text
stringlengths
508
34.4k
title
stringlengths
2
45
city
stringclasses
74 values
area
stringclasses
7 values
Eskiden köyün birinde, bir değirmenci yaşarmış. Değirmencinin çok sayıda tavuğu varmış. Ancak tilkiler her gün değirmencinin tavuklarını birer, birer çalıyorlarmış. Sonunda kala kala değirmencinin dört tane tavuğu kalmış. Değirmenci: — Bu tilkilerin yaptıkları artık fazla oluyor. Geriye dört tavuğum kaldı. Bari bunları tilkilere yedirmeyeyim. Yoksa bu gidişle bana yiyecek bir şey kalmayacak, demiş. Bu karar üzerine eski tüfeğini eline alıp kümesin önünde tilkileri beklemeye başlamış. Aradan bir, iki saat geçince tilkinin biri dağdan hoplaya zıplaya inerek değirmencinin yanına gelmiş. Tilki, değirmenciye: — Selamünaleyküm, değirmenci; nasılsın, deyince değirmenci donmuş, kalmış. Değirmenci, korku ve şaşkınlıktan tilkiye hiçbir şey diyemiyormuş. Tilki: — Hiç şaşırma değirmenci. Tilki konuşamaz, deme. Ben konuşan bir tilkiyim. Çok açım. Şimdiye kadar tavuğunu diğer arkadaşlar yediler. Arkadaşlar senin tavuklarının tadını öyle övdüler ki ben de merak edip geldim. Müsaade et de şu dört tavuğunu da ben yiyeyim. Bakarsın ileride sana bir iyiliğim dokunur, demiş. Tilki bunları söylerken değirmenciden çıt çıkmıyormuş. Değirmenci yavaş yavaş kendine gelince elindeki eski tüfeği tilkiye doğrultmuş: — Hayır, olmaz! Bu dört tavuğu sana yedirirsem sonra biz ne yiyeceğiz? Hem tavukları yedikten sonra bana ne gibi bir iyiliğin dokunacak, demiş. Tilki: — Bak değirmenci, aklını başına al. Değirmende sıra bekleyen bile yok. Ben seni bu dertten kurtaracağım. Sonra o kadar tavuğa acımıyorsun da şu dört tavuğa mı acıyorsun, deyince değirmenci: — Tamam, tavukları götür. Yalnız tavukları götürürken bana sesini duyurma, dermiş. Değirmenciden izini alan tilki koşarak kümese gitmiş. Değirmenci de: — Yahu, tilki hiç konuşur mu? Ben hayal mi görüyorum yoksa, diye düşünmeye başlamış. Ertesi gün sabah olunca değirmenci kümese gitmiş. Bakmış ki tilki tavukları gerçekten götürmüş. Değirmenci bundan sonra tilkinin yolunu beklemeye başlamış. Bir gün beklemiş, iki gün beklemiş, tilki gelmemiş. Üçüncü gün tilki çıkagelmiş. Tilki, değirmenciye: — Selamünaleyküm, değirmenci. Değirmenci: — Aleykümselam, tilki. Tilki: — Bak, sözümü tutmaya geldim. Hadi elbiselerini değiştir. Şu unlu elbiselerinden kurtul. Seninle yolculuğa çıkacağız, demiş. Değirmenci: — Nereye gideceğiz, diye sormuş. Tilki: — Sana, yediğim dört tavuğun hakkını vermeye gideceğiz, demiş. Değirmenci hemen üzerini değiştirmiş ve tilkinin peşine düşmüş. Tilki önde değirmenci arkada gündüz yatıp gece yol gitmişler. Tilki yiyeceklerin en iyisini en güzelini bulup buluşturup getirmiş. Değirmenci de bunları yemiş. Az gitmişler, uz gitmişler, gide gide İran ülkesine varmışlar. Tilki, değirmenciyi büyük bir hendeğe yatırarak: — Değirmenci ben gelene kadar buradan bir yere gitme, demiş. Tilki, değirmencinin yanından ayrılmış. İran padişahının murat taşı, dilek taşı ve nişan taşı olmak üzere üç taşı varmış. Değirmencinin yanından ayrılan tilki, padişahın murat taşına oturmuş. Tilkinin murat taşına oturduğunu gören nöbetçiler: — Allah, Allah! Bu ne iştir? Yoksa biz hayal mi görüyoruz? Taşın üzerindeki hayvan mı, yoksa hayvan kılığına girmiş insan mı, deyip olayı padişaha anlatmak için haberci göndermişler. Haberci, padişaha: — Padişahım, bizim murat taşına bir tilki oturdu. Ne yapalım, demiş. Padişah: — Kovalayın gitsin, demiş. Tilkiyi kovalamaya gelen haberciye, tilki: — Durun bakalım! Ben tilkiyim ama Allah’ın emri, Peygamber Efendimizin kavli ile Acem Şahı’nın kızını, bizim Şahşah Padişahı’nın oğluna istiyorum, demiş. Tilki, böylece değirmenciyi Şahşah Padişahı’nın oğlu yapmış. Şahşah ismini de değirmenin çıkardığı sesten uyarlamış. Tilkinin konuşmasına şaşıran haberci hemen saraya dönerek padişaha: — Padişahım, tilki sizin kızınızı Şahşah Padişahı’nın oğluna istemeye gelmiş, “Beni kovamazsınız” diyor, demiş. Padişah: — Yahu, tilki hiç konuşur mu? Sen bunu nereden çıkardın oğlum, demiş. Haberci: — Vallahi, konuşuyor padişahım. Bu sözleri duyan padişah, olayı gözü ile görüp kulağı ile duymak için faytona binip murat taşının yanına gitmiş. Bakıyor ki tilki taşın üzerinde oturuyor. Tilki olayı padişaha da anlatınca padişah tilkiyi sarayına davet etmiş. Padişah ile birlikte saraya gelerek sarayın ikinci katına çıkan tilki hemen bir koltuğa oturmuş. Padişah, tilkiye: — Hoş geldin, deyince tilki kafayı önüne eğmiş. Padişah: — Nasılsın, deyince tilki kafayı sağa çevirmiş. Padişah: — Muradın nedir, deyince tilki kafayı sola çevirmiş. Padişah, yanındakilere: — Niye konuşmuyor bu, diye sormuş. Haberci: — Bilmiyorum padişahım. Az önce konuşuyordu, demiş. Padişah, tilkiye: — Niye konuşmuyorsun tilki efendi, deyince tilki: — Acem Şahı diye her tarafta namın duyulur. Ben de namına sığınarak Acem Şahı’nın kızını Şahşah Padişahı’nın oğluna alıp hayırlı bir iş yapayım, dedim. Fakat ülkenin sınırlarını geçince, Şahşah Padişahı’nın oğlunun elbisesinin güzelliğini görenler elbiseyi parçaladılar. Ben de Şahşah Padişahı’nın oğlunu hendeğe yatırdım, geldim. Senin nasıl böyle bir ülken var, demiş. Padişah: — Benim ülkemde adam soyacaklar, öyle mi, deyince tilki: — Evet efendim, Şahşah Padişahı’nın oğlunu soydular, demiş. Padişah: — Götürün bu tilkiyi hazinedarıma. Ona mücevherlerini, altınlarını versin. Şahşah Padişahı’nın oğlunun elbisesi nasılsa ondan alsın, demiş. Tilki, değirmenciye güzel bir elbise temin ettikten sonra askerlerle birlikte değirmencinin yattığı hendeğe gelmişler. Hendeğe gelince tilki, askerlere: — Siz burada kalın, diyerek değirmencinin yanına tek başına gitmiş. Tilki, değirmenciye: — Kalk değirmenci. Al şu elbiseleri çabuk giyin, deyince değirmenci elbiseleri hemen giymiş. Tilkinin getirdiği elbise, değirmenciye tam olmuş. Değirmenci de yakışıklı biriymiş. Elbiseyi giyince daha da yakışıklı olmuş. Tilki değirmenciyi hamama, berbere götürdükten sonra saraya getirmiş. Tilki ile birlikte saraya giren değirmenci padişahın kızını görünce âşık olmuş. Padişahın huzuruna çıkan değirmenci ile tilki, biraz oturduktan sonra, tilki: — Allah’ın emri, Peygamber’in kavli ile kızını Şahşah Padişahı’nın oğluna istiyorum, demiş. Padişah: — Yahu, bu Şahşah Padişahı hangi ülkenin sahibidir, demiş. Tilki: — Çok uzaklarda bir diyarın şahıdır, padişahım, demiş. Bu arada olanlardan habersiz olan değirmenci hayatında hiç görmediği sarayı, elbiseleri görünce etrafına şaşkın, şaşkın bakıyormuş. Değirmencinin şaşkınlığından şüphelenen padişah, tilkiye: — Senin Şahşah Padişahı niye şaşkın gözlerle etrafı seyrediyor, diye sormuş. Tilki: — Onu mu sordun, padişahım? Ben Şahşah Padişahı’nın oğlu olayım da şu kıyafet ile Acem Şahı’nın huzuruna çıkayım. Şahşah Padişahı’nın oğlu da bu elbiselerle Acem Şahı’nın huzuruna çıkmayı onuruna yediremiyor, demiş. Padişah ilk başta inanır gibi görünse de kızına, Şahşah Padişahı’nın oğlunu imtihan etmesini söylemiş. Bu arada tilki de değirmenciye bazı nasihatlerde bulunuyormuş. Tilki, değirmenciye: — Sen hiç mi elbise, saray görmedin? Ne şaşkın, şaşkın etrafa bakıyorsun? Bak padişahın dikkatini çekmişsin. Bundan sonra daha dikkatli davran. Seni padişahın kızı, “Bizim şu kadar altınımız var. Bizim gülşen bahçemiz var. ” diye imtihana çekerse sen, “Onlar da ne var ki? Benim babamınkiler bunlardan kat kat üstün. ” diyeceksin, demiş. Bir müddet sonra Acem Şahı’nın kızı, Şahşah Padişahı’nın oğlunu gezdirmek için babasından izin almış. İzni alınca Şahşah Padişahı’nın oğlunu sarayda gezdirmeye başlamış. Kız, Şahşah Padişahı’nın oğluna altınları, mücevherleri, gülşen bahçeleri, atları, kılıçları… göstererek sormuş: — Nasıl beğendin mi, demiş. Değirmenci, tilkinin dediklerini hatırlayarak: — Benim babamınkiler bunlardan kat kat üstün, demiş. Başka da bir şey söylememiş. Oğlanın ağzından lâf alamayan kız durumu babasına anlatmış. Acem Şahı, Şahşah Padişahı’nın oğlunun kim olduğunu fazla araştırmadan kızını vermeye karar vermiş. Acem Şahı öyle bir düğün kurmuş ki çevre ülkelerde dillere destan olmuş. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Düğün bittikten sonra tilki, Acem Şahı’na, Şahşah Padişahı’nın ağzından mektup yazmış. Mektubu alıp padişaha vermiş. Mektupta: — Tilki efendi ile bizim oğlanı sizin ülkeye gönderdik. Onlara ne olduysa bir mektup alamadık, diye yazıyormuş. Mektubu okuyan Acem Şahı müsaade isteyen tilkiye, izin vermiş. Tilki, Acem Şahı’ndan bir tabur asker, gelinin çeyizi, ikinci vezirini de istemiş. Padişah, tilkinin istediklerinin hepsini vermiş. Tilki istediklerini alınca yola düşmüş. Tilki önde, değirmenci ve karısı arkada ilerliyorlarmış. Tilki sonunda değirmenci ve Acem Şahı’nın ordusunu devler ülkesine getirmiş. Devler ülkesinde dokuz senedir savaşlar oluyormuş. Tilki, emrindekilere: — Siz burada kalın. Mola veriyorum. Yiyin, için; pehlivanlar güreşsin, cirit oynansın, diye emir verip oradan tek başına ayrılmış. Tilki, askerlerden ayrılır ayrılmaz devlerin sarayına gelmiş. Devlerin sarayına gelen tilki hoplaya hoplaya sarayın merdivenlerini çıkmış. Pencereden içeri girerek mutfakta yemek yapan dev anasına: — Sen burada ne yapıyorsun, dev ana? Dokuz senedir yaptığın yemekleri yiyen var mı? Savaşa giden devler geri geldi mi? Padişahın askerleri hepsini öldürdü. Şimdi de seni öldürmeye geldiler. Diyerek dışarıda eğlenen askerleri göstermiş. Dev anası bakıyor ki tilki doğru söylüyor. Dev anası korku ile tilkiye: — İyi ki haber verdin. Şimdi ben bunlardan nasıl kurtulacağım, demiş. Tilki: — Mahzene saklanırsın. Mahzenin kapağını yarısına kadar sen kapatır, yarısını da ben kapatırım. Seni böylece kimse görmez ve askerler gidince geri çıkarsın, demiş. Dev anası tilkiye hak vererek mahzene girmiş. Mahzenin kapağını yarıya kadar kapatan dev anası, mahzenin içine girmiş. Dev anası içeri girer girmez, tilki mahzenin kapısının yanında duran gülleyi iterek devi merdivenlerden aşağıya yuvarlayıp kapıyı kilitlemiş. Devin işini hâlleden tilki askerleri saraya getirmiş. Tilki saraya gelince: — Aşçılar mutfağa, diye emir vermiş. Aşçılar mutfağa gidiyor ki bin bir çeşit yemek hazır. Hemen sofraları kuruyorlar. Sofralar kurulunca tilki, askerlere: — Yemek yediğiniz gümüş çatal ve kaşıklar sizin olacaktır. Deyince çoğu asker yemeği yemeden çatalı, kaşağı koynuna sokmuş. Yemekler yendikten sonra tilki, Acem Şahı’nın askerlerini ve vezirini uğurlamış. Devlerin sarayında tilki, değirmenci ve değirmencinin karısı kalmış. Tilki, değirmenciye: — Bak değirmenci, dört tavuğun karşılığını fazlasıyla verdim. Gün olur da ölürsem bana güzel bir mezar yaptır, deyip iki gün sonra yalandan ölmüş. Değirmencinin karısı, değirmenciye gelerek: — Tilki efendi ölmüş, demiş ve kocasını çağırmış. Değirmenci: — Ölmüşse ölmüş, ne yapalım, demiş. Değirmenci, yalandan ölen tilkiyi kuyruğundan tutarak sarayın penceresinden aşağıya atmış. Tilki yere dört ayağının üzerine düşerek tekrar saraya çıkıp değirmenciye: — Yazıklar olsun değirmenci! Ben sana ne yaptım, sen bana ne yaptın, deyince değirmenci: — Aman! Ben ettim. Sen etme. Bu da bana büyük bir ders olsun, demiş. Tilki, hatasını anlayan değirmenciyi affetmiş. O günden sonra da değirmenci, tilkiyi hiç üzmemiş. Bir gün tilki gerçekten ölmüş. Değirmenci de tilkinin vasiyetini yerine getirerek verdiği sözü yerine getirmiş.
Değirmenci ile Kurnaz Tilki
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. İki kardeş varmış. Bir deliymiş, biri akıllıymış. Akıllı kardeş, deli olana: — Ben dağa gidiyorum. Sen eve, kapıya, bacaya sahip çık, demiş. Akıllı oğlan dağa gitmiş. Deli oğlan da kapıyla bacayı sökmüş. Kapıyı sırtına almış, bacayı da boynuna geçirmiş. Takır takır sürükleyerek ağabeyinin yanına gitmiş. Ağabeyi demiş ki: — Ben sana kapıya, bacaya sahip çık, dedim. Sen kapıyı, bacayı söktün, getirdin. Deli oğlan: — Ee işte! Söktüm, getirdim. Sahip çıkıyorum ya, diye cevap vermiş. Akşam olmuş. İki kardeş bir ağacın başına kapıyı koymuşlar, üstüne çıkmışlar. İki kardeş oturmaya koyulmuşlar. Bezirgâncılar gelmiş, ağacın dibinde yemek yapmaya başlamışlar. Deli oğlan, ağabeyine: — Benim çişim geldi, demiş. Ağabeyi: — Oğlum etme, tutma. Ağacın başındayız. Aşağıda adamlar var. Deli oğlan dinlememiş. Hem çişini yapmış hem de kapıyı bezirgâncıların başına bırakmış. Bezirgâncılar oradan kaçmışlar. Sabah olunca iki kardeş eve gelmişler. Bunların bir çift öküzleri varmış. Akıllı oğlan demiş ki: — Kardeş, ayrılalım. Öküzlerin biri sana, biri bana. Deli oğlan kabul etmiş. Kendine düşen öküzü önüne katmış, gitmiş. Deli kayalara bağırmış: — Kayalaaar! Öküz alıyor musunuz? Kayalar da ona bağırmış: — Kayalaaar! Öküz alıyor musunuz? Deli oğlanın tepesi atmış. — Siz beni mi oynatıyorsunuz, diye, bağırmış, kayalara vurmuş. Vurduğu yerden altın çıkmış. Altınlardan alabildiği kadarını koynuna, koltuğuna doldurmuş. Evin yolunu tutmuş. Giderken gölgesi de arkasından geliyormuş. Bizim deli oğlan arkasındakini adam zannetmiş. Gölgeye ha bire altın atıyormuş, arkasından gelmesin diye. Eve gelmiş. Araba ile altınları almış, getirmiş. Altınları ölçmek için hocadan ölçek istemeye gitmiş. — Hoca uruplayı ver. — Ne yapacaksın uruplayı? — Sana ne, ver diyorum sana! Hoca uruplanın altına katran sürmüş. Deli oğlan ne ölçerse yapışsın diye. Deli oğlan altınları ölçmüş. Uruplanın altındaki katrana da ölçtüğü altınlardan birisi yapışmış. İşi bitirdikten sonra uruplayı hocaya geri götürmüş. Hoca: — Ne ölçtün, diye sormuş. Deli oğlan: — Sana ne, demiş. Hoca bakmış ki uruplanın altına altın yapışmış. — Sen altın ölçmüşsün. Ben de isterim, demiş. Bizim deli oğlanın tepesi atmış. Hocayı vurmuş, öldürmüş. Kendisi de zenginlik içinde yaşamış. Masal da burada bitmiş.
Deli Oğlan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir adamın üç tane çocuğu varmış. Ölürken vasiyet etmiş ki: — Kimin işi yarım kalırsa ona yardım edin. Bu üç kardeş bir gün gezerken bir tarla görmüşler. O tarla da devin tarlasıymış. Çocuklar varmış ki tarla biçilmemiş. Sahibini sormadan biçmeye başlamışlar. Biçerken tarlanın sahibi olan dev gelmiş. — Hayırdır, bu ne iş, demiş. Çocuklar da: — Babamızın bize vasiyeti vardı, onu yerine getiriyoruz, demişler. Ekin biçenin biri de Keloğlan imiş. Keloğlan’ın okuma yazması yokmuş. Dev, Keloğlan’ın eline bir mektup vermiş. — Bunu götür karıma ver, bize yemek getirsin, demiş. Mektuba da yazmış ki: — Bu varan Keloğlan’ı kestir, kaynat, alol getir. Keloğlan koşarak giderken bir adama rastlamış. Adam: — Ne var oğlum, dersin*, telaşın ne, diye sormuş. O da: — Bu mektubu devin karısına götüreceğim, bize yemek getirecek, demiş. Adam: — Ver, bir bakayım, demiş. Mektubu okumuş ki: — Keloğlan’ı kestiresin, kaynatasın; helkelere* doldurup getiresin, yazıyormuş. Keloğlan bunları duymuş. Karşılık vermeden mektubu almış, koşarak devin evine gitmiş. Karıya mektubu hiç göstermemiş. Kendi karıyı kesmiş, kaynatmış; helkelere doldurup tarlaya varmış. Dev bakmış ki ölen kendi karısıymış. Dev: — Eyvah! Evimi yıktın. Karıyı kestin, geldin, demiş. Dev oradan ayrılmış. Keloğlan devin peşine düşmüş. Tabi ki hep zararına çalışıyor. Dev nereye giderse Keloğlan oraya gidiyormuş. Bir gece Keloğlan gelmiş, devin evinin etrafına konmuş. Devin bir kız çocuğu varmış. “Su içeceğim” diye kız tutturmuş. Devin kapısının önünde de kuyu varmış. Dev, kızına: — Git, kuyuya; yat, iç, demiş. Kız gitmiş, kuyunun üstüne yatmış. Keloğlan kızın ayaklarından tutup kızı kuyuya atmış. Dev beklemiş, kız gelmeyince onu aramaya çıkmış. Kızını ölü olarak kuyudan çıkarmış. — Eyvah! Bunu Keloğlan yaptı, demiş. Devin bir de çok zorlu bir atı varmış. Her tüyünde bir zil takılıymış. Dev onunla evini muhafaza edermiş. At kıpırdadığında zil çalarmış, dev böylece kendini garantiye alırmış. Keloğlan bir gün gelmiş, ata binmiş. Sürmüş, gitmiş. Atın zilleri çalmış ama ne fayda! Keloğlan atı almış, gitmiş. Deve daha birçok zarar etmiş. Keloğlan bir gün kılık değiştirip tekrar gelmiş. Devin kapısının önündeki kavağı kesmeye koyulmuş. Dev gelmiş: — Aman evlat! Nedir, ne yapıyorsun, demiş. Keloğlan, deve: — Sorma, dev baba! Keloğlan diye biri var, beni aciz etti. Bunu bir sandık yapıp içine hapsedeceğim, demiş. Dev: — Aman! Bana da yaptır. Sandığı geniş yap, ben de gireyim, demiş. Sandık bitmiş. Keloğlan demiş ki: — Gel, dev baba. Bunun içine gir, bir deneyelim, demiş. Dev girince kapağı kapatmış, çivileri yerleştirmiş. Sandığı çıkarmış, bir dağın yamacından yuvarlamış. Paramparça etmiş. Dev ölmüş, Keloğlan da intikamını almış. *ders: Görev *helke: Bakırdan yapılan bakraç, kova
Keloğlan ile Dev
Niğde
İç Anadolu Bölgesi
Bir adamın üç tane çocuğu varmış. Ölürken vasiyet etmiş ki: — Kimin işi yarım kalırsa ona yardım edin. Bu üç kardeş bir gün gezerken bir tarla görmüşler. O tarla da devin tarlasıymış. Çocuklar varmış ki tarla biçilmemiş. Sahibini sormadan biçmeye başlamışlar. Biçerken tarlanın sahibi olan dev gelmiş. — Hayırdır, bu ne iş, demiş. Çocuklar da: — Babamızın bize vasiyeti vardı, onu yerine getiriyoruz, demişler. Ekin biçenin biri de Keloğlan’mış. Keloğlan’ın okuma yazması yokmuş. Dev, Keloğlan’ın eline bir mektup vermiş. — Bunu götür karıma ver, bize yemek getirsin, demiş. Mektuba da yazmış ki: — Bu varan Keloğlan’ı kestir, kaynat, al gel. Keloğlan koşarak giderken bir adama rastlamış. Adam: — Ne var oğlum, dersin, telaşın ne, diye sormuş. O da: — Bu mektubu devin karısına götüreceğim, bize yemek getirecek, demiş. Adam: — Ver, bir bakayım, demiş. Mektubu okumuş ki: — Keloğlan’ı kestiresin, kaynatasın; helkelere* doldurup getiresin, yazıyormuş. Keloğlan bunları duymuş. Karşılık vermeden mektubu almış, koşarak devin evine gitmiş. Karıya mektubu hiç göstermemiş. Kendi karıyı kesmiş, kaynatmış; helkelere doldurup tarlaya varmış. Dev bakmış ki ölen kendi karısıymış: — Eyvah! Evimi yıktın. Karıyı kestin, geldin, demiş. Dev oradan ayrılmış. Keloğlan devin peşine düşmüş. Tabi ki hep zararına çalışıyor. Dev nereye giderse Keloğlan oraya gidiyormuş. Bir gece Keloğlan gelmiş, devin evinin etrafına konmuş. Devin bir kız çocuğu varmış. “Su içeceğim”, diye kız tutturmuş. Devin kapısının önünde de kuyu varmış. Dev kızına: — Git kuyuya; yat, iç, demiş. Kız gitmiş, kuyunun üstüne yatmış. Keloğlan kızın ayaklarından tutup kızı kuyuya atmış. Dev beklemiş, kız gelmeyince onu aramaya çıkmış. Kızını ölü olarak kuyudan çıkarmış. — Eyvah! Bunu Keloğlan yaptı, demiş. Devin bir de çok zorlu bir atı varmış. Her tüyünde bir zil takılıymış. Dev onunla evini muhafaza edermiş. At kıpırdadığında zil çalarmış, dev böylece kendini garantiye alırmış. Keloğlan bir gün gelmiş, ata binmiş. Sürmüş, gitmiş. Atın zilleri çalmış ama ne fayda! Keloğlan atı almış, gitmiş. Deve daha bir çok zarar etmiş. Keloğlan bir gün kılık değiştirip tekrar gelmiş. Devin kapısının önündeki kavağı kesmeye koyulmuş. Dev gelmiş: — Aman evlat! Nedir, ne yapıyorsun, demiş. Keloğlan, deve: — Sorma, dev baba! Keloğlan diye biri var, beni aciz etti. Bunu bir sandık yapıp içine gizleneceğim, demiş. Dev: — Aman! Bana da yaptır. Sandığı geniş yap, ben de gireyim, demiş. Sandık bitmiş. Keloğlan demiş ki: — Gel, dev baba. Bunun içine gir, bir deneyelim, demiş. Dev girince kapağı kapatmış, çivileri yerleştirmiş. Sandığı çıkarmış, bir dağın yamacından yuvarlamış. Paramparça etmiş. Dev ölmüş, Keloğlan da intikamını almış. *helke: Bakırdan yapılmış bakraç, kova. 
Dev ile Keloğlan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellâl iken, köyün birinde bir aile yaşarmış. Bu ailenin sekiz tane oğlu varmış. Çocuklar da anne, baba da bir kız kardeşlerinin olmasını çok istiyorlarmış. Allah’a, her gün dua ediyorlarmış. Allah da bunların duasını kabul etmiş. Bu aileye bir kız çocuğu vermiş. Allah bu kızı bir dev olarak yaratmış. Bu ailenin bir ahırı varmış. Bu ahırda da çok hayvan yaşarmış. Her gece bu ahırdan bir hayvan eksiliyormuş. Gece uyumadan önce hayvanları sayıyorlarmış, sabah uyanıyorlarmış ki hayvanlardan biri eksilmiş. Sekiz kardeş aralarında karar almışlar. Demişler ki: — Her gece birimiz bu ahırda nöbet tutacağız. Bu hayvanlara ne olduğunu bulacağız. Her gece sırayla nöbet tutmaya başlamışlar. Bir gece, iki gece, üç gece beklemişler ancak bir türlü hayvanlara ne olduğunu bulamamışlar. Evin en küçük oğluna nöbet tutma sırası gelmiş. Gece beklerken bir tıkırtı sesine irkilmiş. Küçük oğlan, beşikteki kız kardeşinin sürünerek geldiğini bir hayvanı canlı canlı yediğini ve yeniden beşiğine gittiğini görmüş. Sabah olmuş. Küçük oğlan anne, babasına: — Ben hayvanlarımıza ne olduğunu gördüm, demiş. Anne babası şaşkınlıkla: — Ne oluyor ki, diye sormuşlar. Küçük oğlan: — Bizim kız kardeşimiz beşikten sürünerek ahıra geliyor, hayvanın birini canlı canlı yiyor, sonra beşiğine gidiyor, demiş. Anne baba nasıl olur da el kadar bebek sürünerek koca bir hayvanı yer diye küçük oğlana kızmış, ona inanmamışlar. El kadar bebeğe küçük oğlanın iftira attığını düşünerek aile bireyleri küçük oğlanı dışlamışlar, evden ocaktan kovmuşlar. Küçük oğlan da doğup büyüdüğü yerleri terk etmiş. Günler, aylar, yıllar geçmiş. Küçük oğlan, doğup büyüdüğü yerleri merak etmiş. Köyüne gitmeye karar vermiş, yola koyulmuş. Köye varmış, sadece kendi evlerinin bacasından duman tütüyormuş. Köyde onların evinden başka duman tüten bir ev yokmuş. Evlerine varmış. Kapıyı çalmış. Kız kardeşi kapıyı açmış. Oğlan: — Ben senin ağabeyinim, demiş. Kız, ağabeyini içeriye davet etmiş. Oturmuşlar. Yemişler, içmişler; sohbet etmişler. Kız: — Ağabey gideyim de atına ot, saman vereyim, demiş. Ağabey: — Tamam, demiş. Kız, dev olduğundan atın bir bacağını yemiş ve ağabeyinin yanına gelmiş. Kız: — Ağabey, senin atının bacağı kaç taneydi, diye sormuş. Ağabey: — Dört taneydi, demiş. Kız: — Hıı… Üç taneydi desene, demiş. Ağabey: — Tamam, üç taneydi, demiş. Ağabey bu konuşmadan hiçbir şey anlamamış. Aradan biraz daha zaman geçtikten sonra kız yine: — Gideyim de atına su vereyim, demiş. Ağabey: — Tamam, demiş. Kız gitmiş atın bir bacağını daha yemiş ve ağabeyinin yanına gelmiş. Kız: — Ağabey senin atının kaç bacağı vardı, diye sormuş. Ağabey: — Üç taneydi, demiş. Kız: — Hıı… İkiydi desene, demiş. Ağabey: — Tamam, ikiydi, demiş. Aradan biraz daha zaman geçmiş. Ağabeysine söyleyerek atın kalan bacaklarını da yemiş. Aradan yine zaman geçmiş. Bir şeyi bahane ederek atın kalan kısımlarını yemiş ve ağabeyinin yanına gelmiş. Kız: — Ağabey senin atın var mıydı, diye sormuş. Ağabey: — Vardı, demiş. Kız: — Hıı…Yoktu desene, demiş. Ağabey: — İyi, yoktu, demiş. Ağabey bu son konuşmada atın kız kardeşi tarafından yendiğini anlamış. Kız kardeşi, ağabeyinin uyuması için yatak hazırlamış. Kız kardeşim ben uyuduğumda beni yer, diye oğlanın gözüne uyku girmemiş. Kız kardeşi uyuduğunda çabucak hazırlanıp evden kaçmış. Ağabey yolda giderken de köyde tek başına kız kardeşinin yaşamasının sebebini anlamış. Tüm köylüyü, köylünün hayvanlarını kız kardeşi yemiş. Bir daha da ne köyüne ne de kız kardeşinin yanına uğramış. Canını kurtardığı için Allah’a şükretmiş.
Dev Kız Kardeş
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir padişah varmış. Bu padişahın da kızları varmış. Bu padişahın birçok bağı, bahçesi varmış. Padişahın adamları; tarlaları eker, biçer ve hasılatı kaldırırlarmış. Hasat zamanı geldiğinde ise devler gelir tarlaları yakar, yıkar, ortalığı talan eder giderlermiş. Her yıl bu devler tarlalara zarar ziyan verdiğinden bir zaman sonra o ülkede kıtlık baş göstermeye başlamış. Bunu üzerine padişah, tarlaların korunması ve bu devlerin ortadan kaldırılması için bazı adamları görevlendirmiş. Ancak ne var ki bu görevlendirilen adamlar da tarlalara devlerin girmesine mani olamamış. En son çare olarak büyük kızı, babasına demiş ki: — Bir de ben gidip tarlada nöbet tutayım. Belki umduğumuz gibi sonuç alırız. Bunun üzerine padişah, kızına demiş ki: — Peki, kızım. Git, bakalım. Sonuç ne olacak? Babasından da izin alan kız, gitmiş tarlanın başına. Ancak ne gelen var ne giden. Beklemekten usanan ve yorulan kızın, tarlada uykusu gelmiş. Uyumamak için ne kadar çabaladıysa da başaramamış ve uyumuş. Sabah olduğunda uyanıvermiş. Bir de bakmış ki o uykudayken devler gelmiş ve tarlaları talan ederek geri gitmişler. Kız eve dönünce babası sormuş: — Ne yaptın kızım, hâllettin mi? Kız ise başından geçenleri olduğu gibi babasına anlatmış. Büyük kızı bu işi başarmadığı için ortanca kızı, padişaha demiş ki: — Babacığım, bir de ben gideyim, varıp o devlerin hakkından geleyim. Bunun üzerine padişah ona da izin vermiş. Demiş ki: — Peki, kızım Bir de sen git. Bakalım, ne yapacaksın? Ortanca kızı da babasından izin alarak tarlanın başına varmış. O gece o da beklemiş, nöbet tutmuş ama ne gelen varmış ne de giden. Aradan biraz daha zaman geçtikten sonra o kız da uykuya yenik düşmüş ve oracıkta uyumuş. Sabah uyandığında ne görsün? Tarla yine devler tarafından talan edilmiş. Üzgün bir şekilde babasının yanına gelmiş. Padişah ortanca kızına sormuş: — Ne yaptın kızım, hâllettin mi? Kızı ise mahzun bir şekilde demiş ki: — Babacığım; bekledim, bekledim ama kimsecikler gelmedi. Bunun üzerine uykum geldi ve orada uyudum. Ben uyurken de devler gelmiş ve tarlaları talan etmiş. Ortanca kız da başaramayınca en son olarak küçük kız, babasına ısrar etmiş. — Bir de ben gideyim baba, demiş. Bunun üzerine babası demiş ki: — Bir de sen git, bakalım. Ablaların bir şey yapamadı. Senin de yapacağım zannetmiyorum. Küçük kız, babasından izin aldıktan sonra tarlanın başına varmış ve hemen uykuya dalmış. Devlerin tam geleceği sırada da uyanıvermiş. Gelen kırk bir devin kırkını öldürmüş birini de ok ile yaralamış. Yaralanan bu devi yakalayamamış. Elinden kaçırmış. Sabah olunca kız evine dönmüş. Babası sormuş: — Neler yaptın kızım? Anlat, bakalım. Küçük kız anlatmaya başlamış: — Gecenin bir yarısı, kırk bir tane dev geldi. Bunların kırkını öldürdüm fakat bir tanesi yaralı olarak kaçmayı başardı.Bunun üzerine padişah, kızına demiş ki: — Aferin, kızım. Dile benden ne dilersen! Küçük kız demiş ki: — Senden tek dileğim, beni sevmediğim biriyle zorla evlendirmemendir. Bunun üzerine padişah kızına demiş ki: — Tabi kızım, dileğini kabul ediyorum. Aradan günler gelmiş, geçmiş. Bu arada bunlar, yaşamlarını huzurlu bir şekilde devam ettiriyorlarmış. Gün gelmiş, vakit ilerlemiş bu kez de tarlalara sürüyle aygırlar dadanmış. Padişah, devlerde olduğu gibi adamlarım görevlendirmiş fakat istediği sonucu elde edememiş. Bu olayı duyan iri cüsseli biri, bu padişahın ülkesine gelmiş ve padişaha demiş ki: — Padişahım, senin bu derdine çare bulurum. Bunun üzerine padişah demiş ki: — Peki. Bul, bakalım. Nasıl yapacaksın? İri yarı olan bu adam tarlaların başına varmış ve aygırların hepsini öldürmüş. Ertesi gün de padişaha demiş ki: — Padişahım, oradaki aygırların hepsini öldürdüm. Seni bu dertten kurtardım. Bunun üzerine padişah demiş ki: — Öyleyse dile benden, ne dilersen! Bunları duyan adam demiş ki: — Sağlığından başka bir isteğim yoktur, padişahım. Padişah ısrar etmiş: — Olmaz öyle şey! Sen beni büyük bir dertten kurtardın. Ben de sana bir şey vermek isterim. Bunun üzerine o iri yarı adam, padişaha demiş ki: — Madem öyle padişahım, senden küçük kızını bana vermeni istiyorum. Adamın bu cevabı üzerine şaşırmış kalmış. Verse kızına karşı mahcup olacak, vermezse adamın karşısında itibarı zayıflayacakmış. Bu durum karşısında padişah adama dönmüş ve demiş ki: — Öncelikle kızımla konuşmam gerekir. Daha sonra sana cevap vereceğim. Padişah doğruca kızının yanına varmış ve tüm olan biteni anlatmış. Padişah, kızına demiş ki: — Kızım, sana sözüm var ama elim kolum bağlı kaldı. Ne yapayım? Bana bir yol göster. Bu durum karşısında kız demiş ki: — Pekâlâ, babacığım, sen nasıl istersen öyle olsun. Bunun üzerine kızı adama vermiş. Üç gün, üç gece düğün yapmışlar. Adam kızı alıp da kendi memleketine götüreceği zaman padişah demiş ki: — Askerlerim ülkemin sınırına varıncaya kadar size eşlik etsin. Onlar da kabul etmişler. Düğün kafilesi ile birlikte askerler iki dağ aştıktan sonra bu adam askerlere dönerek demiş ki: — Tamam, bundan sonra biz gideriz. Siz geri gidebilirsiniz. Askerleri gönderdikten sonra bir dağ daha aşmışlar. Bu sırada adam durmuş ve kızın alnını açarak kıza sormuş ki: — Tanıdın mı beni? Bunun üzerine kız demiş ki: — Seni tanıdım, sen yaraladığım devsin. Etrafına bakınmış, kimsecikleri görmediği için korkusundan sesini çıkaramamış. Kızı almış, çeşmenin başına götürmüş. Bu devlerin de yedi yılda bir, yedi ay yayılma zamanları olurmuş. Gittikleri vakit de onların yaylım dönemiymiş. Bu kızı bağlayarak bir ağacın kovuğuna koymuş. Giderken de demiş ki: — Ben gelene kadar sen burada dur. Böyle dedikten sonra oradan ayrılmış. Aradan epey geçtikten sonra o çeşmenin başına bir kervan uğramış. Orada konakladıkları sırada kızın şavkı suya yansımış. Kız da güzeller güzeliymiş. Kervancı etrafı arayarak kızı bulmuş. Kervancı, kıza sormuş: — Bu ıssız yerde tek başına ne yapıyorsun? Bunun üzerine kız başından geçenleri anlatmış. Kız: — Ne olur, beni buralardan uzaklara götürün. O dev ne yapar, ne eder; beni yine bulur. Onlar da bu kızı, kervanın tam ortasındaki devenin üzerine bindirmişler ve üzerine çadır örtmüşler. Devin yaylım zamanı bitince gelmiş ki kız bıraktığı yerde yok. Bunun üzerine çok sinirlenmiş ve etrafı aramaya koyulmuş. Her yanı bir bir arıyormuş. Sıra bu kervancıların yüklerine gelmiş. Dev, kervancıya sormuş fakat kervancının sözlerine inanmamış. Kervanda yer alan tüm develeri şişlemeye başlamış ki kız oradaysa sesi çıksın. Tam da kızın bindiği deveyi şişlemiş ama bulamamış. Bunun üzerine kervan yoluna devam etmiş. Yol üzerinde bir handa mola vermişler. Bu arada da kız, kendisini kurtaran kervancıya âşık olmuşmuş. Daha sonra o kişi ile orada evlenmişler. Evlendikten sonra kız, başından geçen tüm olayları anlatmış. Güvende olmak için kendisine bir aslan ile bir kaplan tutmasını istemiş. Aslan ile kaplanı adam eğitmiş ve ikisini de evinin önünde tutuyormuş. Aslana "Tut!", kaplana "Yut!" deyince onlar da denileni yapıyormuş. Aradan zaman geçmiş ve dev, kızın izini bulmayı başarmış. Köye gelmiş ve yaşlı bir kadına kızın oturduğu evi sormuş. Yaşlı kadın demiş ki: — Evi şurası, ancak çok dikkatli olman gerekir. Çünkü evlerinin önünde bir aslan, bir kaplan var. Bunun üzerine dev; bir eline yürek, bir eline de ciğer alarak o kızın evine doğru yola çıkmış. Birini aslanın önüne atmış, birini kaplanın önüne atmış. Aslanla kaplan atılanları yerlerken bu, eve girmeye çalışıyormuş. Bu arada kız, devin eve girdiğini ve aslanla kaplanın önüne bir şeyler attığını görüvermiş. Tam kapıdan çıkarken bakmış ki aslanla kaplanın önünde yiyecek yok. O arada aslana "Tut!", kaplana "Yut!" demiş. Aslanla kaplan da hemen devin üzerine atılıvermiş ve devi oracıkta öldürmüşler. Devin korkusundan kurtulan kızla kocası da mutlu bir hayata kavuşmuşlar.
