı çalışmaları hızlandırılmıştır. Can Bartu Tesisleri 2000 yılında hizmete girmiştir. Altyapıya hizmet veren Fikirtepe Tesisleri 1999 yılında açılmıştır. Dereağzı Tesisleri 2003 yılında suni çimle kaplanmıştır. Faruk Ilgaz Tesisleri 2004'te, modernize edilmiş şekilde hizmete sokulmuştur. 3 Haziran 2018 tarihinde yapılan olağan genel kurulunda 20 yıldır kulübün başkanı olan Aziz Yıldırım'ın karşısına Ali Koç başkan adayı olarak çıktı. Kongre sonucunda 20.736 geçerli oyun 16.092'sini alan Ali Koç Fenerbahçe'nin 37. başkanı oldu. Fenerbahçe 1907 yılında kurulduğunda oldukça kısıtlı bir kadroya sahipti. Bunlardan Galatasaray Sultanisinden gelen Galip Kulaksızoğlu ilk kadrodan kulüpte en fazla kalan isimdi. Kulüpte 17 yıl geçiren Kulaksızoğlu 1924 yılında jübile yapana kadar 216 maça çıkmıştı. Zeki Rıza Sporel Fenerbahçe'nin altyapısından çıkmış ilk isimlerdendi. 18 yıllık kulüp kariyerinde 352 maçta 470 gol atarak maç başına 1,3 gol ortalaması ile kulüpte önemli bir yer edinmiştir. Zeki Rıza Sporel 16 kez forma giydiği Türkiye millî futbol takımı forması ile 15 gole imza atmıştır. Cihat Arman kulübe en uzun süre hizmet eden kalecilerdendir. 12 sezon boyunca 308 maça çıkmıştır. Lefter Küçükandonyadis, Avrupa'da mücadele eden ilk önemli Türk oyunculardandır. Lefter, Fenerbahçe'ye geri dönmeden önce 2 yıl boyunca sırayla ACF Fiorentina ve OGC Nice takımlarında oynamıştır. Lefter 615 maçta 423 gol atarak kulübün 2 İstanbul Ligi, 3 Lig zaferi kazanmasında etkili olmuştur. Bir başka efsanevi oyuncu Can Bartu, kulübün Avrupa'ya ihraç ettiği önemli oyunculardandır. Ayrıca Can Bartu bir Avrupa kupası finalinde (ACF Fiorentina - Atlético Madrid) top koşturan ilk Türk oyuncu olmuştur. Bartu, Fenerbahçe'ye geri dönmeden önce Venezia ve SS Lazio takımlarında da futbol oynamıştır. Bartu, Fenerbahçe'de 330 lig maçında 162 gol atmış ve 4 lig zaferi yaşamıştır. Yakın geçmişte, özellikle yabancı futbolcular taraftarın gönlünde taht kurmuştur. Bunlardan Uche Okechukwu 13 sezon Fenerbahçe ve İstanbulspor'da forma giymiş ve Türkiye'de en uzun zaman kalmış yabancı oyuncu unvanını elde etmiştir. Uche, Fenerbahçe kariyerinde 2 lig şampiyonluğu yaşamış ve taraftarlar tarafından kulübün unutulmaz isimlerinden biri olarak görülmektedir. Pierre van Hooijdonk, Fenerbahçe'ye 2003 yılında gelmiş ve 2 yıl futbol oynamıştır. Hooijdonk, Fenerbahçe formasıyla çıktığı 53 maçta 32 gol atmıştır. Hem sıcak kanlı tavırları hem de başarılı futboluyla Fenerbahçe'nin iki yıl üst üste şampiyon olmasına bulunduğu katkılardan dolayı taraftarın gönlünde kendisine yer bulmuştur. Alex de Souza Fenerbahçe'ye 2004 yılında katılan Brezilyalı oyuncu 8 yıl sonra 2012'de dönemin Teknik Direktörü ile yaşadığı sorunlardan dolayı sözleşmesi fesih edilerek gönderilmiştir. Alex Fenerbahçe'de toplam 277 maçta 164 gol 133 asist ile adını Fenerbahçe ve Türk futbol tarihine kazımıştır. Taraftarlarca heykeli dikilen Alex'in veda mesajı ise onun unutulmayacak bir futbolcu olduğunu adeta bağırmaktadır. Sözleşmesi fesih edildiği dakikalarda Twitter üzerinden yazdığı iletide; "Fenerbaçe bir oyuncu kaybetti ama bir taraftar kazandı" demiştir. Arma, 1910 yılında resimde yeteneği olan futbolcu Topuz Hikmet tarafından tasarlanmıştır ve bu arma günümüze kadar ulaşmıştır. Topuz Hikmet'in anlatımıyla Fenerbahçe armasının öyküsü: Fenerbahçe Türkiye tarihinde 94 kez ile en çok kupa kazanan takım olmuştur. (Dört büyük takımın topladığı lig ve kupa şampiyonluklarını görmek için "Türkiye'de Futbol" sayfasındaki "Kupa Geçmişi" bölümüne bakınız.) Fenerbahçe kuruluşundan itibaren fikir ve sahne faaliyetleri haricinde 44 spor dalıyla meşgul oldu. Futbol, basketbol, voleybol, atletizm, boks, masa tenisi, yüzme, senkronize yüzme (subalesi), kürek ve yelken 2016-17 sezonu itibarıyla sarı-lacivertli kulübün mücadele ettiği olimpik sporlardır. Geçmişte ise Fenerbahçe; keza yaz olimpiyatları sporları arasında yer alan atıcılık, bisiklet, çim hokeyi, eskrim, güreş, halter, hentbol, jimnastik, judo, kano, kule ve tramplen atlama, okçuluk, su topu, tenis ve triatlonda, kış sporları arasında yer alan kayakta, geçmişte olimpiyat programlarında yer alan beyzbol, kriket ve ragbide, olimpiyatlarda gösteri sporu olarak yer verilen motor sporları, patenli hokey ve su kayağında, olimpiyatlarda yer verilmese de Uluslararası Olimpiyat Komitesi tarafından spor olarak tanınan bilardo, briç, dağcılık, kick boks, patinaj ile wushu'da ve Türkiye'de federasyonlara bağlı olan avcılık, izcilik ve kampçılık, muay-thai, trekking ve tae-bo sporlarında faaliyet gösterdi. Futbol, basketbol, voleybol, atletizm, boks, kick boks, wushu, muay-thai, masa tenisi, yüzme, senkronize yüzme (subalesi) kürek, yelken, bisiklet, güreş, halter, kule ve tramplen atlama, okçuluk ve tenis dalları olmak üzere toplam 19 branşta Türk ulusal takımlarına sporcu verdi (kick boks, wushu ve muay thai sporları boks şubesinin altında hayat bulmuştur). "Ana madde: Fenerbahçe (futbol takımı)" Fenerbahçe Spor Kulübü'nün en önemli şubesi futboldur. Fenerbahçe, futbolda 19 kez Süper Lig şampiyonluğuna ulaşırken, 6 kez de Türkiye Kupası'nı kazanmıştır. 1959'dan önceki Türkiye Şampiyonalarında 3, Millî Küme'de ise 6 kez şampiyon olmuş, 16 kez de İstanbul şampiyonluğuna ulaşmıştır. 2007-08 sezonu UEFA Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynayarak büyük bir başarıya imza atmıştır. 1966-67 sezonunda ise Balkan Kupası'nda şampiyon olmuştur. Balkan Kupası Fenerbahçe ve Türkiye'nin Avrupa'daki ilk kupası olmuştur. "Ana madde: Fenerbahçe U21" Fenerbahçe PAF Takımı, diğer kulüplerin PAF takımlarının bulunduğu PAF Ligi'nde oynamaktadır. PAF takımın antrenörlüğünü Mehmet Hacıoğlu yapmaktadır. İç saha maçlarını Dereağzı Tesisleri'nde oynamaktadır. "Ana maddeler: Fenerbahçe (basketbol takımı), Fenerbahçe (kadın basketbol takımı)" Fenerbahçe'nin ikinci büyük şubesi basketboldur. Fenerbahçe ve Ülker 2006 yılında yaptıkları geniş kapsamlı sponsorluk anlaşması ile takımlarını birleştirmişler ve "Fenerbahçe Ülker" adını almışlardır. Kadın takımına da Aras Kargo sponsor olmuştur. Fenerbahçe ligde 8 şampiyonluğa ulaşırken 5 kez de Türkiye Kupası'nı kazanmıştır. Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı ise 7 kez kazanma başarısı göstermiştir. Ligler başlamadan ise 7 kez İstanbul, 3 kez de Türkiye şampiyonu olmuştur. Fenerbahçe 1984-85 yılında ilk kez Koraç Kupası'nda çeyrek final grubuna kalmış, 1995-96 ve 2000-01 yıllarında çeyrek final oynamıştır. 1994-95 yılında ise Avrupa Kupa Galipleri Kupası'nda ilk 6 takım arasına girmiştir. FIBA Europe Kupası'nda 2003-04 sezonunda Güney Konferansı Dörtlü Final'ine kalan sarı-lacivertliler 2005 yılında bu turnuvanın Dörtlü Final'ine ulaştılar. 2007-08 sezonunda ise EuroLeague'de çeyrek finale yükselmişlerdir. 2014-15 sezonunda ise EuroLeague'de ilk kez Final Four'a yükselmiştir ve sezonu Avrupa 4.sü olarak tamamlamıştır. 2015-16 sezonunda ise bu başarısını daha da geliştirerek EuroLeague'de final oynayan ilk ve tek Türk takımı olmuştur. 2016-17 sezonunda Türkiye'den tarihteki ilk ve tek Avrupa şampiyonu olmuştur. Kadın basketbol takımı Kadınlar Basketbol Süper Ligi'nde 12 kez şampiyonluğa ulaşırken 11 kez de Türkiye Kupası'nı kazanmıştır. Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı ise 11 kez kazanma başarısı göstermiştir. Türkiye Ligleri başlamadan ise 5 kez İstanbul, 3 kez de Türkiye şampiyonluğuna ulaşmıştır. 2004 ve 2005 yıllarında FIBA Bayanlar Euro Cup'ta Dörtlü Final'e ulaşıp, 2005 yılında final oynamış ve ikinci olmuştur. Takım 2006 yılından itibaren her sezon EuroLeague'de çeyrek final oynamış; 2011-12 sezonunda ilk kez tatbik edilen Sekizli Final'e kalmayı başarmış ve Avrupa dördüncüsü olmuştur. 2012-13 ve 2013-14 sezonlarında ise Şampiyonlar Ligi'nde ikinciliğe ulaşmış; 2014-15 ve 2015-16 sezonlarında tekrar Dörtlü Final'de boy göstermiştir. "Ana maddeler: Fenerbahçe (erkek voleybol takımı), Fenerbahçe" Fenerbahçe'nin üçüncü büyük branşı voleyboldur. Fenerbahçe, 29 Mart 2014'te erkeklerde CEV Challenge Kupası şampiyonu, kadınlarda CEV Kupası şampiyonu olmuş ve voleybol şubesi, aynı gün içinde hem erkeklerde hem kadınlarda Avrupa kupası kazanarak spor tarihine geçmiştir. 1926 yılında kurulan erkek voleybol takımı 1927-1969 yılları arasında 9 kez İstanbul şampiyonluğuna ulaşmıştır. 1985-86 sezonundan itibaren Türkiye 1. Ligi'nde mücadele eden sarı lacivertli takım, 2003-04 sezonundan itibaren 4 Türkiye Ligi şampiyonluğu, 4 Türkiye Ligi ikinciliği, 2 Türkiye Kupası şampiyonluğu, 1 Kupa finali, 2 Süper Kupa şampiyonluğu ile 2009 ve 2013 yıllarında Balkan Şampiyonlukları yaşamış; 2008-09 sezonunda Şampiyonlar Ligi'nde ilk 16'ya kalarak bu turnuvada gruplardan çıkan ilk Türk takımı olmuştur. 2011-12 sezonun başında Grundig ile sponsorluk anlaşması imzalanmıştır. 1954 yılında kurulan kadın voleybol takımı ise, Türkiye Ligi kurulmadan önce Eczacıbaşı ve Galatasaray ile büyük bir rekabet yaşadı ve 1955-1973 arasında 11 kez İstanbul, 8 kez de Türkiye şampiyonu olmayı başardı. 1972-73 sezonunda Şampiyon Kulüpler Kupası'nda Yunanistan'ın Panathinaikos takımını eleyerek Avrupa kupalarında tur atlayan ve çeyrek final oynayan ilk Türk takımı oldu. 1994-96 arasındaki kısa dönem haricinde 2004-05 sezonundan beri Türkiye 1. Ligi'nde mücadele eden kadın voleybol takımına 2007 yılında Acıbadem Sağlık Grubu, 2011 yılındaysa Universal Hastaneleri sponsor olmuştur. Fenerbahçe kadın voleybol takımı Türkiye Ligi'nde 4 kez şampiyon, 2 kez de ikinci olmuş, 2 kez Türkiye Kupası'nı, 3 kez de Süper Kupa'yı müzesine götürmüştür. Son yıllarda uluslararası alanda da büyük başarılara imza atan kadın voleybol takımı 2008-09 sezonunda CEV Kupası'nda üçü
ncü olmuş, 2009-10 sezonunda CEV Kadınlar Şampiyonlar Ligi'nde ikinciliğe ulaşarak takım sporlarında Şampiyonlar Ligi'nde final oynayan ilk Türk takımı olmuştur. Bu başarısıyla 2010-11 sezonunda Katar'da düzenlenen Dünya Kulüpler Şampiyonası'na davet edilen Fenerbahçe tüm maçlarını 3-0 kazanarak Dünya Şampiyonluğuna ulaşmıştır. Aynı sezon Şampiyonlar Ligi Dörtlü Finali İstanbul'da Fenerbahçe'nin ev sahipliğinde düzenlenmiş, Fenerbahçe kadın voleybol takımı Avrupa üçüncüsü olmuştur. Takım 2011-12 sezonunda 2 yıldır elinden kaçırdığı "Avrupa Şampiyonu" unvanına Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de düzenlenen Dörtlü Final'de ulaşmıştır. 'Sarı Melekler' 2012-13 sezonunda ise "Avrupa Şampiyonu" unvanıyla davet edildikleri Dünya Kulüpler Şampiyonası'nda bu kez üçüncülüğe ulaştı, CEV Kupası'nda ise ikinci oldu. "Ana madde: Fenerbahçe (erkek boks takımı), Fenerbahçe (kadın boks takımı)" Kuruluşundan bu yana faaliyet gösterilen sporlardan boks, futbolla birlikte işgal yıllarında yabancılara ve azınlık mensubu boksörlere karşı kazandığı başarılarla dikkat çeken şube olmuştur. Boks takımı Türkiye Kulüplerarası Boks Şampiyonası'nda kazandığı 15 şampiyonlukla en çok Türkiye birincisi olmuş takımdır. Sarı-lacivertli takım İstanbul Boks Şampiyonası'nda aldığı 38 şampiyonlukla önder konumunu korumaktadır. 1997'den beri faal olan kadın takımı da 2007 yılından beri üstünlüğünü sürdürmektedir. 2004 Yaz Olimpiyatlarında gümüş madalya kazanan Atagün Yalçınkaya, 2008 Yaz Olimpiyatlarında bronz madalya kazanan Yakup Kılıç, Dünya Şampiyonları Mustafa Genç ve Gülsüm Tatar, Avrupa Şampiyonları Nurhan Süleymanoğlu, Ramazan Palyani, Agasi Ağagüloğlu, Gülsüm Tatar ve Sümeyra Kaya Fenerbahçe Boks Takımı'nda forma giymiş Türk boksörlerdir. Profesyonel boksta Avrupa şampiyonluğuna ulaşmış Cemal Kamacıve Eyüp Can da amatörlüklerinde Fenerbahçe'de forma giymişlerdir. Fenerbahçe'de boks şubesi faaliyetleri çerçevesinde 2000-2004 yılları arasında Tae Bo, 1998'den beri Kick Boks ve Muay Thai ve 2006'dan beri Wushu da yer alırken, Kıymet Karpuzoğlu'nun 2005 yılında kick boks dalında, Hüseyin Dündar'ın ise 2007 yılında wushu dalındaki Dünya Şampiyonlukları en kaydadeğer başarılar olmuştur. "Ana madde: Fenerbahçe (erkek atletizm takımı), Fenerbahçe (kadın atletizm takımı)" Fenerbahçe, kuruluşundan beri kesintisiz faaliyet gösterdiği şubelerinden olan atletizmde en çok şampiyonluk kazanan kulüp olduğu gibi, Türkiye'nin uluslararası alanda kazandığı kaydadeğer başarıların büyük çoğunluğu sarı-lacivertli atletler tarafından kazanılmıştır. 2015 yılı itibarı ile Fenerbahçe Atletizm takımının 13 Avrupa Şampiyonluğu vardır. Fenerbahçe erkek takımı Türkiye Kulüplerarası Atletizm Şampiyonası'nda erkeklerde 11 kez Türkiye şampiyonu olurken, Türkiye Atletizm Süper Ligi'nde erkeklerde 20, kadınlarda ise 8 kez Türkiye şampiyonluğuna ulaştı. Kros takımı ise 16 kez Türkiye Kros Şampiyonası, 2 kez de Türkiye Kros Ligi'nde Türkiye şampiyonu olurken, kadın takımı da 3 kez bu başarıya ulaştı. Genç erkek kros takımı 2009, 2010 ve 2011 yıllarında 3 kez, genç erkek pist takımı 2013 ve 2014 yıllarında 2 kez ve genç bayan pist takımı 2010, 2012, 2014 ve 2015 yıllarında 4 kez, genç bayan kros takımı 2015 yılında 1 kez Avrupa Kulüpler Şampiyonu olurken, A takımları düzeyinde Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası erkeklerde 1993, 1995, 2006 ve 2009 yıllarında, kadınlarda 1998 yılında Türk atletizminin A grubuna yükselmesini sağladı. Genç Bayan Atletizm takımı 2010 dan sonra 2012 yılında da Avrupa Şampiyonu olmuştur. Türkiye'nin atletizmde olimpiyatlarda kazandığı toplam altı madalyanın üçünü Fenerbahçeli atletler Ruhi Sarıalp (1948-bronz), Eşref Apak (2004-bronz) ve Gamze Bulut (2012-gümüş) elde ederken, Nevin Yanıt (2010 ve 2012) Avrupa şampiyonu, Ruhi Sarıalp (1950) ve Halil Akkaş (2011) Avrupa üçüncüsü oldular. Karin Melis Mey 2009'da Dünya üçüncüsü olurken, Ekrem Koçak, Osman Coşgül, Mustafa Batman ve Muharrem Dalkılıç Ordulararası Dünya şampiyonlukları kazandılar. "Ana madde : Fenerbahçe (erkek kürek takımı), Fenerbahçe (kadın kürek takımı)" Kulübün kuruluşundan çok kısa bir zaman sonra 1910 yılında faaliyete geçen ve kulüplererası ilk şampiyonluk kupasını 1917 yılında adına düzenlenen yarışların sonunda V. Mehmet Reşad'dan alan kürek şubesinin kayıkhanesi Millî Mücadele yıllarında İstanbul işgal altındayken Kurbağalıdere kenarındaki kulüp binasının önünde yeralan iskeleye yanaşan motorlarla Anadolu’ya silah kaçıran Fenerbahçeliler için bir silah ve cephane deposu haline getirilmiştir. Cumhuriyet döneminde Galatasaray ile ezeli rekabeti bu sporda da kıyasıya yaşatan Fenerbahçe, 2011 yılına kadar Türkiye Kürek Şampiyonası'nda erkeklerde 35, kadınlarda 23 ve gençlerde 31 kez şampiyon olarak bu spordaki liderliğini sürdürmektedir. Erkeklerde 37 kez İstanbul, 26 kez İstanbul Kupası ve 27 kez Türkiye Kupası şampiyonu olan Fenerbahçe bu branşta uluslararası alanda da önemli başarılar kazanmıştır. 1955 Akdeniz Oyunları'nda tek çiftede gümüş madalya alarak Türkiye'nin uluslararası alandaki ilk resmi başarısını elde eden Tonguç Türsan'dan bu yana Fenerbahçe millî takıma en çok sporcu veren kulüp konumundadır. Branş bünyesinde 1999-2000 yıllarında faaliyet gösteren kano takımı, ilgi görmemesi nedeniyle bir süre sonra tarihe karışmıştır. "Ana madde: Fenerbahçe (yelken takımı)" 1910'larda faaliyete geçen şube, Türkiye'deki ilk resmi müsabaka olan ve 24 Temmuz 1917′de Donanma Cemiyeti’nin Padişah Sultan Reşat himayesinde düzenlenen Heybeliada yarışlarında birinci oldu. Şube, 1936'da Behzat Baydar ve Harun Ülman ile Star (sailboat) sınıfında 1936 Berlin Olimpiyatları'nda ilk kez Türkiye'yi temsil etti. 1952'de Deniz Bankası'nın kulüplere modern tekneler sağlamasıyla canlanan yelken şubesi 1950'lerden beri düzenlenen Türkiye Şampiyonalarında 2013 yılına dek aldığı 155 birincilik, 119 ikincilik ve 69 üçüncülük ile İstanbul Yelken Kulübü ve Karşıyaka ile birlikte en seçkin yeri tuttu. Fenerbahçeli sporculardan Tuğçe Subaşı 2002'de Laser 4.7 sınıfında Dünya, 1993'te Arda Baykal Optimist sınıfında Akdeniz Oyunları, 1993'te Haluk Babacan Finn, 1995'te Akif Muslubaş yine Finn, 2002'de Utku Ören Laser Radial, 2006'da Yonca Yıldıral ve İrem Özdemir 470, 2009 ve 2010 yıllarında Zeynep Yentür Optimist, 2010 yılında Çağla Demirtaş Laser Radial ve yine 2010 yılında Alican Kaynar Finn sınıfında Balkan şampiyonlukları kazandılar. Bu şampiyonluklara ilaveten Aydın Yurdum 1997'de Laser Masterlar dalında Dünya ikincisi, Azat Baykal, Levent Özgen ve Erdil Uzaltan 1997'de Dragon dalında Avrupa dördüncüsü, Azat Baykal, Arda Baykal ve Erdil Uzaltan'ın 2004'te yine Dragon dalında bu defa Dünya dördüncüsü, 2006'da Yonca Yıldıral ve Özde Özdemir 470 Dünya Gençler üçüncüsü, 2009’da Zeynep Yentür Optimist Avrupa ikincisi ve 2012'de Çağla Dönertaş Laser Radial Avrupa üçüncüsü oldu. "Ana madde: Fenerbahçe (erkek masa tenisi takımı), Fenerbahçe (kadın masa tenisi takımı)" 1930 yılında düzenlenen ilk İstanbul Şampiyonası'nda İstanbulspor'u yenerek şampiyon olan Fenerbahçe bu spordaki faaliyetlerini bugüne dek kesintisiz sürdürmüştür. Türkiye Masatenisi Şampiyonası'nda erkeklerde 17, kadınlarda 13; Türkiye Masatenisi Süper Ligi'nde erkeklerde 3, kadınlarda 11 Türkiye şampiyonluğu alan Fenerbahçe bu sporda en seçkin yeri tuttu. 2007-08 sezonunda erkek takımı Avrupa ETTU Kupası'nda final oynadı. Kadın takımı ise 2011-12 ve 2012-13 sezonlarında yine ETTU Kupası'nda şampiyonluğuna ulaştı. 2013-14 sezonunda ise Avrupa Şampiyonlar Ligi'nde final oynayıp, ertesi sezon kupayı kazanarak Avrupa şampiyonu oldu. Fenerbahçeli sporcu Gürhan Yaldız'ın 1982 yılında İzmir'de düzenlenen 19. Balkan Masatenisi Şampiyonası'nda aldığı gümüş madalya bu branşta bir Türk sporcunun uluslararası yarışmada aldığı ilk madalya olurken, Melek Hu'nun 2009 yılında Akdeniz Oyunları'ndan aldığı altın ve 2010 yılında Çek Cumhuriyeti'nde yapılan Avrupa Masatenisi Şampiyonası'nda aldığı bronz madalyalar da Türkiye masatenisi tarihinde birer ilki teşkil etti. Melek Hu, 2012 Yaz Olimpiyatları'nda da Türkiye'yi temsil etti. "Ana madde: Fenerbahçe (erkek yüzme takımı), Fenerbahçe (kadın yüzme takımı)" 1910'lardan 1960'lara kadar dönem dönem başarılar gösteren yüzme şubesi 1964 yılında tarihe karışmıştır. Kısa süreli faaliyetlerden sonra 1997 yılında kalıcı olarak kurulan Fenerbahçe Yüzme Şubesi Galatasaray ve İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü'nün üstünlüklerine son vererek Türkiye Kulüplerarası Yüzme Şampiyonası'nda toplamda 24, erkeklerde 22, kadınlarda ise 31 kez Türkiye şampiyonluğuna ulaşmış ve en çok Türkiye birinciliği kazanan kulüp olmuştur. Fenerbahçe, 1998 yılından beri başta 2000, 2004 ve 2008 Yaz Olimpiyatları olmak üzere üst düzey uluslararası yarışlarda millî takıma en çok sporcu veren kulüp olmuştur. Öte yandan, 2008 yılında yüzme şubesi bünyesinde kurulan senkronize yüzme (su balesi) takımı da bu sporda öncü rol oynamaya başlamış ve 2014 yılı sonuna kadar Türkiye Şampiyonalarında 11 şampiyonlukla en başarılı kulüp konumuna yükseldiği gibi 26 kişiden oluşan millî takıma 17 sporcu vermek suretiyle takımın belkemiğini de oluşturmaya başlamıştır. Fenerbahçe, 4. Viyana Açık Uluslararası Senkronize Yüzme Yarışları'nda takım halinde şampiyonluğa ulaştı. "Ana madde: Fenerbahçe (bisiklet takımı)" 1912 yılından itibaren faaliyet gösterilen bisiklet sporunda Fenerbahçeli sporcular ilk dönem birinciliklerini kazanırken 1912 ve 1913 Fenerbahçe Spor Bayramları ve 1914 Cuma Birliği Bayramlarında birinci olan Vecdi Çağatay ilk şampiyon olarak sivrildi. 1924 ve 1928 Yaz Olimpiyatları'na katılan ilk Türk bisikletçileri Cavit Cav ve Galip Cav kardeşler oldular. 1924'te ilk kez Ankara'da düzenlenen Türkiye Bisiklet Şampiyonası'nda Cavit Cav hem sürat hem de mukavemet şampiyonu olurken bu başarısını 1932'ye dek sürdürdü. Galip-Cavit Cav kardeşler 10 Temmuz 1926'da başlayarak 50,5 saatte bitirdikleri İzmir-Bandırma etabıyla ilk uzun mesafe yarışını tamamlayan Türk sporcular oldular. 1956 yılında İstanbul'dan başlayarak 3.500 kilometrelik Anadolu turunu tamamlaya
n Tayyar Güner ve 1959 yılında Fenerbahçe'ye İstanbul şampiyonluğu kazandıran Sadık Yalım ise sarı-lacivertli formayla başarı kazanan son kayda değer bisikletçiler oldu. 1990'lı yılların başında Triatlon branşında gösterilen faaliyet ise, bazı münferit başarılara sahne olmuşsa da, uzun ömürlü olmadı. İngilizlerin XX. yüzyılın başlarında Beykoz ve Moda'daki kriket faaliyetlerine Türk kulüpleri arasında ilgi gösteren yegâne kulüp Fenerbahçe oldu ve 1911 yılında sarı-lacivertli kulüpte bir takım kuruldu. Sait Selahattin Cihanoğlu, Galip Kulaksızoğlu, Tevfik Taşçı, Fahri Ayad gibi komple sporculardan kurulu takım, 1911-1914 yılları arasında İngiliz takımlarıyla mücadele ederken, 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması ve İngilizlerin Türkiye'yi terketmesiyle rakipsiz kaldı ve dağıldı. 1914 yılında eski başkanlardan Sabri Toprak'ın çabalarıyla kurulan tenis takımı 1922 yılında ilk İstanbul, Türkiye ve Challenge Cup şampiyonluklarını İngilizleri de yenerek kazandı. 1923 yılında Türkiye'nin ilk kadın tenisçilerini kortlara çıkaran takım oldu. 3 Fenerbahçeli tenisçi Suat Subay, Sedat Erkoğlu ve Vahram Şirinyan'dan oluşan millî takım 1930 Balkan Şampiyonası'nda Atina'da Yunan, Bulgar ve Romen rakiplerini yenerek şampiyon oldu, 1931'de ise İstanbul'da üçüncülük kazandı. 1937 yılına kadar tek ve çift erkeklerde Fenerbahçeli tenisçilerin elindeki Türkiye ve Challenge Cup şampiyonluğu, kulübün bu tarihte maddi sıkıntılardan ötürü faaliyetlerini futbol, atletizm ve kürekle kısıtlamasından dolayı, 1936 yılında kurulan Tenis Eskrim Dağcılık Spor Kulübü'ne geçti. 1942 yılında Fernerbahçe kortlarının yeniden spora açılmasıyla hareketlenen tenis şubesi son önemli faaliyetini 1949 yılında Suriye'nin konuk Cercle de la Jeunesse takımıyla yapılan maçlarla sergiledi; 1950 yılında ise Lübnan'a devet edildiyse de 1950'li yıllarla birlikte tarihe karıştı. 1914 yılında faaliyet alanına alınan güreşte 1924 Yaz Olimpiyatları'nda Türkiye'yi sporcu olarak temsil eden (aynı zamanda Güreş Federasyonu Başkanlarından) Seyfi Cenap Berksoy ve Dürrü Sade ile Türkiye'deki ilk Grekoromen stil şampiyonu İlhami Polater (1922) klasik dönemin en önemli Fenerbahçeli sporcuları oldu. 1959 yılında antrenör Mustafa Çakmak'ın nezaretinde yeniden faaliyete geçen Fenerbahçe güreş takımı greko-romende 1961 yılında ilk İstanbul şampiyonluğunu kazandı. 1966-68 yılları arasında üst üste 3 yıl İstanbul şampiyonu olan Fenerbahçe grekoromen takımının kaptanı Sırrı Acar 1967 ve 1968 yıllarında Avrupa, 1967 yılında ise Dünya şampiyonluğuna ulaştı. 1981 yılında tekrar kurularak 1987'ye dek faaliyet gösteren Fenerbahçe güreş takımı İstanbul ve Türkiye ikinciliklerine ulaştı. Kurucu yönetici Mustafa Elkatipzade'nin çabalarıyla 1914 yılında oluşturulan takım, 1915 yılında altı İstanbul takımı tarafından kurulan Hokey Birliğinin aynı yıl düzenlediği İstanbul Şampiyonası'nda birinci oldu. 1923 yılında Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı'nın da ele aldığı bu spor dalında 1915-1926 yılları arasında düzenlenen 8 İstanbul Ligi'nde Fenerbahçe 4 şampiyonluk alarak en çok birincilik kazanan kulüp oldu. Sarı-lacivertli takımın 14 Nisan 1926 yılında İngilizlere karşı 3-1 galip geldiği maç Fenerbahçe çim hokeyi takımının rakipsizlikten dolayı son maçı olduğu gibi 2000'li yıllara kadar Türkiye'de bu sporda görülen son müsabaka oldu. Eski başkanlardan Hamit Hüsnü Kayacan'ın 1914 yılında Kuşdili'ne nakledilen kulüp lokalinin yanına 16x30 metrelik beton patinaj sahası yaptırmasıyla Türkler arasında ilk kez bu spor da tatbik edilmeye başlanmış, bu faaliyetler 1923 yılında kurulan patenli hokey takımının kurulmasına da temel teşkil etmiştir. 1923-24 sezonunda Galatasaray, Vefa ve Nişantaşı kulüplerinin mücadele ettiği İstanbul 2. Ligi'ne dahil olan Fenerbahçe, Nişantaşı'nı 6-4 yendikten sonra, Vefa'yı 7 Mart 1924 tarihinde 20-3 yendi ve bu sporda günümüze kadarki sayı rekorunu tesis etti. Galatasaray'ın çekilmesi ve ligin yarım kalması, 1992 Yaz Olimpiyatları'nda gösteri sporu olarak kabul edilen bu sporun Türkiye'de 1924 yılında tarihe karışmasına neden olduğu gibi, iki genç takım kurarak bu spora eğilmiş Fenerbahçe'yi de faaliyetlerini sonlandırmaya mecbur bıraktı. Eski başkanlardan Hamit Hüsnü Kayacan'ın 1914 yılında barfiks ve paralel bar satın alarak lokalin yanına kurmasıyla jimnastik faaliyetleri başladı. İlhami Polater, hava pilotu (daha sonraları Korgeneral) Asım Uçar, General Nuri Bey ve Albay Kadri Bey'in başı çektiği faaliyetlerde dönemin ünlü beden eğitim uzmanları Faik Üstünidman ve Mazhar Kazancıoğlu'nun da zaman zaman Fenerbahçeli gençlere ders vermesi faaliyetlerin verimini artırdı. Ancak bu spor 1924 yılından sonra ihmale uğradı ve tarihe karıştı. 1912 yılında kurulan Osmanlı Keşşaflar Cemiyeti'nin öncülüğünde başlayan izcilik faaliyetlerini Balkan Savaşı sonrasında canlandırmak isteyen Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın da kulüplere başvurusu üzerine Fenerbahçe bu alana 1915 yılında eğilmiş ve Hükümetin gönderdiği gereçlerle Mustafa Elkatipzade'nin önderliğinde ilk izcilik ekibini kurmuştu. Millî Mücadele yıllarında gereçlere işgal kuvvetleri tarafından el konulması nedeniyle kamp ve gezi faaliyetleriyle yetinen şube 1923 yılında futbolcu Alaattin Baydar'in çabalarıyla yeniden teşkilatlandı. Düşman işgalinden yeni kurtulan Bursa ve İstanbul'da gösterilen ve en üst düzeyde takdir edilen faaliyetler 1932 yılında Fenerbahçe Müzesi'nin yangınında izcilik gereçlerinin tamamen kül olmasıyla ortadan kalktı. 1917 yılında faaliyet sahasına alınan bu olimpik sporda hava pilotu Asım Uçar ve Sait Bey epe, Sedat ve Feyzi Beyler flöre branşında temayüz ettiler. 1917 Devrimi'nden kaçarak İstanbul'a yerleşen Beyaz Ruslardan Albay Grodetski'nin antrenörlügündeki sarı-lacivertli takım 20 Haziran 1920 tarihindeki Himaye-i Etfal Bayramı'nda ve 1921 yılında düzenlenen Fenerbahçe Bayramı'nda başarılı müsabakalar çıkardılarsa da Asım Uçar'ın Millî Mücadele'ye katılmak üzere İstanbul'dan ayrılmasıyla hayatiyetini kaybetti. Fenerbahçe'nin 1918 tüzüğünde yeralan "Kulüp, Spor ve Terbiye-i Fikriye Şubelerine bölünmüştür. Her iki şubenin ayrı tüzükleri vardır" hükmünü âmir 4. maddesi uyarınca 1919 yılının ilkbaharında dönemin başkanı (aynı zamanda piyes yazarı ve eski güreşçi) Refik Ahmet Nuri Sekizinci tarafından kurulan fikir ve sahne şubesi Millî Mücadele yıllarında konferanslar, tiyatro temsilleri ve Muhittin Sadak ve Münir Nurettin Selçuk'un faaliyetlerinin başını çektiği konserler vasıtasıyla halkı ve üyeleri bilinçlendirme çabası gütmüş, gazetelerin dahi 2 sayfa çıkabildiği dönemde 15 günde bir yayımlanan Fenerbahçe dergisiyle önemli bir boşluğu doldurmuştur. Şube, 16 Mart 1920 yılında İstanbul'un işgali sonrası İşgal Orduları Başkomutanlığının toplantı yasağı ilan etmesiyle faaliyetlerini sonlandırmak zorunda kalmıştır. Temmuz 1919'da Amerikalı bir antrenörün gözetiminde başta Galip Kulaksızoğlu, Zeki Rıza Sporel, İsmet Uluğ, Alaattin Baydar ve Sabih Arca başta olmak üzere dönemin öndegelen Fenerbahçeli futbolcularından oluşan takımın faaliyetleri, başka Türk kulüpleri bu spora ilgi göstermeyince, Amerikalı takımlarla yapılan müsabakalardan ibaret kaldı ve kısa zaman içinde sona erdi. Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı sporcuların Cumhuriyetin ilk yıllarında ilgi gösterdikleri bu spor dalında 1924 yılında düzenlenen İstanbul Şampiyonası'nda sarı-lacivertli sporcu Binbaşı Fuat Bey 183 puanla şampiyon oldu. Bir yıl sonra ise Beşiktaşlı Nafi Bey'in bu defa 187 vuruşla birinci geldiği ve dönemin Başbakanı İsmet İnönü'nün de yakın ilgi gösterdiği bu sporun yıllar geçtikçe kahvehanelere mahsus bir faaliyete dönüşmesi kulüplerin erken dönemdeki alakalarını da söndürdü. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu'nun 1923 yılında kurulmasıyla başlayan otomobil yarışlarında Fenerbahçeli sürücüler Ziya Koşar (1927, Veliefendi) ve Atatürk'ün de izlediği yarışlarda Samiye Burhan Cahit Morkaya (1931, İstinye-Maslak) ilk şampiyonlukları almışlardır. Morkaya, ilk kadın şampiyon olurken, 1932, 1936 ve 1937 yıllarındaki Castrol ve Turing Kulüp kupaları da adıgeçen Fenerbahçeli yarışçılarca kazanıldı ve kupalar Fenerbahçe Müzesi'ne bağışlandı. İkinci Dünya Savaşı yıllarından 1970'lere kadar bu sporun ihmale uğramasıyla ilk kuşak Fenerbahçeli yarışçıların kazandığı başarılar da tarihte kaldı. 1925 yılında faaliyet sahasına alınan halterde sarı-lacivertli renklerin ilk şampiyonluğu 1940 ve 50'lerin ünlü tasvir ustası ve kürekçi Kenan Dinçman'ın 8 Ekim 1926 tarihinde kazandığı İstanbul hafif sıklet birinciliği olmuştur. 1957'den sonra canlanan halter branşı, 1968'de gençlerde İstanbul şampiyonu ve Türkiye ikincisi olduktan sonra, 1969'da İstanbul şampiyonluğuna ulaştı. 1976'ya kadar ferdi şampiyonluklar elde eden Fenerbahçe'nin kazandığı son takım başarısı 19 Mart 1972 tarihindeki İstanbul şampiyonluğu oldu. İlk kez Galip Kulaksızoğlu ve Sait Selahattin Cihanoğlu'nun 1913 yılında başlattıkları çalışmalar 1925 yılında avcılık şubesinin kurulmasıyla daha örgütlü hale geldi. İstanbul'da özellikle Kayışdağı Ormanı, Katırlı ve Alemdağ ormanlarında yoğunlaşan faaliyetler, Cihanoğlu'nun Kenya, Tanzanya ve Güney Sudan bölgelerini kapsayan 1925-1926 yılındaki av partisiyle zirveye ulaşmıştır. Cihanoğlu aslan dahil avladığı toplam 22 av hayvanının başını tahnit ederek Fenerbahçe Müzesi'ne bağışlamıştır. 1930'larda en hareketli devrini yaşayan bu şube, kulüp faaliyetlerinin olimpik sporlara yoğunlaşmasıyla popülaritesini kaybetti ve Cihanoğlu'nun 1975 yılında ölümüyle tamamen tarihe karıştı. Gerek kule gerek tramplen atlama kategorilerinde Fenerbahçeli sporcular Fahri Ayad ve Kemal Bey bu branşta öncü sporcular olarak dikkat çekerken özellikle 1925 yılından sonra Mısırlı Şefik, Mahir Canbakan ve Suat Erler ilk şampiyonlar oldular. Fenerbahçe 1930'larda Kiryako Şakir, 1940'larda Mustafa Keskin, 1950'den sonra da Muammer Çolpan ile bu sporda temsil edilirken her üç sporcu da İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını uzun süre ellerinden bırakmadılar. 1966 yılından 1971'e kadar millî takımda da yer alan ve 25 Ağustos 1969'da Adana
'da düzenlenen Türkiye Yüzme ve Atlama Şampiyonası'nda kule atlamadaki son şampiyonluğunu kazanan Çolpan'ın da bu spora veda etmesiyle atlama branşı Fenerbahçe'de sona erdi. 1912 yılında Galip Kulaksızoğlu ve Said Salahaddin Cihanoğlu'nun kaptanlıklarındaki sutopu takımının Moda ve Kalamış kıyılarındaki ilk faaliyetleri rakipsizlik nedeniyle durduysa da, 1931 yılında Büyükdere havuzunun açılmasıyla hareketlenen faaliyetlere Fenerbahçe 1932 yılında Rüştü Dağlaroğlu önderliğinde kurulan takımla tekrar dahil oldu. Vakit Gazetesi ve Haliç turnuvalarını şampiyon kapatan takım 1932 İstanbul Ligi'ni üçüncü bitirdikten sonra, 1933 yılında Galatasaray'a rakip olduysa da 29 Eylül 1933 tarihinde tartışmalı bir maçtan sonra rakibine uzatmada 3-2 yenilerek İstanbul ikincisi oldu. 1936'da dağıldıktan sonra, 1940'larda ve 1953'te tekrar kurulan takımların ömrü de kısa sürdü. İlk kez 1922 yılında ABD'de tatbik edilen bu sporun Türkiye'deki öncüsü 1937 yılında Fenerbahçeli komple sporcu Galip Kulaksızoğlu ve yelkenciler Faruk Hızer ile Semih Arıcan oldular. 25 Temmuz 1937 tarihinde Modaspor Denizcilik Bayramı'nda Faruk Hızer'in kazanarak Başbakan İsmet İnönü'nün elinden aldığı kupa 2011 yılında bile Fenerbahçe Müzesi'nde sergilenen en ilginç mükafatlardan biridir. 1942 yılında Haydarpaşa Lisesi ile yapılan ortak çalışma sonucunda oluşturulan hentbol takımı aynı yıl başlayan İstanbul Hentbol Ligi'ne katıldı ve 1943-44 ile 1944-45 sezonlarında İstanbul şampiyonu oldu. Salonların yetersiz kalması nedeniyle açık sahada oynanan dönemin hentbolünde seyirci rekoru yaklaşık 12.000 kişi ile 8 Nisan 1945 tarihinde Fenerbahçe-Galatasaray futbol maçının öncesinde oynanan ve Fenerbahçe'nin 7-4 kazanarak şampiyonluğu garantilediği müsabakada kırılmıştır. 1945 yılında ilk kez düzenlenen Türkiye Hentbol Şampiyonası'nda 1 Temmuz 1945 tarihinde finalde Harbokulu'na 7-5 yenilerek Türkiye ikincisi olan takım, 1945-46 yılında da İstanbul şampiyonu olduktan sonra aleyhindeki tertipleri protesto ederek 1946-47 sezonundan itibaren ligden çekildi. İtalyan millî takımıyla Fransa'ya karşı millî maçta da oynayan Reşat Ersü'nün öncülüğünde ve Haydarpaşa Lisesi ile işbirliği halinde Fenerbahçe'de 1945 yılında bir ragbi takımı oluşturuldu ve 12 Mayıs 1945 tarihinde Haydarpaşa Lisesi Spor Bayramı'nda lise takımını 8-7 yendi. 18 Mayıs 1947'de Fenerbahçe Stadı'nda Fenerbahçe'nin Beşiktaş'ı 4-0 yendiği futbol maçından önce Fenerbahçe'nin ragbi takımını kurmuş Galatasaray'ı yaklaşık 18.000 seyircinin önünde 12-0 yenmesi sarı-kırmızılı kulübün takımı dağıtmasına neden oldu ve bu maç 2007 yılında Türkiye Ligi kurulana kadar son ragbi maçı olarak tarihe geçti. Okçuluk branşı 1966 yılında Fenerbahçe'de faaliyete geçti ve 1971'e dek geçen kısa süre içinde önemli başarılar kazandı. Uzun zaman Türkiye rekorlarını elinde tutan Fenerbahçeli okçu Sadık Öğretir 19 Eylül 1966'da Fenerbahçe'ye İstanbul şampiyonluğu kazandırırken 18 Ocak 1968 tarihinde Mersin'de düzenlenen Türkiye Okçuluk Şampiyonası'nda da Türkiye rekoru olan 1003 puanla birinci oldu. Öğretir, 23-29 Temmuz 1967’de Hollanda'nın Amersfoort kentinde düzenlenen Dünya Okçuluk Şampiyonası’na katılan ulusal takımda da yer aldı. Fenerbahçe Kulübü ilk kez 1967 yılında judoyu çalışma alanına aldı. 17 Mart 1968 tarihinde düzenlenen Fenerbahçe Spor Kulübü Kongresi'ne sunulan Yönetim Kurulu raporunda yeralan ümitvar ifadelere rağmen gençlere yönelik olarak sürdürülen faaliyetler beklenen ilgiyi görmedi ve 1971 yılında bu spora veda edildi. Eski atlet ve basketbolcu Orhan Zeren'in atılımıyla 1984 yılında Fenerbahçe'de bir briç takımı kuruldu . Takım Türkiye Briç Federasyonu'nun 14-15 Nisan 1984 tarihlerinde düzenlediği Müesseseler ve Kulüplerarası Türkiye Briç Şampiyonası'nda 44 kulüp ve müessese takımı arasında Seydişehirspor ve Türk Hava Yolları'nın ardından üçüncü oldu. 1986 yılında İstanbul şampiyonu olan takım, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'na gitme hakkı kazansa da, takıma Fenerbahçe Spor Kulübü temsil hakkı vermediğinden Kupa'ya Fenerbahçe yerine Ankara şampiyonu Ankara Briç Kulübü katıldı. 1999 yılında tekrar oluşturulan briç takımı 16-17 Ekim 1999 tarihlerinde Burdur'da düzenlenen Türkiye Şampiyonası'nda 44 takım arasında bir kez daha üçüncü oldu. 1986 yılında başlyana atıcılık faaliyetleri kısa sürede önemli başarılara ulaşmasına rağmen bu sporun ömrü Fenerbahçe'de kısa oldu ve 1988 yılı itibarıyla faaliyetler sonlandı. Bu spor branşında Fenerbahçe'nin kazandığı en büyük başarı olan Trap-Skeet Müsabakaları Başbakanlık Kupası halihazırda Fenerbahçe Müzesi'nde sergilenmektedir. Fenerbahçe Spor Kulübü'nün 100. yıl kutlamaları kapsamındaki Fenerbahçe Dünya Zirvelerinde projesi bağlamında 2007 yılında Tunç Fındık ve Mustafa Kalaycı'dan mürettep bir dağcılık ekibi oluşturulmuştur. Ekip, proje kapsamında Ağrı Dağı, Arjantin'de bulunan Aconcagua Zirvesi, Tacikistan'daki Somoni Zirvesi, Fransa'daki Mont Blanc Zirvesi ve Tanzanya'daki Kilimanjaro Zirvesine tırmanarak Türk ve Fenerbahçe bayraklarını dalgalandırdıktan sonra, dünyanın en yüksek dağı Everest'in zirvesine 21 Mayıs 2007 tarihinde ulaşarak Türk ve Fenerbahçe bayraklarını diktiler. Sözleri Fenerbahçe'nin eski kalecisi Fecri Ebcioğlu tarafından yazılmış olan, Fenerbahçe 1973-74 kadrosu ve Nesrin Sipahi tarafından seslendirilen Yaşa Fenerbahçe marşı Fenerbahçe Spor Kulübü'nün bilinen ilk marşıdır. Fenerbahçe'nin 100.Yılı şerefine Kıraç'ın 100.Yıl Marşı ve Funda Arar, Athena, Ediz İlhan tarafından çeşitli marşlar yazılmıştır. Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu İstanbul'un Kadıköy semtinde yer alan, Fenerbahçe takımının maçlarına ev sahipliği yapan stadyumdur. Stadyum, 1908 yılında açılmıştır ve 1999-2006 yılları arasında yenilenerek kapasitesi artırılmıştır. 4 Ekim 2006'da UEFA tarafından yapılan incelemeler sonucunda 2009 UEFA Kupası finalinin bu statta yapılması kararlaştırılmıştır. "Ana madde: Fenerbahçe Müzesi" Kulüp Müzesinin yeri birkaç değiştirilmiş ve yenilenmiştir. Son olarak Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'na taşınmış ve 19 Ekim 2005 tarihinde açılmıştır. Müzede toplam 10 bölüm vardır. Kulübün diğer tesisleri arasında sosyal merkezler, idman tesisleri, kulüp ana merkezi, Dereağzı Metin Aşık Kamp Merkezi, genç takım futbol akademisi, spor salonu, Fikirtepe Tesisleri, Fenerbahçe Koleji ve yüzme havuzu bulunmaktadır. Fenerbahçe Spor Okulları, Fenerbahçe Koleji ve Fenerbahçe Üniversitesi ile Gebze'de kurulacak 3 Temmuz Spor Akademisi Tesisleri sayesinde Ülkemiz Sporuna hizmet amaçlanmaktadır Fenerbahçe çok geniş bir taraftar kitlesine sahiptir. Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nun yenilenmesinden sonra Fenerbahçe, Süper Lig içinde maça en fazla taraftar çeken kulüp oldu. Fenerbahçe, 2006-2007 sezonunda maç başına 40.000 seyirciye ulaşmıştır. Fenerbahçe 4 büyük taraftar grubuna sahiptir. Bunlar Genç Fenerbahçeliler, Kill For You, 1907 ÜNİFEB, Antu/Fenerlist'tir GFB, kendi içinde 6 küçük gruba ayrılır. Bunlar 1907 Gençlik (2000 yılında kurulup 2001 yılında GFB'ye katılmıştır ), GFB Europe, Lise GFB (Lise öğrencileri tarafından 2002 yılında kurulmuştur.), Uni GFB (Üniversite öğrencileri tarafından 2001 yılında kurulmuştur.), GFB’s Angels (Bayan Fenerbahçeliler grubu) ve Devil’s of GFB (2004 yılında kurulmuştur). GFB'nin 61 şehirde, 51 üniversitede ve 10 değişik ülkede üyeleri vardır. Grup maçları Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nun Maraton Tribünü A ve B bloklarında KFY ile birlikte takip etmekte ve takımlarına destek vermektedirler. KFY 1996 yılında kurulmuştur. Grup, takımın tüm profesyonel ve amatör maçlarını takip etmektedir. Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nun maraton tribünü A ve B bloklarında GFB ile birlikte maçları takip etmektedirler. Grup 2002 yılında kurulmuştur. 1907 ÜNİFEB sıradan bir taraftar topluluğu veya sadece bir tribün grubu değildir. Amacı, Fenerbahçeli üniversite öğrencileri arasında ideal bir birlikteliği oluşturmak ve gücünü Fenerbahçe etrafında birleştirerek hareket etmektir. "Fenerbahçe'nin Aydınlık Geleceği Olmak" için kurulmuştur. Türkiye, KKTC ve yurt dışındaki üniversitelerde örgütlenmişlerdir. Tüm üyeleri üniversitelilerden oluşmaktadır. Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda maçları Türk Telekom (eski Telsim) tribününden takip etmektedirler. Merkezleri Levent'tedir. Grup bir internet topluluğudur. Ali Şen'in oğulları olan Metin Şen ve Adnan Şen tarafından kurulmuştur. 33 ülkeye, 37 şehire yayılmıştır ve 60.000'i aşkın üyeleri vardır. Üyeler maçları Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda Türk Telekom (eski Telsim) tribününden takip etmektedirler. Fenerbahçe resmi taraftar internet grubudur. Kurucusu Mehmet Alakuş'tur ve Antu'ya tepki olarak kurulmuştur. Fenerbahçe'nin aşağıdaki kuruluşlar ile sponsorluk anlaşmaları vardır. Ana sponsoru Avea'dır. Fenerbahçe'nin lisanslı ürünleri Fenerbahçe Sportif A.Ş. adına Fenerium mağazalarında ve ülke genelinde satış yapan Fenerium tırları tarafından satılmaktadır. Fenerium ana şubesi Şükrü Saracoğlu Stadı'ndadır. Buradan sezonluk bilet ve maç biletleri satın alınabilir. Fenerium 41 mağaza ve 200 civarı satış noktasında toplam 1.720.000 ürün satarak 19 Milyon dolar kazanç elde etmiştir. 2004-05 sezonunda 285.000 civarında ürün satılmıştır. "Hedef bir milyon üye" projesi kapsamında kulüp tarafından çıkartılan ve taraftarlara çeşitli imkanlar sağlayan 3 tür taraftar kartıdır. Bunun dışında çeşitli bankalarla anlaşmalı taraftar kartları da mevcuttur. Fenerbahçe'nin resmi yayın organlarından biri olan aylık dergidir. Fenerbahçe Spor Kulübü'nün 1980'den itibaren olağan ve olağanüstü kongreleri aşağıdaki gibidir. Fenerbahçe Spor Kulübü'nün 1907 bahar aylarında kurulmuş olduğu bilinmesine rağmen gün ve ay olarak tam tarih bilinmemektedir. Mustafa Kemal Atatürk'ün kulübü ziyaret etmesiyle o gün Fenerbahçe Spor Kulübü'nün kuruluş tarihi olarak kabul edilir. Medya Zoran Mirković Zoran "Bata" Mirković (; d. 21 Eylül 1971; Belgrad, Sırbistan), Sırp eski futbolcudur. Sırbistan ulusal futbol takımının savunma oyuncularından olan Mirković'in oyunculuk yaşamı 3 Mart 1991'de Rad'da başl
adı. (Proleter 2-1 Rad). Ancak bundan önce o ve takım arkadaşları, 21 yaş altı kategorisinde Yugoslavya şampiyonluğunu kazandılar. Bata Rad'da profesyonel olarak oynadı ve bu sürede toplam 62 karşılaşmada forma giydi (1990-1991'de 5, 1991-1992'de 26 ve 1992-1993'te 31) ve 1 gol attı. Becerisi Partizan yöneticileri tarafından fark edildi ve kendisine siyah beyazlı forma altında, Partizan'da oynaması önerisini götürdüler. Bata Partizan'da geçirdiği 3 yıl içerisinde tam bir oyuncu kıvamına geldi ve Yugoslav millî takımının vazgeçilmezi oldu. 1993-1994 futbol mevsiminde Yugoslavya şampiyonluğu ve 1994-1995'te Yugoslavya kupasını kazanan takımda yer aldı. 2 numaralı formayı giydi ve oyundaki savaşçılığından dolayı zamanla Partizanlı taraftarlarca bir kahraman olarak görüldü. Nedeni ise basitti: Crvena Zvezda (Crvena Zvezda) oyuncularına karşı mücadele etmiş ve ülkedeki savaşa rağmen Partizan'ı terketmemiş, orada 3 yıl oynamaya devam etmişti. Bata, o dönemde Partizan'da 82 karşılaşmada forma giydi (1993-1994'te 26, 1994/1995'te 29 ve 1995-1996'da 27) ve 1 gol attı. Bata bundan sonra 2 yıl Atalanta'da oynadı. Ligin ilk devresinde sakatlandı ve 3 aylık bir süre boyunca takımda yer alamadı. Savunmanın ortasında oynuyordu ve Juventus'un çalıştırıcısı Lippi onu takımına çağırdı. Atalanta taraftarları Bata'yı çok seviyordu ve yönetimin onu ACF Fiorentina'ya satma girişimine çok büyük tepki göstermişlerdi. Türkiye'de Fenerbahçe'de 2 yıl süreyle top koşturan Bata, 2003-2004 futbol mevsiminin devre arasında eski takımı Partizan'la 2.5 yıllık bir sözleşme imzaladı. 7 Mart 2006'da yaptığı açıklamayla futbolu bıraktığını açıkladı. Mirković futbol hayatı boyunca millî formayı 59 kez giydi. Gülse Birsel Gülse Birsel (evlilik öncesi soyadı Şener; d. 11 Mart 1971), Türk oyuncu, senarist ve gazeteci. Gülse Birsel, 11 Mart 1971'de Gültekin ve Semiha Şener çiftinin üçüncü çocuğu olarak İstanbul'da doğdu. Babası avukat, annesi ev hanımıdır. Adını annesinin ve babasının adlarının ilk hecelerinden almaktadır. Kendisinden on beş yaş büyük Bozkurt adlı bir ağabeyi ve on üç yaş büyük Dilek adlı bir ablası vardır. Ağabeyi göz doktoru ve eski bir millî voleybolcudur. Ortaöğrenimini Beyoğlu Anadolu Lisesi'nde tamamladı. Lise son sınıfa kadar meslek olarak oyunculuğu seçmeyi düşünüyordu. Ancak ailesinin isteğiyle Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü'nde öğrenim gördü. Daha sonra 1994-1996 yılları arasında Columbia Üniversitesi'nde sinema yüksek lisansı yaptı. Gülse Birsel, üniversite ikinci sınıftayken "Aktüel" dergisinde işe başladı. 1996'da Türkiye'ye dönen Birsel, üç ay boyunca atv'de sabah bülteninin dış haberlerini yazdı. Bir yıl sonra "Esquire" dergisinin yayın yönetmenliğine getirildi. Aralık 1997'den 2003'e kadar "Harper's Bazaar" dergisinin yayın yönetmenliğini üstlendi. Daha sonra 2001-2002 yıllarında "Sabah" gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Yine bu dönemde "FHM", "Gezi", "Harper's Bazaar" ve "House Beautiful" dergilerinde genel koordinatör olarak çalıştı. Mart 2002'de atv'de ekrana gelmeye başlayan "g.a.g." adlı programla televizyona adım attı. Mart 2003'te bazı "g.a.g." metinleri ile köşe yazılarını "Gayet Ciddiyim" adıyla kitaplaştırdı. Mart 2004'e kadar "g.a.g."ın sunuculuğunu ve metin yazarlığını üstlendi. Mart 2003'te Levent Özdilek ile birlikte başrolünde yer aldığı "Eyvah! Eski Kocam" adlı atv dizisi, ilk bölümünün ardından yayından kaldırıldı. Şubat 2004'te atv'de başlayan "Avrupa Yakası" adlı dizinin senaristliğini ve başrol oyunculuğunu üstlendi. Kendisine dizide Gazanfer Özcan, Hümeyra ve Ata Demirer gibi oyuncular eşlik etti. Mayıs 2004'te ikinci kitabı "Hâlâ Ciddiyim" yayımlandı. 2005 yapımı "Hırsız Var!" adlı film ile sinemaya adım attı. Ağustos 2005'te üçüncü kitabı "Yolculuk Nereye Hemşerim?" piyasaya çıktı. Nisan 2008'de İstanbul'dan geçen 2008 Yaz Olimpiyatları meşalesini taşıdı. 2009 yapımı "7 Kocalı Hürmüz" filmiyle ikinci kez sinemada boy göstedi. "Avrupa Yakası", Haziran 2009'da ekrana veda etti. Birsel'in dördüncü kitabı "Velev ki Ciddiyim!" Aralık 2009'da, beşinci kitabı "Yazlık" ise Haziran 2011'de yayımlandı. Ocak 2012'de Kanal D'de başlayan ve dört sezon devam eden "Yalan Dünya" adlı dizinin senaristliğini ve başrol oyunculuğunu üstlendi. Kendisine dizide Altan Erkekli, Füsun Demirel ve Olgun Şimşek gibi oyuncular eşlik etti. Mart 2013'te "Hürriyet" gazetesinde köşe yazarlığına başladı. 2015'te TV8'de ekrana gelen "Komedi Türkiye" adlı yarışma programında jürilik yaptı. Altıncı kitabı "Memleketi Ben Kurtaracağım!" Kasım 2015'te piyasaya çıktı. Senaryosunu yazdığı ilk sinema filmi olan ve aynı zamanda oyuncu olarak da yer aldığı "Aile Arasında", Aralık 2017'de vizyona girdi. Şubat 2018'de Star TV'de ekrana gelmeye başlayan "Jet Sosyete" dizisinin senaryosunu yazdı ve başrolünde yer aldı. Gülse Birsel, Fransa'nın Cannes şehrinde Ayşe Arman aracılığıyla tanıştığı Salah Birsel'in akrabası olan gazeteci ve televizyoncu Murat Birsel ile bir yıl sonra Ağustos 1999'da evlendi. Anne olmaya uygun biri olmadığını ifade eden Birsel'in çocuğu bulunmamaktadır. Eşiyle birlikte Nişantaşı'nda yaşamaktadır. Ağustos 2014'te annesi Semiha Şener'i kaybetti. Hukuk toplum bilimi Hukuk toplum bilimi (İngilizce: Sociology of law, Almanca: Soziologie des Rechts), toplumbilimsel boyutuyla hukuk eksenli araştırmalar yapan bir bilim dalıdır. Hukuk çok boyutlu bir olgu, bir kurumdur. Hukukun bir norm düzeni olarak olumlu hukuk niteliğinde uygulama boyutu, sağtöresel değer içermesi bakımından felsefi boyutu, toplumsal bir olgu olması bakımından da toplumbilimsel boyutu vardır. Birincisi hukuk bilimini, ikincisi hukuk felsefesini, üçüncüsü hukuk toplumbilimini ilgilendirmektedir. İşletim sistemi İşletim sistemi, bilgisayarda çalışan, donanım kaynaklarını yöneten ve çeşitli uygulama yazılımları için yaygın servisleri sağlayan bir yazılımlar bütünüdür. İşletim sistemi, uygulama kodları genellikle direkt donanım tarafından yürütülmesine rağmen, girdi-çıktı, bellek atama gibi donanım fonksiyonları için uygulama programları ve bilgisayar donanımı arasında aracılık görevi yapar. İşletim sistemleri sadece bilgisayar, video oyun konsolları, cep telefonları ve web sunucularında değil; arabalarda, beyaz eşyalarda hatta kol saatlerinin içinde bile yüklü olabilir. İşletim sistemleri işlevsellerinin genişliği ile değil, donanımı belli bir amaç doğrultusunda programlayabilme nitelikleriyle değerlendirilmelidir. İşletim sistemlerine örnek olarak; Microsoft Windows, Mac OS X, Linux, BeOS, Android ve iOS örnek verilebilir. 1940'larda ilk elektronik dijital sistemlerin hiçbir işletim sistemleri yoktu. bu kez elektronik sistemlerin çok ilkel talimatları genellikle mekanik anahtarları satır veya fiş kurullarında jumper telleri ile bir anda sisteme bir bit girmiş olduğunu bugün karşılaştırıldı. Bu, örneğin, delikli kâğıt kartları verilerinden bordro çeklerin askeri veya kontrollü baskı için balistik tablolar oluşturulan özel amaçlı sistemler edildi. Programlanabilir genel amaçlı bilgisayarlar icat edildikten sonra, makine dilleri (ikili rakam 0 ve 1 delikli kâğıt şerit üzerine dizeleri oluşan) programlama süreci (Stern, 1981) hızlandırdı o tanıtıldı. Gerçek Zamanlı işletim sistemlerine örnek olarak, QNX gösterilebilir. Bir işletim sistemi, kavramsal olarak, üç grupta toplanabilecek bileşenlerden oluşur: kullanıcı arayüzü (bu bir grafik kullanıcı arayüzü ve/ya da komut satırı yorumlayıcısı ["kabuk" da denir] olabilir), alt düzey sistem işlevleri, ve bir çekirdek. Çekirdek, işletim sisteminin kalbidir. Adından da anlaşılabileceği gibi, "kabuk", çekirdeğin çevresini sararken, donanımla iletişim kurmak da çekirdeğin işidir. Kimi işletim sistemlerinde kabuk ve çekirdek tümüyle ayrı bileşenlerken, kimilerinde bu ayrım yalnızca kavramsaldır. Çekirdek tasarımları, yekpare (monolithic) çekirdekler, mikro-çekirdekler ve ekzo-çekirdekler olarak üç ana gruba ayrılabilir. UNIX ve Windows +Ms dos gibi geleneksel ticari sistemler ve Linux gibi daha yeni yaklaşımlar monolitik çekirdek kullanırken, QNX, BeOS, Windows NT gibi yeni sistemlerin çoğu mikroçekirdek yaklaşımını kullanır. Araştırma amacıyla geliştirilen işletim sistemlerinin çoğu da mikro-çekirdek kullanırlar. Ekzo-çekirdekler ise henüz araştırma aşamasındadır. 1994 yılında commodore international iflas ettikden sonra Amiga kişisel bilgisayarlarının tüm hakları amiga inc'e kalmıştır ve Amiga işletim sistemini tekrar geliştirilebilmesi için 2006 yılında PowerPC üzerinde uzmanlaşmış yazılım şirketi Hyperion Entertainment lisans vermiştir bir süre sonra da tüm hakları bu şirkete kalmıştır. AmigaOS 4 ExecSG (Second Generation) çekirdeği üzerine kurulmuştur. AmigaOS, kurulduğu donanımdan maksimum performansı alan ve mükemmel bir çokgörevlilik (multitasking) özelliğine sahip olan, çok esnek bir işletim sistemidir. Commodore İnternational yazdığı AmigaOS 3.1'işletim sisteminin kaynak kodlarından devam edilerek günümüzde 4.1 update 5 sürümüne kadar yükselmiştir çok yakında hyperion entertainment yeni ve en güçlü amiga donanımı olan Amigaone X1000 ile AmigaOS 4.2 'yi piyasaya sürerek Amigacılara gelecek vadetmektedir. Chromium, Linux çekirdeği esas alınarak Google tarafından tasarlanmış olan bir işletim sistemidir. Chromium zamanının büyük bir kısmını bilgisayar başında geçiren kullanıcıları hedef almaktadır. Teknik olarak sadece başka uygulama kullanmayan bir tarayıcıdır. Kelime işlemek, videolara, fotoğraflara bakmak gibi görevleri yerine getirmek için tarayıcıda kullanılan internet uygulamalarına güvenmektedir. GNU/Linux, UNIX benzeri bir işletim sistemidir ve bilgisayarlardan kol saatlerine çok çeşitli alanlarda kullanılmaktadır. GNU/Linux, Unix’e benzeyen ancak tamamen orijinal kod ile ücretsiz ve açık bir işletim sistemi yaratmaya çalışan bir programcı kitlesi iş birliğidir. 1983 yılında Richard Stallman tarafından başlatılan GNU projesi ile 1991 yılında Linus Torvalds tarafından başlatılan çekirdek tasarımının birleşimidir. Bu nedenle Linux çekirdeği ve GNU yazılım koleksi
yonunun kullanıldığı bu işletim sistemine GNU/Linux denir. Bugün dünyanın dört bir yanına yayılmıştır ve sürekli olarak gelişim içerisindedir. GNU/Linux açık kaynak koduna sahip ve özgür (free software) bir işletim sistemidir. Bu sistemde bir hata tespit edilirse dünyanın herhangi bir yerindeki bir programcı çok kısa sürede bu sorunu çözebilir. GNU/Linux işletim sisteminde pek çok karmaşık programı bir arada açsanız bile bilgisayarınız sorunsuz bir şekilde çalışmaya devam eder. İnternet'ten kurulumu ücretsiz indirebilir ve talimatları takip ederek bilgisayarınıza kurabilirsiniz. Sürücüler çekirdek içine gömülü olduğu için tek tek kurmak zorunda kalmazsınız. Ancak bir sorun ile karşılaşır veya kapalı kaynak sürücüleri kullanmak isterseniz geliştiricilerin yazdığı yazılımları kullanabilirsiniz. Tüm bunlara rağmen, tahmini hesaplar GNU/Linux'un %1,1 oranlarında kişisel bilgisayarlarda kullanıldığını gösterse de; sunucular ve gömülü sistemler tarafından yaygın olarak benimsenmiştir. GNU/Linux birçok alanda Unix'in yerini almaktadır ve dünyada en güçlü 10 süper bilgisayarda kullanılmaktadır. Ubuntu, Android, Debian, Arch Linux GNU/Linux dağıtımlarına örnek verilebilir. Eskiden son kullanıcı tarafında pek fazla etkili olamayan ve tercih edilmeyen GNU/Linux, son yıllarda Ubuntu, Linux Mint, Pardus gibi dağıtımlarla son kullanıcıya da hitap etmeye başlamıştır. Özellikle Ubuntu sayesinde çok fazla insan GNU/Linux'u tercih etmeye başlamıştır. Bunda Ubuntu'nun görselliğe önem veren politikaları, diğer işletim sistemlerinde çok zorlanarak yapılabilecek masaüstü şovlarının (Compiz Fusion) son kullanıcıyı etkilemesi de önemli rol oynamıştır. Mac OS X, Apple şirketi tarafından geliştirilen, pazarlanan ve satılan kısmi özel, grafiksel bir işletim sistemidir. Yine Apple'ın 1984 yılında oluşturduğu ilk işletim sistemi olan Mac OS' in son sürümüdür. Fakat Mac OS 8 ve 9 sürümlerinin aksine, Mac OS X, NeXT şirketi tarafından geliştirilmiş bir teknoloji üzerine kurulmuş UNIX tabanlı bir işletim sistemidir. İşletim sistemi ilk kez 2001 yılının Mart ayında aşağıdaki bir masaüstü odaklı versiyonu (Mac OS X v10.0) ile, Mac OS X Server 1.0 olarak 1999 yılında piyasaya sürüldü. O zamandan beri, altı farklı "müşteri" ve Mac OS X'in "server " sürümleri serbest bırakıldı, en son Mac OS X 10.6 sürümü 28 Ağustos 2009 tarihinde kullanıma sunuldu. Sunucu sürümü, Mac OS X Server mimari masaüstü muadili ile aynıdır ama genellikle Macintosh sunucu donanımı Apple'ın hattı üzerinde çalışır. Mac OS X Server çalışma grubu yönetimi ve anahtar ağ hizmetlerine erişim sağlayan basitleştirilmiş yönetim yazılım araçları içerir. Bir posta aktarım aracısı, LDAP sunucusu, bir alan adı sunucusu ve diğerleri dâhildir. Microsoft firması tarafından geliştirilmiş eski bir işletim sistemidir. Windows üretildikten sonra unutulmuş ve şu anda sadece format atarken ya da dosya kurtarırken kullanılmaktadır. İngilizce karşılığı: disk yönetim sistemi olarak çevirilebilir. Üretim amacı bu olmasına rağmen daha sonradan DOS ortamında çalışan birçok uygulama ve oyun üretilmiştir. Ken Thompson, Dennis Ritchie ve Douglas McIlroy, Unix işletim sistemini kurmak için Bell labratuvarlarında C programlama dilini dizayn edip geliştirmiştir. Bell laboratuvarlarındaki programcılar, modern dağıtılmış çevreler için düzenlenmiş Plan 9 ve Inferno'yu geliştirmeye devam ettiler. Plan 9 başlangıcında ağ işletim sistemi olarak dizayn edildi buna karşın Unix, bu özellikleri dizayna sonradan dahil etmiştir. Şu anda Lucent kamu lisansı altında piyasaya sunulmaktadır. Inferno Vita Nuova Holdings'e satıldı ve GPL/MIT lisansı altında piyasaya sunulmaktadır. Tübitak Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü bünyesinde yürütülen bir Linux dağıtımı projesidir. Açık kaynak kodlu ve GPL (Genel Kamu Lisansı)ile dağıtılan bir özgür yazılım ürünüdür. Pardus, bilişim okur-yazarlığına sahip bilgisayar kullanıcılarının temel masaüstü ihtiyaçlarını karşılayan, mevcut Linux dağıtımlarının üstün taraflarını kavram, mimari ya da kod olarak kullanan bir ulusal dağıtımdır. Microsoft Windows, kişisel bilgisayarlarda en çok kullanılan özel işletim sistemlerinden biridir. Son zamanlarda, Windows'un en çok kullanılan versiyonu Windows XP'dir. Windows XP 25 Ekim 2001 tarihinde yayınlanmıştır. Yeni versiyonlar ise: kişisel bilgisayarlar için Windows 10, sunucular için ise Windows Server 2016'dir. Microsoft Windows, 1981 yılında eski MS-DOS işletim sistemi üzerine IBM PC eklentisi yapılarak piyasaya sürülmüştür. İlk olarak 1985 yılında yayımlanan Windows, kişisel bilgisayarların iş dünyasına hakim olmuştur. Windows XP ile başlayarak tüm modern versiyonları Windows NT çekirdeği üzerine kurulmuştur. BeOS (Be Operating System), Be Incorporated tarafından 1991 yılında piyasaya sürülmüş olan UNIX türevi bir işletim sistemidir. Kendine ait bir dosya sistemine (BeFS) sahiptir. İlk başta Apple için AT & T Hobbit tabanlı donanım üzerinde çalışacak şekilde tasarlanmıştır ve sonra PowerPC tabanlı işlemciler üzerinde çalışacak şekilde modifiye edilmiştir. Daha sonra BeBox için özel olarak geliştirilen BeOS, sonra diğer bilgisayarları da desteklemeye başlamıştır. BeOS multimedya, iş ve yüksek performans için geliştirilmiş bir işletim sistemidir. BeOS'un arayüzü temiz ve derli toplu olarak geliştirildi. BeOS kolay API programlama için C++ dilinde yazılmıştır. Büyük ölçüde POSIX uyumluluğu vardır. 2001 yılında Be Inc. ekonomik nedenlerden Palm'e satılmıştır. İsim ve telif haklarının da satılması nedeniyle ismi değiştirilmiş ve bir süre açık kaynak kodlu şekilde OpenBeOS ismiyle devam etmiştir. Palm'ın telif hakları gereğince ismi değiştirilerek bu işletim sistemi günümüzde Haiku OS olarak geliştirilmeye devam etmektedir. Bir işletim sisteminin bileşenleri hep birlikte bir bilgisayarın çalışmasını sağlamak üzere bir düzen içinde çalışırlar. Mali veritabanlarından film editörlerine kadar bütün yazılımlar, ister fare ya da klavye kadar basit olsun, ister internet bağlantısı kadar karmaşık olsun, herhangi bir donanımı kullanmak için işletim sistemine ihtiyaç duyar. Gerçek zamanlı işletim sistemi (RTOS) gerçek zamanlı uygulama isteklerine hizmet vermek amacıyla kullanılan işletim sistemidir. Genetik Genetik ya da kalıtım bilimi, biyolojinin organizmalardaki kalıtım ve çeşitliliği inceleyen bir dalı. Türkçeye Almancadan geçen "genetik" sözcüğü 1831 yılında Yunanca γενετικός - genetikos ("genitif") sözcüğünden türetildi. Bu sözcüğün kökeni ise γένεσις - genesis ("köken") sözcüğüne dayanır. Canlıların özelliklerinin kalıtsal olduğunun bilinci ile, tarih öncesi çağlardan beri bitki ve hayvanlar ıslah edilmiştir. Bununla birlikte, kalıtımsal aktarım mekanizmalarını anlamaya çalışan modern genetik bilimi ancak 19. yüzyılın ortalarında, Gregor Mendel’in çalışmasıyla başlamıştır. Mendel, kalıtımın fiziksel temelini bilemediyse de, bu özelliklerin ayrık (kesikli) bir tarzda aktarıldığını gözlemlemiştir; günümüzde bu kalıtım birimlerine "gen" adı verilmektedir. Genler DNA'da belli bölgelere karşılık gelir. DNA dört tip nükleotitten oluşan bir zincir moleküldür. Bu zincir üzerinde nükleotitlerin dizisi, organizmaların kalıt aldığı genetik bilgidir (enformasyon). Doğada DNA, iki zincirli bir yapıya sahiptir. DNA'daki her "iplikçik"teki nükleotitler birbirini tamamlar, yani her iplikçik, kendine eş yeni bir iplikçik oluşturmak için bir kalıp olabilme özelliğine sahiptir. Bu, genetik bilginin kopyalanması ve kalıtımı için işleyen fiziksel mekanizmadır. Nükleotitlerin DNA’daki dizilişi, hücre tarafından aminoasit zincirleri üretmek için kullanılır. Bunlardan protein oluşur. Bir proteindeki amino asitlerin sırası, gendeki nükleotitlerin sırasına karşılık gelir. Aradaki bu ilişkiye genetik kod denir. Amino asitlerin bir proteindeki dizilişi, proteinin nasıl bir üç boyutlu şekil alacağını belirler. Bu yapının şekli de proteinin fonksiyonundan sorumludur. Hücrelerin yaşamaları ve üremeleri için gerekli hemen hemen tüm fonksiyonları proteinler icra ederler. DNA dizisindeki bir değişim, bir proteinin amino asit dizisini ve dolayısıyla onun şekli ve fonksiyonunu değiştirir: Bu, hücrede ve onun bağlı bulunduğu canlıda önemli sonuçlara yol açabilir. Genetik, organizmaların görünüşünün ve davranışının belirlenmesinde önemli bir rol oynuyorsa da, sonucun oluşmasında, organizmanın çevre ile etkileşimi ve genetik birlikte etki eder. Örneğin genler kişinin boyunun uzunluğunda bir rol oynuyorsa da, kişinin çocukluk çağındaki beslenmesinin ve sağlığının da büyük bir etkisi vardır. Genetik bilimi 1800'lü yılların ortalarında Gregor Mendel'in uygulamalı ve teorik çalışmalarıyla başladıysa da, kalıtım ile ilgili başka teoriler Mendel'den önce mevcuttu. Mendel'in zamanında popüler olan bir teori, karışmalı kalıtım kavramıydı: Bireylerin, ebeveyninin özelliklerinin homojen bir karışımını kalıt aldığı fikriydi bu. Mendel'in çalışmaları bunu yanlışladı, özelliklerin ayrık genlerin birleşimi olduğunu, sürekli özelliklerin bir karışımı olmadığını gösterdi. (Örneğin, kırmızı ve beyaz gözlü sinekler çiftleştiğinde yavruları ya kırmızı ya beyaz gözlü olur, ama pembe gözlü olmaz.) O devirde geçerli olan bir diğer teori, edinilmiş özelliklerin kalıtımı idi: kişilerin ebeveyninin kuvvetlendirdiği özellikleri taşıdığı inancıydı. Bu fikrin (genelde Jean-Baptiste Lamarck'a atfedilir) bugün yanlış olduğu bilinmektedir. Kişilerin deneyimleri, yavrularına aktardıkları genleri değiştirmez. Diğer teoriler arasında Charles Darwin'in Pangenezis fikri (ki bu hem kalıtsal hem de edinilmiş özellikler öne sürer) ve Francis Galton'un Pangenezis'e getirdiği yeni bir yorum olarak, kalıtımın hem tanecikli hem de kalıtsal olduğu fikriydi. Modern genetik biliminin kökü, Avusturyalı (Alman-Çek) bir Augustin’ci keşiş ve bir botanikçi olan Gregor Johann Mendel’in gözlemlerine dayanır. Günümüzün bu popüler biliminin babası olarak kabul edilen Mendel, bitkilerde kalıtım özellikleri üzerine ayrıntılı çalışmalar yapmıştır. Mendel 1856 yılından itibaren çeşitli bezelye ("Pisum sa
tivum") varyetelerine ait tohumları toplamaya ve onları manastır bahçesinde yetiştirerek aralarındaki farkları incelemeye başladı. 10 yıl süren gözlem ve deneylerinin ardından, bu çalışmasının önemli bulgularını “"Versuche Über Pflanzenhybriden"” (“Bitki melezleri üzerinde denemeler”) adlı ünlü inceleme yazısıyla yayımladı ve bu yazıyı 1865’te Brunn Doğa Tarihi Derneğine sundu. Mendel, bezelye bitkilerindeki bazı özelliklerin kalıtımsal tekrarını izlemiş ve bunların matematiksel olarak tanımlanabileceğini göstermiştir. Mendel'in çalışması kalıtımın edinilmiş değil, tanecikli olduğunu ve pek çok özelliğin kalıtımının basit kural ve orantılar ile açıklanabileceğini öne sürmüştür. O tarihlerde DNA, kromozom, mayoz bölünme gibi kavramların henüz ortaya konmamış olduğu ve bilinmediği göz önüne alınırsa, Mendel’in sadece fenotipik (gözlenebilen) karakter ayrılıklarına göre yapmış olduğu değerlendirmelerin son derece başarılı olduğu söylenebilir. Mendel'in ölümünden sonra gelen 1890'lara kadar, onun çalışmasının önemi geniş çaplı olarak anlaşılamadı. O dönemde benzer problemler üzerinde çalışan başka bilimciler onun çalışmalarını tekrar keşfettiler. Ölümünden 16 yıl sonra Hollanda’da Hugo De Vries, Almanya’da Correns ve Avusturya’da E. Von Tschermak adlı üç biyolog, çeşitli bitki türlerinde, birbirlerinden habersiz yaptıkları araştırmalarda, Mendel yasalarının geçerliliğini gösterdiler ve tüm sonuçları "Mendel yasaları" adı altında toparladılar. Mendel'in çalışması aynı zamanda, kalıtım çalışmalarında istatistik yönteminin kullanımını önermekteydi. "Genetik" terimi, 1905’te Mendel’in çalışmasının önemli savunucularından William Bateson tarafından Adam Sedgwick’e gönderilen bir mektupta ortaya atılmıştır. Bateson 1906’da Londra’da yapılan Üçüncü Uluslararası Bitki Melezleri Konferansı’nda yaptığı açış konuşmasında kalıtım çalışmasını tanımlarken “genetik” terimini kullanarak, bu terimin yaygınlaşmasını sağlamıştır. (bir sıfat olarak "genetik", Yunanca "genesis - γένεσις" ("kaynak")'tan türemiştir, o da "genno - γεννώ" ("doğurmak")'tan; biyolojik anlamıyla bu sıfat, isim hâliyle 'genetik'ten daha önce, ilk defa 1860'ta kullanılmıştır)) Mendel’in çalışmasının yeniden keşfinin ve popüler hâle gelişinin ardından, DNA moleküler temelini gün ışığına çıkarmaya yönelik birçok deney yapılmıştır. Beyaz gözlü "Drosophila" (meyve sineği) üzerindeki gözlemlerinden yola çıkan Thomas Hunt Morgan 1910’da genlerin kromozomlarda yer aldığını ileri sürmüş ve 1911’de mutasyonların varlığını ortaya koymuştur. Morgan'ın öğrencisi Alfred Sturtevant ise genetik bağlantı fenomenini kullanmış ve 1913’te genlerin kromozom boyunca birbirini izleyen dizilişi ve düzenini gösteren, ilk “genetik harita”yı yayımlamıştır. Önceleri, kromozomların genleri içerdiği ve protein ile DNA’dan oluştuğu bilinmekteyse de, kalıtımdan hangisinin sorumlu olduğu bilinmiyordu. 1928’de Frederick Griffith, yayımladığı makalesinde, keşfettiği transformasyon fenomenini açıkladı. Bundan 16 yıl sonra da, 1944'te, Oswald Theodore Avery, Colin McLeod ve Maclyn McCarty bu transformasyondan sorumlu molekülün DNA olduğunu gösterdiler. 1952'deki Hershey-Chase deneyi de, DNA'nın (proteinden farklı olarak) virüslerin genetik malzemesi olduğunu, diğer molekülün kalıtımdan sorumlu olamayacağını kanıtladı. James D. Watson ve Francis Crick 1953'te DNA'nın yapısını çözdüler ve Rosalind Franklin'in çalışması olan X ışını kırınım çalışması sonuçlarını kullanarak DNA molekülünün sarmal bir yapısı olduğunu gösterdiler. Onların ikili sarmal modeli, nükleotit dizisinin diğer iplikçikte tamamlayıcı eşleri olduğunu gösterdi. Bu yapı, nükleotitlerin sıralanmalarıyla genetik bilginin saklanabileceğini göstermekle kalmadı, aynı zamanda ikileşme için fiziksel mekanizmasını gösterdi: iki iplikçik birbirinden ayrışınca, her iplikçik kendine eş olacak yeni bir iplikçiğin oluşumu için kendi dizisini bir kalıp olarak kullanabilirdi. Bu yapı, kalıtım sürecini açıklamaktaysa da; DNA’nın hücre davranışlarını nasıl etkilediği henüz bilinmiyordu. Sonraki yıllarda, bazı bilim insanları, DNA'nın, ribozomlardaki protein üretim süreçlerini kontrol mekanizmasını anlamaya çalıştılar ve DNA'nın genetik kodunun mesajcı RNA (mRNA) ile okunduğunu ve çözüldüğünü buldular. RNA, DNA'ya benzer, nükleotitlerden oluşmuş bir moleküldür; mRNA'nın nükleotit dizisi proteinlerdeki amino asit dizisini oluşturmak için kullanılır. Nükleotit dizisinin amino asit dizisine çevirisi genetik kod aracılığıyla gerçekleşir. Kalıtım konusunda yapılan bu moleküler düzeydeki buluşlar, DNA'nın moleküler yapısının anlaşılmasını ve biyolojideki yeni bilgilere uygulanan bir araştırma patlamasını sağlamıştı. 1977’de Frederick Sanger'in zincir sonlandırmalı DNA dizileme yöntemi önemli bir gelişme olmuştur; bu teknoloji bilimcilerin DNA moleküllerini okumasını sağlamıştır. 1983'de Kary Mullis tarafından geliştirilen polimeraz zincir tepkimesi ise, DNA izolasyonunu ve DNA parçalarının istenen bölgelerinin kolayca çoğaltılmasını sağladı. Bu ve diğer teknikler ve bir yandan İnsan Genom Projesi’nin ekip çalışması, diğer yandan Celera Genomics’in özel çalışması sonucunda, 2003’te insan genomu dizileri tümüyle gün ışığına çıkarılmıştır. En temel düzeyde, organizmalardaki kalıtım, günümüzde genler adını verdiğimiz ayrık özellikler aracılığıyla meydana gelir. (Bir özelliğin büyüklüğü iki, veya birkaç değer etrafında toplanmışsa bu özellik "ayrıktır"; eğer sürekli bir değerler dağılımı gösteriyorsa, "süreklidir") Bu konuda gözlemde bulunan ilk kişi, bezelye bitkisi de kalıtımsal özelliklerinin ayrışımı üzerinde çalışmış Gregor Mendel olmuştur. Çiçek rengi üzerine yaptığı araştırmalarda, Mendel her bir çiçeğin ya mor ya beyaz olduğunu, ara bir renk olmadığını gözlemledi. Aynı genin farklı, birbirinden ayrık versiyonları alel olarak adlandırılır. Mendel farklı bitki çeşitlerinin her birinden tohumlar toplayarak bahçesinde ekti. Bezelye bitkilerini düzenli “tozlaşma”lara tabi tutan Mendel, bunlarda 7 özelliğin değişmediğini keşfetti ve bezelyelerdeki bu 7 özelliğin (tanelerin biçimi, rengi, bitkilerin boyu vs.) dölden döle nasıl aktarıldığını gözlemledi. Her dölde elde ettiği bireyleri, birbirlerine ve ebeveynine benzeyip benzemediklerine göre ayrıma tâbi tuttu. Böylece özellikleri farklı 7 saf döl elde etti. Bunlarla yaptığı çaprazlamalarda bazı belirli özelliklerin değişmediğini saptadı. Bu özelliklerin her birine “saf özellik” adını verdi. İki eş "saf özellik" çaprazlandığında, sadece bu saf özellik ortaya çıkmaktaydı ki, Mendel yasalarının esasını teşkil eden de bu husustur. Mendel, ayrıca, yaptığı çaprazlamalarda bazı özelliklerin baskın olduğunu gözlemledi. Örneğin, uzunluk karakteri, kısalık karakterine baskın olduğundan, melez bireyler uzun görünümdeydi. İki uzun melezin çaprazlanması sonucunda ise % 25 oranında saf uzun, % 25 saf kısa, % 50 melez uzun çıkmaktaydı. Mendel, bezelye bitkisinin çiçeklerinin rengi üzerindeki deneme çalışmasında, rengin ya mor ya da beyaz olduğunu ve asla bu iki rengin karışımı bir rengin oluşmadığını gözlemledi. Aynı genin bu farklı versiyonlarına alel adı verilir. Bezelye bitkilerinde her organizma her genin iki aleline sahiptir. İnsan da dahil olmak üzere birçok organizmada bu kalıtım modeli geçerlidir. (Genetikte böyle bir organizmadaki genin iki alelinden birinin anneden, diğerinin babadan geçtiği kabul edilir.) Aynı alelin iki kopyasını içeren organizmalara homozigot, iki farklı alele sahip organizmalara ise heterozigot adı verilir. Bir organizmadaki alellerden oluşan genetik yapısına genotip denir. Organizmanın sahip olduğu gözlemlenebilir özelliklere ise fenotip adı verilir. Heterozigot organizmalarda genellikle, alellerden birinin nitelikleri diğerininkileri bastıracak şekilde organizmanın fenotipini belirler; alellerden nitelikleri organizmanın fenotipine hakim olanına (baskın çıkana) "baskın" (dominant), niteliklerinin fenotipe hakim olmadığı gözlemlenen öteki alele ise "çekinik" (resesif) adı verilir. Bununla birlikte, bazen bir alelin tam anlamıyla baskın olmadığı görülmüştür ki, bu duruma “eksik baskınlık” adı verilir. Bazen de her iki alelin niteliklerinin birden etkili olduğu gözlemlenir ki, bu duruma da “eşbaskınlık” (kodominans) adı verilir. Bir çift organizma çiftleştiğinde, döl (yavru), rastgele bir biçimde, iki alelinden birini anneden, diğerini babadan miras (kalıt) alır. Ayrık kalıtım ve alellerin ayrışımı üzerine yapılmış bütün bu gözlemler, toplu olarak, Mendel’in birinci yasası veya Ayrışma Yasası adıyla bilinir. Genetikçiler kalıtımı betimlemede şema ve semboller kullanırlar. Bir gen bir veya birkaç harfle temsil edilir. Bu temsilde büyük harf baskın aleli, küçük harf çekinik aleli temsil eder. Genellikle bir “+” sembolü bir gen için normal, mutant olmayan aleli temsil etmede kullanılır. Döllenmede ve Mendel’le ilgili üretme deneylerinde ebeveyn, ""parent"" sözcüğünün başharfi olan “P” ile, döl (yavru) F1 ile (“F” ""filial"" sözcüğünün başharfi, “1” de birinci nesil anlamında) ile değinilir. F1 neslindeki döller birbiriyle çiftleşince meydan gelen yeni nesildeki döller F2 olarak değinilir. Çaprazlamanın sonucunu öngörmede kullanılan yaygın şemalardan biri "Punnett karesi" olarak bilinir. Genetikçiler insandaki genetik hastalıkları incelerken genellikle, özelliklerin kalıtımını temsil etmede soyağacı çizelgesi kullanırlar. Organizmalar binlerce gen içerir ve cinsel çiftleşmeyle üreyen organizmalarda bu genlerin birlikte bulunmaları (tertiplenmeleri) genellikle birbirlerinden bağımsızdır. Yani, örneğin, sarı veya yeşil renkli bir bezelye alelinin kalıtımı (aktarımı), çiçeklerin beyaz veya mor oluşunu belirleyen alellerin kalıtımıyla ilişkisizdir. “Mendelin ikinci yasası” veya “Bağımsız Tertiplenme Yasası” olarak bilinen bu olguda, ebeveynin her ikisinden gelerek karışan farklı genlerin alellerinin, dölü oluştururken farklı pek çok kombinasyonla bir araya gelebileceği anlamına gelir. (Ancak "Genetik bağlantı" gösteren bazı genler bağımsız olarak bir araya gelmezler edilmezler, bu k