Dev ve Padişahın Küçük Kızı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir gün iki arkadaş yolda yürüyorlarmış. Bunlardan birisi ötekine: — Biraz yavaşlasana sanki bir kelle gördüm, yuvarlana yuvarlana gidiyordu ve “Ben ne yaptım?” diye söyleniyordu, demiş. Arkadaşı yavaşlamış, fakat onun gördüğünü görmediğini söylemiş. Daha sonra kelleyi gören kişi: — Bunu vezire anlatalım, demiş ve gidip anlatmışlar. Vezir de bunun üzerine gördüğü kelleyi bulup getirmelerini istemiş. Bulamayız, demelerine rağmen vezir bulmalarında ısrar etmiş. Bunun üzerine geldikleri yere geri dönen iki arkadaş, tüm aramalarına rağmen kelleyi bulamadan geri dönmüşler. Vezir durumu padişaha bildirmiş ve kelleyi gören kişiyi padişahın huzuruna çıkarmışlar. Kelleyi gören kişi durumu anlatmış. Kelleyi gördüğünü fakat daha sonra gözden kaybettiğini bildirmiş. Bunun üzerine padişah bu kişinin zindana atılmasnı emretmiş. Bunun üzerine o kişiyi zindana atmışlar. Aradan günler geçmiş. Bir gün zindan da bir ışık belirmiş ve bir ses duyulmuş: — Oğlum! Sen, sen ol; gördüğünü ört, görmediğini söyleme. Bak, gördüğünü söylemeseydin, görmezlikten gelseydin şimdi burada olmayacaktın, ama seni affettireceğim, demiş. O da gördüğünü söylediği için ceza çektiğini düşünerek pişman olmuş. Aynı sesi gece padişah da duymuş. Gelen ses: — Padişahım, onu affet. O çekti dilinin cezasını, demiş. Bunun üzerine padişah çok şaşırmış ve sabah vezirle zindana giderek onu zindandan çıkarmış. Bir daha emin olmadığı şeyleri söylememesini nasihat ederek serbest bırakmış.
Dilinin Cezası
Kars
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir köyde bir babayiğit, kafadan oynak bir insan varmış. Bir gün annesi pekmez vermiş. Bir ağacın gölgesine oturmuş, pekmezin birazını yemiş, birazını yerken yüzüne sürmüş. Yüzüne sürünce ne kadar sinek varsa hepsi yüzüne toplanmış. Elini bir atmış, elindekileri bir saymış ki doksan dokuz tane sinek öldürmüş. Adam: — Ne adammışım, ne kahramanmışım. Ben bu memleketin en kuvvetli adamıyım demiş ve bir demirci dükkânına gitmiş. Adam: — Kılıcımın üstüne şu söyleyeceklerimi yazacaksın. "Adımı sorarsan Şahin Erdem, kavga istersen işte meydan, bir vurmada doksan dokuz tane can öldürür bu adam”, diye kılıcının üzerine yazdırmış. Almış eline kılıcını, bu sayede unvanı köyde yavaş yavaş duyulmaya başlamış. O köyde de suyun gözünde bir aslan varmış. Bu aslan da bir kız yemeyince imkânı yok bir dirhem su vermezmiş. Köy halkı düşünmüş: — Ne yapsak da bu aslanı buradan göndersek, demişler. Akıllarına ünü her yerde yayılmış bu kahraman adam gelmiş. Hepsi birden o adamı getirmeye karar vermişler. Bütün köy halkı toplanmış. Bu adamı ikna etmiş ve getirmiş. Bir at getirmişler. Atın üstüne karasakız sürmüşler ve kahraman adamı atın üstüne oturtmuşlar. Bu adam korkağın biriymiş, attan da korkuyormuş. Attan inmesin diye hem karasakız sürmüşler hem de ata sımsıkı bağlamışlar. Bunun yönünü aslan üzerine döndürmüşler. Aslanın üzerine doğru gidince korkudan aslanı tutana kadar, aslanla boğuşmuş, boğazından tutar tutmaz aslanı yere vurmuş. Halk: — Ne kahraman be, demişler. Bu olaydan sonra herkes bu kahraman adamın peşine düşmüş. Böylece "aslanı öldüren adam" diye ünü her tarafa yayılmış. Mutluluk içinde bir ömür boyu yaşamış.
Doksan Dokuz Can Alan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; atlıkarıncalar cirit oynarken eski hamam içinde. Bir varmış, bir yokmuş. İnsanoğlunun başından geçenler; dağlardan, taşlardan; kurtlardan, kuşlardan daha da çokmuş. Vaktiyle bir ülkenin bir padişahı varmış. Bu padişahın gezmediği yer, görmediği şehir, almadığı ülke kalmamış. Günün birinde hastalanan padişahın gözleri, görmez olmuş. Hiçbir doktor derdine çare bulamamış. En sonunda bir derviş: — Padişahım! Senin gözlerinin ilacı, ayak basmadığın topraklardır. Bu sözle birlikte padişahın en büyük oğlu ayaklanmış. — Sevgili babacığım! Gidip de görmediğin, ayaklarını basmadığın toprakları bulup sana getireceğim. Büyük oğlan, atını sürüp gitmiş. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra da dönüp gelmiş. Getirdiği toprağı babasına verip: — Babacığım, bu toprağı senin için, yedi iklim ötedeki Çetin Dağ’ın doruğundan aldım. Padişah sevinememiş. Üzüntüyle: — Benim için çok zahmet çekmişsin, oğlum. Gençliğimde oralarda keklik avlamıştım. Padişahın ortanca oğlu söz almış hemen: — Babacığım, gidip görmediğin, ayağının basmadığı toprakları ben getireceğim sana. Günün birinde geri dönen ortanca oğlan: — Babacığım müjde! Gözünün ilacını buldum. Eminim ki toprağı aldığım yere hiç gitmemişsindir. Yedi kuş uçuşu uzaktaki uçurumun altından aldım bu toprağı, getirdim. Padişah, ortanca oğlunun getirdiği toprağa da sevinememiş. — Benim için çok zahmetler çekmişsin, yavrum. Ama ben gençliğimde oralarda ördek avlamıştım, demiş. Bu kez padişahın küçük oğlu şansını denemek istemiş. — Babacığım, ben senin derdine çare olacak toprağı bulup getireceğim. Sarayın at çiftliğine giden delikanlı, görüp beğendiği bir tayı alıp beslemiş. Boş bir tarlayı da kırk gün sulatmış. Kırk birinci gün atına binen küçük şehzade, atı çamur olan tarlaya sürmüş. O kadar koşturmuş, o kadar koşturmuş ki tarlada çamur kalmamış. — Bu iş tamam! Atım istediğim duruma geldi, demiş. Küçük oğlan, atına atlayıp yola koyulmuş. Yolda parlak bir kuş kanadı görünce alıp cebine koymuş. Bindiği at, dile gelip konuşmaya başlamış:  — Alma o kanadı, şehzadem! Başına bela getirir, demiş. Ama delikanlı, atın sözünü dinlememiş. Sonunda bir şehre gelmişler. Bir handa konaklamış. Şehzade uyuyunca, kuş kanadı ışıl ışıl yanmaya başlamış. Meğer o ülkenin padişahı: — Bu gece kimse ışık yakmasın, diye tellâl çıkartmış. Gece devriye gezen padişahın adamları, bakmışlar ki bir hanın penceresinden ışık sızıyor. Hemen içeri girmişler. Küçük oğlanı yaka paça tutup padişahın huzuruna çıkartmışlar. Padişah kızgınlıkla: — Delikanlı, fermanıma rağmen nasıl ışık yakarsın? Kötü bir maksadının olmadığını söyleyen küçük oğlan: — Efendim, ben buraların yabancısıyım. Fermanınızdan haberim yok, kaldı ki ben ışık filan da yakmadım. Adamlarınızın gördüğü ışık, yolda bulduğum bir kuş kanadından çıkıyor. İsterseniz onu size seve seve verebilirim. Padişah, kanadı alıp şehzadeyi serbest bırakmış. Geceleri sarayı ışıl ışıl yapan kanat, her tarafı aydınlatıyormuş. Padişah, bu durumdan çok memnunmuş. Bir gün kendi kendine şöyle düşünmüş: — Kanadı bu kadar güzel olan bir kuşun, kim bilir kendisi nasıldır? Bu kanadı bana veren genç, kuşu da bulup getirebilir. Adamlarına emir veren padişah, delikanlıyı huzuruna çağırtmış. Padişah: — Bana bak! Verdiğin tüyün sahibi olan kuşu hemen bulmanı istiyorum. Genç adam, padişahın emrini kabul etmiş. Ama bunu nasıl yapacağını da bilmiyormuş. Bahçeye çıkmış kara kara düşünürken, delikanlının bindiği at: — Şehzadem, ben sana o kanadı alma demiştim. Ama beni dinlemedin. Bari şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle. Kafdağı’nın arkasındaki o kuşu getirebilmemiz için, önce padişahtan semiz bir katır isteyeceksin. Senede bir kere bütün kuşlar Kafdağı’nın eteğinde toplanırlar. Bizim aradığımız kuş, kuşlar padişahıdır. Kuşlar bu toplantıda, onun yapacağı konuşmayı dinleyecekler. Katırı kesip kuşlara dağıtacaksın. Kuşlar eti yerken, sen kuşu yakalayıp sırtıma binersin. Ben de seni saraya getiririm. Hemen gidersek kuşların toplantısına yetişiriz. Şehzade atının dediklerini aynen yapmış. Kafdağı’na geldiklerinde, kuşlar toplantı hâlindeymiş. Katırı kesen delikanlı, eti kuşlara dağıtmış. Kuşlar padişahı eti yerken şehzade onu arkasından yanaşıp yakalamış. Atına binip kuşlar padişahı ile yola koyulmuş. Kısa zaman sonra padişahın huzuruna çıkmış. Padişah, kendisine getirilen kuşu görünce, çocuklar gibi sevinip delikanlıyı serbest bırakmış. Artık saraydaki geceler de gündüz gibi aydınlık oluyormuş. Bir ara padişah kendi kendine şöyle düşünmüş: — İyi hoş da, bu kadar güzel bir kuş, bu köhne saraya hiç yakışmıyor. Şöyle fildişinden bir saray yaptırmalıyım kendime. Kafdağı’nın arkasındaki kuşu getiren delikanlı, fildişini de bulur. Hemen delikanlıyı çıkartmış huzuruna. — Bana bir saray yaptıracak kadar fildişi getireceksin, yoksa kafanı uçururum! Delikanlı üzüntülü bir şekilde atını kaşağılarken, at konuşmaya başlayıp akıl öğretmiş. Atın söylediklerini harfiyen yerine getiren şehzade, bir saray yapacak kadar fildişi getirip padişaha teslim etmiş. Padişah yeni sarayını çok beğenmiş. Bu kez de kendi kendine: — Bu sarayın içinde bir de dünya güzeli olmalıydı. Bana kuşlar padişahını ve onca fildişini getiren delikanlı, dünya güzelini de getirir. Hemen delikanlıyı huzuruna çağıran padişah: — Dünya güzelini getirmezsen kafanı uçururum, demiş. Şehzadeyi düşünceli gören at: — Sen hiç düşünme! Babana lazım olan toprak da, dünya güzelinin dokuduğu gergefin altındaki topraktır. Şehzade ata binip günlerce yol gitmiş. Sonunda bir gün, dünya güzelinin köşkünün bahçesine yaklaşmışlar. At ne söylerse şehzade onu yapıyormuş. Gergef işleyen dünya güzelinin arkasına geçen şehzade, daha önce hazırladığı gül çubuğu ile kızı dövmeye başlamış. Bir süre sonra dünya güzeli: — Yeter delikanlı, canım sana feda olsun! Sen ne dersen yapacağım. Delikanlı da dünya güzeline padişahın yaptıklarını anlatmış ve kendisini de padişaha götüreceğini söylemiş. Beraberce padişahın sarayına dönmüşler. Dünya güzeli, padişahı görünce: — Ben seni bu hâlinle alamam. Yedi deniz ötedeki kısraklarımı getirip sütleriyle yıkanırsan gençleşirsin. O zaman seninle evlenirim, demiş. Padişah, hemen delikanlıyı çağırıp yedi deniz ötedeki kısrakları getirmezse kafasını uçuracağını söylemiş. Atın verdiği akıl üzerine kırk manda kesen delikanlı, kırkının da derisini ata giydirmiş. Deniz kenarına gelince at kuvvetli bir nara atmış. Kısraklar denizden çıkıp delikanlının atlarıyla boğuşmaya başlamışlar. Kırk derinin otuz dokuzunu parçalayan kısraklar, kırkıncı deriye gelince iyice yorulmuşlar. Delikanlı eğeri kısrağa vurup üzerine atlamış. Kısrak da onu kısraklar adasına götürmüş. Al kısrakla doru kısrağı alan şehzade, onları alıp doğruca padişaha getirmiş. Dünya güzeli, padişaha doru kısrağın, şehzadeye de ak kısrağın sütüyle yıkanmalarını söylemiş. Doru kısrağın sütüyle yıkanan padişah yaşlanmış, ak kısrakla yıkanan şehzade ise daha da gençleşip güzelleşmiş. Böylece şehzade, o ülkeye padişah olmuş. Dünya güzeli ile de şehzade evlenmiş. Kırk gün, kırk gece süren bir düğün yapmışlar. Düğünden sonra şehzade karısına babasının durumunu söylemiş. Dünya güzeli: — Haydi öyleyse, niçin duruyoruz? Gergefimin altındaki toprağı hemen padişah babana götürelim. Bir süre sonra kendi ülkelerine geri dönen şehzade ve dünya güzeli, toprağı babalarına sunmuşlar. Babalarının gözleri açılmış. Şenlikler yapılmış. Bütün aile ömürleri boyunca mutlu olmuşlar.
Dünya Güzeli
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, köyün birinde Edik ile Bedik adında bir karı koca yaşarmış. Bunların hiç çocukları olmuyormuş. Bir gün evlerine bir derviş misafir olmuş. Bu karı koca, gelen dervişin dertlerine çare bulabileceğini düşünerek, dervişe danışmaya karar vermişler. İkisi de dervişin yanına gidip: — Derviş baba, bizim hiç çocuğumuz olmuyor, demişler. Derviş bunun üzerine, bu umutsuz çifte: — Ben size şimdi bir dua edeceğim, Allah’ın izini ile çocuğunuz olacak. Bir tabak mercimeği yastığınızın altına koyun. Sabah kalktığınızda bir sürü çocuğunuz olacak, hatta çocuktan bıkacaksınız, demiş. Dervişin bu sözlerini duyan karı koca, çok sevinmiş. Gün bitmiş, akşam olmuş. Edik ile Bedik, yastıklarının altına bir tabak mercimek koyup uyumaya başlamışlar. Sabah olduğunda bir de bakmışlar ki, evin içi küçük küçük çocuklarla dolu. Fakat çocukların boyu, çok küçükmüş ve hepsi de yürüyebiliyormuş. Bunu gören Edik ile Bedik, çok sevinmişler. Bedik, sevinçle tarlaya çalışmaya gitmiş. Edik de evde ekmek pişirmeye başlamış. Pişirdiği ekmekleri bir kenara koyuyormuş. Fakat ekmekler bir bir tükeniyormuş. Çocuklar, kadın ikinciyi pişirmeden yaptığı ekmeği yiyip bitiriyorlarmış. Akşam olana kadar uğraşmasına rağmen sonuçta bir tane bile ekmek kalmamış. Kadın sinirlenmiş ve kendi kendisine sormuş: — Bunlar ne böyle? Ben bunlarla mı uğraşacağım? İçinden bunları geçirdikten sonra karınca kadar küçük olan çocukları, ekmek yaptığı ocağın içine süpürmeye başlamış. Sinirlenip bunu yaptıktan sonra şöyle bir sağına, soluna bakıp: — Bir tane bile kalmadı ki babasına yemek götürsün, demiş. Oysa çocuklardan bir tanesi, terliğin içine girip saklanmış. Kadının sözlerini duyan çocuk, annesine seslenip: — Anne, ben buradayım; anne, ben buradayım, demiş. Bunları söyleyip yerinden çıkmış ve annesinin yanına gitmiş. Bir tane çocuklarının kaldığını gören Edik, çok sevinmiş ve kocasına yemek hazırlamaya başlamış. Hazırlanan yemeği alan çocuk, tarladaki babasına götürmüş. Ekmeği eşeğin üzerine koymuş, kendisi de eşeğin kulağına girmiş. Tarlaya yaklaştığı zaman babasına sormuş: — Ortadan mı geleyim, kıyıdan mı? Babası: — Ortadan gel oğlum, ortadan, demiş. Bedik, bunları söylemiş. Sağına, soluna bakmış fakat oğlunu görememiş. Çocuk bir kere daha sormuş: — Ortadann mı geleyim, kıyıdan mı? Babası yine oğluna: — Ortadan gel oğlum, ortadan, demiş. Bunun üzerine oğlan, babasının yanına gidip eşeğin kulağından çıkmış. Babası yemeği eşeğin üzerinden indirip yemeye başlamış. Bu sırada oğlan babasına: — Sopayı ver de öküzlerle şu tarlayı süreyim, demiş. Sarı öküz yatıyorken, diğeri de ayaktaymış. Oğlan sarı öküze sopayla dürtünce, öküz ayaklanmış. Öküz kalkıp daha bir adım bile atmadan, tuvaletini yapmaya başlamış. Yaptığı pislik, oğlanın üzerine düşüvermiş. Oğlan neredeyse karınca kadar olduğu için, pisliğin altında kalmış. Babası bunları görünce, oğlunun öldüğünü düşünüp hemen koşmuş. Sopanın demir ucuyla pisliği karıştırıp bakmış, oğlunu bulamamış. Tam umudunu kesmişken oğlu, seslenmiş: — Buradayım baba, buradayım. Sesin geldiği yere bakıp oğlunu gören adam çok sevinmiş. Yediği yemeklerin kaplarını eşeğin üzerine koyup, oğlunu eve doğru yolcu etmiş. Oğlan yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Yolda sürüsüyle birlikte bir çobana rastlamış. Küçüklüğünden faydalanıp çobanla biraz dalga geçmeye karar vermiş. Eşeğin kulağından çobana seslenmiş: — Çoban, çoban! Sürüne kurt geldi. Çoban etrafa bakmış, kimseleri görememiş. Ortalıkta eşekten başka bir şey yokmuş. Çocuk tekrar bağırmış: — Çoban, çoban! Sürüne kurt geldi. Bu sözleri duyan çoban, yine kimseyi göremeyince etrafa seslenmiş: — Benimle dalga mı geçiyorsun? Kimsen ortaya çık, demiş. Bu sözlerden sonra oğlan, eşeğin kulağından çıkıp kendisini çobana göstermiş. İyice sinirlenen çoban, oğlanı kovalamaya başlamış. Oğlan kaçıp çoban kovalarken oradan uzaklaşmışlar. Bu arada oğlanın şakası gerçek olmuş ve çobanın sürüsüne kurt gelmiş. Bunu fark eden oğlan, hemen koşup sürüyü kurtarmış. Çoban da oğlanı affedince, eşeğin kulağına girip tekrar yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, sonunda evine varmış. Annesi heyecanla oğluna sormuş: — Babana yemeğini götürdün mü, oğlum? Oğlan: — Evet anne, götürdüm, demiş. Yemeğin yerine ulaşacağından hiç umudu olmayan anne, bu duruma çok sevinmiş. Oğluna sevinçle: — Aferin oğlum, demiş. Akşam olunca, Bedik tarladan evine gelmiş ve hemen karısıyla oğlunun yanına gitmiş. Oğluna baktıktan sonra oğlunun gün boyu kendisi için yaptıklarını düşünmüş ve karısına dönüp: — Allah’a bin şükür, bize bir evlat verdi, demiş. Hepsi de sevinçlerinden birbirlerine sarılmış ve hayat boyu böyle mutlu kalmışlar.
EDİK İLE BEDİK
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Ülkenin birinde, bir padişah yaşarmış. Bu padişahın bir oğlu varmış. Padişahın oğlu hiç kız beğenmezmiş. Padişah her yerde oğluna kız ararmış. Ne kadar arasalar da oğlu, padişahın bulduğu hiçbir kızı beğenmemiş. Padişahın oğlu bir gün atını su içmesi için çeşmeye götürmüş. At su içmek için çeşmeye ne zaman eğilse suyu içmez geri sıçrarmış. At böyle sürekli sıçrayınca padişahın oğlu eğilmiş suya bir bakmış ki suda bir ayakkabı var. Ayakkabıyı eline almış ki dünya güzeli bir ayakkabı. Oğlan: — Bu ayakkabı kimin ayağına olursa bu kızı ben alacağım, demiş. Padişah emir vermiş, her yerde tellâllar bağırmış: — Bu ayakkabı hangi kızın ayağına olursa padişah oğlu onunla evlenecektir, diye. Padişahın askerleri, köy köy gezmeye başlamışlar. Gezerken bir köyde durmuşlar. Oradaki bir kadın: — O ayakkabı bizim kızın ayakkabısı, demiş. Bu kadın, üvey anne imiş. Tek kendi kızı padişahın oğlu ile evlensin diye kızının ayaklarını yıkamış yıkamış, ayakkabıyı zorla ayağına oldurmuş. Ayakkabı kızın ayağına olduğu gibi askerler padişaha ayakkabının sahibini bulduk diye haber göndermişler. Kızı süslemişler, püslemişler. Davullar, zurnalar çalınmış, kızı getirmişler. Padişahın sarayında ayakkabıyı kıza tekrar giydirmişler. Ayakkabı kızın ayağına olmuyormuş, olmadığı gibi kızı evine geri göndermişler. Diğer yetim kız, ayakkabıları görünce tanımış. Kız, bu ayakkabıyı ben çeşmede düşürmüştüm, diye düşünmüş. Kız askerlere: — Bu ayakkabı benim, demiş. Askerler, kızın söylemesi üzerine ayakkabıyı hemen kızın ayağına giydirmişler. Ayakkabı, kızın ayağına tam olmuş. Hemen padişaha kızı bulduk diye haber göndermişler. Padişah ve oğlu gelmişler. Bir bakmışlar ki kız aynı o kadının evinde bulunan hizmetçiymiş. Kadın onu önemsememiş ve kendi kızına ayakkabıyı giydirmiş. Kızı almış, getirmişler. Ayakkabıları tekrar giydirmişler. Ayakkabı, kızın ayağına olmuş. Kız da dünyalar güzeliymiş. Kırk gün, kırk gece düğün yapıp eğlenmişler. Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine.
Eksik Ayakkabı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Memleketin birinde, mutlu bir aile yaşarmış. Bunların Emiş ve Memiş adında iki tane oğulları varmış. Bir gün anneleri ölmüş. Babaları başka bir kadınla evlenmiş. Bu kadın, Emiş’le Memiş’i evde istemiyormuş. Babalarına sürekli baskı yapıyormuş. Bir gün hep birlikte ormandan odun toplamaya gitmişler. Üvey anne ve babaları Emiş’le Memiş’e haber vermeden gizlice kaçmışlar. Emiş’le Memiş ormanda yalnız kalmış. Bir süre üvey anne ve babalarını beklemişler. Hava da iyice kararmış. Emiş’le Memiş umudu kesmişler ve ormanda ilerlemeye başlamışlar. Epey gittikten sonra bir ışık görmüşler. Bu, kocaman bir evmiş. Kapısını çalmışlar. Kapıyı kocaman bir dev anası açmış. — Buyurun evlâtlarım, içeri girin, diye onları içeriye almış. Emiş’le Memiş olanları anlatmışlar. Geceyi evde geçirmek için dev anasından izin almışlar. Dev anası bunu memnuniyetle kabul etmiş. Onlara kuş tüyü yataklar hazırlamış. Gece olmuş yatmışlar. Ama dev yatmamış. Çünkü niyeti Emiş’le Memiş’i yemekmiş. Emiş’le Memiş de bunu anlamış ama ona belli etmeden evden kaçmayı düşündükleri için seslerini çıkarmamışlar. Gece yarısından sonra Emiş’le Memiş’in yattıkları odanın kapısı yavaşça açılmış. Gelen, dev anasıymış. — Kim uyuyor, kim uyanık, demiş. Memiş: — Emiş uyuyor, Memiş uyanık, demiş. — Sen neden uyumadın, yavrum, diye sormuş, dev anası. Memiş: — Anam bana her gece sahanda yumurta yapardı, demiş. Kadın hemen mutfağa gitmiş, sahanda yumurta yapıp Memiş’e yedirmiş. Bir süre sonra tekrar kapı açılmış. Gelen, yine dev anasıymış. — Kim uyuyor, kim uyanık, demiş dev anası. Emiş: — Memiş uyuyor, Emiş uyanık, demiş. — Sen niye uyumadın yavrum, diye sormuş, dev anası. Emiş: — Anam bana her gece bulgur pilavı yapardı, demiş. Dev anası hemen bulgur pilavı pişirmiş, Emiş’e yedirmiş. Sabaha karşı kapı tekrar açılmış. — Kim uyuyor, kim uyanık, demiş dev anası. Memiş: — Emiş uyuyor, Memiş uyanık demiş. — Sen yine neden uyumadın demiş, dev. — Anam bana her gece sabaha karşı elekte su elerdi, demiş. Kadın, dereye su elemeye gitmiş. Su elekten sürekli dökülüp gidiyormuş. Bu arada Emiş’le Memiş kaçmaya başlamışlar. Derenin diğer tarafında dev anasıyla karşılaşmışlar. Dev anası: — Nereye gidiyorsunuz? Derenin o tarafına nasıl geçtiniz, diye bağırmış. Emiş’le Memiş: — Boynuna oradan büyük bir kaya bağla. Suya atla, karşıya geçersin, demişler. Kadın boynuna büyük bir kaya bağlayıp suya atlamış ama kayanın ağırlığından dibe batıp boğulmuş. Emiş’le Memiş hemen evlerine gitmişler. Olanları babalarına anlatmışlar. Babaları zaten çoktan pişman olmuşmuş. Üvey anneyi evden kovmuş. Hep birlikte mutlu, mesut yaşamışlar.
Emiş ile Memiş
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, zamanın birinde bir köyde tek başına yaşayan bir adam varmış. Bu adam bir gün tarlaya gitmiş. Burada iş yaparken, bir eşeğe rastlamış. Bu eşek konuşabiliyormuş. Adama yalvarmış, yakarmış. Onu evine götürmesini istemiş. Adam eşeği alıp götürmüş. Eşek, bu sefer de onu yukarıya çıkarmasını istemiş. Adam bunu da kabul etmiş, eşeği alıp yukarıya çıkarmış. Eve girip yukarıya çıkınca, eşek birdenbire dalyan gibi bir delikanlıya dönüşmüş. Adam buna çok şaşırmış. Delikanlı, adama: — Gidip bana padişahın kızını isteyeceksin, demiş. Adam çaresiz kabul etmiş. Fakat ertesi gün saraya gitmekten korktuğu için, kızı isteyememiş. Akşam eve geldiğinde eşekten dönen oğlan, adama kızı isteyip istemediğini sormuş. Adamın saraya gitmediğini öğrenince sinirlenerek: — Eğer yarın gidip kızı istemezsen seni öldürürüm, demiş. Ertesi gün, adam çaresiz yola düşüp saraya gitmiş ve kızı istemiş. Padişah, adama cevap olarak şöyle demiş: — Benim sarayımdan daha güzel, benim sarayımdan daha büyük bir sarayı olana, kızımı veririm. Bu cevabı alan adam, doğruca eve gitmiş. Cevabı merakla bekleyen delikanlı, padişahın kızı verip vermediğini sormuş. Adam, padişahtan aldığı cevabı, delikanlıya iletmiş. Padişahın kendi sarayından daha büyük, daha güzel bir sarayı olana, kızını vereceğini söylemiş. Bu sözleri duyan delikanlı, bunun çok kolay olduğunu söyleyerek, cebinden iki tane kıl çıkartmış. Bu kılları yakınca, dumanından bir cin çıkmış. Bu cin, delikanlıya dileğini sormuş: — Buyurun efendim, ne istersiniz? Delikanlı: — Bana padişahın sarayından daha büyük ve daha güzel bir saray yapacaksın, demiş. Delikanlının dileğini kabul eden cin, o güne kadar gözlerin görmediği güzellikte bir saray yapmış. Saray yapıldıktan sonra delikanlı, adamı saraya göndererek kızı tekrar istetmiş. Delikanlının sarayını gören padişah, kızını hemen vermiş. Prenses oğlanı hiç görmediği için, önce evlenmek istememiş. Fakat daha sonra delikanlıyı görünce âşık olmuş ve evlenmeye karar vermiş. Bunun üzerine delikanlı ile prenses, kırk gün, kırk gece düğün yapıp evlenmişler. Padişah, kızının çok mutlu olduğunu görünce, memlekette eğlenceler düzenlemeye devam etmiş. Bu eğlencelerde türlü yarışlar yapılıyormuş. Delikanlı bu yarışlara katılmaya karar vermiş ve prensese şöyle söylemiş: — Ben bu yarışlara katılacağım. Fakat kapalı elbiseler giyinip yüzümü gizleyeceğim. Böylece kimse beni tanımayacak. Eğer insanlara yarışanın ben olduğumu söylersen, bir daha beni göremezsin. Ayağına demir çarık giyer, eline de demir bir sopa alırsın. Beni aramaya çıkarsın. Fakat ayağındaki demir çarık delinmeden, elindeki demir çubuk eğilmeden beni bulamazsın. Kız bunu kabul etmiş. Eğlencelerin ilk günü, siyah bir kıyafet giyinmiş, siyah ata binmiş ve yarış meydanına gelmiş. Bütün yiğitleri tek tek yenmiş. İkinci gün kırmızı kıyafet giyinmiş, kırmızı bir ata binmiş ve bütün yiğitleri yenmiş. Üçüncü gün de beyaz kıyafetler giyinmiş ve beyaz bir ata binmiş, yarış meydanındaki herkesi yenmiş. Delikanlının kıyafetlerinden sadece gözleri göründüğü için, kimse onu tanıyamıyormuş. İzleyenlerin hepsi, delikanlının kim olduğunu merak ederek birbirlerine soruyorlarmış. Prenses dayanamayıp: — O, benim kocam, demiş. Kız, bu sözleri söyler söylemez oğlan duymuş ve ortalıktan yok olmuş. Kız, kocasını bulamayınca ağlamış, üzülmüş. Onu çok sevdiği için, aramaya karar vermiş. Aklına, delikanlının söyledikleri gelmiş. Ayağına demir bir çarık giyinip, eline de demir bir çubuk alıp yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Aylarca kocasını aramış. En sonunda karşısına bakırdan bir ev çıkmış. Evden, elinde testiyle çıkan bir kız görmüş. Hemen kızın yanına gidip sormuş: — Bakır evden tıngır mıngır çıkan kız, elinde testiyle suya giden kız, buradan bir oğlan geçti. Onu gördün mü? Kız cevap vermiş: — Yok, ben görmedim ama şu ilerde benim kardeşim oturuyor. Belki o görmüştür. Bunları duyan kız, oradan ayrılıp yürümeye devam etmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. En sonunda gümüş bir eve rastlamış. O evden de elinde testiyle bir kız çıkıyormuş. Prenses hemen gidip ona da sormuş: — Gümüş evden tıngır mıngır çıkan kız, elinde testiyle suya giden kız, buradan bir oğlan geçti. Gördün mü? Kız cevap vermiş: — Yok, ben görmedim. Ama şu ilerde benim kardeşim oturuyor, Belki o görmüştür. Gümüş evin önünden de ayrılan kız, yoluna devam etmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. En sonunda altın bir eve rastlamış. Altın evden de elinde testiyle bir kız çıkıyormuş. Hemen o kızın da yanına gidip sormuş: — Altın evden tıngır mıngır çıkan kız, elinde testiyle suya giden kız, buradan bir oğlan geçti. Gördün mü? Kız cevap vermiş: — Şuradaki ağacın altında bir oğlan yatıyor, belki aradığın odur. Prenses hemen kızın gösterdiği ağaca doğru gitmiş ve orada yatan delikanlıya bakmış. Kendi kocası olduğunu görmüş, çok sevinmiş. Daha sonra ayağındaki demir çarığa bakmış ki demir çarık delinmiş, elindeki demir çubuğa bakmış ki demir çubuk eğilmiş. Kocası, kızı affetmiş ve sarılıp barışmışlar. Delikanlı, prensese: — Gel, seni büyük kız kardeşimin evine götüreyim. Ama şimdi o seni görürse yer. Ben en iyisi, seni bir elma yapıp öyle götüreyim, demiş. Bunları söyledikten sonra, kıza bir tokat atıp elmaya dönüştürmüş. Kızı cebine koyup yola düşmüş ve kız kardeşinin evine varmış. Oraya gidince kardeşi sormuş: — Senin üzerinden insan eti kokuyor. Söyle bakalım, yanında ne var? Bunun üzerine delikanlı, cebinden elmayı çıkartıp şöyle demiş: — Bu elma aslında benim karım, yemeyeceksen onu tekrar insan yapayım. Kardeşi, prensesi yemeyeceğine söz vermiş. Bu sözün üzerine elmaya tekrar vurup kızı eski hâline getirmiş. Büyük kız kardeş, içinden: — Ben yemiyorsam, bari küçük kız kardeşime göndereyim de o yesin, demiş. İçinden bunları geçirdikten sonra kızı yanına çağırıp: — Ben seni şimdi küçük kız kardeşimin evine göndereceğim. Sen ondan bir tane kepçe al da gel, demiş. Prenses bu sözlerin üzerine yola çıkıp küçük kız kardeşin evine doğru gitmeye başlamış. Yolda karşısına kocası çıkmış. Nereye gittiğini sormuş. Prenses, büyük kız kardeşinin, kepçe almak için onu küçük kız kardeşine gönderdiğini söylemiş. Bunun üzerine kocası: — O seni küçük kız kardeşime yesin diye, göndermiştir. Gidince sen benim dediklerimi yap. Eve gidince açık kapıyı, kapat; kapalı kapıyı, aç. Köpeğin önüne etini, atın önüne de otunu koy. Kardeşim yukarıya çıktığında da hemen kepçeyi alıp kaç, demiş. Prenses, kocasını iyice dinleyip küçük kız kardeşin evine gitmiş. Kocasının söylediklerini bir bir yapmış. Kapının açık kanadını kapatıp kapalı kanadını açmış. Atın önüne, otunu; köpeğin önüne de etini koymuş. Küçük kız kardeş yukarıya çıkar çıkmaz da evden kaçmış. Küçük kardeş, prensesin kaçtığını fark edince, kapıya kapanmasını söylemiş. Diğerine de kendisinin çıkıp gitmesi için açılmasını söylemiş. Fakat kapı, söylediklerini yapmamış ve küçük kız kardeşe şöyle söylemiş: — Benim açık kanadımı kapattı, kapalı kanadımı da açtı. Artık ben bunu değiştiremem. Kapıdan umudunu kesen kız, köpeğe koşup yakalamasını söylemiş. Fakat köpek gitmemiş ve kıza şöyle söylemiş: — O benim önüme et koydu. Ben gidip onu yakalayamam. Bunun üzerine ata yönelen kız, ona da koşup yakalamasını söylemiş. At da onun isteğini kabul etmeyip şöyle söylemiş: — O benim önüme ot koydu. Ben gidip onu yakalayamam. Olanlara çok sinirlenen küçük kız kardeş, hemen büyük ablasının yanına gidip bütün olanları anlatmış. Kardeşini dinleyen büyük kız, küçük kıza şöyle söylemiş: — Bu sefer de onu, ortanca kız kardeşimize gönderelim. Biz yiyemedik, bari o yesin. Daha sonra prensesin yanına gidip ona şöyle söylemiş: — Ben şimdi seni, ortanca kız kardeşimin evine göndereceğim. Sen oradan, bir tane elek al da gel. Büyük kız kardeşin bu isteği üzerine prenses yola düşmüş. Ortanca kızın evine giderken, yine yolda kocasıyla karşılaşmış. Kocası ona nereye gittiğini sormuş. Prenses: — Büyük kız kardeşin, beni ortanca kardeşine gönderdi. Ondan elek alıp geleceğim, demiş. Bunun üzerine delikanlı prensese şöyle söylemiş: — Kardeşlerim seni yemeye kararlı. En iyisi, biz seninle buralardan kaçalım. Bu sözleri söyledikten sonra, delikanlı büyük bir kuşa dönüşmüş. Prensesi sırtına alıp uçmaya başlamış. Onlar kaçarken, delikanlının kız kardeşleri de bunu fark edip peşlerine düşmeye karar vermişler. Prensesle birlikte kaçarlarken, kuş hâlindeki delikanlı sormuş: — Dön arkanı, bir bak bakalım. Peşimizden gelen var mı? Prenses dönüp baktıktan sonra delikanlıya: — Arkamızdan büyük, beyaz bir bulut geliyor, demiş. Prensesin bu sözlerinin üzerine delikanlı: — Bu benim küçük kız kardeşimdir. Gel, biz aşağıya inelim, demiş. Oğlan aşağıya inip bir tarlaya dönüşmüş, kızı da tarladaki bir salatalık yapmış. Küçük kız kardeş gelmiş. Aramış, taramış. Onları bulamamış. Eğilip tarladan bir salatalık koparıp ısırmış. Salatalığı yer yemez, kafasındaki saçlarının yarısı dökülmüş. Kız hemen büyük kız kardeşin yanına gidip olanları anlatmış. Anlatılanları dinleyen büyük kız, küçük kıza çıkışmış: — Aptal kız, anlayamadın mı? İndiğin tarla erkek kardeşimizdi, yediğin salatalık da karısıydı. Ondan senin saçının yarısı döküldü, demiş. Büyük kız, bu sefer de peşlerine ortanca kız kardeşini göndermiş. Bu sırada prenses ile delikanlı, kaçmaya devam ediyorlarmış. Delikanlı, prensese yine sormuş: — Dön arkanı, bir bak bakalım. Peşimizden gelen var mı? Prenses dönüp baktıktan sonra delikanlıya: — Arkamızdan büyük, kara bir bulut geliyor, demiş. Bunları duyan delikanlı: — Bu benim ortanca kardeşimdir. Gel, biz aşağıya inelim, demiş. Bu sözleri söyleyen delikanlı aşağıya inmiş ve bir havuza dönüşmüş. Prensesi de içindeki su yapmış. Ortanca kız kardeş gelmiş. Aramış, taramış. Onları bulamamış. Çok yorulduğu için, eğilip havuzdan bir avuç su içmiş. Suyu içer içmez, kızın kafasındaki saçın yarısı dökülmüş. Ortanca kardeş, hemen büyük kız kardeşinin yanına gidip bütün olanı, biteni anlatmış. Büyük kız kardeş iyice sinirlenmiş ve ortanca kardeşine de çıkışmış: — Aptal kız, anlayamadın mı? O havuz erkek kardeşimizdi, içindeki su da karısıydı. Suyu içince, ondan saçın döküldü, demiş. Büyük kız bakmış ki olmayacak, onların peşine kendisi düşmeye karar vermiş. Bütün bunlar olurken prenses ile delikanlı, kaçmaya devam ediyorlarmış. Delikanlı, sırtındaki prensese tekrar seslenmiş ve şöyle söylemiş: — Dön arkanı, bir bak bakalım. Peşimizden gelen var mı? Prenses dönüp baktıktan sonra delikanlıya: — Arkamızdan öyle bir toz duman geliyor ki etraf görünmüyor. Bunları duyan delikanlı: — O benim büyük kız kardeşimdir. Şimdi ne yapsak onu inandıramayız. Gel, biz aşağıya inelim, demiş. Delikanlı aşağıya indikten sonra prensesi gül yapmış, kendisi de yılan olup etrafını sarmış. Büyük kız kardeş aşağıya yanlarına inip: — Beni diğerleri gibi kandıramazsınız. İkinizi de burada öldüreceğim, demiş. Bunun üzerine delikanlı bir şeytanlık düşünüp kız kardeşine şöyle söylemiş: — Sen bizi öldürmeye öldüreceksin de, ben seni çok özlerim. Gel, son bir kez öpeyim. Delikanlı yılan hâlinde olduğu için, kız kardeşini tam öpecekken ısırıp oracıkta öldürmüş. Önlerinde engel kalmayınca güzel prensesle delikanlı, kızın memleketine gidip saraylarında sonsuza kadar mutlu yaşamışlar.
EŞEK PRENS
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi, günahmış. Bir nine varmış. Bu ninenin yedi oğlu, yedi kızı varmış. Çocukları her gün ava gidermiş. Bir gün biri gelmemiş. Bir gün diğeri gelmemiş. Derken yedisi de kaybolmuş. Fadime ile annesi kalmışlar. Annesi ağlarmış durmadan: — Fadime, yavrularım nereye gitti, diye. Bu kadın ağlaya ağlaya ölmüş. Bir tane tazıları varmış. Tazı bu oğlanların yerini bilirmiş. Çocuklar, yedi sene gelmemişler. Tazı demiş ki: — Fadime, ben kardeşlerini yerini biliyorum. Sen bana yemek koy, bir heybenin iki gözüne kül doldur. Üstüme koy. Ben giderken kül dökülür çizgi yapar. O çizgiyi takip ederek peşimden gel, demiş. Fadime: — Tamam, demiş. Bir heybenin iki gözüne kül doldurmuş, sırtına koymuş. Tazı gitmiş, kız gitmiş. Üç, dört günde Kaf Dağı’nın ardında kardeşlerinin yanına varmışlar. Fadime gitmiş ki kardeşleri bir mağarayı ev yapmışlar, orada yaşıyorlarmış. Mağaraya girmiş, kimse yokmuş. Kardeşlerinin avladığı tavşandan yemek yapmış. Evi temizlemiş, yataklarını yapmış. Sonra da bir turşu küpü varmış, küpün içine saklanmış. Kardeşlerinin yedisi de gelip bakmışlar ki yemek yapılmış, temizlik yapılmış. Oğlanlar: — Bizim eve biri gelmiş, demişler. Tazı, dan dan diye gelmiş, demiş ki: — Biz geldik. Fadime’yi demem. Anneniz sizin için ağlaya ağlaya öldü. Akşam olmuş, yatmışlar. Sabah olunca da ava gitmişler. Yine Fadime çıkmış yemek yapmış, temizlik yapmış. Tekrar turşu küpünün içine girmiş. Oğlanlar gelmiş, yine her yer temizmiş ve yemekler de yapılmış. Büyük kardeşi demiş ki: — Ben burada bekleyeceğim, kim ise bulacağım. Tazıya, bu işi yapanın kim olduğunu sormuşlar. Tazı söylememiş. Oğlanlar her gün takibe başlamışlar. Bir gün kızı yemek yaparken yakalamışlar. Kız: — Ben, sizin kız kardeşinizim, demiş. Kardeşleri o zaman anlamışlar. Demişler ki: — Başımızın üstünde yerin var.  Fadime’yi öpmüşler, ipeklere gömmüşler. Bir de orada İnci Dağı varmış. O dağda devler yaşarmış. Fadime’ye oradan inci, mercan getirmişler. Bir gün Fadime, işlerini bitirdikten sonra kardeşlerinin verdiği incileri dizmeye başlamış. İnciyi dizerken tazı demiş ki: — Fadime, bana bir inci ver. Fadime inciyi vermiş. Tazı: — Mercan da ver, demiş. Fadime mercanı vermiş. Tazı üçüncüyü de isteyince Fadime demiş ki: — Vermeyeceğim, verdiklerimi dişinle kırıyorsun. Tazı demiş ki: — Sen boğazına diziyorsun, bana yapmıyorsun. Fadime kız, vermezsen ateşini söndürürüm. O zamanlar ateş yakmaya bir şey yokmuş. Közü, küle gömerlermiş. Onunla yakarlarmış. Tazı dama çıkmış, su döküp ateşi söndürmüş. Kız, kardeşlerine sormuş: — Burada ateş sönse, ateş yakacak başka ateş var mı? Kardeşleri de: — Devlerde var. Devlerin de közleri sayılı, kimseye vermezler, demişler. Kız inci diziyormuş, bir iplik boynundaymış. Oradan koşarak devlere gitmiş. Kardeşleri gelmeden yemek yapacakmış. Gidip bakmış ki devler uyuyormuş. Yedi devin, yedi karısı varmış. Kız demiş ki: — Tazı, böyle etti. Bana ateş verin. Demişler ki: — Bu ateş sayılı, nasıl vereceğiz? Küçük gelin akıllı imiş. Bir makas getirmiş, közden kesmiş. Buna vermiş. Bir kaba koymuş, eline alıp gelirken o ipek iplik bir yere takılmış. Dev uyanmış: — Burada adam eti kokuyor, buraya yabancı biri gelmiş, demiş. Karıları: — Gelmedi kimse, demişler. Kızı saklamışlar. Dev, hâlâ orada insan olduğunda ısrar ediyormuş. Oradan ipeğin ipliğini bulmuş. Oradan sora sora kızın kapısına gelmiş. Fadime bu arada bir ateş yakmış ki ateş neredeyse bacadan çıkacak gibiymiş. Yemeği yetiştireceği için ateşini çok yakmış. Dev, kızın kapısından seslenmiş: — Ben büyük kardeşinim, ben Mehmet’im. Kapıdan parmağını uzat. Sana yüzük getirdim, yüzük takacağım, demiş. Kız: — Hayır! Sen devsin. Değirmen taşını kapının arkasına koymuş. Dev: — Yok, ben dev değilim, demiş. Fadime inanmış, parmağını uzatınca dev parmağını koparmış. Fadime oraya düşüp kan içinde kalmış. Kardeşleri avdan gelmişler: — Kapıyı aç Fadime, biz geldik. Hiç ses yokmuş. Tazı damda yatıyormuş. Tazı demiş ki: — Dev, Fadime’nin parmağını ısırdı, Fadime içerde yatıyor. Bacadan giremiyorlar, ateş yanıyor. Evin penceresi de yokmuş. Küçük kardeşi demiş ki: — Ben “Yandım!” dedikçe, beni gönderin, demiş. Bunu bacadan uzatmışlar. “Yandım!” dedikçe daha da uzatmışlar. Aşağı inip bakmış ki bacısı yerde yatıyormuş. Bacısını alıp kenara çekmiş, kapıyı açmış. Kardeşleri içeri girmiş. Kızı ayıltmışlar. Kız başından geçenleri anlatmış. Kardeşleri giyinip, kuşanıp devleri öldürmeye gitmişler. Devleri öldürmüşler. Devlerin karılarının yedisi de yedi kız kardeşmiş. Bu yedisini, yedi kardeş alıp getirmişler. Fadime, evin tek kızı olunca gelinlerin kaynanası sayılırmış. Kocaları gelinlere demişler ki: — Fadime ne derse o olacak, demişler. Aradan beş, altı sene geçince gelinler Fadime’yi iyice kıskanmaya başlamışlar. Yedi gelin, Fadime’yi yok etmeye karar vermişler. Bunlar pınardan su getirirlermiş. Bu küçük gelinleri pınara gitmiş. Pınarda bir yılan görmüş. Yılanı bir testinin içine koyup eve getirmiş. Fadime, gelinden su istemiş. Gelin de: — Al, şu testiden iç. Pınardan yeni getirdim, demiş. Testiden su içerken yılan, Fadime’nin karnına akmış. Yılan büyüdükçe Fadime’nin karnı da büyümüş. Gelinler kocalarına: — Kardeşinizin karnı büyüyor. Nereden hamile kaldıysa? Bizim başımıza bela olacak, demişler. Kocaları da: — Hayır, bizim kardeşimiz yapmaz, demişler. Büyük kardeşe demişler ki: — Alıp bunu Kaf Dağı’nın arkasına bırakacaksın. Fadime’yi, Kaf Dağı’nın arkasına büyük kardeşi bırakmış. Fadime dağda bir gün durmuş, iki gün durmuş. Bakmış ki bir çadır kurulmuş. Fadime yürüye yürüye çadıra varmış. Çadırın etrafı askerlerle sarılıymış. İçeriye kimseyi almıyorlarmış. Oradan birine sormuş: — Bu çadırda kim var? — Burada padişahın oğlu var. Biz de onu bekliyoruz. Gezmeye geldi. Çiçek topluyoruz, eğlendiriyoruz. Kız gidip bir çamın altına oturmuş. Padişahın oğlu da ava çıkmış. Av sırasında köpek, çam ağacına doğru koşmuş. Padişahın oğlu yanındaki cariyelere: — Canlı ise benim, yok av canlı değilse sizin, demiş. Köpeğin gittiği yere varmışlar ki bir kadın. Fadime’nin yüzü solmuş. Bitkin hâldeymiş. Çünkü karnındaki yılan kanını emmiyormuş. Hemen Fadime’yi çadıra koymuşlar. Doktora götürmüşler. Karnındakinin yılan olduğunu söylemişler. Doktorlar, karnındaki yılanı çıkarmışlar. Padişahın oğlu demiş ki: — Ben bununla evleneceğim. Fadime de çok güzelmiş. Fadime’yi bir konağa oturtmuş. İki tane oğlu olmuş. Bir günden, bir gün olmuş. Pencereden bakmış ki büyük kardeşi satıcı olmuş, bir şeyler satıyormuş. Kız, kardeşini tanımış. Kardeşi, Fadime’nin öldüğünü sandığı için tanımamış. Kız, çocuklarına demiş ki: — Şuradaki adamın yanına git, topacını at ve de ki:  “Yedi kardeş yeğeniyim, Bağ oğlunun doğanıyım, Dön topacım dön. ” Çocukları da satıcının yanına gidip topacı atmışlar. Sonra da: — Yedi kardeş yeğeniyim,           Bağ oğlunun doğanıyım,     Dön topacım dön, demişler. Satıcı bu sözlerden kardeşinin orada olduğunu anlamış. Çocuklara: — Eviniz nerede? Beni evinize götürün, demiş. Çocuklar bunu eve götürmüşler. Fadime, ağabeyini karşısında görünce sarılıp ağlaşmışlar. Fadime: — Beni götürüp dağ başına bıraktınız, benden şüphe ettiniz. Oysa karnımdaki yılandı. Padişahın oğlu, beni doktora gösterdi. Karnımdaki yılanı çıkarttı. Benimle evlendi. Ben bir padişah oğlunun karısıyım. Küçük gelinin yalanına inandınız, demiş. Satıcı, mallarını orada bırakıp evine gitmiş. Demiş ki: — Kardeşlerim, ben Fadime’yi buldum. Fadime ölmemiş. Küçük gelin demiş ki: — Ben ona testi de yılan içirdim. Nasıl ölmemiş? — Padişahın oğlu ile evlenmiş, iki tane de çocuğu var, diye devam etmiş oğlan. Sonra da yedi kardeşin yedisi de karısını boşamış. Yedisi de gelip padişahın işçisi olmuş. Bütün kardeşler, eskisi gibi bir araya gelmiş. Yiyip, içip yer dibine geçmişler. 
FADİME KIZ
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Vakti zamanında bir zengin kişinin bir davar sürüsü ve bu sürünün de çok hünerli bir çobanı varmış. Bu çobanın bütün marifeti elindeki çalgıdaymış. Çoban çalgısını çalmaya başladığı zaman koyun ve kuzular yayılmayı bırakıp oynamaya başlarmış. Bunu haber alan sürü sahibi, çok sinirlenmiş. Çünkü koyun ve kuzular hiç yayılamıyorlarmış. Adam kalkıp bir gün sürünün otladığı yere gitmiş. Çoban, efendisinin geldiğini görünce hemen kalkıp karşılamış. Fakat adama hiçbir şey söylememiş. Bir kıyıya geçip oturmuş. Bir müddet sonra çoban çalgısını çalmaya başlamış. Bütün sürü otlamayı bırakıp çobanın etrafında atlayıp zıplamaya başlamış. Adam hareket etmiş, yerinden kalkmış ve bir kaç adım atar atmaz o da oynamaya başlamış. Dakikalar geçmiş hâlâ çoban çalıyor, onlar oynuyorlarmış. Vakit geç olunca adamın karısı merak edip kocasının yanına gelmiş. Durumu görünce önce çok şaşırmış. Sonra kadın da onlarla oynamaya başlamış. Sonra birer birer evin oğlu, kızı, gelini, damadı ve torunları oraya gelmiş ve başlamışlar hep beraber oynamaya. Çoban çalgısını çala çala, bunları köye getirmiş. Olayı gören köy halkı, sokaklara dökülmüş. Onlar da bu oyuna katılmışlar. Bütün köylü sokakları doldurmuş. Hep beraber oynamışlar. Akşam olmuş, gece olmuş, sabah olmuş oyun bir türlü bitmiyormuş. Durmadan oynuyorlarmış. Belki de hâlâ oynuyorlardır. Artık iş çobanın insafına kalmış. İsterse kıyamete kadar oynatır.
GARİP BİR ÇALGI
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir fakir adam varmış. Günün birinde evlenmiş. Karısıyla üç gün durmuşlar. Üç günden sonra para kazanayım, diye İstanbul’a gitmiş. Bir yıl gitmiş, iki yıl gitmiş, üç yıl gitmiş. Ne bir mektup ne bir haber, ne gelen ne de giden varmış. Sonradan bir mektup yazmışlar: — Hanımın kötü yolda geziyor, gel yetiş, demişler. Bunu da adam gelsin, diye yazmışlar. O adam da hemen köyüne gelmiş. Üç sene çalışmış, üç lira para kazanmış. O, köye gelince önüne tellâl çıkmış: — Bir lira verene bir cevabım var, diye bağırıyormuş. Bir lirayı çıkarmış, ona vermiş. Tellâl: — Gözünle görmediğini söyleme, demiş. — Daha, daha, demiş. — Dahası yok, demiş tellâl. Oradan başka bir sokağa girmiş. Yine bir tellâl önüne çıkmış: — Bir lira verene bir cevabım var, demiş. Bir lirayı da ona vermiş. O da demiş ki: — Elinle koymadığını yeme. — Daha, daha, demiş. Tellâl: — Dahası yok, demiş. Başka tarafta, yine bir tellâl önüne geçmiş: — Bir lira verene bir cevabım var, demiş. Bir lirayı da vermiş. O da demiş ki: — Üstüne düşmeyen cevabı söyleme. Adam: — Daha, daha, demiş. Tellâl: — Dahası yok, demiş. Cebinde hiç parası kalmamış. Bir konağa misafir olmuş. Oraya gelmiş ki bir gelin elini göğsüne bağlamış, camdan bakıyormuş. Bu gelin neden burada diye kızacakken, verdiği bir liranın cevabı aklına gelmiş, konuşmamış. Tellâl, “Üstüne düşmeyen cevabı söyleme” demişti. Adamın içine bir korku düşmüş. Sonra yüzünü yıkamak için leğen getirmişler, su testisini getirmişler ama leğenin içinde bir adam kafası varmış. Adam bunun sebebini soracakken bir liranın cevabı aklına gelmiş. Akşam olmuş, yemekler önüne gelmiş. Yemekte biri tazı, biri kedi yiyormuş. Yine soracak, yine bir liranın cevabı aklına gelmiş. Onu da sormamış. Gece olmuş. Yatağına yatmış ama bir türlü uykusu gelmiyormuş. — Bura ne biçim yer, ben buraya neden geldim? Sabah olsa da kaçsam, diye kendi kendine söyleniyormuş. Sabah kalkmış, oradan kaçmaya çalışmış. Oradan bir ses: — Dur, gitme, demiş. Adam: — Tamam, ama burada beni öldürecekler, demiş. Aynı kişi adama: — Neden buraya geldin de gelin orada ne yapıyor demedin? — Ne bileyim, vardır bir şeyi. — Adam kafasının üstünde elini yıkadın. Neden sormadın? — İşte, sormadım. — Neden yemeği tazı ile yedin, onu da söylemedin. — Ne bileyim, sizin âdetiniz böyle diye söylemedim. — O zaman dile bizden, ne dilersen. — Sağlığınızı diliyorum, ben sadece buradan gitmek istiyorum. — Sağlığımdan sana fayda yok, ne diliyorsan dile benden. Meğer bu kişi her soru soranı öldürürmüş. İlk kez adam soru sormamış. Adama bir at vermiş. Adamı yolcu etmiş. Adam, karısı için kötü haber almıştı ya, gelini sınamak istemiş. Gelinin olduğu köye gelmiş. Gelin de pınardan su dolduruyormuş. Adam, gelinin yanına gelmiş: — Pınarın başında duran gelin,  Ak elleri suya vuran gelin,  Ak ellerden bir su ver de,     İçeyim de kandır gelin, demiş.   Gelin: — Ben suyumu vermem yâda,  Belki aslı haram zaten,  İn atından iç suyunu,  Var, git yolcu yollarına, demiş.   Adam:   — Hastayım, attan inemem,  İnersem tekrar binemem,  Ben içtiğimden kanamam,  Bir su ver de kandır gelin.    Bir çala gördüm yüzünü,  Sürmeli sandım gözünü,  Kırma kizirin sözünü,  Bir su ver de kandır gelin, demiş. Gelin: — Kizir dediğin köpektir,  Onun yediği kepektir,  Benim yârim İstanbul’dadır.  Ben suyumu vermem yâda, demiş.   Böyle söyleyince, oğlan demiş ki: — Aslı yok, bu haberin. Karım bana ihanet etmemiş, demiş. Oradan gelmiş, bir odaya misafir olmuş. Gece orada kalmış. Sabah olmuş. Sabahleyin evine gitmiş. Pencereden bakmış ki kadın bir adamla yatıyormuş. Meğer bu zaman içinde kendi çocuğu olmuş, haberi yokmuş. Pencereye vurmuş, gelin sesi duyunca dışarı çıkmış. Adam: — Sabah oldu tandır gelin,     Kalk ateşini yandır gelin,  Koynundaki yatanı da,  Şu bana bildir gelin, demiş.   Gelin:   — Sabahtan kandırmışım,  Ben ateşimi yandırmışım,  Koynumda yatanı da,  Ağ mememle emzirmişim, demiş. O zaman karısın yatağında yatanın, oğlu olduğunu anlamış. Adam devam etmiş: — Aşağıdan gelir ferman,  Dizimde kalmadı derman,  Zala gelin, canım kurban,  Aç kapıyı, al içeri, demiş.   Gelin:   — Aşağıdan gelir ferman,  Dizine oluyum derman,  Kolum yastık, saçım yorgan,  Gir içeri nazlı yârim, demiş. Böylece birbirlerine kavuşmuşlar. Mutlu bir ömür sürmüşler.
GELİN AYŞE
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir avcı varmış, av yaparmış. Geçimini av yapmakla sağlarmış. Akşama kadar tavşan, kuş, ne ise avlar. Akşamleyin alıp çocuklarına getirirmiş. Evde, gelen avları pişirip yerlermiş. Avcı bir gün eline tüfeğini alıp tepelere av yapmaya çıkmış. Av yaparken derinden bir ses gelmeye başlamış: — Avcı, başına bir bela gelecek. Gençlikte mi istersin, kocalıkta mı? Avcı korkmuş, cevap vermeden av yapmayı bırakıp eve gelmiş. Hanımına durumu anlatmış: — Bu gün av yaparken derinden bir ses geldi. “Senin başına bir belâ gelecek. Gençlikte mi istersin, kocalıkta mı istersin?” dedi. Ben de eve geldim. Karısı: — Aldırma, bir şey olmaz, demiş. Avcı bir gün sonra yine ava gitmiş. Aynı sesi yine duymuş. Avcı yine korkup eve gelmiş. Durumu karısına anlatmış. Karısı, bu defa da: — Aldırma, demiş. Üçüncü gün de aynı şey olmuş. Avcı, eve gelip karısına o gün olanları da anlatmış. Karısı: — Var, git. Söyle, gençlikte gelsin. Başımıza ne gelecekse gençlikte gelsin. İhtiyarlayınca belâ ile uğraşamayız, demiş. Avcı, dağa çıkmış. Yüksek sesle: — Ne belâ gelecekse gençlikte gelsin. İhtiyarlayınca onunla uğraşamayız, demiş. Derinden gelen ses, yeniden yükselmiş: — Bu memleketi hemen terk et! Avcı, eve gelmiş. Hazırlıklarını yapmışlar. Avcı ile karısının iki çocukları varmış. Onları da yanlarına alıp çıkmışlar yola. Sırtlarında yük, kucaklarında çocuklar akşama kadar yürümüşler. Bir ırmağın kenarına varmışlar. Irmak derin ve genişmiş. Avcı çocukların birini omzuna alıp karşıya geçirmiş. O sırada ırmağın karşı tarafında bir çoban koyun otlatmaktaymış. Çocuğu ona teslim edip geri dönmüş. Diğer çocuğu da almış, karşıya geçirmek için yola çıkmış. Irmağın ortasında iken çocuğu ırmağa düşürmüş. Su, çocuğu sürükleyip götürmüş. Adam çocuğu aramış, taramış; bulamamış. Bakmış, ondan fayda yok. Karısını ve eşyaları alıp karşıya geçmiş. Bir de ne görsün? Ne çocuk var ne de çocuğu emanet ettiği çoban. Bir anda iki çocuğunu kaybeden anne ve baba, feryat edip ağlamışlar. Günlerce aramışlar. Her ikisinin izlerine bile rastlayamamışlar. Bu çocuklar büyümüşler. Birisi koyun çobanının yanında büyümüş. Diğerini ise suya düşünce bir değirmenci kurtarmış. Değirmencinin yanında büyümüş. Gün gelmiş, askere çağrılmışlar. Asker olmuşlar. Bu iki genç askerde, bir yerde karşılaşmışlar. Tesadüfen birbirilerine memleketlerini, babalarını ve annelerini sormuşlar. Birincisi: — Benim babam avcıydı. Bir meseleden dolayı göç etti. Göç ederken bir ırmaktan geçmek zorunda kaldık. Beni ırmaktan geçirdi. Bir koyun çobanına teslim etti. Diğer kardeşimi sudan geçirirken kardeşimle beraber düştüler, ikisi de boğuldu. Annem de onları kurtarmak için suya girdi, bir daha çıkmadı. Ben, bir koyun çobanının yanında büyüdüm, demiş. Diğeri de anlatmış durumu: — Benim babam da avcıymış. Biz de göç ediyormuşuz. Babam beni ırmağa düşürmüş. Annem ve babam, beni kurtarmaya çalışırken boğulmuşlar. Beni bir değirmenci kurtarmış. Ben de bir değirmencinin yanında büyüdüm. O zaman her ikisi de birbirine sarılmış. Kardeş olduklarını anlamışlar.
GENÇLİKTE Mİ KOCALIKTA MI
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Eskiden, çok zengin bir padişah varmış. Uzun bir süre sefa sürmüş. Padişah bir gece rüya görmüş. Rüyasında bir ses üç defa: — Senin başına bir felâket gelecek. Bu felâket gençlikte mi gelsin, yaşlılıkta mı gelsin, diye sormuş. Padişah düşünmüş, taşınmış ve sonunda demiş ki: — Ne gelecekse gençlikte gelsin, yaşlılıkta belki bu yükü kaldıramam, demiş. Sabah uyanmış. Gece gördüğü rüyayı düşünmüş. Sonunda bu rüyanın kendisi için bir işaret olduğuna karar vermiş. Aradan zaman geçmiş. Bir gün davarlara bakan çoban gelip padişaha: — Padişahım, sürünüzdeki koyunları eşkıyalar önlerine katıp götürdüler. Onlara karşı koymaya çalıştım ama beni de etkisiz hâle getirdiler. Bir şey yapamadım, demiş. Padişah, tam çobana kızacakken gördüğü rüyayı hatırlamış. Bu olayın rüyası ile ilgili olabileceğini düşünmüş ve çobana kızmamış. Aradan birkaç gün geçmiş. Sığır çobanı gelmiş, padişaha: — Padişahım, sığırların hepsini sel aldı, götürdü. Hiçbirini kurtaramadım, demiş. Padişah, yine rüyasını hatırlamış: — İyi, götürsün. Sen üzülme, demiş. Bir gün deprem olmuş. Padişahın tahtı, sarayı, bütün varlığı yok olmuş. Felâketler böyle üst üste gelince padişahın hiçbir şeyi kalmamış. Bu olaylardan sonra padişah, iki erkek çocuğuyla hanımını yanına almış ve oradan ayrılmaya karar vermiş. Padişah, hanımına: — Bu yerde artık kalamayız. Buralardan gidelim. Bizi, kimselerin tanımayacağı bir yer bulup orada çalışalım. Kazandığımız parayla da geçimimizi sağlarız. Padişah ve ailesi yolda giderken büyük bir ırmağa rastlamışlar. Padişah: — Hanım, ben çocukları tek tek diğer tarafa geçireyim. Daha sonra da gelir, seni geçiririm, demiş. Padişah, önce küçük çocuğunu alıp karşı tarafa geçirmiş. Diğer çocuğu da karşıya geçirirken küçük çocuğu bir kurdun kaptığını görmüş. Kurdun kaptığı çocuğu kurtarmak isterken farkında olmadan diğer çocuğunu suya bırakmış. Kurdun peşine koşmuş ama yetişememiş. Bu sırada diğer çocuğunun da sulara kapıldığını görünce tekrar geri gelmiş. Padişah, iki çocuğunu da kurtaramamış. Büyük üzüntü içinde: — Bunlar da mı gelecekti başıma, deyip ağlamış. Bunun üzerine hanımının elinden tutmuş, karşıya geçmişler. Yürüye yürüye hiç tanımadıkları bir köye gelmişler. Bu köyde padişah, çoban olarak iş bulmuş. Hanımı da temizliğe gidiyormuş. Bu sırada köye bir kervan gelmiş. Kervancıbaşı, köy halkına: — Benim birkaç kirli çamaşırım var. Bu çamaşırları yıkatabileceğim biri var mı, diye sormuş. Köylü: — Çobanın karısı var. O yıkar, demiş. Kervancıbaşı elbiselerini çobanın hanımına göndermiş. Kadın da bir güzel yıkamış, tertemizce geri yollamış. Kervancı elbiselerini açıp baktığında hayret etmiş ve kendi kendine: — Bu hanım, kesin görmüş bir kızdır. Sıradan bir hanım bunları böyle bir güzellikte ve beyazlıkta yıkayamaz, demiş. Kervancıbaşı, köyden bir iki kişiye: — Bu kadını bana gösterin. Gidip ona teşekkür etmek istiyorum, demiş. Kabul etmişler ve kervancıya kadını göstermişler. Çoban, ertesi gün hayvanları alıp otlağa gitmiş. Bunu fırsat bilen kervancıbaşı, hemen çobanın evine gelmiş. Çobanın karısını zorla atına bindirip kaçırmış. Akşam olunca çoban eve geldiğinde karısını bulamamış. Çevredekilere: — Karımı hiç gören oldu mu, diye sormuş. Onlar da: — Bir adam geldi, karını atına bindirip kaçırdı. Peşinden koştuk ama yetişemedik, demişler. Bunları duyan çoban: — Buralarda da artık duramam, demiş. Elindeki asasını fırlatıp, çekip gitmiş. O köyden başka bir yere doğru yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş bir köye gelmiş. Bu köyde iş aramaya başlamış. İş ararken yaşlı bir helvacı görmüş. — Selamünaleyküm amca, nasılsın? — Aleykümselam evlat. Sağ ol, iyiyim. — Amca, iş arıyorum. Bana yanında küçük bir iş verebilir misin, demiş. Yaşlı adam: — Oğlum, ben de dükkânım da bayağı yaşlıyız. Zaten fazla da iş yapmaz burası. Ben sana nasıl iş vereyim? Hadi işi verdim desem, sana ücret nasıl vereyim, demiş. Padişah: — Ben, ücret falan istemem amca. Karın tokluğuna çalışırım. İzin verirsen de burada yatarım, demiş. İhtiyar adam sonunda padişahı işe kabul etmiş. Padişah, başına bir şapka geçirmiş ve işe başlamış. İhtiyar adamın yanında çırak olarak uzun bir süre çalışmış. Onun çalıştığı süre içinde de dükkânın işleri son derece düzelmiş. O bölgenin halkı da onu çok sever olmuşlar ve onu “Keloğlan”, diye çağırıyorlarmış. Aradan yıllar, yıllar geçmiş. Bu bölgede yedi senede bir yapılan padişahlık seçiminin zamanı gelmiş. Bu seçimlerde de yediden yetmişe bütün herkes meydanda toplanırmış. Devlet kuşu adında bir kuş varmış. Bu kuş havada uçar, sonra birinin başına konarmış. Kuş üç sefer uçtuktan sonra yine aynı kişinin başının üzerine konarsa padişah o olurmuş. Tellâl, başlamış bağırmaya: — Duyduk, duymadık demeyin. Yarın öğleden sonra yediden yetmişe kadar herkes meydanda toplansın. Yarın padişah seçimi var. Devlet kuşu kimin başına konarsa padişah o olacak, demiş. Ertesi gün herkes meydana toplanmış. İhtiyar helvacı da: — Haydi oğlum, vakit geldi, gidelim, demiş. Padişah: — Ben burada kimsesiz bir Keloğlan’ım. Bana mı kaldı padişah olmak? Sen kapıyı benim üzerime kilitleyip git, demiş. İhtiyar helvacı, kapıyı Keloğlan’ın üzerine kilitleyip meydana gitmiş. Herkes meydanda toplandıktan sonra devlet kuşunu bırakmışlar. Kuş havada uzun bir süre dolaşmış, dolaşmış. Gelmiş, helvacının dükkânının çatısına konmuş. İnsanlar şaşkın bir hâlde “Olmadı.” demişler. Kuşu bir kez daha havaya bırakmışlar. Kuş yine dükkânın çatısına konmuş. Bir daha kuşu bırakmışlar, yine aynı yere konmuş. Bunun üzerine helvacıya: — Senin bu dükkânda kimse var mı, diye sormuşlar. Helvacı: — Kimsesiz bir Keloğlan var. Gelmek istemedi. Ben de üzerine kapıyı kapatıp geldim, demiş. — Git, getir hemen onu buraya, demişler. Helvacı, Keloğlan’ı alıp getirmiş. Kuşu tekrar havaya bırakmışlar. Kuş dolanmış, dolanmış. Gelmiş, Keloğlan’ın başına konmuş. Bir daha kuşu havaya bırakmışlar. Kuş dolanmış. Gelmiş Keloğlan’ın başına konmuş. Bir daha kuşu havaya bırakmışlar. Kuş yine gelip Keloğlan’ın başına konmuş. Üç kez kuş aynı kişinin başına konunca: — Tamam, bizim yeni padişahımız sensin, demişler. Keloğlanı alıp götürmüşler. Bir güzel yıkayıp padişahlara yakışır elbiseler giydirmişler. Artık eskisi gibi padişah olmuş. Aradan zaman geçmiş ve halk yeni padişahın yönetiminden çok memnun kalmış. Zaten önceleri de padişahlık yaptığı için hiç zorlanmamış. Günler, haftalar, aylar birbirini kovalarken bir gün o yöreye padişahın karısını kaçıran kervancı, kervanıyla birlikte satış yapmak için oraya gelmiş. Akşam olunca kervancı meydana çadırlarını kurmuş. Tabi ki kervancının geldiğinden padişahın haberi olmuş. Ancak karısını kaçıran kervancının bu adam olduğunu kesinlikle bilmiyormuş. Padişah: — Bu akşam kervancıyı saraya misafir edin de onunla bir satranç oynayayım. Kervancılar bu oyunu iyi bilirler, demiş. Saraydan bir asker göndermişler. Asker, kervancıyı davet etmiş. Kervancıbaşı: — Padişahımız kusura bakmasın. Eğer ben gelirsem hanımım yalnız kalır. Bu yüzden gelemem, demiş. Asker, kervancıbaşının cevabını padişaha iletmiş. Padişah da: — Git, söyle kervancıbaşına. Hiç tasalanmasın, ben iki tane helâl süt emmiş asker gönderirim. Çadırının başında onlar, hiç oturmadan sabaha kadar beklerler, demiş. Asker, padişahın sözlerini kervancıbaşına iletmiş. Kervancıbaşı: — Tamam, eğer öyle olursa gözüm arkada kalmadan gelirim, demiş. Askerler, çadırın başında nöbete geldiklerinde kervancı da sarayın yolunu tutmuş. Gecenin ilerleyen saatlerinde canları sıkılan askerlerin bir tanesi diğerine: — Yahu, arkadaş. Senin hiç başından önemli bir olay geçmedi mi? Biraz anlat da dileyelim. Bak, vakit geçmiyor, demiş. Diğer asker: — Ben daha küçükken bir olay yaşadım. Biz iki kardeştik. Babam beni ırmağın diğer tarafına geçirdikten sonra kardeşimi de benim yanıma getireceği zaman, beni bir kurt kaptı götürdü. Daha sonra bu kurdu bir çoban görmüş. Çoban beni kurdun elinden kurtardı. Beni büyüttü. İşte şimdi de askere geldim. Peki, senin başından böyle bir olay geçti mi, demiş. Asker: — Ben de sana benzer bir olay yaşadım. Biz de iki kardeşmişiz. Babam ağabeyimi karşıya geçirdikten sonra, beni de geçireceği zaman birden ben sulara kapıldım. Beni bir değirmenci bulmuş. Beni büyüttü, daha sonra askere gönderdi, demiş. Tabi askerler böyle sohbet ederken kervancıbaşının hanımı da içeride onları can kulağıyla dinliyormuş. İçeride sevincinden heyecanlanan kadıncağız, hemen dışarı fırlayarak: — Yavrularım! İkiniz de benim çocuklarımsınız, diye bağırmış ve onlara sımsıkı sarılmış. Anaları, yavrularını bağrına basıp severken üçü birden uykuya dalmışlar. Sabaha yakın kervancı gelmiş. Bakmış ki karısının kucağında iki askerin ikisi de uyumuş. Hemen onları hiç uyandırmadan padişahın yanına gitmiş. — Senin helâl süt emmiş dediklerine gel, bak da gör padişahım, demiş. Padişah adamlarıyla birlikte çadırın yanına gidip bakıyor ki gerçekten üçü birlikte uyumuş. Hemen onları uyandırmış. Padişah: — Burada neler oluyor böyle? Alın, götürün bunları. İkisinin de kellesini vurun, demiş. Bu sırada kadın hemen konuşamaya başlamış: — Durun padişahım, olayı ben anlatayım. Bunların ikisi de benim oğullarım. Bunlardan birini küçükken kurt kapmıştı, birini de su alıp götürmüştü. Birini çoban bulmuş, büyütmüş. Birini de değirmenci bulmuş, büyütmüş. Beni de sorarsanız padişahım, ben bu adamın hanımı falan değilim. Hiçbir zaman da olmadım. Beni zorla kaçırdı. Padişahım, kurtarın beni bu adamdan ne olur! Çocuklarımı bağışlayın, demiş. Aradan geçen yıllarda padişah da karısı da çok değişmiş. Birbirlerini tanıyamamışlar. Padişah duyunca o anda duygulanmış ve kadına sarılmış: — Sen, benim karımsın. Bu çocuklar da benim çocuklarım. Çocuklarımı ırmağı geçirirken kaybetmiştim. Bugün buldum. Seni de çobanken kaybetmiştim, tekrar kavuştum. Şükürler olsun, demiş. Daha sonra padişah, karısına ve oğullarına sıkı sıkı sarılmış ve kervancıbaşının başını oracıkta kesmiş. Padişah, o günden sonra karısından ve çocuklarından hiç ayrılmamış. Hep birlikte mutlu ve varlıklı bir hayat sürmüşler.