onu aşağıda daha ayrıntılı işlenecektir.) Sıkça görüldüğü gibi, farklı genler aynı özelliği (fenotipi) oluşmasını sağlayacak tarzda birbirlerini etkileyebilirler. Avrupa kökenli "Omphalodes verna" bitkisinin genleri bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Bu bitkide, çiçeklerin renginin mavi ya da magenta olmasını sağlayan iki alelli bir gen vardır. Fakat bu bitkide bir de, çiçeklerin renkli olup olmayacağını, yani renkli veya beyaz olacağını denetleyen, iki alelli bir başka gen daha vardır. Bitki bu ikinci genin beyaz alelinin iki kopyasına sahip olduğu zaman, birinci gendeki mavi ile magenta rengi alellerden birinin bitkide etkili olmasına meydan verilmeksizin, çiçekler beyaz olur. Genler arasındaki bu etkileşime "epistasis" adı verilir, sıfat olarak da, birinci genin ikincisi üzerinde "episatik" olduğu söylenir. Birçok özellik ayrık özellik (beyaz ya da mor çiçekler örneğinde olduğu gibi) olmak yerine sürekli özelliktir (insan boyu ve deri rengi gibi). Bu karmaşık özellikler birçok genin ürünüdür. Bu genlerin etkisi, organizmanın deneyimlerde bulunduğu çevrenin etkileriyle çeşitli derecelerde dengelenir. Bir organizmanın genlerinin böyle bir karmaşık özelliğe katkıda bulunma derecesine “kalıtsallık” adı verilir. Bir özelliğin kalıtsallık ölçüsü, çevrenin o özellik üzerindeki değişen etkilerine bağlı olarak görecelidir. Örneğin insanın boyu dediğimiz karma özelliğin kalıtsallığı A.B.D.’nde %89 olarak belirlenmişken, beslenme ve sağlık sorunlarının bulunduğu Nijerya gibi yoksul bir ülkede çevrenin etkisi daha büyük olduğundan, bu oran ancak %62 olarak belirlenmiştir. Genlerin moleküler temeli deoksiribonükleik asittir (DNA). DNA da 4 tipteki bir nükleotitler zincirinden oluşur: adenin (A), sitozin (C), guanin (G), ve timin (T). Genetik enformasyon (kalıtım bilgisi) nükleotitlerin dizilişinde bulunmakta olup, genler DNA zinciri boyunca uzanan diziler olarak mevcuttur. Bu kuralın dışında kalabilen tek istisna virüslerdir; virüsler bazen DNA yerine benzeri olan RNA molekülü kullanırlar; çünkü virüslerin genetik malzemesi RNA’dır. DNA, normal olarak, ikili sarmal biçimde dolanan iki iplikçikli bir moleküldür. DNA’nın iki iplikçiğinden birindeki her nükleotit, karşıt iplikteki nükleotit partneriyle bir çift oluşturur; yani A, T ile bir çift oluşturur, C de G ile. Dolayısıyla iki iplikçikten her biri, tüm gerekli enformasyona sahip bulunur, diğer iplikçikte de bu enformasyonun yedeği bulunur. DNA’nın bu yapısı, kalıtımın fiziksel temelidir. DNA ikileşmesinde, iplikçiklerin ayrışması ve her iplikçiğin yeni iplikçik eşinin bir kalıbı olarak kullanılmasıyla, genetik enformasyon kopyalanır. Genler, kromozom denen DNA dizisi zincirleri boyunca doğrusal bir düzende sıralanmışlardır. Bakterilerde her hücrenin, basit bir dairesel kromozoma sahip olmasına karşılık, bitki ve hayvanların da dahil bulunduğu ökaryot organizmalar, çoklu doğrusal kromozomlar halinde düzenlenmiş DNA’lara sahiptirler. Bu DNA zincirleri son derece uzundur; örneğin en uzun insan kromozomu 247 milyon baz çiftini içerecek uzunluktadır. Bir kromozomdaki DNA, onu düzenleyen, sıkıştıran ve ona erişimi kontrol eden yapısal proteinlerle beraber, kromatin denen bir yapı oluşturur. Ökaryotlarda kromatin genellikle nükleozomlardan oluşur, bunlar DNA üzerinde düzenli aralıklarla yer alan, DNA'nın etrafında sarılı olduğu, histon proteinlerinden oluşmuş yapılardır. Bir organizmadaki kalıtımsal malzemenin bütününe (yani, genelde, tüm kromozomlarındaki DNA dizilerinin tamamına) genom adı verilir. Haploit organizmaların her kromozomdan yalnızca bir kopyaya sahip olmalarına karşın, hayvanların çoğu ve birçok bitkinin dahil olduğu diploitlerde, her kromozomdan iki kopya ve dolayısıyla her genden iki kopya bulunur. Bir genin iki aleli, kardeş kromozomlardalerde aynı “lokus”larda (konumlarda) yer alır; bu alellerin her biri bir ebeveynden (biri anneden, biri babadan) alınmıştır. Bunun bir istisnası, organizmanın cinsiyetinin belirlenmesinde rol oynayan, cinsiyeti belirleyen eşey kromozomlarında söz konusudur. Bu kromozomlardan (örneğin insandaki 23. kromozom çiftinden), insanlarda ve memelilerde çok az gene sahip olan Y kromozomu erkeklik özelliklerinin gelişimini başlatmasına karşın, diğeri, X kromozomu, öteki kromozomlara benzemekte olup, cinsel belirlenmeyle ilgili olmayan birkaç gen içerir. Dişiler X kromozomundan iki kopyaya sahip olurlarken, erkekler bir X, bir de Y kromozomuna sahip olurlar. Dolayısıyla, cinsiyetle bağlantılı hastalıklar olarak ortaya çıkan alışılmadık kalıtım örnekleri de X kromozomunun kopyasındaki bu sayısal farklılıktan ileri gelir. Hücreler bölündüğünde, onların tüm genomu kopyalanır ve her yavru hücre onun bir kopyasını miras alır (kalıt alır). Mitoz adı verilen bu süreç, en sade üreme biçimi olup, “eşeysiz üreme”nin temelidir. Eşeysiz üreme, bazı çok hücreli organizmalarda da, anne veya babadan birinin genomunu miras alan bir yavru (döl) üremesini sağlayacak şekilde, oluşabilir. Genetik olarak, ebeveyninin tıpkısı olan döllere klon denir. Ökaryotik organizmalarda ise genellikle “eşeyli üreme” olur. Eşeyli üremede ebeveynlerin her ikisinden gelen kalıtımsal materyelin karışımını içeren bir döl üretilir. Eşeyli üreme sürecinde, haploit ve diploit hücre tipleri arasında almaşık bir sıralama olur. Haploit hücreler birbirleriyle kaynaşarak genetik materyelleri birleştirir ve çift kromozomlu bir diploit hücre yaratırlar. Diploit organizmalar , DNA ikileşmesi olmadan bölünerek haploit hücreler meydana getirirler. Bu yolla meydana gelen yavru haploit hücreler her kromozom çiftinden birini ya da diğerini rastlantısal olarak kalıt (miras) almışlardır. Hayvan ve bitkilerin çoğu, yaşamlarının hemen tamamını diploit olarak geçirirler, haploit biçimleri sadece, tek hücreli gametlerden ibarettir. Bakteriler eşeyli üremenin bu haploit/diploit yöntemini kullanmasalar da, yeni kalıtımsal enformasyonun edinilmesinde birçok yöntem kullanırlar. Örneğin, bazı bakteriler konjugasyon denilen yolla, dairesel bir DNA parçasını bir bakteriden diğerine aktarırlar. Bakteriler aynı zamanda, çevrelerinde bulunan DNA parçalarını alıp genomlarına dahil edebilirler ki, bu fenomen, transformasyon olarak bilinir. Bu süreçler sonucunda “yatay gen aktarımı” denen, birbiriyle ilişkisiz organizmalar arasında kalıtımsal enformasyon parçalarının nakli meydana gelir. Kromozomların diploit tabiatı, farklı kromozomlardaki genlere, eşeyli üreme sırasında, yeni gen kombinasyonları oluşturacak şekilde "bağımsız ayrışım" olanağı sağlar. Genlerin yeni gen kombinasyonları oluşturacak şekilde bu birleşmelerinde (rekombinasyonda), eğer kromozomların parça değiştirdiği krosover denilen süreç olmasaydı, aynı kromozomdaki genler teorik olarak asla birleşmezlerdi. Bu süreç sırasında kromozomlar, DNA parçalarını değiş tokuş yaparak, gen alellerinin değişmesini sağlarlar. Bu kromozomal parça değişimi süreci genellikle mayoz bölünme sırasında, yani gametin haploit "germ hücreleri"ni yaratan bir dizi hücre bölünmesi sırasında meydana gelir. (Bu germ hücreler de daha sonra birleşerek yavru organizmayı meydana getirirler.) Kromozomdaki belirli iki nokta arasında meydana gelebilecek rekombinasyon olasılığı bu iki nokta arasındaki uzaklığa bağlıdır. Yeterince uzak olan genler arasında hep rekombinasyon olacağından bu genlerin alleleri rastgele bir şekilde dağılırlar. Nispeten yakın genler durumunda, krosover olma olasılığının düşük olması, bu genlerin genetik bağlantı göstermesi anlamına gelir; her iki genin alelleri birlikte kalıt olmaya eğilimlidir. Genlerin dizileri arasındaki bağlantı miktarı çizgisel bir bağlantı haritası oluşturur ki, bu harita genlerin kromozom boyunca düzenlenişine kabaca karşılık gelir. Genler, fonksiyonel etkilerini, genellikle, hücredeki fonksiyonların çoğundan sorumlu, proteinlerin üretimiyle ifade ederler. Proteinler amino asit zincirleridir ve bir genin DNA dizisi (bir RNA aracılığıyla) bir proteinin kendine has dizisini üretmede kullanılır. Yazılım (transkripsiyon) denilen bu süreç, genin DNA dizisine kaşılık gelen bir diziye sahip bir RNA molekülü üretimiyle başlar. Ardından, bu mesajcı RNA molekülü translasyon denilen bir süreçle, RNA dizisindeki enformasyona karşılık gelen bir amino asit dizisi üretmede kullanılır. RNA dizisindeki her üç nükleotitlik grup bir kodon olarak adlandırılır, bu kodonların her biri proteinleri oluşturan 20 amino asitten birine karşılık gelir. RNA dizisi ile amino asitler arasındaki bu ilişkiye genetik kod adı verilir. Bu enformasyon akışı tek yönlü olur; yani enformasyon nükleotit dizilerinden proteinlerin amino asit dizisine aktarılır, proteinden DNA dizisine aktarılmaz. Bu olgu Francis Crick tarafından “moleküler biyolojinin merkezî dogması” olarak adlandırılmıştır. Bir proteini amino asit dizisi, o proteinin üç boyutlu yapısını oluşturur ki, bu da proteinin fonsiyonuyla yakından ilişkilidir. Bunlardan bazıları, kollajen proteinince oluşturulmuş lifler gibi, basit yapılı moleküllerdir. Enzim denen proteinler başka proteinlere ve basit moleküllere bağlanabilirler, bağlandıkları moleküllerdeki kimyasal reaksiyonları kolaylaştırarak (proteinin kendi yapısını değiştirmeksizin) katalizör rolü oynarlar. Proteinin yapısı dinamiktir; örneğin hemoglobin proteini, memeli kanında oksijen moleküllerinin alınması, taşınması ve salınmasını kolaylaştırırken eğilip bükülerek farklı biçimler alır. DNA’daki tek bir nükleotitin farkı bile, bir proteinin amino asit dizisinde bir değişikliğin olmasına neden olabilir. Proteinlerin yapıları kendi amino asit dizilerinin sonucu olduğu için de, böyle bir değişiklik o proteinin özelliklerini değiştirebilir; örneğin proteinin özelliklerini, o proteinin yapısında istikrarın bozulmasına veya o proteinin diğer protein ve moleküllerle etkileşiminde değişiklikler olmasına yol açacak şekilde, değiştirebilir. İnsanlardaki kalıtımsal hastalıklardan orak hücre anemisi adlı kan hastalığı bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Bu hastalık, hemoglobinin β-globin bölümünü belirleyen kodlama bölgesindeki tek bir ba
z farklılığından kaynaklanır; bu bir bazın farklı olması, hemoglobinin fiziksel özelliklerinin değişmesine yol açan bir amino asiti değişikliğine neden olur. Fiziksel özelliklerinin değişmesinin sonucunda ortaya çıkan hemoglobinin “orak hücre” versiyonları, birbirlerine yapışırlar, üst üste yığılarak lifler oluştururlar. Bu lifler proteini nakleden alyuvarların biçiminin bozulmasına yol açar. Orak biçimli hücreler kan damarları içinde rahat akamazlar, parçalanma veya damarı tıkama eğilimlidirler. Bu sorunlar sonunda kişide bu hastalıkla ilgili tıbbi rahatsızlıklara yol açar. Bazı genler RNA’da kopyalanmakla birlikte proteine çevrilmezler ki, bunlara “kodlamayan RNA” molekülleri denir. Bu ürünler, bazı durumlarda, kritik hücre fonksiyonlar ile ilgili yapılarda rol alırlar (Ribozomal RNA, taşıyıcı RNA gibi). RNA aynı zamanda, diğer RNA molekülleriyle "hibridizasyon" etkileşimleri yoluyla düzenleyici etki rolüne sahip olabilir. (Örneğin mikroRNA) Genler, bir organizmanın işleyişiyle ilgili bütün enformasyonu içermekteyse de, çevre, nihai fenotipin belirlenmesinde önemli bir rol oynar. Genetik faktör ile çevre faktörü ikilemi, “doğuştan gelenler ile sonradan kazanılanlar” anlamında kullanılan, İngilizce “"nature versus nurture"” (kısaca," nature vs. nurture", doğa ve yetişme ikilemi) deyişiyle ifade edilir. Bir organizmanın fenotipi kalıtım ile çevrenin etkileşimine bağlıdır. “Isıya duyarlı mutasyonlar” olgusu bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Genellikle, bir protein dizisi içinde değişen bir amino asit, onun davranışını ve diğer moleküllerle etkileşimini değiştirmez; fakat yapının istikrarını bozar. Yüksek sıcaklıkta moleküller daha hızlı hareket ettikleri ve birbirleriyle çarpıştıkları için, böylesi bir amino asit değişimi, proteinde yapısının bozulmasıyla (denatürasyon) ve işleyişinin zayıflamasıyla kendini gösteren bozukluklara yol açar. Düşük sıcaklıklı ortamlarda ise proteinin yapısı istikrarlı kalır ve işleyişi normal halde devam eder. Bu mutasyon türü siyam kedisinin kürkünde renk bakımından gözle görülür halde kendini gösterir: Pigment üretiminden sorumlu bir enzimdeki mutasyon, derideki yüksek sıcaklıklı bölgelerde yapısal istikrarının bozulmasına ve işleyişinin zayıflamasına yol açmaktayken bacak, kulak, kuyruk gibi daha soğuk bölgelerde protein, işleyişini zayıflatmadan sürdürür; böylece kedi, uç bölgeleri koyu renkli bir kürke sahip olur. Bir organizmanın genomu binlerce gen içermekle birlikte, bu genlerin hepsinin de belirli bir anda aktif olmaları gerekmez. Bir gen, mRNA transkripsiyonu gerçekleştiğinde (ve proteine çevrildiğinde) “ifade olmuş” demektir. Genlerin ifadesini denetleyen birçok hücre yöntemi vardır. Mesela proteinler yalnızca hücre ihtiyaç duyduğunda üretilirler. Transkripsiyon faktörleri genin transkripsiyonunu ya teşvik etmek ya da engellemek suretiyle düzenleyen proteinlerdir. Örneğin, "Escherichia coli" bakterisinin genomunda triptofan amino asitinin sentezi için gerekli bir seri gen vardır; fakat triptofanın hücrede kullanıma hazır hale gelmesinden sonra, bu genlere artık ihtiyaç kalmaz. Triptofanın varlığı genlerin faaliyetini doğrudan etkiler; triptofan molekülleri “triptofan represörü”ne (bir transkripsiyon faktörü) bağlanırlar, bağlanınca represörlerin yapısını öyle değiştirir ki, represörler genlere bağlanır. Triptofan represörü genlerin transkripsiyonu ve ifadesini durdurur, ve dolayısıyla, triptofan sentezi sürecinin “olumsuz geri beslemeli” ("negative feedback") düzenlemesini sağlamış olur. Gen ifadesindeki farklılıklar, özellikle çok hücreli organizmalarda belirgindir, bu tip canlılarda hücrelerin hepsi aynı genomu içermelerine karşın, farklı gen kümelerinin ifadesinden kaynaklanan çok farklı yapı ve davranışlara sahiptirler. Çok hücreli bir organizmadaki tüm hücreler, tek bir hücreden türerler. Bu tek hücrenin farklı hücre tiplerine farklılaştığı süreç sırasında, dış ve hücreler arası sinyallere tepki verir, aşamalı olarak farklı gen ifade şekilleri kurarak farklı davranış tipleri oluşturur. Çok hücreli organizmalarda yapıların gelişiminden tek bir gen sorumlu değildir; bu farklı davranış tipleri birçok hücre arasındaki karmaşık etkileşimlerden doğar. Ökaryotlarda kromatinde yapısal özellikler genlerin transkripsiyonunu etkiler. Bu özellikler “epigenetik”tir (üst-kalıtsal), çünkü etkileri DNA dizisinin üzerinde yer alır ve bir hücre kuşağından diğerine aktarılan kalıta haizdir. Epigenetik özelliklerden olayı, aynı ortamda oluşan farklı hücre tipleri çok farklı özelliklere sahip olabilirler. DNA ikileşmesi süreci sırasında ikinci iplikçiğin polimerizasyonunda rastlantısal yanlışlıklar gerçekleşir. Mutasyon ya da değişinim adı verilen bu hatalar, özellikle bir genin protein kodlama dizisinde oluşmaları durumunda organizmanın fenotipi üzerinde güçlü bir etkide bulunabilirler. Fakat DNA polimeraz enziminin, hataları düzeltme yeteneği sayesinde bu hataların oranı son derece düşüktür; hata oranı, her 10-100 milyon bazda 1 hata olarak gözlemlenmiştir. DNA’daki değişim oranını arttıran süreçlerin mutajenik olduğu söylenir. Mutajenik kimyasallar genellikle baz eşleşmesine müdahale ederek, DNA ikileşmesinde hatalara yol açarlar. Morötesi ışınım ise, DNA yapısına zarar vermek suretiyle mutasyonlara neden olur. DNA’daki kimyasal zarar doğal yolla meydana gelmekteyse de, hücreler uyumsuzlukları ve bozulmaları tamir etmek üzere “DNA tamir” mekanizmalarını kullanırlar. Ancak, tamir bazen DNA’yı -dizisi bakımından- orijinal haline geri döndüremeyebilir. Krosover ile kromozomal parça değişimi yapan ve genleri yeniden birleştiren (rekombine eden) organizmalarda mayoz bölünme esnasındaki hizalanma (iki kromozomdaki benzer dizilerin yan yana gelmesi) hataları da mutasyonlara neden olabilir. Bu hatalar, benzer dizilerin neden oldukları, partner kromozomların hatalı hizalanması sonucu olması özellikle muhtemeldir; bu da genomlardaki bazı bölgeleri mutasyona daha eğilimli kılar. Bu hatalar DNA dizisinde büyük yapısal değişiklikler yaratır; kromozomda geniş bölgelerde duplikasyonlar (ikilenmeler), inversiyonlar (evirmeler), delesyonlar (çıkarmalar) veya farklı kromozomlar arasında parçaların kazara aktarılması (translokasyon) sözkonusu olabilir. İnsan DNA sında yaklaşık 25.000 gen bulunur ve bu genlerde meydana gelen mutasyonlar sonucu 6.000 in üzerinde genetik hastalık tespit edilmiş ve tedavisi aranmaktadır . Mutasyonların, başta kanser olmak üzere, zeka geriliği, erken yaşlanma ve daha binlerce hastalığa yol açtığı bilinmektedir. Mutasyonlar farklı genotipli organizmaların ortaya çıkmasına neden olur ve bu farklılıklar da farklı fenotiplerin oluşmasıyla sonuçlanır. Birçok mutasyonun organizmanın fenotipi, sağlığı ve (doğal seçilimle ilgili) üreme uyumu (İng. "fitness") üzerinde az bir etkisi vardır. Etkisi olan mutasyonlar genelde zararlıdırlar ama bazen, organizmanın içinde bulunduğu çevre koşulları bağlamında yararlı denebilecek mutasyonlar da olur. Popülasyon genetiği popülasyonlardaki bu genetik farklılıkların kaynaklarını, dağılımlarını ve bu dağılımların zamanla nasıl değiştiğini araştıran bir genetik altdalıdır. Bir alelin bir popülasyondaki sıklığı doğal seçilimle etkilenebilir; belirli bir aleli taşıyan bireylerin hayatta kalma ve üremesindeki yüksek oran, o alelin zamanla o popülasyonda daha sık olmasına neden olabilir. Aynı zamanda, “genetik sürüklenme” denilen, şans faktörünün etkisiyle, yani olayların tesadüfi akışıyla da, allel sıklığında değişimler olabilir. Genetik sürüklenme bir popülasyonun gen havuzunda, doğal seçilimden farklı olarak, uygun genlerin seçilmesi gibi bir yönlendirmeyle değil de, tamamen rastlantı eseri sayılan, kuşaktan kuşağa ortaya çıkan değişiklikler şeklinde tanımlanır. Organizmaların genomları, birçok kuşak boyunca, evrim denilen olgu ile sonuçlanmak üzere, değişebilirler. Mutasyonlar ve mutasyonların yararlı olanları için olan seçilim sonucunda, bir canlı türün çevresine daha uyumlu biçimlere dönüşerek evrimine neden olabilir. Bu sürece adaptasyon denir. Yeni türler, türleşme denilen süreçle oluşur. Türleşme genellikle, farklı popülasyonların coğrafi olarak ayrı düşmelerinin neden olduğu genetik farklılaşmadan ortaya çıkar. Evrim esnasında DNA dizileri birbirinden uzaklaştığı ve değiştiği için, diziler arasındaki bu farklılıklar, aralarındaki evrimsel uzaklığı hesaplamada bir “moleküler saat” gibi kullanılabilir. Genetik kıyaslamalar genellikle, türler arasındaki evrimsel akrabalığı nitelemede en doğru yöntem olarak kabul edilir, bu yöntem, fenotipik kıyaslamalarla edinilmiş bazı yanıltıcı değerlendirmeleri de düzeltir. Türler arasındaki evrimsel uzaklıklar “evrim ağacı” ya da “filogenetik ağaç” denilen şemalarla temsil edilir, bu şemalarla türlerin ortak bir atadan inişini ve zaman boyunca türlerin birbirinden uzaklaşmalarını gösterir. Ancak, bu ağaç şemaları türler arasındaki yatay gen transferi olaylarını gösteremez. Genetikçiler başlangıçta genetiği geniş bir organizma yelpazesi üzerinde çalışmışlarsa da, sonraları araştırmacılar organizmaların bir altkümesi üzerinde özelleşmeye başlamıştır. Belli bir organizma hakkında önemli miktarda araştırma yapılmış olması yeni araştırmacıların da aynı organizmayı daha derinlemesine icelemeye teşvik etmiştir. Böylece birkaç model organizma günümüzdeki genetik araştırmaların önemli bir kısmı için temel oluşturmuştur. Model organizmalar genetiğindeki başlıca araştırma konuları, gen düzenlemesi, morfogeneze ilişkin gelişim genleri ve kanserdir. Model organizmalar kısmen kullanımlarının pratik olması nedeniyle seçilmiştir; kısa üretim süreleri, genetik manipülasyonun kolay olması bazı organizmaların genetik araştırmalarda popüler olmasına neden olmuştur. Yaygın olarak kullanılan model organizmalar arasında, bağırsak bakterisi " Escherichia coli", turpgiller familyasından "Arabidopsis thaliana" bitkisi, bir maya türü olan "Saccharomyces cerevisiae", iplik kurdu "Caenorhabditis elegans ", yaygın meyve sineği Drosophila melanogaster ve ev faresi "Mus musculus " sayılabilir. Genetik bilimindeki gel
işmelerin yanı sıra, araştırmaların gitgide farklı alanlarda özelleşmeye başlaması bu bilim dalının altdallarının oluşmasına neden olmuştur. Genetiğin altdallarından bazıları şunlardır: Medikal genetik, genetik çeşitliliğin, insan sağlığı ve hastalıklarıyla ilişkilerini araştırmaktadır. Bir hastalığa neden olabilecek bilinmeyen bir gen araştırıldığında, araştırmacılar, hastalıkla ilgili genomun konumunu saptamada genellikle “genetik bağlantı” ve genetik soyağacı çizelgesinden yararlanırlar. Popülasyon düzeyindeki araştırmalarda, araştırmacılar genomdaki, hastalıklarla ilgili genlerin konumlarını saptamada “Mendelci rastgeleleştirme” yönteminden yararlanmaktadır; bu teknik bilhassa, yalnızca tek bir genle kesin olarak belirlenemeyen, birkaç gene ilişkin (çok genli) özelliklerde yararlı olmaktadır. Hastalık geni olabilecek herhangi bir gen aday olarak saptanınca, artık sonraki araştırmalar genellikle, bu genin bir model organizmadaki dengi olan gen ("ortolog" gen) üzerinde yapılır. Genotipleme teknikleri, kalıtımsal hastalık çalışmalarının yanı sıra, genotipin ilaca cevabı nasıl etkilediğini araştıran farmakogenetik alanının gelişmesini de sağlamıştır. Kanser kuşaktan kuşağa kalıtım yoluyla geçen bir hastalık olmasa da, günümüzde genetik bir hastalık olarak ele alınmaktadır. Kanserin vücuttaki gelişim süreci çeşitli olayların bir araya gelmesiyle oluşmaktadır. Bazen vücuttaki hücreler bölünürken mutasyonlar olur. Bu hücrelerdeki mutasyonlar bir çocuğa aktarılmasa da, hücrelerin davranışını etkileyebilmekte ve kimi zaman onların büyümelerine ve daha hızlı bölünmelerine neden olmaktadırlar. Hücrelerin bu anormal ve uygunsuz bölünmelerini engelleyen mekanizmalar vardır; uygunsuz bölünmekte olan hücrelerin ölmesi için sinyaller yolanır. Ama bazen başka mutasyonlar çoğalan hücrelerin bu sinyallere uymamasına neden olabilir. Vücutta, bir çeşit dahili bir doğal seçilim süreci meydana gelir; hücrenin bölünmeye devamını sağlayan mutasyonlara hücrelerde birikir, sonunda bir kanser tümörü meydana gelir. Tümör büyüyüp gelişerek vücudun çeşitli dokularını istila eder. . E. coli rekombinant DNA teknolojisinde sıkça kullanılır. Günümüzde DNA, laboratuvarda birçok bakımdan istenildiği gibi değiştirilebilmektedir. Laboratuvar çalışmalarında kullanılan restriksiyon enzimleri DNA’yı belli dizilerde keserek arzu edilen parçaları üretmek için kullanılır. Ligasyon enzimleri ise, elde edilen bu parçaları yeniden birleştirme, yani birbirine bağlama olanağı sağlamaktadır ve böylece, araştırmacılar, farklı kaynaklardan (biyolojik türlerden) alınan DNA parçalarını birleştirerek “rekombinant DNA” yaratabilmektedirler. Genellikle “genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar”la (İngilizce kısaltmasıyla GMO) ilgili çalışmalarda yararlanılan rekombinant DNA bilhassa, plazmidler (üzerlerinde birkaç gen bulunan dairesel DNA parçaları) bağlamında kullanılmaktadır. Bakterilerin içine plazmidlerin sokulması ve bu bakterilerin “"agar"” tabaklarında (bakteri hücrelerinin klonlarını izole etmek için) büyütülmesiyle araştırmacılar, eklenen DNA parçalarını klonal olarak çoğaltabilmektedirler ki bu, moleküler klonlama olarak bilinen bir işlemdir. (Klonlama terimi, aynı zamanda çeşitli teknikler kullanarak klonal organizmalar yaratmak için de kullanılır.) DNA aynı zamanda polimeraz zincir tepkimesi (PCR) denilen bir süreç kullanılarak da çoğaltılabilir. PCR, özel kısa DNA dizileri kullanılarak, DNA’nın hedef seçilen bir bölgesini izole edebilir ve onu aşırı derecede büyütebilir. DNA’nın son derece küçük parçalarını aşırı ölçüde çoğaltabildiğinden, PCR genellikle spesifik DNA dizilerinin varlığını saptamakta kullanılır. Genetik çalışmalarında geliştirilmiş en temel teknolojilerden biri olan DNA dizilemesi araştırmacılara DNA parçalarındaki nükleotit dizisini belirleme olanağı sağlamaktadır. 1977’de Frederick Sanger ve çalışma arkadaşlarınca geliştirilen bir DNA dizileme yöntemi ("zincir sonlandırma dizilemesi") DNA parçalarını dizilemede artık rutin bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Bu teknoloji sayesinde araştırmacılar, birçok insan hastalığıyla ilgili moleküler dizileri inceleme olanağına kavuşmuşlardır. DNA dizilemesi ucuzlaştıkça ve bilgisayarların da yardımıyla araştırmacılar, birçok organizmanın genomunu dizilemişlerdir. Bunu yapmak için dizilenmiş DNA parçaları, dizilerinin aynı olduğu bölgeleri çakıştırılarak, daha büyük bölgelerin dizileri belirlenir ("genom inşası" süreci) dizilemişlerdir. Bu teknolojiler, insan genomu için de kullanılmış, insan genomunun dizileme projesi 2003 yılında tamamlanmıştır. Yeni yüksek hacimli dizileme teknolojileri DNA dizileme maliyetini hızla düşürmektedir, çoğu araştırmacı bir insan genomunun dizilenme maliyetinin yakın gelecekte bin dolara inmesini beklemektedir. DNA dizileme yöntemleriyle belirlemeler sonucunda edinilen, işe yarar dizilemelerin miktarının gitgide artması, organizmaların genom bütünlerindeki araştırmalarda hesaplama aletleri ve analiz örnekleri kullanan, genomik adlı araştırma alanını doğurmuştur. Genomik aynı zamanda, biyoenformatik bilimsel disiplininin bir altalanı olarak da kabul edilebilir. Sitoloji Sitoloji (hücre biyolojisi adıyla da anılmaktadır, kökü Yunancadaki kytos, "barındırıcı" kelimesidir), hücrelerin fizyolojisini, yapısını, içerdiği organelleri, bulunduğu ortamla olan ilişkisini, yaşam döngüsünü, bölünmesini ve ölümünü inceleyen bir bilim dalıdır. Bu işlem hem moleküler hem de mikroskobik ölçüde gerçekleştirilir. Sitoloji araştırmaları, bakteriler ve protozoa gibi tek hücreli organizmalardan, insan gibi çok hücreli organizmalara kadar büyük bir alana yayılır. Hücrelerin oluşumu ve görevleri hakkında bilgi edinmek, bütün biyolojik bilimlerin temelini oluşturur. Değişik hücre türleri arasındaki farklılık ve benzerlikleri ortaya çıkarmak, özellikle de moleküler biyolojinin yanı sıra kanser araştırmaları ve gelişim biyolojisi gibi biyomedikal alanlara çok büyük katkıda bulunur. Bir araştırmadan öğrenilen bilgiler, evrensel bazı teorileri ortaya çıkardığından, bir türün hücresinden edinilen bilgiler diğer türlere de uygulanılabilir hale gelir. Sitolojideki araştırmalar, özellikle genetik, biyokimya, moleküler biyoloji ve gelişim biyolojisine katkıda bulunur. Proteinin her bir türü genellikle hücrenin belirli bir bölümüne gönderilir. Hücre biyolojisinin önemli bir parçası da hücre içindeki değişik bölgelere gönderilen veya hücre dışına salgılanan proteinlerin moleküler mekanizmasının incelenmesidir. Proteinlerin pek çoğu sitoplazmadaki ribozomlarda sentezlenir. Bu süreç ayrıca protein biyosentezi veya basitçe protein translasyonu olarak bilinir. Bazı proteinler, zarlara dahil olacak proteinler gibi (zar proteinleri olarak bilinir), sentez sırasında endoplazmik retikuluma (ER) taşınırlar. Bu süreç, Golgi cisimciğine taşınma ve orada gerçekleşen birkaç işlemle devam eder. Zar proteinleri, Golgi'den hücre zarına, diğer hücre altı yapılara gidebilir veya hücreden dışarı salgılanabilir. Endoplazmik retikulum ve Golgi sırasıyla, "zar proteini sentez bölümü" ve "zar proteini işleme bölümü" olarak düşünülebilir. Proteinlerin bu bölümler boyunca yarı-durağan akışı vardır. ER ve Golgi'ye yerleşmiş olan proteinler, diğer proteinlerle birleşirler ancak kendi bölgelerinden ayrılmazlar. Diğer proteinler ER ve Golgi'den geçerek hücre zarına "akarlar". Motor proteinler, zar proteini içeren vezikülleri, akson terminalleri gibi hücrenin uzak parçalarına giden hücre iskeleti yolları boyunca taşır. Sitoplazmada üretilen bazı proteinler kendilerini mitokondri veya çekirdeğe taşınmak için hedef göstermek gibi yapısal özelliklere sahiptir. Bazı mitokondrial proteinler, mitokondri içinde üretilir ve mitokondrial DNA tarafından kodlanır. Bitkilerde, kloroplast da bazı hücre proteinlerini üretir. Hücre dışı ve hücre yüzeyindeki parçalanması hedeflenmiş proteinler, endositoz veziküllerine katılmaları üzerine hücre içi yapılara geri dönebilirler. Bu veziküllerden bazıları proteinlerin kendi amino asitlerine yıkıldığı yerde lizozomla kaynaşırlar. Bazı zar proteinlerinin yıkımı, daha hücre yüzeyindeyken sekretazlar tarafından bölündüğünde başlar. Sitoplazmada işlevini yerine getiren proteinler genelde proteazomlar tarafından yıkılır. Ferrari Testarossa Ferrari Testarossa, İtalyanca'da "Kırmızı - Kafa" anlamına gelen, Testarossa modeli Pininfarina tarafından 1984 yılında Ferrari'ye ve dünya otomotiv dünyasına kazandırıldı. Testarossa kullanıcılara 1955'de ilk kez sunulduğunda TR modeliydi. Ferrari 500 Mondial serisine dayanan bu model, motor olarak Type 553 F2 modeline sahip olsa da, farklı bir eksantrik ve Sübap kapağıyla "Kırmızı - Kafa" ismini almıştır. 24 Haziran 1957'de Monza Autodromo'da 4'üncüsü düzenlenen 1000 km Supercortemaggiore Yarışı'nda Scuderia Ferrari 0652 MD/TR şasi numaralı araç dâhil olmak üzere 4 araçla katıldı. 1984 yılında otomotiv dünyasının otomobil tasarımına bakış açısını değiştiren Testarossa modelinde kullanılan 12 silindirli, 4943cc hacmindeki motor, Ferrari'nin ürettiği son boxer (pistonlar arasındaki açı 180 derece olan) tip motordur. 6300 devir/dk'da 390 beygir güç , 4500 devir/dk'da 354 Nm tork üreten bu motor ile Testarossa 0-100 hızlanmasını 5.4 saniyede tamamlarken, aracın maksimum hızı Ferrari tarafından 290 km/saat olarak belirtilmiştir. Sadece 5.648 adet üretilen bu model ; halen otomotiv dünyasının gelmiş geçmiş en iyi tasarımlarından biri olma özelliğini elinde bulundurur. 1984 Ra Ra, Mısır mitolojisinde güneş tanrısıdır. Kutsal merkezi Heliopolis'dir. Genellikle başında bir disk bulunan şahin kafalı insan biçiminde canlandırılmıştır. Eski tanrı Atum'la bir tutularak; IV. sülale döneminde devlet tanrısı olmuştur. Kefren'den başlayarak firavunlar, onun soyundan geldiklerini ilan etmişlerdir. Ra daha sonra Osiris firavun ilan edilmiştir. Osiris'ten sonra ise Set Osirisi öldürerek başa geçmiştir.Set'en sonra babasının öcünü alarak Horus firavun olmuştur Horus'u da kapsamış ve Ra-Horakhty (ya da "Ra-Horus"
) ismini almıştır. Güneş Ra'nın sembolüdür; tüm vücudunu ya da gözünü temsil eder. Ra'nın sembolleri güneş sembolleridir, Phoenix'e benzer bir özelliği vardır; her sabah ateşlerin içinden tekrar doğar. E.A. Wallis Budge'a göre; Ra Mısır'ın tek tanrısı (monteizm) idi. Diğer tüm tanrılar ve tanrıçalar; Ra'nın parçalarını oluşturuyordu. (MÖ 2400); ulusal bir tanrılığa ulaştı, ve daha sonra Amun ile birleşip Amun-Ra'yı oluşturdu. Ra diğer tanrılardan daha köklü bir yapıya sahip olduğundan çoğu olaylarda diğer tanrılara emir verdiği ve yönetici olduğu vurgulanmaktadır.Amun-Ra en güçlü tanrıydı ve Mısır'ı bir teokrasi'ye çevirdi. Sonraki zamanlarda; yeryüzü tanrısı Atum Güneş'i batıran tanrı olduğuna inanıldığı için; Ra'nın güneş battıktan sonraki haliydi. Khepri; güneşi gökyüzünde hareket ettiren tanrı; zamanla Ra'nın bir parçası oldu; Ra'yı doğan güneş kıldı. Amon-Ra'nın kimliği Yunan ve Roma Mitolojilerinde Jupiter ile birleşmiş; Zeus'un şehri Diospolis; Thebes'a adanmıştı. MÖ 14. yüzyıla kadar aynı şekilde varolan Ra; Akhenaten zamanında Aten tek tanrısına inanış geçtiğinde tek tanrılığını yitirdi. Ancak; Ra her zaman tek tanrı olarak görülüyordu. "Ra'ya İlahi" (MÖ 1370), panteizm doğasında; Ra'nın gelen çoktanrıcılıkla olan savaşını anlatıyordu. İçinde birçok tanrı'nın ayrı bir tanrı olarak değil de; Ra'nın bir parçası olarak varolduğunu anlatıyordu. Örnek olarak: "Şükürler olsun o Ra 'ya; Gücü yaratan, Ament'in alışkanlıklarının içine giren; bakın Temu'nun vücuduna." "Şükürler olsun o Ra'ya. Gücü yaratan, Anubis'in gizli yerlerine giren, bakın Khepera'nın vücuduna." Ra her gece Duat (öbür dünya)'a geçmek için; bir saltanat kayığı ile yolculuğa çıkardı. Sabahları Atet, öğleden sonraları da Sektet eşlik ederdi. Maat, kaos antitezinde; kayığın gideceği yolu belirlerdi. Ay'ın sembolü Thoth eşlik eder; Horus'un yanında geceleri beklerdi. Birçok diğer tanrı bu kayıkla beraber eşlik etmiştir Mehen'in yardımcılığında. Mehen kayığı; karanlık canavarlardan korurdu. İlk Mitoloji'de; Set kayığı koruyordu ve Apep saldırıyordu. Ancak daha sonraki mitolojilerde; Set şeytan olarak görüldü ve Thoth Set şeytanına karşı kayığı koruyordu. Güneş tutulmalarını da; kayığın korunamaması yüzünden olduğuna inanılırdı. Ra'yı Güneş tanrısı olarak kabul edenler için; Mısır'da; Tanrı yaşam ve ışıktı. En iyi şekilde Güneş tarafından temsil edilebiliyordu; çünkü Dünya'yı ıstıyordu ve fotosentez sayesinde enerji veriyordu. Güneş bu noktada; insanların Ra'yı anlaması için bir metafordur. Tanrıça Hathor ve Ra bir zamanlar kavga ederler, ve Hathor Mısır'ı terkeder. Ra hemen O'nu özlediğini anlar; ama Hathor dişi bir aslan'a dönüşmüştür ve kendisine yaklaşan her insan ve tanrıyı yokeder. Bu Hathor-Sekhmet tanrıçalarının da özelliğini belirler. Daha sonrasında; Thoth; Hathor'a bir şişe iksir hazırlar ve sonra yeniden Hathor'a dönüşür. Ra'nın kökeninin her ne kadar kayıp Mu Kıtasına dayandığı yönünde bilgiler varsa da şimdilik Mısır Güneş Tanrısı olduğu kabul ediliyor. ..."Ra" sözcüğü güneş anlamına gelirdi ki, daire ile ifade edilen güneş sembolü, bir ad ve sıfat vermek istemedikleri, "O" diye hitap ettikleri Tek Tanrı'yı simgelemede kullanılırdı; Mu imparatoru da “Mu’nun güneşi” anlamında Ra-Mu adıyla ifade edilirdi. Ra sözcüğü sonradan diğer kıtalara ve Atlantis yoluyla Mısır'a da taşınmıştır. bkz. Mu Kıtası bkz. Atlantis Goldbach hipotezi Sayılar kuramında Goldbach sanısı, "2'den büyük her çift sayı, iki asal sayının toplamı şeklinde yazılabilir" iddiasıdır. Çözülememiş en eski matematik problemlerinden biridir. Bilgisayarda yapılan deneyler tarafından çok büyük sayılara kadar doğrulandığı halde henüz genel kabul görmüş bir ispatı yoktur. 7 Haziran 1742 tarihinde, Alman matematikçi Christian Goldbach, Leonhard Euler'e yazdığı bir mektupta, sayılar kuramının çözüme varılamamış konularından birine işaret etmiştir. Goldbach, "“İki asal sayının toplamı şeklinde yazılabilen her tam sayı, aynı zamanda şartlar uygunsa ikiden daha çok asal sayı tarafından da yazılabilir.”" demiştir. Daha sonra bu varsayımını yeterli bulmamış, düzeltmeye gitmiştir. "“2’den büyük her tamsayı 3 asal sayının toplamından bulunabilir.”" Burada Goldbach, ‘1’ sayısını da asal sayılara dahil ederek böyle bir çıkarımda bulunmuştur. Euler'in cevabı, 30 Haziran 1742'de gelmiştir. Demektedir ki; “2'den büyük her çift tam sayı, iki asal sayının toplamından bulunabilir.” Temel olarak dikkatle bakacak olursak bu proje matematiğin en temelindeki bilgileri başlangıç noktası olarak görmüştür. TOPLAMA işlemini… Goldbach'ın bu hipotezinden yola çıkılarak yapılan ikinci saptamaya uygulanabilirliği açısından daha çok sahip çıkılmıştır. Çünkü akıldan hesaplanma kolaylığı sınırını ilerlettikçe, üç sayının toplamıyla uğraşmak, iki sayının toplamıyla uğraşmaktan daha zor ve çetrefilli bir hal alacaktır. Yapılan açıklamanın pek de karmaşık olmayan sayılarla verilmiş bir örneğini aşağıda görebiliriz: Dünyadaki tüm Goldbach sayılarının hesaplamaları el yordamıyla gerçekleştirilemez. Hipotezin daha deneysel araştırmalarına göz atmamız gerekmektedir. Euler, Goldbach’ın bu hipotezine ikna olmuştur ancak bu varsayımı ispatlayamamıştır. 1923 yılında, Hardy ve Littlewood isimli matematikçiler, bu varsayımı büyük tek sayıları kullanarak kısmen ispatlamışlardır. Bu kısmi ispata göz atacak olursak; “Bir N0 alınır ve tüm tek n sayıları bu N0’dan büyüktürler. Bunun yanında bu n’ler 3 asal sayının toplamına eşittir.” Rus matematikçi Vingradov, 1937 ila 1954 yılları arasında yaptığı çalışmalarla, tekrar ilk varsayımı – kısmen ispatlanan kısmı yine tüm sayılar âlemini içine alamadan kanıtlamıştır -ki bu da bir diğer kısmi ispattır. Burada büyük tek rakamları ve analitik metotları kullanarak sonuca ulaşmıştır. n0’ın hesaplanması sonucu 3^3^15 değerini bulduğumuzda çıkan sonuç 6.846.169 basamaklı bir sayı olmuştur. Bu da Ribenboim’in 1988 ila 1995 yılları arasında yaptığı çalışmalarla doğrulanmıştır. 1966 yılında Chen Jing-Run adlı Çinli matematikçi de kanıtlamıştır ki; her yüksek mertebeli çift sayı, aynı zamanda iki asal sayıdan fazla olmayacak sayıların toplamı şeklinde ifade edilebilir. Goldbach’ın hipotezi sadece tek bir kişi tarafından kabaca ifadelerle kanıtlanabilmiştir. Bu ispata dair; 130 CPU saati kullanılarak, IBM 3083 Sinisalo’da 4*10^11. sayıya kadar gelinebilmiştir. Bunu kullanmasına rağmen Sinisalo, Q Basic programı deneme birimlerini işleterek aynı stratejiyi ele almıştır. Bu izlek tek numaraların alınmasını içerir. Küçük asal sayıları bulmak için (3’ten n/2’ye kadar olan sayıları) tek sayılar olarak almıştır. Eğer p asal sayıysa, bunların farkı n-p’dir ve bu da asallık için test edilmiştir. Eğer bu fark asal ise işlem tamamlanır ve bir çift bulunur. İlk bulunan çift de minimum Goldbach kısmi değeridir. Eğer Goldbach’ın hipotezi doğruysa, herhangi çift bir n için; q=n-p asal sayı denklemini doğrulayan herhangi bir n çift sayısı ve p asal sayısı vardır. Goldbach bölünmesi n=p+q olarak da gösterilebilir. P ve q asal sayılardır. Goldbach ayrışımında en küçük asal sayı ayrılmış fonksiyon g(n) ile gösterilebilir. Grafikteki notlardan emin olmak için, burada çok fazla sayıda dikey bir abartı vardır. Grafikteki her koyu bant asal sayıları göstermektedir: 3,5,7,11, … . Bu noktada biraz kafa karıştırıcıdır. Öyleyse tabloda n’ in sürekli artan minimum değer serilerine bakılır. Tablo n’ in 1.000.000.000’dan küçük olan değerlerini göstermektedir. Son kolon ise g(n)/n oranını göstermektedir. Bu oran kısmen ilgi çekicidir çünkü bize g(n)’in maksimum değerlerini göstermektedir ve görülüyor ki g(n) her koşulda kendinden önce gelen sayıdan azdır. g(n) minimum Goldbach kısımlarının üzerinden sınır koyar. Minimum Goldbach bölümlerine grafik olarak baktığımızda görürüz ki; n, 1.000.000.000’dan küçüktür ve burada ilginç bir ilişki gözlemlenir. Uygunluk ve çeviriye yardım için y doğrultusu g(n) iken, x doğrultusu da log 10(n) şeklinde gösterilir. Olasılığın 1 olmasına ulaşamazsak burada bir tek top sayı, aralık içinde asal sayı çifti oluşturmuyor demektir. Bu da bir ispat değildir ancak hipotezin doğru yolda olduğunu düşündürür. “Mark Herkommer’in 24 Mayıs 2004 tarihli Goldbach Hipotezi sunumu” http://www.petrospec-technologies.com/Herkommer/goldbach.htm; “Why is the number one not prime?”; Pininfarina Battista Farina, nam-ı değer Pininfarina; İtalyan bir otomotiv tasarımcısıdır. Kurduğu tasarım şirketi hâlen günümüzde dünyanın en kusursuz tasarımlarını üretmektedir. Torino'da isminin çağrılışını temsil eden "Pinin" lakabını resmi olarak soyadına ekleyerek soyadını Pininfarina'ya değiştiren Giuseppe; şirketi ile beraber yaşamını Torino'da sürdürmekteydi. Pininfarina; Ferrari, Alfa Romeo, Fiat, Peugeot ve Lancia için birçok; Maserati, Mitsubishi, Daewoo, Hyundai, Chevrolet, Honda ve Ford'a ise birkaç tasarımda çalışmıştır. Şirket hâlen Giuseppe Farina'nın çocukları tarafından yönetilmektedir. Audi Audi, Alman menşeili bir otomobil şirketidir ve Volkswagen grubunun bir markasıdır. Şirketin merkezi Ingolstadt, Bavyera'da bulunmaktadır. Şirketin geçmişi 1899 yılına ve August Horch'a dayanmaktadır. İlk Horch otomobili kendisi tarafından 1901 yılında tasarlanmıştı. 1910 yılında Horsche, şirket dışına atılmış ve kendi adını, eski ortaklarıyla olan anlaşmazlıklar nedeniyle yaptığı tasarımlarda kullanamayacak hale gelmişti. Eski Almancada anlamı "Dinle!" olan "Horch", Latincede aynı anlama gelen Audi'yi kendi markası olarak kullanmaya başladı. 1932 yılında Audi, Auto Union'ı oluşturmak üzere Horch, DKW ve Wanderer şirketleri ile birleşti. Auto Union'ın kullandığı birbirine bağlı dört halka da bugün Audi'nin logosu olarak kullanılmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrasında şirket, DKW etrafında ürünlerini sunmaya çalıştı; ancak iki çekişli motoru o kadar ünlü olamadı. Eylül 1965'te Audi, dünyanın en modern motorlarından biriyle tekrar bir çıkış yaparak 72 beygirlik 4 kapılı sedanını piyasaya sundu. 1970'lerde Audi, 1950 yıllarında dünyanın en büyük motosiklet üreten şirket olan
NSU ile birleşti. Bu şirket Neckarsulm, Stuttgart yakınında bulunmaktaydı. NSU daha küçük arabalar yapmayı öngörüyordu. Daha sonrasında yeni rotasyon motorları Felix Wankel'in fikirleriyle kullanılmaya başlandı. 1967'de çıkartılan yeni NSU Ro 80 bir uzay çağı arabasıydı ve o gün irtibarıyla sunduğu aerodinamik, ağırlık ve güvenlik donanımları açısından kusursuzdu; ancak motorlardaki rotasyon hatası NSU için pahalıya patlamıştı. Yine de, günümüzde hâlâ Audi'nin bazı modelleri Neckarsulm'da üretilmektedir. Geçen 30 yıl içerisinde Audi, yüksek güce sahip birçok model üretti. 1980'de piyasaya sunulan ünlü "Quattro" modeli, İngiliz üretici Jensen'ın 1966 yılında ürettiği FF modelinden beri dünyada ilk kez üretilen 4 çekerli binek araçtır. Adı Audi Quattro olarak lanse edilen bu model, 5 silindirli turbo motorlu, coupé karoserli bir spor otomobildi. Ayrıca bu modelle birlikte Audi rallilere katılarak yarışlarda 4 çeker sistemini kullanarak ralli tarihinde yeni bir çığır açtı. Üst üste yarışlarda kazandığı başarılar yüzünden Audi yarışlardan çıkarıldı. Audi, bu atılımla teknolojide zirveye oturdu. (Bu teknoloji daha sonra dünyanın hemen hemen bütün otomobil şirketleri tarafından kullanılmıştır.) Audi 80 modeli ile beraber, tüm modeller "Quattro" özelliğini kazandı. Audi 80, her ne kadar 1986 yılında "dede arabası" imajına sahip olsa da, 1991 yılında yapılan makyaj çalışmasıyla unutulmaz bir tasarım piyasaya sunuldu. Bu model oldukça iyi satış rakamlarına ulaştı. Gelişen teknoloji ile, Audi dünyanın en gelişmiş motorunu kullanmaya başladı. 1995'te S4 modelinde kullanılan dört çekerli motoru bu döneme damgasını vurdu. 1994'te de dünyanın tamamen alüminyumdan yapılmış ilk seri üretim otomobili olan A8 modelini tanıtan Audi, bu modelinde ASF olarak adlandırılan "Alüminyum uzay kafesi" teknolojisini kullanmaya başladığı ilk araçtır. Şu anda bu teknolojiye sahip bir diğer aracı olan R8, tamamen ASF teknolojisi ile üretilmektedir. Ayrıca ortadan konumlu motor ile otomobil tarihinde binek araçlarda çığır açmıştır. 90'ların ortasında yeni serilerini piyasaya süren Audi, dünyanın en kaliteli otomobilleri arasında yerini aldı. 2000 yılı itibarıyla yarış dünyasının en zorlu ve prestijli yarışlarından olan 24 saatlik Le Mans yarışını 4 kez art arda kazanan Audi, 2003'te de VW grubunun başka bir markası olan Bentley ile tamamen Audi kadrosu altında bu başarıya imza attı. 2006 yılında piyasaya sunulan SUV sınıfındaki Q7 modeli, aynı yıl piyasaya çıkan yeni nesil TT modeli ve ortadan motorlu süper spor otomobil R8 ile birlikte Audi'nin model gamı, 2007 Cenevre Otomobil Fuarında dünya prömiyeri gerçekleşen A5 Coupé ile daha da genişlemiştir. Audi, SUV segmentine bir ekleme daha yaparak Q5'i piyasaya sundu. Farklı motor seçenekleri ile Q5, piyasada bulunan ve liderliği elinde tutan BMW X3'e rakip olarak getirildi. Abisi Q7'nin özelliklerinin yanında ayrıca kişisel kullanım ayarlarının sürücü tarafından seçilmesini sağlayan Audi Drive Select adlı bir sistem ile donatıldı. Bunun yanında üçüncü nesil MMI sistemini yükleyerek 3 boyutlu navigasyonu piyasaya sundu. Bu ve buna benzer artı özellikleri ile Q5 rakiplerinden farklı olmayı başarmıştır. Üretimi Durmuş Olan Modeller Klasikler Önemli Konseptler Özgür yazılım Özgür yazılım (İngilizcesi '), kullanıcısına çalıştırma, kopyalama, dağıtma, inceleme, değiştirme ve geliştirme özgürlükleri tanıyan yazılım türüdür. Tersi, sahipli yazılımdır (İngilizcesi '). Özgür yazılım ile kastedilen özgürlük, yazılımın kullanım hakları ile ilgilidir, ekonomik boyutu ile değil. Özgür yazılımlar çoğunlukla ücretsiz olsalar da ücretsiz olmak zorunda değildirler. İngilizce sözlükler "" kelimesi için yirmiye yakın anlam sıralar. Bunlardan sadece bir tanesi "bedava" iken geri kalanları özgürlük ve sınırlamaların olmaması ("") kavramlarına atıfta bulunur. 1950'lerden 1970'lerin başına kadar bilgisayar kullanıcılarının özgür yazılımla ilgili "yazılım hürriyetleri"ne sahip olmaları normaldi. Yazılım genellikle fertler arasında paylaşılır, kişilerin yazılım yaparak donanımlarını daha kullanışlı yapmalarını iyi karşılayan donanım üretilerinden dağıtılırdı. SHARE gibi kullanıcıların ve satıcıların üye olduğu kuruluşlarla yazılım değiş dokuşu kolaylaştırmak hedeflenmişti. 1970'lerin ilk yıllarında durum değişti: yazılım masrafları hızla yükselirken büyümekte olan yazılım endüstrisi, donanım üreticilerinin bilgisayar satışıyla beraber verdikleri "yazılım demetleri", kiraya verilen bilgisayarların kâr getirmeyen yazılım desteğiyle rekabet başlamıştı. Bazı müşterilerin kendi ihtiyaçlarını daha iyi karşılamasıyla "özgür" yazılım masraflarının donanım masraflarıyla bütünleşmesini istemiyordu. 17 Ocak 1969'da yayınlanan "Amerika Birleşik Devletleri IBM'ye karşı" yazısında hükumet, yazılım demetlerinin rekabet engelleyici olarak sıfatlandırdı. Bazı yazılım her zaman hürken ancak ödemeyle alınabilen yazılımlar artıyordu. 1970'ler ve 1980'lerde yazılım endüstrisi, bilgisayar programlarını sadece kullanıcıların kodu incelemesi ve değiştirmesini önleyen çalıştırılabilirler şeklinde dağıtmaya başlamasıyla teknik tedbirler almaya başladı. 1980'de copyright kanununun kapsamı bilgisayar programlarını içine aldı. 1983'te MIT Yapay Zekâ Laboratuvarı'ndaki hacker topluluğunun uzun süreli üyesi Richard Stallman, bilgisayar endüstrisi ve kullanıcılarının kültürel değişiminden yıldığını açıklayarak GNU projesini îlan etti. GNU işletim sistemi için yazılım geliştirmesine Ocak 1984'te başlandı. Ekim 1985'te de Özgür Yazılım Vakfı kuruldu. Kendisi hür yazılımı tanımlayarak "copyleft" yani "telif feragatı" kavramını "yazılım hürriyeti" garantilemek için çıkardı. Bazı yazılımdışı endüstriler, kendi araştırma ve geliştirmeleri için özgür yazılım geliştirmeye benzer teknikler kullanmaya başladı. Mesela bilim adamları, daha açık geliştirme süreçleri ararken mikroçip gibi donanımlar da telif feragatlı lisanslarla geliştirilmeye başlandı (OpenCores projesi gibi). Creative Commons ve serbest kültür hareketi, özgür yazılım hareketinden çok etkilenmişlerdir. Özgür yazılımın tanımı ve barındırdığı özgürlükler Özgür Yazılım Vakfı bünyesindeki GNU Tasarısı sayfalarında açıklanmıştır. Buna göre özgür yazılım kullanıcılara olmazsa olmaz 4 özgürlük sunar: Bir yazılım, ancak bütün kullanıcıları bu hakların tümüne sahip oldukları zaman özgür bir yazılım olur. Bu özgürlüklere sahip olmak, kimseden izin almamayı ve izin için hiçbir bedel ödememeyi de içerir. Genel kanının aksine özgür bir yazılım, ücretsiz dağıtılabileceği gibi ücretli de dağıtılabilir. Bu nedenle ticari yazılım olarak satılmasına engel yoktur. Özgür yazılımın kopylarına sahip olmak için ücret ödemeniz gerekebilir veya kopyaları hiçbir ücret karşılığı olmadan da edinmiş olabilirsiniz. Kopyalara nasıl sahip olduğunuzdan bağımsız olarak, her zaman için yazılımın kopyalama, değiştirme ve hatta kopyalarını para karşılığında satma haklarına sahipsinizdir (özgürlük 2). Özgür yazılım, çoğu zaman açık kaynak kodlu yazılım kavramı ("") ile karıştırılmaktadır. Bütün özgür yazılımlar açık kaynak kodludur ancak bütün her açık kaynak kodlu yazılım, özgür yazılım olmayabilir. Özgür yazılımlar açık kaynak kodlu yapıları sayesinde, bünyesinde zararlı bir amaç barındıran (gizli verileri çalma gibi) kodlara sahip olup olmadığı, programlama bilen herkes tarafından incelenerek denetlenebilir. Bazı özgür yazılım lisansları (örneğin GNU GPL), yazılım kodlarının gelecekte de özgürlüğünü sürdürmesini garanti altına alırken bazı özgür yazılım lisansları bunu garanti altına almamaktadır. Özgür Yazılım Vakfı tarafından özgür kabul edilen lisanslar ile özgür kabul edilmeyen lisanslar GNU'nun Licenses sayfasında listelenmektedir. En yaygın kullanılan özgür yazılım lisanslarının başında GNU GPL lisansı gelmektedir. Aşağıdaki belli başlı bazı özgür yazılım lisansları listelenmiştir. Akdeniz foku Akdeniz foku ("Monachus monachus"), fokgiller (Phocidae) familyasından yeryüzünde sadece doğu Akdeniz sahilleri ile Batı Afrika'nın bir tek sahilinde yaşayan fok türü. Yeryüzündeki toplam 34 yüzgeçayaklı fok türünden Karayip Keşiş foku, en son 1952 yılında görülmek kaydı ile yeryüzünden yok olmuştur. Dolayısıyla dünyada şu anda 33 yüzgeçayak türü vardır. Üzerinde yapılaşma olmayan, insanların kolay ulaşamadığı ya da insan etkinliklerinden uzak kalmış yerleri, tercihen üreme veya barınma işlevleri gören kıyı mağara ve kovuklarına sahip; sessiz ve tenha kayalık sahilleri yaşama alanı olarak seçen Akdeniz fokları, bu alanların bozulmasından doğrudan etkilenmektedir. İzmir'in Foça ilçesinde çok miktarda Akdeniz Foku bulunmaktadır. Öte yandan bu tanımdan yola çıkarak Akdeniz foklarının farklı yapıda sahilleri (örneğin kumsal kıyılar ve kıyı yerleşim bölgeleri) kullanmadığı sonucuna varılamaz. Akdeniz fokunun özellikle beslenmek için ıssız kayalık sahillerin dışına çıkarak dolaşım alanını genişlettiğini, kumluk, çakıllık kıyılar ve nehir ağızlarına da uğradığı bilinmektedir. Ancak, Akdeniz fokunun birincil yaşam alanı ıssız ve yapılaşmamış kayalık kıyılardır. Büyük bir deniz memelisi olduğundan dar yaşam alanları içinde barınamaz. Tür ancak, makul büyüklükte ve uygun kıyı alanlarının olması durumunda varlığını sürdürebilir ve güvenle yavrulayabilir. İri bir deniz memelisi olan Akdeniz fokunun boyu 2-3 metre, ağırlığı 200-300 kilogram arasında değişmektedir. Erginlerin vücudunu 5 mm'yi geçmeyen kısa ve sert kıllar kaplar. Su üstünde görüldüğünde en belirgin özellikleri iri kafaları, uzun bıyıkları ve kömür gibi siyah gözleridir. Ergin dişi ile erkekler arasında belirgin bir boy ve kilo farkı yoktur ancak karakteristik renk ayrımları mevcuttur. Karada yatarken vücudun iriliği ve tombul görünümü göze çarpar. Vücudun her iki yanında ön yüzgeçleri (ön üyeler) ve arkada ise iki parça halinde arka yüzgeçleri (arka üyeler) yer alır. Akdeniz foku, ürkek ve diğer yüzgeçayaklı türlerine göre daha az sosyal bir canlıdır. Türkiye kıyılarında da yaşayan doğu Akdeniz bireyleri genelde tek tek dolaşırlar ve nadiren
birlikte görülürler. Araştırmacıların eskiden Türkiye'de zaman zaman 2 ile 4 arasında foku birlikte gözlediği hatta bu sayının çok ender olmakla birlikte 7-8'e kadar çıktığı da bilinmektedir. Birçok özelliği gibi davranışları hakkında da tam bilgi mevcut değildir. Akdeniz foklarının bazı dönemlerde bir araya geldiği ve sonra tekrar dağıldıkları konusunda varsayımlar mevcuttur. Ergin erkek bireyler genelde bir bölge belirler ve yaşantısını burada sürdürürler. Dişiler erkeğe göre daha gezgin olmakla birlikte, yavrulama döneminde üreme mağarası ve civarını terk etmezler. Genç fok bireyleri ise yetişme dönemlerinde uzak bölgelere gidebilirler. Dişi Akdeniz foklarının çiftleşmek için büyük uzaklıklar katederek erkek fokların yanına geldiği ve daha sonra erkeğin bölgesinden ayrıldığı tahmin edilmektedir. Çiftleşme denizde olur. Dişi fokun cinsel olgunluğa 4-5 yaşında ulaştığı tahmin edilmektedir. Dişi Akdeniz foku 10-11 aylık hamilelik döneminden sonra, her sene ya da 2 senede, bir yavru doğurur. Bu nedenle, Akdeniz foku üreme hızı düşük, yavru sayısı az bir canlıdır. Doğum, insanların uğramadığı (veya ulaşamadığı) ve içinde hava olan bir kıyı mağarasının en ucunda, dalgaların kolay ulaşamayacağı bir çakıl plaj veya kayalık platform üzerinde olur. Anne, yavruyu yaklaşık 4 ay boyunca kendi sütü ile mağara içinde karada emzirir. Akdeniz foku, yavrusunu doğurmak ve büyütmek için mutlaka karaya (ve özellikle kıyı mağaralarına) muhtaçtır. Akdeniz fokları 20. yüzyılın başına kadar tüm Akdeniz kıyıları ile doğu Atlas Okyanusu kıyılarında Portekiz'den Batı Afrika sahillerindeki Senegal'e kadar 7855.25114 ifade edilen bir nüfusa sahip olarak serbestçe yaşamlarını sürdürüyordu. Ancak aşırı avlanma, yaşam alanları kaybı ve deniz ekosisteminin bozulması nedeniyle türün dünya dağılımı daraldı ve nüfusu hızla azaldı. Akdeniz foku bugün dünyada sadece Türkiye, Yunanistan, Fas, Moritanya ve Madeira Adaları'nda yaşamakta olup toplam nüfusu 600 civarında tahmin edilmektedir. Moritanya sahillerindeki Akdeniz fokları gerçek bir fok kolonisi özelliği göstererek birlikte yaşamakta popülasyonu ise insan baskısı nedeniyle birlikte bulunmak yerine çoğu zaman tek tek dolaşma ve yaşama şeklini seçmeye zorlanmışlardır. Halen az sayıda da olsa Türkiye'de Akdeniz'in doğu sahillerinde rastlanmaktadır. Akdeniz foku dünyada birbirinden kopuk 2 ana bölgede yaşamaktadır: Türün en büyük popülasyonu Ege Denizi'ndeydi. Dolayısı ile Akdeniz fokunun Akdeniz'de soyunu sürdürebilmesi ve ekosistemde varlığını koruyabilmesi esas olarak 2 ülkenin elindedir: Türkiye ve Yunanistan. Bir dünya mirası olan Akdeniz fokunun korunmasında Türkiye önemli bir ülke konumundadır. Türkiye'de yapılan çeşitli bilimsel çalışmalarda bireysel tanımlama yolu ile 31-44 arasında Akdeniz foku bireyi tanımlanmış olup, kıyılarımızda 100 civarında fok yaşadığı tahmin edilmektedir ki dünyadaki fok popülasyonunun yaklaşık 600 olduğu gözönünde bulundurulduğunda bu sayı önemli bir yer tutmaktadır. Akdeniz foku dağılımı kıyı boyunca süreklilik yerine belirli bölgelerde yoğunlaşma özelliği göstermektedir. Türkiye kıyılarında foklar, Türün korunma derecesine bağlı olarak Türkiye'de Akdeniz foku ölümleri olduğu gibi, yavrulama ve çoğalma da gözlenmektedir. Sayılarının azalma nedeni ise balıkçıların kasıtlı veya kasıtsız fokları öldürmeleridir. Hakkâri (il) Hakkâri, Türkiye'nin doğusunda yer alan il ve en kalabalık altmış ikinci şehri. 2016 sonu itibarıyla 267.813 kişilik nüfusa sahiptir. Tamamı Doğu Anadolu Bölgesi'nin doğusunda yer alır. Yüzölçümü bakımından Türkiye'nin kırk yedinci büyük ilidir. Güneyinde Irak, batısında Şırnak, kuzeyinde Van, doğusunda ise İran vardır. Sırasıyla Hurri ve Urartu Krallıkları'nın parçası olan Hakkâri, Pers İmparatorluğu'nun egemenliğinden sonra Arap egemenliğine geçmiştir. Daha sonra Selçukluların kontrolüne giren kent, 1536 yılında Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılmıştır. Coğrafi konumu sayesinde pek çok millete ev sahipliği yapan Hakkâri, 1662 tarihinde Katolik mezhebini benimsemeyen Asuriler Diyarbakır metropoliti XIII. Mar Şimun Denha önderliğinde yeniden örgütlenerek Hakkâri'nin Kodşanis/Koçanis (halen Konak) köyünü patriklik merkezi olarak benimsemişlerdir. Nasturi patrikleri 1918 yılına kadar bu köyde ikamet etmişlerdir. 19. yüzyıl ortalarına dek Hakkâri nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan Nasturiler, 1843 ve 1846'da Cizre Emiri Bedirhan Bey ile Hakkâri Emiri Nurullah Bey'in düzenlediği iki saldırıda önemli ölçüde zayiat vermişlerdir. 1915-18 döneminde aşiretlerle ile çatışan Hakkâri Nasturileri önce İran'da Urmiye yöresine ve daha sonra İngiliz yönetimine giren Irak'a iltica etmişler, 1924'te topluca geri dönmeye teşebbüs etmişlerse de 12-28 Eylül 1924 tarihleri arasında yürütülen Şemdinli Harekâtı ile tenkil edilerek geri püskürtülmüşlerdir. Doğusunda İran ve güneyinde Irak ile komşu olan Hakkâri'nin batısında Şırnak, kuzeyinde ise Van ili vardır. En yüksek noktası 4150 metreye ulaşan Cilo Dağı, Hakkâri sınırları içerisindedir. Geçim kaynaklarının başında sınır ticareti ve hayvancılık gelir. Sınır ticareti Irak Savaşı, hayvancılık ise silahlı çatışmalar nedeniyle sekteye uğramıştır. Bu nedenle işsizlik çok yüksek düzeydedir. Türkiye'de cumhuriyetin ilanından sonra Hakkâri ili mecliste 1927 yılına kadar 1, 1927-1934 arası 2, 1939-1983 yılları arası 1, 1983-1999 yılları arasında 2 milletvekili ile temsil edildi. 1999 yılında yapılan kanun değişikliğiyle Hakkâri ilini temsil edecek milletvekili sayısı üçe çıkartıldı. Hakkâri ili, 1933 ilçeye dönüştürüldü ve Van iline bağlandı. 1936'da yeniden il olmasına karşın, 1939 seçimlerine kadar Van iline bağlı olarak temsil edildi. 1999'dan bu yana 3 milletvekilyle temsil edilen Hakkâri'de, Halkların Demokratik Partisi 1 Kasım milletvekili seçimlerinde geçerli oylarının %82'sini alarak 3 milletvekili çıkarmaya hak kazandı. Hâkkari iline bağlı 4 ilçe bulunmaktadır. Bu ilçelerin her biri kendi idari sınırları içindeki alandan sorumludur. 2014 Türkiye yerel seçimleri sonuçlarına göre ildeki ilçeler Barış ve Demokrasi Partisi tarafından eşbaşkanlık sistemiyle yönetilmektedir. Hakkari'nin ilçelerinden sadece Yüksekova'nın diğer 3 ilçeyle sınırı bulunmaktadır. Hakkâri'nin 4 ilçesine bağlı 5 belde ve 124 köy bulunmaktadır. Hakkari İli Nüfusu: 267.813'dür. Bu nüfusun %61,9'u şehirlerde yaşamaktadır (2016). İlin yüzölçümü 7.095 m²'dir. İlde km²'ye 38 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 35'dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı % -3,93 olmuştur. İl merkezinin denizden yüksekliği: 1756 m.'dir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 4 İlçe, 8 belediye, bu belediyelerde 53 mahalle ve ayrıca 125 köyü vardır. Hakkâri ili nüfusu: 275.761'dir. Bu nüfusun % 61,2' si şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 7.095 km²'dir. İlde km²'ye 39 kişi düşmektedir. (Bu sayı Yüksekova'da 46’dır.) İlde yıllık nüfus artış oranı % 2,97 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 4 İlçe, 8 belediye, bu belediyelerde 53 mahalle ve ayrıca 125 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Çukurca (% 7,65)- Merkez (% 0,07) 2017-2018 Sezonu sonunda, Hakkâri’nin liglerdeki futboldaki tek takımı Yüksekova Belediyespor, futbol Bölgesel Amatör Lig (BAL)'da kalmıştır. Kadınlar futbol 2.ligindeki Hakkârigücü, 1.lige yükselmiştir. Ayrıca Voleybol erkekler 2. liginde de 2 takımı bulunmaktadır. Yüksekova Belediyespor, Ziraat Türkiye Kupası birinci turunda Tatvan Gençlerbirliği’ni elemiş. 2.turda Cizrespor’a elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Yüksekova İlçe Stadyumu (5.000), Hakkâri Kapalı Yüzme Havuzu (100) ve Mergabüt Kayak Merkezi. Los Angeles Los Angeles ( şehri, İspanyolca: Los Ángeles, 'Melekler' anlamında; resmi adı: City of Los Angeles (Los Angeles Şehri) ve kısaltması: L.A.) Amerika Birleşik Devletleri'nın Kaliforniya eyaletinin en kalabalık ve ABD'nın New York'tan sonra ikinci en kalabalık şehri. Los Angeles'ın nüfusu 2010 itibarıyla 3,792,621 kişidir. Şehir sınırlarına göre yüzölçümü 1,215 km² olup Büyük Okyanus'un doğu kıyısında, güney Kaliforniya'da konumlanmıştır. Şehir daha büyük olan 12,828,837 kişi nüfuslu Los Angeles-Long Beach-Santa Ana metropoliten istatistiksel bölgesinin ve 18 milyon kişiyi aşan nüfusa sahip Büyük Los Angeles Bölgesi'nin merkezinde yer alır. Böylece Los Angeles ABD'de ikinci büyük metropoliten bölgede ve tüm dünyanın en büyük metropoliten bölgelerinden birinde bulunur. Los Angeles, Kaliforniya eyaletinin Los Angeles County'sinin merkezidir. Bu county ABD kontluklarının en kalabalık ve en yüksek etnik çeşitliliğe sahip olanıdır. 4 Eylül 1781 tarihinde İspanya kontrolündeki Meksika tarafından keşfedilen şehir (her ne kadar Kızılderililer uzun süredir orada yaşasa da) Los Angeles 4 Nisan 1850 tarihinde Kaliforniya'nin bir parçası olmuştur. İsmi İspanyolcadan gelmektedir ve "Melekler Şehri" manasını taşımaktadır. 2 Ağustos 1769'da, Fernando Rivera Y Moncado'nun kaptanı olduğu Kaliforniya'ya gelen ilk Avrupalı yerleşimciler içindeki Fransisken papazı Peder Juan Crespi, 2 Ağustos dini bir şölen olan Perdono'ya denk düştüğü ve Assisili Francesco adına anıldığı ve de bu yere İtalya'da "ülkenin çok küçük parseli" anlamında "porziuncola" denmesi yüzünden, buraya "Nuestra Señora de los Angeles de la Porciúncula", sonra da bu Assisi'deki şapelde Bakire Meryem'in meleklerle çevrili freski bulunduğundan "El Pueblo de Nuestra Señora la Reina de los Angeles de Porciúncula" dendi, sonra da kısaca "El Pueblo de la Reina de Los Angeles" dendi. 1876 yıllarına kadar nüfusu on bin dolaylarında olan Los Angeles, petrol yataklarının keşfedilmesi, Kaliforniya kuzeylerindeki altın madenlerinin bulunması, ve de gerek doğal güzelliği açısından birçok insanın rüyalarını süsledi. 1920'li yıllarda sanat ve eğlencenin de tüm ülke genelinde öncüsü olmaya başlamıştır. New York'un klasik Broadway'ine karşı Hollywood sineması gelişen yıllarda da çok daha güçlü olur ; günümüzde de Broadway'in büyük bir geliri Hollywood'dan gelmektedir.