GENÇLİKTE Mİ KOCALIKTA MI
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Çok söylemek, gayet günahmış. Bir adamın bir kızı, bir oğlu varmış. Bunların da bir üvey anneleri varmış. Üvey anneleri bu çocukları hiç sevmezmiş. Bir gün üvey anneleri kocasına: — Çocuklarını evden kov, demiş. Kocası: — Ben çocuklarımı nasıl kovarım? Onlar benim öz çocuklarım, demiş. Kadın: — Ya onları kovarsın, ya da ben giderim, demiş. Adamla kadın tartışa tartışa uzun zaman geçmiş. En sonunda kadın kocasını ikna etmiş. Adam çocuklarına: — Güzel elbiselerinizi giyin, sizi gezmeye götüreceğim, demiş. Adam çocuklarını almış, ormana götürmüş. Çocuklarına: — Ben şurada ağaç kesiyorum, diyerek yanlarından uzaklaşmış. Ağacın birine de kabak bağlamış. Kabak, rüzgâr vurdukça takırdıyormuş. Çocuklar ses geldiği için babalarının orada olduklarını sanıyorlarmış. Uzun bir zaman geçmiş. Çocukların babası gelmemiş. Çocuklardan erkek olanı susamış. Bunun üzerine her ikisi bulundukları yerden ayrılmışlar. Bir göletin yanına varmışlar. Erkek çocuk: — Göletten su içeyim, demiş. Kız çocuğu: — Eğer geyik izinden içersen, geyik olacaksın; mal izinden içersen, mal olacaksın; at izinden içersen, at olacaksın; it izinden içersen, it olacaksın. Bu sudan içme, demiş. Erkek çocuk: — Geyik izinden içeyim, geyik olayım, demiş. Geyik izinden içmiş, geyik olmuş. Geyik olunca oradan uzaklaşmış. Kız çocuğu orada kalmış. Geyik az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Giderken yolda bir ağacın yanına yanaşmış. Bir bakmış ki tık tık eden bir kabak var. Onu görünce: — Tık tık eden kabacık,   Bizi azıdan babacık.   Tık tık eden kabacık,   Bizi azıdan babacık, demiş. Babasının bunları bıraktığını anlamış. Bu arada kız, olduğu yerden hiçbir yere ayrılmamış. Bir müddet bekledikten sonra bir adam gelmiş. Kıza bakmış. Onu çok beğenmiş. Kız da ona bakmış. Adama: — Sen kimsin, niye bakıyorsun, diye sormuş. Adam: — Ben bir çobanım. Sen çok güzelsin, onun için bakıyorum. Seni çok beğendim. Bana varır mısın, diye sormuş. Kız: — Babam gelmedi. Ağabeyim de gelmeyecek. Seninle evlenirim, demiş. Çoban bu kızı almış, eve götürmüş. Evde adamın bir de karısı varmış. Neyse kız onu görmesine rağmen evlenmeyi kabul etmiş. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Mutlu bir şekilde yaşamaya başlamışlar. Fakat kızın kuması, kıza sürekli kötülükler yapıyormuş. Onu rahat bırakmıyormuş. Bir gün gelin ile kuması ırmağa gitmiş. Irmağın kenarına oturmuşlar. Kuma yine bir kötülük düşünmüş. Gelini ırmağa itmiş. İtince gelin ırmağa düşmüş. Büyük bir balık gelmiş. Gelini yutmuş. Gelinin de çocuğu varmış. Korkudan balığın karnında çocuğu doğurmuş. Gelini ırmağa atan kuma oradan ayrılmış. Bir müddet sonra ırmağın kenarına geyik olan erkek kardeş gelmiş. Irmağın kenarındaki ayak izlerine bakmış. — Şu kardeşimin ayak izleri, şu onun kumasının ayak izleri, demiş. Ayak izlerini bulunca ırmağa seslenmiş: — Kardeşim, ırmaktan çık, demiş. Kız kardeşi de: — Çıkamam, alabalık karnındayım. Yavrum da kucağımda, demiş. Geyik olan erkek kardeş gidip damada haber vermiş. Damadı da bir dalgıç getirmiş. Balığı çıkarmış. Ağzından gelini çıkarmışlar. Kucağında da yeni doğan çocuğu varmış. Gelin, kocasına: — Beni kumam attı ırmağa, demiş. Bunun üzerine kocası, kumayı kovmuş. Daha sonra ağabeyi de yanlarına gelmiş. Hep beraber mutlu bir şekilde yaşamışlar.
GEYİK
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir aile varmış. Bunların bir oğlu, bir de kızı varmış. Mutlu mesut yaşayıp gidiyorlarmış. Aradan zaman geçmiş, bir gün çocukların anneleri ölmüş. Ölünce adam da evlenmiş, çocuklara bir üvey anne getirmiş. Kadın, bunları gün geçtikçe istememeye başlamış. — Götür, at; bunları sat. Ben bu çocukları istemiyorum, demiş kocasına. Kocası da: — Nereye götüreyim? Yazık, günah, demiş. Kadına ne kadar ısrar ettiyse de baş gelememiş. Kadın bir gün adama: — Ya ben kalırım ya da çocuklar, demiş. Adam çaresiz, çocuklarından vazgeçmiş. Çocukları almış. — Ormana odun kesmeye gidelim, demiş. Ellerine balta alıp gitmişler. O gün hava hem çok rüzgârlıymış hem de çok soğukmuş. Adam çocuklarına: — Siz burada oturun, ben biraz odun kırayım, demiş. İki tane ağacı birbirine bağlamış. Rüzgâr estikçe bu ağaçlar ses çıkartıyormuş. Bu çocuklar da babaları odun kesiyor sanıyorlarmış. Babalarını oldukları yerde beklemişler, beklemişler. Sonunda uykuya dalmışlar. Bir ara uyanmış bakmışlar ki hava kararmış ama hâlâ ses geliyormuş. Babalarının odun kesmeye devam ettiğini sanmışlar. Uyumaya devam etmişler. Çocuklar sabaha kadar orada kalmışlar. Sabah gözlerini açtıklarında, yanlarında kimse yokmuş. Kalkıp sesin geldiği yöne doğru gitmişler. Çünkü sabah da sesler gelmeye devam ediyormuş. Sesin geldiği yere vardıklarında bakmışlar ki ses ağaçlardan geliyormuş. O an, babalarının kendilerini terk ettiğini anlamışlar. Kız, oğlandan biraz daha büyükmüş. Kız, oğlana: — Demek ki üvey annem bizi buraya bıraktırdı. Başımızın çaresine bakalım, deyip yola koyulmuşlar. Gitmişler, gitmişler… Yolda giderken oğlan çok susamış. — Bacı susadım, bacı susadım, demiş. Ablası: — Az dur. Bak, karşıda dumanlar çıkıyor, köpekler havlıyor. Köy var, demiş. Oğlan duramamış. Bir bakmışlar ki yağmur yağmış. Yoldan geyik geçmiş. Geyiğin izine de su dolmuş. Oğlan o sudan avucu ile almış, içmiş. Geyik olmuş. Kız bakmış ki kardeşi geyik oldu: — Bak, ben sana biraz sabret demedim mi, demiş. Oğlan: — Ne yapayım? Dayanamadım, demiş. Bunlar el ele tutuşup uzaktaki köye doğru gitmişler. Köye geldiklerinde o köyün köpekleri, bunları görünce havlamış. Orada köyün adamları, padişaha: — Padişahım, bir kız çocuğu ile bir geyik geliyor köye, demişler. Padişah: — Hemen alın gelin. Benim konağıma gelip benim misafirim olsunlar, demiş. Hemen almışlar, konağa çıkarmışlar: — Kimsiniz, nesiniz, diye sorunca padişah, kız da anlatmaya başlamış: — Babam bizi odun kesmeye ormana getirdi. Bizi bıraktı, gitti. Biz de bir yer ararken erkek kardeşim çok susadı. Geyiğin izinden su içti. Geyik oldu, demiş. Padişah: — Tamam, siz burada kalın. Artık burası sizin eviniz, demiş. Yemişler, içmişler; orada kalmışlar. Aradan zaman geçmiş, kız büyümüş. Çok güzel bir kız olmuş. Padişah, oğluna bu kızı almış. Kırk gün, kırk gece düğün yaptırmış. Davul, zurna çaldırmış. Düğün olmuş, akşam yatacakları zaman geyik oğlan: — Ben bacımla yatarım, demiş. Çünkü hep bacısı ile yatarmış. Hiç ayrılmıyormuş. — Olmaz. Bacın evlendi, deseler de geyik oğlan kabul etmemiş. Onların ayak tarafında yatıyormuş. Her gün geyik oğlan: — Bu bacımın ayağı, bu eniştemin ayağı, diye uyuyormuş. Bunlar çok mutlu yaşamışlar. Aradan zaman geçmiş. Bir gün üvey anneleri, ormana bıraktırdığı çocuklarının yaşadığını duymuş. Geçen zamanda kendisinin de bir tane kızı olmuş. Çıkmış, gelmiş. Saraya misafir olmuş.  — Ben bu kızın annesiyim. Bu da kardeşi, demiş. Padişah:  — Hoş geldin, sefa geldin, demiş. Bunları da ağırlamış, ikramlarda bulunmuş. Burada birkaç gün kalmışlar. Bu üvey anne bunların rahatlıklarını, huzurlarını, mutluluklarını yine kıskanmış. — Ben, bu kızı öldürmeliyim ki benim kendi kızımı padişahın oğluna vereyim, diye düşünmüş. Geyiğin bacısı da hamileymiş. Bir gün dere kenarında çamaşır yıkamaya gitmişler. Üvey annesi: — Altınını, incini çıkar da suya düşmesin, demiş. Geyik de tabi bacısı ile berabermiş. Zaten bacısından hiç ayrılmıyormuş. Altınını, incisini aldıktan sonra çamaşır yıkarlarken üvey annesi bu kızı suya itmiş. Geyik hemen fark edememiş. Bacısını göremeyince: — Bacım nerede, diye sorduysa da kimse bir şey söylememiş. Kardeşini bulamamış. Üvey anne akşam eve gelince kendi kızına, o kızın elbiselerini giyindirmiş. Altınlarını takmış. Padişahın oğlunun odasına göndermiş. Akşam yatacakları zaman kız: — Bu geyik bizimle yatmasın, demiş. Kocası: — Nasıl olur? Sen geyiksiz yatmazdın, demiş. — Olsun. Her gün bizimle yatıyor, artık istemiyorum, demiş. Geyik oğlanı ikna edememişler, yine onlarla yatmış. Geyik oğlan: — Bu eniştemin ayağı, bu yad ayağı, diyormuş. Padişahın oğlu: — Allah, Allah! Bu niye böyle diyor ya, hep “bacımın ayağı” derdi, demiş. Kız: — Bilmem. Geyik aklı işte, demiş. Padişahın oğlu, durumu anlayamamış. Aradan zaman geçmiş kız, annesine: — Bu böyle olmayacak. Bu geyiğin de başını kaybedelim, demiş. Annesi bir plan yapmış: — Sen hastalan, yat. Geyiğin etini yersem iyi olurum, de. Geyiği kestirelim, demiş. Sabah olunca kız yatağın altına kuru yufkayı sermiş. Döndükçe, ekmekler çıtırdamaya başlayınca: — Ben çok hastayım, kemiklerim kırılıyor. Geyiği kesin, yiyeceğim. Yoksa iyi olmam, demiş. Kocası: — Nasıl olur? Sen kardeşinin gözünden gözüne inanıyordun. Nasıl kestirirsin, nasıl yersin? Sen deli misin, demiş. — Olsun. Ne yapayım? Çok hastayım. Onu yersem, iyi olurum, demiş. Padişahın oğlu, “Geyik kesilsin” diye emir vermiş. Ocak yanmış, dışarıda sular hazırlanmış. Geyik oğlan, eniştesine: — Enişte bana biraz müsaade eder misin? Şu deniz kenarına biraz gidip geleceğim, demiş. Padişahın oğlu: — Tabi, müsaade senin. Git, gel, demiş. Bu geyik oğlan koşa koşa giderken eniştesi merakından geyiği takip etmeye başlamış. Denizin kenarında geyik oğlan: — Bacı, bacı, can bacı. Kolları mercan bacı. Sularım kaynıyor, tuzlarım dövülüyor. Beni kesecekler. Ben ne yapayım, can bacı, demiş. Denizden bir ses gelmiş. Bacısı: — Kardeş kardeş can kardeş. Dişleri mercan kardeş. Alabalık yuttu beni, bey oğlu kucağımda. Ya ne yapayım, can kardeş, demiş. Padişahın oğlu bütün bunları duymuş. Hemen: — Çabuk, oltacılar gelsin. Denize olta atsın, balığı çıkarsınlar, demiş. Hemen oltacılar gelmiş. Alabalığı çıkarmışlar. Hemen karnını yarmışlar ki kız balığın karnında doğum yapmış. Kucağında da nur topu gibi bir oğlan çocuğu varmış. Oğlunu ve karısını alıp eve getirmiş. Dünyalar onun olmuş, çok sevinmiş. Padişahın oğlu, habercileri ile saraya haber göndermiş: — Üvey anne ile kızını kaçırmayın, bir odaya kilitleyin, demiş. Cariyeler anne ile kızı bir odaya kilitlemişler. Padişahın oğlu; geyik oğlan, karısı ve çocuğuyla gelince üvey anneyle kızı çok şaşırmışlar. Padişahın oğlu iki tane katırın birini aç, birini de susuz bırakmış. Üç gün aç susuz kalan katırlar çılgına dönmüşler. Üç gün sonra anne ile kızı katırların kuyruğuna bağlamışlar. Bir kamçı vurmuşlar. Böylece cezalarını almışlar. Bundan sonra padişahın oğlu, kız ve geyik oğlan mesut mutlu olmuşlar. Yiyip içip muratlarına ermişler.
Geyik Oğlan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi, gayet günahmış. Bir ananın, bir babanın bir kızı varmış. Bir has bahçeye gider, her gün bahçe beklermiş. Bir kuş gelirmiş: — Ah kız sana, vah kız sana! Kırk gün, kırk gece meyyit* başı bekleyeceksin, dermiş. Kızın annesi, babası çok huzursuz olmuş. Her gün kuşun konduğu ağaçları kesmişler, has bahçeyi kurutmuşlar. Günün birinde: — Göçüp gidelim buralardan, demişler. Hayvana bir şeyler yükleyip, göçüp gitmişler. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe dümdüz gitmişler. Bir konağın önüne varmışlar. Dolanmış, çevrinmiş*, bakmışlar. Bir kapı bulmuşlar. Annesi, babası itelemiş; kapı açılmamış. Kız iteleyince kapı açılmış, kız içinde kalmış. Kıza: — Ne yapalım, kızım? Senin kaderin de buymuş. Dolan, bir bak. İçerde ne var, ne yok, demişler. Evde bir anahtar takılıymış. Onu alıp kapalı kapıları açmış. Odaların kiminde can, kiminde mal varmış. Birini de açmış ki bir meyyit yatıyormuş. Kız gelip annesine, babasına anlatmış. Annesi, babası: — İyi yavrum. Ne yapalım? Senin kaderin buymuş. Allah büyüktür, demişler. Kız: — Atın torbasını verin de size altın vereyim, demiş. Torbayı alıp doldurmuş, pencereden atmış. Annesi, babası ağlayarak gitmişler. Konakta her şey varmış. Kaz varmış, tavuk varmış… Kız her gün işe güce bakmış. İbadet etmiş. Kırk günü tamamlamış. Günlerden bir gün kızın canı sıkılmış. — Şu pencereden bir bakayım, hiç mi can şenliği yok, demiş. Tam kız pencereden bakarken Turna Dağı gibi bir yerden bir göç geliyormuş. Kız bağırmış, bağırmış. Onları yanına getirmiş. Pencerenin önüne gelmişler. Kız: — Bana bir can şenliği verin, ben de size ağır para veririm, demiş. Hemen bir kız uzatmışlar. Kız parayı verip onları yollamış. Kıza demiş ki: — Bugün efendinin günü. Sen burada dur. Ben bir abdest alayım. Şu kazı, culuğu* yemliyeyim, geleyim, demiş. Kız gidince meyyit doğrulmuş. Başında duran kıza: — İn misin, cin misin, demiş. O da: — İnim de, cinim de. Seni, beni yaratan Allah’ın kuluyum, demiş. — Kırk gündür beni bekleyen sen misin, demiş. O da: — Evet, demiş. Kız gelmiş ki meyyit doğrulmuş, öteki kızla evlenmişler bile. Her şey bitmiş. Kız çok üzülmüş. Yanmış, ağlamış. Adı Kel Kız kalmış, ötekinin adı da Gül Kız olmuş. Sabah olmuş. Meyyit evin eksiğini görmeye çarşıya gidecekmiş. Gül Kız ısmarıçlarını* ısmarlamış. Sürmesini, altınını, elbisesini istemiş. Kel Kız’a da sormuş: — Sen bir şey demiyor musun, demiş. Kel kız: — Yok, efendi. Benim bir tek isteğim var. Onları alırsan yeter. Bir iğne, bir sabır taşı, bir de baş bıçağı al, demiş. — Tamam, demiş. Kel Kız tekrar: — Eğer almadan gelirsen yoluna boz dumanlar çöksün, gelemeyesin, demiş. Adam çıkmış yola. Çarşıya varmış. Gül Kız’ın eksiklerini almış. Kel Kız’ınkini alırken dükkâncı demiş ki: — Sen bunları alma, bunlar iyi değil, demiş. Adam yola çıkmış ki boz dumanlar yolu sarmış. Adam yürüyememiş. — Kel Kız’ın bana kargışı* tuttu. En iyisi geri dönüp alayım, demiş. Geri gitmiş, almış. Tekrar eve dönmüş. Adam herkesin ısmarıçlarını vermiş. Kel Kız bir odaya girmiş. — İğne sen şurada dinle. Baş bıçağı sen de şurada bilen. Sabır taşı sen de sabret, demiş ve anlatmaya başlamış. Başından geçen her şeyi anlatmış. Laf bitince sabır taşı ortadan ikiye ayrılmış. Kel Kız: — Sabır taşı, sen sabredemedin de ben nasıl sabredeyim, demiş ve baş bıçağını almış. Kel Kız bıçağı boğazına çalacağı* zaman adam içeri girmiş, bileğinden tutup bıçağı elinden almış. — Hâlin böyleydi de niye anlatmadın, demiş. Kel Kız: — Ne anlatayım? Her şey oldu bitti, demiş. Adam olan biteni anlamış. Gül Kız’ı göndermiş, Kel Kız’la evlenmiş. Yiyip, içip muratlarına geçmişler. *meyyit: ölü *çevrin-: Çevreyi dolaşmak.  *çal-: Kesmek üzere sürmek *culuk: Hindi *ısmarıç: Sipariş *kargış: Beddua
GÜL KIZ İLE KEL KIZ
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, zamanın birinde bir köyde bir karı koca yaşarmış. Kadın etrafındaki diğer kadınları kıskanır, onların kocalarından gördüğü ilginin aynısını kendisi için de dilermiş. Hep böyle kıskançlık içinde geçen zamanda kadın sürekli, niye hanım olamadığını, diğer kadınlardan bir eksiği olmadığını düşünür dururmuş. Kocası da beylik taslar, karısını hep ezermiş. Günlerden bir gün, kocasını her zaman yaptığından daha çok sıkıştırıp şöyle söylemiş: — Bey, ben artık hanım olmak istiyorum. Benim diğer kadınlardan ne eksiğim var, diyerek yalvar yakar olmuş. Bunun üzerine kocası, kadına: — Tamam, sen bugün hanımsın, deyip karısını başından savmış ve işinin yolunu tutmuş. Kocasının bu sözlerine çok sevinen kadın, ağzına lâyık bir yemekle mutluluğuna mutluluk katmak için, ocağa bir tavuk koymuş. Akşama eve gelen kocasından, böylece daha fazla iltifat duyacakmış. Yemeği ocağa koyup, evinin önündeki sedire oturan kadın, keyifle etrafı izlemeye başlamış. Bu sırada iki tane Çingene gelmiş, kadına şöyle söylemişler: — Kardeş, bize biraz yiyecek bir şeyler ver de, biz gidelim. Kadın: — Hiç yerimden kalkamam, demiş. Çingeneler bu işe şaşırmışlar. Çünkü köy çok yardımsever insanlarla doluymuş. Kadına bunun nedenini sormuşlar. O da Çingenelere şöyle cevap vermiş: — Kocam bugün beni hanım yaptı. Ben ayağa kalkamam, siz içerden bir şeyler alın. Uyanık Çingene, tenceredeki tavuğu görünce, hemen bir şeytanlık düşünmüş. Kadına bir ders vermeyi kafasına koymuş. Torbasındaki çarıklarla, tenceredeki tavuğun yerini değiştirmiş. Bizim hanım her şeyden habersiz, Çingenelerin gidişini seyretmiş. Akşama kocası eve gelip çok yorulduğunu söyleyerek, yemek istemiş. Kadın tencereyi getirip sofraya koymuş. Kocası tencerenin içinde çarıkları görünce, karısına çıkışmış. Karısı da altta kalmamak için şöyle söylemiş: — Sen beni hanım yaptın ya, unuttun mu? Adam yaptığı hatayı anlayarak, karısına: — Bundan sonra ne sen, hanım ol ne de ben, bey olayım. Kendi hâlimizde yaşayalım, diyerek olayı tatlıya bağlamış.
HANIM
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir gün bir çocuğu anası tuza göndermiş. O zaman tuza, “heç” derlermiş. Çocuk unuturum korkusuyla: — Heç heç,diye söylenerek yola koyulmuş. Yolu bir dere kıyısından geçiyormuş. O anda balık tutmakla uğraşan biri, çocuğun: —  Heç heç, dediğini duyunca sinirlenmiş. — Ulan, heç deme! Beşi onu bir; onu beşi bir, desene, demiş. Çocuğa bir de tokat vurmuş. Bunun üzerine çocuk, “heç”i unutup balıkçının dediğini söylemeye başlamış. Az gitmiş, uz gitmiş. Bu sefer bir cenazeye rastlamış. Çocuğun bu sözlerini duyan cemaatten biri yanına gelmiş: — Ayıptır oğlum. Hiç böyle söylenir mi? Allah rahmet eylesin, deyiver, demiş. Çocuk bu defa da: — Allah rahmet eylesin, sözünü ezberleyerek yoluna devam etmiş. Önüne bir köpek ölüsü çıkmış. Çocuk, köpeğin başında bu sözleri söyleyince oradan geçen biri: — Ne pis kokuyor denir, köpeğe. Allah rahmet eylesin denmez, demiş. Çocuk bu sefer bu sözleri tekrarlayarak yürürken bir kadın bu sözleri duymuş ve sinirlenmiş: — Ohhh, hoşuma gitti, desene demiş ve çocuğu azarlamış. Çocuk kadının dediği bu kelimeleri tekrarlayarak çarşıya doğru yürümeye devam etmiş. Yolda bir anlaşmazlıktan kavga eden iki kişiye rastlamış. Çocuğunun yanlarında: —  Ohhh, hoşuma gitti, diye söylenmesi bunların canını sıkmış: — Oğlum, dövüşmeyin ağalar, ayıptır, desene, demişler. Çocuk bir zaman da bu kelimeleri söylenerek yol almış. Bu sırada çocuk boğuşan itleri görüp: —  Dövüşmeyin ağalar, ayıptır, demiş. O sırada yoldan geçen birisi: — Öyle denmez. Hooşt bırak, hoşt bırak, desene, demiş. Çocuk sonunda çarşıya gelmiş. Bu sırada çocuk bir ayakkabıcı dükkânın önünden geçerken ayakkabıcının, elindeki deriyi dişiyle tutup aşağıya doğru sıvazlayarak düzelttiğini görmüş. Çocuk: — Hoşt bırak, deyince ayakkabıcı sinirlenip yerinden fırlamış ve çocuğa bir tokat atmış. Çocuk bu hücum karşısında şaşırmış: — Ne diyeyim ya, diye sormuş. Ayakkabıca da: — Hiç. Ne diyeceksin? Doğru yoluna git, diye cevap vermiş. Çocuk hemen kendini toplamış. Annesinin, kendisinden “heç” (tuz) istediğini hatırlamış. Koşup tuzcu dükkânına tuz almaya gitmiş.
HEÇ (HİÇ)
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Zamanın birinde, bir ağa varmış. Bu ağanın bir oğlu, bir kızı varmış. Zaman gelmiş, bu ağa oğlu ile hacca gitmeyi düşünmüş. Hocaya gitmiş. Demiş ki: — Hoca, benim kız sana emanet biz hacdan gelene kadar, diyerek kızı ona emanet etmiş. Oğlu ile beraber hacca gitmiş. Zaman gelmiş, kızın bir ihtiyacı olmuş. Demiş ki: — Hoca, benim şu ihtiyacım var. — Tamam. Hoca eksiğini alıp da kapıdan verirken kız, elini uzatmış da alıyormuş. Hoca demiş ki: — Bunun eli bu kadar güzelse kendi ne kadar güzeldir? Kapıyı zorlamış. Hoca, içeri girmeye çalışmış. Kız uğraşmış, içeriye almamış. Kapıyı kilitlemiş. Bir de ağa hacdan dönüyor, diye duyulmuş. Hoca tutuşmuş, düşünmüş ki: — Ağa hacdan gelince kızı, babasına söyler. Ağa beni sağ gezdirmez. Ben ne yapayım, demiş. Kayseri gibi bir yere varmış, oturmuş. Ağayı karşılamış. — Ağa, utanaraktan geldim. Ya, senin kız yanına bir adam aldı, onunla yaşıyor. Üzülerek söylüyorum. — Sen git, bu kızı kaybet. Ben ondan sonra köye gelirim. Ağa, oğluyla hocayı köye salmış. Oğlu, kızı uyurken alıp ormana götürmüş. Namusumuzu kirletti, diye kızın kanlı gömleğini babasına getirecekmiş. Kız kardeşine dayanamamış, usulca bir taşın üzerine bırakmış. Oradan bir kuş vurmuş. Kuşun kanını gömleğe batırmış, alıp gelmiş. — İşte, öldürdüm baba, demiş.  Kız uyanmış ki bir ormanın içindeymiş. Çaresizce o yana dolanmış, bu yana dolanmış. Bir kenarda çeşme varmış. Orada otururken bir delikanlı at sulamaya gelmiş. Oradan kızı almış, eve götürmüş. Kıza demiş ki: — Nesin? Necisin? Kimsin? — … Bu adam bununla evlenmiş. Üç tane çocuğu olmuş ama hâlâ kız hiç konuşmuyormuş. Sonuncu çocukta içeride ninni söylerken, ağlayarak demiş ki: — Ben zamanın birinde ağanın kızıydım. Hocanın biri bana böyle etti, böyle etti, demiş. Adam bunları dışarıdan dinliyormuş. Adam da padişahın oğluymuş. Bunun ağlamasına dayanamayarak karısının yanına bir vezir katmış. — Hadi, sen git. Babanı gör, demiş. Giderken bir ormanda konaklamışlar. Vezir, askerleri uzak bir çadıra yatırmış. Kendisi, kızın çadırının yanına yatmış. Gece yarısı vezir, kıza yakınlaşmak istemiş. Yatağına gelmiş. Kız, veziri yanına koymak istememiş. Vezir demiş ki: — Çocuklarını keserim, benimle olacaksın. — Olmam. Çocuğun birini kesmiş. Yine olmam, demiş. İkinci çocuğu kesmiş. Yine olmam, demiş. Üçüncü çocuğu kesmiş. Yine olmam, demiş. Vezir hâlâ ısrar edince, kız: — Ben bir dışarı çıkayım, ondan sonra tamam, demiş. Vezir, kızın beline kaçmasın diye, bir ip bağlamış. Kız çalının arkasına geçince kendini siper edip ipi çalıya bağlayıp kaçmış. Kaçınca vezir ipi çekmiş. İpi çekmiş ama bir şey gelmemiş. Geri ipi sürerek varmış, bakmış ki ip çalıya bağlıymış. Vezir, çocukların ölüsünü ve askerleri de yanına alıp padişahın oğlunun yanına gelmiş. Demiş ki: — Vardım ki karın çocukları kesmiş. Kendisi de çadırdan kaçmış. Kız çalılıklardan aşağıya inmiş ki bir ihtiyar adam, sırtında heybe ve bir çift öküz ile çifte geliyormuş. Kız, ihtiyarın yanına gitmiş: — Baba, beni evlatlık edinir misin? — Yavrum, sen gençsin. Ben ihtiyarım. Sana nasıl babalık yapayım? — Baba. Sen git, bana bir erkek elbisesi getir. Bu erkek elbisesi ile ben sana evlatlık yapayım. Padişahın gelini olduğu için çokça parası varmış. Adama para vermiş. O da gitmiş, kıza elbise alıp gelmiş. Birlikte yaşamaya başlamışlar. Zamanla bu kızın adı “Helvacı Güzeli” olmuş. — Baba, biz bir helvacı dükkânı açalım. Ben helva yapayım, sen sat, demiş. Sağdan soldan herkes gelmeye başlamış. Bir de kız dua etmiş ki: — Allah, o vezir ile hocanın gözünü kör etsin. Benim yanıma gelsinler, demiş. Bunların ikisinin de gözü kör olmuş. Bunlar, kör hâlde gezmeye başlamışlar. Bir de duymuşlar ki bir yerde Helvacı Güzeli varmış. Kör olanların yüzüne elini sürünce gözleri açılıyormuş.  Bu hoca bunu duymuş, ağanın oğlunun yanına gitmiş: — Falan yerde Helvacı Güzeli varmış. Körleri iyi ediyormuş, demiş. Ağanın oğlu, onu alıp gelmiş. Kız bunları görmüş, tanımış. Gelenleri yedirmiş, içirmiş. Vezir de kızın ününü duymuş. Padişahın oğluna söylemiş. Padişahın oğlu, veziri alıp kızın yanına gelmiş. Kız bunu da tanımış, ağırlamış. Aradan üç beş gün geçtikten sonra kız demiş ki: — Gelsinler de ben dua edeyim. Allah, onlara iyilik versin. İlk önce hocayı almış, demiş ki: — Söyle bakalım, gözlerin neden kör oldu? Doğru söyleyeceksin. Hoca bir şeyler söylemiş. Kız: — Yok, sen yalan söylüyorsun. Bana doğruyu anlat, demiş. — Ağanın kızı vardı, babası hacca gitti. Kızı da bana emanet etti. Ben de kıza ilişmek istedim. Allah, benim gözlerimi kör etti. — Tamam, sen şuraya otur. Kız, veziri çağırmış ve demiş ki: — Sen anlat, bakalım. Senin gözlerin neden kör oldu? O da başta yalan söylemiş. Kız: — Doğruyu söyle, demiş. Bu arada ağanın oğlu da, padişahın oğlu da konuşulanları dinliyormuş. — Böyle, böyle oldu. Padişahın oğlu, hanımını benimle babasının yanına gönderdi. Benim de gözüm düştü. Onunla olmak istedim. O da bana yüz vermedi. Olmam, dedi. Çocuklarını keserim, dedim. Birinci çocuğu kestim, olmadı. İkinci çocuğu kestim, olmadı. Üçüncü çocuğu kestim, yine olmadı. Sonra ipi çalıya bağladı. Kaçtı, gitti. Ben de padişahın oğluna yalan söyledim. Ondan gözüm kör oldu. Kız dua etmiş, yalvarmış. Elini hocanın yüzüne sürmüş, hocanın gözü açılmış. Hoca, kızın ayaklarına kapanmış. Bunlara bir yemek hazırlatmış. — Siz yiyin. Ben geliyorum, demiş. Kız gitmiş. Padişahın evinden çıktığı günkü elbiselerini giymiş, gelmiş. Herkes bunu görünce şaşırmış. Kız, kocasına demiş ki: — Ben tertemiz, ay gibi bir insandım. Bunlar, beni karaladılar. Allah, bunları geri döndürdü. Benim yanıma gönderdi. Ben Helvacı Güzeli’ydim, şimdiyse buyum. Vezirin cezasını padişahın oğlu vermiş, hocanın cezasını kız kendisi vermiş. Hocayı parça parça ettirmiş. Tekrar kocasıyla beraber olmuş, memleketine dönmüş.  
HELVACI GÜZELİ
Yozgat
İç Anadolu Bölgesi
Zamanla bir ülkede bir padişah ile bir vezir yaşarmış. Bu padişah ile vezir, bir gün memlekete bir gezi yapmaya karar vermişler. Tebdil-i kıyafet edip memlekete seyahate çıkmışlar. Epey bir mahal gittikten sonra bir çiftçiye rastlamışlar. Çiftçiye selam verip yanına gitmişler. Çiftçi de önüne bir çift öküzünü katmış, çift sürmekle meşgulmüş. Tabi, çiftçi bunlarla ilgilenmemiş. Çiftine devam etmiş. Orada da bir orman varmış. Padişah, vezirine demiş ki: — Şu ormana tek girelim de çift çıkalım. Ormandan geçerken ellerine birer değnek alarak çıkmışlar. Tabi çiftçi bundan bir şey anlamıyormuş. Üçü beraber epey bir mahal gittikten sonra biçilmemiş bir ekine rast gelmişler. Bunlar çiftçiye sormuşlar ki: — Bu ekinin sahibi bunu yedi mi ola, yiyecek mi ola? İhtiyar bundan da bir şey anlamamış. Yine yolarına devam etmişler. Oradan da geçmişler. Yine epey bir yol aldıktan sonra köyün yakınına gelmişler. Köyün yakınında bir mezara rastlamışlar. Padişah ile veziri çiftçiye sormuşlar ki: — Bu mezarın sahibi öldü mü ola, ölecek mi ola? Çiftçi, tabi yine bir şey anlamamış. Bu ihtiyar çiftçinin de bir akıllı kızı varmış. Bu kız bakıyor ki babası iki tane adamla birlikte geliyormuş. Babam bunları belki eve davet eder diye; evi temizlemiş, düzeltmiş. Bunlar köye gelince ihtiyar çiftçi bunları eve hiç davet etmemiş. Padişah ile veziri de kalabilecekleri bir misafir evi aramışlar. Bunlar bir yere misafir olmuşlar, ihtiyar çiftçi de hayvanları ahıra koyup eve gelmiş. Kızı, babasına sormuş: — Baba, seninle birlikte iki adam geliyordu. Onlar kimmiş? Hiç konuşmadınız mı? Babası demiş ki: — Kim olduklarım sormadım. Ama ormandan geçiyorduk. Dediler ki, "Şuraya tek girelim de çift çıkalım." Ben bundan bir şey anlamadım. Kızı demiş ki: — Peki, çıkınca ne yaptılar? Babası demiş ki: — Ormandan birer değnek alıp çıktılar. Kızı demiş ki: — Bunu anlamadın mı baba? İşte ellerine birer değnek almış, çıkmışlar. Çift olmuşlar. Babası demiş ki: — O kadarını bilemedim kızım. Kız tekrar sormuş: — Sonra ne oldu baba? Babası demiş ki: — Birinin ekininin yanından geçiyorduk. Dediler ki,: "Bu ekinin sahibi yedi mi ola, yiyecek mi ola?" — Bunu da mı anlamadın baba? Adamın borcu varsa yedi, borcu yoksa yemedi. — Başka ne dediler baba, diye sormuş kızı. Babası demiş ki: — Köyün yakınına geldiğimizde bir mezara rast geldik. Dediler ki, "Bu mezarın sahibi öldü mü ola, ölecek mi ola?" — Bunu da mı anlamadın baba? — Anlamadım kızım. Bunun üzerine kızı demiş ki: — Adamın geride oğlu varsa ölmedi, geride oğlu yoksa öldü. Ben ekmek hazırlayayım da sen al, onlara götür. — Tamam, demiş ihtiyar. Kız bir sepete otuz tane ekmek, sekiz tane de yumurta koymuş. Babasına vermiş. Babası götürmüş verip dönmüş. Kız demiş ki: — Ne dediler baba? Babası demiş ki: — Sizin ayınız yirmi sekiz de, battanız altı mı? Ben bundan da bir şey anlamadım. Kız demiş ki: — Baba, giderken ekmeğin ikisi ile yumurtanın ikisini yemişsin, demiş. Babası da demiş ki: — Haklısın kızım. Acıktım, yedim. Bunun üzerine kız, babasına demiş ki: — Baba, onlar cahil adam değiller. Sen onları bize davet et. İhtiyar da gitmiş, padişahla vezirini akşam eve davet etmiş. Padişahla veziri akşam bunlara gelmiş. Tabi, kimse bunların padişah ile vezir olduğunu bilmiyormuş. Padişah içeri girmiş, sakalını karıştırmış. Düşünceye dalmış. Veziri demiş ki: — Hayırdır. Düşünceye daldın, padişahım. Padişah vezirine demiş ki: — Vallahi vezirim, bu kız çok akıllı birisidir. Buna ben dünür olacağım. Ben bunu almadan bir yere gitmem. Veziri: — Bunlar bizi tanımıyor, bize kız vermezler, diyorsa da padişahın kararı kesinmiş. — Kızını, Allah'ın emriyle senden istiyorum. O köyde de Allah'ın emrinden dönmek yokmuş. İhtiyar: — Akrabalarıma danışayım, demiş. İhtiyar, akrabalarına danışmış: — Böyle, böyle bir adam geldi. Allah'ın emri ile kızıma talip. Ne dersiniz? Akrabaları da demiş ki: — Allah'ın emrinden dönmek olmaz ama sen yine de onlardan yüklü bir miktar altın iste. Eğer altınları verirlerse bil ki onlar kararlı, o zaman kızını ver. Bunun üzerine ihtiyar, padişahın yanına gelerek demiş ki: — Kızımı size vereceğim. Ama yüz altın isterim. Padişah da çıkartıp iki yüz altın vermiş. Kızı almış. Sabah olup da bunlar yola düşünce, kıza bir tane pazıbent vermiş. — Çocuğumuz kız olursa satar çeyizine yük edersin. Bu pazıbendi, oğlum olursa onun koluna bağlarsın. Beni bir gün bulur, demiş. Aradan zaman geçmiş. Tabi padişahın oğlu olmuş. Bu oğlan büyümüş. Delikanlı olmuş. Bir gün annesine demiş ki: — Benim babam kim, herkes benimle “babasız” diyerek alay ediyor. Benim babam yok mu? Annesi de oğluna durumu anlatmış. — Baban giderken bir pazıbent vermişti. O pazıbendi koluna bağla, onu bulursun, demiş. Oğlan, pazıbendi takınca padişahın oturduğu şehre varmış. Orada bir helvacıya çırak olmuş. Bu helvacının yanında kendisini iyice yetiştirmiş. Sanatında çok ileri gitmiş. Adı o şehirde “Helvacı Güzeli” olarak ünlenmiş. Herkes ondan alışveriş yapıyormuş. Böyle olunca diğer satıcılar, zarar etmeye başlamışlar. Bunu padişaha şikâyet etmeye karar vermişler. Gitmiş, durumu padişaha anlatmışlar. Padişah demiş ki: — Zorla mı alıyorlar, gönülleriyle mi? Onlar da demiş ki: — Gönülleri ile alıyorlar. O zaman padişah: — Yapacak bir şey yok, demiş. Bunu vezirin kızı da duymuş. Varmış, Helvacı Güzeli’ne misafir olmuş. Vezirin kızı, Helvacı Güzeli’ni görünce âşık oluvermiş. Akşam olup da dönünce bunu elde etmenin planlarını aramış. Nihayet kuyu kazdırmaya karar vermiş. En kısa zamanda kuyuyu kim kazarsa onunla anlaşmış. Bu kuyudan akşamları gizlice kaçarak Helvacı Güzeli’nin yanına gidermiş. Bu arada Helvacı Güzeli’nin ünü gittikçe yayılmış. Padişah ile veziri demişler ki: — Bir de biz görelim şu helvacı güzelini, nasıl birisiymiş? Varmışlar, Helvacı Güzeli’ne misafir olmuşlar. Helvacı güzeli bunlara izzet ikram etmiş. Tabi, bunların vezirle padişah olduğunu bilmiyormuş. O sırada da vezirin kızı, birisiyle haber göndermiş demiş ki: — Akşam, gizlice bize gelsin. Helvacı Güzeli bu haberi alınca misafirlerinden müsaade istemiş. Padişah, neden müsaade istediğini sormuş. Helvacı Güzeli demiş ki: — Akşam, birisi beni çağırıyor. Padişah demiş ki: — O zaman beraber gidelim. Helvacı Güzeli de padişahın teklifini kabul etmiş. Birlikte yola çıkmışlar. Gide gide Helvacı Güzeli vezirin evine gelmiş. Vezir bu duruma bozulmuş, yüzünü azıtmış ama bunları ağırlamış. Padişah demiş ki: — Ne oldu vezirim? Her türlü imkânın var. Ne diye üzülürsün? Vezir demiş ki: — Daha ne olsun padişahım,belli ki Helvacı Güzeli kızımı elde etmiş. Bunlar yiyip içmişler. Sabah ayrılmışlar. Vezir hemen asker gönderip Helvacı Güzeli’ni yakalatmış. Mahkeme kurulmuş. Helvacı Güzeli’nin idamına karar vermişler. Helvacı Güzeli’ni darağacına çıkartmışlar. Tam asacakları sıra oğlanın kolundaki pazıbendi görünmüş. Padişahın pazıbendini çalmış, diye padişaha haber göndermişler. Padişah, pazıbendi duyunca: — Sakın asmayın! Buraya getirin, demiş. Oğlanı padişahın yanına getirmişler. — Nereden aldın bu pazıbendi, diye sorunca o da olanları anlatmış. Padişah demiş ki: — O zaman sen, benim oğlumsun.  Durumu vezirine de anlatmış. Vezirine demiş ki: — Ne olmuş vezirim? Kısrak sende, aygır bende.Vurun, düğün olsun. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Helvacı Güzeli ile vezirin kızı evlenmiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
HELVACI GÜZELİ
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir yaşlı adam varmış. Bu adamın adı, Hırikçi Mehmet Ağa imiş. Mehmet Ağa çöplerden ekmek, kâğıt toplayıp evini geçindirirmiş. Hanımı bir gün kocasına: — Bey, çok kirlendim, bitlendim, pirelendim. Para ver de hamama gideyim, demiş. Kocası karısına para vermiş. Kadın hamama gitmiş. Mehmet Ağa’nın karısı dünyalar güzeli bir kadınmış. Hamamda da çok güzel bir kadın varmış. Ama kadının elbisesi harikaymış. Bu kadının da beyi zenginmiş. Hırikçi Mehmet Ağa’nın hanımı kadına: — Elbisen çok güzel, demiş. Bu kadın, elbisesinin parçasından vermiş: — Sen de bundan beyine aldır, demiş. Mehmet Ağa’nın karısı yıkanmış, evine gelmiş. Kadın elbisenin kumaşını kocasına vermiş. Bu elbiseden alıp gelmesini söylemiş. Hırikçi Mehmet Ağa ne yapsın? Parası yok, pulu yok… Hırikçi Mehmet Ağa karısına kadının yerini sormuş. Öğrenince de hamamın kapısına gelip beklemeye başlamış. Parçayı eline almış. Gelene bakmış, gidene bakmış. En sonunda kadını bulmuş. Kadını takip ederek evini bulmuş. Kadın kapıyı açmış, kilitlemeyi unutmuş. Mehmet Ağa’da gizlice kadının yatağının altına girmiş. Akşam olmuş. Kadın dostuna telefon açmış. Eve gelmesini istemiş. Dostu gelince sofralar kurulmuş, yemekler yenmiş. Sonra kadınla dostu, yatak odasına gitmiş. Elbiselerini çıkarmışlar, kadın altınlarını da çıkarmış. Hırikçi Mehmet Ağa’da bu elbiseleri ve altınları bir bohçanın içine koyup, usulca kapıyı açıp kaçmış. Koşa koşa evine gelmiş. Hanımına: — Çabuk elbiselerini çıkar. Sana istediğin elbiseyi aldım. Bu altınları da takın. Bunları giyince birimiz hatun, birimiz paşa olacağız, demiş. Sabah olup zenginin karısı kalktığında bir de bakmış ki ne elbiseleri var, ne de altınları! Neyse kocasının eski elbiselerinden dostuna vermiş. Dostu giymiş, gitmiş. Kadın, dostu gidince: — Burada biri var, demiş kendi kendine. Kadın, hamamda olanları hatırlamış. Hamamda gördüğü kadınla konuştuklarını düşünmüş.    Aramışlar, sormuşlar, soruşturmuşlar. Hırikçi Mehmet Ağa’nın evini bulmuşlar. Kadın, Mehmet Ağa ile görüşmek istemiş. Mehmet Ağa’da: — Kesinlikle görüşmem, demiş. Kadın yalvarmış, yakarmış ve sonunda bir yerde buluşmuşlar. Kadın: — Bu elbiseler ve altınlar benim. Çabuk verin onları bana! Kocam zengindir. Sizi şöyle yapar, böyle yapar, demiş. Hırikçi Mehmet Ağa: — Bundan sonra ben de zenginim, ağayım, paşayım. Kesinlikle bunları sana vermem, demiş. Sonra Mehmet Ağa tehdit etmiş: — Otur oturduğun yerde, demiş. Sen hatalısın, suçlusun. Bunları kocana söylersem o zaman sen görürsün. Böyle deyince kadın korkmuş. Kadın: — Öyleyse ben de kocama “Altınlarım çalındı.” derim, demiş. — Şöyle, yola gel. Bundan sonra biz de yalan dünyada sefa sürelim, demiş. Hanımının koluna girmiş ve tıkır tıkır evlerinin yolunu tutmuşlar. Sonra Mehmet Ağa altınları bozdurup kendine bir tezgah açmış. Ağalar, paşalar gibi yaşamış.
HIRİKÇİ MEHMET AĞA
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Vaktiyle adamın bir tanesi, geçim darlığı çekmekteymiş. Bunun sıkıntıda olduğunu gören biri demiş ki: — Zamanın padişahı İstanbul'da oturuyor. Her yanına varana yardımda bulunuyor. Git, padişahtan yardım iste, yardım al. Fakir adam çıkmış yola. Padişahı bulmuş ve derdini anlatmış. Padişah buna bir ferman yazmış: — İdare, Mudara, Dubara, deyip zarfın ağzını kapatmış, eline vermiş: — Götür bunu, şehrinin valisine ver, demiş. Adam fermanda ne yazdığını bilmiyormuş. Yardım için valiye emir gönderdiğini sanarak sevinmiş. Alıp valinin yanına çıkmış. Vali fermanı okumuş: — İdare, Mudara, Dubara. Vali bundan bir şey anlamamış. Buna mana verecek birini bulmuşlar, alıp valinin yanına getirmişler. Getirdikleri kişi mektubu okumuş. Birinci maddeyi açıklamış: — İdare: çok çalışacaksın, az yiyip içeceksin. İdare edeceksin, demiş. Adam çıkıp gitmiş. Çok çalışmış, az harcamış. Fakat durumunu bir türlü düzeltememiş: — Bundan fayda yok. Varayım, ikinci maddeyi de okutturup yorumlatayım. Gelip demiş: — İdareyi ben beceremedim. Durumumu düzeltemedim. Şu ikinci maddeyi de oku. Belki bunda bir faydalı bilgi vardır. Yorumcu okuyup açıklar: — Mudara olacaksın. Büyüğüne saygı ile, küçüğüne sevgi ile yaklaşacaksın. Herkesi kendinden büyük göreceksin. Bu şekilde durumunu düzelteceksin. Adam bunu da yapmış, durumunda hiçbir düzelme olmamış. Üçüncü maddeyi okutup yorumlatmak için tekrar aynı zatın yanına gelmiş: — Dubara: Bir dubara yapacaksın. Nasıl yaparsan yap. Geçinmek için bir fırıldak çevir de nasıl olursa olsun. Adam köyüne dönmek için çıkmış yola. Yolda dinlenmek için ıssız bir yerde oturmuş. Yanında siyah eşeği varmış. Nasıl bir dubara yapacağını düşünmeye başlamış. Aklına bir kulübe yapmak gelmiş. Çevredeki taşları toplamış, bir kulübe yapmış. Dışını da çamurla güzelce sıvamış. Siyah eşeğini atmış içine. Torbasını da kapıya asmış. O sırada bir kervan geçmekteymiş buradan. Kervancılar gelip ne yaptığını, burada niçin beklediğini sormuşlar. Adam: — Burası Kocakulak Türbesi. Burada her derde deva, her derde çare var. İstediğiniz muhakkak olur. — Peki, bunun ücreti ne kadar? — Az koyarsan isteğini az, çok koyarsan çok alırsın. Adamın biri girmiş, karanlık yerde eşeği görememiş. Eşeği okşamış, bir dilekte bulunmuş. Parasını ödeyip çıkmış. Olacak ya, dileği kabul olmuş. Dileği kabul olan kişi, bu durumu gördüğü herkese anlatmış. Derdi olmayan olur mu? Duyan herkes çıkmış yola. Türbeye girip dua etmiş. Merkebi sevmiş, ücretini dolgunca bırakmış. Bu sıralarda padişahın çocuğunun biri hasta olmuş. O hekim, bu hekim, çaresi yok. Padişah başlamış soruşturmaya. Bu çocuğun derdine nerede derman bulunur? Vezirlerden biri arayıp araştırmış. Bu türbeyi tespit etmiş. Padişaha söylemiş: — Padişahım, filan yerde bir türbe varmış. Her giden derdine derman bulurmuş. Bir de oraya götürelim çocuğunuzu. Bu arada türbenin sahibi zengin olmuş. Hanlar, hamamlar yaptırmış. Türbenin yanı büyük bir şehir olmuş. Padişah kabul etmiş, gelmiş buraya. Türbeye girmiş. Anlamış durumu: — Böyle şey olmaz, tutuklayın bu adamı. Bu adam tam bir düzenbaz, demiş. Adam onun padişah olduğunu bilmiyormuş: — Bana izini padişah verdi. İşte ferman, demiş. Vezir gidip fermanı padişaha vermiş, izni kendisinin verdiğini söylemiş. Padişah: — Aferin! İyi dubara yapmış. Yap, dedim de bu kadarını yap, demedim, demiş ve adamı affetmiş.
İDARE, MUDARA, DUBARA
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, bir babanın bir kızı varmış. Baba ile kız hep beraber yaşarlarmış. Zaman geçmiş, kızın evlenme çağı gelmiş. Babası bunu evlendirmiş. Kız başka bir köye gelin gitmiş. Aradan yıllar geçmiş, kızın çoluğu çocuğu olmuş. Babası: — Bir gün gideyim de kızımı ziyaret edeyim, demiş. Yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş. Kızının yaşadığı köye varmış, misafir olmuş. Kızının ikiz oğlan çocuğu olmuş. Daha küçüklermiş. Bir gün kız; çocukları emzirmiş, beşiklerine yatırmış. Hamur yoğurmuş, ekmek pişirecekmiş. Kız onunla uğraşırken babası kalkmış. Çocukların beşiğine varmış, çocukların boğazını kesmiş. Kanlı bıçağı da kızının cebine koymuş. Kız bir şeyden habersiz ekmeğini pişirmiş, ortalığı toplamış. Sonra: — Acaba bu çocuklar niye uyanmadı, hastalar mı, diye düşünmüş. Öğlen olmuş. Kız çocuklarının başına gitmiş, bakmış ki ikisi de kesilmiş, kanlar içinde beşikte yatıyormuş. Herkes birbirinin üzerine atmış. O demiş ki sen yaptın, o demiş ki sen yaptın. Babası: — Kanlı bıçak kimin cebindeyse o öldürmüştür, demiş. Herkes cebini aramış, bakmış. Kanlı bıçak çocukların annesinin cebinden çıkmış. Kadın çok üzülmüş, kendini parçaladıysa da kimse inanmamış. Kocası evden kovmuş. — Madem çocukları sen kestin, sen öldürdün. Çocukları da al, git. Daha sen bana yaramazsın, demiş. Kız ağlayarak bir heybenin bir gözüne birini, bir gözüne birini koyup sırtına almış, gitmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe dümdüz gitmiş. Bir çeşmeden su içmiş, ağaç altında oturmuş. Kızın yol boyunca gözyaşları dinmemiş, çok yorulmuş. Kız yorgunluktan uyuya kalmış. O uyurken Allah tarafından iki güvercin gelmiş. Tüylerini çocukların boğazına sürmüş, çocuklar canlanmışlar. Kadın bir uyanmış ki çocuklarının biri bir göğsünü emiyor, diğeri bir göğsünü emiyormuş. Kız çok şaşırmış. Sevinçten ne yapacağını bilememiş. Gökyüzünde güvercinleri uçarken görmüş. — Allah tarafından oldu bu iş. Ben daha geri dönmem. Kocamın da, babamın da yüzüne bakmam. Elbet kalacak yer bulurum, demiş. Çocukları heybelerin gözüne koymuş. Sırtına almış, düşmüş yola. Az gitmiş, uz gitmiş. Karşısına dağın başında bir ev çıkmış. O eve gitmiş, içeri girmiş. Serili, döşeli bir ev, evde de kimse yokmuş. Çocukları sakın konuşmayın, diye tembihleyip orada bir yere saklanmış. Akşam olunca eve bir dev gelmiş. Orası devin eviymiş. Dev yorgun argın evdeki sepetinin içine girip yatmış. Dev yorgun argın gelir, eve girmeden kapının önündeki sepete girer yatarmış. Sabah olunca da erkenden gidermiş. Bu ev kadın ve iki evladına kalırmış. Akşama kadar yer, içer; orada dururlarmış. Kadın akşam çocuklarını tembihlermiş. — Dev gelince sakın sesinizi çıkarmayın, dermiş. Üç gün böyle, beş gün böyle kadın bir çare düşünmüş. Devin yattığı sepetin içine karasakız sürmüş. Akşam olup dev içine girip yatınca, karasakız devin üzerine yapışmış. Sabah uyanınca sepetten çıkamamış. O tarafa, bu tarafa dönmüş. Bağırmış, çağırmış ama çıkamamış. Evin altından bir dere akarmış. Sağa, sola dönerken yuvarlanıp derenin içine düşmüş. Su devi almış, gitmiş. Kadın ve çocukları, ev bize kaldı, diye çok sevinmişler. Artık bunlar orada rahatça yaşamaya başlamış. Aradan zaman geçmiş. Çocuklar büyümüşler. Kadının kocası yıllar sonra yaptığına pişman olmuş. Karısını aramaya çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Karşısına bir dağın başında ev çıkmış. Gelip kapıyı çalmış. Karısı kapıyı açmış ama adam tanıyamamış. — Bacı, beni misafir alır mısın, demiş. Kadın, Tanrı misafiri diye içeriye buyur etmiş. Kadın hemen sofra hazırlamış. Çocuklarının eline de hamurdan çomak yapmış. Onlar da onun ile oynuyorlarmış. Çocuklara: — Siz sofraya oturun ama yemek yemeyin. Adam size neden yemek yemiyorsunuz derse, “Ye çomağım, ye!” dersiniz. O da “Çomak da yemek yer mi?” diye sorarsa: “Anne de yavrusunu keser mi?” dersiniz, diye öğütlemiş. Sonra hepsi birden sofraya oturmuşlar. Çocuklar yemek yemeyip beklemişler. Adam: — Çocuklar, yemek neden yemiyorsunuz, demiş. Onlar da: — Ye çomağım, ye; ye çomağım, ye, demişler. Babaları: — Çocuklar çomak yemek yer mi, deyince: — Ana da çocuğunu keser mi, demişler. Adamın aklına hemen çocukları ve karısı gelmiş. Kadına dikkatli bakınca tanımış. Karısı başından geçenleri anlatmış. Çocuklarının Allah tarafından iyileştirildiğini, devin evinde kaldıklarını anlatmış. Kocası özür dileyip çocuklarına ve karısına sarılmış. Kadın da kocasını affetmiş. Hep beraber mutlu bir aile olup yemiş, içmiş, muradına geçmişler.  
İKİ EVLAT
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş. Bir gelinle kaynanası varmış. Kaynana gelini istemiyormuş. Kaynana: — Ben bunu nasıl kaybederim, ortadan nasıl kaldırırım, dermiş. Kaynana bir sürü tuzaklarla bacısına kutu götürmesi için yollamış. Gelin yola koyulmuş, karşıdan karşıya geçerken bir tarlaya rastlamış. Tarla öyle kötü, öyle kötü bir tarla ki. Gelin: — Bu ne güzel bir tarla, demiş ve tarla da yol vermiş, geçip gitmiş. Biraz ilerledikten sonra bacısının evine gelmiş. Bir de bakmış ki kapısında bir at, bir de it.  İtin önünde ot, atın önünde et. Otu alıp atın önüne, eti alıp itin önüne koymuş. Kapıyı çalıp kutuyu vermek istemiş. Ama kadın hemen ite: — İt tut, it tut, demiş. İt: — Niye tutayım ki az önce ot yiyordum, şimdi et yiyorum, demiş. Kadın, ata: — At tep, at tep, demiş. At: — Niye tutayım ki az önce et yiyordum, şimdi ot yiyorum, demiş. Gelin geriye dönerken aynı tarlaya rastlamış, tarlaya: — Bu ne güzel tarla, bana bir yol ver de geçeyim, demiş. Tarla yol vermiş, geçmiş. Biraz uzaklaştıktan sonra acaba bu kutunun içinde ne var diye merak etmiş. Açıp bakmış ki ne görsün? İçinden iki peri çıkmış, karşı tarafa geçmiş. Gelin yalvar yakar: — Etmeyin, tutmayın. Gelin, şu kutuya geri girin, demiş. Periler daha girer mi? Gelin bir de bakmış ki öte yandan kocası gelmiş. Kocasının bunlardan haberi olmadığını bilirmiş. Kocası gelip perileri torlamış, toplamış,  kutunun içine koymuş. Gelin kutuyu da alıp eve gitmiş. Kaynanası büyük bir şaşkınlıkla: — Sen nasıl da sağ, salim gelebildin, demiş. Zorundan yiyip, içip yerinde oturmuş.
İKİ PERİ
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Adamın birinin üç kızı varmış.  Ev halkı hep birlikte küçük bir evde yaşarmış. Adam bir gün: — Ben gurbete gidiyorum. Gurbetten döndüğümde benden bir isteğiniz varsa getireyim, demiş. Kızları da: — Bize şunu getir, bunu getir, diye isteklerini sıralamışlar. Küçük kızı olan İncili kız da inci, boncuk istemiş. Adam atına binip çekmiş, gitmiş. Kaç ay çalışmışsa çalışmış, gurbetten dönüp geliyormuş. Herkesin istediğini almış. İnci kızın inci, boncuğunu unuttuğunu fark etmiş. Atını yol üzerinde bir ağaca bağlamış. Şehre tekrar dönüp inci, boncuğu almış. Adam gelsin de ne görsün? Atını bir dev tutmuş. Deve, kızının incisini unuttuğunu, onu almak için geri döndüğünü anlatmış. Dev de: — Atını sana bir şartla veririm. İnci kızını bana vereceksin, demiş. Adam, mecbur kalmış: — Tamam, demiş. Adam atını alıp eve gelmiş gelmesine ama canı da çok sıkılmış. Küçük kızına demiş ki: — Atı ahıra bağla, yemini suyunu ver. Kız da atı bağlamaya gitmiş. At da bu konuşulanları duymuş ve kıza haber vermiş. Baban seni deve verdi, deyince kız ağlamış, üzülmüş. At da: — Sen hiç üzülme, ben seni bu dardan kurtaracağım. Şimdilik sen geç, git. Gökler gürleyecek, yağmurlar yağacak. Senin düğüncülerin gelecek, artık kaç kişiyse, demiş. Bir gün bakmış ki bir gök gürüldüyor, bir alamet kıyamet kopuyor. Gelmişler, İnci kızı götürecekler. At da kıza önceden demiş ki: — İnci kız, onlar geldiği zaman babana de ki, “Ben bizim atla giderim, başka atla gitmem.” Kız da düğün günü atının dediklerini söylemiş. Babası da: — İyi ya, bizim atla gitsin. Kızdan vazgeçtim, attan mı vazgeçmeyeceğim, demiş. Epey yol aldıktan sonra yolun yarısına gelmişler. Onların âdetlerinde de varmış. Yolun yarısına gelince uykuları gelir, yatarlarmış. Devler uykudayken at hepsinin tepesine vurmuş, ezip öldürmüş. Kıza da demiş ki: — Bunların gerisi gelip seni arar, bulur. En iyisi mi sen geç, git. Nerede darda kalırsan tüylerimi al, birbirine çal, demiş.  Kız da iki tane tüy almış, geçip gitmiş. Haber çıkmayınca damat dev gelmiş, soruşturmuş. Siz kızı verdiniz ama bizimkiler gelmedi. Kimseden ses çıkmadı, diye aramaya başlamış dev. Kız da epey yol gitmiş. Bir gece, bir ağacın başında yatmış. Sabah olmuş, bakmış ki iki avcı geliyor. Avcıdan biri kızı görmüş, kıza demiş ki: — Sen ins misin, cin misin? Kız da: — Ben insanoğluyum, insanım. Yolumu kaybettim, düştüm buralara, demiş. Başına geleni anlatmış adama. Adam da: — Gel, sen benim misafirim ol, demiş. Kızı alıp gitmiş, evlenmişler. Adamın da bir ihtiyar anası varmış, anası da memnun kalmış. Dev, kızı ararken kızın olduğu köye varmış. Sormuş, sual etmiş ve bulmuş. Bu eve hizmetçi olarak girmiş. Kız, devi görür görmez tanımış. Kocasına: — Bunu eve almayalım, demişse de adam razı olmamış. Adam da o günlerde gurbete çıkmaya hazırlanmış. Anası demiş ki: — Gitme yavrum, niye gidiyorsun? İşte idare ederiz.  Adam da: — Yok ben gideyim, hem bir gurbeti gezmiş olurum hem de üç, beş kuruş para kazanırım, demiş.  Geçmiş, gitmiş. Devi de eve hizmetçi olarak koymuş. Adam gittikten sonra dev, kız evden gitsin diye, hep tersine tersine işler yapıp tersine tersine mektuplar yazıyormuş. Adam mektup yazıyormuş ki: — Bana bir haber yolla. Nasıllar, anam nasıl? Çoluk çocuğum nasıl? Doğdular mı, büyüdüler mi, diye. Kızla anasının okuryazarlığı yok. Dev ne yaparsa, ne yazarsa vicdanına kalmış. Dev de mektuba yazmış ki: — Karın iki tane it eniği doğurdu. Oradan gelen mektubu da: — O kadını at dışarı, iki it eniği doğuran kadın bana lazım değil, şeklinde okumuş. Adamın annesi de bunlara inanmış ve kıza: — Çağam* böyle istiyor. Sen geç, git, demiş.  Dev de kadın ve çocukları almış, devin de keyifli tarafıymış. Neyse dev, kadın ve çocukları bir yere getirmiş, hazırlanıyormuş ki kadın ve çocukları öldürsün. Kadın da vaziyeti anlamış ve cebindeki attan aldığı iki tüyü çıkarıp birbirine çarpmış (sürmüş). At şahlanmış, gelmiş hemen. Devle mücadeleye girişmiş. At bu deve bir iki tane çarpmış, tepeleyip öldürmüş. Devin derisi, Allah tarafından bir ev olmuş. Yaratan tarafından orada bir de çeşme olmuş. Kadın güzelce çocuklarıyla orada yaşamaya başlamış. Çocuklar yedi, sekiz yaşlarına gelmiş. Adam da gurbetten gelmiş ki darmadağın olmuş yuva. Ev dağılmış. Çoluk çocuk yok, hanım yok… Bir, ihtiyar anne yalnız başına yataklarda yatıyor. Adam: — Ana ne oldu, demiş. Ana da olanları bir bir anlatmış. Adam o zaman bir ah çekip: — Evimi kendi elimle başıma yıktım. Karım bana dedi ki, “Bunu eve koyma, biz evimizi idare ederiz.” Ben karımı dinlemedim, bu hâl başıma geldi. Adam yine bir gün tüfeğini eline almış, ava çıkmış. Dolaşmış, dolaşmış. Bir ev, bir çeşme, iki tane de çocuk görmüş ve çocuklara yanaşmış. Çocuklarla konuşurken kadın da adamı pencereden görmüş. Kadın çocuklarına demiş ki: — O adamı çağırın ki gele ekmek yiye.  Çocukları da çağırmış. Yemek yemişler, oturup sohbet olarak birbirlerinin hayatlarını anlatmışlar. Kadın başındaki örtüyü kaldırmış, adam da şaşkınlıkla: — Sen benim karıma benziyorsun, demiş. Kadın da: — Sen de benim kocamsın. Hatırlarsan böyle böyle oldu, yuvamız dağılıp gitti, demiş. Adamla kadın yeniden konuşmuşlar, anlaşmışlar. Yuvalarını kurup mutlu olmuşlar. *çağa: Bebek, çocuk
İNCİLİ KIZ
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir adam varmış. Bu adamın da üç tane kızı varmış. Bu kızların üçünü de hocaya okutmaya göndermiş. Hoca, kızları çağırmış. Küçük kıza: — Kızım, baban yakında bezirgânlığı gidecek. Katırlarla kumaş, yiyecek ve içecek getirecek. Sana ne istersen derse, sen “İnci Salkım” iste. “Eğer getiremezsen katırların kan işeye, yolun toz dumanla kapana” de. Büyük kızlara da: — Siz ne isterseniz, isteyin, demiş. Kızların babası bezirgânlığa gidecekmiş; tam yola çıkarken kızlarını çağırmış: — Kızlarım ne istersiniz, demiş. Büyük kız: — Şimşir tarak isterim, demiş. Ortanca kız: — Bana zıbınlık al, demiş. Küçük kız: — Ben İnci Salkım isterim. Eğer almazsan katırların kan işeye, yolunu toz duman kapata, demiş Neyse, adam yola koyulmuş. Kutuyu, kumaşı, tarağı, zıbınlığı almış. Fakat küçük kızın istediği İnci Salkım’ı her yere sormuş, bulamamış. Tekrar geri gelmek için yola koyulmuş. Yarı yola gelince bir toz, bir duman, bir fırtınadır kopmuş. Adam tozun, dumanın içinde kalmış. Katırların da her biri  bir dağa kaçmış. Hemen aklına küçük kızının bedduası gelmiş. İnci Salkım’ı bulmak için geri dönmüş, aramaya başlamış. Gide gide gitmiş, yolda ak sakallı bir ihtiyara rastlamış. — Bu İnci Salkım, nerede bulunur, diye sormuş. — Sen İnci Salkım’ı ne edeceksin? — Benim bir küçük kızım var. Hocası onu arzulamış, ona götüreceğim. — Sen onu burada bulamazsın. İnci Salkım, bir dev. Seni boğar, öldürür. — Siz söyleyin de yine varsın, öldürsün. — Falan yerde toprak bir kale var, bu toprak kaleye vardığın zaman karşına büyük halası çıkar. Sen de ona İnci Salkım’ı sorarsın. O sana nerede olduğunu söyler. Adamcağız bir gün, beş gün; az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sonunda toprak kaleye varmış. — İnci Salkım, İnci Salkım, diye bağırmış. Kaleden çıkmışlar: — İnci Salkım’ı ne yapacaksın, demişler. O da kızının istediğini söylemiş. İnci Salkım’ın halası: — İleride gümüş kale var, oraya varınca sorasın, demiş. Adam az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sonunda gümüş kaleye varmış. Yine İnci Salkım’ı sormuş. — Ne yapacaksın, demişler. O da küçük kızının istediğini söylemiş. — Filan yerde altın kale var. Altın kaleye varınca “İnci Salkım nerede?” diye sorarsın, o zaman sana söylerler. — Peki, olur. Adamcağız yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş; altı ay, bir güz gitmiş. Sonunda altın kaleye varmış. — İnci Salkım nerede, diye sormuş. Oradakiler de kalenin karşısında bir saray göstermişler. Gitmiş, gitmiş, bu görünen saraya varmış. — İnci Salkıııım, İnci Salkıııım, diye çağırmış. Babayiğit bir delikanlı çıkmış: — Ne edeceksin sen İnci Salkım’ı? İnci Salkım benim, demiş. — Oğlum, küçük kızım seni istedi. Hocası seni buyurmuş. Beni senin yanına yolladı. — Kızın beni istedi ise gidersin bir saray yaptırırsın, içine bir de havuz yaptırırsın, sağ tarafından bir pencere açarsın. Kızını da gelin eder, içine koyarsın. O zaman gelirim. — Peki. Adam yola çıkmış, doğru eve gelmiş. Büyük kızları: — Benim istediğimi aldın mı, demişler. — Aldım deyip tarak ile zıbınlığı vermiş. Küçük kız: — Hani benim istediklerim, demiş. — Onu da aldım kızım, demiş. — Peki ama nerede? Adam her şeyi anlatmış. Sonra adam saray yaptırmış. Bahçesine de bir havuz yaptırmış. Kızını da  gelin edip sarayın içine koymuş. O gece sarayın penceresinden güvercin biçiminde bir şey içeri girmiş. Sabah olduğunda uçup gitmiş. Sabahleyin kızın büyük bacısı gelmiş. Gelinin yatağını kaldırmış. Bir de bakmış ki yatağın altında bir altın. Hemen alıp cebine koymuş. Ertesi gece güvercin yine gelmiş. Yatmışlar, kalkmışlar. Sabah olunca yatağın altına  bir altın daha koymuş, gitmiş. Altını, yine kızın büyük bacısı almış. Küçük kız da aç acına dolaşıyormuş. Akşam güvercin adam gelince, kız: — Ben aç acıma duruyorum. Bana niye ekmek getirmiyorsun, demiş. Güvercin adam da: — Neden öyle söylüyorsun? — Ben burada aç, susuz duruyorum. — Ben senin için döşeğin altına günde bir altın koyuyorum. Senin yatağını kim kaldırıyor? — Büyük bacım kaldırıyor. O gün küçük kız yatağını kendi toplamış. Altını da kendisi almış. Onunla yiyecek şeyler alıp yemiş. Kızın büyük bacısı gelmiş. Bakmış ki yatak kaldırılmış. Yatağın altındaki altın da alınmış. Kendi kendine: — Ben size sorarım, demiş. Gitmiş, camları kırmış. Pencerenin önüne koymuş. Akşam olmuş. Güvercin gelmiş. Pencereye çarptığı gibi göğsüne camların hepsi birden batmış. Küçük kıza: — Bana edeceğin bu muydu? Beni bir daha demir çarık delininceye, demir çöven eğilinceye kadar bulamazsın, deyip gitmiş. Gitmiş. Bir gün, beş gün, on gün... Küçük kızın gözü pencerede kalmış. Güvercin gelmemiş. Kız: — Varayım, ayağıma bir demir giyeyim; elime de demir çöven alayım. Onu arayayım, demiş. Aramış, aramış. Aradan günler, aylar, yıllar geçmiş. İnci Salkım ortalarda yok. Sonunda demir çarığı delinmiş, demir çöveni de eğilmiş. Artık umudu kesilmiş. Tam o sırada bir ihtiyara rastlamış. — İnci Salkım nerede, diye sormuş. — Ne dedin? — İnci Salkım. — Sakın, İnci Salkım’ın sözünü etme. Sonra seni boğar, öldürürler. — Ne diyeyim ya? — Hekimim, dertlere devayım; hekimim dertlere devayım, de. O zaman sana nerede olduğunu gösterirler. Kız: — Hekimim, dertlere devayım; hekimim, dertlere devayım, diye bağırarak yürümeye başlamış. Böylece bir toprak kalenin yanına varmış. Orada bir ihtiyar kadın: — Benim kardeşimin bir oğlu var. Kaç yıldır yatıyor. Şurada gümüş bir kale  var. Oraya varınca aynı şekilde bağır, demiş. Kız oraya varmış, yine: — Hekimim, dertlere devayım, diye bağırmış. Adamın biri: — Benim bir kardeşim var. Kaç yıldır yatıyor. Altın kaleye var. Orada sana gösterirler, demiş. Kız altın kaleye varmış: — Hekimim, dertlere devayım, diye bağırmış. Oğlanın küçük bacısı  bunu duymuş, kalkmış: — Benim bir kardeşim var. Kaç senedir yatıyor. Hele seni bir yanına götüreyim, demiş. Oraya götürmüşler. Kaledekiler: — Amaaan, bunca hekim çare bulamadı da  bu mu bulacak, demişler.  Sonra da belki bulur diye alıp  hastanın yanına götürmüşler. Kız bakmış ki İnci Salkım bir inliyor. Bir inliyor ki iniltisi bütün dünyayı sarıyormuş. Artık ölme derecesine gelmiş. Kız eğilip bakmış ki İnci Salkım’ın vücudunda cam parçası doluymuş. Bu cam parçalarını orada bilen olmadığı için hiç kimse İnci Salkım’ı tedavi edememiş. Kız: — Bana bir sabun ve bir kutu da merhem getirin, demiş. Bir kutu merhemi ve sabunu getirmişler. Kız, İnci Salkım’ın vücudundaki bütün cam parçalarını çıkarmış. Sabunlamış, merhemi de vücuda çalmış. Hastayı da pamuğun içine yatırmışlar. Kız her gün gelip İnci Salkım’ın vücudunu merhemlemiş. Böyle böyle derken, İnci Salkım günden güne iyileşmeye başlamış. Tam iyi olduğu sırada kız kendini İnci Salkım’a tanıtmış. Önceden olanları da bir bir anlatmış. Böylece tekrar evlenmeye karar vermişler. Günler geçmiş, kadın hamile kalmış. Bir oğulları olmuş. Oğlan doğunca: — Bu bir insanoğlu, dur da sana gösterelim, demişler. Dev olan İnci Salkım’ın, bir insan çocuğu olunca devler ülkesindeki herkes buna çok kızmış. İnci Salkım tehlikeyi sezmiş: — Buradan kaçmanın bir kolayı olmalı, demiş. Hemen hazırlık yapmışlar. İnci Salkım: — Ben dut ağacı olurum, sen dal olursun, oğlumuz da meyvesi olur, demiş. İnci Salkım çocuğunu bir kanadının üzerine, karısını da öbür kanadının üzerine koymuş, yola koyulmuşlar. İnci Salkım karısına: — Büyük bacım, su şeklinde; halam, yılan şeklinde; küçük bacım da bulut şeklinde gelir, demiş. Biraz gittikten sonra karısı: — Bir su geliyor ki iniltisi ortalığı yıkıyor, demiş. İnci Salkım hemen dut ağacı, karısı dal, oğulları da meyve olmuş. Su gelmiş. Bir şey bulamamış, geri dönmüş. İnci Salkım: — Onu atlattık, demiş. Biraz sonra İnci Salkım’ın küçük bacısı, kara bir bulut hâlinde gelmeye başlamış. İnci Salkım hemen bir kale, karısı kale suru, oğlu da kalede bir taş olmuş. Kara bulut başlarına kadar gelmiş. Bir şey bulamamış, geri dönmüş. İnci Salkım: — Bunu da atlattık, demiş. Büyük halası ağzını açmış, kocaman bir yılan olmuş. Onlara uzaktan seslenmiş: — Durun da size bir şey sorayım, demiş. Karısı, İnci Salkım’a: — Kocaman bir yılan geliyor, demiş. İnci Salkım hemen yere inmiş. Bir kavun tarlası olmuş. Karısı kavun, oğlu da kelek olmuş. Böylece yılanı da atlatmışlar. Gele gele saraya gelmişler. Yemişler, içmişler; muratlarına ermişler...
İnci Salkım
Gaziantep
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
 Bir ihtiyar kadın varmış. Bu ihtiyar kadının hiç iş görmeye mecali yokmuş. Küçük bir bahçesi varmış. Bir gün bir kuş ağzında kabak çekirdeğiyle giderken, kediden kaçacağım diye, can havliyle o çekirdeği oraya düşürmüş. Bir tezek* yuvarlanıp gelmiş, üzerini kapatmış. Allah da yağmurunu vermiş, o çekirdek orada çillenmiş; büyükçe bir tefek olmuş. Bir gün bir adam kaçarken o tefeğin içine saklanmış. Adamın korkudan idrarı gelmiş, idrarını yaparken tam çiçeğe denk gelmiş. Çiçek kapanmış. O idrar, kızın tohumu olmuş. Kabak büyümüş, içinde kız büyümüş. İhtiyar kadın artık iyice yaşlanmış, hiç iş göremez hâle gelmiş. Kışın yakacak bir tek dalı yokmuş. — Acaba bahçede ot falan var mıdır, yakayım da ısınayım, demiş. Oraya varmış ki koca bir tefek* varmış. Bir de büyükçe bir kabak var, o kabağı yuvarlayarak almış, gelmiş. Divanın altına yuvarlamış. Yoruldum, diye evinin bir köşesine geçip oturmuş. Allah tarafından kabak yarılmış, içinden bir kız çıkmış. Bakmış, ev temizlik istiyor. Evi temizlemiş, yemek yaparken bakmış ki kadın geliyor hemen kabağın içine geri girmiş. Kadın gelmiş bakmış şaşırmış. — Acaba ben yanlış eve mi girdim, başım mı döndü, demiş. Bakmış,  eşyalar kendinin ama temizlik yapılmış. Düşünmüş: — Allah, Allah! Ben köşede oturdum, eve kimse girmedi; benim çoluğum çocuğum yok. Benim evime kim gelebilir? Kadın geri gitmiş gibi yapıp kapıyı çarpmış. Çıkmış, saklanmış. Kız yemek dibine yanmasın diye çıkmış giderken; kadın koşmuş, kızı bileğinden tutmuş. — İns misin, cin misin? — Ne insim, ne cinim. Seni nasıl yarattıysa Allah, beni de yaratan yine Allah. — Sen tam evlenme çağındasın, ben ihtiyarım. Kimselere görünme! Bir, iki, üç sene senin gününü göreyim. — Tamam teyze. Tekrar kabağın içine girmiş. Bir gün padişahın oğlu at sulamaya gidiyormuş. Bu kız iş görürken türkü söylüyormuş. Islığı kesmiş, kızın sesine kulak kesilmiş. Oğlan sağa, sola bakmış. Cam kırığından kızın sırma saçlarını görmüş. Bakmış ki aydan beyaz, hiç gün görmemiş, günde yanmamış güzel bir kız. Oğlan hemen evine dönmüş: — Anne, falan kişinin evinde kabak var, onu bana alacaksın, demiş. Oğlan buna bakarken cama vurmuş, kız korkudan kabağın içine girmiş. Annesine demiş ki: — Anne, o kabağın içinde kız var, o kabağı bana alacaksın. — Yavrum, ben kendimi bildim bileli kırk yıldır o kadın yalnız yaşar. — Yok, anne. İlle gidip alacaksın. Padişahın hanımı cariyeleriyle beraber gitmiş, her tarafı aramış. Hiç kız falan yok. Eve gelmişler. Oğlu: — Anne, kadının oturduğu divanın altında koca bir kabak var. Mutlaka onu al, gel. Padişahın karısı cariyeleriyle birlikte gitmiş, kabağı çıkartmış. — Bu kabağı bana vereceksin. — Al, götür. — Yok, götürmeyeyim. Oradan çıkmış, eve gelmişler. Annesi, oğluna: — Oğlum; kuru, sapsarı bir kabak var, başka bir şey yok. — Anne, bana düğün edip o kabağı alacaksın. –Olur mu yavrum? Sen padişahın oğlusun. Babandan sonra tahta geçeceksin, neslimiz devam edecek. Biz padişahın oğluna varacağız, diye senin o kadar taliplerin varken sen kabağı mı alacaksın, olur mu yavrum? — Anne, beni seviyorsan o kabağı bana alacaksın. Annesi ağlayarak gitmiş, bir elbise diktirmiş. Kırk gün, kırk gece düğün etmişler, alıp eve getirmişler. Kadın ağlıyormuş: — Eller gelin aldı da ben oğluma kabak aldım, diye. Oğlan, annesine diyormuş ki: — Kalk, anne. Gilik* yap, yiyelim. Sabahleyin varmışlar ki  kabak öylece yatağın üzerinde duruyormuş. Oğlan eline bir nacak* almış: — Çıkıyorsan çık, yoksa parçalayacağım, demiş. Kız çıkmış, biraz konuşmuşlar. Kız tekrar kabağın içine girmiş. Annesi de hamur yoğurmuş, gilik yapıyormuş. Kabak karyoladan yuvarlanmış. Eşiği geçmiş, ara yere varmış. — Anne, ben de yapayım mı? — Git oradan, kabak. Ben senden ne kadar uzaklaşıyorsam sen benim yanıma o kadar geliyorsun. Bir oklava vurmuş. Bunu almış, yatağın üzerine koymuş. Kapıyı kapatmış. Ertesi gün sabah kalkmış, çörek yapıyormuş. Kabak, yine yuvarlanıp gelmiş. — Nine, ben de yapayım mı? — Yine mi geldin, pis kabak? Eller gelin aldı da ben kabak aldım, deyip hamur kestiği ersinle* vurmuş. Kabağı tutmuş. Götürmüş, oğlanın odasına koyup kapıyı kapatmış. Kadın, ertesi gün yine kalkmış, bu sefer de işleme yapıyormuş. Yine kabak yuvarlanıp gelmiş. — Nine, ben de yapayım mı? — Git, kötü kabak. Yılanın sevmediği ot, deliğinin ağzında bitermiş. Ben senden kaçtıkça sen benim yanıma geliyorsun, diye bir evreağaç vurmuş. Kabağı almış, yerine koymuş. Komşu köyde bir düğün varmış, oradan davet gelmiş. Padişahın karısı giyinmiş, kuşanmış. Beyaz bir ata binmiş, varmış düğüne. Oğlu da eve gelmiş, kabağın içindeki kızı çıkarmış: — Hadi giyin, kuşan; gidiyoruz, demiş. Sarı bir ata binmişler. Oğlan: — Oraya varınca annemin yanında dur, demiş. Oraya varmışlar. Kız gitmiş, kaynanasının yanına durmuş. Kaynanası: — Nerelisin yavrum? — Oklavalı köyünden teyze. Padişahın karısı oradan ağlayarak gelmiş. Cumartesi günü sabah tekrar düğüne gitmiş. Oğlan yine kızı kabaktan çıkartmış, giyindirip kuşandırmış: — Annemin yanında dur, demiş. Varmış kaynanasının yanına. — Yavrum, ne güzelsin. Hiç mi gün yüzü görmedin, nerelisin sen? — Ersinli köyündenim, teyze. Kaynanasından önce ata binmiş eve gelip kabağın içine girmiş. Kaynanası eve gelmiş: — Eller ne güzel düğün ediyor da, ben de  kabak aldım, diye ağlamış. Pazar günü sabah düğün evinden gelin çıkacak diye, tekrar düğüne gitmiş. Oğlan yine giyindirip, kuşandırıp annesinin yanına durmasını istemiş. — Ne güzelsin, yavrum. Benim oğlum böyle bir kız almadı da gitti, bir kabak aldı.  Nerelisin yavrum? — Evreağaçlı* köyündenim, teyze. Kız oradan çıkıp  kabağın içine girmiş. Kaynanası eve gelmiş: — Getirin şu kabağı da keseyim. Ben de eller gibi gelin getirmez miydim? Benim elin içinde boynumu büktün oğlum, demiş. Eline satırı almış, vuracağı zaman  kız demiş ki: — Ben çıkayım da kıyıh kıyıh kıy, istersen. Kız kabaktan çıkmış. Kadın bakmış ki dünya güzeli bir kız. Kadın, kızı görünce çok mutlu olmuş. — Ben yanılmışım. Oğlum doğruymuş, demiş. Kapıyı çekmiş: — Allah, mutlu etsin, demiş. *ersin: 1. Ateş küreği; 2. Tekneye yapışmış hamuru kazımaya yarayan demir araç. *tezek: Tezek, yakacak olarak kullanılan kurutulmuş hayvan gübresi. *evreağaç: Sac üzerinde pişirilen yufka ekmekleri çevirmeye yarayan uzun ve yassı tahta araç. *tefek: (<tevek) Asma, kavun, karpuz vb. bitkilerin sürgünü veya dalı; üzüm kütüğü, çotuk  *gilik: Saçta pişirilen küçük ekmek, çörek. *nacak: Kısa saplı balta.