Los Angeles metropol alanı, Los Angeles, San Bernardino, Riverside, Ventura ve Orange vilayetlerini ve 16 milyonun üzerinde değişik etnik ve ekonomik geçmişe sahip insanları barındırmaktadır. Los Angeles yanlış olarak birçok kez "Güney Kaliforniya" olarak adlandırılmaktadır, ancak coğrafi olarak San Diego ve Imperial vilayetleri de başta olmak üzere birçok bölüm göz ardı edilmektedir. Los Angeles'ın da büyümesiyle komşusu olarak gelişen şehirler de vardır. Los Angeles diye bilinen bölge aslında 88 tane küçük şehrin oluşturduğu bölgedir. Venice Beach, Marina del Rey, Beverly Hills, Santa Monica ve Hollywood gibi dünyaca meşhur şehirleri de içinde barındıran Los Angeles'ın içinde bulunduğu Kaliforniya'nın eski valisi de ünlü film yıldızı Arnold Schwarzenegger'dir. Filmlerde ne kadar tehlikeli bir yer olarak gözükse de Los Angeles güvenli bir şehirdir. Los Angeles'ı oluşturan şehirlerden suç oranı en yüksek olan Compton'dır ve turistler genellikle buradan uzak durur. Turistik yerler olan Santa Monica, Venice Beach, Beverly Hills ve Hollywood güvenli yerlerdir. Los Angeles ABD nin en dinamik metropollerin'dendir. Hollywood sinema film endüstrisine, Anaheim'de Disneyland'a ev sahipliği yapar. ABD'nin en eski film ve sinema okulu bu şehirdedir[?]. Medya ve ilgi çeşitliliği nedeniyle spor ve kültürel aktivitelerde iç içedir. Newyorktan sonraki ikinci büyük VHF medya marketine sahiptir.Artistler, yazarlar, ve yapımcılar ya da ünlü sanatçıların en fazla bu şehirde bulunması nedeniyle "Kreatif Başkent" olarak da adlandırılır. Şehri NBA'de Los Angeles Lakers ve Los Angeles Clippers, WNBA'de Los Angeles Sparks, futbolda ise Los Angeles Galaxy temsil eder. Los Angeles şu kentlerle kardeş şehir bağlantısı kurmuştur: Terry Gilliam Terrence Vance "Terry" Gilliam (d. 22 Kasım 1940, Minnesota), İngiliz senarist, yönetmen, animatör, oyuncu ve Monty Python tiyatro grubu üyesi. Gilliam yönettiği filmlerle tanınır; Time Bandits (1981), Brazil (1985), The Fisher King (1991), and 12 Monkeys (1995). 1968 yılında İngiliz vatandaşlığına kabul edilmiştir. Kendi deyimi ile Huckleberry Finn/Tom Sawyer tarzı bir çocukluk geçiren Terry Gilliam, ailesinin Los Angeles'a taşınmasıyla, Hollywood'u tanıdı. Film endüstrisinin nasıl işlediğini öğrendi ve gelecekte sahip olacağı Hollywood karşıtı düşüncelerinin temelini atmış oldu. Bir yandan da resim ve karikatür yeteneğini geliştirdi. Occidental College'da Fizik eğitimine başladı ve daha sonra fizik eğitimini bırakıp siyaset eğitimine başladı. Okulunun son yılında, okul hayatı boyunca çıkarmış olduğu okul dergisinin bir kopyasını, o sıralar Help! dergisini çıkartmakta olan ve ileride Brazil filmindeki bir karakterin esin noktası olan usta mizahçı Harvey Kurtzman'a gönderdi. Kurtzman, Terry Gilliam'ın yapıtlarından çok etkilendi ve Help! için çalışmasını önerdi. Sonraki üç senesini, düşük bir ücretle Help! magazinde yazarak ve çizerek geçirdi. Bu arada Monty Python ekibine doğru ilk adım gerçekleşti ve John Cleese ile tanıştı. Askerliğini yaptıktan sonra Help! Magazine dönmedi ve Amerika Birleşik Devletleri'ni terk etme kararını aldı. Otostop ve motosiklet ile yaptığı altı aylık Avrupa gezisi'ni Paris'te sonlandırdı. Bir süre animatörlük ile uğraştı ve sonra tekrar New York'a döndü. Burada bir reklam ajansında çalışmaya başladı. Bu sırada polis ekiplerinin bir grup iyi niyetli protestocunun arasına dalıp, kendisi dahil pek çok kişiyi hırpaladığı bir olayın içine düştüğü ve ""Cehennemi tattığım ilk an oldu" dediği talihsiz bir olay sonucu ABD'yi tamamen terk etme kararını aldı. Muhtemelen bu olay Terry Gilliam sinemasında önemli bir yer tuttu. Daha sonra eşi ile birlikte İngiltere'ye giden Terry Gilliam, Londra'ya yerleşti ve John Cleese ile temasa geçerek Televizyon işine başladı. Terry Jones, Eric Idle ve Michael Palin'in de rol aldığı "Do Not Adjust Your Set" (Televizyonunuzun ayarlarıyla oynamayın) adlı komedi şovuna katıldı. Böylece Monty Python ekibinin kuruldu. Monty Python's Flying Circus adlı sıradışı komedi dizisinin sanat yönetmenliğini üstlendi. Aynı zamanda skeçlerin yazımında katkısı oldu ve skeçlerin birçoğunda oynama fırsatı oldu (Monty Python filmlerinde genellikle bütün roller - bayan rolleri de dahil - ekip tarafından üstlenildi). And now something completely different (Ve şimdi tamamen farklı bir şey - 1971 ) ve terry Jones ile birlikte yönettiği Monty Python and the Holy Grail (Monty Python ve Kutsal Kadeh - 1975) filmleriyle sinema dünyasına adımını atmış oldu. Monty python ekibinin birlikte yazdığı ve oynadığı (kişi başına ortalama 4 rol düşmektedir. Rekor 10 ayrı rol ile Michael palin'e aittir.) bu filmler ve daha sonraki eserleri, kimilerince Komedi Sinemasının en başarılı örnekleri olarak, kimilerince de dünyanın en saçma filmleri olarak görülse de birinci görüşü savunanlar, belirgin bir şekilde fazla oldu. 1970'li yıllardaki son çalışması olan Jabberwocky (1977), Monty Python ekibinden bağımsız olarak çektiği ilk film oldu. Fantastik bir ortaçağ komedisi olan bu filmde baş rolü Monty Python ekibinden Michael Palin üstlendi. 1980lere gelindiğinde, teknik ve mizahi yönden tecrübelerini artıran Gilliam, Time Bandits (1981) ile ilk büyük prodüksiyonlarından birini gerçekleştirmiş oldu. Monty Python ekibi ile gerçekleştirdiği The Crimson Permanent Assurance (Kızıl Sigorta - 1983) filminden sonra, Time Bandits filminin başarısından da cesaret alarak kimilerince en görkemli, en keskin ve en başarılı filmi olan ve kısa sürede "Kült Film" statüsüne giren Brazil (1985) filmini çekti. Devlet yönetiminin tam bir kabusa dönüştüğü, bürokrasinin ve kâğıt işlerinin tüm insanlığı tehdit ettiği, Kafka ve Orwell esintilerini taşıyan bu filmi o dönem için oldukça yüksek bir bütçeye mal ederek Sinema dünyasının en başarılı filmini çekmekle kalmadı, yapım şirketleri ile de arasının bozulmasına sebep oldu. Bu filme o kadar çok önem veriyordu ki, filmin her an berbat olması korkusuyla, stresin birleşmesi sonucu, çekimlerin sonuna doğru yürüme kabiliyetini geçici olarak kaybetti. Brazil'i takiben bir Avusturya efsanesi haline gelen Baron von Munchausen'ın akıl almaz maceralarından birini anlatan Adventures of Baron Munchausen, The (Baron Munchausen'in Serüvenleri - 1989) filmini çekti. Yüksek bir bütçe ile çekilen bu film, pek çok Terry Gilliam filminde olduğu gibi yapımcıların engellerine rağmen çekilip vizyona girdi ancak beklenen gişe hasılatını yakalayamadı. Hikâye açısından olduğu kadar Teknik ve oyunculuk açısından da bir Terry Gilliam klasiği sayılan bu filmin değeri çok sonra anlaşıldı. Bundan sonra birkaç proje ile ilgilenen Gilliam, hiçbirini gerçekleştirmeden Fisher King, The (Balıkçı Kral - 1991) filmini hayata geçirdi. Robin Williams ve Jeff Bridges'in en başarılı performanslarından olarak kabul edilen film, aynı zamanda Terry Gilliam'ın da en başarılı yapımlarından oldu. Bunu bir başka başyapıt olan Twelve Monkeys (12 Maymun 1995) izledi. La Jetee adlı bir kısa filmden esinlenilerek yapılan bu filmde Terry Gilliam yine yıldızlarla çalıştı ve yapımcıları delirtmek için elinden geleni yaptı. Bir bilim-kurgu klasiği olarak anılan bu filmde Terry Gilliam sinemasının belirgin özellikleri sonuna kadar korundu. Bu filmi iki uyuşturucu bağımlısının sıradışı bir Amerika yolculuğunu anlatan sıradışı bir kara komedi olan "Fear and Loathing in Las Vegas" (Las Vegas'ta Korku ve Nefret -1998) geldi. Diğer filmleri arasında biraz sessiz kalmasına rağmen paranoyak bir Amerikan toplumunu anlatan bu filmde Terry Gilliam'ın sivri anlatımı yine en önde yerini almıştır. 2001 yılında yıllardan beri hayalini kurduğu The Man Who Killed Don Quixote (Don Kişot'u Öldüren Adam) filminin çekimlerine başladı. Londra ve İspanya'da çekimleri yapılan bu filmin özellikle İspanya ayağında meydana gelen talihsizliklere uzun süre direnen Gilliam, sonunda filmi askıya almaya karar vermiştir. Filmi çekmeyi başaramasalar da filmin yapım (yapılamama) öyküsünü anlatan Lost in the La Mancha (Mancha'da Kaybolanlar - 2001) belgeseli en az film kadar ilgi gördü. Brothers Grimm ( Grimm Kardeşler - 2004 ) filminin çekimlerini Prag'da tamamlayan Gilliam, Terry Pratchet'ın aynı adlı kitabından uyarlanan Good Omens (İyi Kehanetler - 2004) filminin çekimlerini sürdürmektedir. Filmlerinde sürekli olarak devlet yönetimlerini, bürokrasiyi ve sürekli izlenen tek tip insan yaratma yolundaki dünyayı eleştirmekten çekinmeyen Gilliam, sinemanın anarşist yönetmenlerinden biri olarak gösterilir. Kimileri de "Hollywood'un en büyük kehanetlerinde bulunduğu'nu söylemekte ancak Gilliam "Ben bir Hollywood yönetmeni değilim" diyerek bu görüşleri reddetmektedir. Şövalyelerin filmlerinde önemli yerleri vardır. Sistem tarafından unutulmuş ancak sistemi koruma sözüne bağlı kalan savaşçıları kullanır. Rüyaların ve hayal dünyasının da Terry Gilliam sinemasının temel özellikleridir diyebiliriz. İnsanın yarattığı teknolojinin insanlığın en büyük korkusu olduğunu ve insanlığın sonunun bundan dolayı olacağını savunduğunu pek çok filminde görebiliriz. Bütün bunlardan bahsederken çocuksu bir hikâye tarzını elden bırakmamaktadır. Monty Python ekibi ile birlikte geçirdiği yıllardan kalma karanlık bir mizah anlayışı ise Gİlliam filmlerinin her karesinde kendisini göstermekte bütün bu özellikleri ile birleşip Terry Gİlliam'ı sinema tarihinin en sıradışı, en başarılı ve en eleştirel yönetmenlerinden biri yapmaktadır. Tam sayı Tam sayılar veya tamsayılar, doğal sayılar (0, 1, 2, 3, …) ile bunların negatif değerlerinden (…, -3, -2, -1) oluşan sayı kümesi. Kesirsiz ve ondalıksız sayıların tamamı tam sayılardır. ""-0"" sayısı ""+0"" sayısına eşit olduğundan ayrı bir tam sayı değildir. Matematikte tam sayılar kümesi Z şeklinde gösterilir. Z harfi Almanca "zahlen" (sayılar) sözcüğünden gelir. Pozitif tam sayılar ""0""dan uzaklaştıkça büyür. Negatif tam sayılar ise ""0""dan uzaklaştıkça küçülür. En büyük negatif tam sayı -1'dir. En küçük pozitif tam sayı ise +1'dir. Pozitif tam sayılar Z şeklinde, negatif tam sayılar ise Z şeklinde gösterili
r. Tam sayılar kümesi şu şekilde ifade edilir: Sıfır (0) sayısı ne pozitif ne de negatiftir, yani nötrdür. Mutlak değer, sayının başlangıç noktasına uzaklığını ifade eder. Başlangıç noktasına eşit uzaklıktaki sayılar mutlak değere eşittir. Mutlak değer içindeki her sayı, mutlak değer dışına pozitif olarak çıkar. Tam sayılar, doğal sayıların bir genişlemesidir. Her doğal sayının ""-1"" denen yeni bir ögeyle çarpılarak kümeye katılması olarak düşünülebilir. Tabi daha ayrıntılı olarak, doğal sayılar kümesinin kartezyen çarpımı üzerine tanımlanacak ve bir önceki cümlenin işlevini görecek bir denklik bağıntısı bize tam sayıları inşâ edecek. formula_1 kümesinden seçtiğimiz "(a, b)" ve "(c, d)" ögeleri için "~" (tilda) bağıntısı, şeklinde tanımlansın ("a+d=b+c" dememizin nedeni sezgisel olarak "a-b=c-d" durumunu oluşturmaktır). Bu bağıntının denklik bağıntısı olduğu kolaylıkla görülebilir. Bu durumda bu bağıntının denklik sınıfları bizim tam sayılar diyeceğimiz ögeler olarak düşünülecektir. Her bir denklik sınıfı temsilcisini, olarak tanımlamış oluruz. Aslında "[a, b]" diye temsil ettiğimiz öge şeklindedir. Aşağıda toplama ve çarpmayı işlerken bu, daha iyi anlaşılabilecektir. Bu noktada; bizim normalde, "a" ve "b" doğal sayı olmak üzere "a-b" diye bildiğimiz tam sayı, aslında "[a, b]" kümesi olduğu görülebilir. Yâni bu bağıntının bize "eksi" (negatif) kavramını ifade ettiği söylenebilir. O halde, tam sayılar kümesi aşağıdaki bölüm kümesidir: Öyle ki formula_7 kümesi bir halka oluşturur. Çarpma ve bölme, toplama ve çıkarmadan önce yapılır. Parantez varsa da önce parantez içindeki işlem yapılır. Eğer parantez yoksa başta olan bölme ya da çarpma yapılır Tam sayılarla toplama ve çıkarma işlemleri yaparken sayıların işaretlerine göre hareket edeceğiz.Aynı işaretli tam sayılar toplanırken çoğalır yani fazlalaşır işaretleri aynı kalır. (-25)+(-12)=-25-12=-37 buradaki işaret değişmedi. (+25)+(+12)=+25+12=+37 buradaki işaret değişmedi. Farklı işaretli tam sayılar toplanırken büyük sayıdan küçük sayı çıkarılır.Mutlak değerce büyük sayının işareti sonucun işareti olur. (-25)+(+12)=-25+12=-13 burada mutlak değerce büyük sayının işareti geldi. (+25)+(-12)=+25-12=+13 burada mutlak değerce büyük sayının işareti geldi. Aynı işaretli tam sayılar çıkarılırken birinci sayıyı aynen yazıyoruz ikinci sayının işaretini değiştiriyoruz.Bu iki sayı birbirinden çıkartılıp işaret ise mutlak değerce büyük sayının işareti olur. (-25)-(-12)=-25+12=-13 burada mutlak değerce büyük sayının işareti geldi. (+25)-(+12)=+25-12=+13 burada mutlak değerce büyük sayının işareti geldi. (+2)-(+4)=+2-4=-2 burada mutlak değerce büyük sayının işareti geldi. (-18)-(-58)=-18+58=+40 burada mutlak değerce büyük sayının işareti geldi. Farklı işaretli tam sayılar çıkarılırken birinci sayıyı aynen yazıyoruz ikinci sayının işaretini değiştiriyoruz.Bu iki sayıyı birbiri ile topluyoruz işaret ise aynı işaret oluyor. (-30)-(+40)= -30-40=-70 buradaki işaret değişmedi. (+11)-(-12)= +11+12=+23 buradaki işaret değişmedi. Tam sayılarla çarpma işlemi yaparken: Aynı işaretli sayıların çarpılması aynen çarpılır ve işaretleri hep pozitif olur. (-25)x(-4)=+100 (+25)x(+4)=+100 Farklı işaretli sayıların çarpılması aynen çarpılır ve işaretleri hep negatif olur. (-25)x(+4)=-100 (+25)x(-4)=-100 Tam sayılarla bölme işlemi yaparken: Aynı işaretli sayıların bölünmesi aynen bölünür ve işaretleri hep pozitif olur. (-20):(-4)=+5 (+20):(+4)=+5 Farklı işaretli sayıların bölünmesi aynen bölünür ve işaretleri hep negatif olur. (-20):(+4)=-5 (+20):(-4)=-5 Eklenen sayı pozitifse sağa doğru, eklenen sayı negatifse sola doğru ilerlenir. (-15) + (+8) = -7 Örnek: Aşağıdaki sayı doğrusunda verilen işlemin matematik cümlesini yazıp açıklayınız. Doğru cevap B şıkkıdır. Örnek: Aşağıdaki sayı doğrusunda verilen işlemin matematik cümlesini yazıp açıklayınız. Çıkarma işlemi olduğu için çıkan sayı pozitifse sola ilerlenir, çıkan sayı negatifse sağa ilerlenir. (+6)-(+3)=+3 Örnek: Aşağıdaki sayı doğrusunda verilen işlemin matematik cümlesini yazıp açıklayınız. Çıkarma işlemi olduğu için çıkan sayı pozitifse sola ilerlenir, çıkan sayı negatifse sağa ilerlenir. (-6)-(-10)=+4 Örnek: =(-12)+(-4)+(+8)+(+5)+(-1) =(-17)+(+13) =(-4) Tam sayılarda çarpma işlemi yapılırken aynı işaretlilerin çarpımı pozitif farklı işaretlilerin çarpımı ise negatifdir. Bölme işlemindede aynı çarpma kuralı uygulanır ve sayı aynı doğal sayılarda olduğu gibi bölünür. Aynı işaretli iki tam sayı birbirine bölündüğünde sonuç pozitif, zıt işaretli iki tam sayı birbirine bölündüğünde ise sonuç negatiftir. Tam sayıların sıfıra bölümü tanımsızdır. Sıfırın tam sayılara bölümünde elde edilen sonuç ise sıfırdır. Tam sayılarda çarpma işlemi doğal sayılardaki çarpmayla aynı özellikleri gösterir. Çarpma işlemi, "formula_8" imiyle gösterilir, ancak formula_9 yazmak yerine doğrudan "ab" yazmak daha doğrudur. Bu maddede de öyle yapacağız. Herhangi codice_1 tam sayıları için, özellikleri sağlanır. Tam sayılarda çarpmaya göre ters öğe yoktur. Ayrıca toplama ile çarpmanın birbirleriyle olan ilişkisini gösteren dağılma özelliği de vardır: Toplamayla birlikte bu iki işlem tam sayıları değişmeli halka yapar. Bölme özünde çarpmanın tersidir. Tam sayılarda bölme, her sayı için tanımlanmamıştır. Bu yüzden bölüm her zaman tam sayılar kümesinin bir ögesi olmayabilir. Örnek: (+15):(-3)=(-5) , (-5) elemanıdır Z Akustik Akustik (ses bilimi), sesi inceleyen bir bilim dalıdır. Katı, sıvı veya gaz halindeki maddelerde dalga yayılımının fiziksel özelliklerini inceler. Bunlar arasında gürültüye yol açan titreşimlerin ve gürültünün kontrolü de vardır. Akustik ile uğraşan bilim adamları ve mühendisler, sesi ve insan işitmesini incelerler. Farklı nesnelerin sesle ne şekilde etkilendiklerini de araştırırlar. Mühendisler, uygun seste iletişim sistemleri ve binaları tasarımda bulunurlar. Zararlı yüksek seslerden insanları koruma yollarını bulurlar. Tüm çalışmalar insanların duymak istemedikleri zararsız seslere yöneliktir. Gürültüyü kontrol etmenin bir yolu, gürültü kaynağını daha sessiz hale getirmektir. Gürültü ile çalışan bir serinletici yanında hiç bulundunuz mu? Düşük hızda dönen büyük bir pervane, yüksek hızda dönen küçük bir pervaneden daha az gürültü çıkarır. Gürültü, bir yerden diğer bir yere geçmesini önlemekle azaltılabilir. Gürültü gelen bir odanın kapısını hiç kapattığınız oldu mu? Böyle yapmakla, perdeler ve akustik gereçler sesi soğururlar (yutarlar). Yansımış bir sesi işitirseniz buna yankı (akis) adı verilir. Geniş bir odayı uygun bir şekilde döşemekle yankılar giderilebilir. Bir sesten sonra saniyenin 1/20 si kadar bir süre içinde kulağınıza ulaşan bir yankı hiçbir problem yaratmaz. Zaman aralığı uzadığı takdirde, yankı sinirlendirici olabilir. Rahatsız edici diğer bir seste çoklu yankıdır. Reverberasyon adı verilen bu ses, yansımış birçok seslerin birleşip, yavaş yavaş sönümlenmesidir. Bir müzik salonunda bunlar bir saniyeden fazla sürmemelidir. Uzun perdelerin asılması, döşeme ve koltukların, duvarların yumuşak malzemelerden yapılması yankıları ve reverberasyonları azaltır. Çünkü ses daha kolaylıkla yutulmuş olur. Pisagor Pisagor ya da Pythagoras (Yunanca ), M.Ö. 570 - M.Ö. 495 yılları arasında yaşamış olan İyonyalı filozof, matematikçi ve Pisagorculuk olarak bilinen akımın kurucusudur. En iyi bilinen önermesi, kendi adıyla anılan Pisagor teoremidir. "Sayıların babası" olarak bilinir. Pisagor ve öğrencileri her şeyin matematikle ilgili olduğuna, sayıların nihâî gerçek olduğuna, matematik aracılığıyla her şeyin tahmin edilebileceğine ve ölçülebileceğine inanmışlardır. Kendisini filozof (Yunanca ), yani bilgeliğin dostu olarak adlandıran ilk kişiydi. Pisagor, düşüncelerini yazıya dökmediği için hakkında bilinenler öğrencilerinin yazılarında anlattıklarıyla sınırlıdır. Pisagor'a atfedilen birçok eser, gerçekte onun öğrencilerinin olabilir. Pisagor, Yunanistan'daki Sisam Adası'nda doğmuştur. Yüzük taşı yapımcısı Mnesarkhos'un oğludur. İlk eğitimini doğduğu adada almış, daha sonraları ticaret için babasıyla farklı şehirlere gitmiştir. Tales'in öğrencisi olan Pisagor, Tales'in isteği ile dönemin matematikteki öncü ülkesi Mısır'a gitmiş ve Antiphon'un "Erdemde Sivrilenler Üzerine" adlı eserine göre orada Mısır dilini öğrenmiştir. Döndüğünde Sisam Adası'nın tiran Polykrates'in baskısı altında olduğunu görünce İtalya'nın güneyindeki bir Yunan kenti olan Crotone'ye gitmiştir. Burada efsanevî şarkıcı Orpheus'un kurduğu Orfeusçuluk etkisine kalarak gizli bir dinsel topluluk kurmuştur. Kurduğu bu topluluk ile Pisagor, aynı zamanda siyasî bir rol de üstlenmiştir. Kendilerini matematikçiler ("mathematikhoi") olarak adlandıran bu topluluktakiler; kişisel hiçbir şeye sahip olmadan okulda yaşıyor ve Ruh Göçü öğretisi ile et yemiyorlardı. Bu matematikçiler topluluğuna dinleyiciler ("akousmatikhoi") olarak adlandırılan öğrencileri de katılıyor, fakat onların et yememe gibi zorunlulukları olmuyordu. Topluluk, hem bir okul hem de bir kardeşlik derneği gibi işlev görüyordu. Pisagor'un öğrencileri kendilerini Pisagorcular olarak adlandırıyorlardı. Pisagorcuların iki yüzyıl sonra Öklid'in "Ögeler" adlı eserinde yazmış olduğu aksiyomatik geometrinin başlangıcında etkileri olmuştur. Pisagorcuların çiğnenmesi hâlinde cezasının ölüm olduğu sessizlik kuralları vardı. Çünkü bir insanın sözlerini genellikle dikkatsizce söylediğine inanıyorlar ve bir insan eğer ne söyleyeceği konusunda şüphe duyarsa susmalıydı. Diğer bir kural ise acısı çoğalırken bir adama acısını unutması konusunda ısrar etmemekti, çünkü kaygısızlığı desteklemek büyük bir suçtu. Ayrıca Pisagorcular biri evden çıktığında öfke onun uşağı olmasın diye geri dönmemesini söylerlerdi. Bu aksiyon onlara matematik, tanrı ve Evren hakkında hiçbir şeyi öğrenmemenin yine bunlar hakkında çok az bir şey bilmekten daha iyi olduğunu anlatıyordu. Pisagorcular ikiye ayrılıyordu: Matematikçiler ve dinleyiciler. Matematikçiler daha detaylı bir eğitim görürken, dinleyicil
er Pisagor'un yazılarının özetlerini duyabiliyorlardı. Dinleyicilerin Pisagor'u görmeye ve tapımın sırlarını öğrenmeye izinleri yoktu. Genelde davranış kurallarını ve erdemi öğreniyorlardı. Pisagor, kadınların bir eşya gibi görüldüğü ve işlerinin sadece evi yönetmek olduğu bir zamanda onların toplulukta eşit şekilde çalışmalarına izin verdi. Orfeusçu tapımın üyesi olan Brontinus'un kızı ve Pisagor'un eşi olan Theano da bir matematikçiydi. Petron, her kenarında 60 dünyanın yer aldığı eşkenar üçgen biçiminde düzenlenmiş 183 dünyanın var olduğunu söylüyordu. Geriye kalan üç dünya üçgenin köşelerinde bulunuyordu; ama ardı ardına sıralanmış bu dünyalar birbirlerine değiyor ve bir halka halinde sakin dönmüyorlardı Metapontlu Hippasos ile Ephesoslu Herakleitos, sürekli hareket halinde ve sınırlı olan tek bir evren kabul ediyorlar. Alkmaion'a göre sağlık, yaş, kuru, soğuk ve sıcak gibi güçlerin dengede kalması vasıtasıyla korunmaktadır. Aralarından birinin "tek başına egemenliği" hastalığın nedenidir, çünkü bunlardan birinin tek başına egemenliği zararlıdır. Hastalığın kaynağı, mizaçtaki aşırı sıcak ya da soğuk olup, nedeni de, aşırı ya da az yemektir. Hastalığın bulunduğu yerin ise kan, beyin veya ilik olduğu iddia edilirdi. Ancak zaman zaman dış nedenlerden dolayı meydana çıkan hastalıklar da tanımlanmıştır: Örneğin yaşanılan yerin suyunun ya da toprağının niteliği, aşırı çalışma, işkence ya da benzeri nedenler gibi. Buna karşılık sağlık, niteliklerin dengeli oranda karışımından ileri geldiğini savunuyordu. Alkmaion'un Kuran-ı Kerim'de adı geçen bilge Lokman Hekim olabileceği üzerinde tezler yayımlanmıştır. Tanrısal şeylerden değersiz olanları alt edilir ve karşıt ilkelerden birleştirilmiş olan, Philolaos'un öğretisinde, sınırlıdan ve sınırsızdan oluşan tek bir evren tanımlanır. Kimileri, -onlara göre en büyük yemin olan- en yetkin olduğuna inandıkları sayıyı, yani 10 sayısını meydana getiren "dörtlük"ü de sağlığın ilk nedeni diye öne sürmüştür. Philolaos da bunlar arasında yer alır. Matematikçiler bana mükemmel bilgiler kazanmış gibi geliyor ve şeyleri gerçeklikteki biçimleriyle doğru kavramış olmaları bir mucize değildir. Çünkü evren bütünün doğası hakkında doğru bilgiler kazandıkları için, şeylerin niteliklerini de doğru kavramış olmaları çok doğaldı. Bu yüzden bize yıldızların hızı, doğuş ve batışları hakkında seçik bilgiler aktardılar ve aynı şekilde geometri, aritmetik, gök küreler ve hiç de az olmamak üzere müzik hakkında da. Zira bu bilimler birbirlerine çok yakın görünüyorlar. Çünkü bunlar var olanın birbirine çok yakın ilk biçimleriyle meşgul oluyorlar. Bir anlatıya göre; demirciler çalışırken örslerinden çıkan sesi duyan Pisagor bunun çok uyumlu olduğunu düşünmüş ve "Doğa kanunları buna izin veriyorsa, bu kanunlar matematikseldir," demiştir. Bundan hareketle, notaların matematiksel formüllere dönüştürülebileceğini keşfetmiştir. Böylece matematik ve müzik arasında bağlantı kurmuştur. Ayrıca ses perdesi ile tel uzunluğu arasında bir ilişki olduğunu bulmuştur. "Ondan sonrakiler sayı oranlarında seslerin gizli bağlantılarını aramaya girişip bir sesin niteliği ile ses dizisindeki yerini bu sese karşılık olan sayının niteliği ve sayılar dizisindeki yeri ile bir tutmuşlardı. Matematik ile böylesine yakından uğraşan Pisagorcular, sayılardan edindikleri bilgileri genelleştirerek sayıları bütün varlığın ilkeleri (arkhe) yapmışlardır." "Bir sayısı temel sayıdır. Tek ve çift sayıları meydana getirendir. Sayıların ve varlıkların sonsuz dizisi Bir'den çıkar. İki türlü Bir vardır. İlki, bütün sayılar (varlıklar) zincirinin içinden çıktığı ve sonuç olarak da onları içeren, kuşatan, özetleyen, karşıtı olmayan Mutlak Bir'dir. Bütün varlıkların değişmez ilkesi ve ebedî kaynağı, sarsılmaz ilkesidir." ..."İki sayısı dişiliği ve doğanın bu dişilikten geldiğini ifade eder. Üç sayısı uyum ve düzenle maddenin içerdiği üçlü öğeyi temsil eder. Bu sayı, başlangıcı, ortası ve sonu olan ilk rakamdır, yetkin bir sayıdır. Dört tanrısal gücü simgeler. İlk çift sayı olan İki'nin kendisi ile çarpımından elde edilen bu sayı adaletin de simgesidir. Beş sayısı evliliğin simgesidir. Altı organik ve hayati varlıkların türlü şekillerini gösterir. Burada dişilik ilkesi olan (2), erkeklik ilkesi olan (3), mutlak (1) ile birleştiği için soyların devamını da gösterir. Yedi sayısı kritik sayıları temsil eder. Örneğin, yedi günlük, yedi aylık ya da yedi yıllık dönemlerin varlıkların gelişiminde baskın rolleri vardır. Sekiz sayısı akıl, ahlâk ve erdemin temsilcisidir. Dokuz sayısı mutlak Bir ayrı tutulacak olursa ilk tek sayı Üç'ün karesidir. O da Dört sayısı gibi adaleti temsil eder." "Gelelim On sayısına: Yetkin bir sayıdır bu. Her şey ondan çıkar. Yaşamın ilkesi ve yol göstericisidir. Göksel ve tanrısal olduğu kadar insanidir de. Eğer On'lu olmasaydı her şey belirsizlik içinde ve karanlıkta kalırdı. Bütün sayıların temelidir o. On sayısının içinde ilk olarak eşit sayıda tekler ve çiftler bir araya gelmiştir. (1,3,5,7,9 ve 2,4,6,8,10) "vb. "Onlardan bazıları da bunların düzenli bir sırada sıralanan on temel ilkesi olduğunu söylerler: Pisagorcuların bilim alanında en büyük başarıları astronomidedir. İlk defa olarak yeri, evrenin merkezi olmaktan çıkarmışlar, onu küre şeklinde düşünmüşler ve yerin, evrenin ortasındaki görünmeyen merkezi ateşin etrafında dolandığını söylemişlerdir. Merkezi ateşin etrafında batıdan doğuya olmak üzere on tane gök cismi "Sphairos"lara (= saydam kürelere) takılmış olarak dönmektedir: Yer, karşıyer (bunu da göremeyiz), güneş, ay, o zaman bilinen beş gezegen ile duran yıldızlar gökü. Güneş tutulması, ay, yer ile güneşin arasına girince; ay tutulması da yerin ya da, karşı yerin gölgesi ay üzerine düşünce olur. Bütün hızla giden şeyler bir ses çıkarırlar, dolayısıyla yıldızlar da bir ses çıkarırlar; bu sesin yüksekliği yıldızın merkezi ateşe olan uzaklığıyla orantılıdır. Böylece, göklerin de bir musikisi vardır, ama bunu sıradan ölümlüler işitemezler. Pisagorcuların simgesi Tetraktystir. Bir sayısının geometrideki karşılığı noktadır. İki nokta yan yana getirildiğinde ise bir doğru ya da çizgi elde edilir. Bu da İki sayısının karşılığıdır ve artık elimizde uzunluğu olan bir şekil vardır. Üç sayısı ise üçgene karşı gelir ve düzlemi temsil eder. Dört sayısı dört yüzlü bir şeklin karşılığı olup artık, ortaya bir cisim çıkmıştır . Bir dik açılı üçgende dik kenarların her birinin uzunluklarının karelerinin toplamları, hipotenüsün uzunluğunun karesine eşittir. Bu teoremin matematik formülle ifadesi şöyledir: c² = a²+ b² Platon'a olan etkisi R.M. Hare'e göre üç konudadır: Platon'un üçüncü kuşak Pisagorcular'dan geometriye birçok katkısı olan ve Öklid'in "Öğeler" adlı eserinde aksettirdiği Arkhytas'tan etkilendiği açıktır. Antik Roma efsanelerinde ikinci kral Numma Pompilius'un Pisagor'un öğrencilerinden biri olduğu söylenir. Pisagor matematik çalışmalarına adanmış Pisagor kardeşliği adında gizli bir topluluk kurmuştur. Bu sonradan birçok ezoterik grubu etkilemiştir. Pisagor toplumu bir vücuda benzetir. Bu konuda insan yapısının 3 ana parça olduğunu belirtir: Akıl (bilgelik), ruh (cesaret) ve maddi ihtiyaçlardır. Toplum da böyledir; akıllı kişiler toplumu idare etmeli, cesaretli kişiler asker olmalı, toplumun maddi ihtiyaçlarını ise üretim yapan halk karşılamalıydı. Piagor'a göre toplumda adaletin gerçekleşmesi için, bu sınıfların kendi arasında değil kendi içinde eşitliği olmalıdır. Yani yöneticiler kendi arasında, askerler kendi arasında, halk da kendi arasında eşittir. Bu hiyerarşik eşitsizlik anlayışı, reenkarnasyon inancında kendisine dayanak bulur. Pisagor'a göre, ruhlar bu dünyada iyi eylemlerde bulunup erdemli olmak için çabalarlarsa sonraki hayatlarında bir üst sınıfa uygun karakterli ve yetenekli bir şekilde doğacaklardır. Eğer kötü eylemlerde bulundularsa, daha aşağı bir sınıfa uygun olarak, hatta bitki ve hayvanlar aleminde doğacaklardır.  Maddî isteklerin ve dünya malının kölesi gibi olan halk, erdemsizdir ve bu yüzden ruh bakımından aşağı düzeydedir. Şan ve şeref peşindeki asker sınıfı ve aklıyla hareket eden yönetici sınıfı ise daha üstündür. Pisagor bu yüzden insanlara aşırılıktan kaçınıp ölçülü olmayı öğütler.  Herodot'un bizlere aktardığına göre; Pisagor, Mısırlılardan bir ruh göçü öğretisi almıştır. Bu öğretiye göre; ruh ölümsüzdür, vücut yok olunca her defasında meydana gelen bir başka varlığa girer ve bütün varlıkları dolaşıp yeniden o zaman doğan bir insan vücuduna girer ve bu 3000 yıl sürer. Bir anlatıya göre; "Bir gün sopayla dövülen bir eniğin yanından geçerken ona acımış ve şöyle demiş: Dur, vurma! Çünkü o sevdiğim bir adamın ruhu, bağırışını duyunca onu tanıdım." Pisagor'un en büyük başarısı müziğin 1, 2, 3, 4 sayılarının orantılı aralıklarına dayandığını keşfetmesidir. Pisagor evrenin bu sayıların toplamı olan 10 sayısına (1+2+3+4=10) dayandığını söylemiştir. Onun ardından Hippasos irrasyonel sayıları keşfetmiştir, fakat Pisagor için bu düşünülemez bir şeydi ve bu konu yüzünden Hippasos'un öldürüldüğü söylenir. Ayrıca kare keşfetmişlerdir. Örneğin 9 bir kare sayıdır: 3*3=9 , yine 4 bir kare sayıdır: 2*2=4 Dünyanın yuvarlak olduğunu, her gezegenin bir ekseni olduğunu ve gezegenlerin bir merkezi noktada döndüklerini söyleyen ilk kişilerden biriydi. Bu noktayı önce dünya olarak belirlese de sonradan bu düşünceden vazgeçip gezegenlerin merkezi bir ateş etrafında döndüğünü söylemiştir. Ama bu ateşi asla Güneş olarak tanımlamamıştır. Ayrıca Ay'ın başka bir gezegen olduğuna inanmış ve ona Karşı-Dünya demiştir. Bildiğimiz kadarıyla Pisagor, öğretilerini sözle yaymıştır. Onunla ve öğretileriyle ilgili bilgileri, öğrencilerinin yazılarından alıyoruz. Fakat Diogenes Laertios'un eserinde belirttiği üzere, Pisagor'un da eserleri vardır: "Bazıları Pythagoras'ın bir tane dahi yazılı eser bırakmadığını söylerler, ama bu doğru değildir. Doğa düşünürü Herakleitos neredeyse avaz avaz bağırarak şöyle diyor: "Mnesarkhos oğlu Pythagoras araştırma çalışmalarında bütün insanları aşmıştır ve bu yazı
larından seçme yaparak, büyük bilgi ve kurnazlığa dayalı kendi bilgeliğini oluşturmuştur." Böyle söylüyor, çünkü Pythagoras "Doğa" adlı eserine şu sözle başlıyor: "Soluduğum hava adına, içtiğim su adına, bu eserimle ilgili herhangi bir yergiye katlanamayacağım." Ezoterizm'de Pisagor büyük inisiyelerden biri olarak kabul edilir. Delphoi’te, Mısır’ın Teb ve Memphys kentlerinde ve Babil’de bulunmuş olan Pisagor, inisiyatik eğitim aldıktan ve uzun gezilerinden sonra, Taranto Körfezi’nin uç noktasındaki bir Dor site-devlet’i olan Croton’da (Crotona) bir enstitü açarak kendi ezoterik ekolünü kurmuştur. İnisiyatik niteliğinin yanı sıra bilimler akademisi niteliği taşıyan bu enstitüde dinler ve manevi bilimlerin yanı sıra maddi bilimler (fizik, matematik, siyaset bilimi vs.) de öğretilmekteydi. Pisagor bu bilimlere “insan bilgisinin tümünü kuşatan” anlamında “matemata”lar adını vermişti ki, bilindiği gibi, matematik sözcüğü bu terimden doğmuştur. Pisagor’a göre, tüm felsefe ve dinlerde hakikatin (verite) dağınık ışınları yer almaktaysa da, bu ışınların merkezi ezoterik doktrindi. Ayrıca hakikate ulaşmada öncelikle “sezgi” gerekliydi, gözlem ve muhakeme yeterli değildi. Pisagor Croton’da inisiyatik eğitim yoluyla, “yönetici sınıfın ‘liyakate göre atama’yla seçilen bilgelerden (inisiyelerden) oluştuğu yönetim modelini uygulamayı amaçlıyordu. Platon’un sonradan “Devlet” adlı eserinde söz edeceği bu yönetim rejimini, kimilerine göre, dünyada (ya da 6.000 yıl içinde) pratiğe geçirebilmiş tek kişi Pisagor olmuştur. Bu yönetim rejimi şöyle açıklanır: Zamanla enstitü’nün gitgide güç kazanması Pisagorcular’a Croton site-devlet’in yönetimini ellerine almalarını sağlamıştı. Pisagor buraya gelmeden önce aristokratlardan (zengin yurttaşlardan) oluşan 1000’ler meclisince (senatosunca) yönetilen Croton, artık 300 inisiyeden oluşan bir konsey tarafından yönetiliyordu. Pisagor’cu yapılaşma, giderek Güney italya’nın diğer kentlerine ve Akdeniz’deki bazı adalara da sıçramaya başladı. Fakat çıkarları zedelenenler ve inisiyasyona alınmayanlar bir süre sonra karşılık vermekte gecikmediler. Bundan sonra gelişen olaylar hakkında kaynaklar farklı bilgiler vermektedir. Kimilerine göre Pisagor dahil en üst düzeyli inisiyelerin hemen hemen hepsi öldürülmüş, kimilerine göre de, Pisagor kaçmayı başarmış ve Metapontium kentinde yüz yaşına yaklaşırken eceliyle ölmüştür. Pisagor teoremi Pisagor (Pythagoras) isimli Yunan matematikçisi milattan önce 570 ile 475 yılları arasında yaşamıştır. Dik üçgenin kenar uzunlukları arasındaki ilişkiye ait çalışmalar yapmıştır. Çalışmalar sonunda elde ettiği sonuçlar da Pisagor bağıntısı olarak matematikte yerini almıştır. Pisagor bağıntısı bir dik üçgenin iki kenar uzunluğu verildiğinde üçüncü kenarın uzunluğunu bulmamızı sağlar Pisagor teoremine göre bir dik üçgende dik kenarın yani hipotenüsün bir kenarını oluşturduğu karenin alanı diğer iki dik kenarın birer kenar olarak oluşturdukları karelerin alanları toplamına eşittir: c uzunluğu hipotenüstür. a ve b uzunlukları ise dik kenarlardır. Her kenardan birer kare oluşturulur. Bu karelerin alanları, kare alan formülüne dayalı olarak formula_2 şeklinde sıralanır. Böylece üç karenin köşelerinin birleşiminden oluşan bir dik üçgen oluşturulur. Oluşan üçgenin dik köşesinden hipotenüsün oluşturduğu karenin, hipotenüse paralel olan kenara indirilen dikme ile üçgen içerisinde Öklid bağıntısı kurulur. (öklid bağıntısı benzerlikten ispatlanabilmektedir.) Öklide göre formula_3 yani, dik kenarlardan birinin karesi, dik açıdan hipotenüse indirilen dikmenin ayırdığı parçalardan kendisine komşu olan tarafın uzunluğu ile hipotenüsün tamamının çarpımına eşittir. Bu durumda formula_4 olacaktır. Yani a kenarına ait karenin alanı, hipotenüse ait alanın dik açıdan indirilen dikmeyle ikiye ayırdığı alanlardan kendisine komşu olan alana eşit olacaktır. Bu durumu diğer kenar için de düşünürüz. formula_5 formula_6 formula_7 olacaktır. Bunu takiben, formula_8 formula_9 formula_6 formula_11 formula_12 olacaktır. Matematikte, Pisagor Teoremi, Öklid geometrisinde bir dik üçgenin 3 kenarı için bir bağıntıdır. Bilinen en eski matematiksel teoremlerden biridir. Teorem sonradan MÖ 6. yüzyılda Yunan filozof ve matematikçi Pisagor'a atfen isimlendirilmiş ise de, Hindu, Yunan, Çinli ve Babilli matematikçiler teoremin unsurlarını, o yaşamadan önce bilmekteydiler. Pisagor teoreminin bilinen ilk ispatı Öklid'in Elementler eserinde bulunabilir... En yaygın olarak karşılaşılan örneklerden biri "3-4-5" üçgenidir. formula_13 Bu, komşu kenarları sırasıyla 3 birim, 4 birim ve karşı kenarı 5 birim olan bir dik üçgeni temsil eder. Diğer örnekleri ise formula_14... Pisagor teoremi bir dik açı oluşturmak kolaydır. Şöyle ki: 1) Yeterli uzunlukta bir halatı(ya da ipliği) eşit 12 parçaya ayıracak şekilde işaretleyin. 2) Bu işaretlerden 3. ve 5. (3+5) noktalari sabitleyip, ipin açıkta kalan iki ucunu (gergin olacak şekilde) birleştirin. 3) 3. işaretin bulunduğu noktada bir dik açı elde edersiniz. Bu yöntemin geçmişte tarım alanlarının paylaşılması, arazi sınırlarının belirlenmesi gibi alanlarda kullanıldığı bilinmektedir... Şiir Şiir, düz kelime anlamına ek olmak üzere ya da yerine anlamlar oluşturmak için dilin ses estetiği veya ses sembolizmi ve ölçü gibi estetik ve ritmik özelliklerini kullanan bir edebiyat türüdür. Şiir, Sümerlerin Gılgamış Destanı’na kadar uzanan köklü bir tarihe sahiptir. İlk şiirler Çincede olduğu gibi halk şarkılarından ya da Sanskritçe Vedalar, Zerdüştlük inancının Gataları ve Homeros’un İlyada ya da Odysseiası gibi destanların yeniden sözlü anlatım ihtiyacından ortaya çıkmıştır. Şiirin tanımlanması için antik dönemdeki çalışmalar, Aristoteles’in Poetikasında olduğu gibi konuşmanın, retorik, drama, şarkı ve komedide kullanımına odaklanmıştır. Daha sonraki çalışmalar, yineleme, mısra biçimi ve kafiye gibi özelliklere yoğunlaşmış ve şiiri tartışmasız olarak bilgilendirici, düz yazı formlarından ayıran estetik konusuna vurgu yapmıştır. Yirminci yüzyılın ortalarından itibaren şiir dile yön veren temel yaratıcı güç olarak daha fazla anılır oldu. Şiir sözcüklere farklı yorumlar getirmek veya onlardan kaynaklanan duygusal tepkiler yaratmak için biçim ve bir araya getirmeleri kullanır. Asonans, aliterasyon, yansıma ve ritim gibi araçlar müzikal veya arpağ etkisi oluşturmak için bazen kullanılmaktadır. Şiir dilinin anlam belirsizliği, sembolizm, ironi ve diğer stilleri gibi araçları şiiri farklı yorumlamalara uygun hale getirir. Benzer biçimde mecaz, benzetme ve mecaz-ı mürsel gibi konuşmanın öğeleri daha önce algılanmamış farklı imajlar arasında bir anlam katmanı içeren bir ilişki kurmaktadır. Kafiye ve ritim kurgusu içinde şiirin sözleri arasında da benzer yakınlıklar kurulabilir. Bazı şiir biçimleri, şairin yazdığı dilin özelliğine bir yanıt ve ait olduğu kültüre ve türe özgüdür. Dante, Goethe, Mickiewicz ve Mevlânâ Celâleddîn-î Rûmî tarafından yazılan şiirleri okumaya alışık okurlar şiirin her zaman kafiye ve ölçü ile yazıldığını düşünebilir ne var ki kimi kutsal metinlerde olduğu gibi ritim ve ses estetiği oluşturmak amaçlayan şiir gelenekleri de vardır. Modern şiirin çoğunluğu şiir geleneğine eleştiri üzerine kuruludur; bunu yaparken; birçok unsurun yanı sıra, ses estetiği ilkeleriyle oynayıp test etmekte bazen bunu kafiye ve ritimde de yapmaktadır. Günümüzün küreselleşen dünyasında şairler artan oranda farklı kültür ve dillerden biçimleri, tarzları ve teknikleri uyarlamaktadır. Türkçede karşılığı koşuk, yır, özün gibi sözcükler önerilmişse de hiçbiri yaygınlık kazanamamıştır. Günümüzde koşuk, nazım karşılığı olarak kullanılmaktaysa da nazım ve şiiri birbirine karıştırmamak gerekir. Birincisi yalnızca bir anlatım yoludur. Geçmişte şiirin uyak, ölçü, nazım biçimleri gibi biçimsel özelliklerden ayrı düşünülmemesi sebebiyle şiirle nazım eşanlamlı sayılmışsa da günümüzde bu düşünce aşılmışsa da edebiyat'ın şiirle birlikte başladığı düşüncesinde fikir birliği oluşmuştur. Yahya Kemal Beyatlı şiiri "Bildiğimiz musikiden farklı bir musiki" olarak tanımlarken, Cahit Sıtkı Tarancı'ya göre şiir "Kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır" Ahmet Haşim şiiri "Söz ile musiki arasında olan fakat sözden ziyade musikiye yakın olan bir lisan" olarak tanımlar. Necip Fazıl Kısakürek ise şiir için "Mutlak hakikati arama işidir" der. Uygur Kağanlığı Uygur Kağanlığı (Çince: 回纥), 742 - 840 yıllar arasında varlığını sürdüren Türk Kağanlığı. Uygur soylularının yönetimi altında oluşmuş bir kabileler federasyonuydu. Çin kaynaklarında "haesoqq", "Vei-hoooh", "Hui-ho", "Hueu-hu", "Wei-wu" vb. şekilde görülen Uygur adının anlamı 974'te yazılan Çince bir eserde "şahin süratiyle dolaşan ve hücum eden" şeklinde açıklanmaktadır. Fakat bunun bir yakıştırma olduğu bellidir. Etimolojik olarak Uygur adının uy ("takip etmek")+gur (Salgur gibi) tarzında ortaya çıktığı ileri sürülmüş ise de, o tarihlerde kullanılan Türkçe'de de "takip etmek" manasındaki eylem kökünün "ud-" biçiminde olduğu antitezinden hareketle sözcüğün oy ("oymak, baskı yapmak") + gur ve kuvvetli bir olasılıkla uy ("akraba, müttefik")+ gur şeklinde türediği savunulmaktadır. Nitekim tarihsel süreçte ortaya çıkan "On Uygur" federatif adının "On Müttefik" manasına kullanılmış olma olasılığı tarihsel gerçeklik açısından ağır basar. Uygur adıyla ilgili bir diğer mes'ele ise İslam kaynaklarında her zaman ve Çin kaynaklarında bazen kendilerine verilen Dokuz Oğuz adının kökeni ve ne şekilde ortaya çıktığıdır. Aslında Uygurlar'dan ayrı bir budun (boylar birliği, ulus) olan dokuz Oğuzlar, Göktürk siyasî otoritesinin dayandığı topluluk idi. Bu anlamda ayrı bir etnik yapı oluşturmayıp bizâtihî Türk budununu oluşturan boylara verilen isimdi. Zaten Çin kaynaklarında kendilerinden "Türklerin dokuz kabilesi", Göktürkler'den ise "dokuz kabilenin Türkleri" diye bahsedilmesi; nitelik yönünden benzerliği ortaya koymaktadır. İşte bu Dokuz Oğuz boylarına -başka bir deyişle- dokuz adet Oğuz boyuna, dokuz oymaktan oluşan- Uygur boyu
nun eklenmesiyle "On-Uygur" denilen siyasal birlik ortaya çıkmıştır ve böylece Uygur adı ile Dokuz Oğuz adı birlikte ve bazen karıştırılarak kullanıla gelmiştir. Orhun Irmağı kıyısında başkenti Ordu-balık kentini kuran ilk Uygur Kağanı Kutluk Bilge Kül iki yıllık bir hükümdarlıktan sonra 747'de öldü. Yerine oğlu Moyen-çor(747-759) kağan oldu. Moyen-çor'un etkinliklerini Orhun-Selenga ırmakları arasındaki Şine-usu Gölü yakınında diktirdiği "bengü taş"'tan izlemek mümkündür. Buna göre öncelikle aralarında hep yakın ilişkiler olan Dokuz Oğuz boylarını derledi. Ardından Orhun-Ötüken bölgesinin etrafında konan göçen ve Türkçe konuşan boyları denetimi altına alma politikası gütmeye başladı. Bu çerçevede, kuzeyde Yenisey Irmağı havalisindeki Kırgızlar'la, Altay Dağları ile Tanrı Dağları arasında bulunan Karluklar ve onlara yardım eden daha batıdaki Türgişler'le, Yenisey, Obi ve İrtiş ırmakları arasında bulunan Basmıl, Dokuz Tatar ve Çikler'le savaşmış, bunların tamamını kendi kağanlığına bağlamıştır. Bu arada savaştığı boylar arasında belirtilen Sekiz Oğuzlar'ın Göktürkler'in etrafa dağılma sürecine giren asal budunu olma olasılığı yüksektir. Böylece Türk soylu boy ve budunları denetimine alan Moyen-çor Uygur Kağanlığını sağlam temellere oturtmuş bulunuyordu.681-744 yıllar arasında faaliyet göstermiş bir Türk devletidir. Uygurların Orta Asya politik sahasında etkinleşmesi yüzyılın ortalarına doğru tırmanan Arap-Çin rekabetiyle ilintilidir. Taraflar kozlarını 751 yılında Talas Irmağı kenarında yapılan savaşla paylaşmışlar, Kırgızların yanı sıra Karlukların da desteğini alan İslam kuvvetleri Çin ordusunu dağıtmıştır. Çin'in, Göktürk Kağanlığı'nın çöküşü ile yayılma ve nüfus etme olanağı bulduğu Tarım Havzası'nı (Bugünkü Doğu Türkistan) tamamen boşaltmasına -bu boşluğu Uygurlar doldurdu; bütün Tarım Havzası Uygur kontrolüne girdi- yol açan bu yeni durum, Çin'de sonu gelmez olaylar çıkmasına sebep olmuştur. Bu olayların en önemlisi Soğu kökenli olup-annesi Göktürk-, Çin ordusunda etkin pozisyonda bulunan An-lu-şan adındaki bir komutanın 200 bin kişilik bir kuvvetle Çin başkentleri Lo-yang ve Çang-an'ı zaptetmesiydi. Moyen-çur, Tang imparatoru (o dönemde Çin'i yöneten hanedan) Su-tsung]'un yardım çağrısına olumlu yanıt verdi. Çin'e giren Moyen-çor başkentleri geri almakta zorlanmadı. Bunun Çin'e maliyeti hiç de azımsanamayacak derecedeydi: 20 bin top ipek ve hatun adayı bir prenses. Alp Kutluk Bilge ve ardılları olan ve neredeyse tamamı Ay Tengri'de kut ya da ülüg bulduklarını belirten adlar taşıyan kağanlar döneminde Tibetliler'in Çin'e baskısı iyice arttı. Üstelik bu kez Beş-balık havalisine hakim olan Şa-to Türkleri ile de ittifak kuran Tibetliler, Uygurlar'ın Çin ile aralarında kurduğu ticari, siyasî ve askerî dengeleri sarsmaktaydı. Hattâ bazı kağanların devrilmesinde Tibetliler'in Çin'e yaptıkları akınların önlenememesi etkili oluyordu. Bir ara Ediz boyundan Kutluk Kağan döneminde (795-805) refah ve huzur seviyesine çıkıldıysa da Tibetliler'in Doğu Türkistan'a sızmaları ve Kırgızlar'ın kuzeyden baskıları devletin sonunu getirdi. Maniheizm'nin gittikçe yaygınlaştığı anlaşılan ve toplum yapısı iyice değişen Uygurlar'ın hemen yanıbaşında bulunan, göçebe savaşçı özelliklerinden hiçbir şey kaybetmemiş olan Kırgızlar; 840 yılında Ordu-balıg'ı basarak son Uygur kağanı Ho-sa'yı öldürdüler, ahaliyi kılıçtan geçirdiler. Ötüken'de devletleri yıkılan Uygurlar, yurtlarını terk ederek Karluk ülkesine (Çungarya), Kan-çou'ya ve yoğun bir şekilde İç Asya/Tarım havzası'na göç ettiler. Türk boyları arasında tarım toplumunun ilk örnekleri bu dönemde görülür. Tarım yapabilmek için şehirler kurulmuştur. Göçer hayatın izin vermediği kültür birikimi sağlanmıştır. Günümüz Türk devletlerine varan birçok özellik ilk olarak Uygurlarda görülür. İbn Fadlan Dönemin seyyahlarında Uygur kültürünün zenginliğinden bahsedilmiş, birçok dinin bir arada yaşaması betimlenmiştir. Türklerin ata dini olan tengricilik ile budizm, maniheizm, nesturi hristiyanlık bir arada ve problemsiz şekilde yaşamaktaydı. Devlet özellikleri açısından Çinlilerce ilginç bulunup, incelemek için elçiler yollanıyordu. Budizme geçiş de Çinli elçiler vasıtasıyla olmuş, Uygurlar diğer kültürler altında ezilmemek için dünyada pek kabul görmeyen maniheizmi tercih etmiştir. Mani dini yine Bögü Kağan zamanında resmi din haline gelmiştir. Sonunda budist yoğunluklu, diğer dinlerin de rahat yaşandığı bir devlet ortaya çıkmıştır. İlk hukuk, sivil örgütlenme, vergi, spor, müzik terimler bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bozkır hayatının anarşik yapısına karşılık Uygurlarda hoşgörü ve refah içinde yaşanıyordu. Bu özellikler o dönemden kalan binlerce hukuk, sivil ve devlet yazmalarında görülebilir. İlerleyen dönemlerde Kansu'da yaşayan Uygurlar Buda dinine geçtiler. Uygurlar ilk zamanlar Göktürk alfabesini kullanmış daha sonra ise Uygur alfabesini geliştirmişlerdir. Moğol devlet teşkilatında görev alan Uygur asıllı insanların etkisiyle Uygur harfleri Moğal ve Mançurların da yazısı haline geldi. Uygur yazısı Fatih Sultan Mehmed zamanında da İstanbul'daki sarayda öğretilmiştir. Fatih'in "Otluk Beli Fetihnamesi" Uygur harfleriyle ve Doğu Türkçesiyle yazılmıştır. Uygurlara ait matbaa ve kâğıt tezgâhlarının olduğu da bilinmektedir. Tengri Kağan 762 yılında Mani (یین مانی "Āyin e Māni"; 摩尼教, "Móní Jiào") dinine dönmüş, daha sonra yeğeni "Tun Bağa Tarkan" tarafından öldürülmüştür. Van Gölü Van Gölü, Bitlis ili sınırları içerisinde bulunan Nemrut volkanik dağının patlaması sonucu, bölgedeki tektonik çöküntü alanının önünün kapanmasıyla oluşmuş bir volkanik set gölüdür. Çok sayıda koyu bulunan Van Gölü'nün yüzölçümü 3.713 km²'dir. Van Gölü hem tatlısu hem de deniz ekosistemlerinden farklı bir sucul ekosistemdir. Suları tuzlu ve sodalıdır. Göl suyu tuzluluk oranı %o19, pH'sı ise 9.8 dir. Bu yüzden Van Gölü yüksek rakıma ve sert kışlara rağmen, donmaz. Göl su seviyesi iklime bağlı olarak yükselip, düşmektedir. Ancak ortalama olarak denizden yüksekliği 1646 metredir. Gölün ortalama derinliği 171 m, en derin yeri ise, 451 metredir. Gölün doğu bölümünde dört ada vardır. Bunlar; Akdamar, Çarpanak, Adır ve Kuş adalarıdır. Adalar tarihi ve turistik özelliğe sahiptir ve 1990 yılında Arkeolojik Sit Alanı ilan edilmişlerdir. Van Gölü dünyanın en büyük sodalı gölüdür ayrıca Türkiye'de bulunan en büyük göldür. Gölün tuzlu-sodalı suları, biyolojik çeşitliliği sınırlamaktadır. Gölde bilinen 103 tür fitoplankton, 36 tür zooplankton ve tek bir tür balık inci kefalı, (Chalcalburnus tarichi) yaşamaktadır. 2015 yılında yapılan araştırmalara göre gölde piyasa değeri 7.5 milyar dolar olan 50 tonluk Uranyum vardır. Göl etrafı karadan 430 km.'dir ve bunun 245 km si Bitlis ili sınırları içindedir. Yöre halkına göre gölde bir canavar yaşamaktadır. Söylentiyi çıkaranların amaçlarının bölgeye turist çekmek olduğu söylense de, söylentileri araştırmak amacıyla bölgede pek çok bilimsel araştırma ekibi çalışmalar yapmıştır. İstanbul-Tahran demiryolu hatlarını da bağlamaktadır. Türkiye ve İran'a bağlanan demir yolu 1970 lerde yapılmıştır. Van Gölü Doğu Toros ve Aladağların arasında kalan tektonik oluşumun batı kısmında bulunmaktadır. Gölün batısında ve kuzeybatısında birkaç sönmüş volkan vardır. Süphan Dağı ve Nemrut Dağı bu sönmüş volkanların birkaçıdır. Yaklaşık 200 bin yıl önce, Buzul Çağın ortalarında, Nemrut Dağından akan lavlar uzunluğu 60 km'yi aşan bir akım oluşturmuş. Bu akım Van Çukuru ile Muş Çukuru arasındaki su akımını engelleyince göl oluşmuştur. Günümüzdeki araştırmalarda Doğu Toros Dağlarının erozyona uğraması sonucu Van Gölü'ndeki suların Dicle'ye dökülüp, gölün küçüleceği ya da yok olacağı düşünülmektedir. Eski Yunan coğrafyacıları tarafından Thospitis Lacus ya da Arsissa Lacus olarak anılan Van Gölü'nün modern zamanlardaki ismi, sınırlarına dahil olduğu Van ilinden gelmektedir. Urartu Krallığının başkenti, Milattan önce 10. ve 8. yüzyıllar arasında, gölün doğu kıyılarında kurulmuştur. Van Gölü sahilleri boyunca ve pek çok adalarında Ermeni Klisesi ve manastır kalıntıları bulunabilir. En iyi korunanı onuncu yüzyıldaki "Kutsal Haç" Klisesidir. Akdamar Adası'ında yer alır. Kral "Gagik Artzruni" tarafından 915 ve 921 yılları arasında inşa edilmiştir.Dış duvarlardaki rölyefler kutsal kitaba ait Âdem ve Havva, Jonah and the whale (Yunus ve Balina), Davud ve Goliath (Golyat) gibi hikâyeler sunar. Diğer önemli tarihsel anıt gölün doğu kıyısındaki "Van Kalesi"dir. Modern Van şehri bu kalenin doğusunda yer alır. Yüz ölçümü3.713 km²’dir. Denizden yüksekliği 1.646m derinliği ise 457m‘yi aşmaktadır. Gölün doğusunda Akdamar, Çarpanak, Adır ve Kuş adaları bulunmaktadır. Bu adalar turistlik özelliğe sahiptir. Sit alanı olarak ilan edilmiştir. Coğrafya Kapalı bir havza olan Van Havzası, eski Muş-Van çukurluğunun bir parçasıdır. Kuzey ve güneyinden faylarla sınırlanmış bir çöküntü alanı olan eski Muş-Van çukurluğu, Miosen sonlarında başlayıp Pleistosen’de devam eden volkanik faaliyet sonucunda meydana gelen Nemrut Volkanının oluşturduğu setle iki kısma ayrılmıştır (Gürbüz 1994:16, Avcı 2015:21-23). Nemrut Dağı’nın doğusunda kalan ve eskiden Fırat akarsu sistemine bağlı olan akarsuların dışa akışı kesilmiştir. Suların Nemrut Dağı’nın oluşturduğu setin arkasında birikmesiyle Van Gölü ve dolayısıyla Van Kapalı Havzası meydana gelmiştir (Saraçoğlu 1989: 435, Akt: Avcı 2015:21-23). Van Gölü Havzası; güneyden Bitlis Masifi’nin yüksek dağları (İhtiyar Şahap dağları) tarafından çevrelenir. Batıdan Nemrut ve Süphan volkan sistemlerinden kuzeyde yer alan Taşlıçay (Pani) Platosu’nun güney kesimlerine doğru ilerleyen hattın Yukarı Murat Havzası’nın güneyi ile sınırlayabileceğimiz Havza, kuzeyden Meydan Dağı, Bozdağ, Muratbaşı (Hüdavendigar) Dağları, Aladağ ve Tendürek dağlarıyla çevrelenir. Havza, doğuda Van Doğusu Dağları’nın batısında kalan alanları da içine alarak aslında Van Gölü’nün ekolojik ve iklimsel etkilerinin görüldüğü yerler olarak değerlendirilebilir . İnceleme alanı genelinde, Paleozoik’ten günümüze kadar olan zam
an aralığını temsil eden metamorfik, mağmatik ve sedimanter kayaç gruplarına ait kayaçlar yüzeylenmektedir. Bu çalma kapsamında inceleme alanının jeolojik yapısı, inceleme alanının büyüklüğü ile yüzeylenen birimlerin yaşları ve kökenleri dikkate alınarak, jeolojik birimler sekiz birim altında incelenmiştir. İnceleme alanının temelinde, Paleozoik - Mezozoik yaşlı Bitlis Masifine ait gnays, Şist, kuvarsit ve mermerler yüzeylenmektedir. Bu birimleri; Üst Kratese yaşlı Ofiyolitik Kayaçlar, Üst Kratese - Paleosen ve Alt - Orta Eosen yaşlı Volkanik Kayaçlar, Eosen - Miyosen yaşlı kırıntılı ve karbonatlı kayaçlar, Pliyosen - Kuvaterner yaşlı volkanik kayaçlar ve Pliyosen - Kuvaterner yaşlı sedimanter örtü kayaçlar izlemektedir. Van Gölü kıyısında yer alan alüvyal ovaların önemlileri, Ilıca (Zilan) Çayı ve kollarının taşıdığı malzeme ile oluşan Erciş ovası, Bendimahi Çayı boyunca uzanan Muradiye ovası, Değirmendere (Akköprü Çayı), Doni (Gölardı), Zemobat gibi küçük akarsu ve mevsimlik derelerin oluşturduğu nispeten büyük olan Van ovası, Adilcevaz’ın kuzey doğusunda bulunan Arın ovası ve araştırma sahamızın da bir kısmının içinde yeraldığı gölün güney doğu kısmında yer alan 45 km uzunluğunda, 7 km kadar genişliğinde ve 135 km²’lik bir alana sahip olan Gevaş-Gürpınar ovası yer almaktadır. Van Gölü kapalı havzasının göl alanlar dâhil, yüzeysel drenaj alan 15495 km²’dir. Van Gölü’nün yüzey alan (serbest su yüzeyi) 3558 km² ile 3626 km² arasında değişmekte olup, ortalama gölalan ise 3580 km² olarak hesaplanmıştır. Van Gölü su seviyesi ise 1646 metre ile 1650 metre arasında değişmekte olup, uzun yıllar ortalama su seviyesi ise 1648 metredir . İnceleme alanı Van ve Bitlis illeri idari sınırlar içinde yer almaktadır. Dünya’nın en büyük sodalı gölü olan Van Gölü yer almaktadır. Van Gölü gölalan dâhil, kapalı havzanın yüzeysel drenaj alanı 15495 km² olup, Van Gölü kapalı havzasının çevresi ise 1233 km olarak hesaplanmıştır.16096 km² genişliğindeki Havza’nın tabanına Van Gölü yerleşmiştir. % 2,6 tuzluluk oranıyla bir soda gölü olan Van Gölü 3626 km² yüzey alanı, 607 km3 hacmi, 12470 km² drenaj alanı ve maksimum 451 metre derinliği ile Türkiye’nin kara içerisindeki en büyük su kütlesidir. Su yüzeyinin denizden yüksekliği son yıllarda 1650 metreyi bulmuştur. İlhan Usmanbaş İlhan Usmanbaş, (d. 23 Ekim 1921, Ayvalık İstanbul). Türk klasik müzik bestecisi, müzik öğretmeni. On iki yaşında kendi kendine viyolonsel çalmaya başlamış ve Galatasaray Lisesi'ndeki öğrenciliği boyunca müzik çalışmalarını Sezai Asal'la yürütmüştür. 1941'de liseyi bitirince İstanbul Edebiyat Fakültesi ve Belediye Konservatuvarı'nda öğrenciliğe başlamıştır. Cemal Reşit Rey'in armoni ve Sezai Asal'ın viyolonsel derslerini izlemiş, ve 1942'de Ankara Devlet Konservatuvarı'nın Kompozisyon Bölümü'ne geçerek Hasan Ferid Alnar'la armoni, kontrpuan ve kompozisyon, Ahmet Adnan Saygun'la kompozisyon, David Zirkin'le viyolonsel, Ulvi Cemal Erkin'le piyano çalışmıştır. 1948'de Ankara Devlet Konservatuvarı'nın ileri döneminden mezun oldu. Aynı yıl soprano Atıfet Usmanbaş ile evlendi. Henüz öğrenciyken yazdığı ilk orkestra yapıtı, Mozart’tan esinlendiği “Küçük Gece müziği”dir (1946). Yine aynı yıl içinde Usmanbaş’ı yeni arayışlar içinde görüyoruz: Sartre ve Leibowitz’in yazılarını ve kitaplarını Fransızca’dan izlemeye başlamış, Alban Berg’in “Wozzeck” operasını kitaplıkta keşfederek Bülent Arel’le birlikte öteki çağdaş bestecilerin yapıtlarını incelemeye, seslendirmeye girişmiştir. Konservatuvar öğrencisi olmayan genç bestecilerden Ertuğrul Oğuz Fırat’la arkadaşlığın başlaması da bu yıllardadır. 1952'de Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) kanalıyla Amerika'ya gitmiş, aynı yıl Ankara'da Helikon Derneği'nin kurucuları arasına katılmıştır. 1956'da Ankara Devlet Konservatuvarı'nda müzik tarihi öğretmenliği yapmıştır. 1957-58 yıllarında Rockfeller bursu ile Amerika'ya giderek birçok besteci ile tanışma olanağı bulmuştur. 1960’an sonra besteci, “dizisel yazı”dan uzaklaşmaya başlayarak yeni tekniklere yönelmiştir. Bestecilik serüveni genelde şöyle bir çizgi izlemiştir: Usmanbaş, Türkiye’de uzun yıllar sürdürdüğü kompozisyon öğretmenliği koşutunda, kitaplar ve çeviriler yayınlamış, kongre bildirileri ve makaleler yazmıştır. Başlıcaları arasında: sayılabilir. İlhan Usmanbaş’ın yapıtlarına ilişkin nota koleksiyonu, Sevda-Cenap And Müzik Vakfı belgeliğindedir. 1) “Altı Prelüd”, piyano için, Ankara 1945; Başlıklar: Toccato, Siciliano, allo conanina, duo lyriche, V, Alla Francese; Basım: Theodore Presser, Bryn Mawr, A.B.D. 2) “Küçük Gece Müziği”, yaylılar orkestrası için, Ankara, 1946; Başlıklar: Allegro, Adagio, Menuetto, Finale; Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı, No:16. 3) “Sonat”, keman ve piyano için, Ankara, 1946. Başlıklar: Allegro, Adagio, Allegro. Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı, No:31. 4) “Yaylılar Dörtlüsü–47”, Ankara,1947. Bartok’un Anısına: 2/4=88, 1/4=52, 3/8=96, tema ve çeşitlemeler: Fromm Ödülü. Basım:Boosey/Hawkes, New York. 5) “Keman Konçertosu”, Ankara 1947. İlhan Özsoy için. Başlıklar: Allegro, Allegro molto. Keman – Piyano Uyarlaması: Usmanbaş. Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı. 6) “Senfoni No:1”, Ankara 1948. (Gözden geçirme: 1978). Başlıklar: Preludio, Allegro, Postludio, partiler And Vakfı’nda. Band Kaydı: 1986. 7) “Kentet”, klarnet ve yaylılar dörtlüsü için. Ankara 1949. Başlıklar: Allegro, adagio, allegro. Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı, No:20. 8) “Sonat”, trompet ve piyano için, (Haendel stilinde), Ankara, 1949. Başlıklar: Allegro, Largo, Allegro. Bestecinin el yazısından çoğaltma. 9) “Sonat”, obua ve piyano için. Ankara, 1949. Ali Kemal Kaya’ya. Başlıklar: Invention, Chaconne, Toccata. Bestecinin el yazısından çoğaltma. 10) “Anlatıcı”, yaylılar orkestrası, yaylılar dörtlüsü, piyano ve timpani için müzik, Ankara, 1950. (tamamlanmadı) 11) “Senfoni No:2” yaylılar için, Ankara, 1950. Başlıklar: Allegro, adagio, allegro. Bestecinin el yazısından çoğaltma. 12) “Viyolonsel ve piyano için müzik No:1”, Ankara 1951. Tek bölüm. Bestecinin el yazısından çoğaltma. 13) “Viyolonsel ve Piyano için müzik No:2”, Ankara 1951. Ankara Devlet Konservatuvarı Yayınları. 14) “Morg Şiiri”, anlatıcı, koro ve büyük orkestra için. Ankara 1952. Şiir: Ertuğrul Oğuz Fırat. (tamamlanmadı). 15) “Üç müzikli şiir”, soprano ve piyano için. Ankara-Tanglewood, 1952. Sunu: Luigi Dallapiccola. Basım: Suvini Zerboni, Milano, 5306. (Koussewitzky Ödülü). 16) “Salvador Dali’den 3 resim”,22 yaylı çalgı için,Ankara 1952 – 1955. Başlıklar: “Las Tentationes de san Antonio”, “El Sentuaro”, “Angel Explotando Annonicamente. Bestecinin el yazısından çoğaltma. 17) “Beş Etüt”, keman ve piyano için. Ankara 1952 – 1955. Radyo kaydı; el yazısından çoğaltma. 18) “Yaylılar orkestrası için deneme”, Ankara, 1953. 19) “Oğuzata”, sahne müziği, Ankara, 1955. Selahattin Batu’nun yapıtı. 20) “Dört Japon Estampı”, kadın korosu ve orkestra için, Ankara, 1956. (Partisyonu kayıp). 21) “Siyah Kalem”, film müziği, üflemeliler ve vurmalılar için. İstanbul, 1956. 22) “Klarnet ve viyolonsel için üç parça”, Ankara, 1956. 23) “Üç Sonatin”, klarnet ve piyano için, 1056. Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı No: 22. 24) “Mavi Kuş”, tiyatro müziği, Ankara, 1956. 25) “Üç Bölüm”, iki piyano için, Ankara, 1957. Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı. 26) “Şiirli Müzik”, New York, 1958. Mezzo-soprano ve beş çalgı için. (Koussewitzky Ödülü), Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı. 27) “İki Madrigal”, karma koro için, Ankara, 1959. 28) “Un coup de dés”, Stéphan Mallarmé’nin bu başlıktaki şiirinin hecelerinden türetilmiş sesli ve sessizler üzerine büyük koro ve orkestra için, Ankara, 1959. 29) “Repos d’été”, Eluard’ın şiiri üzerine yaylı dörtlü ve soprano için, Ankara, 1960. 30) “Sekizli”, Ankara, 1960. 31) “İki Parça”, keman ve viyolonsel için, Ayvalık, 1960. 32) Viyola ve Piyano için, Ankara, 1961. 33) “Gölgeler”, büyük orkestra için iki bölüm, Ankara, 1962. 34) “Ölümsüz Deniz Taşlarıydı”, piyano için, Ankara, 1965; Kamuran Gündemir’e adanmıştır; Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı. 35) “Soruşturma”, piyano için tek bölüm. Ankara, 1965. Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı. 36) “Mavi Üçgen”, obua için tek bölüm, Ankara; 1965. Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı. 37) “…ki yalnızdırlar…”, solo keman için tek bölüm, Ankara, 1965-68; Suna Kan’a adanmıştır; Radyo Kaydı: 1968. 38) “Boşluğa Atlayış”, Keman solo ile flüt, İngiliz kornosu, kontrbas ve piyano için tek bölüm, Ankara, 1965-66; Wieniawsky Kompozisyon Yarışması Birincilik Ödülü, Ponzan, Polonya; Basım: keman ve piyano uyarlaması olarak Polomya Devlet Müzik Yaylınları. 39) “Bölüm”, büyük orkestra için, Ankara, 1965-66; “Kurtuluş Savaşı Adına”; TRT siparişi; radyo kaydı: G. E. Lessing yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası. 40) “12 Küçük Parça”, çocuk tiyatro oyunlarından derlemeler, 3 flüt, 2 obua, keman ve vurmalılar için, Ankara 1967; Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı. 41) “Parçalanan Sinfonietta”, çeşitli çalgılardan oluşan orkestra için. Ankara, 1967-68; Ertuğrul Oğuz Fırat’a; ilk seslendirme: Utrecht, Hollanda, 1980; TRT siparişi; Partisyon ve partiler TRT belgeliğinde. 42) “Raslamsallar I, II, III, trompet, piyano, keman ve kontrbas için, Ankara, 1967; Şebnem Aksan’ın koreografisiyle ilk seslendirilme: İstanbul, 1977. 43) “Raslamsallar IV, V, VI, vibrafon, alto saksofon, kontrbas ve vurmalılar için, Ankara 1968, ilk seslendirilme: Ankara, 1993, Moskova Yeni Müzik Topluluğu. 44) “Raslamsal, Vc-Pf I, II”, viyolonsel ve piyano için, Ankara, 1968; İlk seslendirme Ankara, 1993, Moskova Yeni Müzik Topluluğu Üyeleri. 45) “Biçim/Siz (I, II, III)”, piyano için, Ankara 1968: ilk seslendirme, Ankara, 1971, Kamuran Gündemir. 46) “Kaynak”, piyano solo, sekiz viyolonsel, dört kontrbas için açık biçim, Ankara, 1968. 47) “Bale için müzik”, çeşitli çalgılardan oluşan orkestra için, Ankara, 1968; Cenevre Bale Müziği Yarışması Ödülü (1969); İlk sahnelenişi; Cenevre, 1971; Senogrofi: Jean-Marie Sosso; Tür
kiye’de ilk sahnelenişi: Ankara Devlet Opera ve Balesi, 1974; Koreograf: Duygu Aykal. 48) “Özgürlükler”, koro, vurmalılar ve yönetmen için,Ankara 1970. 49) “Şenlikname”, beş solo, kadın korosu, arp, zil türü vurmalılar ve davul türü vurmalılar için, ilhan Berk’in aynı addaki şiiri üzerine; Necil Kazım Akses’e adanmıştır, Ankara, 1970. 50) “Bakışsız Bir Kedi Kara”, ses ve piyano için, Ankara, 1970; Ece Ayhan’ın aynı addaki şiir demeti üzerine; ilk seslendirme; İstanbul, 1977, Mesut İktu ve Metin Öğüt; Basım: Ankara Devlet Konservatuvarı. 51) “Kareler”, sesler, konuşmacılar, koro ve çalgı topluluğu için, Ankara, 1970; Behçet Necatigil’in aynı addaki şiir demeti üzerine. 52) “Yaylı Dördül’ 70”, Ankara, 1970. Faruk Güvenç’e; ilk seslendirme: Yücelen dörtlüsü, Ankara, 1973. 53) “4 kolay 12 ton parçası”, piyano için, Ankara, 1970; Ulvi Cemal Erkin’e; ilk seslendirme: Kamuran Gündemir, Ankara, 1973. 54) “Gençliğe Hitabe”, orkestra ve iki konuşmacı için Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe”si üzerine, Ankara, 1973. ilk seslendirme: Hikmet Şimşek yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, 1974; Kültür Bakanlığı Siparişi. 55) “Devr-i Kebir”, vurmalılar altılısı için, Ankara, 1974; İlk seslendirme: İstanbul Festivali, Fink Vurma Çalgılar Altılısı, 1975; Basım: Edition Simrock, Hamburg. Bale olarak kullanımı: Japonya, 1993, Koreografi: Dilek Evgin. 56) “FI-75”, solo flüt için, İstanbul’1975; ilk seslendirme: Mükerrem Berk, 1975. 57) “Bas Klarnet X Bas Klarnet”, basklarnet ile banda alınmış basklarnet, İstanbul, 1976; Harry Sparnaay’a; ilk seslendirme: H. Sparnaay, Hollanda, 1979. 58) “…bulutlar nereye gider?”, bale müziği, dört vurma çalgıcı ile iki obua için, Ayvalık-Ankara, 1977; ilk temsil: Ankara Devlet Opera ve Balesi, koreograf: Duygu Aykal; partisyon: Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde. 59) “Saksofon Dörtlüsü”, İstanbul, 1977-78; Het Rinjmond Saksofon Kwartet için; ilk seslendirme: Evenstone, ABD, 1980. Türkiye’de ilk seslendirme: İstanbul Festivali Rinjmond Saksofon Dörtlüsü; Partisyon TRT Müzik Dairesi. 60) “Senfoni No:3”, büyük orkestra için, 7 bölüm, İstanbul, 1979; ilk seslendirme: (ilk 5 bölüm) Gürer Aykal yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Ankara, 1980. TRT siparişi, partisyon TRT Müzik Dairesi’nde; yurtdışı seslendirme: Arturo Tamaya yönetimindeki Danimarka Radyo Orkestrası, Sunu: Atıfet Usmanbaş. 61) “Monoritmica”, klarnet dörtlüsü için, İstanbul, 1980; Adnan Saygun’a; Het Nederlands klarnet Kwartet için; ilk seslendirme: Het Nederlands Klarnet Dörtlüsü, Utrecht, 1981. 62) “Yurtta barış, dünyada barış”, büyük orkestra için bale müziği, İstanbul, 1981; ilk seslendirme: Besteci yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası üyeleri, Ankara Radyosu Stüdyosu, 1982. 63) “Saxmarim”, saksofon ve marimbafon için, İstanbul, 1982-85; Duo Contemporaine için; ilk seslendirme: Duo Contemporaiene, İstanbul, 1987. 64) “Partita (alcoarci)”, klavsen için, İstanbul, 1983-85; başlıklar: Allemande, Corrente, Aria, Ciacona; Bach yılı için; ilk seslendirme: Leyla Pınar, İstanbul, 1991. 65) “Gılgamış”, Orhan Asena’nın oyunu üzerine sahne müziği, koro ve vurmalılar için, İstanbul,1983. ilk seslendirilme: İstanbul,1983, rejisör: Raik Alnıaçık. 66) “Konser Aryası”, arp ve yaylılar orkestrası için, İstanbul,1983; İnönü Vakfı Siparişi, İnönü’nün anısına, Sevin Berk için; ilk seslendirme: 1985, Sevin Berk ve TRT Oda Orkestrası; partiler And Vakfı belgeliğinde. 67) “Partita per Violino Solo”, solo keman için, İstanbul 1984-85; başlıklar:Allemande, Corrente, Aria, Giga; Bach yılı için. 68) “Partita per Violoncello Solo”, solo viyolonsel için, İstanbul,1985; başlıklar: Allemande, Corrente, Aria, Ciacona. 69) “Viva la Musica”, üç trompet, vurmalılar ile yaylılar orkestrası için iki bölüm, Ayvalık-İstanbul, 1986. ilk seslendirme: 3. Viva Konseri, Bayerischer Raundfunk. Yöneten: Hikmet Şimşek, Münich, 1987. 70) “Çizgiler”, piyano, gitar, vurmalılar için grafik müzik, İstanbul, 1086; ilk seslendirme: Grup AMM, İstanbul, 1986. 71) “Perpentuum Immobile-Perpetuum Mobile”,senfonik üflemeli ile vurmalılar için iki bölüm, İstanbul, 1988; Betin Güneş’e; ilk seslendirme: Köln, 1992. 72) “Partita”, solo viyola için, İstanbul, 1989; solo viyolonsel için partita’dan düzenleme. 73) “Solo Piyano ile 12 çalgı için”, İstanbul, 1990 – 1992. 74) “Trio di tre soli”, keman için tek bölüm, Ayvalık, 1990. 75) “Tropic”, keman, viyola ve viyolonsel için tek bölüm. Ayvalık, 1991; ilk seslendirme: Ankara Yeni Müzik Festivali, Moskova Yeni Müzik Topluluğu, 1993. 76) “Çizgi ve Noktalar”, arp için, İstanbul, 1992; İpek Mine Tongur’a ilk seslendirme: İstanbul, 1992. 77) “Üflemeliler ve yaylılar için Müzik”, İstanbul, 1994. 78) “Piyano için Müzik”, Cengiz Tanç’a. İstanbul, 1994. 79) “Yaylılar Dörtlüsü”, İstanbul, 1994. 80) “Viyolonsel için müzik”, Lutoslavski’nin anısına. İstanbul,1994 81) “Klarnet ve Piyano için Müzik”, İstanbul, 1994. 82) “Keman ve Piyano için Müzik”, İstanbul, 1994. 83) “Altosaksofon ve Marimba için müzik”, İstanbul, 1995. 84) “Trio”, piyano keman ve viyolonsel için, İstanbul, 1995. 85) “Büyük Orkestra için Müzik”, Uğur Mumcu’nun anısına,1996. 86) “Yaylı Dördül için Müzik”, 1996. 87) “Viyolonsel için Müzik”, 1997. 88) “İki viyolonsel için Müzik”, 1997. 1) “Keloğlan”, Ankara Devlet Tiyatrosu, 1949. 2) “Gülen Kızla Ağlayan Çocuk”, Radyo oyunu, 1955. 3) “Mavi Kuş”, Ankara Devlet Tiyatrosu, 1956. 4) “Pollyanna”, Ankara Devlet Tiyatrosu, 1956. 5) “Leylek Sultan”, Ankara Devlet Tiyatrosu, 1959. 6) “Deli Dana”, radyo oyunu, 1965. 7) “İyiliğin Gücü”, radyo oyunu, 1965. 8) “Uyuyan Güzel”, radyo oyunu, 1966. 9) “Fareli Köyün Kavalcısı”, radyo oyunu, 1966. 10) “Hırsız”, radyo oyunu, 1966. 11) “Al Gülünü, Ver Gülümü”, radyo oyunu, 1967. 12) Dört çocuk parçası. Dört renk teoremi Teorem: Sonlu sayıda bölgeden oluşan bir harita, birbirine sonsuz sayıda nokta boyunca komşu olan iki bölgenin renkleri birbirinden farklı olmak üzere, boyanacaksa bu işlem için dört rengin yeterli olacağı bir strateji vardır. Bu teoremin doğrudan uygulamalarından birisi harita boyanmasıdır; eğer her ülkenin tek bölgeden oluştuğu varsayılırsa bir siyasi haritanın tüm ülkeleri, komşu ülkeler aynı renge boyanmadan dört renge boyanabilir. Ancak bu uygulamadaki varsayım, dünya haritası için uygun olmayıp Amerika Birleşik Devletleri ve Azerbaycan gibi birden fazla bölgeden oluşan ülkeler bulunmaktadır. Bu konjektür (ispatsız, fakat doğruluğu tahmin edilen sanı) 1852'de Augustus De Morgan'ın bir öğrencisi olan Francis Guthrie tarafından ileri sürüldü. Komut kümesi Bilgisayar mimarisi, Donanım Sistemi Mimarisi (HSA) ve Buyruk Kümesi Mimarisi (ISA) başlıkları altında iki farklı yaklaşımla tanımlanmaktadır. Donanım Sistemi Mimarisi donanım aygıtlarının (G/Ç, Bellek, MİB v.s.) bağlı olduğu alt sistemi oluştutur. Buyruk Kümesi Mimarisi ise bu elemanlara yön verecek programlar yazılırken kabul edilecek öngörülerdir. Dolayısıyla Buyruk Kümesi Mimarisi (ISA) yazılım ile donanım arasında iş gören bir birimdir. Merkezî işlem birimine yön verecek program bâzı adımlardan oluşur ve her adımda, MİB’ne yapması gereken işlem ve yapacağı işlemin hangi büyüklükler üzerinde olacağı belirtilmektedir. MİB’nin her bir program adımında yapması gereken işlemleri belirtmek amaçlı kullanılan açıklamaya buyruk denilir. Buyruk içinde yapılacak işlemi ve adresleme yöntemini belirten ise komuttur. İşlenen, üzerinde işlem yapılacak büyüklüğü ya da büyüklüğün yerini (bellek gözünü) belirtir. Yüksek seviye dilleri bilgisayar mimarisinden bağımsızdır. Bu diller derleyici tarafından mimariye bağımlı olan makine diline çevrilir. Bir diğer çevirici (assembler) bu çevrilen makine dili buyruklarını işlenebilir ikili kodlara çevirir. Buyruk Kümesi Mimarisi (BKM) işlemcinin programcıya ve derleme yapan kişiye görünen yüzüdür. Yüksek seviye dilleri ise mimarinin detaylarını programcıdan saklar. Bir makine buyruğunun bir işlem kodu ve bir veya daha fazla işlenenden oluştuğunu biliyoruz. Buyruk kümesini kodlamak çok değişik yollarla yapılabilir. Mimariler; buyruk başına içerilen bit sayısından (genellikle 16, 32 ve 64 bit), buyruk başına içerilen işlenen sayısından, buyruk türlerinden ve her birinin işleyebileceği verilerden dolayı birbirlerinden farklılık gösterirler. Daha ayrıntılı olarak mimariler birbirlerinden şu özelliklerden dolayı farklılık gösterirler; İşlenenler bellek dışında nerede saklanacaklar? Veriler yığın (stack) yapısı içinde veya yazmaç içinde saklanabilirler. Tipik bir buyrukta kaç işlenen isimlendirilecek?, 0, 1, 2, 3 en yaygın işlenen sayılarıdır. Herhangi bir AMB buyruk işleneni bellekte konumlanabilirmi? Yoksa bütün işlenenler MİB içerisindemi tutulacak? Buyruklar yazmaçtan-yazmaca, yazmaçtan-belleğe ya da bellekleten-belleğe gibi buyruk başına işlenenlerin kombinasyonu şeklinde sınıflandırılabilir. BKM(Buyruk Kümesi Mimarisi) ne gibi işlemleri destekleyecek? Ayrıca hangi buyruklar belleğe erişecek ve hangileri erişmeyecek? İşlenenlerin türü ve boyutu ne ve nasıl belirtilecekler? İşlenenler adresler, numaralar ve hatta karakterler olabilirler. Bütün bunların içerisinde en önemli farklılık MİB içerisinde işlenenleri saklayacak ara hafıza birimleridir. (Bu hafıza elemanları ileride detaylı olarak anlatılacaktır.) Buyruklar; etiket alanı, işlem kodu alanı, işlenen alanı ve açıklama alanından oluşur. Bunlara Kaynak Program Alanları denir. Etiket alanı bir sayısal değere veya bir bellek alanına karşılık gelir. Yazılması isteğe bağlıdır. Herhangi bir BRANCH, JUMP veya CALL komutunun altyordama dalış adresi olabilirler. İlk harfi kesinlikle bir harf ile başlar ve en fazla 6 karakter uzunluğunda olabilir. Etiketlerin kullanılma sebepleri; İşlem kodu alanında mnemonic (hatırlatıcı) harflerle yazılan yapılacak işin komutları bulunur. Mesela LoaD Accumulator with operand komutunu LDA, Branch on Carry Set komutunu BCS halinde hatırlatıcı olarak buyruğumuza koyuyoruz. İşlenen alanı işlenene gerek duyan buyrukların veri veya adre
s tanımladıkları yerdir. İşlenenin başına veya sonuna konulan işaretlerden ne tür bir bilgi olduğu anlaşılır. Aşağıdaki tabloda bu işaretler anlamlarıyla birlikte gösterilmiştir. Tablo: adres ve veri önünde-sonunda kullanılan işaretler ve anlamları Açıklama alanı programcı tarafından bir başkası tarafından programın izlenmesi veya yürütülmesi maksadıyla konulmuştur. İsteğe bağlıdır. Program satırlarında buyrukların ne yaptığını anlatmak için kullanılır. Derleyici tarafından dikkate alınmaz. Bilgisayar mimarileri tasarım aşamasında oldukları zaman öncelikli olarak buyruk kümesi formatı belirlenmelidir. Bu formatı seçmek genellikle oldukça zordur çünkü buyruk kümesi mimariyle uyuşmalıdır ve mimari, eğer iyi tasarlanmışsa, yıllarca ömrünü sürdürebilmelidir. Tasarım aşamasında yapılan kararlar uzun süreli dallanmalara sahiptir. Buyruk kümesi mimarisi bâzı değişik faktörlere göre ölçülür. Bunlar: (1) bir program için gereken alan; (2) bir buyruğu yürütmek için gereken çözümleme sayısı cinsinden buyruk kümesinin karışıklığı ve buyruk tarafından yürütülen görevlerin, işlerin karışıklığı; (3)buyrukların uzunlukları; (4) toplam buyruk sayısı. Bir buyruk kümesi tasarlanırken göz önünde bulundurulması gerekenler ise; Bilgisayarın ve bilgisayar mimarisinin çok baytlı (katmanlı bayt) verileri nasıl sıralayacağıyla ilgili bir kavramdır. Soldan anlamlılık ve sağdan anlamlılık da denilmektedir. Bugünkü çoğu mimariler bayt-adreslenebilir olduklarından çok sayıda baytın bellekte nasıl sıralanacağıyla ilgili bir standarda sahip olmalılar. Eğer sıralanmış bir sözcükte en büyük baytın adresi sözcük adresi ise bu sıralamaya soldan anlamlı (big endian) denir. Eğer en küçük baytın adresi sözcük adresine eşitse bu sıralanmaya sağdan anlamlı (little endian) denir. UNIX makinelerinin çoğu soldan anlamlıdır (ayrıca IBM 360/370, Motorola 68k, MIPS, Sparc, HP PA da soldan anlamlıdır). PC lerin çoğu ise sağdan anlamlıdır. (ayrıca Intel 80x86, DEC Vax, DEC Alpha da sağdan anlamlıdır). İşlemci üreticileri de bu konuda iki gruba ayrılır. Örneği Motorola devamlı soldan anlamlılığı kullanırken İntel sağdan anlamlılığı kullanlır (Bâzı işlemciler ise hem soldan anlamlılığı hem de sağdan anlamlılığı birlikte kullanır). Mesela 4 baytlık bir tam sayı düşünelim; Bayt 3 Bayt2 Bayt1 Bayt0 Sağdan anlamlı bir makinede bu baytlar şu şekilde sıralanırlar; Taban Adresi + 0 = Bayt0 Taban Adresi + 1 = Bayt1 Taban Adresi + 2 = Bayt2 Taban Adresi + 3 = Bayt3 Soldan anlamlı bir makinede ise şu şekilde dizilirler; Taban Adresi + 0 = Bayt3 Taban Adresi + 1 = Bayt2 Taban Adresi + 2 = Bayt1 Taban Adresi + 3 = Bayt0 Bayt adreslenebilir bir makinede 32-bit onaltılı 12345678 değerinin 0 adresinde depolandığını varsayalım. Her bir rakam yarım bayt’a ihtiyaç duymaktadır, böylece bir bayt iki rakam tutabilir. Bu onaltılı değer aşağıdaki şekilde gösterildiği gibi hafızada depolanır (rakamsal hücreler hafızanın güncel içeriğini belirtmektedir). Şekil : 12345678 onaltılı değerinin küçüğü başta ve büyüğü başta şeklinde depolanması İki metodunda avantajları ve dezavantajları vardır, fakat birini diğerinden daha iyi olması da gerekmez. Soldan anlamlı (big endian) insanlara alışıldık gelir, bu yüzden özellikle yığınları okuması daha kolaydır. Yüksek seviyedeki baytın önce gelmesi sebebiyle ofset sıfırdaki bayta bakarak her zaman sayının pozitif veya negatif olduğu bulunabilir (sağdan anlamlıda işareti belirlemek için sayının uzunluğu bilinmelidir ve işaret bilgisini içeren bayt bulunmalıdır). Soldan anlamlı makineler tam sayıları ve dizileri aynı şekilde sıralar ve dizi işlemlerinde daha hızlıdır. Çoğu bit eşli grafikler “en anlamlı bit soldaki” ilkesine göre eşlenmiştir. Bu sağdan anlamlı makineler için bir performans kısıtlaması getirir çünkü bir baytdan daha büyük grafik elemanlarıyla çalışırken sürekli baytların sırasını ters çevirmek zorundadır. Ancak soldan anlamlılığın dezavantajları da vardır. 32 bit tam sayı adresinden 16 bit tam sayı adresine çeviride toplama yapmak için sağdan anlamlı bir makine gereklidir. Yüksek kesinlikte aritmetik işlemler sağdan anlamlılık kullanarak daha kolay ve hızlıdır. Soldan anlamlılığı kullanan çoğu mimarî sözcüklere adreslenemeyen alanlara sözcüklerin yazılmasına izin vermez (örneğin eğer sözcük 2 veya 4 baytsa adres her zaman çift sayı olmak zorundadır). Bu boşluk israfına sebep olur. Sağdan anlamlı mimariler, intel gibi, tek sayılı adreslerin okunup yazılmasına izin verir, bu yüzden bu makineler üzerinde programlama daha kolay olur. Bilgisayar ağları soldan anlamlıdır. Sağdan anlamlı bilgisayarlar ağ üzerinden tam sayıları geçirecekleri zaman bunları ağ bayt sıralamasına çevirmek zorundadırlar. Aynı şekilde, tam sayıları alacakları zaman ise kendi ifadelerine çevirmek zorundadırlar. Yazılım uygulamaları açısından soldan ve sağdan anlamlılık son derece önemlidir. Bir dosyadan veri okuyacak veya veri yazacak olan herhangi bir program makinenin bayt sıralamasına göre hareket etmelidir. Soldan anlamlı bir makinede sağdan anlamlılığı kullanan bir programı açmak için öncelikli olarak bayt sıralaması tersine çevrilmelidir. Mesela Adobe Photoshop, JPEG, MacPaint ve Sun raster dosyaları soldan anlamlı, GIF, PC Paint brush, RTF (Mikrosoft tarafından) sağdan anlamlıdırlar. Microsoft WAV ve AVI dosyaları, TIFF dosyaları, XWD ise her iki sıralamayı destekler. Bir kez hafızadaki bayt düzeni belirlendiğinde donanım tasarımcısı CPU’nun veriyi nasıl depolayacağına dair bâzı kararlar vermek zorundadır. Bu, en basit anlamda buyruk kümesi mimarisine karar vermektir. Üç seçenek vardır: Yığın mimarisinin komutlarını işletmek için bir yığın kullanır ve işlenenler yığının en üstüne aşağıdan yukarı doğru dizilirler. Yığın yapılı makineler iyi bir kod yoğunluğuna ve ifadelerin değerlendirilmesi için sade bir modele sahip olmalarına rağmen, istenilen bir yığına rastgele erişilemez, bu sebepten dolayı yığınlı yapılarda etkili kod oluşturulması zordur. Bir işlenenin tamamı biriktiricinin içinde olan biriktirici mimarileri, makinenin karmaşıklığını en aza indirir ve çok kısa komutlara izin verir. Ancak biriktirici yalnız geçici depolama yaptığından dolayı hafıza trafiği (erişimi) oldukça yüksektir. Genel amaçlı yazmaç kullanan mimariler, günümüzün makine mimarileri içerisinde en çok tercih edilen modelidir. Bu yazmaç kümeleri bellekten çok daha hızlıdır, derleyici tarafından kullanılması çok kolay, çok etkin ve çok verimlidir. Ayrıca son yıllarda donanım fiyatları önemli ölçüde düştü ve böylece en az maliyetle çok sayıda yazmaç eklenebilir oldu. Eğer bellek erişimi hızlı ise, yığın tabanlı tasarım iyi bir seçenek olabilir. Eğer bellek erişimi yavaşsa, yazmaçları kullanmak çok daha iyidir. Bu sebepten dolayı son 15 yılda çıkan pek çok bilgisayar sistemleri genel yazmaç tabanlıdır. Uzun buyruklarda tüm işlenenler yazmaçların sonuçları kullanılarak isimlendirilmelidir, bu sebeple daha uzun getirme, yakalama ve çözme zamanları ve döngüleri oluşur. (Kısa buruklar BKM tasarımcıları için çok önemli bir amaçtır.). Tasarımın BKM seçimi aşamasında tasarımcılar belirli bir ortamda en iyi hangi mimarinin çalışacağına karar vermelidirler ve vazgeçilecek (taviz verilecek) şeyleri dikkatle tetkik etmelidirler. (İyi tasarım fedakârlık gerektirir). Genel amaçlı mimari, işlenenlerin bulundukları yerlere göre üçe ayrılabilir. Bellek-bellek mimarilerinde bellekte iki ya da üç işlenen birlikte bulunur. Böylece bir yazmaçta herhangi bir işlenene ihtiyaç duyulmadan buyruğun işlem yapmasına izin verilir. Yazmaç-bellek mimarileri en az bir işlenenin yazmaçta, bir işlenenin de bellekte olmasını gerektiren bir yapıya ihtiyaç duyar. Yükle-depola mimarileri veri üzerinde herhangi bir işlem yapılmadan önce verinin yazmaçlara gönderilmesini sağlar. Intel ve Motorola yazmaç-bellek mimarilerine örnektir; Digital Equipment'in VAX mimarisi bellek-bellek işlemlerine izin verir; MIPS, SPARC, PowerPC ve ALPHA yükle-depola makinelerine örneklerdir. Günümüzde birçok mimarî GPR tabanlıdır. Şimdi GPR mimarilerini ikiye bölen ana buyruk kümesi karakteristiklerini inceleyelim. Bunlar adresleme biçimleri ve işlenenlerin sayıları olarak iki grupta incelenirler. Bir bilgisayar mimarisini tanımlamak için en bilindik yöntem her bir buyrukta yer alan en fazla işlenen sayısını ya da adresini belirlemektir. Bu tek başına buyruğun uzunluğuna doğrudan etki etmektedir. Güncel mimarilerdeki buyruklar iki şekilde biçimlendirilebilir: Çoğu zaman, gerçek hayatta uzlaşma, kolay görülebilen ve kod çözümü daha kolay olan bit kalıplarını sağlayan iki-üç buyruk uzunluğunu kullanmayı gerektirir. Buyruk uzunluğunu makinedeki sözcük uzunluğuyla karşılaştırmamak lazım. Eğer buyruk uzunluğu sözcük uzunluğuna eşitse, buyruklar ana bellekte saklandıklarında mükemmel bir şekilde hizalanırlar. Buyruklar, adreslemeden dolayı daima hizalanmalıdır. Bundan dolayı, bir sözcüğün iki katı, üç katı, yarısı ya da çeyreği büyüklüğündeki buyruklar boşa alan israf edebilir. Değişken uzunluktaki buyruklar aynı boyutta olmadıklarından hizalanmaları gerekir, bu da yine alan israfına yol açar. En yaygın buyruk biçimleri sıfır, bir, iki ya da üç işlenene sahip olanlardır. Mantık ve aritmetik işlemleri genellikle iki işlenene sahiptir, ancak eğer biriktirici (accumulator) varsa işlemler yalnızca bir işlenenle yürütülebilir. Bu yaklaşımı üç işlenene genişletirsek son hedef üçüncü işlenen olacaktır. Ayrıca yığın yapısı kullanılarak sıfır işlenenli buyruklar oluşturulabilir. Aşağıdakiler en genel buyruk biçimleridir; Mesela MIPS mimarisinde aşağıdaki buyruk biçimleri kullanılır; Bütün mimariler buyruk başına işlenen sayısında izin verilen bir sınıra sahiptir. Sıfır, bir, iki ve üç işlenenli buyrukların çok yaygın olduğunu söylemiştik. Bir, iki ve üç işlenenli buyrukları anlamak kolaydır, ancak tamamıyla sıfır işlenenli buyruklar üzerine yapılmış bir buyruk kümesi mimarisi bir hayli karmaşıktır. Toplama gibi, mantık olarak bir ya da iki işlenene ihtiyaç duyan işlemlerin yapılabilmesi için işleneni olmayan makine buyrukları yığın k