KABAK KIZI
Yozgat
İç Anadolu Bölgesi
Zamanın birinde bir padişah, ülkesinde sebze ve meyve satmayı yasaklamış. Bir adamın da bahçesinde kiraz ağacı varmış. Karısı kirazları toplayıp pazarda sat, diye kocasına yalvarmış. Çünkü çok fakirlermiş. Adam önce razı olmamış ama sonra karısının ısrarına dayanamayıp kirazları alıp pazara getirmiş. Padişahın adamları, pazarda hemen adamı yakalayıp padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişah, adama: — Niçin emrime karşı geldin, diye sormuş. Adam da mecbur kaldığını ve fakir olduğunu söylemiş. Adamın hâline acıyan padişah, onu hazineye göndermiş. İhtiyacı olan ne varsa, oradan alabileceğini söylemiş. Adam hazineden bir urgan, bir balta ve bir de Kur’an almış. Tekrar padişahın huzuruna varmış. Padişah: — Niçin bunları aldın? Bunların yerine altın, para alsaydın ya! Peki, bunları ne yapacaksın, diye sormuş. Adam: — Urganla karımı asacağım, baltayla bahçedeki kiraz ağacını keseceğim ve Kur’an’a da bir daha karı sözüne gitmeyeceğim diye el basacağını söylemiş. Adam bu dediklerini aynen yerine getirmiş. Yemiş, içmiş; muradına ermiş.
KADIN AKLI
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Vaktiyle ülkenin birinde, bir padişah yaşarmış. Bir gün bu padişahın yanına bir derviş gelmiş. Padişaha misafir olmuş. Padişah dervişi ağırlamış, izzetlemiş, ona para vermiş, yolcu etmiş. Derviş giderken padişaha şöyle demiş: — Padişahım, herkes ne yapar, kendine yapar; döner, dolaşır yine kendine yapar. Derviş, o günden sonra her gün gelip aynı sözü söyler, gidermiş. Padişah da her seferinde ona bir akçe verirmiş. Padişahın bir de kara veziri varmış. Bu kara vezir çok kötü kalpliymiş. Derviş ile padişahın dostluklarını kıskanmaya başlamış. Her gün gelip dervişi padişaha kötülermiş. Sonunda padişahı inandırmış. Padişah, dervişten kurtulmaya karar vermiş. Hemen bir plan hazırlamış. Eline kâğıdını kalemini almış, kâğıda bir şeyler yazmış. Padişah adamlarını çağırtmış, dervişi getirmelerini söylemiş. Derviş, padişahın huzuruna çıkmış; — Derviş baba! Sen bu kâğıdı al, fırıncıya götür. Fırıncı senin ömrünün sonuna kadar rızkını temin edecek, demiş. Derviş; gâh düşüne, gâh sevine saraydan ayrılıp yola koyulmuş. Yolda giderken kara vezire rastlamış. Kara vezir, derviş babaya: — Nereye gidiyorsun, diye sormuş. — Padişah bana şu kâğıdı verdi. Ben bu kağıdı fırıncıya götüreceğim. O da ben ölene kadar rızkımı temin edecek, demiş. Kara vezir hemen bir şeytanlık düşünmüş. Derviş babaya: — Sen o kâğıdı bana ver! Benim çocuklarım aç. Fırıncı bizim rızkımızı temin etsin, demiş. Derviş baba, kâğıdı kara vezire vermiş. Kara vezir, kâğıdı kaptığı gibi soluğu fırında almış. Kâğıdı fırıncıya vermiş. Fırıncı, kâğıdı okur okumaz adamlarına seslenmiş: — Bu adamı tutun, hemen fırına atın, demiş. Adamlar kara veziri fırına atmışlar. Meğer o kâğıtta: — Bu kâğıdı getireni hemen fırına atın, diye yazıyormuş. Padişah, ertesi gün kara veziri ortalıkta görememiş, merak etmiş. Derviş çıkagelmiş, padişah onu karşısında görünce çok şaşırmış. — Sana verdiğim kâğıdı götürüp fırıncıya verdin mi, diye sormuş. Derviş de: — O kâğıdı kara vezir elimden aldı, fırıncıya o götürdü, demiş. Padişah o anda, ne olduğunu anlamış. Dervişe: — Derviş baba, sen haklıymışsın. “Herkes ne yapar, kendine yapar; döner, dolaşır yine kendine yapar.” demiştin. Beni çok utandırdın. Hakkını helâl et, demiş. Kötüler her zaman cezasını bulur, bizim masalımız da burada biter.
KARA VEZİR
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir zamanlar bir padişah varmış. Bu padişahın çok güzel bir atı varmış. Padişah, atını çok severmiş. Hemen hemen bütün zamanını atın yanında geçirirmiş. Padişahın karısı bu duruma sinirlenip sorarmış: — Bu at mı, ben mi? Hangimiz daha kıymetli, dermiş. Padişah bu soruya hiç cevap vermezmiş: Sonunda padişahın karısı kendini ispat etmek için kendisi ile atın pazara götürülüp satılmasını istemiş. Kadın seyise emir vererek atın mı, yoksa kendisinin mi pazarda satılacağını ispatlamaya çalışıyormuş. Fakat seyis, padişahın karısının emrini bir şartla yerine getireceğini söylemiş. Seyis: — Pazarda satılana kadar hiç konuşmayacaksın, deyip atı ve kadını pazara götürmüş. Pazarda padişahın karısını bir bezirgân başı almış. Seyisin unuttuğu bir şey varmış. O da padişahın karısının gerçekten satılık olmadığıymış. Bezirgân başı, padişahın karısını aldığı gibi kasabasına doğru yola düşmüş. Seyis de atı satamayarak saraya dönmüş. Saraya gelince durumu padişaha anlatmış. Padişah olanları kimseye duyurmadan bezirgân başının peşine düşmüş. Sormuş, soruşturmuş. Sonunda karısının getirildiği kasabayı bulmuş. Kasabada konaklamak için en yakın eve girmiş. Padişahın gittiği ev bir kasaba aitmiş. Kasap, padişahı eve alıp hemen odasını hazırlatmış. Padişahın durumundan kuşkulanan kasap, odanın kapısından padişahı gözetlemeye başlamış. Padişahın durumu hiç de iç açıcı değilmiş. Sonunda padişahın bu durumuna dayanamayan kasap, ne olduğunu sormuş. Kasap, padişahın anlattıklarına çok şaşırmış. Padişaha o gün bezirgân başının düğünü olacağını söylemiş. Elinden geleni yapacağını söylemiş. Kasap ve padişah düğüne gitmişler. Düğün bitip el ayak çekilince kasap durumu bezirgân başına anlatmış. Bezirgân başı hiç oralı olmamış. Kasap, padişahın karısını ısrarla isteyince kavga çıkmış. Bıçağını çekerek bezirgân başını öldüren kasap, padişaha karısını teslim etmiş. Padişah karısını alıp ülkesine doğru yola çıkacağı zaman, kasaba bir gün muhakkak kendisine gelmesini söylemiş. Gel zaman, git zaman kıtlık başlamış. Kasap, çocuklarını doyuramaz olmuş. En son çare olarak padişahın yanına gitmeye karar vermiş. Kasap, çocuklarını da alıp padişahın yanına gitmiş. Padişah, kasap ve çocuklarını dilenci zannedip yemek artıklarından vererek saraydan ayrılmalarını istemiş. Kasap üzgün bir şekilde saraydan ayrılmak üzereyken padişah, kendisine yardım eden kasabı tanımış. Kendi imkânlarının aynısını kasaba da vermiş. Padişahın üç kızı, bir oğlu varmış. Kasabın ise üç oğlu varmış. Padişahın ailesi ile kasabın ailesi bir arada yaşamaya başlamış. Bir gün padişah ve kasap sefere çıkmışlar. Bu sefer çok uzun sürmüş. Seferden döndüklerinde bir gencin karısı ile şakalaştığını gören kasap, genci bıçakla öldürmüş. Kasabın hanımı çığlıklar atarak, kocasına: — Padişahın oğlunu öldürdün, demiş. Bunun üzerine kasap çok pişman olup vicdan azabı çekmeye başlamış. Padişahın oğlunu öldürdüğüne pişman olan kasap, aynı acıyı kendisin de çekmeyi istemiş, büyük oğlunu öldürmesi için padişaha teslim etmiş. Padişah bunu kabul etmemiş. Fakat kasap ısrar edince padişah: — Ben oğlunuzu yanınızda kesemem. Oğlunu götürüp ormanda keseceğim, deyip oğlanı ve cellâdı alıp ormana gitmişler. Padişah ormanda cellâda bir kese altın vererek geri göndermiş. Kasabın oğluna da kızını vererek kendi ülkesinde bir yere bey olarak atamış. Kasap oğlunun ölmediğinden haberdar olunca, vicdan azabından kurtulmak için ikinci oğlunu, padişaha teslim etmiş. Padişah kasabın ikinci oğluna da diğer kızını vererek ülkesinin başka bir bölgesine bey olarak atamış. Kasap ikinci oğlunun da ölmediğini görünce, üçüncü oğlunu padişaha kesmesi için teslim etmiş. Padişah, kasabın üçüncü oğlu için de aynısını yapmış. Bütün yaptıklarından sonra vicdan azabından bir türlü kurtulamayan kasap, bu sefer de padişahtan kendisini öldürmesini istemiş. Bu teklif karşısında çaresiz kalan padişah, bir heyet toplayıp “Kimin, kim üstünde daha fazla iyiliği varsa onun dediği olsun.”, diye karar vermelerini istemiş. Heyet toplantı sonunda, kasabın ilk iyiliği karşılıksız yaptığını, bu yüzden kasabın daha fazla iyiliği olduğunu söylemiş. Bunun üzerine padişahın oğlunu öldürdüğü günden bu güne kadar vicdan azabı çeken kasap, heyetin kararı üzerine rahatlamış. İç huzura kavuşan kasabı, padişah bir türlü öldüremiyormuş. Sonunda kasap da ölmekten vazgeçmiş. Aynı gün, padişahın kızları ile evlenen ve beylik sürdüren kasabın üç oğlu da padişahın sarayına gelmişler. Böylece her iki taraf da mutlu olup muratlarına ermişler.  
KASAP İLE PADİŞAH
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir karı koca varmış. Adam, karısına bir gün: — Senin anan, baban vardı. Artık seni babanın köyüne göndereyim, demiş. Yanına bir çavuş, bir tabur asker vermiş. Karısını, anasının yanına göndermiş. Yolda giderken Çavuş demiş ki: — Benimle birlikte olursan oldun, yoksa büyük oğlunun parmağını keserim, demiş. Kadın: — Olmam, demiş.  Bunun üzerine oğlanın parmağını kesmiş, cebine koymuş. — Hadi git artık, demiş. Aradan zaman geçmiş. Çavuş: — Benimle birlikte olursan oldun, olmaz isen küçük oğlunun parmağını da keserim, demiş. Kadın: — Kes, olmam, demiş. Çavuş, onun parmağını da kesip cebine koymuş. Çavuş: — Benimle birlik olursan oldun,  olmazsan seni de keserim, demiş. Kadın o sırada tuvalete gitmek için izin istemiş. Su testisini almış, bir çalıya bağlamış. Su testisi ses çıkardıkça onu orada sanmış. Bu arada kadın oradan kaçmış. Biraz yol gitmiş. Bir yere gelmiş. — Benim kafama bir keçe verin. Yeni bir elbise verin, demiş. Gittiği yerde bir oğlanla karşılaşmış. Erkek elbisesi alıp giymiş, saklanmış. Oğlan da bunu almış, babasının konağına götürmüş. Babasına: — Bir kaz çobanı tuttum, demiş. Babası, kaz çobanının kız olduğunu bilmiyormuş. Onu işe kabul etmiş. Bu kız tüylerden dolayı başına bit düştüğünde biraz su alır, tarak alır, yıkarmış. Kafasını salladı mı tüy, telek kalmazmış. Diğer tarafta çavuş, askerler bakıyorlar ki kadın yok. — Nereye gitti, bu kadın? — Dağı görünce kaçtı. — Nereden kaçtı? — Şurada oturmuştuk, demişler. Kadını aramaya başlamışlar. Kız, oğlanın evine gidiyor ya, orada korkuyormuş: — Kilitleyin kapıyı, deyip: Çevirin kaz yanmasın, Sözde İlah olmasın, Vallahi hesap, Billahi hesap, diye söylüyormuş. — Git, kel buradan, demiş. Çavuş: — Neden bağırıyorsun, söylesin de dinleyelim, demiş. — Bir annenin, bir babanın bir kızı varmış. Babası ile annesi Kâbe’ye gidiyormuş, kızı eve koymuşlar. Kızının kötü yolda geziyor diye, buradan mektup göndermişler. Kardeşim beni dağa bırakıyor. Oradan Dağ Oğlu beni alıp götürdü, demiş. Çevirin kaz yanmasın, Sözde İlah olmasın, Vallahi hesap, Billahi hesap, diye devam etmiş. — Sus kel. Çavuş: — Neden bağırıyorsun? — Bu dağ kızı. Ben de kocama gönül koydum. O da saklanmış evin odasına, bunları dinliyormuş. — Senin hacı deden, hacı ninen mi vardı, demiş. — Benim, Dağ Oğlu, demiş.Kadın biliyor: — Kocam beni bir tabur askerle, bir çavuşla yollamıştı. Oğlan: — Gitmek yok. Kapıyı kilitliyor. — Anlat hadi. Kocası, kızıyor kadına. — Böyle söyleme, ben bir şey yapmadım ki o ileri gitti. “Benimle bir olursan oldun, yoksa büyük oğlunun parmağını keserim” dedi. Büyük oğlunun parmağını kesti. Biraz gittikten sonra küçük oğlanın parmağını da kesti. “Benimle bir olmaz isen, seni de keserim” dedi. Tuvalete gideyim dedim. Kaçtım oradan, demiş ve devam etmiş: Çevirin kaz yanmasın, Sözde İlah olmasın, Vallahi hesap, Billahi hesap. — Sus kel, seni mi dinleyeceğiz, demiş. — Onu çalıya bağlamış. Kaçmış, bir çobanlığa gelmiş. Çobanlardan bir keçe, bir erkek elbisesi almış. Babasının köyüne gelmiş. Kadın cebinden çıkarmış, demiş: — Bu büyük oğlunun parmağı, şu da küçük oğlunun parmağı, şu da parmağımdaki yüzük. Bu, çavuş kesti. Adam karısına inanmış. Sabah darağacını kurmuşlar, çavuşu asmışlar. Kadınla kocası mutlu olmuşlar. Yemişler, içmişler; yer dibine geçmişler.
KEL ÇOBAN
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Eski zamanlarda bir çoban yaşarmış. Davar yayarmış. Hanımı bir gün: — Herif, evde yiyecek bir şey kalmadı. Evi desen zaten doğru düzgün eşyamız bile yok, demiş. Keloğlan elindeki tek koçunu satmayı düşünmüş. Koçu bir güzel boyamış. Kendine alıştırmış. Keloğlan “bürp” deyince koç arkasından gidiyormuş. Keloğlan çarşıya gitmiş. Yolda çörekçiye rastlamış. Çörekçi: — Koç satılık mı, Keloğlan? — Satılık, ağa. — Ne istiyorsun? — Karnım doyana kadar çörek yedirirsen veririm. — Kabul. Gel, ye. Çoban bu, doyar mı? Yiyor da yiyormuş. Çörekçide çörek kalmamış. Keloğlan daha doymamış. Çörekçi: — Oğlum, yediğin çörek koçun fiyatını iki misli geçti. Keşke parayla alsaydım, demiş. Keloğlan: — Vermezsen verme, canın isterse, demiş. “Bürp” deyip koçunu almış, gitmiş. Giderken börekçiye rastlamış. Börekçi: — Koç satılık mı, Keloğlan? — Satılık, ağa. — Ne istiyorsun? — Doyana kadar börek yedirirsen veririm. Börekçi kabul etmiş. Keloğlan yemiş, yemiş; doymamış. Börekçi: — Keloğlan yediğin börek, koçun parasını geçti. Yeter artık yeme, demiş. Keloğlan: — Canın isterse, ben de koçumu alıp giderim, demiş. “Bürp” demiş koçunu alıp gitmiş. Yolda çaycıya rastlamış. Çaycı: — Toklu satılık mı, Keloğlan? — Satılık, ağa. — Ne istiyorsun? — Kanana kadar çay içirirsen veririm. Çaycı da kabul etmiş. Keloğlan çayı içmiş de içmiş. Bu durumu gören çaycı: — Yedekte su kalmadı Keloğlan, hâlâ çaya kanmadın, demiş. — Sen bilirsin, ben de giderim, demiş. Keloğlan, “bürp” deyip, koçunu alıp gitmiş. Çarşıda giderken kucağında çocuk olan bir hanım, Keloğlan ile koçunu görmüş. Çocuk: — Anne, şu koçu bana al. Annesi: — Keloğlan, koç satılık mı? — Satılık, hanım. — Ne istiyorsun? — Şu ak gerdandan bir öptürürsen koçu sana vereyim. Hanım kızmış: — Git, ben ağa karısıyım. Sen kim oluyorsun da bana böyle bir şeyi söyleyebiliyorsun, demiş. Keloğlan omuz silkmiş, “bürp” deyip tokluyu götürmüş. Çocuk kendini yerlere atmış. — Anne, tokluyu aaal, diye ağlıyormuş. Kadın ne yapacağını şaşırmış. Sonra Keloğlan’ın dediğini kabul etmiş. Ama bu sefer Keloğlan: — Yook, beni eve çağırmazsan vermem, demiş. Kadın: — Eve götüremem, demiş. Çocuğu yine ağlayınca kadın mecburen kabul etmiş. Keloğlan akşam kadının evine gitmiş. Biraz oturduktan sonra bakmış ki çörekçi de gelmiş, börekçi de gelmiş, çaycı da gelmiş. Meğer kadın bunları da evine alıyormuş. Akşam kadının kocası da gelince her biri bir yere saklanmış. Keloğlan biraz durmuş ama canı sıkılmış: — Ben çıkacağım, demiş. Çörekçi Keloğlan’a: — Çıkma, dur, demiş. Keloğlan: — Para ver ki çıkmayayım, demiş. Çörekçiden para almış. Aynı korkuyu yaşayan börekçi ve çaycı da Keloğlan’a para vermişler. Keloğlan biraz daha durmuş ama sonunda “bürp” deyip koçuyla beraber oradan kaçmış, meydana çıkmış. Kadının kocası bunu görmüş: — Keloğlan, burada ne işin var? — Ooo, bir ben değilim ki! Çörekçi de burada, börekçi de burada, çaycı da burada. Para ver, yerlerini söyleyeyim.  Ondan da biraz para almış. Sonra “bürp” deyip, toklusunu alıp gitmiş. Koçu çarşıda satmış. Elindeki paralarla hem evinin eşyasını almış hem de çeşit çeşit yiyecekler almış.
KELOĞLAN
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
  Bir varmış bir yokmuş. Köyün birinde, bir Keloğlan varmış. Köy halkı: — Bu Keloğlan'ı zengin yapalım, demişler. Köylü, Keloğlan'a bir inek vermiş. Keloğlan ineği kesmiş: — Ekmek getirin, et yiyelim, demeye başlamış. Köylüler, Keloğlan'a çok kızmışlar. Köylüler: — Biz bunu zenginleştirmek için ineği verdik. Bu neden ineği kesti? Köylüler, Keloğlan’ı hapse atmışlar. Hapishanenin üzerinde bir delik varmış. O delikten Keloğlan’ın üzerine tuvaletlerini yapmışlar. Kırk gün sonra demişler ki: — Keloğlan ölmüştür, gidip çıkaralım. Keloğlan’ı çıkartmışlar ki ölmemiş. Keloğlan hanımına demiş ki: — Hanım, küçük küreği, küçük eşeği, küçük çuvalı getir. Keloğlan o hapishanedeki pislikleri doldurmuş çuvallara, çarşıya çıkmış. Keloğlan: — Mis otuuu, mis otuuuu, diyerek bağırmaya başlamış. Çarşıya bir kervancı gelmiş, Keloğlan'a sormuş: — Kaça veriyorsun, demiş. Keloğlan: — Öndeki kervanı verirsen veririm, yoksa vermem, demiş. Keloğlan kervancı ile anlaşıp kervanı alıp köyüne gelmiş. Köy halkı: — Keloğlan, nereden aldın onları, diye sormuş. Keloğlan: — Yaptığınız pisliklerden aldım. Köy halkı da yaptığı pisliklerin hiçbirini bırakmamış, hepsini toplayıp çuvallamışlar. Bağırmaya başlamışlar: — İnsan pisliği satıyoruuuz, diye. Bunların böyle bağırdığını gören insanlar, bunları dövmeye başlamışlar. Köylü, biz bu Keloğlan’ı ne yapalım diye düşünmeye başlamışlar. Keloğlanı bir çuvalın içine koyup göle atmaya karar vermişler. Keloğlan çuvalın içindeyken çoban sürüsüyle birlikte bir çoban gelmiş. Çoban, Keloğlan'a: — Kardeş, niye çuvalın içindesin, demiş. Keloğlan: — Bey oğlunun kızını bana veriyorlar da ben almıyorum diye, çuvalın içine koydular, demiş. Daha sonra Keloğlan, çobana: — Gel, sen çuvalın içine gir. Bey oğlunun kızını sen alırsın, demiş. Çoban da: — Bey oğlunun çobanlığını yapana kadar kızını alırım daha iyi, demiş. Girmiş çuvalın içine. Köylüler gelmiş, çuvala vurmaya başlamışlar. Köylüler vurdukça çoban: — Bey oğlunun kızını alırım, demiş. Köylüler vurdukça çoban: — Bey oğlunun kızını alırım, demiş. Köylüler vurdukça her defasında çoban: — Bey oğlunun kızım alırım, demiş. Daha sonra köylüler çuvalı tutmuş, göle atmışlar. Aradan bir hafta geçmiş, Keloğlan sürüyle birlikte köye gelmiş. Köylü: — Biz seni göle attık, sen nereden çıktın, demiş. Keloğlan: — Attığınız gölden bu sürüyle birlikte çıktım, demiş. Keloğlan'ın bu sözüne karşı köylü hemen göle koşmuş. Keloğlan köylüleri göle doldurmuş. Köylüler gölde can çekişerek koyun arayadursunlar, Keloğlan da köylüsüz rahat bir hayat sürmüş.
KELOĞLAN
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Zamanını birinde, bir kadın ve kocası varmış. Bunların çocukları olmamış. Bir evlatlık çocuk almışlar. Çocuğun ismi “Keloğlan” imiş. Çocuk babalığıyla devamlı işe gider, gelirmiş. Annesi bunlara doğru düzgün azık koymazmış. Yavan şeyler koyarmış. Bir gün böyle, beş gün böyle, yavan azık yemek oğlanın zoruna gitmiş. — Bizim evimizde her şey var. Bu anam, niye bize doğru dürüst azık koymuyor, diye, kendi kendine düşünmeye başlamış. Bir gün Keloğlan babasıyla çifte giderken, babasına: — Baba, bugün benim karnım ağrıyor. Bana biraz müsaade et, ben sonra gelirim, demiş. Babası da “Peki” diyerek Keloğlan’a izin vermiş. Keloğlan hemen eve, annesini denetlemeye gelmiş. Karyolanın altına saklanmış. Meğer annesi muhtarı severmiş. Keloğlan ile babası gidince muhtarı çağırırmış. Evde akşama kadar yer, içerlermiş. Tarladan işçilerin geleceği zaman muhtar evine gidermiş. Keloğlan karyolanın altından bakmış ki, ohooo… Tavalar kurulmuş, yağlılar oluyor. Keloğlan. — Demek ki bize yedirmiyor, buna yediriyor. Muhtar karyolada uyurken, kadın da helva yapıyormuş. Kadın: — Helvanın yağı az olmuş. Gideyim de biraz yağ getireyim, diyerek odadan çıkmış. Keloğlan da karyolanın altından çıkmış. Tavada kavrulmuş kızgın un duruyormuş. Kızgın unu kaşığa doldurmuş, karyolada uyuyan muhtarın boğazına sokmuş. Muhtar oracıkta boğulmuş, ölmüş. Keloğlan sonra evden çıkmış, tarlaya babasının yanına gitmiş. Kadın odadan yağ alıp geri dönmüş. Helvayı yapmış, muhtara seslenmiş. Hâlbuki muhtar çoktan ölmüş bile. Ama kadının muhtarın ağzındaki helvadan haberi yokmuş. Muhtara seslenmiş ama o uyanmamış. Kadın o tarafa çabalamış, bu tarafa çabalamış; en sonunda muhtarı bir köşeye saklamayı başarmış. Akşam olmuş, Keloğlan ile  babası tarladan eve dönmüş. Kadın, kocası görmeden Keloğlan’a yalvarmaya başlamış: — Etme, Keloğlan! Böyle böyle bir durum var. Ne yapacağız? Keloğlan:  — Ana, ondan kolay ne var? Ben onu kaybederim, sen merak etme. Sen yat. Yalnız, bana bir salatalık hazırla bir de eşek. Ama bunlara karşı beş tane altınını alırım, demiş. Annesi: — Aman, Keloğlan! Sen beni bu dertten kurtar da ben sana beş değil, on altın vereyim, demiş. Keloğlan: — Peki, ama altınları peşin alırım, demiş. Gece evdekiler uykuya dalınca Keloğlan, muhtarı eşeğe yüklemiş. Deli Mehmet denen köyün delisinin bostanına götürmüş. Muhtarı bostanın ortasına sırt üstü yatırmış. Eline de salatalığı tutuşturmuş. Muhtara, yatmış da salatalık yiyormuş, gibi bir şekil vermiş. Eşeği bostanın ortasına bırakmış. Sabah olmuş. Deli Mehmet bakmış ki bostanın ortasında bir eşek var, birisi de uzanmış salatalık yiyor. Bağırıp çağırmaya başlamış. — Ulan, sen benim ünümü duymadın mı ki bostanımın ortasına eşeğini bırakıyorsun. Sen de arkası üstü yatmış, salatalık yiyorsun, demiş. Bostanda yatan adam hiç aldırış etmemiş. Bunu görünce Deli Mehmet daha  da çok sinirlenmiş. — Vay anasını avradını… demiş. Eline bir sopa almış, ölü muhtara yattığı yerde bir iki tane vurmuş. Adam zaten ölü, elinden salatalık bir yana yuvarlanıvermiş. Tam bu sırada Keloğlan patırtıya başlamış: — Vay, babamı öldürdüler! Yetişin komşular, köylüler! Deli Mehmet babamı öldürdü, diye basmış yaygarayı. Deli Mehmet tutuşmuş: — Aman, Keloğlan! Elini, ayağını öpeyim. Bu kadar yaygara etme. Babanı öldürdüm, ocağına düştüm. Beni ele verme. Ne dersen yapayım, diyerek yalvarmaya başlamış. Keloğlan: — Sus öyleyse. On beş altın verirsen o iş hâllolur. Ben sesimi keserim, demiş. Deli Mehmet: — Aman, Keloğlan! Sana on beş de vereyim, yirmi de vereyim. Yeter ki sen bunu buradan kaybet, demiş. Keloğlan altınları peşin almış. Muhtarın ölüsünü hiç kimse duymadan Deli Mehmet ile birlikte yok etmişler. Keloğlan, anasından ve  Deli Mehmet’ten aldığı altınlarla yaşayıp gitmiş.
KELOĞLAN
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş. Çok söylemesi, günahmış. Fakir bir Keloğlan varmış. Bir tek anası varmış. Bu oğlan köyün danasını yayarmış. Bir gün böyle, iki gün böyle derken köylüler dağarcığa deriyi dikerler, çanta yaparlarmış. Keloğlan azığı kafasına sararmış. Bunun adı dağarcıkmış. Giderken, gelirken kargalar bunun kafasından dağarcığı aldığı gibi kaçmışlar. Keloğlan danayı bırakmış, kargaların arkasına düşmüş. Koşa koşa kargaların arkasından gitmiş. Keloğlan kargaları geç de olsa yakalamış. Kargalar: — Keloğlan, içindeki ekmeği yedik. İşte dağarcığın, demişler. Keloğlan: — Ben dağarcığı ne yapayım? İlla, ekmeğimi isterim. Ben acıktım, demiş. Kargalar: — Öyle ise, Keloğlan sen dur. Sana bir deri verelim, deriyi götür. Deriyi şöyle duvara daya, “Açıl derim, açıl; türlü yemekler saçıl!” de. Deri sana yemek verir, demişler. Keloğlan kandırıldığını düşünerek evine gelmiş. Anası kapıda karşılamış: — Ne yaptın, Keloğlan? Danayı da bıraktın hakkını da alamazsın, demiş. Keloğlan: — Ana dur, demiş. Deriyi şöyle koymuş. Deriye: — Açıl derim, açıl; türlü yemekler saçıl, demiş. Deri açılmış, bunlara türlü çeşitli yemekler ve göz görmedik mallar çıkmış. Anası şaşırmış: — Aman yavrum, bunların hepsini şimdi yemeyelim. Yarısını da sonraya koyalım, demiş. Keloğlan: — Ana ye, sen yemene bak, demiş. Neyse bir gün, iki gün yemişler. Komşunun birinin ağır misafiri gelmiş. — Keloğlan, deriyi versen de bize misafir geliyor. Bize biraz yemek çıkarsın, demişler. Keloğlan vermiş. Onlar deriyi götürmüşler ama o deriyi geri vermemişler. Onu almışlar. Keloğlan’a geri başka bir deri vermişler. Keloğlan deriyi getirmiş. Annesi: — Acıktık, artık deriyi aç da yemek hazırlasın, demiş. Deriyi dayamış: — Açıl derim, açıl; türlü yemekler saçıl, demiş ama deri hiç açılmamış. Keloğlan çaresiz: — Ben kargaların yanına gideyim, demiş. Kargaların yanına koşmuş. — İlla, benim dağarcığımla azığım, demiş. Kargalar: — Keloğlan, biz sana deri verdik. Neden başkasına verdin? Vermeseydin, demişler. Keloğlan: — Yok, ben dağaracığımı isterim, demiş. Kargalar çaresiz: — Gel, sana bir eşek verelim. Sen götür eşeği ama giderken eşeğe “çü çü” deme, “geh geh” de; “çü” dersen altın çıkarır, demişler. Eşeği almış, eve getirmiş. Eve getirince annesi: — Keloğlan, ne yaptın, demiş. Keloğlan: — Anne, kargalar bana eşek verdiler, demiş. Annesi: — Eşeği ne yapacaksın, Keloğlan? Yine seni kandırmışlar, demiş. Eşeği içeri sokarken “çü çü” dedikçe eşek altın çıkarmış. Annesi: — Aman Keloğlan, bu deriden daha iyiymiş, demiş. Aradan zaman geçmiş. Gene komşunun biri gelmiş. — Keloğlan eşeği az ver de değirmene buğday götüreyim. Buğdayı öğüteyim de getireyim, evde hiç unumuz yok. Çoluğun, çocuğun unu yok, demiş. Keloğlan eşeği vermiş. Keloğlan akıllılık etmek için: — Eşeğe “çü” demeyin, demiş. — Niye, diye sorunca: — “Geh” deyin, “çü” diyince gitmiyor, demiş. Adam eşeği eve götürmüş, eşeğe “çü” dedikçe eşek altın çıkarmış. Altın çıkaran eşeği daha Keloğlan’a verirler mi? Başka bir eşek vermişler. Keloğlan, eşek eve gelince denemiş. Eşeğe “çü” demiş ama eşek altın çıkartmamış. “Geh” demiş eşek yürümemiş. Yine kargaların yanına gitmiş. Kargalara: — İlla, benim ekmeğimle dağarcımı verin, demiş. Kargalar çok sinirlenmiş. — Bu Keloğlan’ın elinden kurtulamayacağız. Ne yapalım, demişler. Kargaların biri: — Al, sana bir tokmak verelim. O eşek ile derini alan kimse götürüp onun yanına bırak, “Vur tokmağım, kır tokmağım”, de. O tokmak onlara bir sopa çalar ki kimin aldığını anlarsın, demiş. Tokmağı almış, getirmiş. — Ne yaptın, Keloğlan, demiş anası. Keloğlan başından geçenleri bir bir anlatmış. Oradan derisini alanın evine gitmiş. Tokmağı bir kenara bırakmış. Keloğlan tokmağa: — Vur tokmağım, kır tokmağım, deyince tokmak deriyi alıp vermeyen adama bir sopa çekmiş. Deriyi geri vermişler. Tokmağını da almış, çıkmış. Oradan eşeğini alan kişinin evine varmış. Keloğlan: — Eşeğimi verin, demiş. — Eşeğini verdik ya, demişler. Keloğlan, tokmağı bırakmış: — Vur tokmağım, kır tokmağım, demiş. Orada da eşeği vermeyenlere bir sopa atmış. Oradan eşeğini almış. Keloğlan eşeği ve derisini alıp evine gelmiş. Yiyip, içip muradına ermiş.
KELOĞLAN
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Fakir anası ile yaşayan bir Keloğlan varmış. Ama bu oğlan, çok ama çok haylazmış. Anası kış gelince oğluna: — Oğlum, bu ineği alıp dayına götür, bırak. Yazın yeniden buraya getiririz, demiş. Tabi, bizim haylaz yolda giderken sıkılmış ve ineği bir ağaca bağlayarak ağaca: — Sen bu ineğe yaza kadar bak, demiş ve gelmiş. Yaz gelmiş. Anası oğlunu tekrar göndermiş ve ineği getirmesini istemiş. Keloğlan da ineği bağladığı yere giderek ağaca ineği sormuş, ağaçta ses yok. Buna sinirlenen oğlan, bir baltayla ağacı ta kökünden kesmeye başlamış. Ağacı keserken Keloğlan, ağacın dibinde bir teneke altın bulmuş. Almış altınları anasının yanına gelmiş. Anasına olayı anlatmış ve anasıyla beraber ağacın yanına gelmişler. Kalan altınları da alarak tekrar evlerine dönmüşler. Annesi Keloğlan’ı bir ölçek getirmesi için dayısının yanına göndermiş.  Keloğlan gitmiş, dayısından ölçeği istemiş. Şüphelenen dayı ölçeğin altına sakızı yapıştırmış, öyle vermiş. Annesi ve Keloğlan altınları ölçmüşler, gidip ölçeği geri vermişler. Kıskanç dayı, ölçeğin altındaki altını görünce karakola haber vermiş. Karakoldan Keloğlan’ın evine gelenler, annesini alıp götürmüşler. Keloğlan’ı da deli diye, götürmemişler. Annesi giderken Keloğlan’a: — Kapıya, bacaya sahip çık, demiş. Annesini merak eden Keloğlan; kapıyı ve bacayı sökmüş, yanına alarak karakola gitmiş. Annesini sorguladıktan sonra serbest bırakmışlar. Keloğlan’la beraber evlerine dönmüşler. Kapıyı ve bacayı yeniden yerine takıp tamir etmişler. Parası olan akıllı olurmuş, derler ya; bunlar da harcadıkça akıllanmışlar. Yemiş, içmiş; muratlarına ermişler.
Keloğlan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş. Eski zamanın birinde, bir Keloğlan ile annesi yaşarmış. Keloğlan yaramaz mı yaramaz, ele avuca sığmazmış. Keloğlan annesini bağırtıp çağırttırarak üzermiş. Bir gün pazara giderken yolu yarılamışlar, dağın başında annesi bir taşın dibinde oturmuş: — Of anam ,of, çekmiş çok derinden. Keloğlan, annesi dinlenirken biraz ileride bir şeylere bakıyormuş. Kadının tam karşısına iri yarı; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte dev gibi birisi çıkmış. Kadın korkmuş: — Sen kimsin, demiş. Dev: — Sen beni çağırdın ya; bir adım Of, bir adım Cangoloz. Benden ne istiyorsun demiş. Kadın: — Ben senden bir şey istemiyorum, demiş. Cangoloz : — Olmaz, sen beni çağırdın. Söyle arzun ne, demiş. Kadın dayanamamış Cangoloz'a : — Ah oğlum, Cangoloz! Benim kel oğlum var. Yaramaz mı yaramaz, hiç rahatım yok. Benim başıma her zaman iş açıyor, demiş. Cangoloz : — Tamam anne. Sen onu bana çırak ver. Ben onu yetiştiririm, sana iyi evlat olur, demiş. Kadın: — Olur, demiş. Kadın, Keloğlan’ı çağırmış ve Cangoloz'a çırak vermiş. Cangoloz'un mekânı yer altında büyük bir saraymış. Kırk bir tane odası varmış. Cangoloz Keloğlan'ı almış, kırk odanın hepsini bir bir gezdirmiş. Kırk birinci odaya gelmişler, oda kilitli imiş. Cangoloz: — Bak Keloğlan, her tarafı gezmeye hakkın var. Yalnız kırk birinci odaya girmen kesinlikle yasak, demiş. Keloğlan: — Tamam, demiş. Cangoloz, Keloğlan’a kılıktan kılığa girmenin yollarını ve sihirbazlığını öğretiyormuş. Çalışmalardan arta kalan zamanlarda Keloğlan'ın aklında kırk birinci oda varmış. Bu odada ne var, diye çok merak ediyormuş. Bir gün fırsatını bulup kapıyı açmış, girmiş ki içeri de ne görsün? Adamın biri bacaklarından tavana asılı imiş. Altında da bir mangal varmış. Adam büyük bir ıstırap çekiyormuş. Keloğlan mangalı kenara çekmiş ve adam bir parça kendine gelmiş. Keloğlan: — Seni niye buraya astılar, demiş. Adam: — Ah Keloğlan, ah! Ben de senin gibi Cangoloz'un öğrencisiydim. Aman aman sakın, sen sen ol, hiçbir dersine “Öğrendim.”, deme. Öğrendiğini belli etme. Beni de senin gibi çırak yetiştirdi. Ben, tamam hepsini öğrendim, dedim. Sen bana rakip olacaksın, diye beni buraya attı, demiş. Keloğlan: — Tamam, demiş. Keloğlan adamı orada bırakıp kapıyı kilitlemiş. Keloğlan, Cangoloz'un yanında uzun bir süre geçirmiş. Cangoloz, Keloğlan'a: — Şunu öğrendin mi? Bunu öğrendin mi, dermiş. Keloğlan da: — Yok, dermiş. Cangoloz : — Senden çırak da olmaz adam da olmaz. Daha ben sana bir şey öğretmeyeceğim. Zaten senin öğrenmeye niyetin yok, demiş ve Keloğlanı atmış kapıya. Ama Keloğlan, Cangoloz'un bütün hünerlerini öğrenmiş. Keloğlan oradan çıkıp annesinin yanına gelmiş. Keloğlan ve annesi bir gün pazara giderken yaşlı annesi yorulmuş ve oğluna: — Ah, bir eşeğimiz olsaydı rahat giderdik. Keloğlan: — Ana ben sana eşek bulurum. Sen burada otur. Eğer ben gelmezsem biner eşeğe, gidersin. Keloğlan, annesinin yanından ayrılıp çalıların arasında bir eşek kılığına girmiş. Annesinin yanına eşek kılığında gelmiş, annesi de eşeğe binip doğruca pazara gitmiş. Cangoloz da pazardaymış ve Keloğlan'ı da eşek kılığında görünce tanımış. Cangoloz da aslan kılığına girmiş. Keloğlan'ı yemek için koşmuş. Keloğlan kendini yedirir mi? Şahin kılığına girip uçmaya başlamış. Cangoloz kartal kılığına girip kovalamaya başlamış. Keloğlan tavuk kılığına girip aşağı insanlar içinde kaybolmaya başlamış. Cangoloz buğday olup pazara saçılmış, Keloğlan buğdayları teker teker yemeye başlamış. Cangoloz'u midesine indirmiş, Cangoloz'dan kurtulmuşlar. Keloğlan ve annesi rahat bir hayat sürmüşler. Onlar ermiş muradına. Gökten üç elma düşmüş; biri anlatana, biri dinleyene, biri de muradına erene.
KELOĞLAN İLE CANGOLOZ
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi, gayet günahmış. Memleketin birinde, bir padişah yaşarmış. Günlerden bir gün padişah: — Bundan böyle akşamın onundan sonra kimse ışık yakmayacak, demiş. Tellâllar meydanda bağırmış. Akşam olunca padişah hizmetkârlarına buyruğum yerine getiriliyor mu, diye kontrol ettirmiş. Her yeri dolaşmışlar. Sadece bir evde ışık yanıyormuş. Sabah olunca hemen, o adamı padişah istetmiş. Adam gelince sormuş: — Sen neden saat ondan sonra ışığını yaktın? Tellâllar akşama kadar bağırdı, duymadın mı? O da anlatmaya başlamış. — Ben hanımımla yeni evliyim. Biz birbirimize çok meraklıyız. Akşam olunca bir saat ben uyurum, o beni izler; o uyur, bir saat ben onu izlerim. Biz böylece sabah ederiz. Onun için ışığımız yanıyordu. Padişah çok şaşırmış. Adama bir şey yapmadan evine göndermiş. Sonra padişahın isteği ile bir cazı kadın bulunmuş. Kadın huzuruna çıkınca: — Git, şu evdeki kadına de ki padişah sana âşık oldu. Seninle evlenecek de, demiş. Cazı kadın hemen yola düşmüş. Kadına misafir olmuş. Diller dökmüş. Padişahın kendisine âşık olduğunu, evlenmek istediğini söylemiş. Kadın: — Ben kocamı çok seviyorum. Ona çok meraklıyım, dediyse de kadının tatlı diline kanmış. Cazı kadın: — Padişahla evlenmek istiyorsan gece, o uyuyup da sen onu izlediğin zaman kocanı kes, öldür. O zaman padişahla evlenirsin, demiş. Akşam olmuş. Karı koca yatmışlar. Kocası kadını izlemiş, uykuya dalmış. O sırada kadın bıçağı çıkarmış. Tam kesecekken adam sıçramış, uyanmış. Bıçağı elinden almış. — Niye beni kesiyorsun, diye sormuş. Kadın her şeyi anlatmış. Padişah ile evleneceğini, onun için kendini keseceğini söyleyince padişahın huzuruna çıkmışlar. Padişah emir vermiş: — Memlekette ne kadar kadın varsa hepsinin boyunlarını vurun. Ben onu sınamak için yaptım, demiş. Adamları, padişahın emrini yerine getirmek için koşmuşlar. O sırada bir kervancı gelmiş. — Padişahım, biraz dur. Ben sana bir masal anlatacağım, deyip devam etmiş. — Zamanın birinde, ben dağlarda geziyordum. Bir de baktım ki biri atına binmiş, gidiyor. Bana “Sen nereye gidiyorsun?” diye sordu. Ben de “Gidiyorum işte.” dedim. “Gel, beraber gidelim” dedi bana. Ben biraz çekindim. Bunun farkına vardı: “Korkma” dedi bana. Beraber yola düştük. Az gittik, uz gittik. Ben biraz arkada kaldım. Sonradan, korkmaya başladığım için elimdeki topuzu bu yabancının kafasına vurup öldüreyim, dedim. Başına topuzu vurdum, hiç etkilenmedi. Atına dedi ki, “Ne kuyruğunu sallıyorsun, be hayvan?” Ben daha çok korktum. Dudağım ikiye yarıldı. Sonra dönüp bana: “Sür, ikimiz at başı gidelim.” dedi. Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik. Bir kalenin dibine vardık. Attan indi, heybesini indirdi. Heybenin içi altın ve para doluydu. Bana döndü: “Bu atım, altınım sana emanet. Ben bu kaleye çıkacağım. Bir saate kadar geldim, geldim; gelemezsem bunlar sana helâl olsun. Yok, eğer beklemezsen filin kulağında da olsan gelir seni bulurum. ” dedi bana. Bir müddet bekledim. Önüme kocaman bir dev kafası düştü. Biraz sonra da kendi geldi. Yine atlara bindik. “Sür gidelim. ” dedi. Az gittik, uz gittik, bir kabre vardık. Atlardan indik. “Bu benim nişanlımın mezarı. Onu biraz önce kellesini gördüğün dev, bizim gerdek gecemizde öldürdü. Ben de bekledim. Devin gerdek gecesinde, ben de onu öldürdüm. Rüyamda nişanlım gelip seni gösterdi. Kocan bu dedi. Seninle evleneceğim. Kırk gün, kırk gece düğün edip ikimiz de mutlu olacağız.” dedi bana. Ben de onunla evlendim. Onunla mutlu oldum, demiş. Kervancının anlattıklarının ardından, padişah verdiği karardan vaz geçmiş. Kervancı ve karısı mutlu, mesut yaşamışlar. Gökten üç elma düştü. Birini ben aldım, birini o aldı; birini de kaldırdım, yere attım. Yedik, içtik; hoş muradına geçtik.
KERVANCININ MASALI
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
  Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, diyarın birinde Kıllı Mahmut diye, uzun boylu, geniş omuzlu; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte; her tarafı kıllarla dolu bir adam varmış. Kimse korkusundan bununla konuşmazmış. Kızdığı zaman her yeri kırar, herkesi dövermiş. Gel zaman, git zaman; Kıllı Mahmut o diyarda oturan bir kıza sevdalanmış. Anasına gitmiş: — İlla, bu kızı bana al, demiş. Anası Kıllı Mahmut'a: — Bu kızı sana vermezler oğlum, demiş. Mahmut bu kızı kafaya koymuş. Ne yaptıysa anası vazgeçirememiş. En sonunda Mahmut'un anası bir çare düşünmüş. Mahmut'un küçük kardeşi Ahmet'i alıp kızı istemeye gitmiş. Gitmiş gitmesine de kızı vermeyeceklerinden korkup Ahmet'e istemiş. Kızın babası Ahmet'i beğenmiş, kızını vermiş. Üç gün içinde düğün tutulmuş ama hiç kimsenin kıllı Mahmut'tan haberi yokmuş. Oysa kız Ahmet'in değil, Kıllı Mahmut'un karısı olacakmış. Düğün günü gelmiş. Hazırlıklar yapılmış, davullar çalınmış. Herkes çok mutluymuş. At hazırlanmış, gelini almaya gelmişler. Kızı getirip gerdek odasına koymuşlar. Düğün bitip ahali dağılmaya başlayınca artık damadın odaya girme zamanı gelmiş. Kız, süzüle süzüle Ahmet'i beklerken kapı açılmış. Kıllı Mahmut içeri girmiş. Kız, Mahmut'u karşısında görünce bayılmış, düşmüş. Mahmut da korkudan kaçmış. Kız, evine haber duyurunca kızın babası gelmiş, kızını geri almış. Buna çok kızan Kıllı Mahmut, kızın evini basmaya karar vermiş. Ormandan kocaman bir kütük söküp kızın babasının kapısına dayanmış. Kızın evinde kim var kim yoksa hepsinin boğazını sıkıp sıkıp öldürmüş. Kızı da sırtına alıp dağa kaçırmış. Bu arada Kıllı Mahmut'un kardeşi Ahmet de kıza sevdalanmış. Almış eline tüfeği, dağa çıkmış. Ağabeyini aramaya başlamış. Her tarafa bakmış, en sonunda kızı bulmuş. Bu işe çok kızan Kıllı Mahmut, kardeşinin kaçarken yolunu kesmiş. Kardeşi, Kıllı Mahmut'u tek kurşunla yere sermiş. Sevdiği kızı alıp annesinin evine getirmiş. Kırk yıl çok güzel ömür yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...
KILLI MAHMUT
Nevşehir
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş... İki arkadaş hırsızlık yaparlarmış. Akşama kadar çalar çırpar sabaha kadar yer içerlermiş. Fakat yine de hayatlarından memnun değillermiş. Karşılarında da bir oduncu varmış. Günde iki yük odun keser satar akşam olunca da keyfine bakarmış. Hırsızlar oduncunun bu keyfini kıskanırlar ve eşeklerini çalmaya karar verirler. Baksalar ki oduncu eşeğin birisine binmiş türkü söyleyerek geliyor. Hırsızın biri hemen bir kuyunun başına varıp döğünmeye başlar: — Yandım anam, öldüm bittim... Oduncu feryatları duyunca adamın yanına gelir: — Ne oldu arkadaş niye döğünüp duruyorsun? — Çok susamıştım eğilip kuyudan su içerken cebimdeki altın dizisi kuyuya düştü. Onun için ağlıyorum. — Ben sana yardım edeyim. Beline urgan bağlayıp kuyuya indireyim, altınlarını bulunca geri çekeyim. — Ben korkarım, ne olur kuyuya sen in. Benim her şeyim bu altınlardı. Kurtar beni bu işten! Oduncu adamın haline acıyarak kuyuya iner. O, kuyuya inince öbür hırsız da ortaya çıkar ipi kesip oduncuyu kuyuda bırakırlar, eşeklerini alıp kaçarlar. Adam kuyunun içinde bağırırken, yoldan geçen bir ihtiyar sesleri duyarak, gelip bunu kurtarır. Oduncu kuyudan çıkınca baksa ki ne eşekleri var ne elbiseleri. Başlar döğünmeye: — Ben ekmek paramı bunlarla kazanıyordum. Şimdi ne yapacağım? Oduncuyu kuyudan kurtaran adam der ki: — Şu tepenin arkasında bir çadır var. Vaktiyle o çadırda Mehmet Ağa derler birisi yaşardı. Çok iyilik severdi. Geçenlerde rahmetli oldu. Fakat karısı da iyilikseverdir. Ona git, o sana yardım eder. Oduncu, Mehmet Ağa'nın çadırına yaklaşınca: — Ev sahibi diye bağırır. Mehmet Ağa'nın karısı da: — Kim o, diye cevap verince oduncu: — Ben cennetten geliyorum. Beni Mehmet Ağa gönderdi, diye cevap verince, kadın oduncuyu içeri alır. Oduncu kadının verdiği elbiseleri giydikten sonra yanına varır. — Mehmet Ağa'nın çok selamı var. Dünyada iken birisine kırk altın borcu varmış. Alacaklılar sıkıştırıp duruyor. Borcunu ödeyince gelecek, der. Kadın hemen sandıktan kırk altını çıkarıp oduncuya verir. Gelirken giymesi için de kocasına elbise verir. Altınları ve elbiseleri alan oduncu oradan uzaklaşır. Akşam olunca, kadın avdan gelen ikinci kocasına durumu anlatır. Tabii ki adam hemen kadının aldatıldığını anlar. — Keşke erken gelseydim de bir selam da ben gönderseydim, der. Karısından adamın gittiği yöne öğrenerek atına bindiği gibi oduncunun peşinden gider. Oduncu, bir yamaçta eğlenirken dört nala gelen birini görünce şüphelenir. — Bu adam olsa olsa kadının kocasıdır, diye düşünür. Az ilerdeki bir çobanın yanına varır. Gelen adamın sirkatçi olduğunu söyleyince çoban korkmaya başlar. O zaman çobana der ki: — Sen kepeneğini bana ver, şu ağaca çık. Ben o adamı hallederim. Çoban kabul ederek ağaca çıkar. Avcı kepenekli adamın yanına yaklaşarak sorar: — Hey! Çoban buradan geçen bir adam gördün mü? Oduncu ağaçtaki çobanı göstererek. — Şu ağacın başında saklanıyor, der. Avcı öfkeyle atından inip ağaca tırmanmak ister; fakat çizmeleriyle ağaca çıkamaz. O zaman oduncu çizmelerini bırakırsa daha rahat çıkacağını söyler. Avcı çizmelerini de bırakarak, ağaca çıkar. Çobanı bir güzel döğer. Bu arada çoban kılığındaki oduncu ,adamın çizmelerini giyer, atına biner ve oradan kaçar. Avcı aşağıya inince baksa ki ne atı var, ne çizmeleri. O zaman karısını aldatanın o olduğunu anlar. Adamı yakalayamayacağını anlayınca evine döner. Karısı atı ve çizmelerini göremeyince, kocasına sorar: — Atı ve çizmelerini ne yaptın? Adam karısına: — Seni aldatan beni de aldattı, diyecek değil ya: — Mehmet Ağa'nın arkadaşına yetiştim. Mehmet Ağa'ya gelirken lâzım olur diye, at ile çizmeleri de gönderdim, der.    
Oduncu
Afyonkarahisar
Ege Bölgesi
ÇEŞMEDEKİ KATIR   Evvel zamanlardan birinde, yörüğün birisi pazara yağ, yoğurt, peynir satmaya gider. Malı da çok olduğu için çok para kazanır. Kasabanın savcısı dairesinde pencereden dışarıyı seyrederken, yörüğün paralarını görür. Odacısına der ki: — Şu yörüğe bir suç isnat et. Benim yanıma getir. Yörük işini bitirince heybesini omzuna atar. Bir şeyler almak için pazarda dolaşmaya başlar. Bir ayakkabıcı dükkânının önünden geçerken, bunu takip eden odacı, yerdeki ayakkabılardan birini heybesinin arka gözüne koyar. Hemen ayakkabıcıya gider: — Şu adam senin ayakkabını çaldı. Düşerler yörüğün peşine. Adamı yakalayıp savcının karşısına dikerler: — Niye çaldın? — Ben bir şey çalmadım. — Sus yalan söyleme. Ayakkabı heybende çıktı. Bu adamlar da şahit. — Hayır, ben çalmadım. — Sus daha fazla konuşma, şeytana uydum, der — Şeytan beni görmedi, ben şeytanı. Ne kadar uğraştılarsa "Ben çaldım",dedirtemezler. Sonunda savcı: — Allah belanı versin elindeki torbayı bırak da defol git, der. Yörük çaresiz para kesesini bırakır, köyüne dönmek için oradan ayrılır. Yolda giderken karşısı­na bir adam çıkar. — Selamünaleyküm! — Aleykümselam! — Nereden geliyor, nereye gidiyorsun? — Dinar'dan geliyorum, orada süt, yoğurt sattım. Savcı bir iftira ile paralarımı elimden aldı. — Ben şeytanım, her şeyi biliyorum. Sen o paranı beş misli fazlası ile almak istiyorsan, yarın bu tepeye gel. Yörük düşüne düşüne köyüne varır. Gece yatarken şeytan ile buluşmaya karar verir. Ertesi gün kararlaştırdıkları yerde buluşurlar. Şeytan der ki: — Savcı katırı çok sever. Ben katır olayım sen benim üstüme bin, savcının dairesinin önünde dolaş. O seni görünce katırı almak ister. Sen de beş misli fiyata satarsın. Bu şekilde anlaştıktan sonra şeytan katır olur, adam da biner. Doğru savcının dairesinin önüne. Adam orada dolaşırken bunları gören savcı adamlarına katırı ve sahibini getirmelerini emreder. Katırı yakından görünce daha çok beğenir. — Bu katırı bana satar mısın? — Satarım. — Kaça satarsın? Şu para, bu para derken savcı katırı satın alır. Yörük de parasını fazlası ile alır, köyüne döner. Savcı katırı temizler, tımar eder ve çeşmeye sulamaya götürür. Katır yalaktan su içerken oluğun içine girerek kaybolur. Savcı bağırmaya başlar: — Yetişin komşular, katırım oluğa girdi, kayboldu. — Yahu Savcı bey sen delirdin mi, kocaman katır oluğa nasıl girer? Savcı durmadan döğünüyormuş: — Vallahi de gitti, billahi de gitti. Eğilip oluğa baktığında da katırın gözlerini görürmüş. Uzatmayalım. Bu savcı delirdi diye bunu tımarhaneye atarlar. Bir hafta sonra sorarlar. — Savcı bey katır nerede? — Olukta! Bu akıllanmamış. Bir hafta daha tedavi ederler. Sonra yine sorarlar: — Savcı bey katır nerede? — Vallahi de olukta, billahi de olukta. Aradan birkaç hafta geçince savcı ve hakim arkadaşları kendisini ziyarete gelirler. — Savcı bey sen de biliyorsun ki, katır oluğa sığmaz. Gel inadından vazgeç. Seni buradan kurtaralım. Aklı başına gelen Savcı anlar ki, başka türlü kurtuluş yolu yok. Katırı dağa saldığını söyler. Tımarhaneden kurtulur. Hemen çeşme başına gelir. Eğilip oluğa bakınca katırın gözlerini görür. — Katır yine olukta amma, gel de tımarheneciye anlat, der. Yaptı bir hata, buldu cezasını... Ondan sonra kötü iş yaparken hep katır aklına gelir.  
Çeşmedeki Katır
Afyonkarahisar
Ege Bölgesi
          LAK LOK           Bir padişahın yedi tane oğlu varmış, evlendirmek istiyormuş ama oğlanlara bir türlü kız, bir eş bulamıyormuş. (Bir şeyler artık neler yaşıyorlarsa tam olarak bilmiyorum ama çok güzel bir şey.) Padişaha kızların olduğu yeri söylüyorlar. Kara bir delikten aşağıya girmeleri gerekiyormuş. Sonra bir kuyuya iniyorlar, önce en büyük kardeş kuyuya iniyor ama kuyu sıcakmış.           — Beni kurtarın, diyor geri geliyor.           Sonra ikinci kardeş kuyuya iniyor. Bu sefer kuyu soğukmuş.           — Beni kurtarın, diyor geri geliyor.           Bu kuyu sıcak veya soğukmuş. Sonra yedinci kardeş:           — Kuyuya ben inerim ama ne olursa olsun beni yukarıya çekmeyin. Ben bu işi yapacağım, diyor.           Yedinci kardeş kuyuya iniyor. Sonra ordaki kızları teker teker yukarıya çıkartmaya çalışıyor. (Ordaki eşler yani eskiden zorla bir şeyler olurmuş.) Ondan sonra en sondaki kız, onu çıkartırken, diyor ki:           — Ne olur ne olmaz, saçımdan iki tel al, diyor. Her şeyle karşılaşabilirsin, diyor. Bu iki teli birbirine çat. Bir beyaz bir siyah iki tane koç gelecek. Beyaz olana binersen yukarıya çıkarsın. Ama siyah olana sakın binme. Ona binersen yerin yedi kat altına inersin, diyor.           Sonra kızı yukarıya çekiyorlar ama ipi daha salmıyorlar. [Yedinci kardeş] kalıyor orda, kuyuda kalıyor. Saçından aldığı iki teli birbirine çatıyor. İki tane koç geliyor, (kız anlatmış zaten ona). O da karanlık olduğu için yanlışlıkla siyaha biniyor. Gidiyor, yerin yedi kat altına iniyor o siyah koçla. Zaman geçiyor. Orda o ülkede de bir ejderha varmış. O köydeki insanlara su içirmezmiş. O sularda kurt olurmuş, (nasıl olursa). Onun öldürülüp ülkeyi yöneten padişahı kurtarması gerekiyor, yardım etmesi gerekiyor. Kimse cesaret edip de yardım edememiş. O genç şey yapıyor, ejderhanın bir kulağını kesiyor, öldürüyor yani. Herkes üstleniyor, biz öldürdük diye. Padişah kanıtını istiyor. Kanıtını da [kesilen kulağı] o genç veriyor en sonunda. Sonra:           — Ne istersin, diyor.           — Hiçbir şey, diyor. Ben dünyaya çıkmak istiyorum, diyor.           Sonra gidiyor, kendisini biraz dinlendirmek için. Bir kuş yuvası varmış. O kuş yuvasına yılanın çıktığını görüyor. O yavruları yılandan kurtarıyor, yılanı öldürüyor. Orda dinlenirken yavruların anası o gence saldıracakken yavrular anasına gerçeği anlatıyor. Kuş gence gölge oluyor. Sonra uyanmış uykudan. Bakıyor ki üstünde bir gölge. Diyor:           — Sana çok teşekkür ederim, diyor, yavrularımı kurtardığın için benden ne istersin, diyor.             — Dünyaya çıkmak isterim, diyor.           (Ama kocaman bir kuşmuş artık ne kuşuysa onu bilmiyorum.) Sonra suyunu alıyor, etini alıyor. Etlen su istiyor kuş.           — Lak dersem et, lok dersem su ver, diyor.           Kuş lak lak, diyor ama et yok. Onu dünyaya çıkartırken eti bitiyor.  Et yerine genç, ayak topuğundan küçük bir parça et kesiyor, kuşa veriyor. Kuş biliyor onun ayağını kestiğini. Dünyaya çıkana kadar onu ağzında tutuyor, gence iade ediyor. Sonra, diyor ki:           — Senin o kadar iyiliğine karşı ben bir et için seni öyle eksik bırakamam, diyor.           Yani herkes muradına ermiş oluyor. Yukarıya çıkardığı kız da onu beklemiş, sonra evlenmişler. Herkes muradına eriyor.
Lak Lok Masalı
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
   Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, köyün birinde güzel mi güzel, nazlı mı nazlı bir kız yaşarmış. Evde hiçbir işe karışmaz, sabah akşam süslenip püslenir, gezermiş. Annesi ve babası, kızlarının üzerine titrer; ona hiç zorluk göstermezlermiş. Kız hiçbir iş bilmemesine rağmen her şeyi bilir gibi davranır, her işi biliyormuş gibi konuşurmuş. Günlerden bir gün bu güzel kızın gönlü, köyün bir delikanlısına düşmüş. Bu delikanlı, kızı Allah’ın emri ile anne ve babasından istemiş. Kızın ailesi bu temiz ve dürüst gence kızlarını vermişler. Güzel bir düğünle, kız ve oğlan evlenmişler. Evlenmişler, evlenmesine ama bizim kız hiçbir şey bilmiyor. Düğünden sonra kızın derdi başlamış. Kendi kendine şöyle sormuş: — Şimdiye kadar herkesi yalanlarımla oyaladım, kandırdım. Peki şimdi nasıl gelin, nasıl hanım olacağım? Birkaç kere uğraşmış. Fakat bir türlü yemek yapamamış. Bunun üzerine kocasına gerçeği söylemeye karar vermiş. Güzel kız, kocasının yanına gidip şimdiye kadar hep yalan söylediğini, hiçbir iş bilmediğini söyleyip özür dilemiş. Bunun üzerine kocası karısını çok sevdiği için, onun yalanlarını affetmiş. Fakat ondan öğrenmeye gayret etmesi için söz istemiş. Kocasına büyük bir sevinçle söz veren kız, çok mutlu olmuş. Güzel karısından söz alan adam, karısını köydeki bilgili, görgülü, yaşlı bir kadının yanına ev işlerini öğrenmesi için göndermiş. Gönderirken karısına şunları söylemiş: — Git, Mercan teyze sana en güzel yemekleri öğretsin. Onu iyi dinle ki geldiğinde en az onun kadar güzel yemekler yapabilesin. Kız, Mercan teyzenin yanına gidip derdini anlatmış. Ondan yemek öğrenmek istediğini söylemiş. Mercan teyze yardım etmeyi kabul etmiş ve kıza şunları söylemiş: — Sana önce yaprak sarmasını öğreteceğim. Beni iyice dinle. Bunları söyledikten sonra, yemeği anlatmaya başlamış. — Önce içini hazırlarsın, demiş. Bizim kız, kibirli ve çok bilmişliğe alışmış ya, bu huyundan bir türlü vazgeçemiyormuş. Hemen bunu bildiğini söyleyerek lâfı yapıştırmış. Bu sözün üzerine kadın anlatmaya devam etmiş: — Yaprakları alırsın. Kız hemen atılmış. Bunu da bildiğini söylemiş. Kadın, her söylediğine biliyorum diyerek karşılık veren kıza, epey sinirlenmiş ve ona bir ders vermeye karar vermiş. Mercan teyze bunun üzerine yemeğin tarifine devam etmiş: — Yaprakları aldıktan sonra, içten birer parça koyup bunları bir güzel sararsın, demiş. Tabi ki kibirli kız, buna da “Biliyorum.” cevabını vermiş. Teyze devam etmiş: — Bu sardıklarını tencereye koyduktan sonra, üzerini tezekle kapatırsın. Bu son söylenene epeyce şaşıran genç kız, yine de kibrinden bir şey kaybetmeyerek bildiğini söylemiş. Tarif bitince kız evine dönmüş. Eve gider gitmez, yemeği ocağa koyup kocasını beklemeye başlamış. Aynı zamanda  kocasına ilk yaptığı yemeği beğendirip beğendiremeyeceğini de merak ediyormuş. Beklediği zaman olmuş, kocası işten dönmüş. Heyecanla sofrayı kurup yaptığı yemeği kocasının önüne getirmiş. Kocası tabağına bir eğilmiş ki kokudan yemeğe bile yaklaşılmıyormuş. Adam, karısına şöyle sormuş: — Bu yemeği niye böyle yaptın? Karısı şöyle cevap vermiş: — Sen beni Mercan teyzeye yolladın, o da bana yemeği böyle öğretti. Bunun üzerine sinirlenen adam, hemen Mercan teyzenin yanına gitmiş. Yanına ulaşınca Mercan teyzeye şöyle sormuş: — Mercan teyze, neden yemeği karıma yanlış öğrettin? Mercan teyze de durumu bir bir anlatmış, karısının kendini beğenmişliğini bırakmadığını söylemiş. Her şeyi anlayan adam evine dönmüş ve karısına da olanı biteni, Mercan teyzeyle neler konuştuklarını anlatmış. Karısına kibirli olmanın kimseye bir faydası olmadığını, böyle davranırsa hiçbir şey öğrenemeyeceğini söylemiş. Karısı hatasını anlamış ve bundan sonra böyle davranmayacağına söz vermiş. Böylece karı koca, ömür boyu mutlu yaşamışlar.
Kibirli Kız
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Ülkenin birinde, bir padişah varmış. Padişah ilân ettirmiş: — Filanca memlekete Kirazoğlu adında bir adam var. Parmağında da bir yüzük var. O yüzüğün dünyada eşi, menendi yok. Kim o yüzüğü alır getirirse dünyalığı benden, demiş. O ülkede yaşayan bir adam varmış. Bu adamın üç kızı varmış. Adam padişahın ilânını duymuş. Eve gelmiş, mahcup mahcup durmuş. Kızları sormuş: — Baba, niye öyle mahcup duruyorsun? — Kızım böyle böyle, padişah ilân ettirdi. Sizin üçünüz de kızsınız. Bir oğlum olsaydı belki gider, yüzüğü getirirdi. Biz de bu fakirlikten kurtulurduk. Kızları da demiş ki: — Baba, ondan kolay ne var? Biz gidip getirelim. Büyük kız atılmış: — Ben giderim, demiş. Erkek elbiselerini giymiş, atına binmiş. Evlerinin önündeki köprüden geçerken ondan önce gidip köprüye saklanan babası kızın önüne atlamış. “Peh!” demiş. Kız o korkuyla eve geri dönmüş. Büyük kız eve dönünce ortanca kız, erkek elbiselerini giyinmiş, atına binmiş. Köprüye geldiğinde babası onun da önüne atlamış. “Peh!” demiş. Ortanca kız da korkup evine dönmüş. Ablalarının ikisi de gidemeyince küçük kız, erkek elbiselerini giyip binmiş atına.  Köprüden geçerken babası onun da önüne atlamış, “Peh!” demiş. Ama küçük kız “Peh!” falan dinlememiş. Sürmüş, gitmiş. Yolda bir kervancı ile karşılaşmış. Kervancı: — Oğlum nereye gidiyorsun, diye sormuş. Kız: — Kirazoğlu’nun memleketine gidiyorum, demiş. Kervancı: — Oğlum oraya yılan, göbeğiyle; kuş, kanadıyla gidemiyor. Sen nasıl gideceksin? Kız: — Olsun, ben bu yola başımı koydum, gideceğim, demiş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Kirazoğlu’nun memleketine varmış, onu bulmuş. Kız: — Bana iş verirsen yanında çalışırım, demiş. Kirazoğlu: — Mallarıma bakarsın, demiş. İşe almış. Kız, Kirazoğlunun yanında erkek kılığında işe girince kendisini “Ali” diye tanıtmış. Kirazoğlu da anası da Ali’yi çok sevmişler. Kirazoğlu’nun anası Ali’ye bakmış, oğluna: — Oğlum, bu kız, demiş. Kirazoğlu: — Ana, bunun adı Ali, erkek. Hiç kız olur mu? Yoook oğul, yok,    Ali gözü, kız gözü,    Yaktı, yandırdı bizi,    Kolu bilezik yeri,    Parmağı yüzük yeri. Ana, oğul: — Nasıl etsek de bunu bir denesek. Kız mı, oğlan mı olduğunu anlasak, diye düşünmeye başlamışlar.  Kirazoğlu’nun anası: — Oğlum, sen süpürgeyi ver Ali’nin eline. Getirsin evde ocağın başında bağlasın. Ben de ocağa bir aşırma süt atayım. Eğer süt taştığında bakmazsa bil ki Ali, erkek. Yok, eğer taştığında kalkıp bakarsa bil ki kızdır. Kadının canı süttür, dayanamaz, demiş. Oğluyla anlaşmışlar. Ali’nin de bir köpeği varmış. Kirazoğlu ile anasının konuştuklarını dinlemiş. Gitmiş Ali’ye haber vermiş. — Aman ha, süt taşarsa hiç dönüp bakma, demiş. Anası bir kazan sütü ocağa atmış. Ali de süpürgeyi almış, ocağın başına oturmuş. Süpürgeyi bağlarken süt taşmaya başlamış. Taşmış da taşmış. Kızın süt taştıkça canı gitmiş ama korkusundan kalkıp da bakamamış. Kirazoğlu’nun anası: — Aman oğul, ne ettin? Süt taşmış, kalkıp da bakmamışsın, demiş. — Aman ana… O kadın işi. Ben erkek hâlimle ne anlarım; sütünden, sümüğünden, demiş. Kirazoğlu sütün taştığını görünce: — Bak ana, gördün mü? Ali, kız olur mu? — Yok oğul, yok,   Ali gözü, kız gözü,               Yaktı, yandırdı bizi,   Kolu bilezik yeri,   Parmağı yüzük yeri, demiş. Anası yine inanmamış. Bu sefer Kirazoğlu düşünmüş. Daha nasıl etsek de biz bunu denesek, diye aklından geçirmiş. Bir gün anasına demiş ki: — Ana, kızın yatağının altına gül sarınca güller solarmış; erkeğin yatağının altında solmazmış. Ali’nin yatağının altına gül serelim, bakalım. Solarsa kız, solmazsa erkektir. Ali’nin köpeği bunu da duymuş. Gelmiş, Ali’ye haber vermiş. Ali o gece yatağa girmemiş. Sabah Kirazoğlu ile anası gelmiş, döşeği kaldırmışlar. Bakmışlar ki güllerin hiç birisi solmamış. Hepsi canlı duruyormuş. Kirazoğlu yine anasına: — Ana hani Ali, kızdı? Hiç kız olur mu? Bak güller solmamış, demiş. Anası yine inanmamış: — Yok oğul yok,   Ali gözü, kız gözü,   Yaktı, yandırdı bizi,   Kolu bilezik yeri,   Parmağı yüzük yeri, demiş. Daha sonra aklına bir fikir gelmiş: — Oğul, demiş kadın. İkiniz birlikte hamama gidin. Orada ne olduğu belli olur. Kirazoğlu gitmiş. Kendi adına hamamı kiralamış. Hamamcıdan hamamın anahtarını almış. Beraber hamama gitmişler. Kirazoğlu, Ali’nin ağası ya hani, Ali ağasının üstünü katlamış. — Ağam, sen yıkan. Ben bunları düzelteyim, geleyim, demiş. Kirazoğlu soyunurken parmağındaki yüzüğü de çıkarmış, elbiselerinin üzerine bırakmış. Kirazoğlu içeriye yıkanmaya gidince kız yüzüğü parmağına geçirmiş. Bir name yazıp oraya bırakmış.   — Yaz geldim, yaz giderim,   Kış geldim, güz giderim,   Kirazoğlu gözün kör olsun!   Kız geldim, kız giderim, demiş. Hamamdan çıkmış, atına binmiş, Biraz uzaklaşmış. Hamamcı gelmiş, Kirazoğlu’nu hamamdan çıkarmış. Kirazoğlu nameyi okuyunca kızın peşine düşmüş. Kız evinin yolunu tutmuş. Gitmiş, gitmiş… Babasının memleketine varmış. Yüzüğü padişaha vermiş, padişah da onların dünyalıklarını vermiş. Kız padişaha yüzüğü vermiş, eve gelmiş. O arada Kirazoğlu da kızın memleketine varmış, kızın evine misafir olmuş. Kız yorgun, argın bacısının dizine başını koymuş, dinleniyormuş. — Bacı, Kirazoğlu’nun sesi kulaklarımdan gitmiyor. Sanki Kirazoğlu’nun sesi geliyor, demiş. Kafasını kaldırmış ki Kirazoğlu, ocağın başında babasıyla sohbet ediyormuş. Kız, Kirazoğlu’na her şeyi anlatmış. Yüzük için yanına gittiğini, yüzüğü alıp kaçırdığını söylemiş. Kirazoğlu: — Yüzük sana helâl olsun. Ağırlığınca babana altın vereceğim, seni bana versin, demiş. Kızı babasından istemiş. Babası kızı vermiş. Kirazoğlu da karşılığında kızın ağırlığınca altın vermiş. Kirazoğlu, kızı alıp memleketine götürmüş. Yiyip, içip muratlarına geçmişler.
Kirazoğlu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Yeryüzünde, Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemek, günah; az söylemek, sevapmış. Eski zamanlarda bir deli adam varmış. Deli: — Ben kadından korkmam, demiş. Kadın da demiş ki: — Herif, kadından korkulur. Adam: — Yok. Kadın kim ki ben ondan korkayım! Bir gün adam çifte gidince kadın tutmuş, bir kilo balık almış ve çift tarlasına varmış. Kocası öteki başa giderken çifte balıkları döke döke gitmiş. Öbür başta dönerken adam bakmış ki herkte balık var. Adam: — Karı bak hele, herkte balık var, demiş. Balıkları toplamış: — Kadın bunları akşama pişir de yiyelim, demiş. Kadın eve gelmiş. Güzelce balıkları kızartmış, yemiş. Akşam kocası gelince kadına: — Balıkları getir de yiyelim, demiş. Kadın: — Ne balığı, herif? Saçmalama herif, çifte balık olur mu? Yoksa delirdin mi, demiş. Adam: — Yok kız, var, demiş. Adam böyle deyince kadın dışarı çıkmış: — Yetişin komşular! Herif delirdi. Herkte balık olur mu? Balık tuttum diye beni dövüyor, diye bağırmış. Komşular gelmiş: — Baba, sen delirdin mi? Herkte balık olmaz, demişler. Adamı almışlar, akıl hastanesine götürmüşler. Adamı bir güzel dövmüşler. Kadın gitmiş, kocasını kurtarmış. Bu seferde pilav pişirmiş. Pilavın içine balığı sokmuş. Kocası pilavı yerken balığın kellesini görmüş. Adam hemen balığın kellesini pilavla örtmüş. Kadın: — Ne oldu herif, deyince, adam: — Valla kadın, herkte balık gördüm; adam akıllı dövdüler. Pilavda balık gördüm dersem beni öldürürler. Ben bu işten vazgeçtim, demiş. Ondan sonra karısından korkmuş.