ullanmaya ihtiyaç duyarlar. Yığın tabanlı mimarî genel amaçlı yazmaçları kullanmak yerine işlenenleri yığının en üstünde saklar ve en üstteki ögeye merkezî işlem biriminin ulaşmasını sağlar. (Makine mimarilerindeki en önemli veri yapılarından biri yığındır. Yığın yapısı karmaşık hesaplamalar sırasında ara değerleri verimli bir şekilde saklar, yordam çağırıldığı anda parametrelerin geçişini verimli bir şekilde sağlar, bununla birlikte yerel blok yapısının korunmasını da sağlar, değişkenlerin ve altyordamların kapsamlarını belirler.) Yığın tabanlı mimarilerde, birçok buyruk yalnızca işlem kodlarından oluşur. Bununla birlikte sadece bir işleneni olan özel buyruklar da vardır (yığına eleman ekleyen veya yığından eleman çıkaran tipi buyruklar). Yığın mimarileri, her biri bir işlenene sahip olan push ve pop buyruklarına ihtiyaç duyarlar. Push X buyruğu, X bellek konumundaki veri değerini yığının üstüne yerleştirir. Pop X buyruğu, yığının en üstteki ögesini siler ve X bellek konumuna yazar. Belleğe erişme izni sadece bâzı buyruklara verilir; diğer bütün buyruklar yürütme esnasında herhangi bir işlenen için yığını kullanmak zorundadır. İki işlenene ihtiyaç duyulan işlemlerde, yığının en üstteki iki elemanı kullanılır. Mesela bir ADD komutu çalıştırırsak, MİB yığının en üstteki iki elemanını alır, ikisini de yığından atar ve yığının en üstüne toplama işleminin sonucunu yerleştirir. Çıkarma işlemi gibi değişmeli olmayan işlemlerde, en üstteki öge bir altındaki ögeden çıkarılır, ikisi de yığından atılır ve yığının en üstüne çıkarma işleminin sonucu yerleştirilir. Bu yığın organizasyonu uzun aritmetik ifadeler için çok etkili ve verimlidir(RPN). Diğer bir adı Postfix gösterimi olan bu gösterime göre işleç işlenenlerden sonra yer alır (infix gösteriminde işleç işlenenlerin arasında yer alır, prefix gösteriminde ise işleç işlenenlerden önce gelir.). Örnek olarak; X + Y infix gösterimidir + X Y prefix gösterimidir X Y + postfix gösterimidir Bütün aritmetik ifadelerin bu gösterimleri kullanarak yazılması mümkündür. Fakat, bir yazmaç yığını ile birleştirilmiş postfix gösterimi, aritmetik ifadelerin hesaplanmasında en etkili yoldur. Aslında bâzı elektronik hesap makineleri kullanıcıdan ögeleri postfix gösteriminde girmesini ister. Bu hesap makinelerinde biraz alıştırma yapıldığında, iç içe dizilmiş birçok parantez içeren uzun ifadeleri, terimlerin nasıl gruplandığını bile düşünmeden, daha hızlı bir şekilde hesaplamak mümkündür. (X + Y) x (W - Z) + 2 Denklemi RPN’de yazılırsa aşağıdaki gibi olur XY + WZ - x2+ Dikkat edilecek olursa, RPN’de öncelikleri korumak amacıyla kullanılan parantezlere ihtiyaç duyulmaz. Sıfır, bir, iki ve üç işlenen kavramlarıyla ilgili bir örnek verelim. Her bir kavramı kullanarak, bir aritmetik hesap yapan basit bir program yazalım. Aşağıdaki ifadeyi hesaplayalım; Z = (X x Y) + (W x U) Genelde, üç işlenene izin verildiğinde, en az bir işlenen yazmaç olur ve ilk işlenen genellikle hedef olur. Üç adresli buyrukları kullanırken, Z’nin hesaplanması için gereken kodu aşağıdaki gibi yazabiliriz; Mult R1, X, Y Mult R2, W, U Add Z, R2, R1 Eğer iki adresli buyruklar kullanılıyorsa, bir adres genellikle bir yazmacı ifade eder (iki adresli buyruklar iki işlenenin de bellek adresi olmasına pek izin vermez). Diğer işlenen, bir yazmaç ya da bir bellek adresi olabilir. İki adresli buyruklar kullanırsak kodumuz aşağıdaki gibi olur; Load R1, X Mult R1, Y Load R2, W Mult R2, U Add R1, R2 Store Z, R1 İlk işlenenin hedef mi yoksa kaynak mı olduğunu bilmek önemlidir, burada hedef olduğunu öngörüyoruz. (Bu noktada, Intel çevirici dili ile Motorola çevirici dili arasında geçiş yapmak zorunda kalan programcıların kafası karışabilir. Çünkü Intel çeviricisi ilk işleneni hedef alır, Motorola çeviricisi ise ilk işleneni kaynak alır.) Tek adresli buyruklar kullanıldığında, bir yazmaç (genellikle biriktirici ) buyruğun sonucu için hedef olarak gösterilir. Z’nin hesaplanmasındaki kod aşağıdaki gibi olur; Load X Mult Y Store Temp Load W Mult U Add Temp Store Z Buyruk başına izin verilen işlenen sayısı azaldı, fakat kodu çalıştırmak için gerekli olan buyruk sayısı arttı. Bu durum, mimarî tasarımında tipik bir boşluk ya da zamandan taviz verme örneğidir. Daha kısa buyruklar oluşur, fakat programlar uzar. Sıfır adresli buyruklara sahip olan yığın tabanlı bir makinede bu programın ne yaptığını araştıralım şimdide. Yığın tabanlı mimariler Add, Subt, Mult veya Divide komutları için işlenen kullanmazlar. Bir yığına ve bu yığında pop ve push işlemlerine ihtiyaç duyulur. Yığına erişim gerçekleştiren işlemler, işlenenin yığına eklendiğini ya da yığından çıkarıldığını belirten bir adres alanına sahip olmalıdırlar (diğer bütün işlemler sıfır adreslidir). Push komutu işleneni yığının en üstüne iter. Pop komutu yığının en üstündeki elemanı yakalar ve işlenene yerleştirir. Bu mimari, Z’yi hesaplayacak olan programın çok uzun olmasına sebep olur. Aritmetik işlemlerin yığının en tepesindeki iki işleneni kullandığını, onları yığından çıkardığını ve daha sonra işlemin sonucunu yığının en tepesine eklediğini öngörelim, kodumuz aşağıdaki gibi oluşur; Push X Push Y Mult Push W Push U Mult Add Store Z Buyruğun uzunluğu, işlem kodunun uzunluğundan ve izin verilen işlenen sayısından etkilendiğni yukarıda vurguladık. Eğer işlem kodunun uzunluğu sabit ise, çözme işlemi çok daha kolay olur. Fakat geriye dönük uyumluluk ve esneklik sağlayabilmek için, işlem kodunun uzunluğu değişken olabilir. Değişken uzunluktaki işlem kodlarında, değişken uzunluktaki buyruklarda görülen problemlere benzer sorunlar söz konusu olabilir. Birçok tasarımcı işlem kodlarını genişletme konusunda uzlaşmaya varmıştır. İşlem kodlarını genişletme, işlem kodlarının geniş bir kümesini ve kısa işlem kodları, dolayısıyla kısa buyrukları elde etme amacıyla ortaya çıkmıştır. Amacı bâzı işlem kodlarını kısaltmak, ancak ihtiyaç olduğunda uzun işlem kodları da sağlamaktır. İşlem kodu kısa olduğunda, bitlerden birçoğu işlenenleri tutar (buyruk başına iki ya da üç işlenen bulunabilirdi). İşlenenler için alana ihtiyaç duyulmadığında (Halt gibi bir işlem sırasında ya da makine bir yığın kullandığında), tüm bitler işlem kodu için ayrılabilir, bu durum birçok benzersiz buyruğa izin verir. Az işleneni olan uzun işlem kodları olduğu gibi çok işleneni olan kısa işlem kodları da mevcuttur. 16-bit buyruklara ve 16 yazmaca sahip olan bir makine düşünelim. Bu kez basit bir ya da iki biriktirici yerine bir yazmaç kümesi bulunur, benzersiz bir yazmaç tanımlamak için 4 bit kullanırız. Her biri 3 yazmaç işlenenine sahip olan ya da işlem kodu için 4 bit, bellek adresi için 12 bit kullanan (4K boyutunda bir bellek olduğunu varsayıyoruz) 16 buyruğu şifreleyebiliriz. Bellek kaynağı 12 bite gereksinim duyar, diğer amaçlar için 4 bit kalır. Fakat, eğer bellekteki bütün veri ilk olarak bu yazmaç kümesindeki bir yazmaca yüklenirse, komut yalnızca 4 bit kullanarak (16 yazmaç olduğunu varsayarsak) gerekli veri ögesini seçebilir. Bu iki seçim aşağıdaki şekilde gösteriliyor; Şekil : 16-bit buyruk biçimi için iki olasılık Aşağıdaki buyrukları şifrelemek istediğimizi varsayalım; Bu buyruk kümesini 16 bitle şifreleyebilir miyiz? İşlem kodlarını genişletme işlemini kullandığımız sürece cevap “evet” olur. Şifreleme aşağıdaki gibi yapılır; Genişleyen işlem kodu yapısı, çözme işlemini daha karmaşık hale getirir. Basit şekilde bir bit kalıbına bakıp hangi buyruk olduğuna karar vermek yerine, buyruğu aşağıda belirtildiği gibi çözmemiz gerekir; if (leftmost four bits != 1111 ) { else if (leftmost seven bits != 1111 111 ) { else if (leftmost twelve bits != 1111 1111 1111 ) { else { Execute appropriate zero-address instruction Her adımda, daha fazla bite bakmamız gerektiğini bildiren yedek bir kod bulunur. Bu durum, donanım tasarımcılarının sürekli karşılaştıkları taviz vermelerin (trade -off) diğer bir örneğidir. Burada biz işlem kodu alanını işlenen alanıyla yer değiştirmiş oluyoruz. Birçok bilgisayar buyruğu veri üzerinde yürütülür, ancak yürütülmeyen buyruklar da vardır. Bilgisayar üreticileri buyrukları aşağıdaki kategorilere ayırır; Veri hareket buyrukları en sık kullanılan buyruk türlerinden birisidir. Veri bellekten yazmaçlara, yazmaçlardan yazmaçlara ve yazmaçlardan belleğe taşınabilir, birçok makine kaynak ve hedefe bağlı olarak farklı buyruklar sağlar. Mesela bir MOVE komutu her zaman iki yazmaçlı işlenene ihtiyaç duyabilir, oysa MOVE komutu bir yazmaç ve bir bellek işlenine izin verir. RISC gibi bâzı mimariler, işletimi hızlandırmak için belleğe veya bellekten veri taşıyan buyrukları sınırlandırır. Birçok makine, farklı boyutlardaki veriyi işlemek için değişik load, store ve move komutlarına sahiptir. Mesela bayt işlemek için bir LOADB komutu, sözcük işlemek için de bir LOADW komutunun kullanılması gibi. Bellekten belleğe doğrudan veri aktarım komutu yoktur. Bu durumda MİB gibi aracı elemana ihtiyaç duyulur. Veri önce bellekten biriktiriciye alınır, daha sonra da diğer bellek alanlarına aktarılır. Veri aktarım işlemleri kendi arasında üç alt gruba ayrılırlar: Aktarım bellekle yazmaç arasında, yazmaçtan yazmaca ve yığına veri atıp geri alma şeklinde yapılabilir. Komutların sonunda bulunan harfler belirli kaydedicileri hedefler. Mesela A kaydedicisini, X indis kaydedicisini ve Y indis kaydedicisini hedefleyebilir. Verinin alındığı bellek konumları, buyruğun işlenen kısmında belirtilir. Bu adresler, indisli, mutlak ve veri tanımlı olabilirken, bayraklardan Z ve N bayrakları etkilenirler. Kaydedicilerden belleğe depolama veya saklama yapmak için STA, STX ve STY komutları kullanılır. Bu kaydedicilerdeki bilgi işlenen üzerinden hedeflenen bellek konumuna aktarılır. Bu aktarım işlemleri sırasında bayraklarda bir değişme olmaz. Veri aktarım işlemlerinde kaynağın içeriği değişmez, fakat hedefin içeriği değişir. Mesela belleğin bir konumundaki veri alınarak başka bir konumuna atılma işlemi için basit bir program yapılırsa; LDA $0200; A «— [0200] STA $2025 ; [2025] «— A Burada [0200] adres konumundaki ve
ri (verinin değerinin ne olduğu önemli değil) biriktiriciye alınarak tekrar başka bir yere, [2025] adres konumuna gönderilmektedir. [2025] adresinde bulunan daha önceki veri yeni değer aktarılırken silinir, fakat [0200] adresindeki veri aynen kalır. Bu komutlar bellekte bir baytlık yer kaplarlar. Komut yanında işlenene gerek duyulmaz. Kaydediciden kaydediciye veri aktarım komutları; TAX, TAY, TXA, TYA, TSX ve TXS'dir. Burada komutun ortasındaki harf daima kaynak kaydedicisini, sondaki harf ise hedef kaydedicisini gösteririr. TXS'nin dışında diğer komutlar N ve Z bayraklarını etkiler. Programcılar TXS komutunu program başlangıcında yığın işaretçisini(SP) hazırlamada kullanılırlar. SP yığındaki bir sonra kullanılabilecek bellek konumunu gösterir. LDX #$FF;Yığının dibini gösterecek veriyi hazırla TXS ;ve yığın işaretçisine aktar. Veri, biriktiriciden yığına, yığından biriktiriciye ve durum (P) bilgileri yığına, yığından tekrar duruma aktarılır. Yığına atılan bir veri, yığın işaretçisinin değerini bir azaltır, yığından geri çekilen bir veriyle de yığın işaretçisi tekrar bir artar. Yığın kullanımı iki sebeple gerçekleştirilir: Mesela 6502 mimarisinde, PHA komutu, yığın işaretçisinin gösterdiği ilk yığın konumuna biriktiricinin içeriğini atarken, yığın işaretçisi bir sonraki boş konumu göstermek için değerini bir azaltır. Bu işlemi bir programla gösterelim; 0200 LDA#$A5; A=A5H 0202 PHA; A'yı yığına at 0203 LDA#$67; A=67H 0205 PHA; A'yı yığına at Aritmetik işlemler tam sayıları ve kayan nokta sayılarını kullanan komutlara sahiptir. Buyruk kümelerinde çeşitli veri boyutları olduğundan farklı aritmetik komutlar bulunur. Veri aktarım komutlarıyla, değişik adresleme biçimlerinde yazmaç ve bellek erişiminin çeşitli kombinasyonlarını sağlamaya yarayan farklı komutlar olabilir. Sekiz adresleme biçimini kullanabilen ADC ve ADD komutları, işlenenin değerini, elde ile birlikle biriktiricideki sayıyla toplayarak yine sonucu biriktiriciye atar. Bu işlemin sembolik gösterimi şu şekildedir: (Farklı Mimarî türleri değişik komutlar ile iş görürler. ADC ve ADD sadece örnek olarak verilmiştir.) [A] «— [A] + [M] + C Buradaki [M], ADC ve ADD komutlarının işlenen kısımlarında bulunan veriyi veya bellekle bulunan bir veriyi göstermektedir. Toplama işlemi, durum bayrağındaki D'nin durumuna göre ikili sayı kodunda ya da BCD kodunda olabilir. Veriler toplama ve çıkarma işlemlerinde işaretli veya işaretsiz şekilde birlikte kullanılabilir. Programcının ne tür bir veri kullandığını bilmesi gerekir. ADD komutu işlenirken bir önceki işlemden kalan elde varsa bu bi sonraki eldeye katılarak toplama işlemine sokulur. Toplama işlemine bir örnek verilirse: CLC; C=0 LDA#$25; [A]=25H ADC$40; [A] «— [A] + [0040] +C Yukarıdaki programda ilk satırda CLC bir önceki programdan kalan ve şu anki programa etki edebilecek eldelerden kurtulmak için C bayrağını temizlenir. Daha sonra A'ya 25H verisi yüklenir. Bir altındaki adımda A'daki veri [0040] no' lu bellek konumundaki veri ve elde toplanarak sonuç yine A'ya yazılıyor. Tekrardan hatırlatacak olursak değişik mimarî türlerinde değişik komutlar kullanılmaktadır, bunlar karıştırılmamalıdır. SUB, SUBI, SUBU, SBC değişik mimarilerdeki çıkarma komutlara örnektir. Mesela 6502’de SBC çıkarma komutu ile, A'daki değerden bellek konumunun değeri ve eldeki değer çıkarılır. Sonuç yine biriktiricide kalır. Borç, elde bayrağının(C bayrağı) ters dönmüş hali olarak düşünülebilir. Bu işlemi sembolik olarak şu şekilde gösteririz A = A - M - C Çıkarma işlemi, toplama işlemindeki gibi hem ikili sayılarla hem de BCD modunda yapılabilir. Burada c = (1 - C) ifadesi çok baytlı çıkarma işlemlerinde kullanılır. C = 0 ise sonuca etki edilmez. Çünkü C = 1 ise, tersi 0 olur. Boolean mantık komutları Boolean aritmetik işlemlerinde olduğu gibi aynen uygulanır. AND, NOT, OR ve XOR işlemlerini uygulamak için komutlar bulunur. Bu komutlar, biriktiricideki değerle bellek konumundaki değeri bit bit mantık işlemine sokarlar ve daha sonra sonuç biriktiriciye yazılır. Bütün bu işlemler N (Negatif) ve Z (Sıfır) bayraklarını etkiler. Bu komutlardan en yaygın kullanılanları AND ve OR komutlarıdır. AND komutu başka bitlere etki etmeden istenen bitin maskelenmesinde de kullanılır. Programcı bellek konumundaki temizlemek istadiği veriye göre A'ya değer atmalıdır. OR komutları AND'in tersine istenen belirli bitleri 1 yapmada kullanılır. Bit işleme komutları, verilen bir veri sözcüğün içindeki bitleri veya bit gruplarını 1(set) veya 0(reset) yapmada kullanılır. Bunlar sola veya sağa aritmetik ve mantıksal kaydırma ve döndürme komutlarını içerir. Mantıksal kaydırma komutları, bitleri belirtilen miktarda sola ya da sağa kaydırırmada kullanılır (left shift and right shift). Genellikle ikiyle çarpma ya da bölme işlemleri için kullanılan aritmetik kaydırma komutları en soldaki bit sayının işaretini gösterdiğinden bu biti kaydırma. Sağa doğru yapılan aritmetik kaydırmada, işaret biti yanındaki bite kopyalanır. Sola doğru yapılan aritmetik kaydırmada bitler sola kaydırılır, sağdan sıfırlar içeriye girerler, ancak işaret biti sabit kalır, hareket ettirilmez. Döndürme komutları kaydırılmış bitlere kaydırma yapan komutlardır. Mesela sola 1 bit döndürmede en soldaki bit dışarı kaydırılır ve en sağdaki bit haline getirmek için de döndürme yapılır. Giriş/Çıkış komutları, mimariden mimariye pek çok değişiklik gösterir. G/Ç’ı kontrol etmek için bâzı temel düzenler kullanılır. Bunlar programlanmış G/Ç, kesinti sürümlü (interrupt-driven) G/Ç ve DMA aygıtlarıdır. Kontrol komutları dallanmalardan, atlamalardan ve yordam çağırmalarından oluşur. Dallanmalar koşullu ya da koşulsuz olabilir. Atlama komutları dallanma komutlarına benzer. Dallanma komutlarının adres içeren bir şeklidir. Atlama komutları farklı durumları belirtmek için genellikle bellek adres konumunun bitlerini kullanır, çünkü işlenene ihtiyaç duymaz. Yordam çağırmaları dönüş adresini otomatik olarak saklayan özel dallanma komutlarıdır. Geri dönüş adresini kaydetmek için farklı makineler farklı uygulamalar kullanırlar. Bâzı makineler adresi bellekte belirli bir yere kaydeder, bazıları bir yazmaca kaydeder, bazıları da adresi yığına bir veri gibi kaydeder. Yığınların farklı amaçlar için kullanılabildiğini daha önce de söylemiştik. Genellikle en çok kullanılan yöntem de yığına atmaktır (PUSH ve PULL komutlarıyla atılır ve alınır). Şartsız herhangi bir adrese gitme işlemini JUMP komutu gerçekleştirir. Eğer bu komutunun devamındaki komut veya komutlar işlenmeyecekse bu komut kullanılır. JUMP komutu, mutlak adresleme veya dolaylı adresleme modlarından birisini kullanır. JUMP komutu işleneniyle birlikte bellekle üç baytlık yer tutar, mutlak adres kullandığında üç çevrim, dolaylı adresleme kullandığında ise beş çevrim tutar. Yerine göre ikisinden birisi tercih edilir. Şartlı dalmada gerekli şart sağlandığı anda program belirlenen hedefe sapar. Şartlı dalma komutlarını, dalma komutundan ayırt edebilmek için sapma adını aldı. Eğer şart sağlanmazsa program bir sonraki komuttan işlemeye devam eder. Şartlı dalma komutları aşağıdaki sıra ile çalışırlar; JUMP komutu kontrolü bellekte belirli bir adrese aktarır, sapma komutları kontrolü, komut işlendikten sonra bir sonraki komutun bulunduğu yerden ilerideki veya gerideki belirli bir bellek konumuna aktarır. Dalma komutu ile sapma komutu arasındaki diğer bir fark ise, sapma komutları karar verme komutlarıdır. Sapma şartları mikroişlemci durum bayraklarından C (elde), N (negatif veya işaret), Z (sıfır) ve V (aritmetik taşma) bayraklarına göre gerçekleşir. Özel amaçlı komutlar arasında dizi işleme, yüksek seviye dil desteği, koruma, bayrak kontrolü ve ön bellek yönetimi de vardır. Birçok mimarî dizi işlemek için özel komutlara sahiptir. Bu özel komutlar için mimarilerde özel yazmaçlar bulunabilir. Makine buyruklarını işleten ve diğer birimlerin faaliyetlerini düzenleyen işlem birimi genellikle Buyruk Kümesi Mimarisi ya da kısca işlemci olarak adlandırıldığını daha önce de belirtmiştik. Bu mimariye göre bir buyruğun işlenirken geçtiği belirli aşamalar vardır. Bunlar: dahili yapısını ve bir programın buyruklarını alıp getirme (fecthing), çözme (decoding), işletme (execution), sonucun saklanması ve bir sonraki buyruğun yakalanması. İşlemcilerin organizasyonu, son yıllarda teknolojide yaşanan gelişmeler ve diğer taraftan başarıma olan ihtiyaçtan dolayı oldukça gelişti. Yüksek başarımlı işlemcilerin geliştirilmesindeki yaygın bir yönteme göre çeşitli fonksiyonları yerine getiren birimler mümkün olduğunca paralel bir şekilde çalışmalıdır(Boru hattında olduğu gibi). Yüksek başarımlı işlemciler ardışık (pipelined) bir organizasyona ve yapıya sahiptir. Bir buyruğun işletilmesine önceki buyruğun işletilmesi bitmeden önce başlanır ve bir süre sonra her bir saat vuruşunda mükemmel bellek varsa bir buyruk içeriye alınır ve bir buyruğun işletilmesi sonuçlandırılır. Süper skalar işletim adı verilen bir başka yaklaşımda da aynı anda birçok sayıda buyruk getirilip işletilir. Bir program işletmek için, işlemci birim zamanda bir buyruk getirir ve belirtilen işlemi uygular. Buyruklar, bir dallanma veya bir atlama buyruğuna rastlayana kadar ardışık bellek konumlarından getirilir. İşlemci, program sayacını kullanarak, getirilecek bir sonraki buyruğu içeren bellek konumunun adresini saklar. Bir buyruğu getirdikten sonra, program sayacının içeriği dizideki bir sonraki buyruğu gösterecek şekilde güncellenir. Bir dallanma buyruğu program sayacına farklı bir değer yükleyebilir. İşlemcideki bir başka kilit yazmaç ise buyruk yazmacıdır (Instruction Register - IR). Her bir buyruğun 4 bayttan(1 sözcük) meydana geldiğini ve tek bellek sözcüğünde depolandığını varsayalım. Bir buyruğu işletebilmek için, işlemci aşağıda belirtilen adımları sırasıyla izler; IR ← PC PC ← [PC] + 4 Eğer bir buyruk bir sözcükten fazla yer kaplıyorsa 1. ve 2. adımlar tüm buyruk getirilene kadar tekrarlanmalıdır. Bu iki adım genellikle getirme evresi, 3. adım ise işletme evresi olarak adlandırılır. Bâzı isti
snai durumlarda, bir buyruğun aşağıdaki işlemleri belirli bir düzende 1 ya da daha fazla sayıda uygulaması gerekir; Intel sağdan anlamlılığı, iki adresli mimariyi değişik uzunluktaki buyruklarla kullanan bir mimaridir. İntel işlemcileri, bütün buyrukların bir bellek mahalinde işlem görebilme anlamına gelen yazmaç-bellek mimarisini kullanır, fakat diğer işlenen bir yazmaç olmalı. Bu ISA mimarisi değişik uzunluktaki buyrukların veri üzerinde işlem görmesine izin verir, örneğin 1, 2 veya 4 bayt uzunluğundaki buyruklar. MIPS sağdan anlamlılığı kullanan, bayt adreslenebilir, üç adresli, sabit buyruk ve hafıza uzunluklu bir mimaridir. Sadece load ve store komutlarının belleğe ulaşabildiği yükle ve sakla mimarisidir. Diğer bütün buyruklar işlenenler için yazmaç kullanmak zorundadırlar. Bu çok geniş bir yazmaç kullanımını gerektirir. MIPS aynı zamanda sabit uzunluklu işlemler kullanır. JAVA platformdan bağımsız olması açısından son derece ilginç ve son zamanlarda popülerliği artan bir dildir. Yani, eğer bir mimarî üzerinde bir kod derlemişsek ve programımızı farklı bir mimaride çalıştırmak istiyorsak (Sun Workstation gibi) bunu kodumuzu modifiye etmeden ve yeniden derlemeden yapabiliriz. JAVA derleyicisi program ilk çalıştırıldığında yazmaç sayısı, bellek boyutu, I/O girişleri gibi mimarî bağlanımları açısından bir kısıtlama getirmiyor. Fakat daha sonra programı çalıştırmak için bir JAVA Virtual Machine (JVM)’e ihtiyaç duyulur. JVM asıl olarak donanım mimarisine giden bir katlayıcı fonksiyonu görür ve platforma bağımlıdır. Fakat JVM belli bir mimarî üzerinde görüldüğü zaman herhangi bir ISA’de derlenmiş bir programı çalıştırabilir. Çalıştırma anında JVM’in görevi baytkodları yükleme, kontrol etme, bulma ve yürütmedir. JVM sanal olmasına rağmen iyi tasarlanmış bir buyruk kümesi mimarisidir. Buyruk kümesi mimarileri değişik tasarım ilkelerini kullanırlar. Buyruk kümesi mimarisinde başlıca hedefler; daha güçlü işlemler sunmak, buyruk sayısını ve karmaşıklığını azaltmak, hızı arttırmaktır. Buna karşılık daha yavaş saat sıklığı ve yüksek BBÇ (buyruk başına çevrim) ise karşılaşılabilecek tehlikelerdir. Buyruk kümesi mimarisi için iyi bir soyutlama gerekir. Komut Komut, bilişim biliminde mikroişlemci üzerinde çalışan programların yapı taşlarına denir. Bir işlemcinin çalıştırabileceği komutlar, o işlemcinin komut kümesini oluşturur. İşlemciler, mimarilerine göre komutları farklı şekillerde işletebilirler. Bilgisayarın komut hattının uzunluğu ve genişliği, kaç komutun aynı anda işletilebileceğini belirler. Kurgu (sinema) Kurgu. Türkçe anlam karşılığı kurmacadır. Kesme, film yapımında en yaygın kullanılan terimlerden biridir. Yönetmenin bir çekimi bitirmek için kullandığı bir fiil ("KES – İngilizce CUT kelimesi, teknik olarak filmlerde hem iki sahne arasındaki kesme, hem de bitirme işlemini belirten kesme olarak kullanılır ; çn.") olabileceği gibi, bir film bandı ya da iki ayrı çekim arasındaki bağlantı anlamında bir isim de olabilir. Aynı zamanda, bir filmin farklı safhalardaki bir versiyonu da olabilir ("Taslak kurgusu, yönetmenin kurgusu, final kurgusu"). Bu makale çerçevesinde kesme, çekimler sırasında olmasa bile, gösterim esnasında birbirinden ayrı iki çekimin, birbirlerini kesintisiz takip edecek şekilde birleştirilmesi anlamında kullanılmıştır. Beş basit kurgu türü vardır: düz, zıt, paralel (çapraz), atlama ve biçim kurgusu. Düz kurguda, bir görüntü, kesintisiz olarak diğerini takip eder. Düz kurgu, en yaygın biçimdir: B çekimi, A çekimini takip eder. "The Lady Eve" ("1941") filminde, "Preston Sturges", bir geminin yemek salonunda bir masada oturan "Charlie Pike" ("Henry Fonda")’dan ("Çekim A"), onun bulunduğu tarafa bakan bir grup kadına ("Çekim B") doğru kesme yapar. Zıt kurguda ise birbirini takip eden görüntüler doğal olarak birbirinden ayrıdırlar; örneğin, "Slaves" ("Herbert J. Biberman, 1969") filminde kölelerin kelepçeli ayaklarından, dörtnala giden atların toynaklarına yapılan kesme esir ile özgür kavramları arasındaki zıtlığı belirtir. Paralel ya da çapraz kurgu, aynı anda gerçekleşmekte olan iki olayı anlatır. "Saboteur" filminde, "Brooklyn Navy Yard"’daki bir geminin vaftiz töreninde, geminin sabote edilmesi girişimi, törenin kendisiyle birlikte paralel kurgu içinde ele alınmıştır. "Moonstruck" ("Norman Jewison, 1987") filminde, bir anne, kızı "Metropolitan Operası"’nda sevgilisi ile birlikteyken, üniversitede profesör olan biriyle yemek yemektedir. "King and Country" ("Joseph Losey, 1964") paralel kurguya örnek olabilecek iki sahne içermektedir: yağmurda askerlerin bir fareyi kıstırıp oynamaya çalışmaları, ve bir firarinin barakalar içinde yapılan duruşması. Burada, firarî askerin içinde bulunduğu kötü durum ile farenin içinde bulunduğu kötü durum birbirleriyle benzeştiriliyor. Fare de, firarî asker de kurban durumundadır – firarî şüpheci askeri kuralların, fare ise askerlerin can sıkıntısından kaynaklanan bir zulmün kurbanıdır. Olayların akışında bir boşluk bırakan, devamlılık dahilindeki bir kırılma, bir atlamalı kurgu meydana getirir. "Darling" ("John Schlesinger, 1965") filminde, bir binanın girişine yirmi metre mesafedeki bir çiftin görüntülerini, aynı çiftin binanın giriş kapısından içeri girişlerini gösteren bir görüntü takip eder. Açıkçası, belirli bir sahne veya sekanstaki her şey görüntülenmek zorunda değildir, ancak sürekli atlamalı kurgu kullanımı, filme çizgi roman benzeri bir devamlılık verebilir. Ancak ne yaptığını bilen bir yönetmen atlamalı kurguyu kullanıyorsa, bunun bir sebebi vardır. "Breathless" ("Jean-Luc Godard, 1959") filminde, asıl karakter "Marsilya"’da bir polis memurunu vurur, bir tarladan koşarak geçer ve "Paris"’e ulaşır. "Godard", devamlılığı sebepsiz yere bölebilecek kadar maharetli bir film yapımcısıdır. "Breathless" filmi tam anlamıyla bir film olarak dikkat çeker: 1930lar ve 40larda düşük bütçeli filmler üretmiş olan "Monogram Pictures"’e adanmış, ve daha akılcı bir yaklaşımla, bir karakterin araç kullanmadan bir yerden başka bir yere gidebilmesi şeklindeki bir sahneyi içerebilecek düşük bütçeli bir Amerikan filminin tarzını yaratabilmiştir. Biçim kurgusu ise, benzer şekilli iki nesne arasında yapılan kesmedir. "Detour" filminde, müzik kutusu içindeki bir plaktan, bir davula yapılan bir kesme vardır – burada yuvarlak şekilli bir nesne diğerinin yerini alır. Bir çekimin diğeri ile eşleştiği ve devamlılıkta bir boşluğa sebebiyet vermeyecek kadar kolay geçişin sağlandığı eşleştirme kurgusu, prensip olarak biçim kurgusuna benzer. Bir eşleştirme kesmesi, öyle olmamasına rağmen, genellikle eşleştiği sahneye şekil olarak benzer. Büyük ihtimalle, en ünlü eşleştirme, "2001: A space odyssey" ("Stanley Kubrick, 1968") filminde mağara adamının bir çekimde elindeki kemiği gök yüzüne fırlattığı ve bir sonraki çekimde yörüngedeki bir uzay istasyonunun görüntülendiği eşleştirmedir. Eşleştirme, iki görüntüyle evrim tarihine değinmektedir. Ekşi Sözlük Ekşi Sözlük, her türlü konu ve kavram hakkında, kayıtlı yazarların yorumlarını içeren katılımcı sözlük tarzında ağ sayfası olup, web sitesi Türkiye'deki katılımcı sözlükler arasında en fazla toplam ve aylık tanım yapılan sitedir. 1999 yılında Sedat Kapanoğlu tarafından "sourtimes.org" sitesinin bir parçası olarak oluşturulmuştur. Sloganı "Kutsal bilgi kaynağı"dır. İlk girilen başlık pena'dır. Sözlük, daha sonraları artan popülaritesiyle birlikte sourtimes.org'un esas parçası haline gelmiştir. Sedat Kapanoğlu birçok konuşmasında, Otostopçunun Galaksi Rehberi kitabının, Ekşi Sözlük'ü kurmasında esin kaynağı olduğunu belirtmiştir. Yazarların yazdıkları sözlük kuralları dahilinde denetlenmekte ve uygunsuz bulunan yazılar moderatörler ve gammaz adı verilen gönüllü sözlük üyeleri iş birliği ile silinmektedir. Ancak on birinci nesil alımlarından sonra gammazlık statüsü sadece belirli bir grup yazara değil her yazara verilmiştir. Şu anda sözlükteki her yazar aynı zamanda gammazdır. Sözlük yazarları da sözlük kurallarına uymadıklarında elenebilmektedir. Girilen bilgilerin bilimsel veya nesnel, yahut tarafsız olmasına gerek yoktur. Kullanılan dilin zaman zaman argo içermesi mümkündür. Bazı başlıklar altında ise "tanım cümleleri" biçiminde web forumlarındakilere benzer karşılıklı tartışmalar göze çarpmaktadır. Sözlüğün bu özgür yapısı zaman zaman hukukî meselelere yol açabilmektedir. Yazar alımlarının sürekli yapılmaması nedeniyle, alımların yapıldığı kısa süreler boyunca yazar olmak için başvuruda bulunan kullanıcılar belirli gruplara ait sayılırlar. Bu gruplara nesil denir ve sözlük içindeki hiyerarşik yapılanmada etkileyici faktör olmamalarına rağmen birer statü göstergesi olarak görülebilirler. Yazarlara ve kayıtlı okurlara, diğer yazarların girdikleri maddelerin (sözlük jargonunda "entry") okunulmasına, beğenilip beğenilmemesine göre oylama hakkı verilmiştir. En az 1000 entry giren yazarlara "azimli " unvanı verilmektedir. Belirli bir oylamadan sonra o yazarın puanı (sözlük jargonunda "karma") diğer yazarlar tarafından görülebilmektedir. 19 Mayıs 2004 tarihinde altıncı nesil yazar alımları yapılmıştır. 2005 yılındaki yazar alımındaki karışıklık göz önünde bulundurularak kayıtlı okur alınmaya başlanmıştır. Aralık 2005 itibarı ile yedinci nesil yazarlar da sözlüğe dahil olmuşlardır. Yedinci nesil yazarların büyük çoğunluğunu kitap toplama kampanyasına katkıda bulunmuş olan hayırsever kayıtlı okurlar oluşturmaktadır. Aralık 2007'de sekizinci ve dokuzuncu nesil alımları başlamış ve on binlerce kişi çaylak (yazar adayı) olmuştur. 21 aralık 2008'de, 6 Haziran 2008 öncesi kayıtlı çaylaklar yazar olma hakkını kazanarak "sabırtaşı yazar" unvanını almışlardır. 2010 itibarı ile nesil hiyerarşisi kaldırılmıştır. Yazar adayı olan kullanıcıların çaylak onay listelerindeki sıralamaları sözlükteki ilk 10 entry'i ne zaman doldurduklarına göre ve her gün hesabına giriş yapan yazarlar arasında yeniden belirlenmektedir. Yazarlar, zirve adını verdikleri organizasyonlarda farklı şehirlerde, farklı etkinlikler için bir araya gelmektedir. Ekş
i Sözlük kullanıcıları, eski site tasarımında topluluğu oluşturan kullanıcıların hazırladığı 500'e yakın arayüzü kullanabilmekteydi, ancak eski site artık aktif değildir. Yeni tasarımda ise tema seçeneği bulunmamaktadır. Sitenin reklam geliri aylık 80.000 -100.000 TL civarındadır. Sitenin yayınlanan bilgilerin doğruluğu ile ilgili bir iddiası olmadığından zaman zaman yanlış bilinen şeylerin yayılmasına da neden olabilmektedir. Ekşi Sözlük'e üye olunduğu gibi entry girilebiliyor ancak "çaylaklar" isimli bölüm altından entrylerine ulaşılabiliyor. Çaylaklar uzun bir maraton ardından - bu 10 yıl da olabilir 10 ay da - ya pasif kullanıcı olarak Ekşi Sözlük kariyerini bitiriyor ya da yazar oluyor. Çaylak sıralamasından yükselmenin açıklanmış bir algoritması yok fakat aktif olan, yararlı entry giren çaylaklar; yazarlık mertebesine yükselebiliyor. Aynı zamanda çaylak olmak için 10 entry girmiş olmanız gerekmektedir. Ekşi Sözlük'de yazarların girdikleri entry'lerin oylanması sonucunda tabi tutulduğu bir kategorizasyon. Kategorizasyon işleminin nasıl yapıldığı ile ilgili site yönetimi tarafından yapılmış net bir açıklama bulunmamaktadır. Bir yazarın karma puanının hesaplanabilmesi için en az 500 entry girişi yapması gerekmektedir. Girilen tüm entry'lerin oylanması ile bir karma puanı hesaplanır. Toplanan karma puanlarına karşılık gelen unvanlar mevcuttur. Karma Puanı / unvan 000-100 Müzmin Yedek  100-149 Padawan  150-199 Kofti Anarşist  200-249 Anarşist  250-299 Hırçın Golcü  300-349 Anadolu Çocuğu 350-369 Battal Gazi  370-399 Çetrefilli  400-429 Hippi  430-449 Delikanlı  450-474 Ağır Abi  475-499 Bıçkın  500-529 Mangal Yürekli Rişar 530-549 Mülayim Ama Sempatik  550-574 Aklı Selim  575-599 Prezentabl  600-619 Şeker Abi  620-639 Bal Küpü  640-649 Baldan Tatlı  650-664 Leziz  665-699 Şekerpare  700-724 Şamda Kayısı  725-749 Her Eve Lazım  750-799 Energizer Tavşanı  800-849 Gençlerin Sevgilisi  850-999 Rating Canavarı  2017 yılında hem iOS hem de Andorid için resmi Ekşi Sözlük mobil uygulaması yayınlanmıştır. İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün, sitedeki 'esrar' başlığı altındaki yazıların, gençlere uyuşturucuyu özendirdiği gerekçesiyle şikayette bulunması üzerine, İstanbul Üçüncü Sulh Ceza Mahkemesi, Ekşi Sözlük'e erişimin süresiz engellenmesine karar vermiştir. Aylarca siteye Türk Telekom'un DNS engellemesi yüzünden doğrudan bağlantı yapılamamıştır. Engelleme Haziran 2006'da Ekşi Sözlük'ün avukatları tarafından yapılan başvuru sonucunda kaldırılmıştır. 17 Nisan 2007 günü sitede, Adnan Hoca olarak bilinen Adnan Oktar'a hakaret edildiği iddiası ile Eyüp 3. Asliye Hukuk Mahkemesi sitenin yayınının durdurulmasına karar verilmiştir. Daha sonra söz konusu yasak kaldırılmıştır. Şu anda Ekşi Sözlük içerisinde hem Adnan Oktar başlığına hem Adnan Hoca başlığına üyeler tarafından yazı yazılabilmektedir. Şubat 2008'de Türkiye'deki internet sansürlerini protesto etmek amacı ile sözlük logosunun üstüne siyah bir bant eklenmiştir. Site hakkında son yaptırım 29 Eylül 2008'de uygulanmaya başlanmış; Türkiye'deki internet kullanıcılarının siteye erişimi mahkeme kararıyla engellenmesine yönelik bu uygulama yalnızca üç saat sürmüştür. 1 Şubat 2010 tarihinde Fatih Altaylı Ekşi Sözlük hakkında "Ekşimiş Ruhların Buluşma Yeri" başlıklı bir yazı yazdı. Bunun üzerine Ekşi Sözlük yazarlarına hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılan Fatih Altaylı gazetedeki köşesinden bir tekzip yayınlamak zorunda kaldı. Buna karşılık olarak Fatih Altaylı Ekşi Sözlük'teki hakaret ve iftira içerikli yorumlarla ilgili Beyoğlu 4. Sulh Ceza Mahkemesi'nde açtığı dava sonucunda kendisi hakkında yazılan 97 yorumu mahkeme kararıyla yayından kaldırdı. 21 Nisan 2011'de Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB), sözlüğün sunucusuna gönderdiği elektronik postada, sunucudan, yer sağlayıcılık hizmetine son verilmesi istenmiştir. TİB İnternet Daire Başkanı Sn. Osman Nihat Şen yaptığı açıklamada sözlüğün, yasaklanacaklar listesine yanlışlıkla eklendiğini belirtmiştir. 21 Haziran 2011 tarihinde 35 Ekşi Sözlük yazarı, "manevi değerlere hakaret" ettikleri gerekçesiyle polis tarafından ifadeleri alınmıştır. Sözlük yönetiminin, yazarların kimlik bilgilerini paylaşması yazarların tepkisine neden olmuş, bazıları sözlükten ayrılarak binlerce yazısını silmiştir. Bir günlük siteye girmeme boykotu yapılmıştır. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Yusuf Devran, Ekşi Sözlük'te kendisi hakkında hakaret içerikli mesajlar bulunduğu iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuş, 2 Ekşi Sözlük yazarı İstanbul 25'inci Sulh Ceza Mahkemesi'nde yargılanmış, mahkeme 3 yıl içinde bir daha suç işlenmemesi şartı ile kovuşturmayı tecil etmiştir. Avukat Sabire Meltem Banko, uyurken açık bıraktığı Periscope yayını nedeni ile sözlükte çeşitli eleştiriler almış, hakkında yazılanları ayrım gözetmeksizin mahkeme kararlarıyla sildirmesi ile sözlük gündeminden ayrıca düşmemiştir. Ekşi Sözlük'ün gerek yönetimi gerekse içeriği akademisyen, yazar, gazeteci, siyasetçi ve sanatçılar gibi toplumun farklı kesimleri tarafından eleştirilegelmiştir. Ekşi Sözlük'teki yazarlara ve içeriğe getirilen eleştiriler temelde sitede yer alan yazıların kişilere yönelik yazılı saldırı ve hakaret içerdiği, bilgi kirliliğine sebep olduğu ve yazarlarının kullanıcı adlarının arkasına saklandıkları yönündedir. 1 Eylül 2012 tarihinde siteye girilen yazıların artık forum sayfalarındaki yazılardan farksız olduğunu ve bunun kontrolünün zor olduğunu belirten 12 kişilik Ekşi Sözlük moderasyonu topluca istifa ederek bu tepkilerini dile getirmişlerdir. Yönetim ve sözlüğün hukuk birimine getirilen eleştiriler ise Ekşi Sözlük'te belirli firma ve şirketlere ortak ticari ilişkiler nedeniyle ayrıcalıklar tanındığı ve bu firmalarla ilgili yazılan eleştirilerin yönetim tarafından silindiği yönündedir. 14 Ağustos 2012 tarihinde Ekşi Sözlük avukatı Başak Purut ortağı ve avukatı olduğu bir başka firma hakkında sitede yazılan bir eleştiriyi "firmanın ticari itibarı zedeleniyor" gerekçesiyle siteden kaldırmış ve bu durum büyük tepki toplamıştır. Ayrıca yazar bilgilerinin yazara haber verilmeksizin savcı ve polislerle paylaşıldığı noktasında da site yönetimine eleştiriler getirilmiştir. Yazar adaylarının sürekli gündeme taşıdığı bir diğer konuysa, 'çaylak onay listesi' sisteminin kaldırılması yönündedir. Sisteme göre, yazar olmak isteyen çaylakların on entry girmeleri ve belirli aralıklarla siteyi ziyaret etmeleri gerekmektedir. Belirli aralıklarla siteyi ziyaret etmeyen yazar adaylarının çaylak onay sıralamaları geri düşmektedir. Örneğin bininci sıradaki bir yazar adayının sırası bir gün içerisinde bin500e gerileyebilir. Birinci sıraya kadar ulaşan yazar adayları değerlendirmeye göre yazar olabilir veya yeniden on entry girmeleri istenebilir. Algoritma ile ilgili detaylı anlatımlar yapılmıştır. Sitede İslam Peygamberi Muhammed'e yönelik hakaret ve küfür içerikli yazıların vb. yayınlamasından ötürü Angelz Co takma adlı bir grup hacker tarafından hacklenmiştir. Ekşi Sözlük‘te 2013 yılı içinde 120 milyon farklı kişi tam 4 milyar sayfa görüntüledi. Sözlükte en az ziyaret 838.113 rakamı ile 3 Eylül Salı günü gerçekleşti. Sözlükte en fazla ziyaretin yaşandığı gün ise 25 Aralık Çarşamba günü. 25 Aralık’ta tam 1.787.434 ziyaret gerçekleşti Ekşi Sözlük’e. Ziyaretçilerin sözlükte geçirdikleri ortalama süre ise 9 dakika. Ziyaretçilerin yüzde 72,5 eski ziyaretçilerden oluşuyor.Her bir ziyaretçinin ortalama 8 sayfa görüntülediği Ekşi Sözlük’ü en çok ziyaret eden ilk üç ülke Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya olarak görülüyor. Türkiye genelinde ise sözlüğü en fazla ziyaret eden iller 3 büyük şehrimiz İstanbul, Ankara ve İzmir. Ziyaretçilerin en çok kullandığı tarayıcı Google Chrome olurken,en çok ziyaretçinin geldiği mobil cihaz ise iPhone. Arama motorların trafiğinin büyük çoğunluğu ise Google ve Yandex‘ten gelmektedir. Ekşi Sözlük'ün tasarımı, 28 Şubat 2016 tarihinde büyük oranda değişikliğe uğradı. Değişikliklerin büyük bir kısmı başta olmak üzere mevcut gri arayüz yerine beyaz arka plan rengi ve siyah fontlar kullanılması, yazarlardan büyük tepki aldı. Sitenin eski yöneticisi Sedat Kapanoğlu ise yeni tasarımın mobilde çok iyi ve kullanışlı olduğunu söyledi. CEO Başak Purut ise yeniliklerin devam edeceğini ifade etti. Aynı gün, bazı yazarlar protesto eylemlerine başladı. İlerleyen günlerde bu protesto eylemlerine katılım arttı; 800 yazar protestolara destek verdi. Yenilikler: 28 Şubat 2016 tarihinde meydana gelen değişikleri eleştiren yazarlar arasında gerçekleşen isyan. Buna sebep olan olay için birçok ağızdan söylemler bulunsa da olayla ilgili topic açan sözlük yazarı "Ulotrix", isyanın çıkmasına sebep olarak temanın değişmesini ya da Ekşi Şeyler’in değil, kullanıcı sözleşmesinin haber verilmeden değişmesi ve yazarlara değer verilmemesini gösterdi. Fakat Ekşi Şeyler’de yazardan izinsiz olarak entry’lerin paylaşılmasına da karşı çıkan yazarlar bulunmuyor değil. Şu ana kadar 350 sözlük yazarı toplam 236 bin entry’sini silerek platformu terk etti. Platformu terk eden yazar sayısı 1361'i silinen entry sayısı ise 1 milyonu buldu. Yılmaz Güney Yılmaz Güney (1 Nisan 1937; Yenice, Yüreğir, Adana - 9 Eylül 1984, Paris), Türk sinema oyuncusu, yönetmen, senarist ve yazar. Babası Siverekli Zaza, annesi ise Vartolu bir Kürt olan Yılmaz Güney, Özellikle "Çirkin Kral" dönemi sonrasında çektiği Cannes ödüllü "Yol", "Sürü", "Umutsuzlar" gibi filmleriyle tanınır. Yılmaz Güney'in gerçek adı Yılmaz Pütün'dür. Kendi ifadesine göre "Pütün" kırılması zor sert meyve çekirdeği demektir. 1937 yılında, köylü bir ailenin iki çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Babası Siverek Desman Köyü'nden olup Annesi Muş'un Varto ilçesindendir. Kendisi Adana'da büyümüş ve Adana birçok filmine konu olmuştur. Adana'da bir süre Kemal ve And Film şirketlerinin bölge temsilcisi olarak çalıştı. Üniversite okumak üzere İstanbul'a gitti ve Atıf Yılmaz ile tanıştı. Bu süreçte bir yandan da hikâyeler yazıyordu. Daha sonra Atıf Yı
lmaz'ın da desteğiyle sinemada çalışmalarına başladı. Yılmaz Güney, 1959 yılında Atıf Yılmaz'ın yönetmenliğini yaptığı "Bu Vatanın Çocukları" ve "Alageyik" isimli filmlerin hem senaryosunu yazar hem de filmlerde rol alır ve oynar. "Karacaoğlan'ın Karasevdası"'nda da yönetmen yardımcılığı yapar. "Yeni Ufuklar" ve "On Üç" gibi dergilere de öyküler yazan Yılmaz Güney, bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanır ve 1961 yılında bir buçuk yıl hapis cezasına mahkûm olur. İki yıl sonra tekrar kaldığı yerden devam eden Yılmaz Güney, o dönemde daha çok macera filmleri çeker. Filmlerinde ezilen, hor görülen bir ""Anadolu çocuğunun"" otoriteye başkaldırısı vardır. Bu dönemde "Çirkin Kral" lakabını alır. Bu dönemdeki en önemli Lütfü Akad'ın yönettiği ve kendisinin yazdığı bir film olan "Hudutların Kanunu"'dur. Bu dönem boyunca oyunculuğunu geliştiren Yılmaz Güney, abartısız ve yalın oyunculuk anlayışı bu dönemde artık oturtmuştur. Yılmaz Güney, 1971 yılında Efraim Elrom'un öldürülmesinden sorumlu olan başta Mahir Çayan olmak üzere diğer Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi üyelerini sakladığı gerekçesiyle 2 yıl hapse ve sürgüne mahkûm edildi. Yılmaz Güney içeride kaldığı süre boyunca sinema ve sanat ile ilgili fikirlerini; şiir ve öykülerini o dönemde çıkarmaya başladığı Güney dergisinde yayınlamıştır. 1974'te cezaevinden çıktı. İki yıldan fazla cezaevinde kalan Yılmaz Güney aynı yıl "Arkadaş" filmini çekti. Yine aynı yıl "Endişe" adlı filmi çekerken Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoda ilçe yargıcı Sefa Mutlu'yu öldürmekten tutuklandı ve 25 Ekim'de Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlayan yargılamaların sonucu 13 Temmuz 1976'da 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Beş yıl hapis yattıktan sonra 9 ekim 1981 tarihinde izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevinden yurtdışına firar etti. Yılmaz Güney'in hapisten kaçışı da filmlerini anımsatmıştır. Hapse girmeden önce çekmiş olduğu "Şeytanın Oğlu" filminde: bir günlük bayram izininde dışarı çıkan ve kayıplara karışan bir adamın hikâyesini anlatmıştır. Filmine benzer bir yaşantı tecrübe etmiştir. Bir günlük izin ile hapisten çıkan Güney, Antalya'nın Kaş ilçesinden Yunanistan'a bağlı Meis adasına, oradan da İsviçre'ye kaçmıştır. Daha sonra Fransa'ya geçer ve yaşamının geri kalanını orada geçirir. Cezaevinde sinema ile olan ilgisi devam etti. Bu dönemde yazdığı Zeki Ökten tarafından çekilen "Sürü" ve yurt dışında ve yurt içinde büyük ilgi gören ve Şerif Gören tarafından "Yol" çekildi. Cezaevindeyken "GÜNEY" adlı bir sanat-kültür dergisi çıkardı. Yol'un kurgusunu tekrar yaptı ve Cannes Film Festivali'nde ödül aldı. Yurt dışına kaçtıktan sonra Fransa'da "Duvar" filmini çekti. Güney'in, 1976 yılında Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyanın sinemaya aktarıldığı "Duvar" onun son filmi olmuştur. Son yıllarını Paris'te geçiren Güney, mide kanseri nedeniyle 9 Eylül 1984'te yaşamını yitirdi. Mezarı Paris'te bulunan Père Lachaise Mezarlığı'nda 62. kısımda bulunmaktadır. Yılmaz Güney 114 filmde oyunculuk, 26 filmde yönetmenlik, 15 filmde yapımcılık, 64 filmde ise senaristlik yapmıştır. Ayrıca bir filmin yazarı "Düzen (1978)" olup, bir filmin de "Yol, (1981)" kurgusunu yapmıştır. Aşağıdaki tabloda Güney'in bazı önemli filmleri yer almaktadır. Sivas (il) Sivas, Türkiye'nin İç Anadolu Bölgesinde yer alan bir il. Sivas ili, Mezopotamya ve arasında kervanların geçtiği bölgede olduğu için, Selçuklular döneminde tüccarların ziyaret ettiği bir merkez haline gelmiştir. Türkiye'de Konya'dan sonra en çok Selçuklu eserinin bulunduğu il Sivas'tır. 13. yüzyıla ait Gök Medrese, Çifte Minareli Medrese ve Mavi Medreseleri çini sanatı açısından mutlaka görülmeye değer yerlerdir. Ulu Camii ise 1100 yılında inşa edilmiştir. Ayrıca Sivas, Türkiye'nin yüzölçümü açısından en büyük ikinci ilidir. 2016 sonu TÜİK verilerine göre İl nüfusu: 621.224, merkez nüfusu:365.165'dir. Sivas Kızıldağ'dan doğan Kızılırmak, Köse Dağı'ndan doğan Yeşilırmak ve yine Köse Dağı'ndan doğan Fırat'ın en önemli kollarından biri olan Karasu Nehri, Sivas ili sınırları içinde doğmaktadır. Sivas coğrafi açıdan kıraç, yeşili az, sert iklimli bir yerdir. İkliminin elverdiği ölçüde yetiştirilebilen ancak tahıl ürünleri, şeker pancarı, patates gibi ürünlerdir. Türk Kurtuluş Savaşı'nın temellerinin atıldığı, Selçuklu devrinin dev eserleriyle süslü, yüzölçümü bakımından Konya'dan sonra ikinci sırada yer alan bir ilimiz. Sivas ili topraklarının büyük kısmı İç Anadolu'nun yukarı Kızılırmak bölümünde diğer kısımları ise Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgesinde olup, 35° 50’ ve 38° 14’ doğu boylamları ile 38° 32’ ve 40° 16’ kuzey enlemleri arasında yer alır. Kuzeyden Giresun, Ordu ve Tokat; doğudan Erzincan; güneyden Malatya, Kahramanmaraş, Kayseri; batıdan Yozgat illeriyle çevrilidir. Trafik numarası 58’dir. Sivas'da Batı Anadolu ağzı kullanılmaktadır. Şehrin adı kentin antik dönemdeki adı olan Sebastia sözcüğünün evrimleşerek Türkçeleşmesiyle bugünkü halini almıştır. Sebastia ismi de Yunancada "saygıdeğer", "yüce" anlamına gelir ki, Latince Augustus'un Yunanca karşılığıdır. Bu da Pontuslar tarafından kurulan kentin Roma İmparatoru Augustus onuruna onun ismiyle adlandırıldığına delalet eder. Halk arasindaki rivâyetlere göre ise Sivas kurulmadan önce ulu ağaçlar altında kaynayan üç pınar varmış. Bu pınar Tanrıya şükür, ana ve babaya minnet ve küçüklere şefkat duygularını ifâde edermiş. Bu üç pınara “Sipas Suyu” denirmiş. Zamanla mukaddes sayılan bu üç pınarın etrâfında küçük bir yerleşim merkezi kurulmuş ve “Sipas” ismi verilmiştir. Diğer bir rivâyete göre ise Sivas ismi eski kavimlerden “Sibasipler”den gelmektedir. Sivas ilk çağlarda Talavra, Megalapolis, Karana ve Diyapolis isimleriyle anılmıştır. Sivas ismi ile ilgili bir başka rivâyete göre ise, kentin adı Farsçada “üç değirmen” mânâsına gelen “Sebast” kelimesinden gelmektedir; Sebast ismi zamanla halk dilinde Sivas olarak yerleşmiştir. Sivas ismi bu şekilde oluşmuştur Üç vadi arasındadır. Sivas halkının büyük çoğunluğu çeşitli zamanlarda bölgeye yerleşmiş Türkmenlerdir. İlde Kafkasya göçmenleri de mevcuttur. Kızılırmak Havzası; kenti İç Anadolu iklimine, Yeşilırmak; Karadeniz, Fırat Havzası ise Doğu Anadolu iklimine bağlamaktadır. Bu üç su, üç yol, üç farklı kültür demektir. Kuzeyden Kelkit vadisi, doğuda Köse Dağları'nın uzantısı olan Kuruçay vadisi ve Yaman Dağı, güneyde Kulmaç Dağı, Tahtalı Dağları'nın uzantılarıyla, Hezanlı Dağı, batıda Karababa, Akdağlar ve İncebel Dağları gibi yükseklikler çizer kentin doğal sınırlarını. 35 derece-50 dakika ve 38 derece-14 dakika doğu boylamlarıyla, 38 derece-32 dakika ve 40 derece-16 dakika kuzey enlemleri arasında kalan il, 28,488 km² lik yüzölçümü ile Türkiye'nin toprak bakımından ikinci büyük ili olan Sivas'ın il topraklarının büyük bölümü Kızılırmak, bir bölümü de Yeşilırmak ve Fırat havzalarına girer. İl alanı kuzeyden Kelkit Vadisi, doğudan Köse Dağları'nın uzantıları, Kuruçay Vadisi ve Yama Dağı, güney­den Kulmaç Dağları, Tahtalı Dağları'nın uzantıları ve Hezanlı Dağı, batıdan Karababa, Akdağlar ve incebel Dağları gibi doğal sınırlarla çevrilidir. Kızılırmak, Kelkit Çayı, Tozanlı Çayı, Yıldız Irmağı, Çallı Çayı ve Tohma Çayı en önemli akarsularıdır. Sarkışla-Gemerek Ovası. Yıldızeli (Bedehdun) Ovası, Suşehri Ovası, Tohma Vadisi, Kızılırmak Vadisi. Çallı Suyu Vadisi ve Kelkit Vadisi ilin belli beşli tarım alanları ve ulaşımı belirleyen önemli alanlarıdır. Sivas ilinde ağırlıklı yeryüzü seklini platolar oluşturmakladır, il oranının % 47,6'sı platolarla, % 46,2'si dağlarla, %6,2'si ise ovalarla kaplıdır. Sivas'ın en büyük platosu Uzunyayla'dır. Ayrıca, Uzunyayla'ya oranla daha zengin otlaklara sahip olan Meraküm Platosu da ilin ender yüksek düzlüklerindendir. Kuzey Anadolu Dağlarıyla Güney Anadolu Dağlarının birbirine yaklaştığı bir yöre olan Sivas il alanında kıvrılma ve yükselmeler sırasında bazı kesimler Çöküntüye uğramıştır. Bu çöküntü alanları ilin önemli su merkezlerinden olan gölleri oluşturmuştur. Hafik Gölü, Tödürge Gölü, Lota Gölleri, Gürün - Gökpınar Gölü bu göllerden bazılarıdır. Sivas İli Nüfusu: 621,224'dür. Bu nüfusun %76,09'i şehirlerde yaşamaktadır (2016). İlin yüzölçümü 28.164 km²'dir. İlde km²'ye 22 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 105’dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı %0,42 olmuştur. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 17 İlçe, 24 belediye, bu belediyelerde 246 mahalle ve ayrıca 1.240 köy vardır. Sivas ili nüfusu: 621.301'dir. Bu nüfusun % 76,93'ü şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 28.164 km²'dir. İlde km²'ye 22 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkezde 105’dir.) İlde yıllık nüfus artışı 77 kişi olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 17 İlçe, 24 belediye, bu belediyelerde 246 mahalle ve ayrıca 1.240 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Merkez (% 1,96)- Doğanşar (-% 8,10). Ortaköy Çermik, Şarkışla ilçesinin Ortaköy köyüne bağlı bir kaplıcadır.Kaplıca suyu 246 metre aşağıdan çıkmaktadır.Kaplıcanın suyu sıcaktır yaz kış 37 derecedir ve kükürtlüdür kükürtlü olmasından dolayı birçok cilt ve kemik hastalığına iyi gelmektedir.Kaplıcada 15 adet oda 25'e 10 metre bir adet açık havuz, bayanlar ve erkek için ayrı 2 havuz ve 1 adet özel aile havuzu bulunmaktadır.Ayrıca kaplıca Kızılırmak nehrine çok yakın bulunduğundan dolayı kaplıca çevresi doğanın çok iyi bir şekilde sergilendiği bir mekandır.Kaplıca ilçe merkezine 18 km uzaklıktadır asfalt yolu bulunmaktadır. Sivas soğuk çermik, İl merkezine 19 km. uzaklıkta, Başıbüyük Köyü'nün girişinde olup, suyun sıcaklığı 28 derecedir. Konaklama tesislerinin yanı sıra çoğunlukla çadır kurulmaktadır. Kaplıca çevresi ilginç bir topografya ve bitki örtüsüne sahiptir. Kaplıca suyu içildiğinde mide, bağırsak ve safrakesesi hastalıklarına iyi gelmektedir. Yıldızeli sıcak çermik, Sivas Yıldızeli yolu üzerinde sivasa yaklaşık 30 km, Yıldızeline 16 km uzaklıkta olup toplu taşıma ar
açları ile ulaşmak mümkündür Gürün-Gökpınar,Suyu çok temiz ve duru olan Gökpınar Gölü, Gürün’e 10 km. uzaklıktadır. Doğal güzellikleri ve alabalıklarıyla ünlü olan göl; dipten gelen kaynaklarla beslenmektedir.Turkuaz ve mavi yeşil renklerinin her tonunu bünyesinde barındıran gökpınar bir dünyaca ünlü bir doğa harikasıdır. Kangal balıklı çermik, Sivas'a 96 km. , Kangal ilçe merkezine 13 km. uzaklıkta olup sivastan her saat başı toplu taşıma araöları ile varmak mümkündür.Kangal Balıklı Kaplıca; Türkiye'deki termal kaplıcaları içerisinde kendine özgü bir yeri vardır. Tedavi özelliği itibarı ile dünyada bir benzerini bulmanın mümkün olmadığı kaplıca, ilmi ve tıbbi bir mucizeyi "Sedef Hastalığını tedavi ederek" sergilemektedir. Divriği Ulu Camii Sivas Divriği ilçesi merkezinde bulunmaktadır. Divriği ulu cami ve Daru'ş-şifası adıyla dünya sanat tarihinde yer alan bu eşsiz eser, Anadolu Selçuklu Devleti Mengücek Oğulları Beyliği döneminde (1228) Mengücek Beyi Ahmet Şah tarafından, Şifahane ise Ahmet Şah'ın eşi Melike Turan tarafından yaptırılmıştır.UNESCO tarafından DÜNYANIN 8. HARİKASI olarak gösterilip koruma altına alınmıştır. Şehirde birçok Selçuklu ve Osmanlı eserleri bulunmaktadır: Şehir dışı diğer tarihi yapılar: Doğa Harikaları:' 2017-2018 Sezonu sonunda, Demir Grup Sivasspor, süper ligi 7.sırada tamamlamıştır. 2.lig takımı Sivas Belediyespor da lig 7.si olmuştur. BAL’da 2, kadınlar futbol liglerinde 1 takımı daha vardır. Voleybol 2. liginde 1, hentbol 1. ve 2.liglerinde 2 takımı bulunmaktadır. Voleybol ve hentbol amatör liglerindeki takım sayısı toplam 5'dir. Ziraat Türkiye Kupası 3. turunda Sivas Belediyespor, Kemerspor 2003’ü, 4.turda Elazığspor’u elemiştir. 5.turda Galatasaray'a elenmiştir. Demir Grup Sivasspor, 3.turda Buğsaşspor’u , 4.turda Kızılcabölükspor’u elemiştir. 5.turda Bucaspor'a elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Yeni 4 Eylül Stadyumu (27.532), Cumhuriyet Üniversitesi Taha Akgül Spor Salonu (1.300) ve Yıldız Dağı Kayak Merkezi'dir 19 Nisan Ford Motor Company Ford Motor Company, Henry Ford tarafından Highland Park, Michigan, ABD'de 16 Haziran 1903 tarihinde kuruldu. Şu anda merkezi Dearborn, Michigan'dadır. Michigan'da dünyada ilk otomobil üretimine adım atan, otomotiv sektörü liderlerinden Ford Motor Company, 6 kıtada, 200 pazarda araç üretip, dağıtmaktadır. Dünya genelinde yaklaşık 187.000 çalışanı vardır . 2007 yılı cirosu 172,455 Milyar dolardır Ford Motor Company’nin ana ve bağlı otomotiv markaları Aston Martin, Ford, Lincoln ve Mercury’dir. Otomotivle ilgili hizmet kuruluşları Ford Motor Credit Company ve Hertz’i de kapsamaktadır. Ford Jaguar ve Land Rover'i 2008 yılında bir Hint şirketi olan Tata'ya, Volvo'yu ise 2009 yılında bir Çin şirketi olan Geely'e satmıştır. Ford oldukça yüksek sayıda üretime geçerken; endüstrinin de genel anlamda gelişmesinde büyük rol oynadı. Ford, Eli Whitney'nin düşüncelerini kullanarak değişebilir parçaları kullanıyordu. Böylelikle, arabalar daha düşük masraflarda üretilebiliyor ve yenilenebiliyordu. 12 kişinin 28.000 dolar yatırım yaparak kurduğu Ford günümüzde en fazla otomobil satan markalardan biri konumundadir. Şirket ilk arabasını 20 Temmuz 1903 yılında yapmıştır. Daha sonra Henry Ford'un şirket ve fabrika çalışanlarına da otomobil sahibi olabilme olanağı sunarak geliştirdiği Ford Model T 1908 yılında piyasaya sunulmuştur. Henry Ford'un seri üretim metodunu bulmasının üretim hızını arttırması ve maliyetleri düşürmesiyle beraber 1913 yılında 12.5 saat olan şasi üretimi süresi 2 saat 40 dakikaya düşmüştür. Bunun yanı sıra Ford, aynı dönem içerisinde çalışanlarının maaşlarını 2 katına çıkararak günlük 9 saatlik çalışma sürelerini de 8 saate düşürmüştür. Rakip şirketler bunu kapitalizme uygun görmese de yıl sonunda Ford Amerika'daki tüm arabaların %50'sini üretiyordu. 1918 yılında ise, ülkedeki arabaların yarısı Model T olmuştu. Bunun yanı sıra, bu modelin fabrika çıkış renginin siyah olmasının sebebi de siyah boyanın en hızlı kuruyan boya olmasıydı. 1927 yılında Model T yerini Ford Model A'ya bıraktı. I. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan Amerika'daki Büyük Buhran döneminde ise, Amerika'daki tüm şirketlerde olduğu gibi Ford da bir çöküntü yaşadı ve birçok fabrikasını kapatmak zorunda kaldı. II. Dünya Savaşı döneminde tank üreterek şirket ayakta kalmaya çabalarken, savaş sonrasında Ford tekrar eski günlerine dönmeye başladı. 1955 yılında halka açılan Ford, sonraki yıllarda Kanada, Meksika, Birleşik Krallık, Almanya, Brezilya, Arjantin, Avustralya, Güney Afrika ve Türkiye başta olmak üzere birçok ülkede fabrikalar açtı. Türkiye'deki ortaklığı %51 The Ford Motor Company, %49'u Otosan A.Ş olarak başladı. 3 Ekim 1997 tarihinde imzalanan bir anlaşma ile Ford ve Otosan hisselerini eşitledi. Böylece Otosan A.Ş. yeni ismiyle Ford Otomotiv Sanayi A.Ş., yani Ford Otosan ortaya çıkmış oldu. 1997 yılında ortaklık eşitlenmesinden sonra Ford Avrupa'nın, ekonomik bulmadığı için askıya aldığı bir proje, Türkiye'nin üretim kabiliyeti ve ekonomik koşulları nedeniyle Türkiye'ye aktarıldı. Bu projenin gerçekleştirilebilmesi için 150.000 adetlik bir kapasiteye ihtiyaç vardı ve İstanbul fabrikası bunun için uygun değildi. Böylece yeni bir yer arayışına başlandı. Birkaç alternatif yer değerlendirildi, sonunda Gölcük'te deniz yoluna açık bir arsa bulundu. Ulaşılan bu seviye ile Ford Otosan Kocaeli Fabrikası, Avrupa Ford Fabrikaları arasında denetçiler tarafından 2002, 2003, 2004 ve 2005 yıllarında "Best Plant In The World" olarak adlandırıldı ve en iyi notu elde edip birinci oldu. Bir dönem Ferrari'yi satın alan Ford, Enzo Ferrari'nin yarış takımını, Ford'un yönetmesini istememesiyle bu anlaşmayı bozdu. Bunun peşinden gelen büyük bir rekabet; Ford'un GT40 modeli ile Ferrari'yi yenmesiyle sona erdi. Bunun ardından bu efsane model hem yarışlardan, hem de üretimden çekildi. Ford'un merkezi günümüzde Dearborn, Michigan, ABD'de bulunmaktadır. Bünyesinde Mercury, Lincoln'u da bulunduran Ford ayrıca Mazda'ya da ortaktır. Bunun yanı sıra ABD'nin en büyük araba kiralama şirketlerinden biri olan Hertz'in de sahibidir. 2005 yılında spor modeli Ford Mustang'e yeni bir yüz sunmuş olan Ford, tasarımında eski Mustang'in ruhunu yansıtan agresif çizgilerini koruyarak 3 farklı modelle beğenileri toplamıştır. 45 yıldır Mustang efsanesini üreten Ford, 2010 modeliyle Mustang'e yeni bir boyut getirmiştir. Binek Araçlar Spor Araçlar Ticari Araçlar Arazi Araçları Enzo Ferrari Enzo Anselmo Ferrari (d. 18 Şubat 1898, Modena – ö. 14 Ağustos 1988, Maranello), Scuderia Ferrari takımının kurucusu, aynı zamanda Ferrari otomobillerinin üreticisidir. Enzo Ferrari, 18 Şubat 1898’de İtalya’nın Modena kasabasında doğdu. Babası orta çapta bir işletme sahibiydi. Ferrari’nin küçüklüğünde ilerisi için üç hayali vardı. Birincisi opera sanatçısı olmak, ikincisi spor muhabiri olmak ve sonuncusu ise yarış pilotu olmaktı. Birincisi için pek yeteneği yoktu, ikincisi için çaba göstermedi fakat üçüncü tutkusu dünya üzerinde unutulmayacak bir isim yarattı. 1916 yılında İtalya Birinci Dünya Savaşında olduğu için babası ve abisi askere alınmıştı ve grip salgınında ölenler arasındalardı. Bu gelişmeler üzerine okulu terk eden Ferrari de orduya alındı. Bir iki ayını cephe arkasında katırları nallayarak geçiren Ferrari, 1918 yılında tekrar baş gösteren grip salgınında hastalandı. Savaştan daha çok ölüme sebep veren bu salgını atlatan Ferrari, ordudan ayrıldı. Evine geri döndüğünde diğer askerler gibi yeni bir hayata başlayacak olan Ferrari, dul annesine bakmak ve hayalini gerçekleştirmek için Fiat’a başvurdu. Savaş sonrası ekonomik durumu tam bir felaket olan İtalya’da tırmanan işsizlik nedeniyle Fiat’dan red cevabı aldı. Daha sonra Vespa için test sürüşleri yapmaya başlayan Ferrari, burdan katıldığı yarışlarda çektiği dikkat sayesinde 1920 yılında Alfa Romeo için çalışmaya başladı. Mussolini’nin başa geçtiği İtalya’da faşizm hızlı bir yükselişe geçti. İtalya adına edindiği başarılarla Mussolini’nin gözüne giren Ferrari, Cavaliere dell’ordine della Corona d’Italia unvanı aldı. 1920’lerin ortasında geçirdiği bunalımlı bir dönemde yarışmayı bırakan Ferrari, 1927’de tekrar pistlere döndü. Oğlu 1932’de doğana kadar Alfa Romeo için yarışmaya devam etti. Oğlunun doğumundan sonra yarışmayı bırakıp idari mevkilerde Alfa Romeo için dokuz yıl daha çalışan Ferrari, daha sonra esas isteğinin kendi adını taşıyacak arabalar tasarlamak olduğunu fark ederek ayrıldı. Fakat İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcıyla duran yarışlar nedeniyle Ferrari, silah endüstrisine girdi. Savaş esnasında uğradığı bombalı saldırı nedeniyle fabrikasını Maranello’ya taşımak zorunda kaldı. 1946 yılında Ferrari kendi adını taşıyacak ilk arabayı tasarladı, Ferrari 250 ve Ferrari 250GT. Ferrari imparatorluğu İtalyan ekonomisi gibi yükselişe geçmişti. 1950’ler bu ekonomik yükselişin zirvede olduğu bir dönemdi, İtalyan mallarına olan talebin artması bunun en büyük nedeniydi. Bu yükseliş, Dino Ferrari’nin ölümüyle Enzo için son buldu. Eşi Laura’dan boşanarak fabrikada yaşamaya başlayan Ferrari için işler kötüye gitmeye başladı. Test sürücülerinin başına gelen kazalardan dolayı birçok davayla uğraşmak zorunda kalan Ferrari, sıkı güvenlik kuralları getirmek zorunda kaldı. 1960’larda İtalya başka bir ekonomik kriz dönemine girdi. Bu yıllarda yükselen enflasyon nedeniyle işçilerin ayaklanması fabrikatörleri ve Ferrari’yi zora soktu. 1965 yılında şirketin hisselerinin bir bölümünü Fiat’a satan Ferrari, 1969 yılında hisselerinin 90%’nı Fiat’a satmak zorunda kaldı fakat ölümüne kadar işinin başında kaldı. 1971’de başkanlıktan ayrılan Ferrari, öldüğü 1988 yılına kadar şirketin işlerinin kontrolünü elinde tutmuştur. 3 Haziran Fırtına : Filiz Koparan Fırtınası 20 Kasım 19 Ağustos 20 Nisan Mozaik Sanatta mozaik; bir yüzeyin, farklı renklerdeki küçük parçacıkların yan yana getirilmesi yöntemiyle süslenmesi ve bu şekilde üretilmiş eserdir. Taş, cam, tuğla, metal veya deniz kabuğu gibi çok çeşitli malzemelerden mo
zaik yapılabilir. Kakmacılıktan farklı olarak, mozaik sanatında parçacıklar yüzeydeki çukurcuklara yerleştirilmez, yüzeye yapıştırıcı ile tutturulur. Türkçeye Fransızca "mosaïque"ten geçen mozaik sözcüğünün kökeni Latince "musaicum" (mozaik, Müzlerin eseri) kavramıdır. Bunun nedeni Ortaçağ mozaiklerinde çoğunlukla sanat perisi Müzlerin resmedilmiş olmasıdır. Mozaiğin tarihi antik çağlara uzanır. Sümer kenti Uruk'ta MÖ 3. binyıla ait, mozaiğe benzer duvar kaplamaları bulunmuştur. Koni şeklindeki terakota kaplamaların kenarları kırmızı, siyah ve beyaz renktedir. Bu kaplama malzemeleriyle zikzak hatlar ve yamuk gibi çeşitli geometrik şekiller oluşturulmuştur. Bu kaplamalar estetik görünümünün yanı sıra güneşte kurutulmuş tuğlaları yağmur ve rüzgârdan koruyordu. Ancak bu teknik zamanla yok olmuştur ve sonraki dönemlerdeki mozaiğin gelişimi ile alakası yoktur. Roma İmparatorluğu zamanında daha çok şehir kaldırımlarında, meydanlarda, ev avlularında kullanılan, sırlı seramikten yapılmış mozaiklerin parçaları birkaç milimetre kadar küçük olabilmektedir. Gaziantep Arkeoloji Müzesinde bulunan ve Zeugma antik şehrindeki villalardan çıkarılan mozaikler bu dönem eserlerinin en güzel örnekleri arasındadır. Hatay'ın Antakya ilçesi de Roma dönemine ait seçkin bir mozaik koleksiyonunu barındırır. Mozaiğe çok farklı zamanlarda ve çok farklı kültürlerde rastlanmasına rağmen, altın devrini 4.-14. yüzyıllarda Bizans'ta yaşadığı söylenebilir. Bu dönemde Bizans'ta başlıca resim sanatı mozaik olmuştur. Duvar ve tavan mozaikleri konusunda uzmanlaşan Bizanslılar ise parçacık olarak İtalya'da üretilen ve kalın, renkli camdan oluşan plakalar (smalti) kullanmakla ünlüdürler. Bu dönemde, camlar, ışığı daha iyi yönlendirebilmek için farklı açılarda, ve sıvasız olarak yerleştirildi. Bazı desenlerde, camların arkasına gümüş ya da altın yapraklar yapıştırıldı. Daha çok dini görüntüler betimleyen Roma mozaiklerinin aksine Bizanslılar aristokrasinin de mozaiklerini yarattılar. İslam kültürü ise mozaik desenlerine getirdiği matematiksel zenginlikle ünlüdür. Yer yer cam küpler ve taşlar kullanılmış olsa da, İslami eserlerde, genelde, desen için özellikle üretilmiş, daha sonra, kenarları elde zimparalanarak boşluksuz yan yana oturacak şekle sokulmuş çini plakalar kullanılmıştır (zillij). Antoni Gaudi, Guell Parkındaki koltukları mozaikle kaplayarak tekniğe yeni bir uygulama kanalı açmıştır. Bu mozaikler, farklı amaçlarla yaratılmış seramik ürünlerin yeniden düzenlenmesiyle meydana geldikleri icin kolaj tekniginin ilk örneği olarak da gösterilebilir. Gaudi'nin uyguladığı seramik kaplama tekniğinin özgün adı "trencadis" tir ve Katalanca bir sözcüktür. Kullanılmayacağı, bir işe yaramayacağı varsayılan seramik ve cam parçalarıyla bir binanın giydirilmesidir. Aralarında Chagall ve Picasso'nun bulunduğu birçok modern sanatçı da eserlerini mozaik şeklinde ortaya koymuş, mozaik eserlerin konularına zenginlik katmışlardır. Günümüzde mozaikler mobilya dekorasyonundan yer kaplamalarına, bina kaplamalarından oda bölmelerine kadar birçok farklı yerde kullanılmaktadır. Konular soyut kavramlardan hiperrealist portrelere kadar çeşitlilik kazanmıştır. Mozaik, başlıca olarak şu iki yöntemler üretilir: Charlie Chaplin Charlie Chaplin, (d. 16 Nisan 1889, Londra - ö. 25 Aralık 1977), İngiliz sinema yönetmeni, oyuncu, yazar, film müziği bestecisi, kurgucu ve komedyen. Yarattığı "Şarlo" () karakteri ile özdeşleşmiştir. Londra'nın fakir bölgelerinden birinde doğup büyüyen Chaplin, 1913'te gittiği ABD'de sinemaya başlamıştı. 1914'teki ilk filmi Making A Living'in ardından çekilen Kid Auto Races in Venice filminde bol pantolonlu, melon şapkalı, büyük ayakkabılı, sürekli bastonunu çeviren ve sakar hareketleri ile gülünç mizansenler oluşturan "Şarlo" tiplemesini yarattı. Takip eden yıllar içinde aralarında 1917 yapımlı "The Immigrant" ve "The Adventurer" gibi filmlerinin de bulunduğu altmıştan fazla kısa filmde oynayarak yeni gelişmekte olan sinemanın da etkisiyle dünya çapında görülmemiş bir üne kavuştu. 1918 yılında çektiği "A Dog's Life" filmi ile uzun metrajlı filmlere de başlayan Chaplin, Mary Pickford, Douglas Fairbanks ve D. W. Griffith ile birlikte kurdukları United Artists film şirketinin ortağı olduktan sonra "Altına Hücum", "Şehir Işıkları", "Büyük Diktatör", "Asri Zamanlar", "Sirk" ve "Sahne Işıkları" gibi başyapıtlara imza attı. Filmlerinde dönem koşulları için imkânsız görülebilen mizansenlere, koreografilere ve akrobatik hareketlere yer veren Chaplin, komedi sinemasının bütün örneklerini sonuna kadar korumakla birlikte, heyecanın ve hareketin asgari düzeye çekildiği sahnelerinde ise dramatik yapısını sergileyebilmiştir. Popülist yaklaşımlara, hiçbir zaman benimsemediği bazı yönetim biçimlerine ve teknolojiye yönelik ağır eleştirilerini ise yine bu komedi tarzının içinde eritmiş ve sessizce seyirciye ulaştırmayı bilmiştir. Yarattığı 'modern palyaço' "Şarlo" ile dünya üzerinde filmlerinin gösterildiği her ülkede insanların hayranlığını toplamasına rağmen, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlığını reddetmesi sebebiyle bu ülkede kendisine yönelik olarak başlatılan karalama kampanyası; kendisinden bir hayli genç olan kadınlarla yaptığı dört ayrı evlilik, bir dönem kendisine açılan babalık davası, "The Immigrant" filminde bir ABD memurunu tekmelediği sahne ve son olarak "Altına Hücum" filmindeki bazı sahnelerin komünizm propagandası olarak yorumlanması gibi olayların etkisiyle Chaplin'in ABD'ye girmesi yasaklandı. Bunun üzerine karısı ve çocuklarıyla birlikte hayatının sonuna kadar yaşayacağı İsviçre'ye yerleşen Chaplin, ancak 1972 yılında Oskar Özel Ödülü'nü almak için yıllar sonra ABD'ye geri döndü. Takip eden yılda "Sahne Işıkları" adlı filmle bir kez daha Oscar ödülünü kazanmıştır. 1975 yılında 86 yaşında iken İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth tarafından şövalye unvanına layık görülmüştür. Charlie Chaplin (Şarlo), 16 Nisan 1889'da Londra'nın fakir semtlerinden biri olan East Lane, Walworth' ta doğdu. Charlie'nin henüz o üç yaşına bile gelmeden ayrılan annesi ve babası müzikhollerde ve çeşitli tiyatrolarda çalışan profesyonel sanatçılardı. Sahne adı "Lily Harley" olan annesi Hannah Harriet Pedlingham Hill (1865-1928) profesyonel olarak sahneye ilk kez 19 yaşında çıkmıştı. Annesi ve -başka babadan doğma- kardeşi Sydney Chaplin ile birlikte Londra'nın fakir semtlerinde çeşitli evlerde büyüyen Chaplin' in yaşamı ruhsal dengesizlikler yaşayan annesinin durumunun kötüye gitmesi ile zorlaştı. Anne Hannah, 1894'teki bir sahne performansı sırasında sesini kaybetmiş ve hemen ardından yaşadığı ekonomik zorlukların da etkisiyle psikolojik sorunları artmıştı. Onun bir rehabilitasyon merkezine yatırılmasının ardından çocukları Charlie ve Sydney, metresiyle birlikte yaşayan babaları Charles Chaplin Sr.'nin yanına yollandı. Charlie ve Sydney bu dönemde Kennington Road School' a gönderildiler. Charles Chaplin Sr, henüz 37 yaşındayken üstesinden gelemediği alkolizm nedeniyle, oğlu Charlie henüz on iki yaşındayken, hayatını kaybedecekti. Rehabilitasyon merkezinden çıktıktan kısa bir süre sonra Hannah' nın hastalığı yeniden nüksedince çocuklar bu sefer genel olarak "workhouse" olarak adlandırılan ve oldukça kötü koşulları ile bilinen bakımevlerinden birine yollandılar. Londra'nın doğusundaki Lambert adlı bölgede bulunan bu bakımevindeki günler annesi ve kardeşinden ayrı kalan ve yaşı bir hayli küçük olan Charlie için hayli güç geçmişti. Chaplin'in Walworth ve Lambert'te geçirdiği bu yoksulluk günleri onda derin izler bırakacak ve ileriki yıllarda filmlerinde seçtiği mekân ve konularda sık sık kendini gösterecekti. Sydney ve Charlie daha sonra aileden gelme yetenek ve alışkanlığın da etkisiyle tiyatrolarda ve müzikhollerde çalışmaya başladılar. Chaplin ciddi anlamdaki ilk sahne tecrübesini "The Eight Lancashire Lads" adlı grupta çalışırken yaşadı. Hannah çocukları tarafından ABD'ye getirildikten yedi yıl sonra 1928'de Hollywood'da yaşamını yitirdi. Babaları farklı olan Charlie ve Sydney'in, anneleri Hannah üzerinden 1901 doğumlu Wheeler Dryden adlı bir kardeşleri daha vardı. Dryden, annesinin ruhsal rahatsızlıkları nedeniyle babası tarafından Hannah'dan uzak tutulmuş ve Kanada'da yetiştirilmişti. 1920 ortalarında annesini görmek için ABD'ye giden Dryden, daha sonraları kardeşleri ile film projelerinde çalışmış ve Chaplin'in asistanlığını yapmıştır. Sydney Chaplin'in 1906'da dönemin ünlü Fred Karno kumpanyasına katılmasının ardından Chaplin de, 1908'de onu izleyerek bu topluluğa katılmayı başardı. Chaplin gezici Karno kumpanyası ile 1910 - 1912 arasında ABD'ye turneye çıktı. İngiltere'ye dönüşünden sadece beş ay sonra yine Karno ile birlikte 2 Ekim 1912'de yeniden ABD'ye gitti. Bu seferki turda, daha sonra Laurel ve Hardy ikilisinden Stan Laurel'i canlandıracak olan Arthur Stanley Jefferson ile birlikte çalıştı ve aynı odayı paylaştı. Bir süre sonra Stan Laurel İngiltere'ye dönerken, Chaplin ABD'de kaldı ve Karno ile turneye devam etti. 1913'teki bir gösteri sırasında Mack Sennett'ın dikkatini çekince onun sahibi olduğu Keystone Stüdyoları ile bir anlaşma yaparak onun ekibine katıldı. Böylece 2 Şubat 1914'te Henry Lehrman yönetmenliğinde sessiz bir film olan "Making a Living" adlı tek makaralık filmde rol alarak yeteneğini tam anlamıyla gösterebileceği sinemaya adım atmış oluyordu. Chaplin; iddialı tavırları ve bir İngiliz olmasından kaynaklanan "yabancılığı" ve bağımsız karakteri nedeniyle başta Mack Sennett tarafından şüpheyle karşılansa da kısa süre içinde yeteneğini kanıtlayıp yerini sağlamlaştırdı. Keystone ile birlikte çalıştığı bir yıl boyunca 35 filmde rol alan Chaplin hızla ünlü oldu. Chaplin 1916'da Mutual Film Corporation film şirketiyle bir seri komedi yapımı için anlaştı. On sekiz aylık süreçte on iki film ürettiği bu dönemde yaptığı filmler, sinemanın en etkili komedi filmleri arasında yerini almıştır. Chaplin daha sonra Mutual ile geçirdiği dönemin kariyerindeki en mutlu dönem olduğunu söylemiştir. 1918'de Mutual ile anlaşmalarının sona ermesi
üzerine Chaplin kendi film şirketini kurdu. Sesli film döneminden sonra kendisinin en büyük filmi kabul edilen 1931 yılı yapımlı "City Lights" () filmini yaptı. Chaplin, filmlerinde her zaman sol görüşe sempati duyduğunu hissettirmiştir. Sessiz filmlerinde "Büyük Depresyon"'a yer vererek "The Tramp" (serseri) karakteri aracılığıyla, yoksullukla mücadeledeki kötü yönetim politikalarına göndermeler yapmıştır. Modern Times () filminde işçilerin ve fakir halkın kötü durumlarına dikkat çekmiştir. Büyük Diktatör filmiyle Nazi Almanyasını çok sert biçimde eleştirmiştir ve o dönem ABD resmi olarak Almanya ile hala barış içinde olması filmin ABD'de Chaplin'e karşı karalama kampanyası başlatılmasına neden olmuştur. Chaplin, hayallerinin ve yaratıcılığının sezgisel boyutta düşünüp de oluşturduğu tüm filmlerin sinema dünyasına yeni heyecanlar katmıştır. Hiçbir zaman ekranın tamamen kapanmasına bir anda izin vermemeyi geliştirdi. Filmlerinde diyalogları yazılı olarak farklı bir ekrana geçiş yaparak gösteriyordu ancak teknolojik gelişmelerden yararlanıp bu işin de üstesinden gelmeyi başardı. Chaplin'in sağlam duruşu 1960'lardan sonra yavaş yavaş bozulmaya başlamıştı, onunla iletişim kurmak güçleşmeye başlamıştı. 1977'de tekerlekli sandalye ile hayatını devam ettiriyordu. Chaplin 1977'in Noel'inde İsviçre'de uykusunda hayatını kaybetti. 1 Mart 1978'de naaşı küçük bir İsviçreli grup tarafından fidye istenmek üzere kaçırılmaya kalkışıldıysa da hırsızlar amaçlarına ulaşamadan yakalandı. Chaplin'in naaşı 11 hafta sonra Cenevre Gölü'ünde 1,8 metre suyun altından çıkartılıp tekrar mezarına defnedildi. 25 Aralık 16 Nisan Karadeniz Karadeniz (Bulgarca: "Черно море" (Çerno more); Rumence: "Marea Neagră"; Rusça: "Чёрное море" (Çyornoye more); Ukraynaca: "Чорне море" (Çorne more); Gürcüce: "შავი ზღვა" (Şavi Zğva); Abhazca: "Амшын Еиқәа" (Amşın Eyk'wa); Lazca/Megrelce: "უჩა ზუღა" (Uça Zuğa); Çerkesçe: "Хы ФӀыцӀэ, Ахын", güneydoğu Avrupa ile Anadolu yarımadası arasında yer alan kuzeyinde Ukrayna, kuzeydoğusunda Rusya, doğuda Gürcistan; güneyde Türkiye ve batıda Romanya ve Bulgaristanla çevrili, Atlantik Okyanusu'na Akdeniz, Ege Denizi ve Marmara Denizi aracılığıyla bağlanan bir iç denizdir. İstanbul boğazı vasıtasıyla Marmara, Kerç boğazı vasıtasıyla Azak Denizi'ne bağlanmaktadır. Karadeniz, 8 bin 350 kilometre kıyı şeridine sahip, 461.000 km² alan kaplayan (Azak Denizi dahil, Marmara Denizi hariç), en geniş yeri doğudan batıya 1.175 km, en derin noktası 2.210 m olan, Marmara Denizi vasıtasıyla Ege Denizi’ne bağlanan, batıdan doğuya böbrek formunda bir denizdir. Karadeniz üzerinde bulunan önemli liman kentleri Köstence, Mankalya, Burgaz, Varna, Odessa, Sivastopol, Yalta, Kerç, Novorossiysk, Soçi, Suhum, Poti, Batum, Hopa, Trabzon, Samsun, Ordu, Giresun, Sinop ve Zonguldak'tır. Karadeniz'in yazılı kaynaklarda geçen ilk adı 'Ahşena' olmakla birlikte sonradan Yunanlarca 'Pelagos o Pontikon', 'Pontus Euxinus' veya Yunan mitolojisinde Gaia’nın oğlu, Nereus’un babası olan deniz tanrısı 'Pontus'un adıyla anılmıştır. Romalılarca Latince "Mare Euxinum", "Mare Sarmaticum" ve "Pontus Tauricus", Ortaçağ Arap kaynaklarında “Bizans Denizi”, “Trabzon Denizi”, “Slav Denizi”, “Pontus denizi', Marco Polo haritasında 'Yunan Denizi'olarak anılmıştır. Karadeniz kelimesi ancak 14. yüzyıldan sonra aynı anlamıyla Batı dillerine kabul edilmeye başlanmıştır. Türk araştırmacı Özhan Öztürk, Karadeniz olarak adlandırılan denizin adının Uzak Asya hatta Orta Amerika Uygarlıklarında kullanılan kadim renk-yön ilişkisine bağlayarak gerçekte 'Kuzey denizi' anlamına geldiğini, İskitler'in tıpkı Azak denizinde olduğu gibi Karadeniz'in de ilk ad vericileri olduğunu iddia etmiştir. Yazara göre Türkler, Moğollar ve Çinliler gibi Asyalı kavimler kuzeyi "kara", batıyı "beyaz", güneyi "kırmızı", doğuyu “yeşil veya mavi", merkezi ise "sarı" renkle ilişkilendirilmiş, Kara Bulgarlar, Ak ve Kara Hunlar, Kara Macarlar, Kara Hıtay, Çin’in kuzeydoğusunda yer alan Heilongjiang "Kara Ejderha Nehri", Çin’in merkezinde yer alan Huangshan "Sarı Dağ", Anadolu'nun batısındaki Akdeniz'in adları bu isim geleneğine dayanmaktadır. Tuzluluk oranı %1,8 dolayındadır. MÖ 6. binyıla dek bir tatlı su gölü olan Karadeniz, bu tarihten sonra tuzlu bir denize dönüşmüştür. Amerikalı deniz jeologları William Ryan ve Walter Pitman Buz Çağı'nın ertesinde Akdeniz'in sularının 150 metre daha alçak olan Karadeniz'e boğaziçi setini yıkarak birdenbire dolarak Karadeniz Tufanı adı verilen sel baskınına sebep olduğunu bu olayın Nuh Tufanı efsanesininde kaynağı olduğunu iddia etmiştir. Okyanusbilimci Robert Ballard'ın Sinop açıklarında yaptığı çalışmalarda bulunanlar bu tezi doğrulamışsa da çeşitli bilim adamları alternatif görüşler öne sürmüştür. Karadeniz sürekli bir su buharı ve ısı kaynağıdır, suları fazla donmaz. Karadeniz kıyılarının uzunluğu 1600 km civarındadır. Dağlar kıyıya paralel uzandığından fazla girintili çıkıntılı değildir. Büyük beş ırmak Karadeniz'e dökülür: Dinyeper, Dinyester, Don Nehri, Kuban Irmağı, bütün doğu ve orta Avrupa’yı kapsayan Tuna. Tuna tek başına her yıl 203 kilometre küp tatlı suyu Karadeniz’e taşır . Bu miktar Kuzey Denizi’ne akan bütün tatlı sulardan fazladır. Türkiye'den ise belli başlı dört ırmak Karadeniz'de sonlanır: Sakarya nehri, Kızılırmak, Yeşilırmak ve Çoruh (sonuncusunun büyük bölümü Türkiye'de olmasına karşın Gürcistan'da Batum'dan denize dökülür). Bu denize dökülen Avrupa ve Asya akarsularıyla birlikte Karadeniz havzasının alanı denizin kendisinden 5 kat daha geniştir ve yaklaşık 2.2 milyon km²'dir. Karadeniz ve Çevre tuzluluk oranı oldukça fazladır. Karadeniz'in flora ve faunası evsel ve endüstriyel kirlenme nedeniyle her geçen gün fakirleşmektedir. Irmaklardan gelen organik madde miktarı deniz suyundaki bakterilerin normalde ayrışabileceğinden daha fazla olduğundan, bakteriler deniz suyunda normalde bulunan çözünmüş oksijen yerine deniz suyunun bir bileşeni olan sülfür iyonlarından oksijeni temin ederler. Bu işlemin sonucunda ortaya son derece zehirli hidrojen sülfür (HS) gazı çıkar ve 200 metrenin altında yaşamı engeller. Karadeniz dünyanın en büyük hidrojen sülfür rezervidir. 150-200 metre arasında değişen derinliklerin altında yaşam yoktur. Suda oksijen bulunmaz ve HS yüklüdür. Hidrojen Sülfür bulunduğu yerdeki tüm ekosistemi öldürür, sahil balıkçılığını yok eder ve eğer yüzeye çıkarsa gemilerin altını yarattığı kimyasal bileşimle siyah renge boyar. Özellikle Tuna Nehri tüm Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar'ın endüstri ve evsel atık sularının boşaltıldığı bir yüzeysel su olup, doğal yaşam için ölümcül miktarda organik ve inorganik maddeyi Karadeniz'e getirmekte kirlilik oradan Boğazlar yoluyla da Marmara Denizi'ne taşınmaktadır. 1980'lerin ortasında bir geminin balast suyu ile Karadeniz'e gelen ve orijini Doğu Amerika kıyıları olan Mnemiopsis leiydi (Taraklı deniz anası) adlı canlı türünün doğal düşmanı olmadığı için Karadeniz'i istila etmiş, balık larvalarının temel besinleri olan zooplanktonları ve bizzat balık larvalarını yiyerek balık sayısında önemli oranda düşme yaşanmasına sebep olmuştur. Samsun-Sarp Sınır Kapısı arasında 542 kilometrelik mesafede inşa edilen ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yatırımlarından birisi olarak gösterilen Karadeniz Sahil Yolu inşası sırasında sahil boyunca yapılan dolguların deniz canlılarına zarar verdiği çok sayıda bilim adamınca iddia edilmiş ve yolun yapımı bitmiş olmasına karşın, inşaası ve sonuçları kamuoyunda hararetli tartışmalara sebep olmuştur. Et çeşitliliği açısından zengin olmayan denizde açık sularda, yunus ve hamsi kolonilerinin yanı sıra arasında kıyılara dek vuran palamut ve domuz balığı sürülerine rastlanmaktadır. Bununla birlikte ekolojik sorunlar yüzünden günümüzde uskumru balığı kaybolmuş, palamut ve lüfer miktarı azalmış hamsi ise soyunu korumuştur. Çünkü o sadece Karadeniz'özgüdür. Pisi, dere pisisi, kalkan balıklarının ve çaça azalmış, kofana, torik, çinekop cinsleri tükenmiştir. Dünyanın en lezzetli balığı hamsinin stoku, boyu ve ağırlığı azalmış, havyarı için avlanan ve nehir ağızlarında yaşayan Mersin balığının, kirlilik ve aşırı avlanma sonucu nesli tükenmiştir. Plummer modeli Plummer modeli, dinamik sistemlerde parçacıkların hız ve konumlarının dağılımını tanımlamakta kullanılan bir modeldir. İlk defa H. C. Plummer (1911) tarafından küresel kümelerin gözlemlerini açıklamak için kullanılmıştır. Bu nedenle onun ismiyle anılagelmektedir. Plummer modeli, yoğunluk formula_1 ve potansiyeli formula_2 ile tanımlanabilir. Burada "M" toplam kütleyi, "b" Plummer yarıçapını, "G" ise Newton'un yerçekimi sabitini göstermektedir. Modeli ayrıca parçacıkların bağlanma enerjisinin formula_3 dağılım fonksiyonunu kullanarak da tanımlayabiliriz formula_4 Plummer modeli izotropik bir dağılıma karşılık geldiğinden her iki tanım da açısal momentumu içermemektedir. Küba Küba, resmî olarak Küba Cumhuriyeti (/ˈkjuːbə/; , ) Karayiplerde bir ada ülkesi. Küba, Isla de la Juventud ve birçok takımadaların yanı sıra, başlıca Küba adasından oluşur. Havana, Küba'nın en büyük şehri ve ülkenin başkentidir. Santiago de Cuba ikinci en büyük şehirdir. Küba'nın kuzeyinde Birleşik Devletler (150 km uzaklıkta), batısında Meksika ve Bahamalar, güneyinde Cayman Adaları ve Jamaika ve güneydoğusundaki Haiti ve Dominik Cumhuriyetine kadar uzanır. 28 Ekim 1492'de, Kristof Kolomb karaya çıktı ve şu an Küba'ya ait olan adada İspanya Krallığı için hak iddia etti. Küba, 1898'de biten İspanya-Amerika Savaşına kadar İspanya'nın bir toprağı olarak kaldı, ve 1902'de Birleşik Devletler'den resmi bağımsızlık kazandı. Küba 11 milyonu aşkın insanın yurdudur ve Karayipler'de en geniş yüzölçümüne sahip olmanın yanı sıra en kalabalık ada milletidir. Ada, etrafındaki sular tarafından ılıklaştırılmış bir tropikal iklime sahiptir. Aynı zamanda Karayip Denizi'nin sıcak suları ve adanın Meksika Körfezi'nin karşısında olması adayı kasırgalara açık hale getirmiştir. 1232.5 km uzunluğundaki Küba Adası yer
yüzündeki en büyük 13. adadır. Küba yerlileri; Küba'nın ilk sakinleri Güney Amerika'dan adaya gelen Guanahatabey ve Kiboni Yerlileriydi. Adaya daha sonra yerleşen Taynolar (Antil Aravakları) çömlek ve alet yapımında belirli bir düzeye ulaşmış tarımcı ve barışçıl bir halktı. İspanyolların adada ilk koloniyi kurduğu sırada çoğunluğunu Taynoların oluşturduğu Yerlilerin sayısı 80-100 bin dolayındaydı. Kristof Kolomb'un birinci yolculuğunda keşfederek (28 Ekim 1492) İspanyol toprağı ilan ettiği Küba'da ilk kalıcı yerleşim 1511'de kuruldu. Sömürgecilerin baskı ve sömürüsü, salgın hastalıklar, açlık ve göçler yerli nüfusunu 5 bine kadar düşürdü. 18. yüzyıla girilirken bölgede sağlanan barış ve düzenle birlikte sömürgenin nüfusu 50 bine ulaştı. İspanya'dan düzenli gemi seferlerinin başlaması Havana'nın ticari ve stratejik önemini artırdı. Bu arada hayvancılığın, tütün ve şekerkamışı üretiminin artırılması ve işgücü için Afrika'dan çok sayıda köle getirilmesi adada köklü bir değişim yarattı. 1865'te köle ticaretinin sona ermesiyle ortaya çıkan işgücü açığını kapatmak için adaya sözleşmeli işçi olarak Meksika yerlileri ve Çinliler getirilmeye başladı. 19. yüzyılın sonlarından itibaren İspanya'nın şeker üretimi ve ihracatı için gerekli işgücü, sermaye, makine, teknik beceri, ve pazarları sağlamada yetersiz kalması Küba'yla olan siyasi ve iktisadi bağlarının giderek zayıflamasına yol açtı. Bu ortamda Amerikalı işinsanları şeker üretiminde ve ticaretinde güç kazanmaya başladı. İspanyolların adada gelişen özerklik talebine ödün vermemesi ve vergileri daha da artırması, On Yıl Savaşı'nın (1868 - 1878) başlamasına neden oldu. Sonunda İspanya Zanjon Sözleşmesi'yle (1878) siyasal ve ekonomik reformlar yapmaya söz verdi. Adada sağlanan barış ortamı ekonomik bunalımın derinleşmesi yüzünden uzun süreli olamadı. 1895'te sürgündeki Kübalı şair ve gazeteci Jose Marti'nin sürgündeki siyasi örgütleri bir araya getirmesiyle gerilla taktiklerine dayanan bir bağımsızlık savaşı başladı. Buna karşı İspanya adaya 200 bin asker çıkardı. Savaş ortamının adadaki şeker üretimini durma noktasına getirmesi üzerine ada ekonomisinde etkin durumda olan Amerika Birleşik Devletleri'nin Havana limanında demirli Maine Gemisi'nin batırılmasını bahane ederek İspanya'ya savaş açmasına neden oldu. İspanya'nın İspanyol - Amerikan Savaşı (1898) sonunda yenilmesinin ardından imzalanan Paris Antlaşması çerçevesinde öngörülen Küba'nın bağımsızlığı 1 Ocak 1899'da Amerika Birleşik Devletleri işgali altında yürürlüğe girdi. Küba Devleti'nin siyasal ve ekonomik çerçevesini belirleyici önlemler alan Amerika Birleşik Devletleri, Küba'nın iç ve dış ilişkilerinde söz sahibi olma ve Guantanamo Koyu'nda bir deniz üssü kurma hakkını aldıktan sonra birliklerini adadan çekti. (1901) İkinci Amerika Birleşik Devletleri müdahalesinden (1909) sonra seçimleri kazanan liberallerin adayı Jose Miguel Gomez döneminde rüşvet, yolsuzluk ve sosyal adaletsizlik üzerine kurulu bir yönetim biçiminin yolunu açtı. Özellikle Afrika kökenli kübalıların siyasal haklar ve daha iyi iş olanakları için giriştiği eylemler sert biçimde bastırıldı. Gomez'le birlikte örtülü bir diktatörlüğe dönüşen cumhurbaşkanlığı çoğu kez hileli seçimler ve askeri baskı yoluyla ele geçirilen bir makam durumuna geldi. 1933'te Amerika Birleşik Devletleri'nin desteğiyle Gerardo Machado'yu deviren Fulgencio Batista, en ünlü diktatör olarak uzun yıllar Küba yönetimine damgasını vurdu. Batista zamanında tarım ve hayvancılığın yanı sıra turizm ve kumarhane işletmeciliği de önemli bir gelir kaynağı haline geldi. Buna karşı işsizlik oranın yükselmesi, nüfusun büyük çoğunluğunun yoksulluk içinde kalması ve ekonominin giderek daha da dışa bağlanması Batista yönetimine karşı etkin bir muhalefetin doğmasına yol açtı. 1950'lerde komünist rejimi ele alan gruplardan birine liderlik eden Fidel Castro, Moncada Kışlası'na düzenlediği başarısız bir baskından (1953) dolayı bir süre hapis yattı. Daha sonra Meksika'ya giden Castro 1955'te 26 Temmuz Hareketi'ni başlattı. Arjantinli devrimci Che Guevara'nın da yer aldığı örgütün Aralık 1956'da Küba'da başlattığı gerilla hareketi, zamanla öteki gruplardan da destek alarak Batista'ya bağlı birliklere önemli darbeler indirdi. 1 Ocak 1959'da diktatör Fulgencio Batista'nın Küba'yı terketmesinin ardından Fidel Castro'ya bağlı bin kişilik bir kuvvetin Havana'ya girmesiyle yeni bir yönetim başladı. İktidara geldikten sonra köklü toprak reformu gibi adımlarla geniş bir kesimin desteğini kazanan Fidel Castro, ittifak kurduğu Küba Sosyalist Halk Partisi ile birlikte yönetime ağırlığını koydu. Toprak kamulaştırmalarından zarar gören Amerika Birleşik Devletleri şirketlerinin baskısıyla Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin uygulamaya başladığı iktisadi ambargo ve bunu izleyen Domuzlar Körfezi Çıkarması, Castro'nun SSCB ile yakın bir ilişkiye girerek sosyalist bir çizgiye yönelmesini hızlandırdı. Ertesi yıl Küba'ya yerleştirilen Sovyet füzeleri yüzünden patlak veren Ekim Füzeleri Bunalımı'nda Sovyet lideri Nikita Kruşçev'in geri adım atması Küba'nın SSCB ile olan ilişkilerini bir ölçüde bozdu.1960'larda Amerika Birleşik Devletleri baskısı yüzünden artan askeri harcamalar ekonomide sarsıntıya yol açtı. Aynı dönemde Küba, Latin Amerika'daki devrimci hareketlere verdiği destekten dolayı diplomatik yalnızlığa itildi. 1970'lerde ekonomide başlayan düzelme ile birlikte parti ve devlet istikrarlı bir yapıya kavuşturuldu. Bu arada Castro'nun yönetimdeki etkinliği de pekiştirildi. 1979 - 1982 arasında Bağlantısızlar Hareketi'nın dönem başkanlığını yürüten Küba'nın SSCB ile olan ilişkileri doğrultusunda Angola ve Etiyopya'ya asker göndermesi, bağlantısız bir ülke olan Afganistan'ın SSCB tarafından işgal edilmesine tepkisiz kalması Üçüncü Dünya'da bazı tepkilerle karşılaşmasına yol açtı. 1980'de Kübalı rejim muhaliflerine Amerika Birleşik Devletleri'ne gitme izninin verilmesinden sonra göç eden 120 bin Kübalı arasında adi suçluların ve akıl hastalarının bulunması ve Amerika Birleşik Devletleri'nin Grenada'ya müdahalesi iki ülke arasındaki ilişkileri daha da gerginleştirdi. 1990'da Doğu Bloku'nu saran değişim dalgası siyasi olarak Küba'yı etkilemedi. Soğuk Savaş sonrasında kesilen Sovyet yardımı yüzünden iktisadi bir açmaza sürüklenen Küba, turizm yatırımlarına yöneldi ve kısıtlı da olsa özel yatırımlara izin verildi. Yine bu dönemde Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkilerde kısıtlı bir iyileşme görüldü. 1990'ların sonlarından itibaren Çin Halk Cumhuriyeti ve Avrupa Birliği'ne yakınlaşan Küba, Latin Amerika'da da (özellikle Venezuela ve Bolivya) yeni müttefikler buldu. 31 Temmuz 2006'da Fidel Castro başkanlik görevlerini kardeşi Raul Castro'ya devretti ve 19 Aralık 2007'de koltuğunu bıraktı.Küba, devrim sonrasında hızlı bir yapılanma dönemi geçirmiştir. Yengeç Dönencesi'nin hemen başında ve Meksika Körfezi'nin girişinde yer alır. Aynı adı taşıyan asıl büyük adanın yanı sıra 3,715'ten fazla ada ve adacığı kapsar. Önce doğuya, daha sonra güneye yönelerek bir yay biçiminde Antil Denizi'ni çevreleyen Antiller ada zincirinin önemli bir parçasını oluşturur. En yakın komşusu olan Haiti'ye 77, Bahamalar'a 140, Jamaika'ya 146, Amerika Birleşik Devletleri'ne 180, Meksika'ya 210 ve Cayman Adaları'na 240 km uzaklıktadır. Ülkenin ikinci büyük adası Juventud adasıdır. En yüksek noktası Turquino Doruğu'dur (2005 m). Toplam kara yüzölçümü 110,861 km²'dir. Yıllık ortalama sıcaklık 26 °C'dir. İki mevsimle belirlenen yarı tropikal bir iklime sahiptir. Eylül - Ekim ayları arasında görülen kasırgalar bazen büyük yıkımlara yol açmaktadır. Kıyılarının toplam uzunluğu 3735 km olup, Guantanamo Koyu'ndaki Amerika Birleşik Devletleri deniz üssüyle 29 km'lik kara sınırı vardır. On dört il ve iki özel belediyesi vardır. Bu illerden eskiden 6 geniş eyaletin parçalarıydı: Pinar del Río, Habana, Matanzas, Las Villas, Camagüey ve Oriente. İki özel belediyeden biri adadır, biri de ABD tarafından işgal edilen ABD Guantanamo Temel Deniz Körfezi'dir. Bu belediye haritada gösterilememektedir, Guantanamo'da ( 15 numara ) yer alır. Küba'nın tek parti egemenliğine dayalı sosyalist bir devlet yapısı vardır. Küba Komünist Partisi'nin (PCC) devlet yönetimindeki ağırlığı 1976 Anayasası'nda açıkça belli edilmiştir. 1965'te hazırlanmaya başlanan ve 1976'da halkoyuna sunularak yürürlüğe giren anayasaya göre yasama yetkisini Halk İktidarı Ulusal Meclisi (Asamblea Nacional de Poder Popular) kullanır. Devlet ve hükümet başkanı konumunda olan Devlet Konseyi başkanı, Bakanlar Kurulu'na başkanlık eder. Küba'nın oldukça karmaşık bir yapı gösteren nüfusu, geçmiş yüzyıllarda adaya değişik etnik toplulukların yerleşmesinin ürünüdür. Kolomb öncesi dönemde sayıları 80-100 bin arası olan ada yerlilerinden günümüzde yalnızca adanın doğu ucunda yaşayan birkaç aile kalmıştır. Küba nüfusunun % 51'i mulattolar (Avrupalı ve Afrikalıların karışımı), % 37'si beyazlar, % 11'i siyahlar ve % 1'i de Çinlilerden oluşur. Çinli nüfus 19. yüzyılda demiryolu ve maden işleri için adaya getirilen Çinlilerin torunlarıdır. Doğum oranı 11.6/1000'dir. Küba ekonomisi sosyalist ilkelere dayanan devlet kontrollü bir planlı ekonomidir. Son yıllarda özel sektör yatırımları artmakla beraber üretim araçlarının büyük bir kısmı devlet tarafından işletilir. 1992'de dış ticaretinin % 80'ini gerçekleştirdiği ve tarım üretimi için gereken sübvansiyonların sağlandığı SSCB'nin çöküşünden sonra oluşan depresif dönemden sonra tarımdan sanayiye geçmiştir. Aynı zamanda (özellikle Pinar del Rio'dan) iç göçler başlamıştır. İş gücünün % 21'inin çalıştığı tarım sektöründe şekerkamışı, tütün, turunçgil, kahve ve pirinç önemli üretim ve ihracat kalemlerindendir. Sosyalist rejimde özellikle önem verilen balıkçılık ve hayvancılık yine önemli üretim kalemlerinden biridir. Turizm son yıllarda yeniden eski canlılığını kazanmıştır. Özellikle Kanada ve Avrupa Birliği'nden gelen turistler sayesinde turizm Küba ekonomisinin itici gücü haline gelmiştir. Çin, Kanada, İspanya ve Hollanda Küba'nın en büyük dış tica
ret partnerleridir.Madencliliğin temelini ihracat kalemleri içinde önemli bir payı olan nikel oluşturur. (Dünya üretiminin % 6.4'ü). Kişi başına düşen GSMH yaklaşık 9.900 $'dır ve yaşam standardı hala 1990 öncesindeki seviyeye getirilememiştir. Bunun en büyük nedeni, Sovyetler Birliği tarafından yapılan hibe ve yardımların, Sovyetlerin 1991'de yıkılmasıyla birlikte kesilmesidir.Petrol konusunda en büyük destekçisi Çin'dir. Mühendis ve makina yardımı yapmaktadırlar. Ayrıca Venezuela'da Hugo Chávez'in iktidara gelmesiyle birlikte, bu ülkeyle yapılan ekonomi anlaşmaları da Küba'nın zor koşullara karşın yeni bir müttefik bulmasını ve bir ölçüde rahatlamasını sağlamıştır. Küba'nın başkenti Havana'da kolonyal dönemden kalma birçok eser bulunmaktadır. Bu sebeple 1982 yılında UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilmiştir. Küba kültürü köken bakımından İspanyol ve Afrika etkisinin belirgin izlerini taşır. Amerika Birleşik Devletleri ile olan tarihi bağları nedeniyle Kuzey Amerika sporları halk arasında yoğun ilgi görmektedir. Başta beyzbol olmak üzere basketbol, voleybol, atletizm ve boks; Küba'da yaygın olarak oynanan ve uluslararası müsabakalarda başarılı olunan sporlardandır. Devrim sonrasında hızla gelişen ve refah düzeyinin yükseldiği Küba'da halkın tamamına yakını okur yazardır. Her köşe başında amatör müzik grupları boy gösterir. Uzun bir geçmişe sahip olan Küba müziği, coşkulu ve hareketli eserlerden oluşup geniş bir yelpazeye sahiptir. Küba mutfağı, genel olarak İspanyol-Karayip karışımıdır. Domuz eti, deniz mahsulleri, mısır ve siyah fasulye çok tüketilir. Küba edebiyatının özellikle şiir alanında zengin ve nitelikli bir mirası vardır. 19. yüzyılda yaşamış şair Jose Marti ile 20. yüzyılda yaşamış olan Nicolás Guillén önemli Kübalı edebiyatçılardandır. Ünlü şarkı Guantanamera, Küba'nın devrimci kahramanı Jose Marti'nin eseridir. Aynı zamanda Bolivya ordusuna ve Che'ye yazılan ünlü Soldadito Boliviano (Bolivyalı Küçük asker) şarkısı da Nicholas Guillen'indir. Tux Tux, Linux'un resmî maskotu olan, karnı balıklarla dolmuş, yeni geğirmiş, mutlu, tombul bir penguendir. Larry Ewing tarafından 1996 yılında yaratılmıştır. Linux'un maskotu olan penguen fikri Linux çekirdeği'nin yaratıcısı olan Linus Torvalds'dan gelmiştir. Penguenler takım elbise (İngilizce'de "tux"edo) giydikleri gibi göründükleri için maskota Tux ismi verilmiştir. Bazıları bu açıklamaların aksine, bu ismin Torvalds UniX'den türetildiğini iddia etmektedirler. Tux, bir Linux amblem yarışmasında tasarlanmıştır. Diğer yarışmacıların resimleri Linux'ün amblem yarışma sitesi'nden bulunabilir. Kazanan amblem Larry Ewing tarafından GIMP kullanılarak yaratılmıştır ve kendisi tarafından aşağıdaki koşullar altında sunulmuştur: Jeff Ayers'e göre, Linus Torvalds uçamayan şişman su kuşlarına ilgi duymaktadır ve Torvalds ziyaret sebebiyle gittiği Canberra'da küçük bir penguen tarafından ısırılmıştır. Torvalds, Linux ile bağdaşan eğlenceli ve sempatik bir şeye bakıyordu, ve güzel bir yemek yedikten sonra oturmuş olan hafif şişman bir penguen tam uygun bir maskottu. Tux, Linux ve Açık kaynak toplulukları için bir simge haline gelmiştir. Bir İngiliz Linux kullanıcıları grubu Bristol Hayvanat Bahçesi'ne bir penguen edindirmişlerdir. O, büyük arkadaşı Güney Afrika Antilobu'ndan (İngilizce: GNU) daha meşhur bir hayvan haline gelmiştir, barışçıl ve utangaç güney afrika antilobu GNU Projesi'ni simgelemektedir. Maskot Maskot; okul, askeri birlik, marka, takım veya şirket gibi genel kimliği olan bir topluluğu simgelemek için kullanılan Hayvan, çizgi film karakteri gibi varlıkların çizimleri ve 3 boyutlu modelleri. Genellikle tanıtım ve seyircileri coşturmak amacıyla kullanılır ve uğur getirdiğine inanılır. Maskot şeklindeki anahtarlıklara binaen Türkçede zaman zaman "anahtarlık" anlamında da kullanılır. Maskotlar sıklıkla spor kulüplerinin lakaplarıyla karıştırılır. Örneğin, Tennessee Üniversitesi'nin lakabı "volunteers" (gönüllüler) olmakla beraber maskotu "Smokey" adındaki bir köpektir. Ancey Zauha Ancey Zauha ("Andrzej Zaucha") (d. 1967), Rusya’da yaşayan Polonyalı ünlü yazar ve radyo gazetecisidir. 1967 yılında Polonya’nın Tarnów şehri yakınlarındaki Zakliczyn kasabasında doğdu. Krakov Üniversitesi Gazetecilik ve Siyasal Bilimler Fakültesinden mezun oldu. 1997’den beri Polonya’nın en büyük gazetesi "Gazeta Wyborcza"nın, sonra da RMF FM radyosunun Rusya özel muhabirliğini yaptı. "Moskwa. Nord-Ost" kitabı, Dubrovka’daki tiyatro merkezinin işgali hakkında dünyada yazılmış kitaplardan en tanınanıdır. HTTP HTTP (İngilizce "Hyper-Text Transfer Protocol", Türkçe "Hiper-Metin Transfer Protokolü") bir kaynaktan dağıtılan ve ortak kullanıma açık olan hiperortam bilgi sistemleri için uygulama seviyesinde bir iletişim protokolüdür. HTTP, 1990 yılından beri Dünya Çapında Ağ (WWW) üzerinde küresel bilgi girişimi için kullanılmaktadır. HTTP/0.9 olarak anılan ilk sürüm HTTP İnternet üzerinden ham verinin taşınması amaçlı, basit bir iletişim kuralıydı. RFC 1945 dahilinde tanımlanan HTTP/1.0, taşınan verinin meta-bilgilerini ve istek/cevap semantiği düzenleyicilerini içeren ve MIME ilgileri taşıyan mesajların taşınabilmesi gibi yenilikler ile bir önceki sürümü genişletmiştir. Yine de HTTP/1.0 hiyerarşik vekil sunucuların (proxy), önbelleğin, kalıcı bağlantı ihtiyaçlarının ve sanal sunucuların etkilerini göz önünde bulundurmada yetersiz kalmaktaydı. Ek olarak, HTTP/1.0 olarak anılan uygulamaların, tam olarak kesinleştirilememiş yöntemleri, birbirleriyle iletişim içinde bulunan iki uygulamanın kapasitelerinin tam olarak anlaşılması için yetersiz kalmakta ve bu sürümün bir yeniliğe gidilme ihtiyacını zorunlu kılmaktaydı. HTTP/1.1 olarak bilinen bu yeni sürüm, iletişim kuralının güvenilir bir biçimde uygulanmasında ihtiyaç duyulan dizisel gereksinimleri içermekte ve 1.0 sürümüne sahip iletişim kuralından daha güvenli olarak görülmektedir. Uygulamalı bilgi sistemleri, basit bir şekilde bilgi almaktan çok daha fazla uygulamaya ihtiyaç duyar. Bu uygulamalar arama, son kullanıcı arayüzünün güncellenmesi ve etkileşimli olarak bilgi girişi gibi işlevleri de gerektirmektedir. HTTP, bir isteğin amacının ne olduğunu anlatan bir takım açık uçlu yöntemler ve üstbilgi kullanımına izin vermektedir. Bir tekbiçimli kaynak tanımlayıcısı, yer belirleyici ya da kaynak ismi tarafından sağlanan kaynağa, bir yöntemin uygulanışını bildiren bir dizi kural üzerine kurulmuştur. Gönderiler, Çok Amaçlı İnternet Posta Uzantıları tarafından tanımlandığı ve İnternet postasında kullanılana benzer bir biçimde aktarılmaktadır. HTTP aynı zamanda, SMTP, NNTP, FTP, Gopher ve WAIS iletişim kurallarını destekleyen İnternet sistemleri ile kullanıcı istemcileri, vekil sunucular ve Geçitler arasında iletişim için özelleştirilmiş bir iletişim kuralı olarak da kullanılır. Bu haliyle HTTP, muhtelif uygulamalar tarafından sağlanan kaynaklara, basit hiperortam erişimine izin vermektedir. Günümüzde hayatın önemli bir parçası haline gelen İnternet, HTTP sayesinde her türlü bilgiye sorunsuz erişimi kolay kılmaktadır. İstek-cevap bilgisayarların birbirleriyle konuşmaları için kullanılan temel metotlardan birisidir. İstek-Cevap kullanılırken, ilk bilgisayar bir istek gönderir ve ikinci bilgisayar da bu isteği yanıtlar. Zeugma Zeugma, MÖ 300 civarında Büyük İskender'in generallerinden Selevkos I Nikator tarafından kurulmuş bir antik şehirdir. Bugün, Gaziantep ilinin Nizip ilçesine 10 km uzaklıktaki Belkıs mahallesi eteklerindedir. İlk olarak kurucusu adına Fırat'da Selevkosya anlamına gelen "Selevkaya Euphrates" olarak anılan şehir Roma İmparatorluğu tarafından ele geçtikten sonra köprü anlamına gelen "Zeugma" ismiyle anılmaya başlandı. Antioch (Antakya) Çin arasında Fırat yoluyla oluşan geçitte liman olarak büyük bir ticari değer kazandı. Yapılan kazı çalışmalarında A, B ve C olarak üç bölümde incelenen şehrin villaları ve çarşılarının bulunduğu A ve B bölümleri bugün Birecik Hidroelektrik Baraj gölü altında bulunmaktadır. Henüz kazı yapılmamış C bölümünde ileride bir açık hava müzesi oluşturulması planlanmaktadır. Antik şehir, Roma döneminden kalan mozaikleri ile dünyaca ünlüdür. Zeugma kazılarından çıkarılan mozaikler bir süre Gaziantep Arkeoloji Müzesinde sergilendikten sonra, 2011 yılında Zeugma Mozaik Müzesine taşınmışlardır. Sedat Kapanoğlu Sedat Kapanoğlu (d. 21 Aralık 1976, Eskişehir), Ekşi Sözlük isimli web sitesinin kurucusu, yazarı ve eski yöneticisidir. 2015 yılında bu görevinden ayrılmıştır. Ekşi Sözlük'teki takma adı SSG (sedat software group)'dir. Ayrıca "SSG Sedat" olarak da bilinir. Sedat Kapanoğlu, 21 Aralık 1976 tarihinde Eskişehir'de doğmuştur. Boşnaklar'a olan Sırp baskısının artması nedeniyle 1930’larda Karadağ’dan göç eden bir ailedendir. Beş kardeşin en küçüğüdür. İlkokulda program yazmaya başlayan Kapanoğlu, İzmir-Güzelbahçe 60. Yıl Anadolu Lisesi’nin 1993 yılı mezun olup Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi (1996 yılında) ve Doğuş Üniversitesi'nin bilgisayar mühendisliği bölümlerine (2000 yılında) başlamış, devamsızlıktan dolayı bitirememiştir. İlk ticari yazılımı liseden mezun olduktan sonra 1993 yılında çalışmaya başladığı bir firmada yazdığı hastane programıdır. 1994 yılında ise "Hasta 1.0" ismini verdiği hasta takip yazılımı, 1995 yılında bbs için yazılımlar, meteoroloji genel müdürlüğüne, yazılımlar hazırladı. 1997 yılında asansör yazılımı, PVC üreticileri için MRP yazılımı hazırladı. 1997 yılında ODTÜ'nün programlama yarışmasında 3. oldu. 1998 yılında Eskişehir'den İstanbul'a taşındı. Türkiye'de internet yaygınlaşmadan önce popüler olan BBS ağlarında, Wolverine adlı DOS programının yazarı olarak tanınmış, 1999 yılında mizahi bir sözlük sitesi olan Ekşi Sözlük sitesini bu ağdaki kullanıcıların katkılarıyla başlatmıştır. "Ekşi Sözlük Kutsal Bilgi Kaynağı" adlı kitabı derlemiştir. 2001 yılında ilk teklifi aldığı Microsoft Seattle Redmond kampüsünde Windows yazılım ekibinde 2004 yılında yazılım-tasarım mühendisi olarak çalışmaya
başladı. 2007'den itibaren Ekşi Sözlük'te kazandığı para Microsoft'ta kazandığından fazla olmaya başlayınca, 2009 yılının yaz aylarında Microsoft'taki görevinden ayrılarak Türkiye'ye döndü. 2015 Yılında Ekşi Teknoloji ve Bilişim A.Ş.'deki yönetim kurulu başkanlığı dahil olmak üzere, sözlük yönetiminden ayrılmış ve ABD'ye yerleşmiştir. Mozaik (anlam ayrımı) "isim" Fransızca mosaïque İzmir İktisat Kongresi İzmir İktisat Kongresi veya I. İktisat Kongresi (17 Şubat-4 Mart 1923), İzmir'de Banka-Han binasında toplanan 1135 delege ile yeni Türkiye'nin ekonomik sorunlarının tartışıldığı bir kongredir. Dönemin Türkiye yönetici kadrosu Kurtuluş Savaşı ile kazanılan zaferden sonra prensip olarak siyasi ve ekonomik bağımsızlığı öngörmüştü. TBMM'nin bu dönemde başlıca uğraşısı yurdu işgalden kurtarmak olsa da, öngörülen bu ekonomik bağımsızlık hedefinin nasıl gerçekleştirileceğine dair bir kongre yapıldı. İtilaf Devletleri tarafından Lozan Antlaşması ile devam etmesi istenilen Osmanlı Devleti'nin ekonomisinde ciddi hasarlara yol açmış kapitülasyonların ve diğer imtiyazların kabul edilemeyeceği kongrede belirtildi. Ekonomik sorunları aşmak, savaştan yeni çıkan halkın kalkındırılması ve onlara yol gösterilmesi gibi konular üzerinde duruldu. İktisat vekili Mahmut Esat (Bozkurt) Bey'in 13 Şubat 1923 tarihinde verdiği beyanata göre Türkiye İktisat Kongresi "Hükümetin Delaleti" ile toplanmıştır. Anadolu Ajansı 13 Şubat 1923'de Mahmut Esat Bey, aynı beyanatta kongrenin amacını şu şekilde belirtmektedir; ""Bu Kongreyi millet ve memleketimizin kabiliyet ihtiyacat-ı iktisadiyesini elbirliği ile tetkik ederek ona göre bir ittila usulü vaz ve tetkik eylemek aynı zamanda memleketimizin muhtelif ve şimdiye kadar yek diğerine yabancı kalmış iktisat amillerinin birbiri ile tanıştırmak için açıyoruz"". Kongrede ele alınacak sorunlardan bazılarını kongre heyeti; Türkiye'de kredi meselesi, istihsalin tanzimi, gümrük meselesi, vergiler, vesait-i nakliye başlıkları altında ayrıntılı bir rapor şeklinde işleyerek; 23 Şubat 1923'de yayınlamıştır. Türkiye'nin çiftçi, tüccar, sanayi ve işçi zümrelerinden seçilen 1135 üyenin katıldığı bu kongrede bu grupların hazırladığı "Misak-ı İktisadî Esasları" tartışıldı ve kabul edildi. İzmir'in Kurtuluşundan 5 ay sonra ve Lozan Antlaşması'nın imzalanmasından 4 ay önce toplanan Türkiye İktisat Kongresi Anadolu kurtuluş hareketinin iktisadi yönünü göstermesi bakımından, son derece önemlidir. Anadolu Ajansı'nın 5 Mart 1923 tarihli bir haberinde; "tab ve neşredilecek bilumum kitapların ilk sahifelerinde Misak-ı İktisadi esasları gayet okunaklı bir surette yazılacaktır. Kongre Divanınca bu babda alakadarına tebligat icrasına karar verilmiştir" denilmesine rağmen iktisat kongresi ile ilgili tebliğler sadece Osmanlıca "İktisat Esaslarımız" adlı bir kitapçıkta yayınlanmıştır. Kongreye her kazadan gönderilen sekiz kişi Atatürk'ün açılış nutkunda belirttiği üzere milleti temsil ediyor ve delegelerin söyleyeceklerine itibar edeceklerini bildiriyordu. Tüm bunlara rağmen,toprağa sahip olmadan çalışan ortakçı ve yarıcının kongrede tam olarak temsil edilemediği de aşikardır. Öte yandan işçi grubunun iktisat esaslarının 34. maddesi tarım işçilerinin ve toprağa sahip olmayan köylünün kongrede temsil olunmadığı kanısını doğrulayacak niteliktedir. Bu maddeye göre "Ziraat işlerinde kullanılan işçiler yukarıdaki (işçi grubunun iktisat esaslarını içeren) maddelerin ahlakından müstesnadır." Bir başka deyimle, kongrede sanayi ve işçilerini temsil edenler, tarım işlerinde çalışıp kongrede temsil edilemeyen işçilerin çıkarlarını savunmayı düşünmemişlerdir. Eldeki belgelerden anlaşıldığına göre Kurtuluş Savaşı'nın sürüp gittiği yıllarda bile Ankara Hükümeti imkanlar ölçüsünde sosyo-ekonomik konularla ilgilenir ve uğraşırken, bu arada madencilik konusuyla da ilgilenmiş, özellikle Zonguldak Kömür Havzası'ndaki durum gözden kaçmamıştır. Kongrede bu duruma da değinilmiştir. Bu kongrede alınan kararların çoğu zamanla tatbik edilmişse de, özellikle tarımla ilgili maddeler günümüzde dahi tam anlamıyla amacına ulaştırılamamıştır. Netice itibarıyla, İzmir İktisat Kongresi ile başlayan bir fikri gelişmenin oluşması, ekonomik envanterlerin belirlenmesi, model arayışları ve belli ölçüde uygulamaya başlama dönemidir. Bu dönemde ekonominin sahip oldukları ve olmadıkları belirlenmiş, ekonomik hedefler tayin edilmiş, karma ekonomi modelinin temelleri hazırlanmıştır. 17 Şubat - 4 Mart 1923 tarihlerinde İzmir'de toplanan Türkiye İktisat Kongresinin en önemli kararlarını şöyle sıralamak mümkündür. Saat 10'da başlayıp, 11.15'te kapanan ilk oturumda alınan aşağıdaki genel kararlar, şöyledir; Resim Resim, herhangi bir yüzey üzerine çizgi ve renklerle yapılan, günümüzde kavramsal bir boyutta ele alınması açısından hemen her tür malzemenin kullanılabildiği bir anlatım tekniğidir. Resim yapma sanatıyla meşgül kişiler, "ressam" olarak adlandırılırlar. Bulunan ilk resimler; kesinlik içermemekle birlikte, ortalama 30 bin yıllık oldukları varsayılan, 1994 yılında, Fransa'nın Vallon-Pont-d'Arc bölgesinde yeralan ve adını, mağarayı keşfeden Jean-Marie Chauvet'den alan, Chauvet Mağarasında keşfedilmişlerdir.Tarih öncesi resimler, kimileri açıkta yeralan, pek çoğu ise mağaralarda olmak üzere, kaya duvarlarına çizilmiş hayvan, av sahneleri ve boyalı ellerle oluşturulmuş izlerden meydana gelirler. Bu resimler, tarihi önemleri dışında, insanoğlunun soyut düşünme yeteneğinin o dönemlerde de gelişmiş olduğunu kanıtlamaları bakımından ayrıca değer taşırlar. İlk resimlerin yapılış amaçları arasında, dönem insanının, kendilerini kuşatan doğa karşısında oluşturdukları mistik eğilimler doğrultusunda, kabileye kötülük getirdiğine inanılan olguları uzak tutmak, örneğin, ava dair bereketin arttırılması, topluluğun gelişimi ve güvenliği bakımından genç avcı adaylarına donük eğitim, doğaya duyulan hayranlık ve keşfetme ihtiyacının yeraldığı kabul edilir. Resim yapmakta kullanılan teknikler; malzemelerin gelişimini de etkilemiş, örneğin, bitki kökü gibi doğal yollarla elde edilen boyaların yerini, endustriyel, sağlığa daha az zararlı, kalıcı ve kullanımı daha kolay boyalar almıştır. Hristiyanlıkta resim: Batı resmi, milattan sonra dini konuları sembolik bir şekilde resmetmeye odaklanmıştır, ancak figürler hareketsiz, kompozisyonlar ise kuralcıdır. İslam'da resim; Allah'ın, yarattıklarını taklit etmeyi insanoğluna yasakladığı için İslami resimler 18. Yüzyılın ortalarına kadar daha çok soyut desenler ve yazının şekillendirilmesi Hat sanatı, Ebru ve minyatür ile sınırlı kalmıştır. Rönesans'tan sonra dini konuların dışına çıkılmaya başlanmış, ressamlar eserlerine vermek istedikleri anlamlara göre nüanslar katmaya başlamışlardır. Rönesans ile canlanan ve doğayı inceleyerek, detaylı şekilde, olduğu gibi resmetme arzusu perspektif tekniğinin geliştirilmesine yol açmıştır. Leonardo da Vinci'nin anatomi analizleri eşsiz kabul edilir. Osmanlı'da resim sanatının yerleşmesi: 1860-1869 döneminde, Paris’te Gérôme’un öğrencisi olan Osman Hamdi Bey, ülkesine döndükten sonra gerçekleştirdiği yapıtlar ve Sanayii Nefise Mektebi'ni kurmasıyla birlikte, resim sanatı Doğu toplumlarında yaygınlaşmaya başlamıştır. Günümüzde, dünya resim tarihinin önemli bir parçası olarak kabul edilen pek çok Türk ressam bulunmaktadır. Modern resim sanatı: 1880'lerde, kimine göre Tonalizm, kimine göre Sembolizm akımlarıyla başlayan modern resim konusunu, genel olarak avam tabakasında, başka bir deyişle, sıradan insanda, onun gündelik yaşamında, psikolojisinde bulur. Dönemin resminde, kompozisyon, ışık, renk, kontur, perspektif konularında konmuş kuralları yıkma, sanatsal ifadeyi özgürleştirme arzusu öne çıkar. 1945'lerde ortaya çıkan Soyut Ekspresyonizm akımı ile resim sanatı, tamamen insanın iç dünyasına inerek somut dünyadan, kurallardan ve kalıplardan uzaklaşır; mutlak gerçeği arar, böyle bir şey olmadığına karar verir ve Fluxus akımından sonra kendini kavramsal sanata bırakır. Artık resim, sadece bir soru haline gelmiştir ve daha büyük bir bütünün ufak bir parçasını oluşturmaktadır (bkz. Enstalasyon). Resim sanatının etkisi: Resim, bilinen en eski ve köklü sanat dallarından biridir. Bu sebeple diğer bazı sanatların odak noktasında bulunmaktadır. Diğer sanatlar fikir üslup vb. açılardan genellikle resim sanatına benzerlik gösterirler. Bunun sebebi, resim sanatının erken dönemlerde gelişmeye başlaması ve ileri seviyeye ulaşmasıdır. Resim sanatının günümüzdeki yeri: Bugün, resmin (ve sanatın) öldüğü iddialarına rağmen günümüz yaşam şekline uygun, birçok çeşitli geleneğin egemenliği sürmektedir. Resim ve fotoğraf: Resim bir isimdir, ancak sanatçılar resim kelimesini kavramsal olarak kullandığı için fotoğrafla resim aynı değil diye benimsenir, işin doğrusu farklı aletler kullanılmasının dışında ortaya çıkan aynı gerçektir. Fırça ve kalemle yapılan resimse, bir makinenin işlemiş olduğu görüntü de resimdir, ancak sanatsal bakımdan değerlendirip resim kelimesi sanat anlayışı üslübuyla kavramsallaştırılırsa bu durum ortaya çıkar ve fotoğraf resim değildir denir. Resim yapma kavramı içinde geçen ve diğer kavramlarla ortak kullanılan deyimler şunlardır: Resim yapma Kavramında kullanılan diğer ortak deyimlerden bazıları: Altarpiece, Broken Color, Karikatür, Chiaroscuro, Kompozisyon, Drybrush, Easel Picture, Foreshortening, Genre, Halo, Highlights, Resim Tarihi, Imprimatura, Peyzaj, Madonna, Maulstick, Portre Minyatürü, Mural Painting, Palet, Panel Painting, Perspektif, Pietá, Plein Air, Portre, Sfumato, Stippling, Teknik, Trompe l'oeil, Underpainting, Varnish, Wet-on-wet ve Dört Boyutlu Resim. Luc Besson Luc Besson, (d. 18 Mart 1959), Fransız sinemacı ve film yapımcısı. Luc Besson, 18 Mart 1959 tarihinde Paris'te dünyaya geldi. Çocukluğunun bir kısmını, dalgıç eğitmeni olan ailesiyle dünyanın çeşitli yerlerini dolaşarak geçirdi. Okul yıllarında yaşından beklenmedik şekilde ileride çekeceği Le Grand Bleu ("Derin Mavi" - "1988") ve The Fifth Element ("Beşinci Element" - "1997") fil
mlerinin taslaklarını hazırlayarak bu konudaki yeteneğini göstermiş oldu. On yedi yaşında geçirdiği ve dalgıçlık yapmasına engel olan bir dalış kazası sonucu yunuslar üzerinde uzman bir deniz biyoloğu olma hayallerine veda etti. Paris'e geri döndü ve sinema ile ilgilenmeye başladı. Filmlerin, ilgi alanlarını diğer sanatlar ile birleştirip sunmasına imkân veren bir yönü olduğunu keşfetti. Bunun üzerine çeşitli yapımlarda küçük görevler almaya başladı. Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşti ve üç sene sonra Fransa'ya geri dönerek kendi yapım şirketi olan Les Films de Loups (daha sonraları şirketin ismini Les Films de Dauphins olarak değiştirdi) şirketini kurdu. İlk olarak çektiği L'Avant Dernier'yi ödüllü Le Dernier Combat izledi. Bu filmle ismini duyuran Besson, kısa aralarla çektiği filmleriyle ünlendi. Çektiği filmlerde hayatın farklı yönlerinde yaşayan insanları, aşklarını, mücadelelerini ve her şeye rağmen yalnızlıklarını resmeden Besson, hikâyelerini sıradışı öğeler, çeşitli karakterler ve kendine has bir mizah ile anlatmaktadır. Fransız sinemasının dışına çıkan, popülerlik kazanan ancak bağımsız kalmayı başarabilen bir sinemacı olan Besson, 1999 yılında çektiği The Messenger: The Story of Joan of Arc filminden sonra, genç ancak yetenekli sinemacılara imkân sağlayabilmek için şirketi aracılığıyla yapımcılığa soyundu. Birçok başarılı filme imza atan Besson bu filmleriyle yeni tartışmalara da sebep oldu. Kimilerince yeni nesil Fransız sinemacılar arasında en iyilerden biri olarak görüldüyse de, birçok kişi Fransız sinema tarihinde Luc Besson'a yer olmadığını savundu. Yönetmenliğini yaptığı filmler şunlardır: Nü "Nü", çıplak anlamına gelen, Fransızca, 'nu' kelimesinden kaynaklanır. İnsan bedeninin çıplak olarak resmedildiği eserlere verilen isimdir. Ressamlar nü resimlere özellikle önem vermişlerdir, çünkü insan bedeni resim teknikleri açısından resmedilmesi zor ve öğreticidir. İnsan hem yüz, hem de bedensel açıdan birçok anlamı, güzelliği içinde barındırabiliyor. Doğayı inceledikten sonra bunu anlamış olan ressamlar tarih boyunca çıplak insan bedenine yönelmişlerdir. Nü resim sadece çıplaklıkta değil, insanın bedensel hareketlerini ve sosyal yaşantısını resmederken de ressama büyük nitelikler kazandırmıştır. Leon Walras Leon Walras (1834-1910), Lozan Okulu'nun temsilcilerinden olan bir iktisatçıdır. Marjinalizmin birinci kuşağını temsil eder. Faydanın õlçülebileceğini savunan kardinalist görüşe sahiptir. Kardeş Türküler Kardeş Türküler, 1993 yılında Boğaziçi Üniversitesi'nin müzik birimi tarafından hazırlanan bir konser çalışmasının adı olarak gündeme geldi. Anadolu halk şarkılarını, kendi kültürel yapılarını baz alarak orijinal dilleriyle yorumlamaya çalışan bu proje, ana olarak dört bölümden,Türk, Kürt, Azeri ve Ermeni şarkılarından oluşuyordu. Bu çıkış, politik anlamda 'kardeşlik içinde bir arada yaşama' ilkesine dayanarak, halklar arasında yaratılmaya çalışılan kutuplaşma ve gerilime müzikal düzlemde cevaplar geliştirmeye çalışıyordu. Daha sonraki dönemlerde Kardeş Türküler çalışması, değişik kültürlere ait şarkılara da yönelerek repertuarını genişletmeye başladı: Laz, Gürcü, Çerkes, Çingene, Makedon, Alevi, vs. ezgileri, müzik topluluğunun oluşturmaya çalıştığı düzenleme anlayışı içinde biçimlendirilerek icra edildi. 1995 yazında kurulan Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu'nun (BGST) müzik biriminde yer alan grup, bir yandan çeşitli sanatsal etkinliklere ve kültürel gecelere, festival ve şenliklere katılırken, diğer yandan da repertuarının bir bölümünü değerlendirmek üzere, Feryal Öney'in solist olarak yer aldığı, Azeri müzisyenlerle birlikte hazırlanan 'Hardasan / Azeri Şarkıları' adlı albüm çalışmasını yayınladı. Bir yıl sonra, Haziran 1997 tarihinde, Anadolu-Mezopotamya eksenindeki müzik geleneklerinin ürünlerini örneklemek üzere 'Kardeş Türküler' albümünü çıkaran grup, zaman içinde bu ad ile anılmaya başladı. Aynı dönem bir özel radyonun yaptığı dinleyici anketinde 'yılın grubu' seçilen "Kardeş Türküler", ikinci albümünü daha lokal ve spesifik bir projeye ayırdı: 'Doğu' albümü, o coğrafyanın müzikal mirasını ve sunduğu olanakları araştırmaya çalışan grubun kendi 'sound'unu oluşturması yolunda önemli bir adım oldu. Grup, Truva Folklor Araştırmaları Derneği'nce Aralık 1999 tarihinde 7'ncisi düzenlenen Truva Kültür Sanat Ödülleri kapsamında 'Çağdaş Halk Müziği' dalında ödüle layık görüldü. Folk Roots dergisinin Temmuz 1999 tarihli sayısında tanıtımı yapılan 'Doğu'albümü, aynı dönemde İngiltere'de yayın yapan Radio Not-Wonderful'un listesinde 4. sırada yer aldı. 2000 yılının Şubat ayında, Jérôme Cler'in hazırladığı ve Cité de la Musiques / Actes Sud tarafından Fransa'da yayınlanan 'Musiques de Turquie' adlı kitabın CD ekinde, grubun yorumladığı iki şarkıya yer verildi. Doğu albümünden bir şarkı, Songlines dergisinin Anadolu müziklerine ayırdığı Ekim sayısında ek olarak verdiği karma albümde de yer aldı. Yine Folk Roots dergisinin Ocak-Şubat 2001 sayısındaki karma albümde grubun bir şarkısına yer verildi. Grup, coğrafyamızın çok-kültürlü, çok-etnili yapısını, ilk kez çektiği bir Türkçe-Kürtçe kliple de gündeme getirmeye çalıştı. Kültürler arasındaki alışverişin müzikal alanda bir örneği olarak düşünülen bu şarkının klibi, bir 'ilk' olması itibarıyla ana haber bültenlerine konu olduysa da, ulusal kanallarda pek yer almadı; ama kardeşlik ve barışı önemseyen çevrelerden olumlu tepkiler aldı. Yalnızca ideolojik fikirlerinden değil, oluşturdukları müzikaliteyle de müzik otoritelerince sık sık övgüye layık görüldü. Bu tarz otantik müziği, yine otantik sazlarla çok sesli müziğe çevirebilmeleri hep başarılı bulundu. Şivan Perver'in Eylül 2000'de piyasaya çıkan 'Roj û Heyv' adlı albümünün müzik yönetmenliği ve düzenlemelerini üstlenen Kardeş Türküler, son olarak Yılmaz Erdoğan ve Ömer F. Sorak'ın yönetmenliğini yaptığı ' Vizontele' filminin müziklerini hazırladı. Bu çalışmasıyla, Ekim 2001 tarihinde düzenlenen 38. Antalya Altın Portakal Film Şenliği'nde 'En İyi Film Müziği' ödülü alan grup, 2002 Aralık ayında "Hemâvâz"ı, 2005 yılındada "Baharı yayınladı. Ayrıca 2005'te gösterime giren Hollywood yapımı Cennetin Krallığı"' filminin Müzik Direktörü, Kardeş Türküler'i, Ortadoğu müziğini en iyi yorumlayan ekiplerden biri olarak gördü ve film müziği olarak kullanmak için birkaç parça istedi. Gerek orijinal halk müziklerinden, gerekse kendi bestelerinden oluşan 11 parça gönderildi ve bunların 3-4'ü filmde kullanıldı. Feryal Öney Solo Albümler Francis Bacon (ressam) Francis Bacon (d. 28 Ekim 1909 – ö. 28 Nisan 1992), İngiliz ekspresyonist ressam. 1909 yılında Dublin'de (İrlanda), İngiliz bir anne-babanın çocuğu olarak doğdu. 1925 yılında Londra'ya taşındı ve oradan Berlin'e, daha sonra ise Paris'e taşındı. 1928/29 yılında Londra'ya temelli taşınarak mobilya tasarımcısı ve iç mimar olarak kendini kabul ettirdi. 1930'da akademik bir resim eğitimi olmaksızın, resim yapmaya başladı. İlk başta fazla başarı kazanamadı ve ilk kişisel sergisinden sonra resme ara verdi. 1940'larda yeniden resim yapmaya başladı. 1944 yılında yarattığı 'Çarmıha Gerili Figürler Üzerine Üç Çalışma/Three Studies for Figures at the Crucifixion' adlı eserle kendini resim dünyasına kabul ettirdi. 20. yüzyılın en büyük İngiliz ressamı olarak kabul edilir. Dünya sanatında figüratif ekspresyonizm akımının en önemli isimlerindendir. Eserleri, varoluşçuluk düşünce sisteminin derin izlerini taşır; çok nadir istisnalar haricinde, varolmanın ısdırabını, ümitsizliği ve 'insanoğlunun kötü ruhluluğu'nu resmeder. Bacon, bir röportajda insanoğlunu 'doğası henüz gelişememiş hayvan' olarak nitelemiştir. Eserlerinde genelde bir figür, kapatılmış/kafeslenmiş olarak bir iç mekanda resmedilir. İnsan tenini derisi soyulmuş, kasap penceresinde asılı hayvan eti ile ilişkilendirerek betimler. Figürler çarpılmış, güçlü bir devinim içinde hapsolmuş, bir girdaba ya da fırtınaya kapılmış gibilerdir. Tuvaller, genelde dini konuları resmeden ortaçağ resimleri gibi triptik olarak tasarlanır ancak işlenen konu olarak insanoğlunun yozluğu, kötülüğü ve karanlığı mevcuttur. Konularda, Eadweard Muybridge'in zaman içindeki hareketleri inceleyen fotoğraflarından, Rembrandt, Diego Velázquez, Goya, Van Gogh gibi ressamların eserlerinden etkilenmiştir. Papayı resmeden eserleri hala kilise çevrelerinde olaylar çıkarılmasına sebep olmaktadır. Konu açısından olduğu kadar teknik olarak da perfeksiyon ile rastlantısallığı birleştirmedeki üstünlüğü ile tanınan ressam, 1992 yılında Madrid'de öldü. Kars (il) Kars (Kürtçe: Qers), Doğu Anadolu Bölgesi'nin kuzeydoğusunda yer alan il. İdari merkezi aynı adlı Kars şehridir. 2016 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 8 ilçe, 9 belediye, bu belediyelerde 56 mahalle ve ayrıca 380 köy vardır. Yüz ölçümü 10.193 km²'dir. Kars ili topraklarının tarihi, yapılan birçok arkeolojik kazı çalışmalarında yaklaşık iki milyon yıl öncesinde yaşanan Yontma Taş Devri'ne uzandığı görünmektedir. Bu devirdeki dönemlerden kalma şölyen-aşölyen tipte işlenmiş el baltalarına Susuz ilçesinde, Cilavuz Deresi düzlüklerinde rastlanmıştır. Ağzıaçık Suyu'nun batısında kalan düzlüklerde ve Ani şehrinde el baltaları ve büyük yongalar bulunmuştur. Özellikle, Yazılıkaya mağaralarında bulunan duvar resimleri insanların yörede avcılık ve toplayıcılıkla uğraştıklarını ortaya koymaktadır. Bu resimlerde dağ keçileri, geyik ve eşek figürleri çizilmiştir. MÖ 9. yüzyılda Urartu Krallığı'nın sınırları dahilinde olan il, MÖ 7. yüzyılda Kimmerler ve İskitler'in istilalarına uğradı. Bu asrın ardından önce Medler'in daha sonra da Persler'in egemenliğine geçen topraklarda, MÖ 1. yüzyılda Ermeni Tigranlar´ın hakimiyeti sürdü. Daha sonra Roma İmparatorluğu´nun yönetimine giren yöre sonra sırasıyla; Partlar, Arakslılar, Sasaniler, Bizanslılar ve Araplar'ın eline geçti. Bu topraklar 11. yüzyılda tekrar Bizanslılar daha sonra Selçuklular ve Gürcüler'in yönetimine geçti. Anadolu Selçukluları ve Gürcüler arasında el değiştiren yöre, 1239'da Moğol
lar'ın, daha sonra sırayla İlhanlılar, Altınordu Devleti, Karakoyunlu, Timur ve yine Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Safevi yönetiminde kaldı. 1534 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Osmanlı Devleti´ne katıldı. Kars 19. yüzyıla kadar birçok kez Ruslar ve İranlılar'ın saldırısına uğradı. Bu yüzyılda Ruslar ve Osmanlılar arasında el değiştiren yöre, 1877 yılında Ruslar tarafından alındı. 1917'de Bolşevik İhtilali'nin ardından önce Ermenilerin eline geçen ve 7 Nisan 1918'de kurtarılan Kars, Brest-Litovsk Antlaşması ile Osmanlılara bırakıldı. Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan sonra Güneybatı Kafkas Geçici Hükûmeti'nin merkezi olan Kars'ı İngilizler ele geçirdi. Kars'ı daha sonra Ermeniler'e ve Gürcüler'e bırakan İngilizler buradan çekildi. İngilizlerin çekilmesiyle Ermenistan'ın eline geçen Kars, Kurtuluş Savaşı'yla 30 Ekim 1920'de Türklerin eline geçmiştir. 1921 yılında yapılan Moskova ve Kars Antlaşması ile yeni sınırlarına kavuşan Kars, Cumhuriyet'in ilanından sonra il yapıldı. Kars ili, Doğu Anadolu Bölgesi'nin, Erzurum - Kars Bölümü'nde yer alır. Kuzeyinde; Ardahan, doğusunda; Ermenistan'la, güneyinde; Iğdır ve Ağrıyla, batısında ise Erzurum'la çevrilidir. Rakımı ortalama 2000 m'yi bulan Kars ili topraklarının büyük bölümü yaylalardan oluşur. Akarsu vadileriyle yer yer parçalanan ilde yaylalar dalgalı düzlüklerden oluşur. Kars ilinde yer alan önemli yükseltiler şunlardır: Allahuekber Dağları, Kısır dağı, Akbaba, Aladağ ve Aşağıdağ. Aras Nehri ve Kura Nehri şehir topraklarından geçerek Hazar Denizi´ne dökülmektedir. Kars ilinde karasal iklim hakimdir. Kışları kurak, yazları ise yağışlı geçen ilde kışın sıcaklıklar -39 °C'ye kadar düşer. Karla kaplı gün sayısı 120'den fazladır. Bu ildeki iklim tipi diğer doğu illerine göre farklılıklar göstermektedir. Örnek olarak en çok yağışın yaz mevsiminde yağdığı gösterilebilir. Kars ili dahilinde yaz aylarında ilçeden ilçeye sıcaklık farklılıkları gözlemlenmektedir. Örneğin Akyaka, Arpaçay, Digor ve Kağızman ilçeleri, merkez ilçe başta olmak üzere Sarıkamış, Selim ve Susuz'dan daha sıcak olur. Yaşanan sert iklim koşullarından ötürü il genelinin doğal bitki örtüsü bozkırdır. Ormanlar, dağların yüksek kesimlerine kadar çıkar. 'Sarıkamış Ormanları' buna bir örnektir. İl genelindeki yayla ve platoların çayırlarla kaplanması sayesinde yayla hayvancılığı büyük önem taşımaktadır. Yörede Dünya'nın başka hiçbir yerinde yetişmeyen nadir bitki türleri bulunmaktadır. Kars ili ekonomisi büyük bir oranda tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Kars ili arazisinin %34,7'si tarım arazisidir. İl genelinde başta hububat (buğday, arpa) üretimi olmak üzere yem bitkileri ve endüstri bitkileri yetiştirilmektedir. En çok üretilen ürün buğdaydır. Yıllık üretim 234.631 tonun üzerindedir. Bunu 170.984 tonla arpa ve 74.400 tonla şeker pancarı izlemektedir. İl genelinde en çok üretilen ürünlerden olan tahıllardır. Bunda ilin iklim yapısı, yer şekilleri ve coğrafi konumunun büyük etkisi vardır. Bu ürünlerin dışında başta Digor ve Kağızman ilçeleri olmak üzere meyve ve sebze üretimi de yapılmaktadır. Meyve üretiminde başı kayısı, elma ve ceviz çekmektedir. İl genelinde en çok yetişen sebzeler ise sırasıyla beyaz lahana, soğan ve taze fasulyedir. Kars ili kırsalındaki en temel ekonomik sektör hayvancılıktır. Çayır ve mera arazileri %39,2 ile tarımsal araziden daha geniştir. Bu oranın büyük oluşu ilde özellikle küçük ve büyükbaş hayvancılığının gelişimine büyük katkı sağlamaktadır. 2005 yılı itibarı ile il genelinde 350.969 koyun, 332.071 sığır, 28.751 keçi, 19.107 tek tırnaklılar ve 202 manda bulunmaktadır. Bunun dışında özellikle arıcılık başta olmak üzere kümes hayvancılığı ve bu hayvanların sayısı ve ürettikleri bal ve yumurta sayılarıda il halkının geçimine katkı sağlamaktadır. Kaşar ve bal haricinde üretilen hayvansal ürünler pazarlanmamaktadır. Bu ürünler sadece aile ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Kars ilindeki yatırım azlığı sebebiyle bu il 1968 tarihinde "Birinci Derecede Kalkınmada Öncelikli Yöre" olarak ilan edilerek bundan sonraki on yıl içersinde sanayi tesislerinin açılması gerçekleşmiştir. Bugün il genelinde altı büyük sanayi tesisi mevcuttur. Bu tesisler şunlardır: Bunun dışında Kars Organize Sanayi Bölgesi'nde ve Küçük Sanayi Sitesi'nde irili-ufaklı işletmeler vardır. Elde edilen sütten yapılan süt ürünlerinden en önemlisi olan kaşar Zavod adı verilen mandıralarda işlenir. Kars Kaşarı adı verilen bu ürün İzmir Enternasyonal Fuarı'nda 1937 yılından 1950'ye kadar gravyer ve beyaz peynir ile birlikte Türkiye Birincilik Ödülü'nü almıştır. Kars halkının büyük bir kısmı geçimini tahıl tarımı ve geleneksel mera hayvancılığı ile sağlamaktadır. Hayvancılık genellikle küçük aile işletmeciliği şeklinde ve aile ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yapılmaktadır. Bu üretimden doğan ürünlerin büyük kısmı bu aileler tarafından tüketilmektedir. Kars ili genelinde 2005 yılı itibarı ile yüzbinlerce büyük ve küçükbaş ve binlerce tek tırnaklı hayvan bulunmaktadır. Bunun dışında 44.296 arı kovanı olup yıllık ortalama 1058,63 ton bal üretilmektedir. 3000 ton beyaz peynir, 5000 ton kaşar peyniri ile 112.000 ton süt üretilmektedir. Bitkisel üretimde ise tahıl ürünleri başta gelmektedir. Kars'ta sanayi kesimi Gayri Safi Yurtiçi Hasılasından yaklaşık binde 6 pay almaktadır. İl genelindeki sanayi tesisleri ağırlıklı olarak hayvansal ve tarımsal ürünleri işletmektedir. İl geneli mevcut sanayi kuruluşları; şeker, ayakkabı, yem, çimento, et, değirmen taşı, süt ürünleri, mobilya, tuz, bordür ve parke gibi alanlarda faaliyet göstermektedir. Son zamanlarda ildeki turizm sektörü de gelişmektedir. Kars İli Nüfusu: 289.786'dır. Bu nüfusun %47,26'sı şehirlerde yaşamaktadır (2016). İlin yüzölçümü 10.193 km²'dir. İlde km²'ye 28 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 55'dir.) İlde yıllık nüfus artış oranı %-0,98 olmuştur. İl merkezinin denizden yüksekliği: 1.756 m.'dir. Kars ili nüfusu: 287.654'dür. Bu nüfusun % 48,45'i şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 10.193 km²'dir. İlde km²'ye 28 kişi düşmektedir. (Bu sayı Merkezde 55’dir.) İlde yıllık nüfus % 0,74 azalmıştır. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 8 İlçe, 9 belediye, bu belediyelerde 56 mahalle ve ayrıca 380 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Merkez (% 1,14)- Kazımkarabekir (-% 3,01). Kars, Kuzeydoğu Anadolu'da ulaşım ağının kesiştiği noktada yer almaktadır. İle kara, demir ve havayolu ile ulaşmak mümkündür. Kars ilinin merkez ilçesinde uluslararası statüye sahip bir de havaalanı vardır (IATA: KSY). 1988 yılında açılan havalimanı, 2007 yılında büyük onarımdan geçmiştir. Yeniden uçuşlara açılan havalimanına İstanbul'daki Sabiha Gökçen Havalimanı ve Atatürk Havalimanı'ndan günde iki uçuş ve Ankara Esenboğa Havalimanı'ndan bir uçuş yapılır. Ayrıca Aralık 2007'den itibaren SunExpress'in karşılıklı Kars-İzmir seferleri de başlamıştır. Temmuz 2008'de Kars'tan Azerbaycan'ın başkenti Bakü'ye karşılıklı seferler düzenlenmeye başlandı. 10 Haziran 2009 tarihinden itibaren Çarşamba günleri haftada bir olmak üzere karşılıklı Köln-Kars uçuşları Öger Tours-Hamburg International ortaklığı ile başlatıldı ve bu uçuşlar iki yıl devam etti (Sadece yaz mevsiminde). 2017-2018 Sezonu sonunda, Kars’ın futbol liglerindeki tek takımı Kars 36 Spor, futbol Bölgesel Amatör Lig (BAL) de grubunu 2. bitirmiştir. Genç Kafkas takımı da voleybol erkekler 1.liginde küme düşmüştür. Kars 36 Spor, Ziraat Türkiye Kupası 'nda büyük bir başarı göstererek 4 tur atlamış ve 5.turu oynama hakkı elde etmiştir. 1. turda Iğdır Aras Spor, 2.turda Muş Spor FC, 3.turda Balikesirspor Baltok, 4.turda Altınordu A.Ş.’yi elemiştir. 5.turda Gençlerbirliği'ne elenmiştir. Kars klüplerinin Türkiye liglerindeki maçları Kafkas Üniversitesi spor tesislerimde yapılmaktadır. İlin en önemli spor tesisi Sarıkamış Cıbıltepe Kayak Merkezi'dir Kars ili genelinde sadece Serhat TV adlı bir tane yerel televizyon yayın yapmaktadır. Bunun dışında ulusal bazda hizmet veren bazı haber ajanslarınında -İhlas Haber Ajansı, Cihan Haber Ajansı ve Doğan Haber Ajansı- il temsilcilikleri bulunmaktadır. Ayrıca, il genelinde yayımlanıp basılan birçok gazete ve radyo hizmeti veren istasyonlar bulunmaktadır. Yapılan son Genel Seçimler´de yani 1 Kasım 2015 gününde Kars halkı üç milletvekilini Türkiye Büyük Millet Meclisi´ne gönderdi. Bu milletvekilleri ve partileri şöyledir: Dağpınar ve Koçköyü beldedir. Kars ili gelenekleri il merkezindeki geleneklerle büyük benzerliğe sahiptir. İl genelinde düzenlenen bazı festivaller aşağıda listelenmiştir. Ahlat, Bitlis Ahlat, Van Gölü'nün kuzeybatısında 22.000 nüfuslu Bitlis iline bağlı bir ilçe. Kuzeyinde Muş iline bağlı Bulanık ve Malazgirt ilçeleri, batısında Muş ili, güneyinde Van Gölü, güneybatısında Tatvan ve Bitlis, doğusunda ise yine Van Gölü ve Adilcevaz ilçesiyle sınırlıdır. Şehrin en eski sakinleri olan Urartular buraya "Halads" derken, Türkler ve İranlılar "Ahlat", Kürtler "Xelat", Ermeniler "Şaleat", Süryaniler "Kelath" ve Araplar "Hil’at" demişlerdir. Ayrıca islam dünyasında "Kubbet-ül islam" olarak da bilinir. Şehrin isminin kökeni hakkında çeşitli rivayet ve söylentiler vardır. Ancak bunlar içinde halk arasında en yaygın olanı şehir isminin bir urartu kralı olan Lat 'ın yaptığı bir savaş sonucunda ağır bir yara alması sonucu kızı Derminia'nın babası adına yaktığı ahh! Lat ağıtından geldiğidir.bu ve buna benzer birçok hikâye yöre halkı tarafından söylene gelmiştir. 1044 km²’ lik kırsal bir alana yayılmış olan ilçenin yüzey şekilleri, gerek biçim, gerekse meydana geliş şekilleri bakımından farklılıklar gösterir. Yeryüzünün sayılı volkanlarından olan Nemrut, Ahlat'ın batısında; Süphan ise doğusunda yer almaktadır. İlçe Van Gölü’nün kuzey kıyısında yer almış olmakla beraber iklimi kara iklimi özelliği taşır. Yörede kış oldukça erken başlar ve uzun sürer.Havanın ısınmaya başlaması ancak nisan ayının ortalarında olur. Yörenin yaz mevsiminin ağustos ayının sonuna kadar sürmekte olması yanında kısmen bazı yıllar eylül
ayını da kapsar. Yıllık ortalama yağış miktarı 1000-1500 mm.dir. Gerek Van Gölü’nün kıyısında olmasının gerekse yıllık yağışın bolluğu sebebiyle Ahlat bölgenin genel bitki örtüsü olan bozkır bitki örtüsünün dışında daha yeşil ve gür bir bitki örtüsüne sahiptir. İlçe bağlısı olarak merkez hariç olmak üzere ilçe merkezine bağlı; 1 belde, 23 köy ve 12 mahalleden oluşmaktadır. Ahlat şehri, tarihi mezarlıklarıyla ön plana çıkan bir ilçedir. Selçuklu döneminden kalan mezar taşları Türk tarihi açısından önemli bir değere sahiptir. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu olan Osman Gazinin babası Ertuğrul Gazi Ahlatda doğmuştur. İlçede daha pek çok tarihi mezar kalıntıları vardır.. Bunların yanı sıra yine Selçuklular dönemine ait, lahit mezar özelliği taşıyan kümbet mezarlar bulunmaktadır ki bu mezarlar yörede sıkça kullanılan Ahlat'a özgü taşlarla yapılmıştır. İlçede taş işlemeciliğinin ön planda olduğunun bir göstergesi olan bu kümbetlerde, dönemin saygın kişilerinin mezarları bulunmaktadır. Halkın uğraş alanlarından biri olan bastonculuk geleneği günümüzde de önemli bir kültür-sanat faaliyeti olarak yer almaktadır. Özel teknikler kullanılarak yapılan bu bastonların her biri, büyük emekler ve özveriler neticesinde oluşturulmaktadır. Ağaca ilginç ve bir o kadar da yaratıcı figürler aktararak bu konudaki ustalıklarını gösteren ilçe halkı, bu yeteneğini önemli bir kültür turizmi aracı olarak kullanmakta ve başarılı olmaktadır. Kristof Kolomb Kristof Kolomb (Portekizce: "Cristóvão Colombo," İtalyanca: "Cristoforo Colombo," İspanyolca: "Cristóbal Colón", Latince: Christopher Columbus; d. 26 Ağustos veya 31 Ekim 1451 - ö. 20 Mayıs 1506), Cenovalı kaşif, gezgin ve sömürgeci. İspanya'nın Katolik Kralları himayesinde Atlas Okyanusu'nu aşan dört sefer yaptı. Bu seferlerinde Hispanyola Adası'nda, Yeni Dünya'daki İspanyol Kolonizasyonu'nu başlatan kalıcı yerleşimler kurdu. Bu bağlamda Kolomb batı emperyalizmi ve Avrupa Krallıkları arasındaki rekabeti artırmak için sunduğu batıya doğru giderek Doğu Hint Adaları'na ulaşıp Asya'yla yapılan baharat ticareti için batıda yeni bir ticaret rotası oluşturma önerisine İspanya Tac'ından destek aldı. 1492'deki ilk seferinde Hindistan'ı hedeflemesine rağmen bugün Bahamalar'da bulunan San Salvador ismini verdiği Yeni Dünya'daki adaya ulaştı. Üç sefer boyunca İspanyol İmparatorluğu'na ait olduğunu iddia ettiği Büyük ve Küçük Antiller'in yanı sıra Venezuela ve Orta Amerika kıyılarını ziyaret etti. Kolomb Amerikalara ulaşan ilk kaşif olmamasına rağmen (11. yüzyılda Leif Ericson önderliğindeki Viking seferiyle ilk kez ulaşılmıştı.) onun seferleri Amerikalarla birkaç yüzyıl sürecek ilk kalıcı temasların, fetih ve kolonizasyon döneminin açılmasını sağladı. Bu nedenle, modern Batı dünyasının tarihsel gelişiminde büyük bir etkisi oldu. Kolomb'un öncelikli hedefi Hristiyanlığı yaymak olmuştu. Kolomb, Doğu Hint Adaları'na sefere çıktığı için Avrupalılar tarafından bilinmeyen bir kıta keşfettiğini asla itiraf etmedi ve yerlilere "Indios" (İspanyolca: Hint) dedi. 1500'de Kolomb'un İspanya Tac'ıyla ilişkileri gerildi ve Hispanyola'daki sömürge yöneticileri tarafından tutuklandı ve sonrasındaki davada Kolomb ve varisleri krallığın onlara borçlu olduğunu iddia etti. Açık bilgi biyografisine göre, Kolomb Ağustos ya da Ekim 1451'de doğdu. Babası Domenico Colombo, Cenova ve Savona arasında orta sınıf bir yün dokuma çalışanı idi. Susana Fontanarossa annesi ve Bartelemeo erkek kardeşi idi. Bartelemeo, Lizbon'da haritacılık dükkânında ilk gençlik yıllarında çalışıyordu. Kolomb'un ilk yılları hakkında bilgi azdır. Muhtemelen eksik olan eğitimini alıyordu. Ceneviz diyalektiği ile konuşuyordu. Yazısının birinde, 12 yaşında iken denize gitmiş olacağını iddia ediyordu. 1470'in ilk dönemlerinde Rene I of Anjo'nun hizmetindeydi. Onun başarısız olan Napoli Krallığı'nı fethetme girişimini desteklemek için. Daha sonra, Ege denizindeki bir ada olan Chios'a kısa seyahat yaptı. Mayıs 1476'da, Cenova'dan Kuzey Avrupa'ya değerli kargo taşıyan askeri bir konvoyda yer aldı. 13 Ağustos 1476'da, Güney Portekiz sahilleri açıklarında Portekiz gemilerince yolları kesildi. Kolomb, ardından gelen savaşta yaralandı fakat Portekiz'in küçük bir kasabası olan Lagos'da karaya çıkmayı başardı. Kristof Kolomb'un varlığını içine alan bol miktarda sanat çalışması olmasına rağmen güvenilir, çağdaş bir resmi bulunamadı. 1595'te Theodero de Bry Kolomb'un yağlı boya bir resminden sonra, madeni bir resim kalıbı yaptı. Bu kalıp, Sebastiano del Piomba'nın portresiyle benzerlik gösterir. Bu nedenle bu yağlı boya portresi Kolomb'u bazı doğruları ile gösterir. Yıllar sonra sanatçı, yazılı tanımlamalardan onun görünümünü yeniledi. Bu yazılar onun kırmızı saçlara sahip olduğunu tanımlıyor ki, yaşamında erken beyazladı. Açık derili kişi olmasına rağmen, çok miktardaki güneş ışığı yüzünü kırmızıya döndürdü. Kolomb isimli bir dokumacı hakkında, Ceneviz dökümanları bulduysa da (aynı zamanda kaydedildi) ki Kolomb ayrıca İspanyolca da yazıyordu. Ve lisanı portekiz veya Katalanca fonetiği ile kullanıyordu. Kendisi için yazdığı kişisel notlarında, kardeşine, İtalyan arkadaşlarına ve Cenova Bankası'na yazdığı zaman bile. Cenovalı iki erkek kardeşi yün dokumacılarıydı ve İspanyolca da yazıyorlardı. Ceneviz İtalyancası o zaman yazılabilir bir lisan değildi. Latince, diğer taraftan okul dili idi ve Kolomb bunda mükkemmeldi. Gemi sefer defterini Latince; sır olan şeyleri ise Yunanca yazıyordu. Latin Amerika ülkelerinde 12 Ekim Colombus günüdür. Kristof Kolomb'un mezarı Endülüs'te Sevilla Katedrali içerisinde yer almaktadır. İspanya İspanya (İspanyolca: , ) ya da resmî adıyla İspanya Krallığı (İspanyolca: "Reino de España") Avrupa'nın güneybatısında, İber Yarımadası'nda yer alan ülkedir. Güneyde ve doğuda Akdeniz'e, kuzeyde ise Atlantik Okyanusu'na kıyısı vardır. Batıda Portekiz, kuzeyde Fransa, Andora ve güneyde Birleşik Krallık'a bağlı Cebelitarık ile komşudur. İspanya toprakları ayrıca Akdeniz'de Balear Adaları, Atlantik Okyanusu'nda Kanarya Adaları'nı ve Kuzey Afrika'da Ceuta ve Melilla adlı iki özerk şehri kapsar. 504.712 km'lik alanıyla İspanya, Fransa'dan sonra Batı Avrupa'daki ikinci büyük ülkedir. 650 metrelik ortalama yüksekliği ile de İsviçre'den sonra Avrupa'daki ikinci yüksek ülkedir. İspanya parlamenter demokrasi şeklinde örgütlenmiş bir anayasal monarşi rejimi ile yönetilir. 1986'dan beri Avrupa Birliği'nin 1982'den beri NATO'nun bir üyesidir. MÖ 1100 yıllarında Fenikeliler, İspanya topraklarında ilk yerleşim merkezlerini kurmaya başladılar. Onları Keltler ve Yunanlar takip etti. İspanya daha sonra Kartacalıların egemenliğine girdi. MÖ 202 yılında Romalılar Kartacalıları İber Yarımadası'ndan attılar. Roma İmparatorluğu bu tarihten itibaren İspanya'da birliği sağladı ve zamanla Hristiyanlığı burada kabul ettirdi. Milattan Sonra 5. yüzyılda İspanya, Germen kabilelerinin saldırılarına hedef oldu. Sırayla Alanlar, Suevler ve Vandalların ardından Vizigotlar İspanya'ya hâkim oldu. Vizigotların hâkimiyeti uzun sürdü ve Hristiyanlığı kabul eden Vizigotlar, İspanya'da Hristiyanlığın yayılmasını sağladı. 711'de Afrika'dan gelen Müslümanlar, 8. asırdan 10. asra kadar kuzeydeki birkaç bölge dışında İspanya'ya hâkim oldular ve burada Endülüs medeniyetini kurdular. On birinci yüzyılda bu ülkenin iç karışıklıklarından faydalanan Hristiyanlar kuzeyden başlayarak yarımadayı tekrar ele geçirmeye başladı. 1276 yılında Müslümanların elinde yalnızca güneydeki Granada kalmıştı. Aragon kralı II.Fernando ile Kastilya kraliçesi I. İsabel'in evlenmesi ve ordularını birleştirmesi ile Hristıyanlar daha da güçlenmiş ve Yahudilerle Müslümanları Endülüs'ten çıkarmışlardır. Kemal Reis komutasında bir donanma ile kurtulan Yahudilerle Müslümanlar gemilerle doğuya getirilmişlerdir. Geride Avrupalıların da yararlandığı birçok bilim ve fen kitabı bıraktılar. 1492'de Müslümanların son kalesi Granada Krallığı yıkıldı. Aynı yıl Kristof Kolomb İspanyol hükümdarının maddi desteğiyle Amerika'yı keşfettiği ünlü gezisine çıktı. Bu yolculuk, İspanya'nın dünyanın en büyük sömürge imparatorluklarından birini kurmasına yol açtı.İspanyol askerler, onları hediyelerle karşılayan yerlilere köleleştirme, işkence, soykırım yaşattılar. Kristof Kolomb'un yakın bir arkadaşının çocuğu olan ve yerlilere yapılan zulümlere tanık olan Bartolome de Las Casas, 1542 tarihli Kızılderililer Nasıl Yok edildi? isimli kitabında şunları yazmaktadır : ""Amerika yerlilerinin Hristiyanlara karşı giriştikleri savaşta haklı olduklarına yüzde yüz eminim.Öte yandan Hristiyanlar onlarla tek bir haklı savaş yapmadı.Tam tersine savaşları dünyadaki hiçbir zorbanın olamadığı kadar şeytansı ve haksızdı."" 1588 yılında İspanyol Armada'nın İngiliz donanmasına yenilmesini takip eden taht ve din kavgaları sonunda İspanya zayıflayarak çökmeye başladı. 1640'ta Portekiz'i, 1714'te ise Avrupa'daki bazı topraklarını ve Cebelitarık'ı kaybetti. On dokuzuncu yüzyılın başlarında İspanyolların Amerika'daki bütün sömürgeleri bağımsızlıklarını kazandı. I. Dünya Savaşı'nda İspanya bütün davetlere rağmen tarafsız olarak kaldı, fakat savaştan büyük ölçüde etkilendi. Fransa, İspanya'nın bazı topraklarına saldırıp işgal etti. General Primoderivera, çıkan ayaklanmaları bastırarak ülkede diktatörlük kurdu. 1930 yılında iktidardan düştü. Bir yıl sonra yapılan seçimleri cumhuriyetçilerin kazanması sonucu Kral VIII. Alfonso ülkeyi terk etti. 1936'da yapılan seçimlerde solcuların başarılı olması üzerine ülkede iç savaş baş gösterdi. 1939'da iç savaşın sona ermesiyle Franco devlet Başkanı oldu. II. Dünya Savaşı'na da katılmayan İspanya'da ordunun desteğiyle Franco savaştan sonra da yerini korudu. 1975 yılında Franco'nun ölmesiyle yerine I. Juan Carlos geçti. 1976'da Başbakan Navarro'nun istifası ile Carlos kral oldu ve Alfonso Sourez'i başbakanlığa atadı. 15 Haziran 1977'de, 41 yıl sonra İspanya'da ilk defa genel seçimler yapıldı. Sourez'in başkanı olduğu Demokratik Merkez Birliği çoğunluğu elde etti. 1981'de sağcı Albay Tejero C
ortes'in meclisi basarak yaptığı darbe girişimi sonuçsuz kaldı. 1982 seçimlerinde ise Sosyalist Parti seçimi büyük çoğunluğu elde ederek kazandı ve 46 yıl sonra İspanya'da yeniden bir sol iktidarın doğmasını sağladı. İspanya anayasası 1978'de kabul edilen anayasadır. İspanya'nın anayasası 1812'de kabul edilen anayasaya dayanır. 1975'te Francisco Franco'nun ölümünden sonra 1977'de yapılan seçimlerle "Constituent Cortes" adında anayasal bir kurum olarak görev yapan meclis, anayasayı değiştirmek üzere toplandı ve 1978 anayasasını çıkarttı. Sonucunda da İspanya 17 özerk devlet ve 2 özerk şehre ayrıldı. 1975'te Francisco Franco'nun ölümünden sonra, Franco rejiminin dış ilişkileri engellediği İspanya, dış ilişkilerini geliştirmeye karar verdi. 1982'de NATO, 1986'da ise Avrupa Birliği üyesi oldu. 2001'de Kuzey Kore ile ilişkilerin normalleştirilmesi ile de İspanya tüm dünya ile ilişkilerini düzeltmiş oldu. İspanya 17 özerk bölgeye (comunidades autónomas) ve 2 özerk şehre (ciudades autónomas) ayrılmıştır. Ayrıca İspanya'da elli il bulunmaktadır. Yedi özerk bölgenin her biri (Asturias, Balearic Adaları, Cantabria, La Rioja, Madrid, Murcia, ve Navarre) aynı zamanda bir ildir. Tarihi sebeplerden ötürü, bazı iller ayrıca comarcas denilen "ilçe"lere ayrılmıştır. İspanya'daki en küçük yönetim birimi belediyelerdir (municipio). İspanya (Batıdaki) Portekiz ve Birleşik Krallık'a ait olan (Güneydeki) Cebelitarık ile birlikte İber Yarımadası'nda, 36° ve 43,5° kuzey enlemleri ve (Balear Adaları, Kanarya Adaları, Septe ve Melilla'yı saymazsak) 9° batı ve 3° doğu boylamları arasında bulunur. İspanya İber Yarımadası'nın yedide altısını kaplar. Kuzeydoğusunda Pireneler boyunca Fransa ve Andorra ile İspanya arasındaki sınır uzanır. Bununla birlikte Akdeniz'de bulunan Balear Adaları, Atlantik Okyanusu'ndaki Kanarya Adaları ve Kuzey Afrika kıyılarında bulunan Septe ve Melilla eyaletleri de İspanya sınırları dahilindedir. Fransa sınırlarındaki Llívia şehri de İspanya'ya aittir. Bununla birlikte Fas kıyılarında bulunan Chafarinas Adaları, Peñón de Vélez de la Gomera, Alhucemas, Alborán ve Columbretes Adaları ile Perejil Adası da İspanya'ya aittir. Toplam sınır uzunluğu 1917.8 km'dir. Andorra ile 63.7 km, Fransa ile 623 km, Cebelitarık ile 1.2 km, Portekiz ile 1,214 km, Fas ile (Ceuta şehri) 15.9 km uzunluğunda sınırı vardır. 4964 km uzunluğunda kıyı şeridi vardır. Septe ve Melilla şehirleri Kuzey Afrika'da bulunur ve Fas gibi Akdeniz kıyısındadırlar. İspanya'nın yüzölçümü 505.988 km karedir. İspanya, dağlık bir ülke olup ortalama yüksekliği 600 m olan dağlarıyla yükseklik açısından Avrupa'da İsviçre'den sonra ikinci sırada yer alır. Plato ve yüksek ovaları çevreleyen dağların batı kesimleri hariç yarımadanın beşte ikisinden fazlasını sıradağlar kuşatır. Yarımadanın belli başlı nehirleri doğudan batıya doğru bir yol izleyerek Atlantik Okyanusu'na akar. Ebro nehri, Akdeniz'e dökülür. Denizciliğe elverişli tek nehir olan Guadalquivir ise Sevilla şehrinden geçer. İspanya'nın en kuzeydeki noktası Esteca de Vares, en batıda Toriñana Burnu'dur, bunların ikisi de Galisya Bölgesi'ndedir. En güneydeki noktası Tarifa'daki Punta Marroquí, en doğudaki noktası ise Creus Burnu'dur. Kuzeyden güneye doğru uzanan en geniş alan 856 km, doğudan batıya uzanan en geniş alan ise 1.020 km'dir. İspanya'nın en büyük ve tek gölü 368 hektarlık bir alana yayılan ve 55 metre derinliğinde olan Lago de Sanabria'dır. İspanya'daki en yüksek dağ Kanarya Adaları'na ait olan Tenerife Adası'ndaki Pico del Teide (3718 m)'dir. Anakaradaki en yüksek dağ ise Granada Eyaleti'ndeki Sierra Nevada'da bulunan Mulhacén (3482 m) dağıdır. İspanya'nın kuzey kıyısı sadece Gijón ve Avilés ve Ribadeo ve La Coruña'nın arasında önemli çıkıntılar gösterirken, diğer yerlerde neredeyse düz bir hat şeklinde ilerler. Ülkenin diğer kıyılarına nazaran bu kıyı şeritleri dik ve aşılması zor kıyılar olarak tanımlanabilirler. Bunun nedeni burada bulunan dağların hemen hemen her yerde denizin içine kadar girmesidir. Bu kıyı şeridine ancak nehirlerin ağzından ve denizin kıyının iç taraflarına kadar girdiği, özellikle Galisya bölgesinde sıkça bulunan kollardan (Ríalardan) mümkündür. İspanya'nın batısı da tamamen bu kıyı özelliklerini gösterir, ama buradaki dağlar sadece burunlarda denizin içine kadar girdiklerinden ve Ría'ların arka kısımlarında genellikle düzlük alanlar bulunduğundan kuzey kadar aşılması güç bir kıyı şeridi değildir. Güney ve doğu kıyılarının karakteristik özelliği ise düz haliçler ve bu haliçlerin aralarında bulunan ve tepelik alanlarla sona eren çıkıntılardır. Bu şeritler kuzey ve batı kıyılarına oranla çok daha kolay aşılabilen kıyılardır. Güney kıyısındaki en önemli körfezler batıdan doğuya doğru Cádiz, Málaga, Almería ve Cartagena Körfezleri; doğu kıyısındakiler ise Bahía Alicante ve Valensiya Körfezi'dir. İspanya'nın en uzun nehirleri Duero, Tajo ve Ebro'dur. İspanya ordusunu (İspanyolca: "Fuerzas Armadas Españolas") kral yönetir. Ordu dörde ayrılır. Dünya Bankası verilerine göre İspanya dünyanın en büyük sekizinci ekonomisine sahiptir. CIA verilerine göre İspanya'nın Gayri safi millî hasılası 1.362 trilyon dolardır. Kişi başına düşen GSMH ise yaklaşık 33.700 dolardır. İspanya ekonomisi 2007 yılında tüm G7 ülkelerini geride bırakarak %3.8 büyümüştür. İspanya 1999 yılında kendi para birimi peseta'yı bırakarak, diğer Avrupa Birliği üyeleriyle birlikte Euro para birimine geçmiştir. İspanya'da 22,19 milyon çalışan bulunurken, bunların %3,5'i tarımda %29,8'i sanayide, kalan %66,6'lık kesim de hizmet sektöründe çalışmaktadır. Ancak bununla birlikte %22,3'lük işsizlik oranıyla Avrupa ortalamasının üstündedir. İspanya, Birleşmiş Milletler Turizm Örgütü'nün verilerine göre 2012 yılında kaydedilen 57.7 milyon turistle Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri'nden sonra Çin ile birlikte dünyada en çok ziyaret edilen üçüncü ülke durumundadır. Temmuz 2008 itibarıyla İspanya'nın nüfusu 40.491.051 kişidir. Nüfus yılda %0,096 oranında artmaktadır. Kilometrekare başına 89.6 kişi düşmektedir. En yoğun il ise Madrid'dir. Ülke genelinde tahmini ömür 79.92 yılken, erkeklerde bu rakam 76.6 yıl kadınlarda ise 83.45 yıldır. Ülke nüfusu yüksek sanayileşme ve göçlerden dolayı 20. yüzyılda iki katına çıktı. Bunun ardından, 1980'lerden sonra doğum oranı azaldı ve elli ilden on birinde ciddi nüfus düşüşleri meydana geldi. Bundan sonra Latin Amerika, Doğu Avrupa, Afrika gibi yerlerden göç edenlerin sayısı arttı. İspanya'da hemcins çiftler evlenme hakkına sahiptirler. İspanya'da konuşulan diller ağırlıklı olarak şunlardır: İspanyolca İspanya'nın tek resmi dili olarak kabul edilir, diğer diller ise sadece özerk bölgelerde günlük hayatta kullanılan ana dildir. Bununla birlikte Valensiya Bölgesi'nde Katalancanın bir bask lehçesi olan Valensiyaca konuşulurken, Balear Adaları'nda da Katalancanın bir başka lehçesi olan Mayorka Lehçesi konuşulur. Bunların dışında küçük gruplar tarafından konuşulan azınlık dilleri de bulunur. Bunlardn birkaç tanesi Asturyasca, Aragonca ve Aranese'dir. Bununla birlikte Melilla'da yaşayan Masiriler Tamazight dili konuşurken, Olivenza'da (Ekstremadura) hâlâ Portekizce konuşan gruplar bulunmaktadır. Tatil sezonu başladığında Almanya'dan, Polonya'dan ve birçok Güney Amerika ülkesinden özellikle tatil yörelerine çalışmaya gelen birçok kişi bulunur. Costa Blanca ya da Costa del Sol gibi bazı turistik bölgelere yerleşmiş olan birçok Alman ve İngiliz de mevcuttur. Yabancı dil olarak İngilizce ve Fransızca konuşulur. Genç İspanyollar yabancı dil olarak daha çok İngilizceyi öğrenirken, yaşı büyük olan İspanyollar daha ziyade Fransızca bilmektedirler. İspanyol anayasası ikinci maddesinde devletin bir dininin olmadığını belirtir. Ancak halkın %96'si resmi olarak Katolik'tir. Bunun yanında 2002 yılında "Centro de Investigaciones Sociológicas" kurumunun yaptığı bir anket sonucunda ankete katılanların sadece %80'i Katolik olduğunu söylemiştir. %12'lik kesimin ise herhangi bir dine mensup olmadığı ortaya çıkmıştır. Katoliklerin de %54'ünün çok az kiliseye gittiği veya hiç gitmediği bulunmuştur. Diğer katoliklerin de %15'i ara sıra, 10%'u ayda birkaç kez, 19%'u ise her pazar kiliseye gittğini belirtmiştir. Tüm İspanyol halkının %22'si ise en az ayda bir dini görevlerini yerine getirdiğini belirtmiştir. Katolik Kilisesi Papalıkla yapılan bir anlaşmadan dolayı İspanya hükûmeti tarafından desteklenen bir kilisedir. İspanya'da Katolik Kilisesi inananlardan toplanan yardımlar sonucu ayakta kalmadığından, resmi olarak yardım toplamasına da gerek yoktur. Hıristiyanların en çok ziyaret ettiği kutsal yerlerden biri olan Santiago de Compostela da İspanya'da bulunmaktadır. Nüfusun %2.5'ini İslam, %1'den daha az kısmını ise Yahudi dinine mensup kişiler oluşturmaktadır. Van Van (Kürtçe: Wan), Türkiye'nin bir ili ve en kalabalık on dokuzuncu şehri. Doğu Anadolu Bölgesinde yer alır. Van ili nüfus bakımından bu bölgenin en büyük ilidir. 2017 sonu itibarıyla nüfusu 1.106.891 kişidir. Kuzeyden Ağrı, batıdan Bitlis, güneybatıdan Siirt, güneyden Hakkari illeriyle, doğudan da İran'la sınırlıdır. Anadolu'nun en büyük kapalı havzası olan Van Gölü kıyısında toprakları verimli, akarsuları bol, iklim koşulları oldukça elverişli bir yerleşim merkezidir. Dünya'nın hâlâ yaşanılan en eski kentlerinden biridir. Van'ın tarihi MÖ 7000 yıllarına kadar uzanır. Van Kalesinin 6 km güneyinde bulunan Tilkitepe ve Van Gölü'nün kuzeyindeki Ernis Mezarlıklarında yapılan kazılarda Kalkolitik, Tunç, Demir çağlarına ait yerleşimler bulunmuştur. Van'ın medeni tarihi Urartular le başlar. Van, bugünkü Doğu Anadolu ve Ermenistan ile civarındaki toprakları kapsayan Urartu Devleti'nin merkeziydi. İskit istilasının ardından zayıflayan Urartular, İran'dan gelen Medler tarafından yıkıldı. Daha sonra bölgeye Ahamenişlerler, Büyük İskender, Selevkoslar, Ermeniler, Partlar, Romalılar, Sasaniler ve Doğu Romalılar (Rumlar) hakim olmuştur. 644 yılında Müslüman Araplar bu bölgeyi fethetmiş, daha sonra bölge yine Rumlara geçmiştir.
Yöre, uzun süre Abbasilere veya Rumlara bağlı yerel Ermeni beyleriyle yönetilmiştir. 11. yüzyıldan itibaren Türkmenlerin yerleşmeye başladığı Van Gölü havzası, önce Selçuklulara, sonra da İlhanlılara, Celayirîlere, Karakoyunlulara ve Akkoyunlulara yurt olmuştur. 16. yüzyılda Safevilerin Doğu Anadolu'dan uzaklaştırılmasından sonra Van'da Osmanlı egemenliği başlamıştır. Van'da 20. yüzyıla kadar Ermeni, Türk, Kürt, Arap nüfus yaşamıştır. Gelenekleri Osmanlı ve İran etkisinde gelişmiştir. Van farklı kültürlerin ve toplulukların bir arada yaşayabildiği güzide bir coğrafyadır. Şehir Urartulardan kalmadır. Urartuların başkenti olan Van'ın o zamanki adı Tuşpa idi. Şehri ilk kuran Asur Kraliçesi Semiramis'tir. Bu bölgeye önce Hurriler yerleşmişlerdir. Urartular zamanında şehir bir imparatorluk merkezi haline gelmiştir. Urartulardan sonra şehre Medler, Persler, Büyük İskender, Selevkoslar, Ermeniler, Partlar, Romalılar, Sasaniler ve Bizanslılar hakim olmuştur. MS 675 yılında Müslüman Araplar şehri fethetmiş, daha sonra şehre yine Bizanslılar, bunları yenen Selçuklular ve sonra İlhanlılar, Celayirliler, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safeviler ve en sonunda Osmanlılar hâkim olmuştur. Hurrilerin MÖ 2000'lerden itibaren Van Gölü'nden başlayarak Kızılırmak ve Yeşilırmak'ın Karadeniz'e döküldüğü yerlere kadar uzanan bir bölgeye hakim oldukları görülür. MÖ 13. yüzyılda Hurri-Mitanni siyasi teşekkülün merkezi otoritesi zayıflamış ve beyliklere bölünmüştür. Asur Kralları bu küçük beyliklerini hakimiyetleri altına almaya çalışmış ve bu sırada Van Gölü çevresinde Batı İran'a kadar olan bölgede Urartular ile Asurlular arasında mücadeleler başlamıştır. Urartu-Asur mücadelesi MÖ.VI. yüzyılın ortalarına kadar sürmüş, Urartular bu dağlık ve zor arazi şartlarına sahip bölgeyi egemenlik altında tutmuştur Urartular'ın başkentliğini yapmış olan Van Kalesi, 3000 yıllık görkemiyle hala ayaktadır. Van Kalesi'nde Urartular'dan kalan kaya ve oda mezarları, tapınaklar, yazıtlar ve bazı yapılar bulunur. Urartu kralı I. Sarduri'nin kurduğu ve başkent yaptığı Tuşpa, Urartu krallarının mezralarını, uzun yazıtları içinde barındırır. Horhor Yazıtı, kaledeki en uzun yazıttır ve kral Argişti'ye ait mezar odasının girişinde bulunur. Analı kız kutsal alanında büyük bloklara yazılmış yazılar vardır ve burası bir sunak alanıdır. İç Kale'de Urartulara ait bir tapınağın temelleri bulundu. Kalenin batısında Madır Burcu isimli görkemli yapının ne amaçla yapıldığı tam olarak bilinmemektedir, fakat bir liman olduğu tahmin edilmektedir.Kalenin kuzeyinde yer alan Van Kalesi Höyüğü'nde kazılar yapılmıştır. Van şehri I. Dünya Savaşı'na kadar kalenin güney kısmında surlarla çevrili bölgede kuruluydu. Daha sonra Osmanlı'nın Kafkasya Cephesinde Ruslar'la savaşa girdiği sırada şehirdeki Ermeniler ayaklanmıştır.Bu ayaklanmalar sonucu Ermeniler ve Ruslar şehri ele geçirmiştir.21 Mayıs 1915'de Rus General Yudeniç Van'a girer. Burada Ermeniler şehrin ve kalenin anahtarlarını generale sunar. 2 Nisan 1918'de Ali İhsan Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu,Rusların harabeye çevirdiği Van'ı geri alır. Bu dönemden sonra Van şehri Erek Dağının eteğinde yeniden kurulur. Eski Van ise 1-2 cami hariç kullanılamaz hale gelmiştir ve günümüze gelinceye kadar ayakta kalan yapılar dayanamayarak yıkılmıştır. Bu şehrin kalıntıları günümüze ulaşmıştır. Surlara ait bazı kalıntılar vardır ve sağlam olan tek kapı güneye bakan Orta Kapı'dır. Mimar Sinan'ın eseri olan Hüsrevpaşa Külliyesi han, hamam, türbe, imaret, çeşme ve medreseden oluşmaktadır. Bölgede sağlam kalan tek hamam bu külliyenin bir elemanı olan Çifte Hamam'dır. Eski Van'da günümüzde kullanılan tek eser Kaya Çelebi Cami'dir. Eskiden çok görkemli bir mekân olan Van Ulu Camisi ne yazık ki günümüzde yıkılmıştır ve sadece minaresi sağlam kalabilmiştir. Kızıl Cami'ninde aynı şekilde minaresi günümüze ulaşmış ve diğer bölümleri yıkılmıştır. Kentte ayrıca günümüze ulaşan S. Dsirvanor, S. Stephan, S. Vardan, s. Neshan, şehrin en eski kilisesi olan ve Çifte Kilise olarak da anılan S. Paulos ve S. Petros Kiliseleri bulunur. Ayrıca eskiden İsa'nın çarmıhına ait bir parçanın saklandığı Meryem ana (S. haç, Tiramary) kilisesi ve Madır burcunun üstüne yapılmış Vaftizci Yahya (S. Hovhannes) kiliseleri yıkılmıştır. Hüsrev Paşa hanının temelleri Kaya Çelebi ve Hüsrev Paşa Camileri arasında görülebilmektedir. Şehrin batısında bulunana Horhor bahçeleri şehrin surlar içerisindeki bahçeleri durumundaydı ve İskele Kapı'nın hemen önündeydi. Ayrıca bahçelerin yakınında halen kalıntıları olan Horhor Cami ve Medresesi bulunuyor. Evliya Çelebi'nin görkemle anlattığı kale ve Eski Van şehri şu anda bakımsız bir haldedir. Ayrıca şehirdeki patika yolların izi vardır ve alanda küçük tepecikler olusmuştur. Van'ın merkezinde Ekim ve Kasım 2011'de iki yıkıcı deprem meydana gelmiştir. 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı kanun ile Van'da sınırları il mülki sınırları olan büyükşehir belediyesi kurulmuş ve 2014 Türkiye yerel seçimlerinin ardından büyükşehir belediyesi çalışmalarına başlamıştır. Van, yüzölçümü açısından Türkiye'nin en büyük illerinden biridir. Büyük bölümü yüksek, engebeli ve dağlık alanlardan oluşan Van'da yerleşmeye elverişli alanlar sınırlıdır. Van ilini etkisi altında tutan sert iklim, başlıca ekonomik uğraş olan tarımsal üretimin çeşitlenip gelişmesine olanak tanımaz. Van iklimi karasal iklim olup bitki örtüsü bozkırdır. Van'da kış ayları sert geçer. Kar etkisini yoğun göstermektedir. Kış ayları Van'a en çok yağışın düştüğü aylardır. Van'da yaz ayları genelde kurak ve sıcak olup, Van Gölü'nün etkisiyle biraz serin yaşanmaktadır. Bu aylarda fazla yağış olmaz ama rüzgarlar geniş yer tutar. Bitki örtüsünün bozkır olması küçükbaş hayvancılığı geliştirmiştir. Van kedisi, iyi bir yüzücü olan, gözleri mavi veya kehribar rengi ya da biri mavi diğeri kehribar olabilen, nadide ve asil bir kedi ırkıdır. Van kedisinin göz rengi üç gruba ayrılır. Her iki gözü mavi (daima turkuaz mavisi), her iki gözü kehribar (Sarı renk ve tonları, çok nadiren kahverengi) ve tek-göz (Heterokromik; yani bir gözü mavi diğer gözü kehribar renkte olanlar) diye gruplandırılır. Van il nüfusu: 1.106.891 (2017 sonu). İlin yüzölçümü 20.921 km²'dir. İlde km²'ye 53 kişi düşmektedir. (Yoğunluğun en fazla olduğu ilçe: 315 kişi ile İpekyolu’dur) İlde yıllık nüfus artış oranı %0,61 olmuştur. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: İpekyolu (% 3,33)- Başkale (-% 4,12): 2000 yılındaki ani nüfus artışından da fark edileceği üzere kente 1990 yılından itibaren yoğun bir göç yaşanmıştır. Bölgedeki terör olayları nedeniyle boşaltılan köylerin en yakın adresi Van olmuştur. Yüzde 38'lik bir artışla nüfus sıralamasında 32. sıradan 23. sıraya yükselen şehrin demografik yapısı da bir hayli değişmiştir. Van'da tarım alanları yüz ölçümünün %10'unu kapsar. Yetiştirilen başlıca ürünler; Arpa, Buğday, Şeker Pancarı ve Elma yetiştirilmektedir. Ürünler Özellikle Eylül Ayında hasat edilir. Tarım en önemli geçim kaynaklarından olsa da çok kullanılmaz. En önemli geçim kaynağı olan hayvancılık her mevsim kullanılabilir. Özellikle Küçükbaş Hayvancılığın Yetiştiği Van'da yazda her kırsalda hayvan görmek mevcuttur.Yazın yaylara çıkarılan hayvanlar kışın ağıl ya da ahırlara alınır.Türkiye'de en fazla küçükbaş hayvan Van'da bulunur. Van sanayi bakımından bölgenin üçüncü şehridir. Başlıca fabrikalar: Şeker, çimento, et ve et ürünleri, süt kombinaları ve yemdir. Şeker; Erciş'de çimento ise Edremit'te bulunur. Van kültürü; Van kedisi, Van otlu peyniri ve Van kahvaltısına dayanır. Van otlu peyniri yörede önemli bir şekilde yayılmıştır. Dağlardan toplanan otlardan yapılır. Şehrin sahip olduğu kültürel yapılar, turizme katkı sağlamaktadır. Şehre özellikle İran'dan turist gelmektedir. İMüzeler 2017-2018 Sezonu sonunda, Van’ın futboldaki 2 takımı 3.ligde Belediye Vanspor ve BAL’da Erciş Gençlik Belediyespor ligde kalmışlardır. Kadın futbol liglerinde de 2 takımı vardır. Voleybol kadın-erkek ve hentbol erkek 2. liglerinde birer takımı yer almıştır. Voleybol erkekler bölgesel ligindeki takım sayısı ise 3'tür. Ziraat Türkiye Kupası'nda Belediye Vanspor 2.turda Ağrı 1970 Spor’u elemiş, 3.turda Kayserispor'a elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Van Atatürk Stadyumu, (10.500), Nur Tatar Spor salonu (5.000), Üniversite Spor Kompleksi (3.500), Van Olimpik Yüzme Havuzu (550) Van ilinin ilçeleri toplam 13'tür. 2018 yılında TÜİK verilerine göre 13 İlçe ve belediye, bu belediyelerde toplam 685 mahalle bulunmaktadır. Van merkezde yaklaşık 200 okul bulunmaktadır. Ayrıca son dönemlerde özellikle liselerde olmak üzere çoğu okul Fatih projesiyle tanışmıştır. Yüzüncü Yıl Üniversitesi de Van'dadır. Van şehri, geçmişinden gelen ve günümüzde de devam eden stratejik öneminden dolayı daima işlek olan yollara sahip olmuştur. Güneydoğu ve Kuzey Anadolu'dan gelen iki önemli karayolu Van'da bileşerek İran'a uzanır. Bu yollardan önemlisi İstanbul ve Ankara'dan gelerek Erzurum üzerinden Ağrı ve Erciş'i geçerek Van'a bağlanır. Diğer yol ise Adana'dan gelerek Diyarbakır üzerinden Bitlis ve Tatvan'ı geçerek Van'a ulaşır. Bu ikinci yol Tatvan'dan sonra kısmen Van Gölü kıyısından devam etmektedir. Van'da birleşen bu iki önemli karayolu Van'ın doğusunda Özalp üzerinden geçerek Kapıköy Sınır Kapısı'ndan İran'a ulaşmaktadır. Van il sınırı içerisinde ulaşım ağı büyüktür. Van ile Ağrı, Doğubayazıt, Patnos ve Erciş arası kolayca ulaşım yapılmaktadır. Hakkari ve Yüksekova arası ise belirli bir noktaya kadar kolaydır, fakat sonra yol çok engebelidir. Son zamanlarda ise bu yolda genişletme çalışmaları yapılmaktadır. Van'da ulaşımın en zor olduğu yer Çatak ve Bahçesaray ilçeleri arasıdır. Bu bölgenin dağlık olması, ulaşım zorlaştırmaktadır. Kış aylarında bu yollar sürekli kardan kapanır. Van'da şehir içi ulaşım özel halk otobüsleri ve minibüslerle kullanılmaktadır. Ödeme nakit ve Belvan Kart ile yapılır. 2015 yılından itibaren Van Belediyesi tarafından getirilen yeni otobüslerle ulaşım yapılmaktadır. Van'ın karayolu ulaşımı gibi demiryol
u ulaşımı da önem arzeder. TCDD'nin 5. bölgesini oluşturan hat Malatya üzerinden Baskil'e ulaşır. Burada ikiye ayrılan hatlardan biri Elâzığ ve Muş üzerinden Tatvan'a ulaşır. Tatvan'da bulunan iskeleden feribotla Van'a ulaşan hat, Özalp üzerinden İran sınırındaki Kapıköy Tren İstasyonu'nda son bulur. Kapıköy ile karşısındaki İran'ın Razi istasyonunda gümrük kontrolü noktaları vardır. Razi'den ayrılan hat Tebriz üzerinden Tahran'a ulaşır. Vangölü Ekspresi, İstanbul'dan Tatvan'a haftanın iki günü karşılıklı sefer yapmaktadır. Türkiye ile İran arasındaki demiryolu bağlantısı, İstanbul-Tahran-İstanbul arasında haftada bir gün çalışan Trans Asya Ekspresi ve Van-Tebriz-Van arasında haftada bir gün çalışan trenler ile sağlanmaktadır. Yine İran ile Suriye arasındaki demiryolu bağlantısı, Türkiye'yi transit geçerek Tahran-Şam arasında haftada bir gün çalışan yolcu treni ile sağlanmaktadır. Söz konusu tren Şam-Tatvan arasında pulman ve yataklı vagonlarla, Van-Tahran arasında kuşetli vagonlarla teşkil edilmektedir. Van'da bulunan Ferit Melen Havaalanı ise bölgesel önemi olan bir havaalanıdır. Ağrı, Bitlis, Muş ve Hakkari illerine de hizmet veren havaalanı bu bölgede askeri hareketliliğinin fazla olması nedeniyle işlek bir hava trafiğine sahiptir. Van'dan, İstanbul, Ankara ve İzmir'e her gün düzenli uçak seferleri yapılmaktadır. Alevilik Alevilik (), Türkiye'de Sünnilikten sonra en fazla mensuba sahip olan İslami bir itikadi mezheptir. Bu mezhebin mensupları "Aleviler" olarak adlandırılır. Alevilikte, Muhammed'in son peygamber olduğu, Ali'nin ise Velîliği "(İmâmlığı)" esastır. Sünnilikteki Allah-Muhammed-Dört Büyük Halife sıralamasından farklı olarak, Onikicilik i'tikadının da temelini teşkil eden Hâkk-Muhammed-Ali sıralamasını, Ehl-i Beyt ve On İki İmam sevgisini esas alan inançtır. Siyâseten İslamiyet’in "İmâmiye-i İsnâ‘aşer’îyye / Onikicilik" fıkhî mezhebinden olan Aleviler, itikaden Horasan Melametîliği’nden köken alan Hoca Ahmed Yesevî’in kurduğu Sünniliğin Tasavvufî–Yeseviyye Tarikatı ile Fatımiler Halifeliği devrinde Orta Asya ve Türkistan’da çok önemli faaliyetlerde bulunan Nâsır Hüsrev’in kurucusu olduğu Pamir Aleviliği’nin de altyapısını oluşturan Şiiliğin Batıni–İsmâilîyye fıkhî mezhebinin tesirleriyle gelişimini tamamlayarak ortaya çıkan "Tasavvufî-Bâtın’îyye" itikadi mezhebi mensûplarıdır. Alevilik içerisinde Kızılbaş, Dazalak, Kalender’îyye, Bedr’îyye, Bektaş’îyye, Câm’îyye, Şems’îyye, Edhem’îyye gibi farklı birçok bâtınî tarikât yer almaktadır. 13. asırda Babâîlik’ten ve 14. asrın sonlarından itibaren de yoğun olarak Hurûfîlik’ten etkilenen Anadolu kaynaklı Bektaşilik Tarikatı bunların içlerinde en meşhur olanıdır. 14. ve 15. asırlarda Fadlullah Ester-Âbâdî tarafından Şiilikten ayrılarak zuhur eden Hurûfîlik mezhebinin tesirleri altında kendisini yeniden yapılandırmış olan "Bektaşilik," Aleviliğin içinde yer aldığı varsayılan bir tarikât olması itibâriyle Anadolu Aleviliği’nin tamamını tanımlamamaktadır. Alevilik, Hâkk-Muhammed-Ali üçlemesiyle Ehl-i Beyt, ve On İki İmamları önemseyen Câferiyye Şiiliği ile ortak noktalara sahip olan bir yoldur. Alevilik’te incelenmesi gereken asıl inanç Vahdet-i Vücud veya Varlık birliği’dir. "Dört Kapı Kırk Makam" şeklindeki kâmil insan olma ilkelerini Hacı Bektaş-ı Velî’nin tespit ettiğine inanılır. Hacı Bektaş, "Kul Tanrı’ya kırk makâmda erer, ulaşır, dost olur" demiştir. Aleviler kendi içlerinde bir çeşit hiyerarşi oluşturmuştur. Örneğin "yol"’a gönül vermiş olana "tâlip" denir. Kişi, yolun kurallarını yerine getirip bilgi düzeyini arttırdıkça yükselir. Alevilikte "yol" denen deyimin temelini "Dört Kapı Kırk Makam" anlayışı oluşturmaktadır. Dört Kapı ve Mertebeleri şunlardır: Her kapının on makâmı vardır. Aleviler, Muhammed’in son peygamber olduğuna, Ali bin Ebu Talib'in ise veliliğine (ya da imamlığına) inanırlar. Aleviler, ibâdetlerini cemevinde yaparlar.Günlük ibadetleri Sabah, Akşam ve Gece Gülbeng'idir. Kadir Gecesi’yle bağlantılı olarak üç gün ve Muharrem ayında ise on iki gün oruç tutarlar. Muharrem’den sonra da üç gün Hızır Orucu tutarlar. Muharrem orucundan evvel üç gün Masum-u Paklar orucunu tutarlar. Üçte biri İstanbul bölgesinde yaşayan Alevilerin daha sonra en yoğun olarak bulundukları yöreler arasında Ankara, Adana, Balıkesir, Eskişehir, Bursa, Antalya, Aydın ve Damal, Ardahan şehirleriyle, Orta ve Doğu Anadolu'da yer alan Erzincan, Sivas, Tunceli, Tokat ve Kahramanmaraş’ın ilçelerinde gelmektedir. Türkiye’de en çok Alevi köyü ise 57'si karışık olmak üzere toplam yaklaşık 548 adet köy olup Sivas ilinde yer almaktadır. Bunların ardından sırasıyla,Tunceli,Erzincan,Tokat,Çorum,Kahramanmaraş,Malatya, Amasya,Hatay,Yozgat, Adıyaman, Bingöl, Erzurum, Balıkesir, Kars, Manisa, Aydın, Adana, Mersin, Muğla ve Ordu illeri gelmektedir. Anadolu dışında ise Rumeli, Balkanlar ve Arnavutluk'ta yaşayan Bektaşiler'in yanı sıra, Batı İran, Luristan ve Kuzey Irak'ta ise Yâresânîlik "(Ehl-i Hak)", Kakai, ve Ali İlâhîlik gibi isimlerle anılan ve kendilerini ""Alevi-Kürtler"" veya Alevi-Zazalar olarak tanımlayan gruplar da bulunmaktadır. Bugün İran'ın doğusunda Horasan'da da küçük bir Alevi topluluğu vardır. Alevîler daha ziyâde dağlık olan merkezî otoritenin baskısının ulaşamadığı bölgelerde yaşamlarını sürdürmektelerdir. Alevilik inancı, Anadolu’nun Müslümanlaşması sürecinde önemli izler bırakan, Hoca Ahmed Yesevi, Ebu'l Vefâ, Baba Haydar, Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran, Taptuk Emre, Yunus Emre ve Abdal Musa gibi önemli dini şahsiyetlerin fikirleriyle yapılandırılmıştır. Ayrıca Alevilik, Hallâc-ı Mansûr, Seyyid Nesimi, Şah İsmail "(Hatai)" ve Pir Sultan Abdal ile Hubyar Sultan’a da ayrı bir ehemmiyet vermektedir. Şah İsmâ‘il Safevi, Alevî inancının Anadolu’da yayılmasında çok önemli ve etkin bir rôl oynamıştır. Alevilik inancının, Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş-ı Veli sayesinde ve ozanların nefesleriyle hayat bulduğuna inanılmaktadır. Aslında bu İslamlaşma hadisesi daha Arap istilası vuku bulmadan başlamış, İran ruhanilerinin ve Dehkan adı verilen Farisi yöneticilerinin baskısından usanan Maveraünnehir ahalisi İslam’ı kendiliğinden kabullenmişlerdi. İslamiyet’ten önce Türkistan’a birçok Nesturi ve Zerdüşt rahipler gelmişler ve kendi inançlarına ait neşriyatta bulunmuşlardı. Din ve mezhebe ait olan ilgilerinde pek zayıf fakat millî geleneklerine dini talimlerden daha fazla bağlı olan Türkler, eski Gök Tanrıcılık (Tengricilik) dinine benzer akidelere taraftar olmayı daha çok seviyorlardı. İslamiyetin en kuvvetli olduğu ve Türkistan içlerine doğru yayıldığı dönemlerde dahi Tengricilik dininin kalıntıları bu bölgede hala canlılığını muhafaza etmekteydi. Altay dağları ile İrtiş Nehri boylarından Maveraünnehir kadar uzanan sahaya aralıksız akın eden Türk göçmenlerinin İslamı benimsemiş olmalarına rağmen geleneksel yaşam tarzları asla değişmedi. H. 126 / M. 744 yılında Semerkand’da çok önemli bir din değiştirme hareketi vuku buldu. İslamiyet neşirlerinden Ebu Sayda adında bir şahsın çabaları ile pek çok Türk İslamiyeti kabul etti. Selefleri tarafından uygulanmakta olan siyaset-i zalimaneye son vermekle meşhur olan, ve, Emevi hâlifeleri içerisinde en âdil olanı olarak da tanınan "Ömer bin Abdülaziz" iktidara geldiğinde yaptığı ilk iş Emeviler Halifeliği’nin kurucusu Ebû Süfyân Oğlu Muaviye tarafından hutbelerde Ali, Ehl-i Beyt ve bilumum Aleviler aleyhinde bir sünnetmiş gibi zorunluluk haline getirilmiş olan lânet okuma âdetini nihâyete erdirmek olmuştu. O zamana kadar Türkistan’da İslam’a girmiş olan şehirlerden büyük büyük kütlelerin eski dinlerine avdet etmekte oldukları bu devirde Aleviler aleyhine Emeviler tarafından sürdürülmekte olan takibât ve hakaretlerin yasaklanmasından sonra peygamberden rivayet edilen hadislerin yazılmasını gündeme getirmiş ve halktan haksız yere toplanmakta olan vergileri sahiplerine geri dağıttırmıştı. Çok faydalı sonuçlar doğuran bu kararların sıkı bir tâkipçisi olan halifenin tutumundan Emevi Hanedanı hiç de memnun kalmamıştı. Çünkü onların ellerinde ve kadınların boyunlarında ne kadar altın ve cevâhir varsa, Beytû'l-Mâli Müslimîn’in talan edilmesiyle alınan bu ziynet eşyalarının kişilerin zâti malları olmayıp hepsinin devlet hazinesine ait olduğunu, ve tamamının iade edilmesi gerektiğini söyleyen bu adil halife de sonunda Emeviler tarafından zehirlenerek öldürülmüştür. H. 129, M. 747 yılında Ebu Müslim Horasani’nin İmam İbrahim tarafından bütün bu kıtalar ile Irak dailerinin fiilen riyasetine tayin edilmesiyle artık Türkistan’ın tamamı Şîʿa-i Bâtın’îyye adına hazırlanmış oluyordu. Ebu Müslim Horasani’nin komutasında Emeviler aleyhine başkaldıran ihtilal fırkalarının çoğunluğunu oluşturan Türkler, Abbasiler’in kazandıkları başarılarda da en büyük pay sahibi olmuşlardı. Sonunda hilafet makamı Türkler’in sağlamış olduğu destek sayesinde Abbasiler tarafından ele geçirilmiş oldu. Fakat Şiiliğin feda ettiği bu kadar canlar, Ehl-i Beyt’e ait bir hakkın elde edilmesi için nehirler gibi akıtılan kanlar ve Ehl-i Beyt namına yapılan onca büyük fedakarlıkların dahi Alevilerin hilafeti ele geçirmeleri için yeterli olamaması gönüllerde kapanmaz yaralar açtı. Abbasiler’in ikinci halifesi olan Halife Mansur’un Türkler’e karşı takındığı hasmane tavırlar ve bilhassa Ebu Müslim Horasani’in katli üzerine ihtilalciler derhal faaliyete geçmek suretiyle Mübeyyezâ "(Beyazlar)" fırkasını oluşturdular. Tam bu sıralarda Merv şehrinde El-Mukannaʿ "(Peçeli)" adında bir yalancı peygamber ortaya çıktı. Fosforlu maddelerle yüzünü parlatan ve üluhiyet davasına kalkışan bu peçeli kişi, halka Allah’ın da insan suretinde olduğunu söylüyordu. Ebu Müslim Horasani’nin Abbasiler tarafından gaddarca katli Emeviler aleyhine ihtilale katılan Horasanlılar ile tüm Maverâünnehir halklarını son derece müteessir etmişti. Abbasiler hilafeti ele geçirmeden önceHorasan Şiileri ile onlara iltihak etmiş olan Taberistan ve Deylem Alavileri Ebû Mûslim Horasanî’nin nüfuzundan çekindikleri için Abbasiler’in iktidarını kabullenmişlerdi. Daha sonra ise Ebû Müslim Horasânî’nin katli üzerine
ayaklanan Ravendîler, İslam Sünniliğini temsil eden Abbasiler tarafından perişan edildiler. Bunun üzerine Taberistan ve Deylem Alavîleri ile bütün Horasanlılar intikam almak maksadıyla birleşerek Abbasiler’e karşı kin ve husumet beslemeye başladılar. İkinci hicrî yüzyılın ortalarında Deylem’de yeni bir önderin yıldızının parladığı görüldü. Bu, Aleviler’in en mümtaz şahsiyetlerinden Nefs’üz-Zekiyye’nin diğer kardeşi olan Yahya bin Abdullâh idi. H. 176 / M. 793 yılında hilâfetini ilan etti. Dehşetli bir telâşa kapılan Abbasi Halifesi Harun Reşid Bermekîler’den Fazl’ı Yahya’nın başlattığı ihtilâli bastırmakla görevlendirdi. Bermekîler ise, Aleviler’e son derece sevgi ve hürmet beslemekte ve Harun Reşid’in Aleviler’e karşı yürütmekte olduğu zulüm ve baskı politikalarına şiddetle muhalefet etmekteydiler. Sonunda Fazl, Harun Reşid ile Yahya’yı barıştırmayı başardı. Bütün Haşimî hanedanının imzalarını taşıyan bir imân-nâme ile Yahya bin Abdullâh serbes bırakıldı. Fakat, daha sonra Harun Reşid sözünde durmayarak Yahya’yı öldürttü. Kaşgar’da oturan İlk Han iktidarının kurucusu Abd’ûl-Kerîm Sâtuk Buğra Han’ın maiyetinden iki yüz bin çadır halkı İslam olmuştu. H. 346, M. 958 tarihinde Tibet yaylâsında yaşayan Şâmânî Türkler de Arslan bin Kâdir Han’ın yönetimi altına girdi. Arslan bin Kâdir Han’ın İslama dâvetini kabul eden on bin çadır halkı Müslüman oldu. Artık muhtelif Türk aşiretleri birbirlerini görerek İslama girmeye başlamışlardı. Türk devletlerinden olan Tolunîler, Ahşidîler, Gaznevîler gibi Selçuklular da Abbasiler’in resmi mezhebi olan Sünnilik aleyhinde bir cephe oluşturmaktan kaçındılar. Bu Türk devletlerin hükümdarları Sultânû'l-Galib, Nâsıruddin, Sultânû'l-Kâhir gibi lâkaplar ile anılıyordu. Aleviler kendi güvenliklerini teminat altına alma açısından Deylem, Mazenderan, Taberistan ve İran’da askerî harekâta uygun olmayan sarp dağlar üzerinde yer alan yüksek yaylâlardaki nehirlerin kıyılarında ikâmet etmekteydiler. Bağdat’taki hilâfet merkezinden çok uzakta bulunan bu muhitlerde Aleviler’in mevkileri hâlifelerin nüfuzundan çok daha fazla etkili olmaktaydı. Dâî-yi Kebîr ve Dâî-yi Sâgîr nâmı altında bağımsızlıklarını ilan eden Sâhib-î Zuhurlar hep bu çevrelerden yetişiyordu. Abbasi Halifesi Müstâin bil-Lâh devrinde Duât’û-Aleviyye mensubu Yahyâ bin Ömer Kûfî huruç hareketi başlattığında Irak’ta Ehl-i Beyt’e bağlı ne kadar Alevi varsa hepsi onun önderliği altında birleşerek Abbasi Orduları’yla kanlı bir muharebeye giriştiler. Bu şiddetli harpte katledilen Yahyâ’nın başının Bağdat’ta teşhir edilmesinden son derece müteessir olan Aleviler uzak ülkelere yerleştiler. Hicrî 98 / M. 717 yılında Yezid bin Mühelleb Taberistan, Cürcan ve etrafındaki şehirleri fethettikten sonra bu muhitlerde Abbasiler’den El-Mansur devrine kadar sürekli olarak kırk sene boyunca Alevilik propagandaları yürütüldü. Hicrî 138 / M. 756 yılında ise Sünbâd "(Sonpâth)" adındaki bir Mecûsî İslam âkideleri üzerinde bozguncu etkiler yaratan ve pek çok kişiyi peşinden sürükleyen yeni bir mezhep ortaya attı. O asırlarda, Doğu İslam Alemi Bağdat’taki Abbasiler ve Mısır’daki Fatımiler olmak üzere iki ayrı merkezin etrafında toplanmışlardı. Batıda ise Suriye Emevileri’nin çöküşünden sonra hayatta kalmağa muvaffak olabilen Endülüs Emevileri vardı. Bütün bu merkezlerin hepsi de Hilafet makamını kendilerine mâletmek maksadıyla diğer muhasımlarıyla en kanlı çekişmelere girmekten asla geri kalmıyorlardı. Fatımiler, Ehl-i Beyt’e olan akrabalıklarından dolayı kendilerinin Hilafet makamına lâyık olduklarını ileri sürmekteydiler. Abbasiler’in Sünni mezhebini redetmekte ve Hânedan-ı Âlevîyye’ye müntesip olduklarını hatırlatacak bir ad ile kendilerini tüm Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin mutlak temsilcisi ve Hilafet makamının da vârisi olarak görmekteydiler. Sünniliğe aykırı mezhepleri kabullenmiş olan hükûmetlerden Büveyhîler, Rüstemdârlar, Bâvendîler ve tüm Taberistan Alevileri Fatımileri Halife olarak tanımakta, Samânîler, Gazneliler, Selçuklular da Abbasiler’in Halifeliğini kabul etmekteydiler. Hulefa-yı Fatımi dâ’îlerinin Abbasiler’in hükümran oldukları ülkelerde kuvvetli bir propaganda teşkilâtı oluşturdukları sıralarda şiîliğin korunması adına çok dikkatli davranan Selçuklu hükümdarları da Sultan Tuğrul’un itikaden Mu'tezile’den olan,Kerrâmîlik mezhebine mensup veziri Amidû'l-Melik gibi Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin en önemli dâîlerinden biri tarafından istenildiği bir şekilde yönetilmekteydi. Selçukluların Anadolu’nun içlerine doğru ilerlemesiyle birlikte Selçuklu ordularıyla birlikte yürüyen Şîʿa-i Bâtın’îyye dâ’îlerinin nüfuz alanı da Anadolu’nun içlerine doğru yayılmaktaydı. Âlâ’ed-Dîn Cüveynî’nin ifadesine göre eski Türkler kendi dini reislerine Tuyuk , dinlerine ise Arapçada kullanılan Namus ve Nevâmis-i İlâhiye kelimesinin ilk kökü olan Nom ismini vermişlerdi. Yunancaya Numus – Havus şeklinde geçen bu kelime "ezelî irâde ve mukaddesât" manâsında, Sanskrit dilinde ise Tanrı kelimesinin karşılığı olarak kullanılıyordu. Türkler kendi ruhânîlerine Tüyun/Tuyon, kâhin ve sihirbazlarına ise Kam adını veriyorlardı. Ayrıca Türkler, dini kitaplarına da Nom, Tüyunlara da Nomiler derlerdi. İslamiyet’ten sonra ise Oğuzlar Kamlarına "ozan" adını verdiler. "Şâmân" kelimesi ise bunun Avrupalılar tarafından bozulmuş haliydi. Şâmânlar, toplumda doktorluk, sihirbazlık ve kâhinlik olmak üzere üç ayrı mesleği birlikte icrâ etmekteydiler. Büyük Türk düşünürü Ziya Gök Alp’e göre Avrupalılar tarafından yanlış olarak Şâmânizm olarak adlandırılan Türkler’in eski dinlerinin asıl doğru isminin Tuyonizm olması gerekir. Yine Ziya Gök Alp’in savunduğu fikirlere göre, Türklerin dini başlangıçta her ne kadar naturizm olarak algılanmaktaysa da gerçekte bu bazı rumuzlardan ibaret olan ve birtakım timsallere tapınılan sembolizmdir. Farklı şartlar altında yaşayan toplumlar arasına yayılmış olan bu itikad sisteminde din ile sihrî birbirinden ayıracak olursak, bir tarafta bir nev’i Animizm’den ibaret bir Şâmânîlik, öte tarafta da mâbudlar ve kâinat sistemine mâlik olan bir Tuyonizm görülür. Kökleri Orta Asya Şâmânlığına kadar dayanmaktadır. Şâmânîlik Grönland’dan Doğu Sibirya’ya kadar yayılan geniş bir alan üzerinde yaşayan birçok Türk-Moğol kavimleri, hattâ Laponlar ve Eskimolar arasında yaygın olan ortak bir sihrî dîn sistemidir. İslamiyet ve Hristiyanlığın tam olarak nüfuz etmeyi başaramadığı yörelerde halâ hâkim olan bu din, onların sonradan girdiği bölgelerde bile ikinci plânda yaşamaktadır. Milâdî Sekizinci yüzyıldan beri Türkler arasında yayılmağa başlayan Budizm, Manichéisme, İslam ve Hristiyanlık etkilerine rağmen Şamanizm, bütün "bir dini Panthéon"’a sahip olan dinler gibi yabancı itikatları bünyesine toplayan geniş bir kayıtsızlık hali göstermesi nedeniyle, kuvvetinden pek bir şey kaybetmemiştir. Bu nedenle de Şamanizm’e Türk paganizmi adını vermek hiç de mübağalalı olmaz. Onda en belirgin surette görünen nitelik gök tabakaları, ahiret ve mabûdlar âlemi ile zenginleştirilen bir Çoktanrıcılık yanında, yine aynı zenginliğe hâiz olan bir Natürizm’in süregelmesidir. Gerek sihir gerekse dîn şeklinde Türk mistisizminin izlerinine aşağıda yeniden gözden geçirilen Türk itikadlarında da rastlamak mümkündür: Moğol istilâsı esnasında Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin tahrikâtı sebebiyle Moğol mezaliminin sahası epey genişlemişti. Save ve Nişapur şehirlerinin tahrip edilmesinden sonra Mazenderan ülkesini istilâ eden Moğollar Batıniler'in kışkırtması neticesinde önce bütün Sünnileri öldürdüler, daha sonra da bu harekâtın ne kadar ahlâkî olduğunu bilumum Şiileri katletmek suretiyle kanıtladılar. Bu devirde Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin Dâ’î-yi Â’zamlık makamında Hükümet-i Melâhide-i Batıniyye Reisi II. Muhammed oturmaktaydı. Elemût’un propagandaları neticesinde Bağdat’taki çok önemli Şii teşkilâtı, bütün Batıni âlemini yönetmekte olan Hükümet-i Melâhide-i Batıniyye merkezine bağlandı. Tasavvufun Şiilik ile alâkalı olduğu ve bazı mutasavvıfların müteşeyyî’ oldukları bilinmekle beraber, bu olguyu bütüne yayarak tasavvuf Şiilikten doğmuştur ve her ikisinin kökeni de İran’dadır demek mümkün değildir. Tasavvufun kökeni epey eski zamanlara dayanmaktadır. Yeni Eflâtunculuk, Yunan felsefesi, Kabalizm ve İran etkilerinin henüz oluşmamış olduğu eski devirlerde de tasavvuf hareketlerine rastlamaktayız. Bu ilk mistiklere ait eserlerden günümüze kadar elimizde kalanları bulunmamakla beraber, sadece rivayet ve menkıbeleri hayâtta kalmıştır. Tasavvufa Helenistik etkiler Hâkim Tırmızî’den sonra Fârâbî’nin getirdiği yenilikler sayesinde girmeye başlamıştır. Şii/Müteşeyyî’ Sûfîlerle Sünni mutasavvıfları birbirleriyle karıştırmamağa özen göstermek gerekir. Bu nedenledir ki, İslam ortadoksluğundan farklılık gösteren her fikir hareketinin Şii veyahut da Şiilik ve Batıni ile ilgili olduğunu ileri sürmek hatalı olur. İslamî felsefe akımlarından bazılarının hiç de Batıni olmamalarına rağmen kendilerini dışarıya karşı böyle göstermektedirler. Maverâünnehir ve Suğud ülkelerine dolaşan göçebe Türkler, Arap haricîliğinden tutun da Manichéisme ve Mazdek gibi eski İran kökenli dinlerin etki alanlarına girmiş oldular. Kûfe’den nakledilen elli bin hâne Irak Nebtîleri ve Suriye Nusayrîleri gibi çeşitli toplulukların inançlarının kalıntılarıyla, eski Nestûrî ve Yâkûbî Hristiyanları ile Şâmânîlerin akideleri de hep bu Tûrânîler’in mânevî dünyalarının havasını etkilemekteydi. Bu nedenledir ki, göçebe Oğuz Türklerinin itikadları arasında birbirleriyle tezat teşkil eden pek çok inanışlar mevcuttu. Bu çeşitli itikadlar Samânîler ve Gazneliler’in hâkim oldukları çevrelerde Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşu esnasında Türk kabileleri arasında tüm canlılığıyla yaşamağa devam etmekteydi. Bu inançların kaynakları hakkındaki bilgilere ise ancak Sultan Gazneli Mahmud’un Hindistan seferi esnasında Ebu Reyhan Muhammed bin Ahmed el-Birûnî gibi senelerce Budist tapınaklarında yaşamış ve araştırmalar yapmış olan âlimlerin eserleri sayesinde erişilebilmişti. Bu devirde Anadolu’da Batıniliğin en önemli propaganda merkezini Sultan Mes’ud evvel tarafından yaptırılmı
ş olan Mes’udiye tekkesi temsil ediyordu. Anadolu Selçukluları’nın nüfuz ve hâkimiyet sahaları tamamen Moğollar’ın denetim ve müsaadesine tâbi bulunuyordu. Birçok şehirlerde İlhanlılar’ın himâyesi altında Şiiliği neşreden "Bâtınû'l-Mezhep Babalar" tarafından açılan zâviyelerin sayıları da gün geçtikçe artmaktaydı. Moğollar’ın nüfuzuyla Mes’udiye Medresesi müderrisi Sünni âlimlerden Şeyh Mecdüddîn İsâ azledilerek yerine Şîʿa-i Bâtın’îyye'nin en değerli dâ’îlerinden Şems’ûd-Dîn Ahmed Baba atandı. Horasan Erenleri nâmıyla Oğuz boyları arasında kendilerine yer edinen Şîʿa-i Bâtın’îyye dâ’îleri ve millî lisân ile konuşarak halkın ruhiyatına pek uygun telkinlerde bulunan Batıni Babalar iptidaî şerait içerisinde yaşamlarını idâme ettirme mücadelesi sürdüren ve şehirliliğin ince yaşam tarzını bilmeyen Oğuzların bir kısmına kendilerini birer veli olarak tanıtmayı başarıyla becermişlerdi. Batıniler, süslü nâzım lisanından bir şey anlamayan bu aşiretler arasında düzenledikleri sazlı ve şaraplı meclislerde geçmişin tüm hurafe ve efsanelerini halka nakletmek suretiyle insanların gönüllerinde yer ediniyorlardı. Anadolu Selçuklu Devleti’nin çöküşünün başlangıcı olan Gıyaseddîn-i Keyhüsrev-i Sâni’nin Kösedağ yenilgisi ( H. 640 / M. 1243 ) üzerine Anadolu’nun tamamı Moğollar’ın denetim alanı içerisine girdi. Anadolu’nun tamamı Aksaray’da ikâmet eden ve barışı tesis etmek ile görevlendirilmiş bir Moğol valisi tarafından yönetilmekteydi. İşte bu fetret devrinde, Celâl’ed-Dîn Harzem Şâh Menküberti’nin ordularıyla Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Batıniye dervişleri de devletin takibatından kurtulmuş olarak faaliyetlerini serbestçe sürdürmekteydiler. Anadolu’nun her tarafında Şii ve Batıni-Alevi babalar tarafından art arda zâviyeler açılmaktaydı. Sultan Mes’ud Evvel’in Amasya’daki tekkesine Baba İlyas Horasanî gibi Şîʿa-i Bâtın’îyye Mezhebi’nin en meşhur bir dâ’îsi postnişin olmuştu. Vaktiyle, İlhanlı saraylarında mâkam ve mevki sahibi olan Şii âlimler Anadolu Selçukluları’nın Moğollar’ın himayesi altına girmeleri fırsatından istifadeyle Anadolu’ya yayıldılar. Müridi Sâd’ed-Dîn Köpek’in Anadolu Selçuklu vezîr-i â’zamlığına yükseltilmesi ve kazandığı başarılardan son derece memnuniyet duyan Baba İshâk Kefersudî, o zamana kadar Baba İlyas Horasânî nâmına yaptığı dâvetlerden vazgeçerek kendisini ön plâna çıkarmağa başladı. Yirmi bin ihtilâlciden oluşan bir kuvvet ile H. 632 / M. 1235 yılında huruç hareketi başlattı. Emîrû'l-Müminîn Sadrü'd-Dünya ve’d-Dîn ve Resûlullâh Baba İshâk ünvânıyla hâlifeliğini ilan etti. El-Mukannaʿ benzeri bir şekilde Muhammed’in ruhunun Ali’ye, Ali’den de kendisine hulûl ettiğini iddia ediyordu. Şimşat, Urfa, Kefersud, Maraş, Ayintâb’dan gelen ve Suriye kıt’asındaki Halep Batıni merkezinden takviye edilen binlerce fedainin katılmasıyla birdenbire elli bin kişilik büyük bir ordu haline dönüşen Şîʿa-i Bâtın’îyye fırkaları Amasya, Tokat, Sivas, Çorum’dan batıya doğru ilerlemeye ve civar şehirlere saldırmağa başlamışlardı. Batıni Babâî Ordu’su önlerine gelen bütün engelleri yıkıp hızla Konya’ya doğru ilerliyorlardı. Babâ'îler’in bu huruç hareketi karşısında tecavüze uğrayan memleketlerin seçkinleri, ulemâ ve eşrafı Mısır’a, Pâyitaht Konya’ya ve Anadolu’nun diğer hücra köşelerine doğru kaçışmaktaydılar. Sonunda durumun vahameti ve ihtilâlin ne kadar geniş bir alana yayıldığı hükümdara anlatıldı. İhtilâlin müsebbipleri arasında olduğu anlaşılan Baba İshâk Kefersudî’nin müridi Vezîr Sâd’ed-Dîn Köpek derhal i’dam edildi. Meşhur Velâyet-Nâme onu Şiiliğin unvan mezhebini taşıyan Câ’fer-i Sâdık’tan Beyazid Bistâmî’nin getirdiği hırkayı giymiş olan Lokman Perende vasıtasıyla Hoca Ahmed Yesevî’ye bağlar. Velâyet-Nâme üzerinde uzmanlaşmış yazarların naklettiklerine göre Hacı Bektaş’ın tarikât silsilesi önce Baba Haydar’a, ondan da Lokman Serhasî’ye, ve oradan da Şücâ’ed-Dîn Ebû’l Bekâ Baba İlyas el-Horasanî vasıtasıyla Hoca Ahmed Yesevi’ye bağlanmaktadır. Âşık Paşa tarihinde ise Hacı Bektaş Horasan’dan Menteş adındaki kardeşiyle beraber Sivas’a gelerek Baba İlyas Horasanî’ye mürid oldular. Bu intisaptan sonra Hacı Bektaş önce Kayseri’ye oradan da Kırşehri’ne geldi, sonra da Karacahöyüğe yerleşti. Buna göre Hoca Ahmed Yesevî müridlerinden olduğuna dâir rivayetin doğru olmadığı anlaşılıyor. H. 656 / M. 1258 yılında Bağdad Abbasileri’nin çökmesi sonucu Mısır’a kaçmayı başaran ayni aileden “Mûstensir bil-Lâh Ahmed bin Zâhir” Mısır hükümdarı “Melik Zâhir” "(Baybars)" tarafından M. 1261 tarihinde hilâfete geçirildi. Bu durum “Aleviler” tarafından eskiden kendilerine ait olan Fatımi hilâfet makâmının gasp edilmesi olarak algılandı. Fatımi halifelerinin yeniden canlandırılması ve Mısır’ın gelecekteki siyasi güvenliğinin teminat altına alınmasına yönelik bir tedbir mahiyetinde olan bu hareket, yeni Mısır Abbasi hâlifesinin konumunu da Mısır hükümdarının yanında bir tekke şeyhinden fazla bir nüfuza sahip olamayan bir kukla durumuna indirgiyordu. Durumun kendi aleyhlerine vahim bir şekilde geliştiğini çabuk kavrayan Aleviler olanca güçlerini Moğol Kaanları’nın teveccühünü kazanmak için sarfetmeğe başladılar. Ebû Said Bahâdir Han’ın H. 736 / M. 1336 tarinde vefatı üzerine Hulâgû’nun erkek evlâdından gelen soyu da böylece tamamen kurumuş oldu. Ebû Said’in vefâtını müteakip ortaya bazı küçük devletçikler ortaya çıktı. Bu yeni "“Emaretler”" arasında en fazla göze çarpan iki hükümetten birisi "“Emîr Çoban”" diğeri ise "“İlkâniyan”" adını alan Celâyiroğulları’ndan "“Emîr Hasan”" sülâlesiydi. Muzafferîler de, Serbedârlar da siyâsi birer oluşum yarattıktan sonra Timur’un ortaya çıkmasıyla yok olup gittiler. Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Osman Gazi’nin kayınpederi "“Şeyh Edebali”" ile Yıldırım Bayezid’in eniştesi "“Emîr Şems’ed-Dîn-i Buharî”" tarafından, Kirmastı’da meşhur "“Geyikli Baba”," Antalya Elmalı’da "“Abdal Mûsâ”" ve Eskişehir Karacahisar’da "“Kumral Baba”" gibi daha birçok “Şîʿa-i Bâtın’îyye” dâîleri adına zâviyeler yaptırılarak bunlara büyük vakıflar bağlanmıştı. Kazdağı yamaçlarında yaşayan Yürükler’in haraç rüsumları "“Emîr-i Buharî”" zâviyesine tahsis edilmişti. İkinci Murad’ın ise her şehirde muakkak bir tekke yaptırdığı ve Üçüncü Murad Han’ın ise tasavvufî şiirleriyle Osmanlı Padişahları arasında ayrıcalıklı bir mevkiye sahib olduğu bilinmektedir. Fatih’in ûlema ve şeyhlere verdiği önemi ise Mevlânâ Câmî’ye gönderdiği paralardan ve Maverâünnehre bulunduğu ihsanlardan anlaşılmaktadır. Fatih, Hoca ÛbeydʿAllâh-ı Ahrar’ın halifelerinden Şeyh’ûl-İlâhî Semâvî’yi de Edremit’ten alıp İstanbul’a getirtmişti. Ayrıca, Sadr’ed-Dîn Kunevî’nin “Cem’ûl-Gayb” isimli meşhur eserini şerhettirmiş ve İstanbul Zeyrek yokuşunda adına bir de zâviyye inşâ ettirmişti. Vilâyetnâme-i Hacı Bektaş-ı Veli’yyûl Horasanî’ye göre Batı Anadolu’nun fütuhatı Hacı Bektaş’ın hâlifeleri sayesinde gerçekleştirimiş olup, Osman Gazi’de Hünkâr’dan nâsip alanlar arasındandır. Anadolu Selçukluları dönemi ile Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sürecinde Âhilik Anadolu’daki sosyal yaşantının gelişmesine çok önemli katkılarda bulunmuştur. Kendi kural ve kurullarına sahip, günümüz esnaf odalarına benzer bir işlevi olan Âhilik Teşkilatı iyi ahlâkın, doğruluğun, kardeşliğin, yardım severliğin kısacası bütün güzel meziyetlerin birleştiği bir sosyo-ekonomik düzendir. Âhiler’in reisi olan ve Kırşehir’de yaşayan Ahi Evran’nın Hacı Bektaş Veli ile de dostlukları vardı. Sivas’taki Âhiler çok geniş bir teşkilâta sahip oldukları gibi Babâîler ile de sıkı münasebetlerde bulunuyorlardı. Bayburt’taki Âhiler’in başkanlığına ise Âhi Emîr Ahmed Bayburdî getirilmişti. Alevilik tarihinde yer edinmiş, üstün vasıflara sâhip efsanevî özelliklere hâiz bilgelerin, evliyâ ve uluların tamamını tanımlamak maksadıyla kullanılan isimdir. Osmanlı Türkleri’nin başlattığı fetihlerin en ön saflarında giden, geyiklere binerek düşmanı ürküten, bazen yeşil elbiselere bürünerek beyaz atlara binen, doğaüstü güçlere sahip olduklarına inanılan bu efsanevî erenlerin aniden düşmanın gözlerine görünmeleri ve birdenbire hâsımlarının karşılarına dikilmeleri şeklinde hikâye edilen ve Bâtınû'l-Mezhep Babalar tarafından sürekli olarak anlatılan bu masallar o devrin ilkel zihinlerine birer kerâmet olarak sunulmaktaydı. Bunları nakleden Batıni-Babaların sayıları ise gün geçtikçe artmaktaydı. Türkler bidâyette yirmi dört boya ayrılmışlardı. Oğuzlar hesapsız aşiretlerle, Uygurlar yüz yirmi boya, Orta Asya’dan göç etmeğe başladıklarında ise Türkler dört bin boya bölünmüşlerdi. Oğuzlar’ın bu yirmi dört boy teşkilâtı bütün Türk devletlerinin esasları arasında dâima görülmektedir. Selçuklular, Eyyubiler, Kölemenler, Akkoyunlular, Harezmşahlar, ve Anadolu Türkmenleri de hep ayni teşkilâtı sürdürmüşlerdir. Oğuzlar kendi aşiretlerine "öz" adını verirlerdi. Her aşiret bir "il" ile birleşmiş ve o ilin bir parçası olarak kendine yer ayırmış olup, aşiretin bağımsız hayâtı yoktu. "İl" ise tam teşekkül demekti. Tatarlar’da ise aşiret tamamen bağımsızdı. Tatar kavmî birçok şubelerden oluşmaktadır. Her aşiret kendisine mahsus husûsî bir alana sahiptir. Çerkesler’deki aşiret yapısı da Evliya Çelebi tarafından nakledilmektedir. Sultan Ebû Said Bahâdir Han’ın H. 736 / M. 1336 tarinde vefâtından sonra bu Türkler elli iki aşirete ayrıldılar. Her yüz haneye bir bey seçilerek Anadolu Selçukluları tarafından Bizans sınırlarına yerleştirildiler. Malatya, Kayseri, Sivas, Amasya taraflarında yurt edinen bu kabileler Selçuklular’ın yıkılmasını müteakip ait oldukları mezhepleri sebebi ile, ve Şîʿa-i Bâtın’îyye babalarının da teşvikleri neticesinde dâima İran’a tâbi olmuşlardı. Anadolu Selçukluları ile mezhebî ihtilâf halinde bulunan bu aşiretler, Âlâ’ed-Dîn-î Key-Kûbâd-ı Evvel ve Gıyas’ed-Dîn-i Key-Hüsrev-i Sâni gibi hükümdarların mutasavvıflara karşı göstermiş oldukları sâmimi alâkaları gördükçe, devletle aralarında olan ihtilâfı unutuyorlardı. Gelgelelim, Babâîler İsyânı neticesinde devletin şüphe ve tereddütlerinden kurtulamayan bu aşiretler, Uç Beyleri tarafından yönetilmekte olan vilâyetlere dağıldılar. Selçuklular’ın yıkılmasınd
an sonra Uç Beyleri ile birlikte bağımsızlıklarını ilan eden Osmanlılar’ın denetimi altındaki bölgelere Şîʿa-i Bâtın’îyye dâ’îleri de yerleşmişlerdi. Ayni zamanda İran’a tâbi olan ve kendilerine tarhedilen vergi yükümlülüklerinin altında şiddetle ezilen aşiretler Yıldırım Bayezid tarafından taltif edildiler. Kadı Burhan’ed-Dîn’in hâkim olduğu memleketleri Yıldırım Bayezid’ın zaptetmesiyle buralarda yurt edinmiş olan bütün aşiretler de Osmanlı Devleti’nin yönetimini tanıdılar. Hacı Bektaş halifelerinden Tavas, Uşak, Söğüd, Balıkesir, Edremit’e kadar uzanan ve Akdeniz ile bağlantı kuran yörelerde, güneyde ise Burak Baba gibi daha birçok dâîlerle birlikte Osman Gazi’nin yurdunda Söğüt ile Sakarya Nehri kıyılarında, ve yükseklerdeki Türkmen ve Yörük yaylâlarında dolaşan Kumral Baba benzeri birçok Şîʿa-i Bâtın’îyye dâ’îleri Kocaeli bölgesine yerleşen Türkler arasında Batıniliği yaymaktaydılar. Orhan Gazi’nin cülûsuna kadar geçen süre zarfında kendilerini mutasavvıf olarak tanıtmış olan bazı babaların nüfuzları, bunların Osmanlı Devleti tarafından rehberlikleri kabul edilecek derecede artmıştı. Osman Gazi’ye elifli taç giydirdiği rivayet edilen Hacı Bektaş ile Orhan Gazi’nin kardeşi Âlâ’ed-Dîn Paşa’nın Şeyh Edebali hankahına mensup birer derviş olmaları bu etkinin ne kadar kuvvetli olduğunun bir delilidir. Bu şiddetli tesirler neticesinde Osmanlı ülkelerinde Bektaşilik, Melâmîlik, Hurûfîlik gibi Şîʿa-i Bâtın’îyye şubeleri kolayca yayılmaktaydı. Orhan Gazi tarafından bir velî olarak benimsenen Key’alû Baba Bursa’nın fethinde bulundu. Hâlbuki, Osmanlı Devleti kurulduğu ilk günden itibaren Sünni bir devlet yapısına sahipti. Buna rağmen Hoylu / Tokatlı Burak Baba’nın Osmanlılar’daki benzeri olan bu Şii dervişin Keremyan Emîri ile Turgut Alp’ın şeyhi olduğu bilinmektedir. Orhan Gazi’nin İnegöl ilçesini Key’alû Baba’ya dirlik olarak tahsis ettiği ve vefâtından sonra da mezarının üzerine büyük bir türbe inşa ettirdiğini Şekayık kaydetmektedir. Seyyid Kâsım Envar’in neşriyât alanında yürüttüğü kuvvetli Şiilik propagandaları ve bütün müridleri aracılığıyla gerçekleştirdiği şiddetli etkiler, Sünni Hükûmet-i Gürgânîye’yi çok güç durumlara düşürmüştü. Şâhrûh’a süikasd tertiplemiş olan Ahmed Lûr ile Fadl’ûl-Lâh Ester-Âbâdî’nin hemşirezâdesi olan Hoca Adude'd-Dîn de Seyyid Kâsım Envar’in müridlerindendi. Şiilik’ten ortaya çıkan yeni mezhepler arasında bulunan Hurûfîlik te yine bu ekibin yoğun gayretleri sayesinde zuhur etmişti. Seyyid Ni'met’ûl-Lâh Gürgânî "(Şâh Ni'met’ûl-Lâh-î Velî )" ile Seyyid Ali Hemedânî müridleri bilhassa İran ve Azerbaycan yolu üzerinden bu âkideleri etrafa yayarak Anadolu’ya gelmekteydiler. Seyyid Ali Hemedânî’nin Baba Haydar hakkındaki medhiyelerinin dillerde dolaştığı bu devirde Anadolu’ya göç eden Seyyid Kâsım Envar’in müridleri Anadolu’da halktan hem rağbet görmekte, hem de teveccüh ve iltifatlara mazhar olmaktaydılar. Anadolu’da 13. Asra damgasını vuran Babâîlik hareketinin devamı niteliğinde olan ve İran Râfizîliği’nin yayılmasına hizmet eden iki büyük tarikât, 14. Asrın sonlarında ortaya çıkan Şiiliğin Hurûfîlik mezhebinin şiddetli tesirleri altında faaliyetlerini sürdüren Bektaşilik ile, 15. Asrın sonlarında ortaya çıkan ve 16. Asrın başlarında Anadolu’da derin izler bırakan Şah İsmâ‘il Safevi’nin takipçilerinin oluşturduğu Kızılbaşlık olmuştu. Hurûfîlik akımı İranlı bir Şii mutasavvıf olan Fadlullah Ester-Âbâdî tarafından kuruldu. Helep sınırlarından Batı Anadolu’ya doğru hareket eden HurûfîlerSeyyid Nesîmî’nin H. 820 / M. 1417 yılında Halep’te i’damından sonra Irak’tan Azerbaycan’a, ve oradan da Doğu Anadolu’ya kadar olan bölgelerde Hurûfîliği yaydılar. Nesîmî’nin Divânı ve menâkıbnâmesi birçok mutasavvıf için iyi bir kaynak ve sermaye teşkil etti. Nesîmî, daha Fadl’Allah Yezdânî’nin Hurûfîlik mezhebinin ortaya çıkmasından beş asır önce yaşayan Hulûl ve ilhada yönelik söylemleri nedeniyle de ayni âkıbeti paylaşmış olan Hallâc-ı Mansûr’un muıkibi olarak telâkki edildi. Aslen İbâh’îyyûn olan Hurûfîler, ayni zamanda Mücessime’den olduklarından ötürü Allah’ı cisim olarak, Batıniliğin esas umdesi olan hulûle olan inançları nedeniyle de Fadlullah Hurûfî şeklinde tecelli ettiğine itikat ederler. H. 796 / M. 1394 yılında Hurûfîlik akımının kurucusu "Fadl’Allah Yezdânî" i’dam edilince, başta damadı "Aliyyû'l-A’lâ" olmak üzere Hurûfîler’in çoğu Kırşehir’deki Hacı Bektaş Dergâhı’na sığındılar. Böylece Hurûfîliği Kırşehir’de Hacı Bektaş Tekkesi’nin yoldaşları arasında Hünkâr’ın tâlimatı diyerek yaymaya başladılar. H. 822 / M. 1419 yılında vefat eden ve kendisini Hacı Bektaş’ın hâlifesi olarak tanıtan Aliyyû'l-A’lâ adındaki bu Hurûfî babasının bütün tâlimatı günümüzdeki Bektaşi inanışlarıyle tam bir ittihad göstermektedir. Aynı zamanda bu tarikâta, "âşık" adı verilen ellerinde saz ve koltuklarında şarap tulumbaları taşıyan şahsiyetleri getirenler de Hurûfîler’dir. Bektaşilik Tarîkatı Hurûfî tesirlerine maruz kaldıktan sonra, Hurûfîliğin inanış ve kuramları hakkındaki esasları içeren Fadl’Allah Yezdânî’nin Câvidannâme’si, Şeyh Sâfî’nin Hakikâtnâme’si, Ali’ûl-A’lâ’nın Mâhşernâme’si, Emîr Gıyâs’ed-Dîn’in Üstüvânâme’si, Frişte Oğlu’nun Ahiretnâme’si ve yine bu konuda yazılmış olan Aşıknâme, Hidâyetnâme, Mukaddeme’t-ûl-Hâkayık, Muharremnâme-i Seyyid İshâk, Nihâyetnâme, Tûrabnâme, Miftâh’ûl-Gayb, Tuhfet’ûl-Uşşak, Risâle-i Nokta, Risâle-i Hurûf, Risâle-i Fazl’ûl-Lah, ve Viran Abdal risalesi gibi eserler Bektaşî Tarîkatı canlarının üstâdları tarafından saygıyla birer kutsal kitap muamelesine tâbi tutulmaktadır. Safeviler adlarını bir Sünni olan Sultân’ûl-Halvetî Tac’ed-Dîn İbrahim Zahid el-Geylânî’nin kızı “Bibi Fâtıma” ile evlenen ve böylece Tac’ed-Dîn’in vefâtından sonra da kendi adıyla anılan Safevi Tarikatı kuran Safî’ûd-Dîn-i İshâk Erdebilî’den almaktadır. Şeyh Cüneyd devrinde Şiiliğin “İmamiye-i İsnâ‘aşer’îyye/Onikicilik” mezhebini resmen benimseyen Safeviyye, Cüneyd’in torunu İsmâ‘il zamanında kurulan Safevi Devleti’nin de altyapısını oluşturdu. Şah İsmail Hatai’nin himâye altına almak istediği Anadolu Alevileri Çaldıran Savaşı esnasında aralarındaki mezhebî akrabalıktan dolayı Safeviler’e destek verdiler. Safevi ordusundaki askerler, kafalarına İsmâ‘il’in babası Şeyh Haydar’ın icâdı olan ve On İki İmam inancını anımsatmak maksadıyla da on iki kıvrımlı, kızıl renkli kumaş ile sargılanan mihverler taktıklarından ötürü "Kızılbaş" olarak adlandırıldılar. Muhammira "(Kızıl Giyinenler Fırkası)" Mezhebi, El-Mukannaʿîyye, Hûrremdîn’îyye ve Kûl’îyye gibi aslen Mazdekçi olan fırkalar tarafından oluşturulan mezheplerin mensuplarını tanımlamada kullanılan bir ortak üst kimlik tâbiriydi. Hûrremdîn’îyye Mezhebi ise aslen Azerî ve Türkmen boylarından oluşan Bâbek’îyye ve Mâzyâr’îyye fırkalarından müteşekkildi. "Bû’ Müslim’îyye, Muhammira, ve İshâk et-Türk’îyye" gibi hep Türkler’den oluşan bu mezheplerin tamamı Rizâm’îyye mezhebinin uzantıları olup Riyâh’îyye fırkası ile birlikte Râvend’îyye’nin taraftarlarından müteşekkil olan mezheplerdi. Bu mezheplerin hepsinin ortak yanlarıysa itikaden Mücessime’den olmaları ve Muhtâr’îyye, Hâşim’îyye, Kebr’îyye mezhepleri gibi Ghulat-i Şîʿa’dan olan ve "Ali’nin oğullarından Muhammed bin Hânifîyye’nin ulûhiyetini esas alan Keysânîyye mezhebinden türeyen kollar" olmalarıydı. Abdülbaki Gölpınarlı'ya göre ise Kızılbaşlar Hûrremîler'in ruhânî torunlarndan başka bir şey değillerdi. İran’da zamanın en güçlü hanedanı olan Karakoyunlu hükûmdârı Cihan Şah Şeyh Cüneyd’e Erdebil’i terk etmesini aksi takdirde şehri yakıp yıkacağını bildirmişti. Bu hâdise üzerine Şeyh Cüneyd, Karakoyunlular’ın hasımları olan Akkoyunlu Uzun Hasan’dan sığınma talebinde bulunmuş ve daha sonra da Uzun Hasan’ın kızkardeşi Hatice Begüm ile evlenerek bu ilişkiyi bir akrabalığa dönüştürmeyi başarmıştı. Şeyh Cüneyd’in Şirvanşahlar üzerine düzenlenen bir seferde ölümü üzerine yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da, Uzun Hasan’ın Trabzon Rum İmparatorluğu Prensesi Theodora Despina Hatun’dan olan kızı “Martha Âlemşâh Begüm” ile evlendi. Bu evlilikten doğan İsmâ‘il ise daha sonra Safevi Devleti’ni kurdu. Uzun Hasan’ın Pontus Rum Prensesi Theodora Despina Hatun ile evlendirilmesinin sebebi ise Theodora Despina’nın babası IV. İoannis (Trabzon imparatoru)’un kendi ülke toprakları olan Trabzon Rum İmparatorluğu’nun Osmanlı istilâsından korunması için Uzun Hasan’nın yardımına muhtaç olmasıydı. Sekizinci hicrî asırda Anadolu hemen hemen tamamıyla Şii bir hüviyete bürünmüştü. Harezm’den geri dönen aşiretler, asırlar boyunca çeşitli mezhep mücadelelerinden bitâp düşmüş bir çevrenin sâhip olduğu itikadları da beraberlerinde getirmişlerdi. İlhanlılar’ın yıkılması ve Moğol saraylarında yaşayan Şii ulûlarının buralardan tardedilmelerinden sonra Diyâr-ı Bekir Türkmen Beyliği’nin oluşumuna kadar geçen süre zarfında bu aşiretler bağımsız olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdi. Diyâr-ı Bekir Türkmen Beyliği’nin Akkoyunlu Aşîreti tarafından kurulması üzerine İlhanlı ve Moğol saraylarını terk eden Şii âlimleri bu topraklara sığındılar. Çünkü Akkoyunlu Hükûmeti Şiiliği resmî mezhebi olarak kabuletmişti. H. 837 / M. 1434 tarihinden sonra Şiilik olanca gücüyle Anadolu’daki intişarına devam etmekteydi. H. 892 / M. 1487 yılında Karakoyunlular Akkoyunlular tarafından mağlûp edilince ülkeleri ellerinden çıktı. Bilâhare Akkoyunlular da H. 907 / M. 1502 tarihinde Nahçivan civarında Şah İsmail Hatai ile giriştikleri meydan muharebesini kaybederek tarih sahnesinden silindiler. Akkoyunlular çökmesi üzerine Şah İsmail Hatai önce Tebriz’i kendisine payitaht edindi ve sonra da buradan İran’ın tamamının fethine başladı. Dokuzuncu hicrî asrın Şii’ûl-Mezhep mutasavvıfları arasında seçkin bir yere sâhip olan “Hoca Ahmed Hitlânî” ve onun baş müridi olan Seyyid Muhammed Nûrbahş Safeviler’in ortaya çıkmasında çok mühim gayretler sarfederek başlıca rolü üstlendiler. Safevi Hanedanı doğu ve batısında yer alan Sünni Türk devletlerine karşı kendi istiklâlini sürdürebilmenin yolu olarak gördüğü için, İran’da Şiiliği resmi bir devlet mezhebi şekline sokmaya ve İran’ın çe
şitli mıntıkalarında yaşayan Sünnilere de zorla kabul ettirmeye karar verdi. Siyasî bir maksada yönelik olan bu harekete karşı da, Osmanlı Devleti’nin Sünniliği yüceltmesi ve Safevilerin Anadolu'da ve Rumeli’de sürdürmekte oldukları Şiilik yanlısı propagandalarına mukabelelerde bulunması dini sebepleri öne sürerek ulaşılmaya çalışılan siyasi amaçlara dayalı mücadeleler olarak görülür. Tarihi İpek Yolunun kara bölümünü kontrol eden ve bu ticareti elinde bulunduran Türkmenler’in gittikçe güçlenerek Karadeniz ve Akdeniz’deki limanlara inmeleri başta Osmanlılar olmak üzere Ceneviz ve Venedikliler'i telaşlandırmıştır. Safevi Şah İsmail'in daha fazla batıya gelmemesini isteyen Osmanlılar Çaldıran'da Şah İsmâ‘il'in ordusunu bozguna uğratarak bölgede kesin hâkimiyet sağlamıştır. Yükselme ve varlık döneminde sessiz kalan Aleviler, Osmanlı Devleti’nin duraklama döneminde çiftçilerin vergi sorunları "(ekonomik)," Tımar sistemi’nin bozulması "(askerî)" ve iyice teokratikleşen yönetim gibi nedenlerle Celali ayaklanmalarını başlattılar. Bu ayaklanmalar Kuyucu Murat Paşa ve IV. Murad gibi padişah ve sadrazamlar tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Osmanlı Devleti’nin gerileme döneminde Pir Sultan Abdal’ın bir vali tarafından asılması üzerine sorunlar yeniden baş gösterdi ve Sivas bölgesi ayaklanmaya başladı. Daha sonra, Amasya ve Tokat bölgelerinde başlayıp süren ayaklanmalara, Tanzimat sonrasında Tunceli de katıldı. Osmanlı Devleti’nin dağılma döneminde Dersim ayaklanmaları ile devam eden Celali ayaklanmaları Türkiye’nin kurulmasıyla sona ermiştir. “Yezdânizm”, İslamî-Batıni inançlarla herhangi bir alâkası bulunmayan Yezîdî gnostik dini, Hitit mitolojisinden esinlenerek antik Anadolu paganizmini "Kürt-Alevi" kimliğini benimsemiş kitleler arasında yeniden canlandırmağa uğraşan Işık Aleviliği, ve İslam tasavvufunun özellikle de Bektaşiliğin Mazdeizm i'tikatları üzerinde oluşturduğu tesirler neticesinde yeniden biçimlenen Yâresânî Kürt tarîkatı gibi gayr-î İslamî İran-Kürt kökenli gruplar”" arasında mevcut inançları tanımlamak maksadıyla ilk defa Mehrdad R. Izady tarafından kullanılan yeni bir tâbirdir. Arab istilâsına uğramadan evvel, İran’da dini bir birlik mevcut değildi. Mazdeizm’den ayrı olan Budizm, Hristiyanlık gibi dinlerin yanı sıra Manichéisme, Mezdekisme ve benzerleri gibi birçok mezhepler mevcuttu. Sasânîler Devri’nde İran’ın resmî dininin Zerdüştlük olmasına rağmen Zerdüşt ruhban sınıfının şiddetli takipleri dahi bu gibi mezheplerin gizli ya da âşikâr olarak yaşamalarına engel olamamıştı. Arab istilâsından sonra ise İranlılar’ın âdet ve âyinleri tamamen kaybolmayıp asırlarca hayâtiyetlerini sürdürmüştü. Bilhassa Nevruz ve Mihrguân Bayramları bu gibi âdetlerin başında yer almaktaydılar. Hattâ İran’ın İslam öncesi bayramlarından en önemlisi olan Nevruz Bayramı daha sonraları İslam’ın an’anesi içinde kendisine çok ayrıcalıklı bir yer edinmiştir. Mihrguân (yani Mithra) Bayramı," ise İran Moğollar tarafından istilâ edilene dek "Mihr" ayının başında kutlanmaktaydı. İran’da bütün eyaletlerde Araplar tarafından tahrip edilmemiş birçok “Ateşgâhlar” "(pyrées)" da mevcûttu. Bunların başında en meşhurlarından olan Azür Ferbegû," Azür Güşnasb ve Azür Bürzin Mihr adındaki üç büyük ateşgêde gelmekteydi. Abbasiler döneminde devletin de desteğiyle en önemli gelişme Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat denilen ana akım İslami hareketin sistemleştirilmesi oldu. Zındıklık ithamının rejim aleyhtarlarına karşı devletin en mükemmel silahını oluşturduğu söylenir. İbn’ûl-Mukaffa'nın, Basra valisi Süfyan bin Muaviye tarafından öldürtülmesi buna örnek olarak gösterilir. Şair Beşşar İbn-i Bürd'ün Halife Mehdi’nin sarayında uzun yıllar geçirdikten sonra vezir Yakup İbn-i Davud’un aleyhinde hicviyeler yazması nedeniyle kırbaçlanarak, şair Ebû Nüvâs'ın Halife Emîn’e telmihen yazdığı şiirler nedeniyle zehirletilerek, her ikisi de zındıklıkla itham edilmek suretiyle, öldürüldükleri söylenir. Halife Ebû Câfer devrinde ise Mâniler nispeten daha iyi muamele gördüler. Halifenin tâbibi Hasib kendisinin Hıristiyan olduğunu açıkça söyleyen bir "zındık" idi. Aynı halifenin kâtibi Yezid bin el-Feyz de Mâni idi. Mâniler ve kendilerine Dehrîler adı verilen materyalist filozoflar, Halife Mehdi zamanında ise zındıklık suçlamasıyla yargılandılar. İbn-i Râvendî yandaşı olan Salih bin Abdûlkuddus de H. 166 / M. 783 yılında Halife Mehdi tarafından idam ettirilmişti. Mâniler’in dini eğitimlerinin İslamiyet’in dini âkideleri üzerine de bir hâyli tesirleri olmuştu. Bazı İslam mezhepleri Mâniler ile mücadelelerini sürdürürlerken onlarla kaynaşarak, ya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak Manichéisme’in tesirine tâbi oldular. İslam âleminde Manichéisme’nin gelişme devri tam olarak öncelikle Mu'tezile’nin en güçlendiği zamana ve ikinci derecede de Şî’îliğin en kudretli olduğu döneme tekabül etmektedir. Mu'tezile reislerinin birçoğu Mânilerle dini ve metafizik mes’elelerle alâkalı münazaralar yapmak suretiyle mücadele ediyorlardı. Bu karşılıklı yapılan münazaralar esnasında Mani itikadlarının Şiilik üzerine önemli tesirleri olmuştu. "Halife Mehdi" zamanında, Ebû Muhammed Hişâm bin El-Hakem, Ebû Ali Muhammed İbn-i Abd’ûl-Vahhab El-Cübbaî, Yahya bin Halid’in kâtibi ve zındıklık ile de itham edilmiş olan Ebû Muhammed Hasan bin Mûsâ el-Nevbahtî, Ahmed bin Muhammed bin Hanbel, Ebû Muhammed bin Zekeriya er-Râzî ve İbrahim’ün-Nazzam’ın tilmizlerinden Ebû Affan Er-Rakî gibi İslam âlim, ve kelâmcılarının Manichéisme ve onun âkideleri aleyhine yazmış oldukları kitaplarda heterodoks nitelik taşıyan ve hususiyle de Mâniliğe ait bilumum mezhepleri reddetmeğe başlamışlardı. Diğer taraftan ise İbn-i Tâlut, Ebû Şâkir’ûd-Deysânî, İbn’il-A’da El-Harizî, Abdülkerîm bin Ebî’l-Evcâ, Salih bin Abd’ûl-Kuddus, Hammad-ı Acered, Yahya bin Ziyâd ve Muti bin İlyâs gibi müellifler Manichéisme âkidelerini müdaafa eden eserler yazmışlardı. Türkiye devleti, cemevlerine ibadethane statüsü verilmesine, Alevi dedelerinin devlet memuru olabilmesine ve Alevilere özel kamu fonu aktarılmasına olanak sağlamamaktadır. Devlet, Aleviliğin "ne tam olarak bir din olarak ne de İslam’ın bir dalı olarak" görülemeyeceği, "Sufi tarikatı olarak" ele alınması gerektiğini, Diyanet'in İslam’ın "Sufi yorumuna" hizmet vermediğini ve cemevlerinin cami, mescid, kilise ve sinagogların aksine ibadethane (mabed) kategorisine girmediğini savunmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 2016 yılında karara bağladığı davada Türkiye’de devletin Alevileri resmen tanımaması ve hukuksal statü sağlamamasıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin din ve vicdan özgürlükleriyle ilgili 9’uncu maddesinin ihlal ettiği sonucuna vardı ve Alevilerin hiçbir kamusal hizmetten faydalanamamalarını dini ayrımcılık olarak tanımladı. Bugüne kadar AİHM'in kimliklerde din hanesi, cemevlerinin ibadet yeri statüsü, vicdani ret hakkının tanınması ve zorunlu din kültürü ahlak bilgisi derslerine ilişkin kararlarının hiçbiri Türk devleti tarafından uygulanmadı. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın açıkladığı Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu’nun 2015 yılı raporunda cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararına rağmen Alevi öğrencilerin zorunlu din derslerinden muaf olma hakkının reddedilmesi ve Alevilere yönelik diğer ayrımcı uygulamalara yer verildi. İsviçre’nin Basel kantonunda Alevi derneklerinin başvurusu üzerine yerel parlamento 2012 yılında Aleviliği ayrı bir inanç olarak kabul etti. Ayasofya Ayasofya ( "Agía Sofía", tam adı: Ναός τῆς Ἁγίας τοῦ Θεοῦ Σοφίας Azize Sofya Kilisesi, Latince: Sancta Sophia ya da Sancta Sapientia), İstanbul'da tarihî bir müze. Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında İstanbul'un tarihî yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş bazilika plânlı bir patrik katedrali olup 1453 yılında İstanbul'un Osmanlılar tarafından alınmasından sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüştür. 1935 yılından beri ise müze olarak hizmet vermektedir. Ayasofya, mimarî bakımdan bazilika plânı ile merkezî plânı birleştiren kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır. "Ayasofya" adındaki "aya" sözcüğü "kutsal, azize", “sofya” sözcüğü ise herhangi bir kimsenin adı olmayıp Eski Yunancada “bilgelik” anlamındaki "sophos" sözcüğünden gelir. Dolayısıyla “aya sofya” adı “kutsal bilgelik” ya da "ilahî bilgelik” anlamına gelmekte olup Ortodoksluk mezhebinde Tanrı'nın üç niteliğinden biri sayılır. 6. yüzyılın ünlü bilim adamları, fizikçi Miletli İsidoros ve Trallesli matematikçi Anthemius'un yönettiği Ayasofya’nın inşaatında yaklaşık 10.000 işçinin çalıştığı ve I. Justinianus'un bu iş için büyük bir servet harcadığı belirtilir. Bu çok eski binanın bir özelliği, yapımında kullanılan bâzı sütun, kapı ve taşların binadan daha eski yapı ve tapınaklardan getirilmiş olmasıdır. Bizans döneminde Ayasofya, büyük bir “kutsal emanetler” zenginliğine sahipti. Bu emanetlerden biri de 15 metre yüksekliğindeki gümüş ikonostasisti. Konstantinopolis Patriği'nin patrik kilisesi ve Ortodoks Kilisesi’nin bin yıl boyunca merkezi olan Ayasofya, 1054 yılında Patrik I. Mihail Kirularios'un Papa IX. Leo tarafından aforoz edilmesine şahitlik etmiş olup bu olay, genel olarak Schisma'nın, yani Doğu ve Batı kiliselerinin ayrılmasının başlangıcı sayılır. 1453’te kilise camiye dönüştürüldükten sonra Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet’in gösterdiği hoşgörüyle mozaiklerinden insan figürleri içerenler tahrip edilmemiş (içermeyenler ise olduğu gibi bırakılmıştır), yalnızca ince bir sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler, bu sayede doğal ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir. Cami, müzeye dönüştürülürken sıvaların bir kısmı çıkarılmış ve mozaikler yine gün ışığına çıkarılmıştır. Günümüzde görülen Ayasofya binası, aslında aynı yere üçüncü kez inşa edilen kilise olduğundan Üçüncü Ayasofya olarak da bilinir. İlk iki kilise isyanlar sırasında yıkılmıştır. Dönemin
in en geniş kubbesi olan Ayasofya’nın merkezî kubbesi, Bizans döneminde birçok kez çökmüş, Mimar Sinan’ın binaya istinat duvarlarını eklemesinden itibaren hiç çökmemiştir. 15 yüzyıl boyunca ayakta duran bu yapı sanat tarihi ve mimarlık dünyasının baş yapıtları arasında yer alır ve büyük kubbesiyle Bizans mimarisinin bir simgesi olmuştur. Ayasofya diğer katedrallere kıyasla şu özellikleriyle ayırt edilir: İlk Ayasofya inşaatı Hristiyanlığı imparatorluğun resmî dini ilan eden Roma imparatoru Büyük Konstantin (Bizans’ın ilk imparatoru I. Constantinus) tarafından başlattırılmıştır. 337 ile 361 yılları arasında tahtta olan Büyük Konstantin'in oğlu II. Constantius tarafından tamamlanmış ve Ayasofya kilisesinin açılışı 15 Şubat 360’ta Constantius II tarafından gerçekleştirilmiştir. Socrates Scholasticus’un kayıtlarından gümüş kaplı perdelerle süslü ilk Ayasofya’nın Artemis Tapınağı üzerine inşa edilmiş olduğu öğrenilmektedir. Adı “Büyük Kilise” anlamına gelen ilk Ayasofya Kilisesi’nin adı Latince’de "Magna Ecclesia " ve Yunanca’da "Megálē Ekklēsíā" (Μεγάλη Ἐκκλησία) idi. Eski bir tapınak üzerine inşa edildiği belirtilen bu yapıdan günümüze ulaşan bir kalıntı bulunmamaktadır. Bu Birinci Ayasofya, binanın inşası tamamlanana dek bir katedral niteliğinde işlev gören Aya İrini Kilisesi’nin vaktiyle yakınında yer alan imparatorluk sarayının yakınına (bugünkü müze alanının kuzey kısmındaki, yeni tuvaletlere yakın olan, ziyarete kapalı kısım) inşa edilmişti. Her iki kilise de Bizans İmparatorluğu’nun iki ana kilisesi olarak faaliyet göstermişlerdir. Birinci Ayasofya geleneksel Latin mimarisi stilindeki bir sütunlu bazilika olup, çatısı ahşaptı ve önünde bir atrium yer almaktaydı. Bu ilk Ayasofya bile olağanüstü bir yapıydı. 20 Haziran 404’te Konstantinopolis Patriği Aziz İoannis Hrisostomos'un, İmparator Arcadius'un eşi İmparatoriçe Aelia Eudoksia ile çatışmasından dolayı sürgüne gönderilmesinin ardından çıkan isyanlar sırasında bu ilk kilise yakılarak büyük ölçüde tahrip olmuştur. İlk kilisenin isyanlar sırasında yakılıp yıkılmasından sonra, imparator II. Theodosius bugünkü Ayasofya’nın bulunduğu yere ikinci bir kilisenin inşa edilmesi emrini vermiş ve İkinci Ayasofya’nın açılışı onun zamanında, 10 Ekim 415’te gerçekleşmiştir. Mimar Rufinos tarafından inşa edilen bu İkinci Ayasofya da yine bazilika planlı, ahşap çatılı ve beş nefliydi. İkinci Ayasofya'nın 381'de İkinci Ekümenik Konsil olan Birinci İstanbul Konsili'ne Aya İrini ile birlikte ev sahipliği yaptığı sanılmaktadır. Bu yapı 13-14 Ocak 532’de Nika ayaklanması sırasında yakılıp yıkılmıştır. 1935’te binanın batı avlusunda (bugünkü giriş kısmında) Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden A.M. Schneider tarafından yürütülen kazılarda bu İkinci Ayasofya’ya ait birçok buluntu ele geçirilmiştir. Günümüzde Ayasofyanın ana girişinin yanında ve bahçede görülebilen bu buluntular, portik kalıntıları, sütunlar, başlıklar, bazıları kabartmalarla işlenmiş mermer bloklardır. Bunların vaktiyle binanın cephe kısmını süsleyen üçgen alınlığın parçaları olduğu saptanmıştır. Binanın cephesini süsleyen bir bloktaki kuzu kabartmaları 12 havariyi temsilen yapılmıştır. Ayrıca kazılar, İkinci Ayasofya’nın zemininin Üçüncü Ayasofya’nın zemininden iki metre daha aşağı bir düzeyde bulunduğunu ortaya koymuştur. İkinci Ayasofya’nın uzunluğu bilinmemekteyse de genişliğinin 60 m olduğu sanılmaktadır.(Günümüzde, Üçüncü Ayasofya’nın ana girişinin yanında yer alan, İkinci Ayasofya’ya ait cephe merdiveni basamaklarının yaslandığı zemin, kazılar sayesinde görülebilir durumdadır. Kazılara şimdiki binada çökmelere neden olabileceği nedeniyle devam edilmemiştir.) İkinci Ayasofya’nın 23 Şubat 532’de yıkımından birkaç gün sonra imparator I. Justinianus öncekinden tümüyle farklı, daha büyük ve kendisinden önce gelen imparatorların yaptırdıkları kiliselerden çok daha görkemli bir kilise inşa ettirmeye karar verdi. Justinianus bu işi yapacak mimarlar olarak fizikçi Miletli İsidoros ile matematikçi Trallesli Anthemius’u görevlendirdi. Bir efsaneye göre, Justinianus inşa ettireceği kiliseye ilişkin hazırlanan taslakların hiçbirini beğenmez. Bir gece İsidoros taslak hazırlamaya çalışırken uyuyakalır. Sabah uyandığında Ayasofya'nın hazırlanmış bir planını önünde bulur. Justinianus bu planı mükemmel bulur ve Ayasofya'nın buna göre inşa edilmesini emreder. Bir başka efsaneye göre de İsodoros bu planı rüyasında görmüş ve planı rüyasında gördüğü şekilde çizmiştir.(Anthemius daha inşaatın ilk yılında öldüğünden işi İsidoros sürdürmüştür). İnşa, Bizanslı tarihçi Prokopius'un "Justinian'ın binaları" (, , "Binalar Üzerine"), adlı eserinde betimlenmektedir. İnşada kullanılacak malzemeleri üretmek yerine, imparatorluk topraklarında yer alan yapı ve tapınaklardaki yontulmuş hazır malzemelerden yararlanmak yoluna gidilmiştir. Bu yöntem, Ayasofya’nın inşa süresinin çok kısa olmasını sağlayan etkenlerden biri olarak kabul edilebilir. Böylece binanın yapımında Efes’teki Artemis Tapınağı’ndan, Mısır’daki Güneş Tapınağı’ndan (Heliopolis), Lübnan’daki Baalbek Tapınağı’ndan ve daha birçok tapınaktan getirtilen sütunlar kullanılmıştır. Bu sütunların altıncı yüzyıl olanaklarıyla nasıl taşınabildiği ilginç bir konu oluşturmaktadır. Kaplama ve sütunlarda kullanılan renkli taşlardan kırmızı porfir Mısır, yeşil porfir Yunanistan, beyaz mermer Marmara Adası, sarı taş Suriye ve kara taş İstanbul kökenlidir. Ayrıca Anadolu’nun çeşitli yörelerinden gelen taşlar kullanılmıştır. İnşaatte on binden fazla kişinin çalıştığı belirtilir. İnşaat sonunda Ayasofya Kilisesi günümüzdeki halini almıştır. Mimaride yaratıcı bir anlayışı gösteren bu yeni kilise yapılır yapılmaz, derhal mimarinin başyapıtlarından biri olarak kabul edildi. Mimarın böylesine büyük bir açık mekânı sağlayabilecek devasa bir kubbeyi inşa edebilmede İskenderiye’li Heron’un teorilerinden yararlanmış olması mümkündür. 23 Aralık 532'de başlanan yapım çalışması 27 Aralık[537'de tamamlandı. Kilisenin açılışını imparator Justinianus ve patrik Eutychius büyük bir törenle birlikte yaptılar. Ayasofya o zamana kadar en büyük yapı olarak kabul edilen Süleyman'ın Tapınağı’ndan daha büyük olduğundan İmparator I. Justinianus (Jüstinyen) halka yaptığı açılış konuşmasında "Ey Süleyman! Seni yendim" demiştir. Kilisenin ilk mozaiklerinin yapımı 565 ile 578 yılları arasında tahtta olan II. Justin döneminde tamamlanabilmiştir. Kubbe pencerelerinden sızan ışıkların duvarlardaki mozaiklerde oluşturdukları ışık oyunları dahiyane mimariyle birleşerek izleyicilere büyüleyici bir atmosfer yaratmaktaydı. Ayasofya İstanbul’a gelen yabancılar üzerinde öylesine büyüleyici, derin bir etki bırakmıştır ki, Bizans döneminde yaşayanlar Ayasofya’yı "dünyada tek" (""singulariter in mundo"") olarak nitelemişlerdir. Fakat yapılışından kısa bir süre sonra, 553 Gölcük ve 557 İstanbul depremlerinde ana kubbe ile doğu yarım kubbesinde çatlaklar belirdi. 7 Mayıs 558 depreminde ise ana kubbe tümüyle çöktü ve ilk "ambon" , "ciborium" ve sunak da ezilerek yok oldu. İmparator derhal restorasyon çalışmasını başlattı ve bu çalışmanın başına Milet’li İsidoros’un yeğeni genç İsidorus’u getirdi. Depremden ders alınarak bu kez yeniden çökmemesi için kubbenin yapımında hafif malzeme kullanıldı ve kubbe eskisine kıyasla 6,25 m daha yükseğe yapıldı. Restorasyon çalışması 562 yılında tamamlandı. Yüzyıllarca Konstantinopolis Ortodoksluk patriğinin merkezi olan Ayasofya aynı zamanda Bizans’ın taç giyme törenleri gibi imparatorluk törenlerine evsahipliği yapmıştır. İmparator VII. Konstantinos “Törenler Kitabı” ("De caerimoniis aulae Byzantinae") adlı kitabında Ayasofya’da yapılan imparator ve patrik tarafından düzenlenen törenleri tüm ayrıntılarıyla anlatmaktadır. Ayasofya, ayrıca günahkarlar için de bir sığınma yeri olmuştur. Ayasofya’nın daha sonra uğradığı tahribatlar arasında 859 yangını, bir yarımkubbesinin düşmesine neden olan 869 depremi ve ana kubbesinde hasara yol açan 989 depremi sayılabilir. 989 depreminden sonra imparator II. Basil, kubbeyi Agine ve Ani’deki büyük kiliseleri inşa eden Ermeni mimar Trdat’a tamir ettirmiştir. Trdat kubbenin bir kısmını ve batı kemerini onarmış ve kilise 6 yıl süren onarım çalışmasından sonra 994’te yeniden halka açılmıştır. Dördüncü Haçlı Seferi sırasında, Venedik Cumhuriyeti'nin âmâ Doçu Enrico Dandolo komutasındaki Haçlılar İstanbul’u ele geçirip Ayasofya’yı yağmalamışlardır. Bu olay Bizanslı tarihçi Nikitas Honiatis'in kaleminden ayrıntılı olarak öğrenilmektedir. Kiliseden aralarında İsa'nın mezar taşından bir parça, İsa'nın sarıldığı bez olan torino kefeni, Meryem'in sütü ve azizlerin kemikleri gibi birçok kutsal emanet ile altın ve gümüşten yapılma değerli eşyalar çalındı, kapılardaki altınlar bile sökülerek batı kiliselerine götürüldü şeklinde anlatılmaktadır. Latin İstilası (1204–1261) olarak anılan bu dönemde Ayasofya, Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı bir katedrale dönüştürülmüştür. 16 Mayıs 1204 tarihinde Latin imparatoru I. Baudouin imparatorluk tacını Ayasofya'da giymiştir. Enrico Dandolo adına konan mezar taşı Ayasofya’nın üst galerisindedir. Gaspare ve Giuseppe Fossati tarafından gerçekleştirilen 1847-1849 restorasyonu sırasında mezarın gerçek bir mezar olmadığı Enrico Dandolo anısına bir sembolik plaket olarak konulduğu ortaya çıkmıştır. Ayasofya 1261'de tekrar Bizanslılar’ın kontrolüne geçtiğinde harap, virane ve yıkılmaya yüz tutmuş bir durumdaydı. 1317'de imparator II. Andronikos finansmanını ölen eşi İrini'nin mirasından karşılayarak binanın kuzey ve doğu kısımlarına 4 adet istinat duvarı (Πυραμὶδας, Yunanca:"Piramídas") ekletti. 1344 depreminde kubbede yeni çatlaklar belirdi ve 19 Mayıs 1346'da binanın çeşitli kısımları çöktü. Bu olaydan sonra kilise, 1354'te Astras ve Peralta adlı mimarların restorasyon çalışmasının başlamasına kadar kapalı kaldı. İstanbul'un 1453'te Osmanlı Türkleri tarafından fethinden sonra, fethin sembolü olarak, derhal Ayasofya Kilisesi camiye dönüştürülmüştür. O sıralarda Ayasofya harap bir haldeydi. Bu durumu Kordoba soylusu Pero Tafur ve Florentin
e Cristoforo Buondelmonti gibi Batılı ziyaretçilerce betimlenmektedir. Ayasofya’ya özel bir önem veren Fatih Sultan Mehmet kilisenin derhal temizlenip camiye çevrilmesini emretti, fakat adını değiştirmedi. İlk minaresi onun döneminde inşa edilmiştir. Osmanlılar bu tür yapılarda taş kullanmayı tercih etmekle birlikte minarenin hızla inşa edilebilmesi amacıyla bu minare tuğladan yapılmıştır. . Minarelerden biri de sultan II. Bayezid tarafından eklenmiştir. 16. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman fethettiği Macaristan’daki bir kiliseden Ayasofya’ya iki dev kandil getirtmiştir ki, günümüzde bu kandiller mihrabın iki yanında yer alırlar. II. Selim döneminde (1566–1574) yorgunluk ya da dayanıksızlık belirtileri gösterdiğinde, bina, dünyanın ilk deprem mühendislerinden biri sayılan Osmanlı baş mimarı Mimar Sinan tarafından eklenen dış istinat yapılarıyla (payanda) takviye edilerek, son derece sağlamlaştırılmıştır. Günümüzde binanın dört tarafındaki toplam 24 payandanın bir kısmı Osmanlı dönemine, bir kısmı Bizans dönemine aittir. Bu istinat yapılarıyla birlikte, Sinan ayrıca, kubbeyi taşıyan payeler ile yan duvarlar arasındaki boşlukları kemerler ile besleyerek kubbeyi iyice sağlamlaştırmış ve binaya iki geniş minare (batı kısmına), hünkar mahfili ve II. Selim’in türbesini (güneydoğu kısmına) eklemiştir (1577). III. Murat’ın ve III. Mehmed’in türbeleri ise 1600’lerde eklenmiştir. Ayasofya binasının içine Osmanlı döneminde eklenen diğer yapılar arasında mermerden minber, hünkar mahfiline açılan galeri, müezzin mahfili (mevlit balkonu), vaaz kürsüsü ve sayılabilir. III. Murad Bergama’da bulunmuş, helenistik dönemden kalma (MÖ IV. yüzyıl), "bektaşi taşı"ndan (İng. alabaster ) yapılma iki küpü Ayasofya'nın ana nefine (ana salon) yerleştirmiştir. I. Mahmud 1739'da binanın restore edilmesini emretti ve bir kütüphane ile binanın yanına (bahçesine) bir medrese, bir imarethane ve bir şadırvan ekletti. Böylece Ayasofya binası, civarındaki yapılarla birlikte bir külliyeye dönüştü. Bu dönemde ayrıca yeni bir sultan galerisi ve yeni bir mihrap yapıldı. Ayasofya’nın Osmanlı dönemindeki en ünlü restorasyonlarından biri sultan Abdülmecit’in emriyle İsviçre İtalyanı olan Gaspare Fossati ve kardeşi Giuseppe Fossati’nin nezaretinde 1847 ile 1849 yılları arasında yapılmıştır. Fossati kardeşler, kubbe, tonoz ve sütunları sağlamlaştırdı ve binanın iç ve dış dekorasyonunu yeniden elden geçirdi. Üst kattaki galeri mozaiklerinin bir kısmı temizlendi, çok tahrip olanları ise sıvayla kaplandı ve altta kalan mozaik motifleri bu sıva üzerine resmedildi. Işıklandırma sistemini sağlayan yağ lambası avizeleri yenilendi. Kazasker Mustafa İzzed Efendi'nin (1801–1877) eseri olan, önemli isimlerin hat sanatıyla yazılı olduğu yuvarlak dev tablolar yenilenip sütunlara asıldı. Ayasofya’nın dışına yeni bir medrese ve muvakkithane inşa edildi. Minareler aynı boya getirildi. Bu restorasyon çalışması bittiğinde Ayasofya Camii 13 Temmuz 1849'da gerçekleştirilen bir törenle yeniden halka açıldı. Ayasofya külliyesinin Osmanlı dönemindeki diğer yapıları arasında sıbyan mektebi, şehzadeler türbesi, sebil, sultan Mustafa ve sultan İbrahim türbesi (önceden vaftizhane ) ve hazine dairesi sayılabilir. 1930 ile 1935 yılları arasında restorasyon çalışmaları nedeniyle halka kapatılan Ayasofya’da Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle bir dizi çalışmalar yapıldı. Bu çalışmalar arasında çeşitli restorasyonlar, kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi ve mozaiklerin ortaya çıkarılıp temizlenmesi sayılabilir. Restorasyon sırasında Ayasofya'nın, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin laiklik ilkesi doğrultusunda, yapılış amacı olan kiliseye tekrar çevrilmesi konusunda fikirler ortaya atılmışsa da; bölgede yaşayan Hristiyan sayısının çok az olmasından dolayı oluşan talep yetersizliği, bölgede bu denli görkemli bir kiliseye karşı yapılabilecek muhtemel provakasyonlar ve mimarinin tarihi önemi gözönüne alınarak Bakanlar Kurulu’nun 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı kararıyla müzeye çevrilmiştir. 1 Şubat 1935’te ziyarete açılan müzeyi Atatürk 6 Şubat 1935 tarihinde ziyaret etmiştir. Yüzyıllar sonra mermer zemindeki halıların kaldırılmasıyla zemin döşemesi ve insan figürlü mozaikleri örten sıvanın kaldırılmasıyla da muhteşem mozaikler tekrar gün ışığına çıkarılmıştır. Ayasofya’nın sistemli olarak incelenmesi, restorasyonu ve temizlenmesi ABD’deki Bizans Enstitüsü (the Byzantine Institute of America) adlı kurumun 1931'deki ve Dumbarton Oaks Alan Komitesi’nin 1940’lı yıllardaki girişimiyle sağlanmıştır. Bu kapsamda yapılan arkeolojik çalışmalar K. J. Conant, W. Emerson, R. L. Van Nice, P.A. Underwood, T. Whittemore, E. Hawkins, R. J. Mainstone and C. Mango tarafından sürdürülmüş ve Ayasofya’nın tarihine, yapısını ve dekorasyonuna ilişkin başarılı sonuçlar elde edilmiştir. Ayasofya’da çalışmalarda bulunmuş diğer isimlerden bazıları A. M. Schneider, F. Dirimtekin ve Prof. A. Çakmak’tır. Bizans Enstitüsü ekibi mozaik arama ve temizleme işleriyle uğraşırken, R. Van Nice yönetimindeki bir ekip de, binanın, taş taş ölçülerek rölövelerini çıkarma çalışmasına girişmiştir. Çalışmalar halen çeşitli uluslardan bilim insanlarınca sürdürülmektedir. Temmuz 2016'da Ayasofya Müzesi'nde düzenlenen Kadir Gecesi programında, 85 yıl aradan sonra sabah namazı ezanı okundu. TRT Diyanet TV'nin Ramazan ayı boyunca Ayasofya'dan "Bereket Vakti Ayasofya" adlı sahur programını ekranlara getirmesine Yunanistan'dan tepki geldi. Ekim 2016'da Müze'nin ibadete açık olan bölümü Hünkar Kasrı'na, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından uzun yıllardan sonra ilk kez asaleten imam atandı. Ayasofya, mimari bakımdan, bazilika planı ile merkezî planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır. Ayasofya, her şeyden önce boyutu ve mimari yapısıyla önem taşır. Yapıldığı dönemin dünyasında hiçbir bazilika planlı yapı Ayasofya'nın kubbesinin boyutundaki bir kubbe ile örtülebilmiş ve böylesine büyük bir iç mekâna sahip değildi. Ayasofya’nın kubbesi Roma’daki Panteon'un kubbesinden küçük olmakla birlikte Ayasofya’da uygulanan yarım kubbe, kemer ve tonozlardan oluşan karmaşık ve sofistike sistem, kubbenin çok daha geniş bir mekânı örtebilmesini sağlayarak kubbeyi daha etkileyici kılmaktadır. Taşıyıcı olarak beden duvarlarına oturtulmuş önceki yapıların kubbeleriyle kıyaslandığında, sadece dört payeye oturtulmuş bu denli büyük bir kubbe mimarlık tarihinde gerek teknik, gerekse estetik bakımdan bir devrim sayılmaktadır. Orta nefin yarısını örten ana (merkezî) kubbe, doğu ve batısına eklenen yarım kubbelerle çok geniş bir dikdörtgen biçimli iç mekân yaratacak şekilde öylesine genişletilmiştir ki, zeminden bakıldığında, gökyüzüne asılı gibi duran, tüm iç mekâna hakim bir kubbe olarak algılanır. Doğu ve batı açıklıklarını kapatan yarım kubbelerden de daha küçük yarım kubbeli eksedralara geçiş yapılarak sistem tamamlanmıştır. Küçük kubbelerden başlayarak ana kubbe tacıyla tamamlanan bu kubbeler hiyerarşisi antik zamanlarda örneği görülmemiş bir mimari sistemdir. Yapının bazilika planı dahice tümüyle “gizlenmiş” durumdadır. İnşa sırasında duvarlarda tuğladan ziyade harç kullanılmış ve kubbe yapı üzerine kondurulduğunda kubbenin ağırlığı alt kısmı nemli kalmış harçla oluşturulan duvarların dışa doğru bükülmesine yol açmıştı. 558 depremi sonrasında yapılan ana kubbenin yeniden yapımı sırasında genç İsidorus kubbeyi taşıyabilmeleri için önce duvarları yeniden dikleştirmiştir. Bütün bu hassas çalışmalara rağmen kubbenin ağırlığı yüzyıllarca bir problem olmaya devam etti, kubbenin ağırlık baskısı binayı bir çiçeğin açılması gibi dört yanından dışa doğru açılmaya zorluyordu. Bu problem de binaya dışarıdan istinat unsurlarının eklenmesiyle çözüldü. Osmanlı döneminde mimarlar bir binada kayma olup olmadığını anlamak için ya yapımı sırasında elle döndürülebilecek küçük bir dikey sütun eklerlerdi ya da duvardaki 20-30 santimetrlik iki sabit nokta arasına cam yerleştirirlerdi. Sütun artık döndürülemediğinde veya söz konusu cam çatladığında binada kaymanın belli bir dereceye geldiği anlaşılmış olurdu. Ayasofya’nın üst kat duvarlarında ikinci yöntemin izleri halen görülebilir. Döndürülen sütun ise Topkapı Sarayı’nın harem bölümünde mevcuttur. İç yüzeyler tuğla üzerine çokrenkli mermer, kırmızı ya da mor porfirler ve yapımında altın kullanılmış mozaiklerle kaplıdır. Bu, geniş payelerin daha ışıklı ve kamufle olmasını da sağlayan bir yöntemdir. 19. yüzyılda restorasyon çalışmaları sırasında bina dıştan Fossati tarafından sarı ve kırmızı renklere boyanmıştır. Ayasofya, Bizans mimarisinin başyapıtı olmakla birlikte, pagan, Ortodoks, Katolik, İslam etkilerinin sentez olduğu bir yapıdır. Tonlarca altının kullanıldığı Ayasofya mozaiklerinin yapımında altının yanı sıra, gümüş, renkli cam, pişmiş toprak ve renkli mermer gibi taş parçaları kullanılmıştır. 726’da III. Leo’nun tüm ikonaların yok edilmesi emriyle, tüm ikona ve heykeller Ayasofya’dan kaldırılmıştır. Dolayısıyla Ayasofya’da günümüzde görülen, surat tasvirleri içeren mozaiklerin hepsi ikonoklazm dönemi sonrasında yapılan mozaiklerdir. Bununla birlikte Ayasofya’da surat tasviri içermeyen mozaiklerden az bir kısmı 6. yüzyılda yapılan ilk mozaiklerdir. 1453’te kilise camiye dönüştürüldükten sonra insan figürleri içerenlerin bir kısmı ile ince bir sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler bu sayede doğal ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir. İstanbul’u ziyaret eden 17. yüzyıl gezginlerinin raporlarından Ayasofya’nın camiye çevrilmesini izleyen ilk yüzyıllarda insan figürü içermeyenler ile içerenlerden bir kısmının sıvayla kaplanmadan bırakılmış oldukları anlaşılmaktadır. Ayasofya mozaiklerinin tamamen kapatılması 842’de ya da 18. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşmiştir. 1755’te İstanbul’a gelen Baron De Tott artık tüm mozaiklerin badana altında kalmış olduğunu belirtmiştir. Sultan Abdülmecid’in isteği üzerine 1847 ile 1849 yılları arasında Ayasofya’da çeşitli restorasyon çalı
şmaları yapan ve sultandan restorasyon sırasında keşfedilebilecek mozaikleri belgeleme iznini alan Fossati kardeşler, mozaiklerin sıvalarını kaldırıp desenlerini belgelerine kopyaladıktan sonra mozaikleri tekrar kapatmışlardır. Bu belgeler günümüzde kayıptır. Buna karşılık, o yıllarda Alman hükümetince onarım için gönderilen mimar W. Salzenberg bazı mozaiklerin desenlerini de çizmiş ve yayımlamıştır. Sıvayla kaplı mozaiklerin büyük bir kısmı 1930’larda "Byzantine Institute of America" adlı kurumun bir ekibi tarafından açılmış ve temizlenmiştir. Ayasofya’nın mozaiklerinin açılması ilk kez 1932’de "Byzantine Institute of America" kurumunun başındaki Thomas Whittemore tarafından gerçekleştirilmiş olup, ilk gün ışığına çıkarılan mozaik "imparator kapısı" üzerindeki mozaik olmuştur. Doğudaki yarım kubbe üzerindeki sıvanın bir kısmının bir süre önce düşmesi sayesinde bu yarım kubbeyi örten sıvanın altında mozaiklerin bulunduğu anlaşılmıştır. Ayasofya mimari yönden incelendiğinde orta nef denilen büyük bir orta mekân, kuzey ve güneyde yer alan iki yan nef, doğu ucunda yer alan absid ve batı kısmında kapıların yer aldığı iç ve dış nartekslerden meydana gelmiştir. 7.500 formula_1’lik bir yüzölçümüne sahip Ayasofya iki katlı bir yapıdır. Binaya batı kısmındaki, Bizans döneminde atrium denilen avlunun bulunduğu kapılardan girilir. Buradaki, dış nartekse açılan ana kapıdan girmeden önce, solda görülen kalıntılar A.M. Schneider tarafından sürdürülen kazılarda ortaya çıkarılmış İkinci Ayasofya’ya ait kalıntılardır. Ana kapıdan girilen ilk galeri "dış narteks" olarak adlandırılır, "çapraz tonoz" örtülü dokuz birimli bir galeridir. Buradan da iç narteks denilen ikinci galeriye 5 kapı açılır. İç nartekste tavan mozaiklerle kaplıdır. Mozaiklerden sarı renkte parlayanların yapımında altın kullanılmıştır. Duvarlar çeşitli ülkelerden ve Anadolu'nun çeşitli kentlerinden getirilme dalgalı mermer levhalarla kaplıdır. Bu dalgalı mermer levhalar duvarlara sabitlenmeden önce ikiye kesilmiş ve duvarlara yan yan öyle sabitlenmiştir ki, katlanıp mürekkeplenen bir kağıdın açıldığında gösterdiği gibi, ilginç bir simetri gösterirler. Günümüzde içinde elektrik ampulları olan yağ lambası avizeleri cami dönemine aittir. İç narteksten ana nefe (ana salona) 9 kapı açılır. Ana salona açılan ortadaki ana kapıya, yalnızca imparatora mahsus olduğundan (yalnızca imparator tarafından kullanıldığından) "imparator kapısı" adı verilir. Bu kapının üst kısmındaki duvarda (tympanum) 9. yüzyıldan kalma bir mozaik bulunur. Bu mozaikte ortada İsa, sağ madalyonda Cebrail, sol madalyonda Meryem görülür. Sol alt kısımda görülen sakallı kişi Bizans imparatorlarından VI. Leon’dur. Ortodoksluk geleneğinde en fazla üç kez evlenilebilmesine karşın erkek çocuğunun olabilmesi için dört kez evlenmiştir. Bu yüzden İsa’dan özür diler vaziyette, secde eder şekilde tasvir edilmiştir. İsa’nın elindeki Kitab-ı Mukaddes’te İsa’nın Yuhanna İncili’ndeki bir sözü yazılıdır: “"Size selamet olsun! Ben evrenin nuruyum."” İlk kez W. Salzenberg tarafından yayımlanmış olan bu mozaik 18. yüzyıla dek kapatılmamıştır. Ayasofyanın ana mekânı paye ve sütunlarla üç nefe ayrılmış durumdadır: Orta nef (naos, ana salon) güney nef (ana nefin sağında) ve kuzey nef (ana nefin solunda). Sağdaki güney nefinde de tavan mozaiklerle kaplıdır. Bu mozaiklerde ikonaklazma dönemine özgü semboller göze çarpar. Bunlardan ikisi dört balık ve küçük karelerde yer alan svastika sembolleridir. Bu güney nefinde I. Mahmut Kütüphanesi bulunur. Kütüphanenin görülebilen odası Osmanlı sultanının namaz kılmadan önce Kur’an okuduğu odadır. Odadaki rahleler sedef işlemeli olup duvarlar İznik fayanslarıyla kaplıdır. Odanın tavan ve zemini orijinal değildir. Odada ayrıca Kur'an'ın saklandığı tahta mahfaza bulunur. Nefin doğu ucuna doğru soldaki duvarda üzerinde iki yunusu ve Poseidon’un trident olarak bilinen yabasını içeren bir taş işlemesi görülür. Bu, Bizans rahiplerinin, Hristiyan olmalarına rağmen, bir pagan ilaha ait unsuru kiliseye sokabilecek derecede eski Yunan kültürü etkisi altında kalmış olmalarını gösteren bir örnek olarak değerlendirilebilir. Nefin doğu ucunda üç çeşit sütun görülür. Bunlardan kırmızı porfir taşından yapılma olanları Mısır’dan getirilmiştir. Yeşil olanları ise Yunanistan’dan getirilmiştir. Binada kullanılan beyaz mermerlerin kökeni genellikle Marmara Adası’ndaki mermer ocaklarıdır. Batı dillerindeki mermer sözcüğünün kökeni "Marmara"dır. Ayasofya’da toplam 107 sütun bulunmaktadır, bunlardan 40’ı alt katta, 67’si üst kattadır. Bu sütunların hemen hemen hepsi yekpare (monolit) olup, Ayasofya’dan da eskidirler, çünkü imparatorluk topraklarındaki eski tapınaklardan getirilmişlerdir. Ayasofya’nın en büyük sütunlarının uzunlukları 20 m civarında, kalınlıklarının yarıçapı ise 1,5 m’dir. En ağırları 70 ton ağırlığındadır. Sütun başlıkları Bizans stili gösterirler; sütun başlıklarından bazılarında küçük bir daire ve harflerden oluşan I. Justinianus'un arması görülür. Bu nefin doğu ucundaki yeşil sütunun yanındaki duvarda bir el izi bulunur, kime ait olduğu bilinmeyen bu el izi hakkında çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Güney neften mihraba geçilirken, zeminden yaklaşık 3 m kadar yükselen, balkonu andıran mermerden yapılma bir yapı göze çarpar. Bu, Osmanlı döneminde yapılmış, Ayasofya cami iken her yıl İslam peygamberi Muhammed’in doğum gününde (mevlit kandilinde) mevlit okunan müezzin mahfilidir. Mahfilin hemen yanında zeminde, girilmemesi için kenarları çitle çevrilmiş kare biçimli bir alan göze çarpar. Burası bilinmeyen bir nedenle Bizanslılar’ca dünyanın merkezi olarak kabul edilirdi. Yunanca’da “Yer’in Göbeği ” anlamında, omphalion (Delf'te omphalos)olarak adlandırılan ve Bizanslılar’ca kutsal sayılan bu yerde kimilerine göre Ayasofya’nın inşa edilmesinden önce bir tapınak bulunmaktaydı. Kimilerine göre bu yer "ley hatları"nın bir kavşak noktasıydı. Kutsallığından ötürü Bizans imparatorlarının taç giyme törenleri de burada yapılmaktaydı. Tören sırasında siyasi ve dinî otoriteleri temsil eden kişilerin her birinin durması gereken konumlar bu kare biçimli alan içine daireler oluşturacak biçimde döşenmiş renkli taşlarla belirlenmiştir. Daireleri oluşturan taşlarda kırmızı, sarı, yeşil, turuncu ve gri renkler göze çarpmaktadır. Toplam sayıları 16 olan bu dairelerden en büyüğü ortadaki olup, muhtemelen imparatorun duracağı yeri gösteren dairedir. Binanın doğu kısmının ucu dışarı taşkın durumda olup, üstü yarım kubbeyle örtülü bir apsitle son bulur. Üçüncü Ayasofya, diğer eski Ortodoks kiliseleri gibi, geleneksel olarak Kudüs’e yönelik olarak inşa edilmiştir ve diğer eski Ortodoks kiliselerinde olduğu gibi absidinin ekseni inşa edildiğinde tam olarak Kudüs yönünü göstermekteydi. İstanbul’a nazaran Kudüs yönü ile Mekke yönü arasında pek büyük olmayan (birkaç derecelik) bir fark bulunmaktadır. Bu yüzden İstanbul’da camiye çevrilen kiliselerde kıble yönünü göstermek üzere kilisenin absidi içine yapılan mihrap absidin iyice sağına inşa edilirdi. Fakat Ayasofya’da mihrap apsitin çok sağına değil, hafifçe sağına inşa edilmiştir. Çünkü Ayasofya binası tam olarak olması gereken yönde değildir, yani hafifçe Mekke yönüne doğru bir kayma göstermektedir. Bu bir yapım hatası olamayacağına göre, binanın zaman içerisinde, tektonik hareketlerden dolayı hafifçe bir kayma geçirmiş olması düşünülebilir. Cebrail'in parmağıyla Ayasofya’yı çevirdiğine ilişkin olarak çıkarılmış söylentiler bu husustan kaynaklanmıştır. Apsitin en üst kısmında, 9. yüzyıla tarihlenen, kucağında çocuğu İsa'yı taşıyan, taht üzerinde tasvir edilmiş bir Meryem mozaiği yer alır. Bunun sağında aynı yüzyılda yapılmış, Cebrail'i tasvir eden bir mozaik bulunur. Meryem mozaiğinin solunda ise, bir deprem sırasında düşmüş bir başka melek mozaiği, muhtemelen Mikâil'i tasvir eden bulunmaktaydı. Mihrabın her iki yanında 16. yy.’da Kanuni Sultan Süleyman fethettiği Macaristan’daki bir kiliseden getirttiği iki dev kandil bulunmaktadır. Apsitte Bizans döneminde yıkılan pencerelerin yerini Osmanlı döneminde renkli camdan yapılma (vitray), ayetlerle süslü pencereler almıştır. Apsit çevresinde Osmanlı döneminde eklenen yapılar yoğunluk kazanmaktadır. Örneğin apsitin sağında mermerden yapılma minber, solunda Osmanlı sultanının namaz kıldığı hünkar mahfili yer alır. Osmanlı sultanı mahfile özel olarak yapılmış bir galeriden ulaşmaktaydı. Apsit duvarlarında Kur'an ayetlerini içeren çerçeveler ve içine Allah, Muhammed, Dört Halife ve Halife Ali’nin oğulları Hasan ve Hüseyin’in isimleri yazılı olan sekiz yeşil daire bulunur. Bu dairelerin tahtadan yapılma çok daha büyükleri de ana nefin (ana salonun) iç mekânını kuşatacak şekilde asılmışlardır. İsimler her biri 7,5 m yarıçapında olan bu 8 dev panoya hat sanatı tarzında yazılmıştır. Bunlar Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin (1801–1877) eserleridir. 1930'lu yıllarda restorasyon çalışmaları sırasında yerlerinden indirilen bu panolar 1951’de A. Menderes tarafından yeniden yerlerine koydurulmuştur. Orta nef ya da iç mekân karmaşık bir yapıya sahiptir. 100 x 70 m ölçüsündeki binanın 74.67 x 69.80 m ölçüsündeki orta nefinin (ana salonun) ortasında ağırlığı dört paye (ayak) üzerine oturtulmuş, payelere geçişin pandantiflerle sağlandığı bir ana kubbe yer alır. Ayasofya’nın devrim niteliği taşıyan kubbesi birçok sanat tarihçisinin, mimarın mühendisin özel ilgisini çekmiştir. Daireden dikdörtgene geçiş içbükey üçgen pandantiflerle sağlanır. Bu tür yapılarda daha önce kullanılmamış bu pandantifler estetik bakımdan şık bir şekilde, daireden, yani kubbeden payelerce oluşturulan kare biçimine, hatta yarım kubbeler de sisteme dahil sayılırsa, dikdörtgen biçimine geçişi sağlarlar. Böylece, kubbe pandantifler vasıtasıyla dört büyük kemer üzerine oturur. Bu kemerler de Osmanlı döneminde Mimar Sinan’ın talimatlarıyla istinat duvarlarıyla desteklenmiştir. Tarih boyunca tamirat gördüğünden kubbe dairesel düzgünlüğünü kaybetmiş ve elips biçimine yaklaşmıştır. Bu yüzden farklı uzunlukta iki yarıçapı vardır. 55.60 m yüksekliğin
de ve içten 30.80 - 32.6 m çaplarındaki ana kubbenin ağırlığı doğu ve batısındaki iki yarım kubbeyle hafifletilmiştir. Ana kubbenin güney ve kuzeyde yarattığı baskı ise payandalarla karşılanmıştır. Bir şemsiyenin telleri gibi, kubbenin tepesinden başlayıp kubbe pencereleri arasından geçerek pandantiflere inen 40 kaburga, kubbenin ağırlığının payelere aktarılmasında önemli bir rol oynar. Binanın ağırlığını 40'ı aşağıda, 67'si üst katta olan 107 sütun taşımaktadır. Bu sütunların bir kısmı orta nefin her iki yanında, iki katlı bir dizi oluştururlar. Orta nefin kuzey kenarını oluşturan çift katlı sütun dizisinin üzerindeki duvarda (tympanon) Ortodoks Kilisesi patriklerinin mozaikleri bulunur. Bunlar çok yüksekte olduklarından dürbünsüz pek iyi görülemezler. Ana mekân, duvarlardaki ve kubbedeki pencerelerden ışık alır. Mozaiklerle kaplı ana kubbenin ortasında Bizans döneminde İsa’yı tasvir eden bir mozayiğin yer aldığı bilinmektedir. Kilise camiye çevrildiğinde diğer insan figürlü mozaiklerin sıvayla kaplanmasına karşın bu mozaik 17. yüzyıl ortalarına açık bırakılmış, 17. yüzyıl ortalarında Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından üzerine “Allahü Nurüssemavat...” diye başlayan ayetin işlendiği bir sıvayla kapatılmıştır. Bununla birlikte mozayiğin 1894 depreminde düşmüş olduğu da iddia edilmektedir. Ana kubbede hem kubbenin ağırlığını azaltmak, hem de ana mekânın aydınlanmasını sağlamak üzere 40 pencere açılmıştır. Kubbenin mozaiklerini onarmak üzere kurulan 60 ton ağırlığındaki metalik iskele onarım çalışmalarının sürmesi nedeniyle henüz kaldırılamamış olup, kubbenin tümüyle görülmesini engellemektedir. Kubbenin zemine izdüşümü olan çember araştırıldığında, zeminde taşa 40 adet haçın bir çember oluşturacak şekilde kazınmış olduğu görülür. Bu haçların hiçbir sembolik değeri yoktur, mimari bir yöntemin uygulanması için bazı noktaların kesişen iki çizgiyle işaretlenmesinden ibarettir. Bir yapıya kubbe inşa edilmeden önce zemine, inşa edilecek kubbenin çemberi işaretlenir ve daha sonra bu noktalara çekül tutularak kubbe inşa edilir. Bu mimari yöntem günümüzde de uygulanmaktadır; tek fark artık çekül yerine lazerin kullanılmasıdır. Kubbeden payelere geçişi sağlayan dört pandantif üzerinde Hristiyan melekler hiyerarşisindeki bir melek sınıfını tasvir eden freskler bulunmaktadır. Bunların Kerubi melekleri mi, yoksa Seraphim melekleri mi oldukları konusu kesinlik kazanmamıştır. Bizans’ın erken devirlerinde bunların mozaik olduğu belirtilir, tahrip olduklarında freske çevrilmiş oldukları düşünülmektedir. Üzerleri Osmanlı döneminde hiç kapatılmamış, yalnızca yüzlerine altın yaldızla kaplı oval bir yıldız yerleştirilmiştir. Bu 6 kanata sahip melek fresklerinden ikisinin birkaç yıl önce restore edilmiş olmasına karşın, yağmurun sızması nedeniyle yeniden tahrip oldukları görülmektedir. Bu tahribatın nedeni Bizanslılar’ın yapıda dere kumu yerine deniz kumu kullanmış olmalarıdır. Zira deniz kumu inşaatte kullanılmadan önce suyla yıkansa da, bir miktar tuzu bünyesinde tutmakta ve kumun yapıda kullanılmasından sonra bu tuz, yağmur sularını çekici ve emici bir işlev görmektedir. (Bu tahribat özellikle üst kattaki tavan mozaiklerinde etkili olmuştur.) Orta nefin iç nartekse yakın kısmında helenistik dönemden kalma (MÖ 4. yy.), bektaşi taşından (İng. alabaster) yapılma iki büyük küp bulunmaktadır. Bunlar III. Murad döneminde Bergama’da bulunmuş, Ayasofya’ya getirilerek su içme gereksinimlerini karşılamak üzere kullanılmıştır. Küplerden büyük olanı 1200 litrelik bir kapasiteye sahiptir. Duvarlardaki boş taş çerçevelerde Bizans döneminde ikonalar bulunmaktaydı. Orta nefte iç nartekse paralel olarak uzanan iki küçük tünelde Ayasofya’nın en eski mozaikleri bulunur. Bunlardan birinde ilk Hristiyanların kullandıkları, Yunan alfabesinin beş harfini içeren sekiz dilimli daire sembolü bulunur. Kuzey nefinde ziyaretçilerin ilgisini çeken tek şey, nefin batı ucunda bulunan, beyaz mermerden yapılma kare biçimli sütundur. “Terleyen sütun” olarak adladırılan ve hakkında kaynaksız sayısız rivayet bulunan bu sütun, günümüzde dilek dileme yeri durumuna gelmiştir. Dilek dilemek isteyenler elinin başparmağını sütundaki deliğe sokup elleriyle bir daire çizerler. Delik günümüzde sütuna geçirilmiş bronz bir plakanın ortasında yer almaktadır. Üst kata çıkılmayıp binadan dışarı çıkılmak istendiğinde iç narteksin güney ucundaki kapıdan çıkılır. Bu çıkış kapısının üzerine yerleştirilmiş bir ayna oraya, çıkış yönünde ilerleyen ziyaretçileri, arkalarında kaldığından göremedikleri bir mozayiğin daha bulunduğu konusunda uyarmak üzere yerleştirilmiştir. 10. yüzyıldan kalma bu mozaik, Fossati tarafından 1849'da keşfedilip tekrar kapatılmış, 1933-1934 yıllarında "Byzantine Institute of America" kurumundan Thomas Whittemore tarafından temizlenmiştir. Mozaikte ortada çocuğuyla birlikte Meryem yer alır. Meryem değerli taşlarla süslü bir tahttadır. Koyu lacivert bir "kaphoriun" giyen Meryem'in başörtüsünün kenarlarında altın yaldızlı bir şerit, alnında ve omuzlarında da altın yaldızlı haç bulunmaktadır. Olgun bir insanın yüz hatlarıyla tasvir edilen "çocuk İsa" sağ eliyle vaftiz işareti yapmakta ve sol elinde "malik olma"yı simgeleyen bir rulo tutmaktadır. Solda Üçüncü Ayasofya’yı inşa ettiren I. Justinianus Meryem'e Ayasofya'nın bir maketini sunar halde tasvir edilmiştir. Bu Ayasofya maketinde kubbenin üzerinde bir haç bulunduğu görülmektedir. Sağda ise Konstantinopolis’in kurususu sayılan Roma imparatoru Büyük Konstantin Meryem'e surlarla çevrili Konstantinopolis’in bir maketini sunar halde tasvir edilmiştir. Adı Bizans alfabesiyle yukarıdan aşağı doğru yazılmıştır. Meryem'in tahtının zeminini oluşturan mozaik taşlarının yapımında gümüş kullanılmıştır. Çıkışta yer alan, artık kapatılamayan bronz kapı, dünyanın en eski kapılarından biri sayılmaktadır. MÖ II. yüzyıla ait bu kapı Ayasofya’ya Tarsus’taki bir tapınaktan getirilmiştir. Ayasofya’nın zemini Bizans dönemindeki bir depremden sonra bir miktar (30–35 cm) yükseltilmek zorunda kalınmıştır. Bu yüzden bu kapı iptal edilerek yerine yenisi yapılmış, fakat eski kapı başka yere götürülmeyerek orada bırakılmıştır. Bu sayede kapının alt kısmında Ayasofya’nın 6. yüzyıla ait zemini görülebilmektedir. Üst kata alt kattaki iç narteksin batı ucunda yer alan bir kapıdan geçilerek, irili ufaklı taşlarla “arnavut kaldırımı” tarzında döşenmiş bir rampadan çıkılır. Sarmal bir biçimdeki rampa 7 halka yaparak üst kata ulaşır. Bu rampa imparatoriçenin tahtıyla sarsılmadan taşınmasına merdiven basamaklarına kıyasla büyük bir kolaylık sağlamaktaydı. Rampa duvarlarında yer yer eski tuğla kemerler görülür. Bizans döneminde de Osmanlı döneminde de üst kat daima kadınlara ayrılmıştı. Üst katta da alt katta olduğu gibi,|250px güney (sağda) ve kuzey nefleri bulunur. Bu iki nef birlikte bir "at nalı" biçimini oluştururlar. Güney üst nefine sağda yer alan (alt kattaki narteksin üzerinde bulunan) bir galeriden geçilerek ulaşılır. Törenleri izlemek üzere Ayasofya’ya gelen imparatoriçe, üst kata çıkarılır, törenleri maiyetindekilerle birlikte, üst katın güney nefindeki "imparatoriçe locası"ndan izlerdi. İmparatoriçe locasından günümüze ulaşan kısımlar mermer başlıklı iki küçük yeşil porfirden yapılma sütun ve zemindeki, imparatoriçenin tahtının konacağı yeri göstermek üzere yerleştirilmiş dairesel yeşil porfir taşından oluşur. Bu yeşil daire, omphalion’daki daireler gibi yapılmıştır. Buradan binanın alt katı ve iç mekânına hakim bir bakış açısı elde edilebilmektedir. Üst katın neflerinde tavanı kaplayan, insan figürü içermeyen mozaikler Osmanlı döneminde yağmur suyundan tahrip olduğundan, 19. yüzyılda Osmanlı sultanı Abdülmecit bunları onarılmasını emretmişti. Fakat mozaik sanatı 19. yüzyılda unutulmuş bir sanat durumuna geldiğinden İtalyan Fossati kardeşler sultana bunları onaramayacaklarını belirtip, başka bir çözüm önerisinde bulundular: Çok tahrip olan mozaikler sıvayla kaplandı ve altta kalan mozaik motifleri bu sıva üzerine resmedildi. Bazı sütunların üst kısımlarındaki kemerlerde sıvayla kaplanmamış mozaikler halen görülebilir durumdadır. Fakat yer yer nemden dolayı orijinal renklerini kaybetmişlerdir. Ayrıca yer yer dökülen veya altta mozaik olup olmadığı anlaşılmak üzere kasten açılmış sıvalar altından da eski mozaikler görülebilmektedir. Fossati kardeşlerin üst kattaki tavan mozaiklerini kaplamadan önce tüm mozaiklerin kopyalarını kâğıtlara çıkardıkları bilinmekteyse de, yanlarında götürdükleri bu kâğıtların günümüzde nerede oldukları bilinmemektedir. İmparatoriçe locasının az ilerisinde, üzerlerindeki anahtar kabartmalarından dolayı “cennet ve cehennem kapısı” olarak adlandırılan, vaktiyle bir kapı içerdiği sanılan, duvarlara sabitlenmiş iki mermer blok görülür. Bu bloklar üzerinde yaşam ağacı, balık gibi semboller içeren küçük kabartmalar bulunur. Kilise temsilcileri "synod" adı verilen toplantıların yapılacağı odaya gitmek üzere bu kapıdan geçerlerdi. Buradan geçildikten sonra sağ tarafta yer alan duvarda, 12. yüzyıldan kalma (1261'de yapıldığı sanılan), “deisis” ('Δέησις')olarak adlandırılan, İsa'nın Kıyamet Günü insanlık için Tanrı'dan niyaz dilemesini simgeleyen bir mozaik bulunur. Alt kısmı yok olmuş bu büyük mozaikte ortada İsa, sağda Vaftizci Yahya, solda ise Meryem görülür. İsa’nın sağ eli, alt kattaki iç nartekste yer alan mozaikte de görüldüğü gibi, “vaftiz işareti” denilen bir halde tasvir edilmiştir (baş parmağın ucu “kalbe giden yol”la ilişkilendirilen yüzük parmağına temas eder haldedir). Bu mozayiğin muhtemelen diğer çeşitli Ortodoks kiliselerinde taklit edilmeye çalışılan bir özelliği, İsa’nın yüzünün sağ ve sol yarılarının birbirlerinden farklı olarak tasvir edilmiş olmasıdır. Bu fark, sağ ve sol gözlerde de görülür. Bir yapım hatası olmayan bu özellik, Leonardo da Vinci’nin ünlü eserinde de görülmekle birlikte, Ayasofya’daki bu mozaik 12. yüzyılda yapılmış olduğundan Vinci’nin eserinden daha eskidir. Mozayiği yapan sanatçı İsa’nın yüz kısmına öyle bir özellik kazandırmıştır ki, mozaikten Kudüs yönüne doğ
ru 10-15 metre kadar yürünerek geri dönüp bakıldığında hem İsa’nın yüzünün iki yarısı simetrik hale gelir, hem de İsa’nın gözleri o konumdaki kişiye bakar bir vaziyet alır. Bu mozaik Bizans resim sanatında rönesansın başlangıcı olarak ele alınır. Üst katın bu kısmında sağda, zeminde Venedik Cumhuriyeti'nin kör hükümdarı Dandolos’un mezarı yer alır. Güney üst nefinin doğu ucunda, sağda binanın eğrilmeye maruz kalışının açık bir göstergesi olan, Piza kulesi gibi eğrilmiş bir sütun bulunur. Solda ise yine alt kısımları tahrip edilmiş iki mozaik yer alır. 1122'de yapılmış olan ilk mozaikte ortada çocuğuyla Meryam Ana, solda, elinde bir para kesesi tutan Bizans imparatoru II. Ioannes (Johannes) Komnenos, sağda eşi İren görülür. Mozayiğin 90 derece açı yaparak yan duvarda (payede) devam eden kısmında imparatorun veremden ölen oğlu Aleksios tasvir edilmektedir. İmparator ve eşi oğulllarının genç yaşta ölmesinden sonra çocuklar için ücretsiz bir hastanenin açılmasını finanse etmişlerdir. 11. yüzyıldan kalma diğer mozaikte ortada İsa yer alır. Bizans mozaik sanatında genellikle, İsa baştaki haleye bir haç iliştirilerek tasvir edilir ve ayrıca mozaiklere kimlikleri açıklayıcı yazılar eklenir. Bu bakımdan Bizans mozaiklerinde kimliklerin teşhis edilmesinde zorluk çekilmez. Mozaikte sağda imparatoriçe Zoi yer alır. Zoi, kocalarının ölümünden dolayı üç kez evlenmiş ve üç imparatora eşlik etmiştir. Her evlendiğinde mozaikteki imparatoru ve adını değiştirmek gerektiğinden, sanatçı mozaikteki imparatorun vücudunu tümüyle değiştirmek yerine yerine yalnızca kafayı ve kim olduğunu açıklayan yazıyı değiştirmek yoluna gitmiştir. Bu yüzden mozaikte imparatorun kafasının ve adının çevresinde kazınma izleri görülmektedir. Mozaikteki son kocası imparator IX. Konstantinos'tur. O da elinde bir para kesesi tutar halde tasvir edilmiştir. Bu mozayiğin solundaki girintide yer alan, süslemeli tarzda boşluklar açılarak oyulmuş mermer blokun üzerinden bakıldığında, tam karşıda, absidin üst kısmı ile yarım kubbe arasındaki kemerde görülen, bir kanadın alt ucunu ve ayak kısmını gösteren mozaik parçaları vaktiyle burada bir melek mozayiğinin bulunduğu izlenimini vermektedir. Muhtemelen bir deprem sırasında düşmüş olmalıdır. Mermer bloktan hafifçe sağa doğru bakıldığında ise absidin üst kısmında yer alan, kucağında çocuğunu taşıyan Meryem mozayiği alt kattan görülme derecesine kıyasla daha iyi ve daha yakından görülebilmektedir. 9. yüzyıla tarihlenen, Meryem'i taht üzerinde tasvir eden bu mozaikte, tahtın üzerindeki minderlerde pik (maça) sembolleri bulunur. İsa’nın giysisinin sarı renkte parlayan mozaik taşlarının yapımında altın, beyaz renkte parlayan kısımlarının yapımında gümüş kullanılmıştır. Kuzey üst nefinde günümüzde Ayasofya’nın mozaiklerinin ve çeşitli kısımlarının büyük boy fotoğrafları sergilenmektedir. Bu nefin sağ tarafında kuytuda kalan bir duvarda imparator Aleksandros’un (912-913) mozayiği bulunur. Mozaik Ernest J. W. Underwood gözetiminde Bizans Enstitüsü tarafından temizlenmiştir. İmparator Aleksandros’un eşcinsel olduğu ve özel yaşamına önem verebilmesi için imparatorluğun yönetimini kardeşi VI. Leon’a bıraktığı belirtilir. Nefin doğu ucundaki bitiminde, solda aşağı kata iniş rampası bulunur, sağda ise, güney nefinin ucundaki girintinin simetriği tarzında bir girinti yer alır. Buradan bakıldığında tam karşıda, absidin üst kısmı ile yarım kubbe arasındaki kemerde Cebrail’i tasvir eden mozaik görülür. Mozaik buradan, alt kattan görülme derecesine kıyasla daha iyi ve daha yakından görülebilmektedir. 9. yüzyıla tarihlenen bu mozaikte kanatlarıyla tasvir edilmiş başmeleklerden Cebrail, sol elinde bir küre tutar halde tasvir edilmiştir. Bu kürenin dünyayı temsil ettiği sanılmaktadır. Fakat mozaiğin dünyanın yuvarlak olduğunun bilinmediği 9. yüzyılda yapılmış olduğu gözönüne alınırsa, sanatçının hangi bilgiye dayanarak dünyayı yuvarlak temsil etmiş olması düşündürücü, ilginç bir konu oluşturmaktadır. Absiddeki Meryem mozaiği buradan da görülmektedir. Bu mozaiğin öteki nefin bitimindeki girintiden görülmesine kıyasla buradan görülmesinin tek farkı, buradan Meryem ve İsa'nın bakışlarının düşmüş olduğu sanılan melek mozaiğine yönelmiş olduklarının fark edilebilmesidir. Alt kattaki çıkış kapısından avluya çıkıldığında görünen, erkeklerin abdest gereksinimini karşılamak üzere inşa edilmiş şadırvan, I. Mahmut döneminde eklenmiştir. Sol taraftaki kapı türbelere açılır. Ayasofya Müzesi’ne ait türbeler, II. Selim’in, III. Murat’ın , III. Mehmed’in, sultan Mustafa’nın, sultan İbrahim’in ve şehzadelerin türbeleridir. Türbeler artık ziyarete açılmıştır. Bu türbelerden birinde yürütülen restorasyon çalışmaları sonucu bilinen en büyük boyutlu, Bizans döneminin 6. yüzyıl öncesi erken Hristiyanlık dönemine ait vaftiz havuzu ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca, genellikle konserlerde açılan Aya İrini Müzesi de Ayasofya Müdürlüğü’ne bağlıdır. Avlu’daki hem taş hem tuğla kullanılarak inşa edilmiş yapı ise Osmanlı döneminde eklenmiş, çocukların Kuran eğitimi için kullanılmış Sıbyan Mektebi’dir. Avluyu çevreleyen diğer binalar müze müdürlüğünün personelince çalışma amaçlı kullanılmaktadır. Uzunluk birimleri Uluslararası Ölçüm Sisteminin uzunluk birimi metre'dir ve kısaca "m" ile gösterilir. Günümüzde "1 metre", ışığın boşlukta 1/299.792.458 saniyede aldığı yol olarak tanımlanmıştır. Bu çağdaş tanım günümüzde dünyanın çeşitli laboratuvarlarında yapılabilen hassas ölçümlerin birbirleriyle karşılaştırılabilmesi amacıyla kabul edilmiştir. Gerek bir metrenin çeşitli uzaklık ve büyüklükleri ölçmekte çok büyük ya da çok küçük gelmesi, gerekse tarihsel ve geleneksel nedenlerle kullanılan birçok başka uzunluk birimi de vardır. Bu birimlerin bazıları ve metre olarak karşılıkları aşağıda verilmiştir. 7 Mayıs Egon Schiele Egon Schiele (12 Haziran 1890 – 31 Ekim 1918), Avusturyalı dışavurumcu ressam. Grafit, kurşun kalem ve suluboyayı kâğıt üzerine kullandığı çalışmalarında, genelde portreler üzerine çalışır. Figürler kırılgan, çoğu zaman hastalıklı, çoğu zaman fakir ve hüzünlüdürler. Buna rağmen çizgilerinde yüzen güçlü bir enerji, yer yer erotizme dönüşerek, yer yer yaşama sevgisi olarak karşımıza çıkar. Figürlerini gerek teknik sebeplerle, gerek sembolik olarak fondan, beyaz, suluboya bir çizgiyle ayırır. Gustav Klimt'ten yoğun olarak etkilenmiştir. 12 Haziran 1890'de Viyana, Avusturya'da doğdu. Annesi, zengin bir banker ailenin kızı, babası ise bir demiryolu istasyonunun yöneticisiydi. Yaşadıkları küçük kasabada (Tulin) ilkokul bulunmadığı için, ilkokulu dayısının ve teyzelerinin yanında; önce Krems, sonra Klosterneuburg kentlerinde okudu. Yazları ziyaret ettiği ailesi arasında kızkardeşi ile (bazı biyografilerde ensest ilişki olarak yorumlanan) büyük bir yakınlık bulunmaktaydı. Egon 14 yaşındayken babası akli dengesini kaybetti ve ertesi yıl öldü. Ekonomik bir kriz yaşayan annesi, oğlunu Viyana'da yaşayan ağabeyinin yanına, bankerlik öğrenmesi için gönderdi. Yıllardır annesinin desteği ile resim yapmaya alışmış ve bunu seven Egon, dayısının tüm itirazlarına rağmen Gustav Klimt'in devam etmiş olduğu Vienna Güzel Sanatlar ve Zanaat Okuluna başvurdu. Buradan reddedilerek, daha geleneksel bir sanat eğitimi veren Güzel Sanatlar Akademisine refere edildi. Akademinin giriş sınavlarını başarıyla kazandı ve 1906 yılında, 16 yaşında, akademi öğrencisi oldu. Hemen ertesi yıl hayranı olduğu Klimt'i ziyaret ederek yaptığı eserleri gösterdi. Klimt, genç sanatçıdaki yeteneği görerek onu desteklemeye başladı. Desenlerini satın aldı, sponsorlarla tanıştırdı, evindeki toplantılara davet etti ve Sezession grubuna bağlı sanat atölyesi olan Wiener Werkstütte ile tanıştırdı. Schiele, kıyafet ve ayakkabı tasarımından kartpostala kadar çok çeşitte ürün çıkardıktan sonra 1908 yılında; Klosterneuberg'de ilk grup sergisini açtı. 1909 yılında 3. sınıfı bitirdikten sonra Akademi'yi bıraktı ve kendi stüdyosunu açtı. Bazı biyografilere göre bu dönemde pornografi kolleksiyoncuları için ürünler yaratarak geçimini sağladı. Atölyesine sık sık ve serbestçe gelen küçük çocukların erotik olan ve olmayan resimlerini yaptı. Bu nedenle 1912 yılında tutuklandı ve bir ay hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. 1915 yılında Viyana'nın Galerie Arnot galerisinde açtığı ilk kişisel sergisi için hazırladığı posterde kendini St. Sebastian olarak göstermiş olması ve gösteriş şekli, narsizm, teşhircilik ve kınanma duygularıyla savaştığının, bu savaşı kaybetmeye başladığının işareti olarak gösterilir. Gene 1915 yılında stüdyosunun karşısındaki evde oturan Edith ve Adele isimli iki kardeşle tanıştı. İkisi ile de yaşanan bir flört döneminden sonra, Edith ile (ailelerinin itirazına rağmen) evlendi. Evlendikten 4 gün sonra askere çağırıldı. Savaş alanından ve savaşın yarattığı yokluklardan uzak geçen bir askerlik dönemi yaşayan sanatçı, savaşa rağmen, Avusturya'nın önemli ressamlarından biri olarak ün yapmaya devam etti. Avusturya'nın, savaştaki tarafsızlıklarını koruyan İskandinav ülkeleri önündeki imajını geliştirmek için devlet tarafından düzenlenen resim sergisinde eserlerini sergilemesi istendi. 1918 yılında gerçekleşen Sezession'un 49. sergisinde baş ressam olması önerildi. Duyuru posterinde kendisini son akşam yemeğini yiyen İsa olarak resmettiği sergi, savaşa rağmen büyük başarı kazandı. Schiele'nin desenlerinin fiyatı kat kat arttı ve sayısız portre komisyonu aldı. Edith ile birlikte daha lüks bir atölyeye taşındılar, ancak mutluluk kısa sürdü. 19 Ekim 1918'de Edith, karnında taşıdığı bebek ile birlikte öldü. Karısının ve çocuğunun ölümüne sebep olan İspanyol gribine yenik düşen Schiele de 31 Ekim 1918'de vefat etti. Birçok eleştirmene göre kendi özgün stilini tam olarak geliştiremeden, henüz 28 yaşındayken ölmüştür. GNU GNU; çekirdeği, sistem araçlarını, açıcılarını, kütüphanelerini ve son kullanıcı yazılımlarını içeren, GNU Tasarısı kapsamında geliştirilen bir işletim sistemidir. İsminin açılımı ""GNU's Not Unix"" (GNU Unix değildir) dir. Bu ismi almasındaki sebep d
e tasarımının Unix'e benzerken kendisinin özgür yazılım olması ve herhangi bir UNIX kodunu içermemesidir. GNU işletim sistemi planı 1983 Eylül'ünde Richard Stallman tarafından duyurulmuş, 1984 Ocak ayında işleyişe başlamıştır. 2006 itibarıyla GNU hâlâ etkin olarak gelişmektedir. GNU'nun geliştirilmesi GNU Tasarısı tarafından gerçekleştirilmektedir ve bu tasarı altında birçok GNU belgeleri ve yazılımları bulunur. Günümüz itibarıyla hâlâ tamamlanmış bir GNU sistemi sunulmamıştır. Resmi çekirdeği GNU Hurd'dür ancak Hurd henüz bitmemiştir zira geliştirilmesi aşamasında bazı lisans sorunları yaşanmış ve yapısal değişikliğe gidilmiştir. Linux'un da devreye girmesiyle birçok GNU kullanıcısı Linux çekirdeğine geçiş yapmış böylece Linux, Hurd'ün yerini doldurmuştur. GNU resmi olarak başka yazılımları da desteklemektedir (Xorg ve TeX gibi). Sistemin başlıca içeriği GNU Compiler Collection (GCC), GNU Binary Utilities (binutils), bash kabuğu, GNU C kütüphanesi (glibc) ve coreutils'den oluşur. Görsellik açısından X.Org'u; yazım açısından da TeX yazılımlarını kullanır. Tüm GNU yazılımları halen GNU Hurd çekirdeğiyle uyumlu değildir. Linux çekirdeğini kullanan kullanıcılar sistemlerini genel olarak "Linux" demektedir ancak GNU Projesi "Linux" yerine "GNU/Linux" denmesini önerir. Çünkü Linux, bünyeside GNU araçlarını barındırmaktadır. Bu konudaki tartışma uzun süredir devam etmektedir. Birçok GNU yazılımları diğer işletim sistemlerinde de kullanılmıştır (Windows, BSD, Solaris ve Mac OS gibi). GNU Genel kamu lisansı (GPL), GNU Lesser General Public License (LPGL) ve GNU Free Documentation License (GFDL) GNU tarafından yazılmıştır ancak bambaşka birçok diğer konuda da kullanılmaktadır. GNU kamu malı olarak görülmektedir ve başarisinin arkasında olan da herkese olan açıklığıdır. Her kullanıcı GNU'yu geliştirebilir. Batlamyus Klaudyos Batlamyus (Antik Yunanca: Κλαύδιος Πτολεμαίος, Klaudyos Ptolemaios), İskenderiyeli Yunan matematikçi, coğrafyacı ve astronom. Yaklaşık olarak 85 ve 165 yılları arasında yaşadığı kabul edilir. Geç İskenderiye Dönemi'nde yaşamış (MS 2. yüzyılın ilk yarısı) ünlü bilim adamlarındandır. Hayatı hakkında hemen hemen hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Müslüman astronomlar 78 yaşına kadar yaşadığını söylemektedir. Yunan asıllı bir Mısırlı, veya Mısır asıllı bir Yunan olduğu iddia edilmektedir. Batlamyus, iki önemli yapıtın yazarıdır: "Büyük Bileşim" ve "Coğrafya". Bu yapıtlar Avrupa'daki Ortaçağ'ın bitişinde önemli yere sahiptir. Kitapların Latinceye çevrilişi ancak 12. yüzyılda yapılmıştır. Batlamyus astronomi, matematik, coğrafya ve optik alanlarına katkılar yapmıştır; ancak en çok astronomi çalışmalarıyla tanınır. Zamanına kadar ulaşan astronomi bilgisinin sentezini yapmış ve bunları "Mathematike Syntaxis" (Matematik Sentezi) adlı yapıtında toplamıştır. Bu eser daha sonra "Megale Syntaxis" (Büyük Derleme) olarak anılmış ve Arapçaya çevrilirken başına Arapçadakiler harf-i tarif takısı olan "el" getirildiği için, ismi "el-mecistî" biçimine dönüşmüştür; daha sonra Arapçadan Latinceye çevrilirken "Almagest" olarak adlandırıldığından, bugün Batı dünyasında bu eser "Almagest" adıyla tanınmaktadır. "Almagest", on üç kitaptan oluşur; Batlamyus bu eserde, ana çizgileriyle göksel olguları anlamlandırmak üzere kurmuş olduğu geometrik kuramı tanıtmaktadır; Aristoteles fiziğini temel alan bu kuramda, evren küreseldir ve Yer bu evrenin merkezinde hareketsiz olarak durmaktadır. Şayet günlük veya yıllık görünümler Yer'in hareketleri sonucunda meydana gelseydi, her şey uzaya saçılır ve Yer parçalanırdı. Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter, Satürn ve sabit yıldızlar Yer'in çevresinde, muntazam hızlarla, dairesel hareketler yaparlar. Sabit yıldızlar küresi evrenin sonudur. Ancak, Yer'in merkezde olduğu ve gök cisimlerinin de onun çevresinde düzenli olarak dolandıkları kabul edildiğinde, bazı gözlemleri, örneğin Ay ve Güneş'in Yer'e yaklaşıp uzaklaşmalarını, bazen hızlı ve en kapsamlı bilgiler vermiştir; çünkü küresel astronominin sınırları içinde kalan klasik astronomiye ait hesaplamalar, küresel geometriye dayanmaktadır. Batlamyus'tan yaklaşık üç asır önce yaşamış olan Hipparkhos (MÖ 150) açıların kirişlerle ölçülebileceğini bildirmiş ve bir kirişler cetveli hazırlamıştı; ancak konuya ilişkin yapıtı kaybolduğundan, bu cetveli nasıl düzenlediği bilinmemektedir. Bazı yayların kirişlerinin bulunması çok kolaydı ve bu kirişlere "ana kirişler" adı verilmişti; ama bunların dışındaki yayların kirişlerinin bulunması uzun işlemleri gerektiriyordu. Bu nedenle Batlamyus kirişler cetvelini hazırlarken bir dairenin içine çizilmiş dörtgenlere ilişkin "Batlamyus Teoremi"'ni (AB . CD + AD . BC = AC . BD) kullanmak suretiyle, açılar toplamı ve farkının kirişlerini (kiriş (A-B), kiriş (A+B), kiriş A/2 , kiriş 2A gibi) bulma yoluna gitmişti. Batlamyus, coğrafya araştırmalarına da öncülük etmiş ve Coğrafya adlı yapıtıyla matematiksel coğrafya alanını kurmuştur. Bu kitap Kristof Kolomb'a kadar bütün coğrafyacılar tarafından başvuru kitabı olarak kullanılmıştır. Almagest'ten sonra yazılan "Coğrafya", sekiz kitaba bölünmüştür ve matematiksel coğrafya ile haritaların çizilebilmesi için gerekli bilgilere tahsis edilmiştir; Almagest gibi Coğrafya da derleme bir eserdir; Batlamyus bu kitabı hazırlarken Eratosthenes, Hiparkhos, Strabon ve özellikle de Surlu Marinos'tan büyük ölçüde yararlanmıştır. Coğrafya'nın Birinci Kitabı, Dünya'nın -ya da doğrusunu söylemek gerekirse Yunanlar tarafından bilinen Dünya'nın- büyüklüğü ve "kartografik" izdüşüm yöntemleri hakkında ayrıntılı bilgiler verir. İkinci Kitap'la Yedinci Kitap arasında, tanınmış memleketlerdeki önemli yerlerin, yani önemli kentlerin, dağların ve nehirlerin enlem ve boylamları verilerek Dünya'nın düzenli bir tasviri yapılır. Enlem ve boylamlardan, yani bir başlangıç dairesine olan uzaklıklardan söz eden ilk bilgin olan Batlamyus'un enlem ve boylam tablolarıyla betimlemeye çalıştığı Dünya, kabaca 20° güneyden, 65° kuzeye; batıdaki Kanarya Adaları'ndan, bunların yaklaşık olarak 180° doğusundaki bölgelere kadar uzanmaktadır. Bunun dışında kalan bölgeler ise Yunanlar ve dolayısıyla Batlamyus tarafından tanınmamaktadır. Söz konusu tablolar, haritaların çizilmesini olanaklı kılmaktadır ve belki de bu haritalar eserin eski nüshalarında mevcuttur. Astronomi bilgilerini kapsayan Sekizinci Kitap'ta bunlara atıflar yapılmıştır. Ancak Batlamyus'un coğrafya anlayışı yeterince geniş değildir. İklim, doğal ürünler ve fiziki coğrafyaya giren konularla hiç ilgilenmemiştir. Başlangıç meridyenini sağlam bir şekilde belirleyemediği için, vermiş olduğu koordinatlar hatalıdır. Ayrıca, Yer'in büyüklüğü hakkındaki tahmini de doğru değildir. Ancak Kristof Kolomb bu yanlış tahminden cesaret alarak Batı'ya doğru gitmiş ve Kuzey Amerika'ya ulaşmıştır. Aynı zamanda döneminin önde gelen optik araştırmacılarından olan Batlamyus, daha önceki optikçilerin çoğu gibi, görmenin gözden çıkan görsel ışınlar yoluyla oluştuğu görüşünü benimsemiştir. Ancak, görsel yayılımın fiziksel yorumunu da vermiş ve bu yayılımın, kesikli ve aralıklı koni biçiminde değil de, kesiksiz ve sürekliliği olan piramit biçiminde olduğunu belirtmiştir. Şayet böyle olmasaydı, yani ışınlar gözden sürekli olarak çıkmasaydı, nesneler bütün olarak görülemezlerdi. Buna rağmen, Batlamyus'un görsel piramit fikri, optikçiler arasında rağbet görmemiş ve görme söz konusu olduğunda daha çok koni biçimi göz önüne alınmıştır. Daha sonra da İslâm dünyasında bilginlerin görsel koni fikrine dayandıkları ve görme geometrisini bunun üzerine kurdukları görülmektedir. Batlamyus, "katoptrik" (yansıma) konusuyla da ilgilenmiş ve ayrıntılı deneyler sonucunda üç prensip ileri sürmüştür: Bu üç prensipten ilk ikisini kuramsal, üçüncüsünü ise deneysel olarak kanıtlayan Batlamyus, ayna yüzeyine gelen ışının eşit açıyla yansıdığını gösterebilmek için, derecelenmiş ve tabanına ayna yerleştirilmiş olan bakır bir levha kullanmıştır. Bir ışın hüzmesini levhaya teğet biçimde ayna yüzeyine gönderip, gelme ve yansıma açılarının büyüklüklerini belirlemiş ve bunların eşit olduğunu görmüştür. Batlamyus bu deneyini küresel ve parabolik bütün aynalar için tekrarlayarak, sonucun doğruluğunu kanıtlamıştır. Batlamyus, dioptrik (kırılma) konusuyla da ilgilenmiş ve ışığın bir ortamdan diğerine geçerken yoğunluk farkından dolayı yön değiştirmesinin nedenini araştırmıştır. Bu araştırmanın sonucunda, az yoğun ortamdan çok yoğun ortama geçen ışının, "normal"e yaklaşarak ve çok yoğun ortamdan az yoğun ortama geçen ışının ise "normal"den uzaklaşarak kırıldığını ve kırılma miktarının yoğunluk farkına bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Konuyu ele alırken benimsediği bazı prensiplerde bunu açıkça görmek olanaklıdır: Batlamyus ortam farklılıklarından dolayı ışığın uğradığı değişimleri, aynı zamanda kırılma kanununu da içerecek şekilde deneysel olarak göstermeye çalışmış ve çeşitli ortamlardaki (havadan cama, havadan suya ve sudan cama) kırılma derecelerini gösteren cetveller hazırlamıştır. Ancak verdiği değerler küçük açılar dışında tutarlı olmadığı için kırılma kanununu elde edememiştir. Batlamyus, daha önce Babil ve Yunan astronomları ve astrologları tarafından derlenmiş bilgi birikiminden yararlanarak astrolojiyi de sistematize etmiştir. Dört bölümden oluştuğu için "Tetrabiblos" (Dört Kitap) olarak adlandırdığı yapıtında, gezegenlerin nitelik ve etkileri, burçların özellikleri, uğurlu ve uğursuz günlerin belirlenmesi gibi astroloji kapsamındaki konular hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Ortaçağ ve Yeniçağ astrolojisi bu kitabın sunmuş olduğu birikime dayanacaktır. Astroloji bir bilim değildir, ama astronomi ile birlikte doğmuş ve yaklaşık olarak 18. yüzyıl'a kadar bu bilimin gelişimini, kısmen olumlu kısmen de olumsuz yönde etkilemiştir; bu nedenle astronomi tarihi araştırmalarında astrolojiye ilişkin gelişmelerden de bahsetmek gerekir. 21 Nisan Lamborghini Lamborghini, bir İtalyan otomobil markasıdır. Feruccio Lamborghini (1916-1993) tarafından kurulmuştur.
Bologna ile Modena arasındaki küçük bir köy olan Santa Agata'da firmanın merkezi ve fabrikası bulunmaktadır. Giotto Bizzarrini, Gian Paolo Dallara, Franco Scaglione ve Bob Wallace gibi yeteneklerle çalışarak ilk prototipini üretirler. GTV'den hemen sonra Lamborghini 350 GT'yi satışa sunulur. 350 GT'yi 400 GT takip eder. 400 GT ve ondan önceki modelden elde edilen gelir şirkete ilk spor otomobili üretir. Lamborghini Miura Konsept Kasım 1965'de Ferruccio tarafından Torino Otomobil Fuarı'nda tanıtılır. Motoru ortada ve enine olarak yerleştirilmiştir. Konsept bir yıldan kısa bir sürede Marcello Gandini tarafından üretim aşamasına getirilir. Otomobil adını ünlü boğa yetiştiricisi Don Eduardo Miura almıştır. Toplam 761 adet Miura üretilmiştir. Miura Lamborghini markasını dünyanın sayılı spor araba üreticisi arasına dahil etmiştir. Miura'yı Espada takip eder. Espada tasarımını 4 koltuklu Marzal konseptinden almıştır ve Miura ile beraber geliştirilmiştir. Espada İspanyolca matadorların boğa güreşlerinde kullandığı kılıç adıdır. Motoru 4 litre V12 olup önden geleneksel yerleştirilmiştir. Üretimde olduğu 10 yıl boyunca 3 farklı seri halinde satılmıştır. 1217 adet üretilen Espada Lamborghini'nin başarılı modellerinden biridir. 1971 yılında Lamborghini LP500 Countach konseptini üretir. Countach kelimesinin tam anlamı yoktur. Piyemontece'de güzel bir bayan görüldüğünde söylenir. İlk konseptin çıkışından 3 yıl sonra 1974'te LP400 Countach'ın üretimine başlanmıştır. Countach bir Lamborghini geleneği olan yukarı açılan kapılara sahip olan ilk otomobildir. Miura'da bulunan 4 litre V12'yi ve bu V12'nin hacmi artırılarak 5 litrelik bir versiyonunu (LP500S Countach 1982) kullanmıştır. Aracın geri görüşünün olmayışı onu geri viteste iken sürücüsünün kapı eşiğine oturup kullanmasını gerektiriyordu. Şirket 1972 yılında Güney Amerika'ya yapacağı büyük çaplı bir traktör satışının iptali ile büyük bir sıkıntıya girmiştir. Traktör siparişlerin hazırlanması için yapılan geliştirmeler sonucu giderler arttırmış ve bunun sonucu olarak Ferruccio beraber üretim yaptıkları traktör fabrikasındaki hisselerini Fiat'a satmıştır. Günümüzde Same Deutz-Fahr grup bünyesinde Lamborghini marka traktörlerin üretimi devam etmektedir. Sonunda otomobil departmanı kendi kendine yetebilen ve kar edebilen bir kuruluş olmuştur. Fakat Lamborghini şirketini İsviçreli yatırımcılara satarak otomotiv sektöründen çekilmiştir. 1970'lerdeki petrol krizi spor otomobil satışlarını etkilemiştir. 1978'de Lamborghini şirket olarak iflası açıklar. İtalya icra mahkemesi şirketin satışını ister. Bunun üzerine İsviçre merkezli Mimran kardeşler şirketi satın alırlar. Bu dönemde şirket Countach, Jalpa ve LM002 modellerini satmaya devam eder. Şirket sürpriz bir şekilde 1987 yılında Lee Iacocca yönetimindeki Chrysler tarafından satın alınır. Sonrasında Lamborghini Countach'ın selefi olacak Diablo modeli için çalışmalara başlar. Diablo'nun tasarımını daha önce Miura ve Countach'ın tasarımını yapmış olan Marcello Gandini yapar. Tasarım Chrysler tarafından geliştirilerek satışa sunulur. Ocak 1994'te kötü ekonomik koşullar ve politik şartlar Chrysler'in Lamborghini'yi Megatech'e satmaya zorladı. Megatech Endonezya Başkanı Suharto'nun oğlu Tommy Suharto yönetimindeki Endonezyalı yatırım grubudur. Yeni yönetim altında pazarlama uygulamalarındaki değişim ve yeniden yapılandırılan satış bayileri ile Lamborghini'de rönesans başlamıştır. Satışlar 1993'te 101,1994'te 301 ve 1995'te 414'e yükselmiştir. Lamborghini Miura SV'den ilham alınarak yapılan Diablo SV (Sport Veloce) 1995'te satışa sunuldu. Lamborghini tarafından geliştirilen en güçlü V12'ye (525 bg) sahiptir. Diğer Diablo modelleri arasında Diablo SV en çok satılan model olacaktır. Megatech 1997 yılında Endonezya'daki değişen koşullar sebebiyle şirketi Audi'ye satmıştır. Audi'nin Lamborghini'yi almasıyla beraber Diablo'nun yerine gelecek modelin çalışmalarına devam edilmiştir. Luc Donckerwolke tarafından tasarlanan Lamborghini Murcielago belki de son geleneksel Lamborghini modeli olacaktır. Yukarı açılan kapıları ve V12 motor kullanan güncel son modeldir. 6.2 litre hacmindeki motor 575 bg üretirken, 2006 yılında Murcielgo'nun geliştirilmiş versiyonu LP640'ta ise 6.5 lt hacminde 640 bg güç üreten bir V12 bulunmaktadır. Murcielago'nun anlamı İspanyolca yarasa demektir. 1879'da Cordoba arenasında 24 kılıç darbesi almasına rağmen sağ kalan boğanın adı Murcielago'dur. Daha sonra Murcielago bir başka Lamborghini modelini adını veren Don Antonio Miura'ya hediye edilmiştir. Luc Donckerwolke'a Red Dot tasarım ödülünü kazandırmıştır. 2007 yılında ise Lamborghini 1 milyon Euro değeri ile en pahalı, en hızlı (360 km/h)ve en güçlü (670 bg) Murcielago modelini satışa sundu. Reventón 6.5 litre V12 motorunun ürettiği 670 bg güç ile 0–100 km/h hızlanması sadece 3.4 saniyede gerçekleştirir. Araçtan sadece 20 tane üretilmiştir. 2009 yılında ise Murcielago LP670/4 SV (Super Veloce) tanıtılmıştır. 6.5 litrelik V12'si 670 bg güç üretmektedir. Ayrıca kullanılan karbonfiber malzemeler ve şaside kullanılan çelik güncel LP640 modelinden 102 kg daha hafif olmasını sağlamıştır. 335 km/h maksimum hıza çıkabilen araçtan sadece 350 adet üretilecektir. LP 670/4 Murcielago'nun son versiyonu olacaktır. LP670/4 modeliyle beraber Murcielago modeli üretimden kalkacaktır. 102 kilogramlık diyeti için Murcielago'nun müzik sisteminden dahi feragat edilmiştir. SV sadece beyaz, gri, sarı, turuncu ya da siyah renklerle sunulacak olsa da Lamborghini mat siyah ve mat beyaz renkleri opsiyonel olarak alınabilecek. 2003 yılında Audi çatısı altında yapılan ilk model olan Gallardo üretime geçmiştir. Otomobil ismini ünlü bir boğadan almaktadır. Gallardo İspanyolca bir sözcük olup cesur anlamına gelmektedir. Lamborghini'nin en çok satan modelidir. Luc Donckerwolke tarafından tasarlanmış ve 2003 senesine Red Dot Tasarım Ödülünü 2. defa kazanmıştır. Üretime başlandığı 3 yıl içerisinde 5000 üzerinde satılmıştır. 5 litre V10 ortadan motorlu araç Gallardo 550-2 Valentino Balboni modeli hariç 4 tekerden çekişlidir. İlk modelleri 500 bg iken 2006 yılında Gallardo Spyder modeli ile birlikte güç 520 bg çıkmıştır. 2007 yılında ise Cenevre otomotiv fuarında Superleggera modeli tanıtılmıştır. Güncel versiyonundan 70 kg daha hafif ve 10 bg daha güçlü olan model, Ferrari 430 Scuderia'nın rakibi olmuştur. 2008 senesinde ise Gallardo versiyonları arasında en güçlüsü LP560/4 satışa sunulmuştur. V10 motoru 560 bg üretecek şekilde geliştirilmiştir. Ayrıca genel kapsamlı yapılan değişiklikler arasında aracın önünde yenilen hava girişleri Reventon'dan alınmıştır. Ayrıca farlar eski versiyona göre biraz daha aşağı çekilerek aracın ön görünüşü daha agresif hale getirilmiştir. Arka tarafta yapılan değişiklikler ise tamamiyle yeniden şekillendirilen stop lambaları ve çift olan egzoz çıkışlarının 4'e çıkarılmasıdır. Stop lambalarının değişimi şirket tarafından, aracı daha yüksek gösteriyordu şeklinde açıklanmıştır Ferruccio Lamborghini şirketinin yarışlara girmesini istemedi. O bunun çok pahalı ve şirketi maddi yönden zorlayacağını düşünmüştür. Bu sebeple onun yönetiminde şirket hiç yarış arabası üretmedi. Şirket sadece ama sadece test pilotu Bob Wallace için var olan modellerin yüksek performanslı prototiplerini üretmiştir. Bunlardan göze çarpanlar Miura SV baz alınarak yapılan Jota ve Jarama S'ten yapılan Bob Wallace Special'dir. Rosetti yönetiminde, Lamborghini BMW ile bir anlaşma dahilinde homologe edilmesi için yeterli sayıda yarış arabası üretimi yapmıştır. Bununla beraber Lamborghini anlaşmadaki şartları yerine getirememiştir. Araç neticede BMW motorsporları bölümü tarafından geliştirilmiş ve BMW M1 olarak üretilerek satılmıştır. Yine Lamborghini C klasmanında yarışmak için QVX'yi geliştirmiştir. Bir araç yapılmıştır fakat sponsor bulunamayışından sezonu bitirememiştir. Sadece bir yarışa katılmıştır. 1986 yılında şampiyona dışında Southern Suns 500 km yarışında Güney Afrika'da bulunan Kyalami pistinde Tiff Needell tarafından sürülmüştür. Aracın yarışı başlangıca göre iyi bir yerde bitirmesine rağmen sponsor bulunamadı ve yarış programı iptal edildi. Lamborghini 1989 ve 1993 yılları arasında Formula 1 yarışlarına motor tedarikçisi olmuştur. Müşterileri arasında Larrousse, Ligier, Lotus ve kendi takımıdır. Her ne kadar takımın ismi Lamborghini olsa da fabrika takımı olarak görülmemiştir. 1992'de Larrousse/Lamborghini takımı rekabetçi olmasa da dikkate değer biçimde egzozlarından yağ fışkırtıyordu. Larrousse takımının yarış arabalarını yakından takip eden öteki arabalar çoğunlukla yarışın bitiminde sarımsı-kahverengi renklere bürünüyorlardı. 1991'in ilerleyen günlerinde Lamborghini'nin Formula 1 için ürettiği motorlar Konrad KM-011 Grup C araçlarında kullanılmıştır. Fakat birkaç yarış kalmışken proje iptal edildi. Aynı motor kardeş firma Chrysler markası ile 1993 sezonunun sonuna yaklaşırken McLaren tarafından 1994 sezonunda kullanılması için test edilmiştir. Her ne kadar takımın sürücüsü Ayrton Senna tarafından motorun performansı olumlu not almışsa da, McLaren görüşmeleri askıya almış ve Peugeot motorunu tercih etmiştir. Böylece Chrysler bu projeyide bitirmiştir. Diablo Supertrophy için iki Diablo modeli üretilmiştir. Tek model yarış serisi 1996 ile 1999 yılları arasında yapılarak devam etmiştir. İlk yıl kullanılan araçlar Diablo SVR iken, kalan üç yılda ise Diablo GTR kullanılmıştır. Lamborghini 2004 yılında FIA GT Şampiyonası'nda, Super GT ve Amerika Le Mans Seri'sinde yarıştırmak için Murcielago R-GT modelini geliştirmiştir. Ulaşılan en yüksek derece FIA GT Şampiyonası'nın Valensiya'daki açılış yarışında elde ettiği üçüncülüktür. Yarışa Reiter Mühendislik adına katılan araç beşinci sıradan başladığı aracı podyumda bitirmiştir. Super Gt Şampiyonası'nın açılış yarışı olan Suzuka'da Japon Lamborghini sahipleri tarafından kullanılan araç ilk zaferini kazanmıştır (kendi sınıfında) R-GT ile. Gallardo'nun GT3 versiyonu Reiter Mühendislik tarafından geliştirilmiştir. All-Inkl.com yarış takımı
tarafından FIA GT Şampiyonası'na katılan Murcielago R-GT, Christophe Bouchut ve Stefan Mücke tarafından kullanılarak sezonun açılış yarışı olan Zhuhai Uluslararası Pisti'nde kazanarak Lamborghini'ye uluslararası yarış alanında ilk büyük başarısını getirmiştir. Lamborghini 2009 yılında yeni bir yarış serisine başlayacaktır. Blacpain Super Trofeo adındaki yarış serisinde Lamborghini Gallardo LP 560/4 araçların yarış versiyonları kullanılacaktır. Araç standart Gallardo LP560/4'e göre daha hafif ve biraz daha güçlüdür (570 bg). İlk yarış 2 Mayıs'ta İngiltere'nin Silverstone pistinde yapılacaktır. Daha sonraki etaplar ise sırası ile İtalya'da Adria Raceway, Almanya'da Norisring,Belçika'da ünlü Spa pisti, İspanya'da Barcelona ve Fransa'da Paul Ricard pistinde koşulacaktır. Toplam 30 araç takımlar için üretilmiş olup bir tanesi Lamborghini adına seride yarışacaktır. Şimdi yarış arabası olarak Lamborghini Gallardo kullanılmaktadır. Lamborghini Dünya Offshore Serisi yarışlarının Class 1 kategorisinde kullanılması için bazı yıllar büyük V12 motorları üretmiştir. Bu motor 8.2 litre olup gücü 940 bg'dir. Lamborghini'nin şu ana kadar sunduğu modeller sırasıyla; Ve en yeni modelleri olarak da Veneno LP 750-4 ve Asterion LP 910-4 sıralamada yerini almıştır. Dans Dans (Fransızca: Danse) ya da Raks (Arapça: رقص), tüm vücudun bir müzik ritmi eşliğinde estetikle birlikte çalıştırılabildiği bir gelenek, sanat, bir tedavi şekli veya sadece bir ifade şekli olabilir. Isaac Asimov Isaac Asimov (d. 2 Ocak 1920 – ö. 6 Nisan 1992), Yahudi asıllı Amerikalı yazar ve biyokimyacı. Pek çok konuda yapıtları olmasına karşın, bilim kurgu eserleri ve popüler bilim kitapları ile tanınmıştır. Kurgu olmayan çok sayıda eserinin yanı sıra fantezi dalında da yazmıştır. Dewey Ondalık Sınıflandırma sistemindeki felsefe hariç tüm ana dallarda eserleri vardır. Asimov ortak görüşle bilim-kurgu dalının ustasıdır. Robert A. Heinlein ve Arthur C. Clarke ile birlikte yaşadığı dönemde "üç büyük" bilim kurgu yazarından biri olarak kabul edilmiştir. Kesin doğum tarihi bilinmeyen Asimov'un doğum tarihi resmi kayıtlarda 2 Ocak 1920'dir. Rusya'da Smolensk yakınlarındaki bir kasabada Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Asimov, ailesi ile birlikte üç yaşındayken Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti. New York kentinde büyüdü. 20 yaşından önce bilim-kurgu öyküleri yazmaya başladı. Columbia Üniversitesi'nden 1939'da mezun oldu ve kimya dalında doktorasını aynı üniversiteden aldı. Daha sonra Boston Üniversitesi'ne geçti. Burada 1979'da profesör oldu. 26 Temmuz 1942'de Gertrude Blugerman ile evlendi. Bu evliliğinden iki çocuğu oldu. 1973'te ilk eşinden boşanan Asimov, aynı yıl Janet Jeppson ile evlendi. 1983'te olduğu by-pass ameliyatındaki kan naklinde kendisine verilen enfekte kan nedeniyle AIDS'e yakalandı ve 6 Nisan 1992'de bu hastalık yüzünden öldü. AIDS'ten öldüğü gerçeği ölümünden on yıl sonra kamuoyuna açıklandı. Yazarlık kariyerine bilim kurgu ile başlayan Asimov, popüler bilim kitapları ve şiir kitapları da yayımladı. 1941'de yayımlanan Nightfall adlı kısa bilim kurgu öyküsü, en ünlü bilim kurgu öykülerden biri oldu. Bu öykü 1968'de Amerikan Bilim-Kurgu Yazarları adlı kuruluş tarafından o zamana dek yazılmış en iyi kısa bilim kurgu öyküsü seçildi. Asimov, Vakıf (İng: Foundation) ve Robot dizi kitapları ile de büyük ün kazandı. Muazzez İlmiye Çığ Muazzez İlmiye Çığ, (20 Haziran 1914, Bursa), Türk sümerolog. Ailesi köken olarak Kırımlı göçmenlerden olup babası Kırım'dan Amasya, Merzifon'a, annesi ise Kırım'dan Bursa'ya göçmüştür. Ailesi İzmir'de yaşamaktayken, 15 Mayıs 1919 tarihinde meydana gelen İzmir'in işgali ardından daha güvenli bir yer olan Çorum'a yerleşti. İlkokula Çorum'da başladı. Daha sonra ailece Bursa'ya taşındılar. Bursa'da özel bir okul olan Bizim Mektep'te Fransızca ve keman dersleri aldı. 1926'da sınavla Bursa Kız Muallim Mektebi'ne (Bursa Kız Öğretmen Okulu) girdi. 1931 yılında mezun oldu ve babasının da öğretmenlik yapmakta olduğu Eskişehir'e tayin oldu. Eskişehir'de öğretmenlik mesleğini dört buçuk yıl yaptı. 15 Şubat 1936 tarihinde Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Hititoloji bölümüne kaydoldu. Nazi Almanyası'ndan Türkiye'ye iltica etmiş olan ve Ankara Üniversitesi'nde dersler veren Prof. Dr. Hans Gustav Guterbock'dan "Hitit Dili ve Kültürü" derslerini, Prof. Dr. Benno Landsberger'den "Sümer ve Akad Dilleri ve Mezopotamya Kültürü" derslerini aldı. 1940 yılında Ankara Üniversitesinden mezun olduktan sonra "İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi" "Çiviyazılı Belgeler Arşivine" uzman olarak atandı. Aynı yıl Kemal Çığ ile evlenmişti. Müzede çalıştığı 31 yıl boyunca meslektaşı Hatice Kızılyay ve Dr. F. R. Kraus ile birlikte müzenin deposunda bulunan Sümer, Akad ve Hitit dillerinde yazılmış on binlerce tableti temizleyip, sınıflandırıp numaralandırdı, 74.000 tabletten oluşan "çivi yazılı belgeler arşivi"ni oluşturdu, 3.000 tabletin kopyasını yapıp katalog halinde yayımladı. 1957'de Münih'teki Oryantalistler Kongresi'ne katıldı. 1960'da 'nde altı aylık bir çalışma yaptı. 1965'de Roma'da sergilenen Hitit sergisini bu şehirden alarak Londra'ya götürdü. 1972'de emekliye ayrıldı. Emeklilikten sonra bir süre yurtdışında yaşayan Muazzez İlmiye Çığ, 1988'de Philadelphia'daki Asuroloji kongresine katıldı. Prof. Kramer'in "History Begins at Sumer" adlı kitabını Türkçeye çevirdi ve kitap 1990'da “Tarih Sümerle Başlar” adıyla Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlandı. Kitabın çok ilgi görmesi üzerine 1993'te çocuklara yönelik "Zaman Tüneliyle Sümerlere Yolculuk" da dahil Sümer ve Hitit kültürlerini tanıtan 13 kitap yazdı. "Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği" ve "Vatandaşlık Tepkilerim" isimli kitaplarında kadınlarda başörtüsünün köklerinin Akadlara dayandığını yazmıştı. Bu kitapları 2007 yılında kamuoyunda yankı uyandırdı. 2007 yılında "Vatandaşlık Tepkilerim" adlı kitabında "halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek" suçuyla yargılandı ve ilk celsede beraat etti. İnsomnia İnsomnia ya da uyuyamama hastalığı, bir uyku sorunudur. Uykuya dalamama ya da gece boyunca sürekli uyuyamama sorunlarını barındırır. Hastalar genel olarak, gözlerini birkaç dakikadan fazla kapalı tutamamaktan ya da yatakta bir o yana bir bu yana dönerek uyuyamamaktan yakınırlar. İnsomnia birkaç gece sürerse geçici, 1 hafta ile 3 hafta arasında sürerse kısa süreli, 3 haftadan fazla sürerse kronik insomnia olur. Kronik bir hastalığa dönüşerek uyuma eksikliği doğrultusunda oldukça zararlı olabilir. İnsomnia doğal uyuma dengesini bozar ve tamiri oldukça zor olabilir. İnsomnia hastaları genel olarak öğleden sonra ya da akşama doğru kısa süreli uyudukları için, geceleri de uyumakta zorluk çekerler. Bazıları da vücutlarını sınırlarında kullanmaya çalışırlar. Bu da çok mühim fiziksel ve zihinsel sorunlara yol açar. İnsomnia ayrıca birçok ilacın yan etkisi olarak, stres sebebiyle ya da duygusal, fiziksel ve zihinsel sorunlar doğrultusunda da oluşabilir. İnsomnia'dan kurtulmak için uyku haplarının yanı sıra kediotu gibi bir takım bitkilere de başvurulabilir. Geleneksel yöntemlerin başında, uyumadan önce sıcak süt içmek; uyanır uyanmaz sıcak bir duş almak, öğlen egzersiz yapmak, öğlen yemeğinde bol yemek yemek ve akşam yemeğinde az yemek yemek, ve erken yatmaya çalışmak gelir. Geleneksel Çin tıbbı da yaklaşık bin yıldır insomnia lehinde kullanılmaktadır, genelde akupunktur, diyet ve yaşam analizi, bitkiler ana önlemleri oluşturur. Bunun yanı sıra birçok yöntemi aynı anda kullanarak da insomnia karşısında çözüme ulaşılabilir. Leopold Kronecker Leopold Kronecker (d. 7 Aralık 1823 - ö. 29 Aralık 1891) Alman matematikçi ve mantıkçı. ""Tanrı doğal sayıları yarattı; gerisi insanların eseridir"" diyerek matematiğin aritmetik ve analiz dallarının tam sayılar üzerinde kurulması gerektiğini savunmuştur. 1841 yılında Berlin Üniversitesine girerek Dirichlet ve Steiner gibi matematikçilerden öğrenim almıştır. Doktorasını 1845 yılında yine Berlin Üniversitesi'nde sayılar teorisinde kompleks birimler üzerinde yapmıştır. Geliştirdiği finitizm anlayışı Kroneker'i, matematiğin temelleri arasında yer alan sezgicilik akımının öncülerinden biri yapmıştır. Grup Yorum Grup Yorum, Türkiye çıkışlı protest, özgün ve folk-rock gibi müziğin çeşitli dallarında eserler üreten politik, devrimci müzik grubudur 1985'ten günümüze siyasi görüşlerini müzikleriyle topluma duyurmaya çalışmıştır. Bu yönüyle gruba günümüze(2013) kadar 400'ün üzerinde dava açılmıştır. 15 üyesi tutuklanıp hapis yatmış ve çıkardığı 21 albüm ile 2 milyondan fazla albüm satışı yapmıştır. 1987'den başlayarak günümüze kadar 21 albüm çıkaran, Türkiye'de ve Avrupa'da her yıl konser veren grup, bunun dışında yüzlerce kitle eylemine, sokak gösterisine, greve, fabrika ve üniversite işgaline katılmıştır. Uzun yıllar konserleri yasaklanıp, üyeleri gözaltına alınıp, tutuklanmış ve birçok kentte kasetlerinin satılması engellenmiştir. Albümleri, şarkıları suç unsuru taşıdığı iddiasıyla resmi olarak toplatılmıştır. Grup Yorum albümlerindeki kimi şarkıların yasa dışı DHKP-C örgütü militanlarına adanmış olmasından dolayı, grup üyelerinin bu örgüt ile organik bağı bulunduğu iddia edilmektedir. Fakat bu iddia grup tarafından "Organik bir bağımız yok" denilerek yalanlanmıştır. Türkiye'de 1980 yılında gerçekleşen askeri darbeye ve sonrasındaki politikalara tepki amacıyla Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi dört arkadaşın (Kemal Sahir Gürel, Tuncay Akdoğan, Metin Kahraman, Ayşegül Yordam) bir araya gelmesiyle 1985 yılında kurulan grup, müzik grubu olmanın dışında, muhalif duyarlılığın, haklar ve özgürlükler mücadelesinin de önemli bir ismi olmuştur. Anadolu'nun ve üzerinde yaşayan halkların sesini, devrimci-sosyalist bir müzik anlayışıyla duyurmayı amaçlamıştır. Kuruluş aşamasında ilk olarak Aziz Nesin'in öykülerinden uyarlanan bir oyunun müziklerini yaparak başlamış ardından ""Bana Bir Türkü Söyleyin Yarınlara Uzansın"" adlı konseri vermişlerdir. Yorum, Türkçe dışında, Anadolu'
da konuşulan Kürtçe, Zazaca, Lazca, Arapça, Çerkezce dillerinde de şarkılar seslendirmektedir. Müziğinde mey, bağlama, kaval gibi yerel çalgıların yanı sıra, başta gitar olmak üzere keman, trompet, viyolonsel ve obua gibi yerel olmayan pek çok çalgıları da kullanmaktadır. Solo ve koro vokallerin baskın olduğu müziğinde, ritim kompozisyonlarına ve ezgilere yaslanıyor. Folk-rock olarak değerlendirilebilecek bu müzik; ülkenin yerel folk şarkılarından Akdeniz ezgilerine, Latin Amerikalı marşlarından rock müziğe'a kadar birçok tınıyı bir arada dinleyicisine sunuyor. Grubun şarkı sözlerini, anti-emperyalist mücadele, hapishane katliamları, doğal afetlerin yarattığı yıkımlar, emperyalist savaşlar, ölümler, aşk, erdem ve özgür bir dünyaya duyulan özlem gibi konular şekillendiriyor. Grup Yorum 25. yılını 12 Haziran 2010 tarihinde BJK İnönü Stadyumu'nda verdiği bir konserle kutladı. Konserde Suavi, Ali Primera, Yasemin Göksu, Tuncel Kurtiz, Nejat Yavaşoğulları ve daha birçok sanatçı Yorum'a eşlik etti. Bu konser Türkiye'de biletli olarak yapılan en kitlesel konser olarak tarihe geçti. Grup Yorum'un, sol yelpaze içerisinde belli bir görüşü temsil etmesine rağmen Türkiye'de farklı görüşlere sahip birçok insanın Grup Yorum'u dinliyor olmasını üyeleri "şarkılarındaki güncellik"e bağlıyor. Baskılara karşı bu denli çabuk tepki verebilmeleri, şarkılarındaki melodik dokunun zenginliğiyle de buluştuğunda, her siyasal çizgiden veya siyaset dışı müzikseveri de etkileyebildiğini düşünüyorlar. "Sivas (Gün Tutuşur)" şarkısı Sivas Katliamı'nda yaşamını yitirenlere ithaf edilmiştir. Çeşitli çevrelerce Grup Yorum ile yasa dışı DHKP-C örgütü arasında organik bağ bulunduğu iddia edilmektedir. Buna sebep olarak da, Grup Yorum albümlerindeki çok sayıda şarkının ölmüş DHKP-C militanları ile ilgili olması gösterilmektedir.Ancak bu iddia grup tarafından yalanlanmıştır. Mesela Geliyoruz albümündeki "Sibel Yalçın Destanı" isimli şarkı, 1995 yılında polisle girdiği çatışmada öldürülmüş Sibel Yalçın isimli DHKP-C militanına adanmıştır. Yıldızlar Kuşandık isimli albümde bulunan aynı adlı şarkının sözleri ise 2005 yılında Adalet Bakanlığına intihar saldırısı düzenlemek isterken öldürülen Eyüp Beyaz isimli DHKP-C militanı tarafından yazılmıştır. Boran Fırtınası albümündeki şarkı isimlerinde belirtilen isimler ise 1996 ölüm oruçları sırasında ölen DHKP-C militanlarıdır. Bazı Grup Yorum üyeleri, 2012 yılında Sultangazi'deki bir polis karakoluna intihar saldırısı düzenleyen İbrahim Çuhadar'ın cenazesinin alınmasında hazır bulunmuşlardır. Bu esnada gözaltına alınan Grup Yorum üyeleri işkence gördüklerini iddia etmişlerdir. Grup üyeleri çeşitli zamanlarda DHKP-C üyesi oldukları iddiasıyla gözaltına alınmışlardır. 14 Şubat 2018 tarihinde ise, Grup Yorum üyelerinde Ali Aracı, Selma Altın, İnan Altın ve İbrahim Gökçek DHKP-C üyesi oldukları iddiası ile Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan "en çok aranan teröristler listesi"'nin gri kategorisine eklenmişlerdir. Grup Yorum'un şarkı sözlerini bulunduran ve dinleyen Berivan Doğan hakkında 'terör örgütü propagandası' yaptığı gerekçesiyle 2006 yılında 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nce 10 ay hapis cezasına çarptırıldı. Hakkında birçok araştırma yazıları ve kitaplar yayımlanan Grup Yorum, basın tarafından "Hapishane Şarkıcıları", dinleyiciler tarafından "Kar Makinesi" sıfatlarıyla anılıyor. Grup hakkında iki kitap bulunmaktadır: Grup Yorum, 30 yıllık sanat geçmişinde çok sayıda konserler vermiştir. Bu konserlerden en kitlesel olanı 15 Nisan 2012 yılında Bakırköy Halk Pazarı alanında gerçekleştirdikleri "2. Bağımsız Türkiye" konseridir. 200.000'e yakın kişinin katılımıyla gerçekleşen konserde, Grup Yorum Korosu ve 20 kişilik orkestranın yanı sıra Beşik Halk Dansları Topluluğu danslarıyla, Nihat Behram şiirleriyle, Zülfü Livaneli, Aylin Aslım, Aynur Doğan ve Hüseyin Turan şarkılarıyla eşlik etti. Konserin sonunda TAYAD'lı ailelerden Anadolu müzik gruplarına kadar değişik yerlerden gelenlerden ve yediden yetmişe her yaştan kurulan 150 kişilik halk korosu da sahneye gelerek Yorum'a eşlik etti. 3. Bağımsız Türkiye Konseri ise yine Bakırköy Halk Pazarı alanında 14 Nisan 2013'te gerçekleşti ve 500.000 kişi katıldı. Grup Yorum 30.Yıl Ege Konseri ise 20 Haziran 2015'te Gündoğdu Meydanı'nda gerçekleştirildi ve yaklaşık 250.000 kişi katıldı. 25 yıllık müzik kariyeri boyunca grup çok farklı sanatçılarla çalışmıştır. Grup "isimlerini değil müziklerini bir marka olarak yaratmıştır". (*) Kurucu üyeleri belirtmektedir. Trabzon Ayasofya Müzesi Trabzon Ayasofya Müzesi (eskiden Azize Sofya Kilisesi), Trabzon'un Ayasofya Mahallesinde bulunan tarihi müzedir. 28 Haziran 2013 Cuma günü vakit namazının kılınmasıyla, 52 yıl sonra yeniden Müslümanların ibadetine açılmıştır. İstanbul'un Latinler tarafından işgal edilmesinden sonra kaçan ve Trabzon'da 1204 yılında Trabzon imparatorluğunu kuran Komnenos Ailesinden Kral I.Manuel (1238-1263) tarafından 1250-1260 yılları arasında yaptırılan ve bir manastır kilisesi olan Ayasofya adı "Kutsal Bilgelik" anlamına gelir. Fatih Sultan Mehmed'in 1461 yılında Trabzon'u fethinden sonra da kilise olarak kullanılan yapı 1584 yılında sultanın emriyle Kürd Ali Bey adlı bir ayân tarafından bir minber ve müezzin mahfili eklenerek camiye dönüştürülmüştür. 1610’da kente gelen Julian Bordier camiye dönüştürülen yapının onarılmadığı için boş tutulduğunu ve ibadet için kullanıldığını bildirmiştir. Uzun süre ibadete kapalı olan yapı 1865’de Müslüman cemaatin topladığı 95.000 kuruş ile Rum ustalar tarafından onarıldıktan sonra yeniden camiye dönüştürülmüşse de I. Dünya Savaşı sırasında Trabzon’u işgal eden Rus ordusu tarafından depo ve askeri hastane olarak kullanılmıştır. Savaş sonrasında 1960 yılında dek cami olarak kullanılan yapının freskleri 957-62 yılları arasında Edinburgh Üniversitesi’nden Russell Trust tarafından temizlendikten sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilerek 1964 yılında müze haline getirilmiştir.. Her yıl onbinlerce turist tarafından ziyaret edilen yapı Vakıflar Trabzon Bölge Müdürlüğü tarafından camiye dönüştürülmekte, imam atanması beklenmektedir . Müzenin camiye dönüştürülmesi kimi muhafazakar siyasetçi ve medya kurumlarınca desteklenir, hatta İstanbul Ayasofya'nın da ibadete açılması beklenirken, çeşitli aydın ve aktivistlerce freskler ve yapının zarar göreceği gerekçesiyle müze statüsünü yitirmesine karşı çıkılmış ve "Trabzon Ayasofya Müzesi Müze olarak kalmalı" adlı bir de imza kampanyası başlatılmıştır . Geç Bizans Kiliselerinin en güzel örneklerinden biri olan yapı, "kapalı kollu haç" planlı olup, yüksek kasnaklı bir kubbeye sahiptir. Kuzey, batı ve güneyinde revaklı üç kirişi bulunmaktadır. Yapı ana kubbenin üzerine değişik tonozlarla örtülmüş ve çatıya farklı yükseltiler verilerek kiremitle örtülmüştür. Üstün bir işçiliğin görüldüğü taş plastiklerde Hristiyan sanatının yanı sıra Selçuklu Dönemi İslam sanatının da etkileri görülmektedir. Kuzey ve batıdaki revak cephelerinde görülen geometrik geçmeli bezemeleri içeren madalyonlarla, batı cephesinde görülen mukarnaslı nişler Selçuklu taş işlemelerindeki özellikleri taşımaktadır. Binanın en görkemli cephesi güneyidir. Burada Adem'le Havva'nın yaratılışı kabartma olarak bir friz halinde anlatılmıştır. Güney cephesindeki kemerin kilittaşı üzerinde Trabzon'da 257 yıl hüküm süren Komnenos Hanedanı'nın sembolü olan tekbaşlı kartal motifi bulunmaktadır. Kubbede ana tasvir İsa, onun tanrısal yönünü aksettiren "Hristos Pantokrator (Herşeye kâdir İsa)" tarzıdır. Bunun altında bir kitabe kuşağı, daha altta ise melekler frizi bulunur. Pencere aralarında on iki havari tasvir edilmiştir. Pandantiflerde değişik kompozisyonlar yer almaktadır. İsa'nın doğumu, vaftizi, çarmıha gerilişi, kıyamet günü gibi sahneler betimlenmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar Ahmet Hamdi Tanpınar (23 Haziran 1901, İstanbul – 24 Ocak 1962, İstanbul), Türk şâir, romancı, deneme yazarı, edebiyat tarihçisi, siyasetçi. Cumhuriyet neslinin ilk öğretmenlerinden olan Ahmet Hamdi Tanpınar; ""Bursa'da Zaman"" şiiri ile geniş bir okuyucu kitlesi tarafından tanınmış bir şairdir. Şiir, hikâye, roman, deneme, makale, edebiyat tarihi gibi birçok türe yönelen Tanpınar, "Yirmi Beş Senenin Mısraları"” adı altında beş yazılık bir deneme serisi de yayımlamıştır. TBMM VII. dönem Maraş milletvekilidir 23 Haziran 1901'de Şehzadebaşı’nda doğdu. Babası Gürcü asıllı Hüseyin Fikri Efendi, annesi Nesime Bahriye Hanım’dır. Tanpınar, ailenin üç çocuğundan en küçüğüdür. Çocukluğu, kadı olan babasının görev yaptığı Ergani, Sinop, Siirt, Kerkük ve Antalya’da geçti. Annesini Kerkük’ten yaptıkları bir yolculuk sırasında 1915’te tifüsten kaybetti. Lise öğrenimini Antalya’da tamamladıktan sonra yükseköğrenim için 1918'de İstanbul’a gitti. Halkalı Ziraat Mektebi'nde bir yıl yatılı olarak okuduktan sonra lise öğrencisiyken şiirlerinden tanıdığı Yahya Kemal Beyatlı’nın etkisiyle 1919 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne girdi. Burada başta Yahya Kemal olmak üzere Mehmed Fuad Köprülü, Cenab Şahabeddin, Ömer Ferit Kam, Babanzâde Ahmed Naim gibi hocaların derslerine devam etti. 1923 yılında Şeyhî’nin "Hüsrev ü Şirin" başlıklı mesnevîsi üzerine yazdığı lisans teziyle edebiyat fakültesinden mezun oldu. 1923’te Erzurum Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğine başlayan Tanpınar 1926’da Konya Lisesi’nde, 1927'de Ankara Lisesi'nde, 1930'da Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü'nde ve 1932'de İstanbul Kadıköy Lisesi'nde öğretmenlik yaptı. Gazi Orta Muallim Mektebi’ne bağlı Mûsiki Muallim Mektebi’nin diskoteğinde yer alan plaklar ve okulda görevli Alman hocalar sayesinde klasik batı müziği ile tanıştı. Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki dersleri de batı plastik sanatlarına karşı ilgisini uyandırdı. Bu dönemde yeniden şiir yayımlamaya başladı. 1926’da Millî Mecmua’da yayımlanan “"Ölü"” şiirinden sonra 1927 ve 1928 yıllarında (“"Leylâ"” şiiri hariç) hepsi Hayat dergisinde olmak üzere toplam yedi şiir yayımladı. İlk yazısı ise 20 Aralık 1928’de yine Hayat dergisinde çıktı
. Şiir dışında ikinci bir çalışma alanı olarak çeviriye başlayan Ahmet Hamdi’nin 1929 yılında biri E.T.A. Hoffmann’dan (“"Kremon Kemanı"”), diğeri ise Anatole France’tan (“"Kaz Ayaklı Kraliçe Kebapçısı"”) olmak üzere iki çevirisi yine aynı dergide yayımlandı. 1930 yılında Ankara’da toplanan Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi’nde, Osmanlı edebiyatının tedrisattan kaldırılması ve okullarda edebiyat tarihinin, Tanzimat’ı başlangıç kabul ederek okutulması gerektiğini söyleyen Tanpınar, kongrede önemli tartışmaların doğmasına sebep oldu Aynı yıl Ahmet Kutsi Tecer ile beraber Ankara’da "Görüş" dergisini çıkarmaya başladı. 1932 yılında Kadıköy Lisesi’ne atanması üzerine İstanbul’a döndü. Ahmed Hâşim’in vefâtıyla boşalan "estetik mitoloji" derslerini vermek üzere 1933'te Sanayi-i Nefise’ye tâyin edildi. Tanzimat’ın 100. yıldönümü dolayısıyla 1939’da eğitim bakanı Hasan Âli Yücel’in emriyle edebiyat fakültesi bünyesinde kurulan "19'uncu asır Türk edebiyatı" kürsüsüne, doktorası olmadığı hâlde, "yeni Türk edebiyatı profesörü" olarak atandı ve Tazimat’tan sonraki Türk edebiyatının tarihini yazmakla görevlendirildi. Hazırladığı edebiyat tarihinin de etkisiyle 1940’lı yıllarda yazı faaliyetleri yeni Türk edebiyatı etrafında şekillendirdi. Kitap tanıtım yazıları ve İslam Ansiklopedisi’ne maddeler yazdı. 1940 yılında 39 yaşındayken Kırklareli'nde topçu teğmeni olarak askerliğini yaptı. 1943-1946 yılları arasında Maraş milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulundu. 1946 seçimlerinde parti tarafından aday gösterilmeyince bir süre Millî Eğitim Bakanlığı’nda müfettişlik yaptı. 1948’de akademideki estetik hocalığına ve 1949’da Edebiyat Fakültesi’ndeki kürsüsüne döndü. 1953’te edebiyat fakültesi, Tanpınar’ı altı aylığına Avrupa’ya gönderdi. 1955’te Paris Filmoloji Kongresi'ne katılmak üzere üç haftalığına, 1955’te Venedik Sanat Tarihi Kongresi'ne katılmak üzere bir aylığına, 1957’de Münih Müsteşrikler Kongresi'ne katılmak üzere yine bir haftalığına, 1958’de Venedik'de gerçekleşen felsefe kongresine katılmak üzere bir haftalığına yurtdışına çıktı. 1959’da edebiyat tarihinin ikinci cildi için kaynak toplamak üzere Rockefeller bursuyla bir yıllığına yeniden Avrupa’ya gitti. Yurtdışı seyahaterinde İngiltere, Belçika, Hollanda, İspanya, İtalya, Almanya ve Avusturya’ya gezerek görme imkânı buldu. Sağlığı gittikçe bozulan Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Ocak 1962 tarihinde geçirdiği kalp krizi neticesinde İstanbul'da vefât etti. Cenaze namazı Süleymaniye Camii’nde kılındı ve Rumelihisarı Âşiyân Mezarlığı'nda Yahya Kemal’in mezarının yanı başına defnedildi. Mezartaşına meşhûr ""Ne İçindeyim Zamanın"" şiirinin ilk iki mısrası yazılmıştır:""Ne içindeyim zamanın""Ne de büsbütün dışında...""Ahmet Hamdi Tanpınar Gayri Menkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu, Yahya Kemal’i Sevenler Derneği ve Fransa’daki Marcel Proust Dostları Derneği üyesiydi. Yahya Kemal, onun şiir zevkinin, millet ve tarih hakkında görüşlerinin oluşmasında önemli rol oynadı. Celâl Sahir Erozan’ın bir şiir ve hikâye toplamı şeklinde yayımladığı seriden “"Altıncı Kitap"”’daki “"Musul Akşamları"”, yayımladığı ilk şiir oldu (Temmuz 1920) Daha sonraki şiirleri Dergâh, Millî Mecmua, Anadolu Mecmuası, Hayat, Görüş, Yeni Türk Mecmuası, Varlık, Kültür Haftası, Ağaç, Oluş, Ülkü, İstanbul, Aile, Yeditepe gibi kültür ve edebiyat dergilerinde yayımlandı. Yahya Kemal’in çıkardığı Dergâh’ta 1921-1923 arasında 11 şiiri yayımlandı. En tanınmış şiiri olan “"Bursa’da Zaman"”ın ilk hâli “"Bursa’da Hülya Saatleri"” başlığıyla 1941’de Ülkü mecmuasında yayımlandı. Vefâtına yakın zamanda yaptığı bir seçimle ""Şiirler"" adıyla basılan kitabına otuz yedi şiirini aldı. Bu eser, Tanpınar'ın ilk ve tek şiir kitabıdır. Bu esere alınmasını uygun bulduğu şiirlerin hepsi hece vezniyledir. Vefâtından sonra İnci Enginün tarafından bir araya getirilen ve ""Bütün Şiirleri"" başlıklı antolojide 74 şiir bulunmaktadır. 1930'da ilk makalesi ""Şiir hakkında"" yayımlanır. Bir bilim adamı olarak “XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi” adlı eseriyle edebiyat tarihçiliğine yeni bir görüş ve bakış açısı getirmiştir. Hem bu eserde yeralan, hem de diğer edebiyat yazılarında ayrıntılara büyük önem vermiş, edebî şahsiyetler ile metinler hakkındaki şâirâne üslubunu belgelere dayanan bilimsel bir tarih anlayışıyla harmanlamıştır. Bu eser iki cild hâlinde düşünülmüş, fakat tamamlanamamıştır. Yayımlanan birinci cilt, Tanzimat’tan başlayıp 1885’e kadar olan dönemi ele almaktadır. İkinci kitabı olan “"Namık Kemal Antolojisi"”ni 1942 yılında yayımladı. 1943’te öykülerini içeren “"Abdullah Efendinin Rüyaları"”’nı yayımladı. Bu, onun basılı ilk edebiyat yapıtıdır. Aynı yıl “"Yağmur"”, “"Güller ve Kadehler"” ve “"Raks"” gibi ünlü şiirleri yayımlandı; “"Bursa’da Hülya Saatleri"” şiiri, “"Bursa’da Zaman"” adıyla tekrar basıldı. İlk romanı Mahur Beste 1944’te Ülkü dergisinde tefrika edildi. Tanpınar’ın önemli çalışması Beş Şehir, 1946’da kitaplaştı. Huzur romanı 1948’de Cumhuriyet'te tefrika edildikten sonra büyük değişikliklerle kitap haline getirilip 1949’da yayımlandı. Aynı yıl Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in ısmarladığı XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinin 600 sayfalık ilk cildini yayımladı. İki cilt olarak tasarladığı bu eserin ikinci cildi yarım kalmıştır. Sahnenin Dışındakiler adlı romanı 1950’de Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edildi. 1954 yılında Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanının Yeni İstanbul gazetesinde tefrikası yapıldı; 1955 yılında ise ikinci hikâye kitabı olan Yaz Yağmuru yayımlandı. 1957 ve 1958 yıllarında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazılarına ağırlık verdi. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Euripides’ten ""Alkestis"" (Ankara 1943), ""Elektra"" (Ankara 1943) ve ""Medeia"" (Ankara 1943), Henry Lechat’tan da ""Yunan Heykeli"" (İstanbul 1945) tercümeleri de bulunmaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sağlığında yayımlatamadığı birçok çalışması ölümünü takip eden yıllarda teker teker yayımlanmıştır. 1970’li yıllardan sonra Tanpınar’a artan ilgiyle onun hayatı, hâtıraları, şahsiyeti ve eserlerindeki başlıca tema ve fikirleri üzerine çok sayıda eser ve makale yazılmış, tezler hazırlandı. Abdullah Uçman ile Handan İnci'nin hazırladığı ""Bir Gül Bu Karanlıklarda: Tanpınar Üzerine Yazılar"" başlıklı derleme, Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında 2007'ye kadar yayımlanmış 855 yazı ile 27 kitabın ayrıntılı bibliyografyasını ve aralarından seçilmiş 110 yazının metnini bir araya getirmektedir. Enis Batur 1992 yılında ""Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Seçmeler"" adlı bir kitap hazırladı. 1998 yılında da Canan Yücel Eronat tarafından hazırlanan “"Tanpınar’dan Hasan Âli Yücel’e Mektuplar"” kitaplaştı. Tanpınar’ın önceki kitaplara girmemiş yazıları ve söyleşileri ise ""Mücevherlerin Sırrı"" adı altında toplanarak yayımlandı. 1953 yılında yazmaya başladığı ve 1962 yılında vefatına kadar tuttuğu notlar, 2007'de ""Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa"" başlığıyla neşredildi. Bunların dışında Zeynep Kerman tarafından derlenen 111 mektup ""Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mektupları"" başlığıyla yayımlandı. Canan Yücel Eronat, "Tanpınar’dan Hasan Âli Yücel’e Mektuplar"ı hazırladı. Alpay Kabacalı, ""Bedrettin Tuncel’e Mektuplar"" başlığıyla 7 mektubu derledi. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın günlükleri de İnci Enginün ile Zeynep Kerman tarafından gerekli notlar ve açıklamalarla birlikte "Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa" adı altında toplandı. Öğrencilerinin tuttuğu ders notları ""Edebiyat Dersleri"" ve ""Tanpınar’dan Yeni Ders Notları"" ismiyle basıldı. Tanpınar, özellikle roman alanında çok sayıda eser vermemesine rağmen, ölümünden sonra yapıtlarının yayımlanmasının yanı sıra, hakkında kırka yakın inceleme kitabı çıkmış ve Türk edebiyatının başlıca inceleme alanlarından biri haline gelmiştir. Tanpınar, çağdaşlaşma sürecinde bireyin, geleneksel kültürle modern kültür arasında sıkışması, yaşadığı çatışma, bunun toplum hayatına yansıması, bireyin iç dünyasındaki yansımalarını romanlarında işlemiştir. Sinop (il) Sinop, Türkiye'nin Karadeniz Bölgesi'nde bir ildir. Anadolu 'nun kuzey yönde uç noktası olan İnceburun'a doğu yönün'de bağlanan Boztepe Burnu berzahında bir kale-şehir olarak kurulmuş ve tarih boyunca doğu yönde gelişmiştir. Tarih boyunca kale dışına pek taşmayan şehir bir liman kenti özelliği taşır. Berzahın kuzey doğusundaki dış liman fırtınalara açık olduğu ve denizcilik bakımından kullanışlı sayılmadığı halde, Antikçağ 'da daha çok bu limanın kullanıldığı bilinir. Zamanla kum dolan ve kullanılamaz hale gelen bu limanı berzanın güney-doğusundaki iç limana aynı dönemde bir kanal bağlardı. Bu kanal, Selçuklular döneminde kapatılmıştır. Yarımadanın güney yönündeki iç liman ise rüzgarlara kapalı konumuyla ve sakin deniziyle güney Karadeniz'in en önemli limanıydı. Bu özellikleri yüzünden ""Akdeniz"" ismini almıştır. Tarih boyunca işlek bir liman yaşantısı ve tersane faaliyeti bu limanda gerçekleşmiştir. 19. yüzyıl'a kadar tamamen ayakta duran surlardan ise günümüze büyük bir kısmı kalmıştır ve yıkıntılarından rekonstrüksiyonu yapılabilir. Şehrin gelişimi sürekli olarak doğu yönde, Boztepe Burnuna doğru olurken, kuzeydeki Akliman ve Anadolu yönünde birkaç azınlık yerleşmesinden başka bir yerleşim olmamıştır. Doğudaki yarımada ise gittikçe sarplaşmakta, Hıdırlık tepesinde 187 metre yüksekliğe ulaşmakta ve nihayet deniz yönünde dik yarlar ile kuşatılmaktadır. Bu durumda şehrin deniz yönünden ve berzahtan zaptedilmesi imkânsız olmaktadır. Sinop tarihi açıdan önemli bir yerdir. Antik çağdan beri parlak ve yoğun bir ticari ve kültürel yaşantıya sahip olan Sinop, bu niteliğini Bizans, Selçuklu, Candaroğlu ve Osmanlı yönetimlerinde de sürdürmüş, ayrıca kale ve tersanesi ile bölgenin en önemli askeri üslerinden biri olmuştur. Bu durumunu Sinop Baskını'ndan sonra kaybetmeye başlayan kent, sur dışına güneydoğu yönde azınlık yerleşmeleri ile batıya doğru ise yönetim ve eğitim gibi kamu hizmetleri yerleşmesiyle çıkmıştır. Antik Çağ'da, Paflagonya bölgesi içinde kalan Sinop'un saptanabilen en eski adı, Sinope'dir.
Bir söylenceye göre kent adının kurucusu olarak kabul edilen aynı isimli bir Amazon kraliçesinden almıştır. Bir başka söylenceye göreyse, kenti eski Yunan'da Irmak Tanrısı Asopos'un "su perisi" kızlarından Sinope kurmuştur. Bahsi geçen Yunan efsaneleri İÖ V. - IV. ve III. Y.Yıllarda tarihlenmektedir ve aynı dönem kent sikkeleri üstünde, Sinope'nin başı görülmektedir. Hangi söylence benimsenirse benimsensin, kentin kurucusunun Sinope olduğu kesindir. Ancak, Sinope bir su perisi ise, kentin Yunan kolonicilerce; Amazon ise; Anadolu'nun yerli halklarınca kurulmuş olması gerekir. Bu ikilem, dilbilim çalışmalarıyla bir ölçüde çözülmemiştir: Gerek etimolojisine yabancı olan Sin ya da Sind sözcüklerine Yunanistan'ın dışında daha çok Pontos,Doğu Anadolu,İran ve Hindistan'da rastlanmaktadır. Bu da, Sinope adının yerli Anadolu dillerinde gelmiş olabileceğini göstermektedir. Ünlü Antik Çağ coğrafyasısı Strabon ise, kentin kurucusu olarak, Argonotlar'dan Teselyalı Otolikos'u göstermekte ve onun kenti ele geçirerek bir Yunan kolonisi kurduğu yazmaktadır. "Kentin ele geçirilmesi" kavramı, kolonileştirmeden önce, kent'te yerli bir halkın yaşandığını ortaya koymaktadır. Strabon'un sözünü ettiği gelişmeden sonra, Sinope Kenti İÖ VII. yıllarında bir kez Miletuslular'ca kolonileştirilmistir. Kent'te, sırasıyla Miletuslu Habrindas, Koos ve Krenitas dönemlerinde yerleşilmiştir. Tüm bü söylence ve tarihsel olaylar Sinop'un ilk çağlarda yerli halkça kurulduğunu, bu yerleşimi, söylencesel Argonot seferiyle ilgili olarak bir Yunan kolonisi'nin izlediğini, son olarak da Miletuslular'ın burada bir koloni kurduğunu ortaya koymaktadır. Sinop'u da içeren Karadeniz Bölgesi'nin en eski halkı Hitit kaynakalrında bahsi geçen Kaşkalar olup, bu kaynağa göre ""Arauanna Ülkesi" adlı bir bölge de, Sinop yöresinde bulunuyordu. 183 MÖ Pharnakes I Sinop'u ele geçirdi ve Pontus Krallığı'nın başkenti yaptı. O dönemlerde, Sinop tarihinde en parlak dönemini yaşadı. Tüm tarihi yapıtlar ve Sinop Kalesi Pontus dönemine dayaniyor. Pontus Kralı Mithridates VI MÖ 64 yılında yapılan savaşı Pompeius Magnus'a kaybedince Romalılar Pontus'u Roma İmparatorluğu'nun egemenliği altına aldılar. Sinop'un önemi Roma döneminde azalmıştır. Sinop doğal korunaklı bir liman kenti olduğu için, Bizans Dönemi'nde de önemini korudu. Rusya steplerinden ya da Orta Anadolu'dan gelen ürünlerin boşaltma yükleme merkezi burasıydı. Sinop, Bizans egemenliğin'nin dönemlerinde Paflagonya Theması içinde yer alıyordu. Osmanlı yönetimi altında Sinop, bir süre barış içinde yaşadı. Ancak patlak veren Celali ve Suhte ayaklanmaları sırasında büyük sıkıntılar çekti. 1558'de Kanuni'nin oğulları Selim ve Beyazıd arasında çıkan saltanat kavgasından sonra Anadolu'da karışıklar giderek arttı. İran'a sığınan Beyazid geri dönmesi kaygısıyla Rumeli askerinin Amasya-Tokat arasında bekletilmesine karşın, yöredeki olaylar azalmadı. Sinop, Bafra ve Ladik'te suhteler halkın can, mal ve namusuna saldırıyorlardı.Devlet görevlilerinden ve halktan bazı kişiler'de, suhtelere yardımcı oluyorlardı. Kastamonu Sancakbeyi Süleyman Bey'de İstanbul'a gönderdiği mektupta Boyabat, Sinop, Durağan kadılıklarına zekat, sadaka ve benzer adlarla zorla para toplayan suhtelerden ve rüşvet karşılığı bunlara yardım eden hazine tahsildarlarından yakınıyordu. 1567-1568'de olaylarıin daha da artmış olduğu; Sinop Kadısı'nın İstanbul'a gönderdiği mektupta anlaşılmaktadır. Bolu'da soygunlar düzenleyen iki suhte topluluğu, devlet giriştiği hareket sırasında Sinop'a çekildiler. Sinop'daki eylemleri yakınma konusu olunca devlet, Bursa Sancakbeyine suhteri cezalandırma görevi verdi. 200 kadar sipahi seferden alıkonularak suhteler üzerine gönderildi. Ancak sipahiler suhtelerle çarpışmaya yanaşmadılar. Boyabatlı Söyleme ve Kara Hüseyin adındaki suhtelerin başkanlığında hareket eden gruplar, yöredeki tüm kasabaları haraça bağladığı gibi, Sinop Kadısı'nın yolunu kesip bir adamı öldürdüler. II. Meşrutiyet dönemine gelindiğinde Dr. Rıza Nur Sinop Mebusu olarak meclise girdi. 2016 yıl sonu TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 9 İlçe, 9 belediye, bu belediyelerde 43 mahalle ve ayrıca 470 köy vardır. Sinop İli Nüfusu: 205,478'dir. Bu nüfusun %58,04'ü şehirlerde yaşamaktadır (2016). İlin yüzölçümü 5.717 km²'dir. İlde km²'ye 36 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkez ilçede 150’dır.) İlde yıllık nüfus artış oranı %0,66 olmuştur. Sinop ili nüfusu: 207.427'dür. Bu nüfusun % 57,22'si şehirlerde yaşamaktadır (2017 sonu). İlin yüzölçümü 5.717 km²'dir. İlde km²'ye 36 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkezde 140’dır.) İlde yıllık nüfus artışı % 0,95 olmuştur. 2018 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 9 İlçe, 9 belediye, bu belediyelerde 44 mahalle ve ayrıca 470 köy vardır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Gerze (% 2,57)- Dikmen (-% 3,26). 2017-2018 Sezonu sonunda, Futbol takımı Sinopspor, BAL (Bölgesel Amatör Lig)’de grubunu 10.sırada tamamlamıştır. Kadın futbol 3.liginde 1, hentbol 2.liglerinde 2 takımı yer almıştır. Ayrıca, basketbol ve voleybol bölgesel liglerinde 3 takımı liglere katılmıştır. Sinopspor, Ziraat Türkiye Kupası'nda 1.turda Y.Amasyaspor'u, 2.turda Erbaaspor'u elemiş, 3.turda 1.Lig takımı Boluspor'a elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Sinop Dokuzoğlu Stadı (2.500), Atatürk Kapalı Spor Salonu (1.080), Sinop Olimpik Yüzme Havuzu (500)''dur. Türk Dil Kurumu Türk Dil Kurumu, kısaca TDK, Türkçeyi incelemek ve Türkçenin gelişmesi için çalışmak amacıyla 12 Temmuz 1932'de Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan kurumdur. Türkiye'nin başkenti Ankara'da yer alan kurum, Türk dili üzerine çalışmaların yapılıp yayımlandığı bir merkezdir. Türk Dil Kurumu 1955'ten başlayarak çeşitli dallarda ödüller verdi. Ödüller her yıl 26 Eylül Dil Bayramı'nda Ankara'da yapılan törenle sahiplerine verilir. Ödül verilen dallar farklı yönetmeliklere göre zaman zaman değişir. 1983'te T.C. Başbakanlık Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesine alındıktan sonra Türk Dil Kurumu ödülleri kaldırıldı. Kurum "Türk Dili Tetkik Cemiyeti" adı ile 12 Temmuz 1932'de Mustafa Kemal Atatürk'ün talimatıyla, devletten ayrı bir dernek olarak kurulmuştur. Kurumun kurucuları, hepsi de milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan Samih Rifat Bey, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri'dir. Kurumun ilk başkanı Samih Rifat Bey'dir. Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin gereği, ""Türk dilinin öz güzelliğini ve varsıllığını ortaya çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek"" olarak belirlenmiştir. Atatürk'ün sağlığında 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil siyaseti belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştır. 26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan Birinci Türk Dili Kurultayı için yayınlanan bildiride kurultaya yalnız uzmanların, Türkçe edebiyat öğretmenleri ile yazarların değil, halktan da dileyenlerin katılması öngörüldüğü için, yayımlanan bildiride ""Kadın erkek her Türk yurttaş Türk Dili Tetkik Cemiyeti üyesidir. Kendini kurultaya çağrılmış saymalıdır"" denilmişti. Kurultayın sonunda Kurumun "Lügat-Istılah, Gramer-Sentaks, Derleme, Lenguistik-Filoloji, Etimoloji, Yayın" adları ile altı kol hâlinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edilmişti. Atatürk'ün kendisi de Türk dili üzerindeki yerli ve yabancı araştırmaları inceleyerek, dönemindeki bilginleri Türk dili üzerinde araştırmalar yapmaya yönlendirmiştir. Nitekim Türk dilinin en eski anıtları olan Göktürk yazılı metinlerin ilk iki cildi onun sağlığında yayımlanmış; 1940'larda yayın hayatına çıkabilen Divânu Lügati't-Türk ve Kutadgu Bilig gibi yapıtlar üzerinde yine onun sağlığında çalışılmaya başlanmıştır. Daha sonra birçok cilt hâlinde ortaya çıkacak olan Tarama ve Derleme Sözlüğü'yle ilgili çalışmalar da Atatürk'ün sağlığında başlamıştır. Tarama Sözlüğü, 13. yüzyılda başlayan Batı Türkçesinin eski eserlerinin taranmasıyla; Derleme Sözlüğü, Anadolu ağızlarında kullanılan kelimelerin derlenmesiyle oluşturulmuş büyük sözlüklerdir. Çağdaş Türkçenin dilbilgisi, sözlüğü, yazımı ve terimleriyle ilgili çalışmalar da Atatürk tarafından ilgiyle izlenmiştir. Türk Dil Kurumu'nun kuruluşuyla birlikte çağdaş Türkçede Atatürk'ün öncülüğünde özleştirme akımı başlamıştır. Atatürk'ün ölümünden sonra Öz Türkçe akımı Türk aydınları arasında sürekli tartışılan bir konu olmuştur. Türk Dil Kurumu bu akımın öncülüğünü yapmayı 1983'e dek sürdürmüştür. Atatürk, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı vasiyetname ile malvarlığının bir bölümünü Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu'na bırakmıştır. Fakat Atatürk'ün vasiyetnamesi 1983'te bu kurumlar devletleştirilerek çiğnenmiştir. Türk Dil Kurumu, 1940'ta Bakanlar Kurulu kararıyla "kamu yararına çalışan dernekler" statüsü kazandı. 1951'de Demokrat Parti iktidarının bütçe görüşmeleri sırasında kurumun ödeneğinin kesilmesine karar verildi. Bir başka önemli yapı değişikliği 1982-1983 yıllarında gerçekleştirilmiştir. 1982'de kabul edilen ve şu anda da yürürlükte olan Anayasa ile Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, bir Anayasa kuruluşu olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altına alınarak devletleştirilmiş ve dernek tüzel kişiliklerine son verilmiştir. Atatürk, 1 Kasım 1936'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 5. dönem 2. yasama yılının açılış konuşmasında Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu'nun geleceği ile ilgili dileklerini şu sözlerle dile getirmişti: "Başlarında değerli Eğitim Bakanımız bulunan, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun her gün yeni gerçek ufuklar açan, ciddî ve aralıksız çalışmalarını övgü ile anmak isterim. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründe başlangıcı temsil ettiklerini, kabul edilebilir bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk ulusunun değil, bütün bilim dünyasının ilgisini ve uyanmasını sağlayan, kutsal bir görev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim. (Alkışlar) Tarih Kurumunun Alacahöyük'te ya
ptığı kazılar sonucunda, ortaya çıkardığı beş bin beş yüz yıllık maddî Türk tarih belgeleri, dünya kültür kahraman tarihinin yeni baştan incelenmesini ve derinleştirilmesini gerektirecektir. Birçok Avrupalı bilim adamının katılması ile toplanan son Dil Kurultayının aydınlık sonuçlarını görmekle çok mutluyum. Bu ulusal kurumların az zaman içinde ulusal akademilere dönüşmesini dilerim. Bunun için, çalışkan tarih, dil ve bilim adamlarımızın, bilim dünyasınca tanınacak orijinal eserlerini görmekle mutlu olmanızı dilerim." TDK'nın 2003-2007 Stratejik Plan Raporu'na göre amaçları şunlardır: Kurum Suriye İç Savaşı sırasında bazı basın kuruluşlarında Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad'ın adının Beşar Esed şeklinde yazılmasıyla başlayan tartışmada "Beşşar Esed" adının tercih edilmesini önermiştir. 2013 Taksim Gezi Parkı protestoları sırasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından eylemcilere "çapulcu" denmesinin ardından bu yorum büyük tepki çekmiş tepkilerden sonra ise Türk Dil Kurumu "çapulcu" kelimesinin tanımını ""Başkasının malını alan, yağma, talan eden kimse, talacı, yağmacı, plaçkacı"" tanımından ""Düzene aykırı davranışlarda bulunan, düzeni bozan, plaçkacı"" olarak değiştirdiği iddia edilmiştir. Ancak, Türk Dil Kurumu Başkanlığı (TDK), sözlüklerindeki "çapulcu" kelimesinin anlamında herhangi değişiklik yapılmadığını bildirdi.Kurumun hazırladığı ve şu anda satışta olan 11. baskı Türkçe Sözlük'ün 2010'da yayımlandığına işaret edilen açıklamada, "Bu sözlükte 'çapulcu' kelimesinin tarifi neyse internet sayfamızdaki sözlüğümüzde yer alan tarif de aynıdır. Herhangi bir değişiklik söz konusu değildir" ifadelerinden herhangi bir değişikliğin gerçekleşmediği ortaya konmuştur. Kurumun, 2012-13 Mısır protestoları sonrasında görevden alınan Muhammed Mursi'nin durumu kamuoyu tarafından irdelenirken sözlükteki "darbe" tanımının değiştirildiğinin iddia edilmesi üzerine tepki almış, karar Türkiye P.E.N. Yazarlar Derneği tarafından eleştirilerek TDK Yönetimi istifaya davet edilmiştir.. Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Mustafa S. KAÇALİN’in 20 Haziran Perşembe günü Anadolu Ajansına yaptığı açıklamada "“Son günlerde günlük hâdiseler dolayısıyla halkımızda bazı kelimelere karşı merak ve hassasiyet uyanmıştır. Önce “çapulcu” ardından “darbe” kelimesinin, ülke gündeminin etkisinde kalınarak verilen ani kararlarla değiştirildiği yönündeki "asılsız haberler", doğru ile yanlışın birbirine karışmasına sebebiyet vermiş ve Kurumumuz sözlü ve yazılı olarak zaman zaman hakarete varan haksız ithamlarla karşı karşıya kalmıştır. Bütün bu gelişmeler Kurumumuzca bir açıklama yapılmasını zaruri kılmıştır." ifadelerine yer vererek değişiklik yapılmadığını kanıtlarıyla ortaya koymuştur. 10 Mart 2015 tarihinde, "müsait" kelimesinin karşılığını "flört etmeye hazır olan, kolayca flört edebilen (kadın)" olarak vermesi tepki görmüştür. TDK tarafından yapılan açıklama şu şekildedir: TDK’nin üç gün süren toplantısında bir yandan Türkçenin Etimoloji Sözlüğü’nün düzenlenişi üzerine konuşmalar yapılmış, öte yandan da Türkçe Sözlük’ün mevcut maddelerinin tanımı görüşülmüş, Sözlük’teki tanımların baştan sona dikkatle yeniden okunmasına, düzenlenmesine karar verilmiştir. Sözlükçünün görevi bir kelimeye kendi başına, masa başında yeni bir anlam katmak değil, yazı dilinde ve günlük dilde kullanılışlarına bakıp var olanı tespit ederek sözlüğe yansıtmaktır. Kelime ilk defa 1918’de tespit edilmiştir. Teklz. Flörte temayülü olan: Ne müsait kız. Bana tuhaf tuhaf gülüyor. Eliyle manâsını anlamadığım işaretler yapıyor. Ömer Seyfeddin. “Nakarat”,Yeni Mecmua, C. 3, S. 63, 3 Teşrinievvel 1918, s. 218. Kelimenin bu anlamı ilk defa Meydan Larousse Ansiklopedisi’nde (1972, 1981, C. 9, s. 155, sol sütun) aşağıdaki şekilde yer almıştır. Belli ki müsait sözünün bugünlerde söz konusu edilen anlamı 1983’te yayımlanan 7. baskıya bu yolla girmiş olmalıdır. Söz konusu anlam tam da bu hâliyle ilk kez 1983’te Türkçe Sözlük’e girmiştir (682. sayfa, sol sütun). O dönem sözlüğü hazırlayanların hangi düşünce ile bu anlamı müsait kelimesine ilave ettiklerini bilemiyoruz. Ancak kesin olan, bu anlam, 1983’ten beri Sözlük’ün her baskısında aynı şekilde devam etmiştir. Yani bir iki günlük bir konu veya iş değildir, 32 yıldan beri bu anlam sözlükte aşağıdaki şekliyle mevcuttur. müsait s. (müsa:it) Ar. musā‘id 1. Uygun, elverişli: Müsait bir gün geleceğim. 2. tkz. Flört etmeye hazır olan, kolayca flört edebilen (kadın). Aşağıdaki sözlüklerde ise TDK Sözlük’ünde verilen anlam aynı şekilde yer almıştır. Karacan Büyük Sözlük ve Genel Kültür Ansiklopedisi, [1982], C. 5 (L-R), s. 1521, sol sütun. Milliyet Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedi, 1986, C. 16, 8466, sol sütun. Dil Derneği, Türkçe Sözlük, 2. baskı, 2005, s. 1394, sağ sütun. Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük, Genişletilmiş 5. baskı, 2004, s. 1276, sol sütun. Türkçenin derlemi (corpus) üzerine hazırlanmış en geniş çalışmaya baktığımızda müsait’in 560 kez geçtiğini görürüz. Ancak söz konusu edilen ikinci anlam bu 560 örnek arasında karşımıza çıkmaz. Türkçe Sözlük’te teklifsiz konuşma’ya (tkz.) özgü bir kullanım olarak kaydedilen bu anlam belli ki bir tür argo kullanımdır. Büyük bir ihtimalle de 1980’li yıllarda bu anlam, belirli bir çevrede kullanılmış olabilir. Bugün bu anlam herkesçe bilinen bir anlam değildir. Belki de bir döneme özgü, moda sözlerdendir. Bir yönden cinsiyet ayrımcılığı güden, bir yönden de bu anlamıyla kullanılışı neredeyse hiç bilinmeyen bu kelime, Türkçe Sözlük’ün yeni baskısında ve Genel Ağ ortamındaki kullanımlarında gerekli taramalar yapıldıktan sonra yeniden düzenlenecektir. Kamuoyunda tartışmalara sebep olan bu ve benzeri konularla ilgili TDK olarak çalışma yapılacak ve kamuoyuyla paylaşılacaktır. Türk Dil Kurumu 1955'ten başlayarak çeşitli dallarda ödüller verdi. Ödüller her yıl 26 Eylül Dil Bayramı'nda Ankara'da yapılan törenle sahiplerine verilir. Ödül verilen dallar farklı yönetmeliklere göre zaman zaman değişir. 1983'te Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesine alındıktan sonra Türk Dil Kurumu ödülleri kaldırıldı. Türk Dil Kurumu ödüllerini alanlardan bazıları şunlardır: Bugün Türk Dil Kurumu, 20'si Yüksek Öğretim Kurulu; 20'si Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu tarafından seçilen 40 asîl üyeye sahiptir. Üyelerin büyük çoğunluğu Türk üniversitelerinde çalışan Türkologlardır. Başbakan'ın önerisi doğrultusunda Cumhurbaşkanı tarafından atanılan TDK Kurum Başkanı ve 40 asîl üye Bilim Kurulu'nu oluşturur. Kurumun bilimsel çalışmaları bu kurul tarafından planlandığı gibi yönetim işlerini üstlenen Yürütme Kurulu ile bilimsel çalışmaları yürüten Kol ve Komisyonların üyeleri de bu kurul tarafından seçilmiştir. Bilimsel çalışmaları yürüten kollar şunlardır: Türkiye Türkçesinin çağdaş sözlüğünü sürekli geliştirerek yayımlayan Türk Dil Kurumu, "Yazım Kılavuzu" 'na da son şeklini vererek 2000 yılında yeniden yayımlamıştır. 1998 yılı içinde 9. baskısı çıkmış olan "Türkçe Sözlük"'te 75.000 civarında sözcük yer almıştır. Son dönemde, yılda 30-40 bilimsel eseri yayın dünyasına kazandıran Türk Dil Kurumu'nun üç süreli yayını da bulunmaktadır. Güncel dil konularını ve geniş kitlenin anlayacağı dilde yazılmış araştırmaları içine alan "Türk Dili dergisi" ayda bir yayımlanmaktadır. Altı ayda bir yayımlanan "Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi"; Kazak, Kırgız, Tatar vb. Türk topluluklarının dil ve edebiyatlarıyla ilgili araştırmalara yer verir. "Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten" ise tamamen bilimsel araştırmaları içine alır ve yılda bir sayı yayımlanır. Türk Dil Kurumu'nun yürütmekte olduğu projeler şunlardır: Türk Dil Kurumu 800'e ulaşan yayını, 40 Bilim Kurulu üyesi, 17 uzmanı, 56 çalışanı ve varsıl bir araştırma kütüphanesiyle çalışmalarını sürdürmektedir. Hikâye (anlam ayrımı) Ayrıca şu anlamlara da gelmektedir: Finitizm Matematik felsefesinde finitizm (İngilizce finite = sonlu) matematiksel oluşturmacılığın aşırı bir şekli olup matematiksel bir nesnenin yalnızca sonlu sayıda adımla ve doğal sayılar kullanılarak oluşturulabilmesi durumunda, var olabileceğini savunmaktadır. Finitizmin en ünlü savunucusu Leopold Kronecker ve bu konudaki deyişidir: "Tanrı doğal sayıları yarattı, gerisi insanların eseri." Çoğu modern oluşturmacı daha yumuşak bir görüş savunmakla birlikte köklerini Kronecker'in çalışmalarına dayandırabilmektedirler. Finitizmden daha katı bir yaklaşım Alexander Esenin-Volpin'in "ultra sezgicilik" (ya da yaygın olarak bilinen adıyla "ultra finitizm") akımıdır. Yahya Kemal Beyatlı Yahya Kemal Beyatlı (2 Aralık 1884, Üsküp - 1 Kasım 1958, İstanbul), Türk şair, yazar, siyasetçi, diplomat. Doğum adı Ahmed Agâh’tır. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden biridir. Şiirleri Divan edebiyatı ile modern şiir arasında köprülük görevi üstlenmiştir. Türk edebiyat tarihi içinde Dört Aruzcular'dan biri olarak kabul edilir (Diğerleri Tevfik Fikret, Mehmet Âkif Ersoy ve Ahmet Haşim'dir). Sağlığında Türk edebiyatının baş aktörleri arasında kabul edilmiş ancak hiç kitap yayımlamamış bir şairdir. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde milletvekilliği ve bürokratlık gibi siyasi görevler üstlenmiştir. 2 Aralık 1884 tarihinde Üsküp'te dünyaya geldi. Annesi, ünlü divan şairi Leskofçalı Galip’in yeğeni Nakiye Hanım; babası önceden Üsküp Belediye Başkanlığı yapmış, dönemin Üsküp Adliyesinde icra memuru İbrahim Naci Bey'dir. İlk öğrenimine, 1889 yılında Üsküp'te Sultan Murat Külliyesi'nin bir parçası olan Yeni Mektep'te başladı. Daha sonra yine Üsküp'te bulunan Mektebi Edeb'e devam etti. 1897 yılında ailesiyle Selanik'e yerleşti. Çok sevdiği ve etkilendiği annesinin veremden ölümü onu çok etkiledi. Babasının tekrar evlenmesi üzerine ailesinin yanından ayrılıp Üsküp’e döndüyse de kısa süre sonra Selanik'e geri döndü. "Esrar" takma adı ile şiirler yazdı. Orta öğrenimine devam etmek üzere 1902 yılında İstanbul’a gönderildi. Servet-i Fünuncu "İrtika" ve "Malumat" adlı dergilerde, "Agâh Kemal" mahlasıyla şiirler yazmaya başladı. Okuduğu Fransızca romanların ve Jön
Türkler 'e duyduğu ilginin etkisiyle 1903 yılında, II. Abdülhamit baskısı altındaki İstanbul’dan kaçarak Paris’e gitti. Paris yıllarında Ahmet Rıza, Sami Paşazade Sezai, Mustafa Fazıl Paşa, Prens Sabahattin, Abdullah Cevdet, Abdülhak Şinasi Hisar gibi Jön Türklerle tanıştı. Hiç dil bilmeden gittiği kentte hızlı bir şekilde Fransızca öğrendi. 1904 yılında Sorbonne Üniversitesinin Siyaset Bilimi bölümüne kaydoldu. Okulda ders veren tarihçi Albert Sorel’den etkilendi. Okul hayatı boyunca derslerinin yanı sıra tiyatro ile ilgilendi; kütüphanelerde tarih hakkında araştırmalar yaptı; Fransız şairlerin kitaplarını inceledi. Tarih alanındaki incelemeleri sonucu 1071 yılındaki Malazgirt Meydan Muharebesi'nin Türk tarihinin başlangıcı sayılması gerektiği görüşüne vardı. Araştırmaları ve sosyal etkinlikleri derslere zaman ayırmasını ve sınavlarda başarılı olmasını engelleyince bölüm değiştirerek Edebiyat Fakültesine geçti ancak bu bölümden de mezun olamadı. Paris’te geçirdiği dokuz yılda tarih bakışı, şairliği, kişiliği gelişti. 1913 yılında İstanbul'a döndü. Darüşşafaka İdadisinde tarih ve edebiyat öğretmenliği yaptı; bir süre Medresetü'l-Vaizinde uygarlık tarihi dersi verdi. Bu yıllarda Üsküp ve Rumeli’nin Osmanlı Devletinin elinden çıkması onu derinden üzdü. Ziya Gökalp, Tevfik Fikret, Yakup Kadri gibi şahsiyetlerle tanıştı. 1916’da Ziya Gökalp’in tavsiyesi ile Darülfünuna Medeniyet Tarihi müderrisi olarak girdi. Sonraki yıllarda Garp Edebiyatı Tarihi, Türk Edebiyatı Tarihi derslerini de okuttu. Hayatının sonuna kadar çok yakın dostu olarak kalan Ahmet Hamdi Tanpınar, onun Darülfünunda öğrencisi oldu. Bir yandan da yazın faaliyetlerini sürdüren Yahya Kemal; Türk dili, Türk tarihi konularında gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Peyam Gazetesinde, "Süleyman Nadi" mahlasıyla, "Çamlar Altında Muhasebe" başlığı altında yazılar kaleme aldı. 1910’dan beri yazmakta olduğu şiirlerini ilk defa 1918 yılında "Yeni Mecmua" adlı dergide yayınladı; Türk edebiyatının baş aktörleri arasında yer aldı. Mondros Mütarekesi’nin ardından gençleri etrafında toplayarak “"Dergâh"” adlı bir dergi kurdu. Dergi kadrosunda Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurullah Ataç, Ahmet Kutsi Tecer, Abdülhak Şinasi Hisar gibi isimler yer almıştır. Yahya Kemal’in yakından ilgilendiği bu dergide yayınlanan tek şiiri ""Ses Manzumesi"”dir. Ancak dergi için pek çok düzyazı kaleme alan yazar; bu yazılarla Anadolu’da devam eden Milli Mücadele’ye destek vermiş ve İstanbul’da Kuvay-ı Milliye ruhunu canlı tutmaya çalışmıştır. Benzer yazıları İleri ve Tevhid-i Efkar gazetelerinde de sürekli yayınlandı. Yahya Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın Türklerin zaferi ile sonuçlanmasının ardından İzmir’den Bursa’ya gelen Mustafa Kemal’i tebrik için Darülfünun tarafından gönderilen heyette yer almıştı. Bursa’dan Ankara’ya giderken Mustafa Kemal’e eşlik etti; ondan Ankara’ya gelmesi için davet aldı. 19 Eylül 1922’de Darülfünun Edebiyat Medresesinin müderrisler toplantısında Mustafa Kemal’e fahri doktorluk unvanı verilmesini teklif eden Yahya Kemal’in bu teklifi oybirliği ile kabul edildi. 1922’de Ankara’ya giden Yahya Kemal, Hakimiyet-i Milliye gazetesinde başyazarlık yaptı. O yıl, Lozan görüşmelerinde Türk heyetine danışman atandı. 1923'te Lozan’dan döndükten sonra II. Dönem TBMM’ye Urfa milletvekili olarak seçildi. Milletvekilliği 1926’ya kadar devam etti. 1926’da İbrahim Tali Öngören’in yerine Varşova’ya elçi olarak atandı. 1930’da Lizbon büyükelçisi olarak Portekiz’e gitti. İspanya Orta Elçiliği görevi de kendisine verildi. Madrid’de görev yapan ikinci edebiyatçı sefir oldu (ilki Samipaşazade Sezai’dir). İspanya Kralı XIII. Alfonso ile yakın dostluk kurdu. 1932’de Madrid elçiliğindeki görevine son verildi. İlk defa 1923-1926 arasında Urfa milletvekili olarak görev yapan Yahya Kemal, 1933 yılında Madrid’deki diplomatik görevinden döndükten sonra milletvekili seçimlerine girdi. 1934 yılında Yozgat milletvekili oldu. O yıl çıkan Soyadı Kanunu’ndan sonra “"Beyatlı"” soyadını aldı. Ertesi seçim döneminde Tekirdağ milletvekili olarak meclise girdi. 1943’te İstanbul’dan milletvekili seçildi. Milletvekilliği döneminde Ankara Palas'ta yaşadı. Yahya Kemal, 1946 seçimlerinde meclise giremedi ve bağımsızlığını yeni ilan etmiş Pakistan'a 1947’de büyükelçi olarak atandı. Yaş haddinden emekli oluncaya kadar Karaçi'de elçilik görevini sürdürdü. 1949’da yurda döndü. Emekli olduktan sonra İzmir, Bursa, Kayseri, Malatya, Adana, Mersin ve civarını ziyaret etti. Atina, Kahire, Beyrut, Şam, Trablusşam gezilerine çıktı. İstanbul’da Park Otel’e yerleşti ve ömrünün son on dokuz yılını bu otelin 165 numaralı odasında yaşadı. 1949’da "İnönü Armağanı"'nı aldı. 1956 yılında Hürriyet gazetesi her hafta bir şiirine yer vererek tüm şiirlerini yayınlamaya başladı. Yakalandığı bir çeşit bağırsak iltihabı nedeniyle tedavi için 1957’de Paris'e gitti. Bir yıl sonra 1 Kasım 1958 Cumartesi günü Cerrahpaşa Hastanesinde hayatını kaybetti. Cenazesi Aşiyan Mezarlığı'na defnedildi. Şiirlerini mükemmel hale getirmediği gerekçesiyle sağlığında kitaplaştırmak istememiştir. 1 Kasım 1958 tarihinde vefatı üzerine, İstanbul Fetih Cemiyeti 07 Kasım 1959 günkü toplantısında Nihad Sami Banarlı'nın teklifiyle Yahya Kemal Enstitüsü kurulmasına karar verilir ve eserleri yayınlanır. 1961 yılında Divanyolu, Çarşıkapı’da yer alan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Medresesinde Yahya Kemal Müzesi açıldı. 1968 yılında Hüseyin Gezer tarafından yapılan bir heykeli İstanbul'daki Maçka Parkına yerleştirildi. Yahya Kemal, nesir alanında da eser vermiş olmakla birlikte şair olarak isim yapmış bir edebiyatçıdır. Şekil açısından Divan şiir geleneğini ve aruz veznini kullanmıştır; dil açısından iki ayrı anlayışta şiirleri vardır: bunlardan birisi devrine göre genellikle sade, doğal ve yaşayan bir Türkçe ile şiir yazmaktır (bu tür şiirleri özellikle ilk baskısı 1961 yılında yapılan ""Kendi Gök Kubbemiz"" adlı şiir kitabında toplanmıştır); diğeri ise tarihin eski devirlerine ait olayları devrinin diliyle ifade etme düşüncesidir (ilk baskısı 1962'de yapılan ""Eski Şiirin Rüzgârıyle"" adlı şiir kitabındaki manzumelerde bu anlayışı sergilemiştir). Fransa'da bulunduğu yıllarda karşılaştığı Mallarmé'nin şu cümlesinin Yahya Kemal'in aradığı şiir dilini bulmasında etkili olduğu düşünülür: ""En iyi Fransızcayı Louvre Sarayı'nın kapıcısı konuşur."" Yahya Kemal, bu cümle üzerinde uzun uzun düşündükten sonra, şiirlerinde kullanacağı dili yakalar; Louvre Sarayı'nın kapıcısının okumuş yazmış bir aydın olmadığı gibi okuyup yazması olmayan bir cahil de olmadığını; bu durumda en iyi Fransızcayı "orta tabaka"nın, yani "halk"ın konuşabileceğini anlayarak orta tabakanın konuşmasına dikkat eder. Şair, bu düşüncelerin etkisiyle henüz dil inkılabından yirmi beş- otuz yıl önce sade Türkçe şiirler yazmaya yönelmiştir. Türkiye Türkçesi ile söylediği şiirlerinin yanında Osmanlı Türkçesi ile şiirler yazan Yahya Kemal'in eski dil ve nazım şekilleriyle söylemesinin arkasında, Türk edebiyatını bir bütün olarak algılaması ve tarihin eski devirlerine ait olayları devrinin diliyle ifade etme düşüncesi vardır. Eskiyi reddetme yerine olduğu gibi kabullenme ve yeniden yorumlayarak günümüze taşıma çabası içinde olmuştur. Geçmiş devirlerde yaşanmış olayları ait oldukları devrin diliyle ifade etme düşüncesiyle yazdığı şiirlere örnek olarak Yavuz Sultan Selim'i ve döneminin olaylarını, tahta çıkışından ölümüne kadar kronolojik bir şekilde hikâye eden Selimnâme, bestelenmiş şiirleri arasında yer alan "Çubuklu Gazeli, Ezân-ı Muhammedi, Vedâ Gazeli, İstanbul'u Fetheden Yeniçeriye Gazel" verilebilir. Şiirin vezin, kafiye ve iç ahenge dayandığına inanan şairin hemen hemen tüm şiirleri aruz vezni ile yazılmıştır. Hece ölçüsüyle yazdığı tek şiiri ""Ok""'tur. Onun bütün şiirlerini aruzla yazması ve mısraya olan saygısı, şiirine şekil mükemmelliği getirmiştir. Ona göre şiir sıradan cümlelerden değil nağmeden oluşur, bu yüzden sesle okunmaya muhtaçtır. Kelimelerin kulakla seçilmesi ve mısradaki yerlerinin bulunması gerekir. Ona göre birmısranın şiir olması, ahenkle ve titizlikle yazılmasıyla mümkündür. Onun için ""şiir musikiden ayrı bir musiki""dir. bu anlayışının bir sonucu olarak, şiirlerinin üzerinde yıllarca çalışmış ve henüz nağmeye dönüşmediğine inandığı mısralar için en uygun kelimeleri ve istifi buluncaya kadar şiirlerini tamamlanmış saymamıştır. Yahya Kemal'in şiir dilinin en belirgin yönlerinden biri "sentezciliği"dir. Paris'te kaldığı dokuz yıl boyunca okuduğu şairlerin (Mallarmé, Paul Verlaine, Paul Valery, Charles Baudelaire, Gerard de Nerval, Victor Hugo, Malherbe, Leconte de Lisle, Rimbaud, Jose Maria de Heredia, Jean Moreas, Theophile Gautier, De Banville, Lamartine, Henry de Regnier, Edgar Poe, Maeterlinck, Verhaeren) etkilerini özgün bir sentez yaparak yeni bir şiir yapısı kurmuştur. Kimi şiirleri klasik, kimileri romantik, bazısı sembolist, pek çoğu parnasyen olarak kabul edilir. Fransız şiirini taklit etmemiş, oradan öğrendiklerini kendi şiir anlayışı ile yoğurarak yeni yorumlara ulaşmıştır. Bu sentezciliği sonucu yorumlardan birisi de yapmacıksız olmasına özen gösterilmiş, doğal ve samimi anlamlar içeren kelimelerle şiir yazılması görüşü olan ""Beyaz Lisan"" anlayışıdır. Yahya Kemal'in şiirinde geniş bir Osmanlı coğrafyası yer bulmuştur. Onun şiirlerinde hatırlanan mekanlar, "Çaldıran, Mohaç, Kosova, Niğbolu, Varna, Belgrad" gibi yeni Türk devletinin sınırları dışında kalmış, bir zamanlar Osmanlı mülkü olan ya da Osmanlının temas ettiği topraklardır. Türk tarihiyle ilgili olmamakla beraber Yahya Kemal'in görüp yaşadığı Endülüs, Madrid, Altor, Paris ve Nis de şiirlerinde yer almıştır. Türkiye sınırları içinde Bursa, Konya, İzmir, Van, Çanakkale, Maraş, Kayseri, Malazgirt, Amid (Diyarbakır), Tekirdağ adı şiirlerinde geçer ama diğer şehirler üzerinde değil, onların da temsilcisi olan İstanbul üzerinde yoğunlukla durulmuştur. Üsküdar gibi, Atik Valide gibi, Kocamustafapaşa gibi eski İstanbul'un semtlerini şiirleştirmiştir. İstanbul algısının merkezindeki mekan ise Süleymaniy
e Camisi olmuştur. Enis Batur Enis Batur (d. 28 Haziran 1952, Eskişehir), Türk şair, deneme yazarı, yayıncı. 28 Haziran 1952'de dünyaya geldi. Dedesi Şirket-i Hayriye'nin kurucusu Hüseyin Hâki Bey'dir. Babası eski Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'dur. Çocukluğu Eskişehir ve Napoli; ilkgençlik yılları İstanbul ve Ankara'da geçti. İlkokulu Dumlupınar İlkokulu'nda, ortaokul ve liseyi Saint Joseph ve Ankara Lisesi'nde okudu. İlk yazısı 1970'te, ilk kitapları 1973'te yayınlandı. Öğrenciliği sırasında Ulus gazetesinin sinema sayfasını yönetti (1971-1972). Odtü'de başladığı yükseköğrenimini Paris'te tamamladı (1976). Ülkeye döndükten sonra Yazı (8 sayı, 1978-80), Oluşum (1978-82), Meb (1 sayı, 1979) ve Tan (1982) dergilerini çıkardı. 1982'de Çağdaş Kent dergisini çıkardı, ilk sayıyla birlikte dergi, sıkıyönetim tarafından yasaklandı.1983'te Avrupa Ülkeler Ansiklopedisi'ni, 1984'te İslam Ülkeleri'ni yayına hazırladı. 1987-88 arası Şehir dergisini çıkaran ekibin başında yeraldı. Askerliğini Çankırı'da yaptı. 1983'te İstanbul'a yerleşti. Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Dairesi Başkanlığını (1979-1980), Milliyet'in kültür servisi ve yan yayınlar yöneticiliğini (1983-1984), Milliyet Büyük Ansiklopedi'nin (1986) ve Dönemli Yayıncılık'ın genel yayın yönetmenliğini (1987-1988) yaptı; 1988-2004 arası Yapı Kredi Yayınları'nı yönetti. Birçok klasiğin ve önemli yabancı eserin Türkçeye çevrilmesinde başrol oynadı. Yapı Kredi Yayınları'nı sektörde öncü hale getirdi. Gergedan, Sanat Dünyamız, Kitap-lık, Cogito, Arredemento Dekorasyon, Fol gibi dergilerin hazırlanışında sorumluluklar üstlendi; Remzi Kitabevi'nin (1990-1993), TRT'deki "Okudukça" programının (1994-1999) yayın danışmanlığını yaptı; Açık Radyo'nun kuruluşuna katkıda bulundu ve "Şifa, Şifre, Deşifre" programını gerçekleştirdi; Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)'nun "Göreme'den İstanbul'a kültür mirasımız" kampanyasını (1984) yönetti, Cumhuriyet, Milliyet, Dünya, Aydınlık gazetelerinde, Yeni Gündem, P-Eki, Express, "2000'e Doğru" dergilerinde haftalık, Cumhuriyet Bilim-Teknik dergisinde aylık yazılar yazdı. Yurtdışındaki çeşitli dergilerde ürünleri yayımlandı: Poesia, Il Ebbro Quaterno, Letters Internationales, Quarterly West, Tabaccaria, Podium, Kelk, Connaissance des Arts, Talismen, Didale. Şiirleriyle Cemal Süreya, Altın Portakal, Sibilla Aleramo, Necatigil ödüllerini, denemeleriyle TDK ödülünü kazandı. Kitaplarından Opera üzerine Ahmet Oktay'ın kitabı İsrafil'in Sûru ve bir sempozyumun bildirilerini bir araya getiren "Opera Odağında Enis Batur Şiiri", yapıtları üzerine yazılmış yazılardan bir seçmeyi derleyen "Otuz Kuş Bakışı", Hatice Aynur'un hazırladığı "Enis Batur Bibliyografyası 1970-1995", Esra Ermert'in yazdığı "Gen Haritası:Enis Batur Şiiri'nde Kullanım Sıklığı ve Köken Temelinde Sözcük Taraması" ve Cem Akaş'ın "Belkienisbatur" adlı eserleri hakkındaki başlıca kaynaklardır. Batur, 1998-1999 akademik yılından 2002-2003 eğitim ve öğretim yılına dek Galatasaray Üniversitesi'nde ders verdi. 2008 yılında Epsilon Beta edebiyat topluluğunu kurdu, topluluğun ilk ürünü olan "Centuria %45-Epsilon Beta" başlıklı kitap 2009 yılında yayınlandı. Yabancı dillerdeki kitapları: Oluşturmacı matematik Matematik felsefesinin oluşturmacılık akımına göre matematiksel bir nesnenin varlığını kanıtlayabilmek için, nesnenin bulunması (ya da "oluşturulması") gerekir. Oluşturmacılara göre bir nesnenin var olmadığını varsayıp bu varsayımdan bir çelişki türetildiğinde -nesnenin kendisini bulmadıkça ("oluşturmadıkça")- nesnenin varlığı da kanıtlanmış olmaz. Oluşturmacılık çoklukla matematiksel sezgicilik ile karıştırılır; fakat gerçekte sezgicilik oluşturmacılığın bir türüdür. Sezgiciliğe göre matematiğin temelleri kaynağını bireysel matematikçinin sezgisinden almaktadır dolayısıyla matematik özünde öznel bir etkinliktir. Oluşturmacılık bu görüşe katılmayıp matematiğe nesnel yaklaşımla tamamıyla uyuşmaktadır. Roman Roman, bir kişi ya da bir grup insanın başından geçenleri, onların iç ve dış yaşantılarını belli bir kronolojik, mantıksal, duygusal ya da sanatsal ilişkiyi gözeterek öyküleyen uzun kurgusal anlatıma denir. Hikâyeye kıyasla daha uzun ve olaydan ziyade kişi merkezli bir yazı türüdür. Japon edebiyatının başyapıtlarından "Genji'nin Hikâyesi" dünyanın ilk romanı kabul edilir. Roman büyük oranda düzyazıyla yazılır ancak nazım da içerebilir. Anlatılan olaylar kahramanlık öyküleri değil, sıradan insanların günlük yaşantılarıdır. Anlatılan olaylar, kendinden önceki türler gibi yalnızca saraylar ve savaş alanları gibi destansı mekanlarda değil, genellikle sokaklar, evler, meyhaneler gibi sıradan mekanlarda geçer. Kullanılan dil, nazım türlerinde olduğu gibi ağdalı değil günlük ve sıradandır. Roman tarihe en bağlı edebiyat türüdür. Toplumsal, politik olaylar gelişmelerle de yakın ilişkidedir. Roman, felsefe ve sanattan boş inançları kovmak ve bunların yerine akıl ve gerçeği geçirmek isteyen bir kültürel dönüşümün ürünüdür. Bu nedenle toplumların gelişimine, yani tarihe kopmaz biçimde bağlıdır. İnsanı, öncelikle toplumsal ve tarihsel bir varlık olarak konu alan ilk sanat türüdür. İlk örneklerini François Rabelais, Dante, Miguel de Cervantes vermiştir. Romanlar: konu, üslup, yazıldığı dönem bakımından çeşitli türlere ayrılabilir. Üslup bakımından "romantik roman", "gerçekçi roman", "doğalcı roman", "estetik roman", "izlenimci roman", "dışavurumcu roman", "yeni roman" türleri sayılabilir. Kişilerin duygularını, arzularını,hislerini, düşüncelerini yalnızca kendilerine ait, içten gelen doğal ve gerçek olgular gibi görür.Yani aşk, duygu, hayal gibi düşünceler yer alır. Aynı zamanda acı, keder ve hüzün de bu roman türünün konularındandır. Örneğin Sir Walter Scott’un tarihsel romanları, Jean-Jacques Rousseau’nun eserleri, Goethe’nin "Genç Werther’in Acıları", Victor Hugo'nun Notre Dame'ın Kamburu gibi. Romantik romandan ayrı olarak kuru ve kuşkucu bir anlatım ve düşünce yapısı taşır. Balzac ve Stendhal’in romanları bu üsluptadır. Belli biçim ve anlatım kaygıları ile yazılmış romanlardır. Gustave Flaubert estetik romanın en önemli yazarıdır. Diğer üsluplardan ayrı olarak eşyanın ve dış olayların kendi nesnel gerçeklikleriyle insanların bunları algılama biçimleri arasındaki farkları ortaya çıkarmaya yönelir. Yani dış gerçeklerden çok, duyu ve duygulara, iç yaşantının betimlenmesine öncelik verir. 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Dışavurumculuk toplumsal kimliklerin reddedilmesi ve insan yaşamını belirleyen toplum karşıtı ya da uygarlık karşıtı güçlerin öne çıkarılmasıyla belirlenir. Dostoyevski, Franz Kafka, Samuel Beckett ve Bertold Brecht’in romanları bu türün örneklerindendir. Aslında dışavurumculuğun izlerini taşır. Özellikle 1930 sonrasında ilk örnekleri görülmeye başlandı. Kendisinden önceki akımlardan hiçbirine benzemeyen, yazma deneyini, hatta romanın olanaksızlığını romanın asıl konusu haline getiren romanlardır. Yeni roman, yazma eyleminin kendisini sorgulamaya yönelir. Alain Robbe-Grillet, Michel Butor, Claude Simon, Philippe Soller, Julio Cortazar gibi yazarlar bunları denemişlerdir. Konusu bakımından roman "tarihsel roman pikaresk roman duygusal roman, gotik roman, ruhbilimsel roman, töre romanı, oluşum romanı" türlerine ayrılır. Tarihsel romanlar, tarihin değişik dönemindeki olayları işler. Kahramanlar gerçek veya düşsel olabilir. Ancak anlatılanlar tarih gerçeklerine çoğu kez uygundur. Bu roman türü aslında, Romantizmin bir ürünüdür. Dünya edebiyatında bu türün ilk örneğini İngiliz yazar Walter Scott vermiştir. Türk edebiyatında ise tarihi romanın ilk denemesi Ahmet Mithat’ın Yeniçeriler adlı romanı sayılabilir. Batılı anlamda ilk tarihsel Türkçe roman, Namık Kemal’in Cezmi’sidir. İnsanın duygusal yaşamını yüksek ve özenli bir üslupla betimleyen romanlardır. Bazen bu türde yazarın kendi duygularıyla, okurun duygularını sömürmesi ön plana çıkar. Laurence Sterne’in Fransa ve İtalya’da Hissi Seyahat adlı eseri, Rousseau’nun romanları, Madame de La Fayette’in Prenses de Cleves adlı romanı bu türe örnek gösterilebilir. Kişilerin ruhsal durumlarını ayrıntılarıyla çözümlemeye çalışan romanlardır. Daha serinkanlı ve denetimli oluşuyla duygusal romandan ayrılır. Abbe Prevost’un Manon Lescaut adlı eseriyle Fransız edebiyatında açılan psikolojik roman çığırı diğer ülke romancılarını da etkilemiştir. Paul Bourget’in romanları da bu türe örnektir.Türkiye'deki ilk ruhbilimsel roman Mehmet Rauf'un Eylül adlı kitabıdır. Türkiye'den Peyami Safa'nın 9. Hariciye Koğuşu buna örnektir. Cinayet, gizem, katil, suç, ceset gibi konuları işleyen bir roman türüdür. Agatha Christie bu anlamda ün yapmıştır. 86 romanıyla 'Polisiye Romanlarını Kraliçesi' seçilmiştir. Bu romanlarda öne çıkan konu 'Kim kimi öldürdü?', 'Nasıl öldü?', 'Neden öldü?' ... gibi seçilebilir. Hayal gücüne dayanan romanlardır. 19. yüzyılda ilimlerin gelişmesiyle yaygınlık kazanmıştır. Çizgi roman veya resimli roman, çizgi ile hikâye anlatmak için birbirini takip eden panellerin (çerçevelenmiş resim) kullanıldığı bir sanat türüdür. Deneme Deneme şu anlamlara gelebilir: Cemal Süreya Cemal Süreya (1931, Pülümür - 9 Ocak 1990, İstanbul), Türk şair ve yazar. Asıl adı Cemalettin Seber'dir. 1931 yılında o dönem Erzincan'a bağlı olan Pülümür'de doğdu. Zaza Alevi asıllıdır. Babasının ismi Hüseyin, annesinin ismi ise Gülbeyaz'dır. Çocukluğunun ilk yıllarını Erzincan şehrinde geçirdi. 1938'de Dersim İsyanı sonrasında ailesi Bilecik'e sürgün edildi. İlkokula İstanbul Beyoğlu'nda başlayan Süreya üçüncü sınıfta Bilecik'te eğitim hayatına devam eder. Daha sonra babasına haber vermeden parasız yatılı sınavına girer ve Haydarpaşa Lisesi'ni kazanarak oradan mezun olur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi maliye ve iktisat bölümü'nü bitirdi. Maliye Bakanlığı'nda müfettiş yardımcılığı ve müfettişlik, darphane müdürlüğü, Kültür Bakanlığı'nda kültür yayınları danışma kurulu üyeliği, Orta Doğu İktisat Bankası yönetim kurulu üyeliği ve 25 yılı
aşkın Türk Dil Kurumu üyeliği görevlerinde bulunmuştur. Yayınevlerinde danışmanlık, ansiklopedilerde redaktörlük, çevirmenlik yaptı. Ağustos 1960'tan itibaren yalnızca dört sayı çıkarabildiği "Papirüs" dergisini Haziran 1966- Mayıs 1970 arası 47, 1980-1981 arası iki sayı daha çıkardı. "Pazar Postası", "Yeditepe", "Oluşum", "Türkiye Yazıları", "Politika", "Yeni Ulus", "Aydınlık", "Saçak", "Yazko Somut", "2000'e Doğru" gibi yayın organlarında şiir ve yazılarını yayımladı. İkinci yeni hareketinin önde gelen şair ve kuramcılarından sayılan Cemal Süreya'nın ilk şiiri "Şarkısı Beyaz" "Mülkiye" dergisinin 8 Ocak 1953 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Geleneğe karşı olmasına rağmen geleneği şiirinde en güzel kullanan şairlerden birisiydi. Kendine özgü söyleyiş biçimi ve şaşırtıcı buluşlarıyla, zengin birikimi ile, duyarlı, çarpıcı, yoğun, diri imgeleriyle ikinci yeni şiirinin en başarılı örneklerini vermiştir. Ölümünden sonra adına bir şiir ödülü düzenlendi. 1997'de de Cemal Süreya arşivi yayımlandı. Cemal Süreya 38 sürgününü bir şiirinde şöyle anlatıyordu: Ülkü Tamer onun için şu dizeleri yazmıştır: Süreya'nın üvey kızı Gonca Uslu'nun aktardığına göre iddiaya girmeyi çok seven şair arkadaşıyla bir telefon numarası üzerine iddiaya girmiş, kaybederse soyadındaki "y" harfinden birini sildireceğini söylemiş. İddiayı kaybetmiş ve Süreyya olan soyadını Süreya olarak değiştirmiş"Süreya" soyadı ilk kez 1956 yılında yayımlanan "Elma" şiirinde görüldü. Şiir Deneme-Eleştiri Günce Mektup Çocuk Kitabı Söyleşi Derleme Şiir Çevirileri Öteki Çeviriler Monografi Ünlü bir kimsenin hayatını, kişiliğini, eserlerini, başarılarını ayrıntılarıyla ele alan veya bilimsel bir alanda özel bir konu ya da sorun üzerine yazılan inceleme yazısına monografi (tek yazı) denir. Monografi ya da monograf Türkçeye Fransızca "monographie" sözcüğünden geçmiş olup, bilimsel alanlarda özel bir konu, sorun ya da kişi üzerine yazılmış, kendi başına bir bütün oluşturan kitaplara verilen isimdir. Herhangi bir kimsenin yaşamının başkaları tarafından benimsenmesinde bir sakınca görülmeyen özel taraflarını, bir sanat anlayışını, bir eserin veya şeyin yalnızca bir yönünü anlatan yazılara "monografi" denir. Monografıde herhangi bir yer, bir eser, bir yazar, tarihî bir olay, bilimsel bir alana ait sorun özel bir görüşle veya bakış açısıyla değerlendirilebileceği gibi, bir konu üzerinde derinlemesine bir inceleme de yapılabilir. Monografilerde kişi veya eser her yönüyle incelenir; araştırılır. Ancak bu şekilde ele alınan konunun o ana kadar gizli kalmış yönleri, tarafları belirlenir ve ortaya konur. Ayrıca sanatçı inceleniyorsa o sanatçıyı diğer sanatçılardan ayıran özel bilgilere ulaşılmış olur. Doğal sayılar Doğal sayılar, formula_1 şeklinde sıralanan tam sayılardır. Negatif değer almazlar. Bazı kaynaklarda "0" doğal sayı olarak alınmaz. Matematikte hala sıfırın bir doğal sayı alınıp alınmayacağı tartışma konusudur, ancak eğer cebirsel inşâlar yapılmak isteniyorsa "0" sayısının doğal sayı olarak alınması avantaj sağlayabilir. Matematiğin diğer dallarında da problem hangi durumda daha kolay ifade edilebilecekse doğal sayılar kümesi de o şekilde alınır. Bir doğal sayının rakamlarının belirttiği değere rakamların sayı değeri denir. Doğal sayının rakamlarının toplamına rakamların "sayı değerleri toplamı" denir. 9 basamaklı bir doğal sayının basamaklarının Onlu sayma düzeninde bir basamağın değeri sağındaki basamağın 10 katıdır. Bir rakamın basamak değeri o rakam ile rakamın yazıldığı basamağın çarpımıyla bulunur.. 12345 sayısındaki 2 nin basamak değeri 2 (sayı değeri) ve 1000 (basamak değeri) çarpılarak 2 X 1000 = 2000 şeklinde bulunur. peano belitleri tarihsel olarak doğal sayıların en genel (ve sezgisel) tanımıdır. Modern tanımlar bu tanımı sağlar. Sıfırı doğal sayı olarak kabul etmeyen grup, buradaki belitlerin "Bir, bir doğal sayıdır." olarak kabul eder. Zermelo-Freankel küme kuramı doğal sayılar, von Neumann sıral sayılarıyla inşa edilebilir. Buna göre her sayı temelde bir kümedir. Eğer sıfır boşküme olarak tanımlanırsa ve her "n" sayının ardılı, formula_2, "nformula_3{n}" olarak verilirse, doğal sayılar inşa edilmiş olur. Bu tanım doğal sayıların yinelgen bir yapıda olduğunu da belirtmiş olur. Bu yinelgen tanımla sayılar, Bu tanımda iki doğal sayının eşitliği sayıların öğe sayısına dayanır. Russell'ın farklı bir tanımı daha genel görünebilir:0 DOĞAL SAYIDIR Ne var ki bu tanım belitsel küme kuramlarında geçerli değildir, çünkü bir sayı, küme olamayacak kadar büyük topluluklar olmak zorunda kalıyor. Ancak tipler kuramı gibi kuramlarda geçerlidir. Doğal sayıların sıralanmasına en büyük basamaktan başlanır. Aynı basamakta büyük rakam bulunan sayı diğerinden büyüktür. İki sayının yüz milyonlar basamaklarında eşit rakamlar bulunuyor. Bu nedenle karşılaştırma bir sonraki basamak olan on milyonlar basamaklarında yapılır. Bu basamaklarda 9 > 8 olduğundan 894.125.067 > 887.954.700 yazılır. “ 894.125.067 büyüktür 887.954.700 şeklinde okunur.” formula_1 Doğal Sayılar Kümesinde; iki doğal sayının toplamı yine bir doğal sayı olur. = Doğal sayılarda işlemler = Doğal sayılar toplama ve çarpma işlemine göre kapalıdırlar. İki doğal sayının çarpımı veya toplamı yine bir doğal sayıdır. Örneğin : 3.5=15 , 7.9=63 İki doğal sayının farkı veya bölümü bir doğal sayı olmayabilir bu nedenle doğal sayılar çıkarma ve bölme işlemine göre kapalı değildir. Örn: 9-12 = -3 , 2/4 = 1/2 gibi. Toplama işlemi ileri doğru sayma işlemidir. Toplama işlemine katılan sayılara terim, işlemin sonucuna toplam denir. Toplama işlemi sayıların aynı basamakları arasında yapılır. Bu nedenle toplama işleminde sayılar aynı basamaklar alt alta gelecek şekilde yapılır. Doğal sayılarda toplama aşağıdaki cebirsel kurallara uyar: Bir "a" sayısını bir "b" sayısıyla toplamak, "a" sayısının "b" kere ardılını almak olarak tanımlanır. Daha matematiksel bir tanım verilmek istenirse formula_9 gösterimi "n" sayısının ardılını ifâde etmek üzere, toplama aşağıdaki belitlerle tanımlanır: Bu belitlerden yola çıkarak ardıllık işlemini toplama cinsinden göstermek mümkündür: 2. belitte b=0 seçilirse sıfırın adrılı birdir, o halde, olduğu kolaylıkla görülür. Çarpma işlemi art arda toplama işlemidir. Çarpma işlemine katılan sayılara çarpan, işlemin sonucuna çarpım denir. Doğal sayılarda çarpma aşağıdaki cebirsel kurallara uyar: Bir "a" sayısını bir "b" sayısıyla çarpmak, "a" sayısının "b" kere toplamını almak olarak tanımlanır. Daha matematiksel bir tanım verilmek istenirse formula_9 gösterimi "n" sayısının ardılını ifâde etmek üzere, çarpma aşağıdaki belitlerle tanımlanır: 28 Mart Pierre van Hooijdonk Petrus Ferdinandus Johannes (Pierre) van Hooijdonk (d. 29 Kasım 1969) Fas asıllı Hollandalı futbolcudur. 2007 yılında Hollanda'nın Feyenoord takımında aktif futbola veda etmiştir. Profesyonel futbol yaşamına Roosendaal'da başladı. NAC Breda'da oynadıktan sonra Celtic'e transfer oldu. İskoç liginde 69 maçta 44 gol attı. Sezon sonunda Vitesse'ye transfer oldu. 2003 yılında Hollanda'nın Feyenoord takımından ayrılarak Fenerbahçe'ye gelen oyuncu, ilk şampiyonluğunu 2003-2004 futbol sezonu sonunda bu takımda yaşadı. Pierre Paulus Wielaartus van Hooijdonk aynı sezon 24 gol atarken, 10 gol pasına da imzasını koydu ve 5 topu çizgiden çıkardı. Fenerbahçe'nin en sevilen oyuncusu olmuştur Fenerbahçe'den ayrılarak NAC Breda takımına transfer olmuş ve burada da teknik heyet ile yaşadığı problemler nedeniyle devre arasında takımdan ayrılıp eski takımı Feyenoord'a dönmüştür. 2007'de futbolu bıraktı. Futboldan kopamamış ve 2009 yılında doğduğu yerin amatör takımı olan Steenbergen 4 takımında forma giymeye başlamıştır.Muhteşem bir dönüş yaptığı söylentiler arasındadır.Antrenörü Jean-Paul De Groot kendisinin takıma çok büyük katkıları olduğunu ve seyircilerin Hooijdonk için geldiğini belirtmiş bu yüzden de onu asla yedek bırakamayacağını söylemiştir. Ayrıca bu futbolcu Hollanda millî futbol takımında oynadığı 46 maçta 14 gol attı. 2008 yılında van Hooijdonk, dolandırıcıların kurbanı oldu ve kendisinin var olmayan bir Çin tekstil şirketine yatırım yaptığı için 2.000.000 £ kaybettiğini bildirdi. Hollanda polisi, daha sonra aldatmacanın 'milyonlarca avro' değerinde olduğunu açıkladı. Elektronik ticaret Elektronik ticaret ya da kısaca e-ticaret, 1995 yılından sonra İnternet kullanımının artmasıyla ortaya çıkan, ticaretin elektronik ortamda yapılması kavramıdır. Mal ve hizmetlerin üretim, tanıtım, satış, sigorta, dağıtım ve ödeme işlemlerinin bilgisayar ağları üzerinden yapılmasıdır. Elektronik ticaret, ticari işlemlerden biri veya tamamının elektronik ortamda gerçekleştirilmesi yoluyla reklam ve pazar araştırması, sipariş ve ödeme, teslimat olmak üzere üç aşamadan oluşmaktadır. Elektronik ticaret, tüm dünyada ticaretin serbestleştirilmesi eğilimi ile birlikte, 2000'li yıllardan sonra yaşanan ve bilgi iletişimini kolaylaştıran teknolojik gelişmelerin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Geleneksel pazarlama yöntemlerine, İnternet olanaklarını da ekleyen kuruluşlar, sadece belirli bir kitleye satış yapabilmenin ötesine geçip, üretkenliği ve yaratıcılığı arttıran küresel e-ticaret bağlantıları kurma şansını elde edebilmeye başlamıştır. Eskiden birçok şirket televizyon, gazete, radyo gibi araçları kullanarak potansiyel müşterilerine ulaşmaya uğraşırken, bugün bunlara İnternet üzerinden reklamcılık da eklenmiştir. Elektronik ticaretin araçları, birbirleriyle ticaret yapanların ticari işlemlerini kolaylaştıran telefon, faks, bilgisayar, elektronik ödeme ve para transfer sistemleri, elektronik veri değişimi sistemleri (Electronic Data Interchange-EDI), İnternet gibi her türlü teknolojik ürünlerdir. EDI, ticaret yapan iki kuruluş arasında, insan faktörü olmaksızın bilgisayar ağları aracılığı ile belge ve bilgi değişimini sağlayan bir sistem olarak elektronik ticaretin önemli bir aracıdır. Elektronik ticaret açısından en etkin araç olarak kabul edilen yeni İnternet teknolojileri ise ses, görüntü ve ya