Korkusuz Koca
Nevşehir
İç Anadolu Bölgesi
                                                               [KORKUSUZ OĞLAN] Bir varmış, bir yokmuş. Günün birinde, çok zengin bir adam varmış. Bağı, bahçesi her şeyi varmış. Bu adamın üç tane de oğlu varmış. Üç tane oğlu bağlarına, bahçelerine hizmet ederlermiş. Bir gün bunların bahçeye bir kurt dadanmış. Gelirmiş; bağına, bahçesine, ayvasına zarar verirmiş. Hiçbir şekilde bunu yakalayamazlarmış. Büyük oğlanlar korkakmış, küçük oğlan cesaretliymiş. Küçük oğlan: — Ben bu kurdu bekleyeceğim, vuracağım. Ağaçlarımıza zarar veriyor, demiş. Onlar da: — Ne yapacaksın? Kurt beklenir mi? Vurulur mu, demişler. Korkusuz oğlan bahçenin, bağın içine yatağını sermiş. Üç dört gün beklemiş. Beşinci gün kurt gelmiş. Bunu vurmuş, yaralamış. Büyük kardeşlerine: — Ben kurdu vurup yaraladım. Kardeşlerim, gelin bunun izini takip edelim, demiş. Bunun izini takip ederek bir ormanın içine doğru gitmişler. Kurt bir kuyunun içine girmiş. Kuyu çok derinmiş. Büyük kardeş demiş ki: — Ben inmem. Ortanca kardeş demiş ki: — Ben inmem. Küçük kardeş: — Ben inerim. Aşağıya inip bunu vuracağım, demiş. Ağabeyleri: — Gel, bu işten vazgeç. Bu tehlikeli işe girme, dedilerse de küçük oğlan, ağabeylerini dinlememiş. Beline ip bağlatıp kuyuya inmiş. Ağabeyleri: — Bu oğlan nasılsa oradan sağ dönmez. Bu ipi keselim, gitsin. Böylece miras da bize kalır, demişler. İpi kesmişler. Küçük oğlan aşağıda kalmış. Çok derin olan kuyuda korkusuz oğlan az durmuş, çok durmuş. Allah tarafından beslenmiş; aç, susuz kalmamış. Günün birinde, Allah’a yalvarmış. Yedi kapı açılmış. Birini açmış ki kurdun ölüsü varmış. Birini açmış, altın; birini açmış, para; birini açmış, gümüş; en son kapıyı da açmış ki sarı bir peri kızı varmış. Korkusuz oğlan, kıza âşık olmuş. Bir süre beraber kalmışlar. Aradan zaman geçmiş. Peri kızı korkusuz oğlana derdini sormuş: — Sen nerelisin, neysin? İns misin, cin misin, demiş. Oğlan: — İnsim de, cinim de. Ben derdimi anlatacak kimseyi bulamadım, bir seni buldum, demiş. Başından geçenleri anlatmış: — Benim kardeşlerim ipimi kesti, ben de kuyuda kaldım. Beni yer yüzüne, dünyaya çıkarmanın bir kolaylığını söyle, demiş. Kız: — Benim elimden öyle bir şey gelmez. Ama sana bir şey söyleyeyim. Bir Loru kuşu* var. Her sene cücüklüyor. Her sene cücüğünü yılan yiyor. Eğer sen o yılanı bekler de vurursan o Loru kuşu gelir, seni yer yüzüne çıkartır. Belki o sana yardım eder, benim elimden bir şey gelmez, demiş. Korkusuz oğlan beklemeye başlamış. Aradan aylar geçmiş, yılmadan sıkılmadan beklemiş. Loru kuşunun cücükleri çıkmış. Bir gün Loru kuşunun uçup gittiği sırada yılan gelmiş, yavruları yiyeceği zaman korkusuz oğlan yılanı vurmuş. Yılanı vurunca Loru kuşu gelmiş, oğlanın tırnağının dibine çökmüş. — Dile dileğini, demiş. Korkusuz oğlan: — Beni dünya yüzüne çıkartman, tek dileğimdir. Daha başka hiçbir dileğim yoktur, demiş. — O zaman git; kırk kilo et al, kırk kilo su al, demiş. Korkusuz oğlan gitmiş. Nereden aldıysa kırk kilo et almış, kırk kilo su almış. Loru kuşunun yanına gelmiş, üzerine binmiş: — Bana “kah” deyince et ver, “kıh” deyince su ver. Ben seni dünya yüzüne çıkarırım, demiş. O da: — Tamam, demiş. Korkusuz oğlan, Loru kuşu “kah” dedikçe et vermiş, “kıh” dedikçe su vermiş. Loru kuşu bu oğlanı dünya yüzüne çıkarmış. — Hadi, sen bir yana; ben bir yana. Yolumuz ayrıldı, demiş. Yemiş, içmiş; muradına göçmüş.   *loru kuşu: Lori kuşu, (Latincesi: Loriinae), Papağangiller ailesinden bir kuştur.  Avustralya ve çevresindeki adalarda yaşayan, canlı renkli tüyleri olan kısa gagalı kuştur.  Bunlarla ve Küçük böcekler yiyerek beslenirler.
Korkusuz Oğlan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir zamanlar köyün birinde, kıt kanaat geçinen bir çoban varmış. Bu çoban köylünün hayvanlarını otlatır, hayvanlara mukayyet olurmuş. Bir gün hayvanları otlatırken havadaki kuşların bir yere inip inip kalktığını görmüş. Merak edip kuşların indiği yere gitmiş. Orada kör, yaşlı bir kurdun yattığını görmüş. Kurda bu hâlini sormuş. Masal bu ya, kurt dile gelmiş: — Benim gözlerim görmediği için çıkıp avlanamaz hâle geldim. Onun için bu kuşlar gelip benim her gün yemeğimi veriyorlar, demiş. Bunu duyan yaşlı çoban: — Bir kurdu bile unutmayıp onun rızkını yollayan Allah, benim ve çocuklarımın rızkını da verir, demiş ve çalışmayı bırakmış. Karısı: — Herif etme, eyleme, çoluk çocuk ne yaparız? Neden böyle yapıyorsun, demiş. Çobanı kararından vazgeçirememiş. Kocasından hayır gelmeyeceğini anlayan kadın, köylünün yardımıyla küçük bir bostan yapmış. Bostanı bellerken beline* bir şey takılmış. Heyecanla orayı tamamen kazmış ve bir küp bulmuş. Küpü açmış ki içi, çil çil altın doluymuş. Çok sevinmiş. Ama altınlar o kadar ağırmış ki gücü yetmediği için eve götürememiş. Küpün üstünü örtüp hemen eve koşmuş. Olanları kocasına anlatmış. — Gel, gidip küpü eve getirelim, demiş. Ama kocası bunu da kabul etmemiş. Yine adam: — Bir kör kurdu rızıksız bırakmayan Allah, elbet bizim de rızkımızı verir, demiş. Kadın çaresizlik içinde köyün muhtarına gitmiş. Başından geçenleri anlatıp yardım istemiş. Muhtar: — Tamam ama yarın gidelim, demiş. Muhtar gece kadından habersiz gidip küpü almış. Küpün içine bakmış ki altın yerine bir sürü yılan, çıyan var. Muhtar: — Bu kadın bana tuzak kurmuş. Dur, ben bu tuzağı onun başına çevireyim, demiş. Küpü alıp kadının evinin yolunu tutmuş. Eski evlerde ışık olsun diye orta baca olurmuş. Muhtar küpü orta bacadan eve boşaltmış. Ama yılanlar, çıyanlar altın olup eve dökülmüş. Çoban, karısına: — Kör kurdun nasibini gönderen, bizim de nasibimizi gönderir, diyordum. Bak, gönderdi, demiş. Çoban ailesiyle birlikte mutlu bir şekilde yaşamış. *bel: Toprağı aktarmaya veya işlemeye yarayan, uzun saplı, ayakla basılacak yeri tahta, ucu sivri kürek veya çatal biçiminde bir tarım aracı.
Kör Kurt
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, zamanın birinde bir padişah varmış. Padişah bir gün vaiz hocasını huzuruna çağırmış. Padişah ona hitaben:   — Hoca, ilimden bilmediğin var mı, demiş. Hoca: — İlimden bilmediğim yok, demiş. Padişah: — Hepsini bilir misin, demiş. Hoca: — Bilirim, demiş. Padişah: — Seni hocalıktan kovuyorum. Sen nasıl ilimin hepsini bilebilirsin, deyip hocanın görevine son vermiş. Padişah, daha sonra vezirlerine: — Sizden üç tane adam istiyorum. Çabuk çarşıya çıkıp kafası sarıklı ve hoca olan; saçı beyaz, sakalı siyah birini; saçı sakalı olmayan bir köseyi bulup bana getirin, demiş. Vezirler çarşıya padişahın istediği adamları bulmak için çıkmışlar. Çarşıda ilk önce başı sarıklı birine rastlamışlar. Vezirler , adama: — Baba, sen hoca mısın, demişler. Adam: — Hocayım, demiş. Vezirler: — Gel bakayım, seni padişah istiyor, deyip hocayı saraya getirirmişler. Padişah, hocayı bir odaya yerleştirmiş. Vezirler daha sonra diğer adamları bulmak için çarşıya gitmişler. Bu sefer de saçı beyaz, sakalı siyah adamı bulup hocanın yanına getirip koymuşlar. Son olarak da köse birini bulmak için çarşıya çıkmışlar. Çarşıyı gezerken Köse’ye rastlamışlar. Bakarlar ki adamın saçı sakalı yoktur. Cırcıbış* bir adam, hemen alıp saraya getirmişler. Köse’yi de hocanın yanına koymuşlar. Köse içeri girince hoca ile sakalı siyah, saçı beyaz adamı görmüş. Köse, hocaya: — Sen burada ne arıyorsun hoca, demiş. Hoca: — Vallahi, bilmiyorum. Padişah istemiş, ben de geldim, demiş. Köse: — Padişah hocasını kovdu. Hocasına, “Hoca ilimden bilmediğin var mı?” demiş. O da, “İlmin hepsini de biliyorum. ” demiş. Padişah da, “İlmin hepsi bilinir mi?”, diye hocayı kovmuş. Bak, padişah seni çağıracak ve “İlimden bilmediğin var mı?” diyecek. Sen de, “Padişahım ilim dediğin bir deryadır. İlmin arkasına yetişilmez. Ben, bildiğimin âlimiyim, bilmediğimin talibiyim. Bildiğimi söylerim, bilmediğimi bellerim” diyeceksin, demiş. Hocayı bir müddet sonra askerler padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişah, Hoca’ya: — Hoca, gel bakalım. Senin ilimden bilmediğin var mı, demiş. Hoca: — Çok padişahım. İlimin arkasına hiç yetişilir mi? İlim dediğin bir deryadır. Bu yüzden ilmin hepsini bilmek mümkün değil. Ben bildiğimin âlimiyim, bilmediğimin talibiyim. Bildiğimi söyler, bilmediğimi bellerim, diyerek Köse’nin dediklerini aynen padişaha aktarmış. Padişah: — Aferin hoca, seni vaiz hocam yapıyorum, demiş. Köse bu sefer de saçı beyaz, sakalı siyah adama: — Senin ne işin var burada saçı beyaz, sakalı siyah, demiş. Saçı beyaz, sakalı siyah: — Ben ne olduğunu bilmiyorum. Çarşıda gezerken beni aldılar, buraya geldiler, demiş. Köse: — Padişah sana diyecek ki, “Saçı beyaz, sakalı siyah, senin neden saçın beyaz da sakalın siyah?” Sen de, “Padişahım, benim saçım sakalımdan on beş yaş büyük. Ben dünyaya gelince saçım vardı. Sakalım on beş sene sonra oldu. Onun için saçım beyaz, sakalım siyah” diyeceksin, demiş. Askerler bir müddet sonra saçı beyaz, sakalı siyahı alıp padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişah, adama: — Senin neden saçın beyaz, sakalın siyah, demiş. Adam: — Padişahım, saçım sakalımdan on beş yaş büyük. Ben dünyaya gelince saçım vardı. Sakalım on beş sene sonra dünyaya geldi. Bu yüzden saçım beyaz, sakalım siyah, demiş. Padişah: — Seni vezirim yapıyorum. Bundan sonra bu sarayda yaşayacaksın, demiş. Padişah daha sonra Köse’nin getirilmesini emretmiş. Köse gelince, Padişah: — Köse, gel bakalım. Sen neden köse kaldın, demiş. Köse: — Padişahım, benim anam ile babamın çocuğu olmuyormuş. Anam bir gün, “Ya Rabb’im, bana bir kız çocuğu ver de hizmetimi yapsın” diye dua etmiş. Aynı gün babam da “Ya Rabb’im, bana bir oğlan çocuğu ver” diye dua etmiş. İkisinin de duası kabul olmuş. Ben de o gün ana rahmine düşmüşüm. Dokuz ay sonra ben dünyaya gelmişim. Anamın duası kabul olduğu için saçım, sakalım olmamış. Babamın duası anamın duasından üstün geldiği için erkek olmuşum, demiş. Padişah: — Seni birinci vezirim yapıyorum, demiş ve Köse’yi vezirliğe almış. Köse, çok akıllı ve uyanık olduğu için ülkesine çok yardımı olmuş. Vezirliği döneminde civar ülkelerde “Köse Vezir” diye nam salmış. *cırcıbış: Tüysüz.
Köse
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir at, bir koyun, bir de keçi otluyorlarmış. Bunların üçüne kurt, çoban durmuş. Çoban durduktan sonra bir gün otlamışlar, beş gün otlamışlar. Kurt bir gün acıkmış. Acıkınca keçiye demiş ki: — Keçi, ben seni yiyeceğim, demiş. Keçi de: — Ye, ama önce ben bir oynayayım da ondan sonra, demiş. Oradan keçi kaçıp gitmiş. Kurt beklemiş, beklemiş; keçi gelmemiş. Kurt bir gün otlamış, iki gün otlamış yine acıkmış. Koyuna demiş ki: — Ben seni yiyeceğim.Koyun da: — Ye, ama önce ben bir şuradan yokuş aşağı koşup gideyim, sonra da sen beni ye, demiş. Koyun kuyruğunu bir şu yana, bir bu yana sallamış. Koyun kaçıp gitmiş. Geriye at ile kurt kalmış. Kurt, ata demiş ki: — Ben seni yiyeceğim. At da demiş ki: — Ye, ama önce benim ayağımın altında berat var, onu oku. Sonra sen de beni ye, demiş. At ayağını kaldırmış, kurt da ayağının altına bakayım derken atın tekmesini yemiş.  Kurt orada ölmüş. Yiyip, içip yer dibine geçmişler.
Kurdun Çobanlığı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Az söylemesi, sevap; çok söylemesi, günahmış. Vaktin birinde, bir baba ve onun üç tane kızı varmış. Bir de o civarda Kusmukçu adında biri varmış. Bu Kusmukçu ne bulsa yiyen, pis bir adammış. Kusmukçu bir gün gelip bu adamın büyük kızını istemiş. Adam vermek istemeyince “Seni şuracıkta yerim.” diye tehdit etmiş. Kızı alıp zorla evine götürmüş. Yere kusup bu kusmuğu kızın yemesini istemiş. Kız yemeyince onu göğsünden asıp öldürmüş. Kusmukçu ertesi gün de ortanca kızı istemeye gitmiş. Adamı yine tehdit edip kızı evine götürmüş. Ortanca kızdan da kusmuğu yemesini istemiş. Kızın yemediğini görünce onu da ablası gibi göğüslerinden asarak öldürmüş. Üçüncü gün de küçük kızı almaya gidiyor. Babası, küçük kızı vermeyi kesinlikle reddetmiş. Kusmukçu adamı oracıkta öldürüp midesine indirmiş. Kızı da saçlarından sürükleyerek evine götürmüş. Kıza kusmuğu yemesini emretmiş. Kız yerdeki kusmuğu başındaki tülbendine sarıp göğsüne koymuş. Adam kusmuğu yerde görmeyince kızın yediğini sanıp onu kendine karı yapmış. Akşam olup da yatağa girince kız, adamın başında kırk saç ve bu kırk saça takılmış kırk anahtar olduğunu görmüş. Adam uyuyunca bu kırk anahtarı saçlarından almış. En büyük anahtarla büyük bir odaya girmiş. Bu odanın her köşesinde on kapı olmak üzere toplam kırk kapı varmış. Anahtarla kapıları açmaya başlamış. Kapılar açılınca göğüslerinden asılmış kadınlar görmüş. Bunların içinde ablalarını da tanımış. Odaların bazılarında da bir deri bir kemik kalmış esirler bulmuş. Hemen bu esirleri serbest bırakmış. Sabaha karşı tekrar odaları kilitleyip kırk anahtarı adamın saçlarına takmış. Kusmukçu sabah kalkınca esirleri yerinde bulamamış. Kıza sormuş, kız kimseyi görmediğini söylemiş. Aradan bir saat geçmiş, kapı çalınmış. Kusmukçu dilenci kılığına girmiş, küçük kızdan bir ekmek istemiş. Kız ekmeği vermiş. Dilenci, “Niçin bu adamla evlendin? Bu adam pis herifin biridir. Evde esirleri olduğu söylenir.” diye kızın ağzından laf almaya çalışmış. Kız da dilenci sandığı kocasına dün gece olanları anlatmış. Dilenci, kızın anlattıklarını dinledikten sonra çekip gitmiş. Hemen ardından Kusmukçu içeri gelmiş. — Az önceki dilenci bendim, demiş. Kızı alıp ormana götürmüş. Orada bir ağaca bağlayıp üzerine gaz dökmüş. Bakmış ki cebinde kibrit yokmuş. Atına atlayıp eve kibrit almaya gitmiş. Yoldan geçen kervancılar bu kızı görüp olanları dinledikten sonra kızı katıra bindirip “Hiç arkana bakma!” diyerek oradan uzaklaştırmışlar. Adam gelip kızı bulamayınca deliye dönmüş. Kervancılar, “Biz kızı görmedik.” diye yalan söylemişler.  Ay dönmüş, gün dönmüş. Bu kız başka biriyle evlenmiş, Kusmukçu da kızın izini bulmuş. Kız her gece evdekiler uyuduktan sonra elişi yaparmış. Bir gece Kusmukçu kızın evine gelmiş. Uyuyan herkesin uykusunu toplayıp kaba koymuş, kızı zorla götürmek istemiş. O arada adam merdivenden düşmüş. Merdivenden düşünce uyku kabı yere yuvarlanmış ve herkes uyanmış. Kızın kocası, Kusmukçu’yu öldürmüş. Her bir parçasını bir dağ başına bırakıp kurda, kuşa yem etmiş. Bundan sonra rahat bir nefes alıp ömür boyu mutlu bir şekilde yaşamışlar.  
KUSMUKÇU
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Eskiden, köyün birinde zengin bir adam varmış. Bu adamın oğlu da şımarık ve savurganmış. Adam bir gün hastalanıp ölmüş. Bütün mirası tek oğluna kalmış. Oğlan, şımarık ve savurgan büyüdüğü için babasının bütün mirasını yediği gibi köylüye de borçlanmış. Köylüler oğlandan sürekli paralarını istiyorlarmış. Oğlan da borçlarını ödemek istiyormuş. Fakat elinden bir şey gelmiyormuş. Bir gün borçlularının sıkıştırmasına dayanamamış ve köyünü gizlice terk etmiş. Oğlan az gitmiş, uz gitmiş; günlerce yol gitmiş. Sonunda yardımlaşmanın fazla olduğu bir köye gelmiş. Köyde doğruca muhtarın yanına giderek: — Ben çok fakir bir insanım. Bana bu köyde bir ev, bir de arsa verin. Ben de yaşamıma burada devam edeyim, diye yalvarmış. Muhtar, oğlanın yalvarmalarına daha fazla dayanamamış. Oğlanın durumunu köylüye de anlatmış. Sonunda oğlana istediklerini vermişler. Oğlan köylüden aldığı eve yerleşip tarlayı da ekmiş. Geçmiş yaşantısına da tövbe etmiş. Hasat zamanı oğlan tarlayı biçip ürününü almış. O sene yaz çok bereketli geçmiş. Köyde herkes tarlalardan çıkan ürüne çok seviniyormuş. Oğlan tarladan çıkan ürünü satıp evlenmiş. Ertesi sene bir çocuğu olmuş. Tarlalarda da eskisi gibi verim kalmamış. Oğlanın borçluları bir gün çıkagelmişler. Adamdan alacaklarını istemişler. Adam köylülere geçmişini anlatıp para istemiş. Köylüler de tarlalarda verim olmadığı ve ellerinde fazla para olmadığı için yardım edememişler. Adam kara kara düşünerek köyün dışına çıkmış. Köyde karısı ve çocuğu olduğu için de köyü terk edemiyormuş. Köyün dışında bir kayanın yanına, başını iki elinin arasına alarak oturmuş. Birkaç saat oturduktan sonra bazı çıtırtı sesleri duymuş. Adam irkilerek sağına, soluna bakmış. Etrafa bakarken bir taşın altından bir yılanın çıktığını görmüş. Yılan adama: — Derdin nedir, insanoğlu, demiş. Adam yılanın konuşmasına şaşırmasına rağmen derdini anlatmış. Yılan, adamı dinledikten sonra adama: — Ben, seni bu dertten kurtaracağım. Sen her gün buraya gelirsen sana bir altın veririm, demiş. Sonra da adama kafası ile bir altın uzatmış. Altını alan adam büyük bir sevinçle köye gelip altını borçlularından birine vermiş. Bir gün, beş gün derken adam bütün borçlarını ödemiş. Alacaklılar köyü terk etmişler. Yılan, adamın bütün borçlarını ödemesine rağmen altın vermeye devam etmiş. Aradan yirmi yıl geçmiş. Adam köyün ve civar köylerin en zengini olmuş. Zengin olunca da iyice cimrileşmiş. Artık köylüye de yardım etmez olmuş. Adamın oğlu da büyüyüp iyi bir delikanlı olmuş. Delikanlı, babasının nasıl zengin olduğunu çok merak ediyormuş. Babasının, bu kadar altını nereden aldığını öğrenmek için takibe karar vermiş. Artık babasını gözetliyormuş. Adam yılandan yine altın almaya gitmiş. Adam altını alıp eve gelmiş. Bütün olanları oğlan görmüş. Ertesi gün yılandan altını almak için babasından önce gitmeye karar vermiş. Ertesi gün olunca babasından önce yılanın yanına gitmiş. Oğlan, yılana: — Bugün babam hasta olduğu için gelemedi. Sen bugünkü altını bana vereceksin, demiş.  Oğlan, aklından yılanın deliğinde çok altın olduğunu ve yılanı öldürüp hepsini almayı geçiriyormuş. Yılan kafası ile altını oğlanın önüne koyup yuvasına dönerken, oğlan arkasına sakladığı sopayı çıkarıp yılana atmış. Sopa yılanın kuyruğuna isabet edince kuyruk kopmuş. Yılan kuyruk acısıyla oğlanı zehirleyip öldürmüş. Aradan iki, üç saat geçtikten sonra oğlanın babası gelmiş. Adam oğlunun ölüsünü görünce şaşırarak, yılana: — Burada ne oldu, demiş. Yılan, olanları aynen anlatmış. Adam da ağlayarak yılanı dinlemiş. Yılanın sözleri bitince adam: — Olanları unutalım. Gel, eskisi gibi dostluğumuz devam ettirelim, demiş. Yılan: — Sen, köylüye ve bana yaptığın nankörlüğün cezasının çekeceksin. Ben de bu kuyruk acısı, sende de evlat acısı oldukça bir daha dost olmamız mümkün değil, diyerek gözden kaybolmuş. Adam da hem evlât hem de dost kaybetme acısıyla evine dönmüş. Bu acıya fazla dayanamayan adam ölmüş.
Kuyruk Acısı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, köyün birinde bir anne ile üç oğlu birlikte yaşarmış. Bu oğlanlar, köyün muhtarıyla bir türlü geçinemiyorlarmış. Sürekli kavga ediyorlarmış. Babaları yeni ölmüş, anneleri de hamileymiş. Başlarında babaları olmadığı için, kimse haklarını savunmalarına yardım etmiyormuş. Günün birinde, bu kavgalar iyice büyüyünce oğlanlar, annelerine: — Biz gidip karşı dağlarda kendimize ev yapacağız, orada yaşayacağız, demişler. Anne, oğullarının bu isteğini anlıyormuş. Fakat hamile olduğu için, onlarla birlikte gidemeyeceğini söylemiş. Oğulları bu duruma çok üzülmüşler ama kabul etmek zorunda kalmışlar. Gitmeden önce annelerine: — Eğer kız kardeşimiz olursa çatıya al bayrak as, erkek kardeşimiz olursa çatıya kara bayrak as. Biz o zaman anlarız, demişler ve yola düşmüşler. Günler, haftalar, hatta aylar geçmiş. Bu oğlanlar, kendilerine güzel bir ev yapmışlar ve anneleri de bu sırada doğum yapmış. Kadının bir kız çocuğu olmuş. Hemen çatıya bir al bayrak dikmiş ve oğullarına bir kız kardeşleri olduğu müjdesini vermiş. Bayrağı görüp, kız kardeşleri olduğunu anlayan oğlanlar çok sevinmişler ama kendilerine düşman olan köy halkı yüzünden, gidip kardeşlerini görememişler. Aradan uzun zaman geçmiş. Kız büyümüş, serpilmiş. Genç yaşa gelmiş. Annesiyle birlikte yaşıyor, kendisini tek sanıyormuş. Yani ağabeylerinin olduğundan habersizmiş. Günün birinde, köye bir satıcı gelmiş. Kız satılanlardan bir şeyler beğenmiş fakat alamamış. Annesine gidip: — Anne; herkesin ağabeyleri, babaları onlara neler alıyor. Benim de ağabeyim olsaydı, bana şimdi istediklerimi alırdı, demiş. Annesi bu duruma çok üzülmüş ve dayanamayıp şöyle söylemiş: — Kızım, ellerin ağabeylerinden daha üstün üç tane ağabeyin var ama kavgalı oldukları için, bu köye gelemiyorlar. Kadın, kızını da oğulları gibi kaybetmemek için, şimdiye kadar gerçeği söylememiş. Fakat korktuğu başına gelmiş ve kız ağabeylerinin yanına gitmeye karar vermiş. Annesi üzülmüş üzülmesine ama karşı da gelememiş. Güzel bir börek yapıp kızının bohçasına koymuş ve ağabeylerinin yerini söyleyip kızı göndermiş. Kız az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sonunda ağabeylerinin evine varmış. Fakat kapıyı çalmasına rağmen, evde kimse olmadığı için kapı açılmamış. Kız: — Açıl kapı, açıl, deyip kapıyı itelemiş ve açıp içeri girmiş. Ağabeyleri bu sırada ormanda avlanmaya çıkmışlar. Kız evde dolaşırken, ağabeylerinin önceden vurduğu kuşları bulup bunları güzelce temizlemiş. Yemeği pişirmiş ve sofrayı hazırlamış. Sonra da kendisi saklanmış. Ağabeyleri eve gelip yemekleri görünce çok şaşırmışlar. Yemekleri yemeye bir türlü cesaret edememişler. En sonunda, önce evdeki kediye yedirmeye karar vermişler. Eğer kediye bir şey olmazsa onlar da yemekten yiyebileceklermiş. Kedi yemeği yemiş ve oğlanlar kediye hiçbir şey olmadığını görünce, yemeği bir güzel yemişler. Bu olay aynı şekilde bir, iki gün daha sürmüş. Kardeşlerden bir tanesi demiş ki: — Bu böyle olmayacak. En iyisi ben saklanıp nöbet tutayım. Bu yemekleri yapan kimse, bulayım. Bunları söyleyen oğlan, saklandığı yerde uyuyup kalmış ve yemeği yapanı yine yakalayamamışlar. Ertesi gün küçük kardeş, elini kesmiş ve kardeşlerine: — Ben bu acıyla zaten uyuyamam, bari nöbeti bu sefer de ben tutayım, demiş. Gerçekten de gece, elinin acısından gözüne uyku girmemiş ve kızı yemek yaparken görmüş. Hemen gidip, kolundan tutup yakalamış ve kardeşlerini çağırmış. Kıza kim olduğunu sormuşlar. Kız nereden geldiğini, onları nasıl bulduğunu, her şeyi anlatmış. Onlar da kardeşlerine kavuşmanın sevinciyle sarılmışlar, hasret gidermişler. Kız kardeşlerine hep yanlarında kalmasını, yemeklerini yapmasını ve onlarla birlikte yaşamasını söylemişler. Kız, ağabeylerinin bu isteğini sevinçle kabul edip onlarla kalmaya başlamış. Günlerden bir gün, kız yine mutfakta ağabeylerine yemek yapıyormuş. Ocağı yakıp yemeği koymuş ve ağabeylerini beklemeye başlamış. Bu arada boş durmuyor, ağabeylerinin kendisine aldığı incilerden kolye yapıyormuş. Mutfakta, kurutmak için tavana astıkları meyve ve sebzeler varmış. Tavandan her gün bir üzüm tanesi yere düşer, bunu da evin kedisi yermiş. İncileri ipe dizen kız, yukarıdan düşen üzümü fark edip yere eğilmiş ve aldığı üzüm tanesini ağzına atmış. Bunu gören kedi, kıza çok sinirlenmiş ve yemeği koyduğu ocağın ateşini söndürmüş. Kızın önünden çaldığı incilerden birini de götürüp, ocaktaki küle gömmüş. Uzaktan ocağı seyreden kız, incinin parlamasını, ateşin parlaması zannedip ocağın söndüğünü anlamamış. Kız yemeği kontrol etmek için kalkıp ocağın başına gitmiş. Bir de ne görsün? Yemek koyduğu gibi duruyor. Akşam ağabeylerinin eve gelince aç kalacaklarını düşünen kız, birden telaşlanmış. Dışarıya çıkıp ateş aramaya koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş. Bir tepenin arkasında devlerin karılarını görmüş. Kadınlar bulgur kaynatıyorlarmış. Kız hemen bir kayanın arkasına saklanıp izlemeye başlamış. Kadınlar bulgur kaynatırken, kocaları da uyuyormuş. Kadınlar, bu kızı fark etmişler fakat kocalarına belli etmemeye çalışmışlar. Erkek devlerden bir tanesi uyanıp: — Hanım, burada insanoğlu kokuyor, demiş. Kadın kocasına: — Sus, yat da işimizi görelim. Ne insanoğlu kokması, diyerek geçiştirmiş. Kadınlar, kocaları uyanmadan kızı yanlarına çağırmış, eteğine biraz hedik doldurup, devlerin onu görüp, yiyebileceğini söyleyip kaçmasını istemişler. Hediği alan kız, korkusundan düşe kalka koşmaya başlamış. Kız yere düşünce eli yaralanmış ve kanamaya başlamış. Devlerden bir tanesi uyanmış ve bu kanın kokusunu takip ederek, kızın yaşadığı eve ulaşmış. O zamana kadar kız, çoktan eve varmış. Dev gelip evin kapısını çalmış. Kızın açmayacağını anlayınca, onu kandırmaya karar vermiş. Kıza şöyle söylemiş: — Ağabeylerin sana yüzük gönderdi, uzat parmağını da takayım, demiş. Dev, elini uzatan kızın kanayan yarasından akan kanı emmeye başlamış. Kızın kanı azalınca, kız düşüp bayılmış ve dev de evden uzaklaşmış. Akşam ağabeyleri eve geldiklerinde, kız kardeşlerini baygın bulmuşlar. Çok korkup telaşlanmış ve hemen kızı uyandırmışlar. Kız uyanınca bütün olanları anlatmış. Ağabeyleri kardeşlerine çok kızmışlar: — Biz sana dışarıya çıkmayacaksın demiştik, diyerek çıkışmışlar.  Daha sonra aralarında konuşup bu devin alıştığını, yarın yine geleceğini düşünmüşler. Bunun üzerine avlanmaya gitmemeye, saklanıp devi beklemeye karar vermişler. Ertesi gün, bekledikleri gibi dev evin önüne gelmiş. Kıza ağabeylerinin ona yüzük gönderdiğini ve elini uzatmasını söylemiş. Bunun üzerine kız: — İşim var. Şimdi kapıyı açamam ama orta kapı açık. Sen o tarafa gel, demiş. Kızın sözleri üzerine dev, orta kapıdan içeriye girmiş. Orada saklanan oğlan, devin kafasına büyük bir taşla vurmuş. Dev, yere düşmüş ve kafasının yarılan yerinden kırk tane anahtar dökülmüş. Bu anahtarlar kırk hanın kapısını açıyorlarmış. Anahtarları alan üç oğlan az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sonunda bu hanları bulmuşlar. Anahtarlarla bu hanların kapısını açmışlar. Her kapıdan çeşit çeşit zenginlik, para, altınlar, mücevherler çıkmış. Yalnızca kapılardan bir tanesinden, üç tane güzeller güzeli kız çıkmış. Oğlanlar bu kızlarla evlenmişler, fakat bir şart sunmuşlar: — Bizim kardeşimiz çok kıymetlidir. Ona gülden ağır laf söylemeyeceksiniz. O ne isterse yapacak, rahat ettireceksiniz. Kızlar bu şartı kabul etmişler, fakat zaman geçtikçe kıskançlık baş göstermiş. Kendi aralarında onun hep oturduğunu, kendilerinin çalıştığını fısıldaşıp durmuşlar. En sonunda kızı öldürmeye karar vermişler. Testinin içine yılan yavrusu koymuşlar. Sonra da susadığında testiden su içmesi için maşrapayı saklamışlar. Kız susayıp maşrapayı bulamayınca, mecburen testiden su içmiş. Suyu içince de yılan yavrusu kızın midesine inmiş. Fakat kız bunun farkına varamamış. Zaman geçtikçe yılan kızın karnında büyümüş, yılan büyüdükçe kızın karnı da büyümüş. Bunun üzerine gelinler hemen kocalarını doldurmaya başlamışlar: — Hani, sizin kardeşiniz kıymetliydi! Bakın, sizden habersiz hamile kalmış. Karnı gün geçtikçe büyüyor, demişler. Gelinlerden bu lafları duyan kardeşlerden ortancası; kardeşlerini öldüremeyeceklerini, en iyisinin onu alıp bir ormanda bırakmak olduğunu söylemiş. Diğerlerinin de kabul etmesinin üzerine kız kardeşinin yanına gidip: — Gel kardeşim, seninle dağa oduna gidelim, demiş ve kızı alıp götürmüş. Ormana vardıktan sonra, odun kesmek bahanesiyle kardeşinin yanından uzaklaşmaya karar vermiş. Kızı bir taşın üzerine oturtarak, beklemesini ve gelip onu buradan alacağını söylemiş. Akşam oluncaya kadar bekleyen kız, ağabeyi gelmeyince niyetlerini anlamış. Ormanda oturduğu taşın üzerinde uyuyup kalmış. Sabah olduğunda, olduğu yere bir koyun sürüsünün yaklaştığını görmüş. Gelen çobana olanı biteni anlatmış. Çoban onun derdine çare bulabileceğini söyleyerek, kızı alıp bir göl kenarına götürmüş. Kızın suyun kenarına yatmasını istemiş. Kız yatıp beklemeye başlamış. Göldeki kurbağalar öttükçe, kızın karnında bir hareketlenme oluyormuş. Kurbağaların sesi devam etmiş ve böylece kızın karnındaki yılan dışarıya çıkmış. Bu duruma çok sevinen kız, çobana defalarca teşekkür etmiş. Kız, ağabeyine beddua etmiş: — Sen bana bu iyiliği yaptın, öz ağabeylerim beni terk ettiler. Ağabeyim bana bunu yaptı ya, eve varır varmaz ayağına yılan kemiği batsın. Derdine derman ben olayım, demiş. Çobanla kız, birlikte ormandan ayrılıp çobanın köyüne gitmişler. Kız kendisine bu kadar iyilik yapan çobanı çok sevmiş. Çobanın da istemesi üzerine evlenmişler. Yıllar birbirini kovalamış, bir gün köye bir gezgin gelmiş. Topallayan bu adamı, kız hemen tanımış. Ağabeyi olduğunu anladığı bu adamın yanına gitmiş. Adama şöyle sormuş: — Kardeş, ayağına ne oldu? Neden topallıyorsun? Bunun üzerine adam: — Ayağıma diken battı. O gün bu gündür böyle topallarım, diye cevap vermiş. Kadın: — Getir bir bakayım. Belki çaresini bulurum, demiş. Adam şöyle söylemiş: — Ne hekimlere gösterdim. Onlar çare bulamadılar da sen mi bulacaksın? Kadın: — Hele bir bakayım, belki de bulurum, diye cevap vermiş. Kadın eğilip adamın ayağındaki dikeni, eliyle koymuş gibi bulup çıkarmış. Buna çok şaşıran adam, kadına nasıl yaptığını sormuş. Kadın, yıllar önce ağabeysine onu ormanda bırakıp gittiğinde beddua ettiğini, derdine tek dermanın kendisi olmayı dilediğini söylemiş. Bunları dinleyen adam, kardeşini bulmanın sevinciyle ona sarılmış, özür dilemiş. İkisi de mutluluk göz yaşlarıyla ağlamışlar.
Küçük Kız ve Ağabeyleri
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde, bir Celali Pehlivan varmış. Çok meşhur bir pehlivanmış. Avcılığa çok meraklıymış. Bir gün ava gidecekmiş. O zaman hanımı da hastaymış. Celali Pehlivan, hanımına: — Hanım, çok hastaysan ava gitmeyeyim, yanında durayım, demiş. — Yok, çok hasta değilim. Git hevesini al. Gez de gel, demiş. Pehlivanın hanımı hasta diye sağdan soldan hanımlar yanına toplanmışlar. Bakmışlar ki kadın çok perişan. Pehlivan: — Öyle bir yere gideceğim ki mezar olmasın. Ölümsüz bir yere gideceğim, demiş. Pehlivan, hanımını da alıp o memlekete gitmiş. Bakmış ki hiç mezar yok. Pehlivan: — Burada duralım, demiş. Meğer o köy halkı hasta olan insanları, nasıl hayvanlar hasta olduklarında kesiyorlarsa kesiyorlarmış. Murdar olmasın diye de etlerini yiyorlarmış. Pehlivan içi rahat olarak ava gitmiş. Köy kadınları: — Pehlivan evde yok. Adama zahmet olmasın, biz keselim karısını, demişler. Kadını kesmişler, kazana doldurmuşlar. Kaynatırken pehlivan avdan gelmiş. Pehlivan: — Ne bu, diye sormuş kadınlara. — Ya, hiç sorma. Geldik ki hanımın çok perişan. Biz de murdar olmasın diye kestik. Etini pişiriyoruz ki yiyesin, demişler. Pehlivan: — Allah, Allah! Bunu da mı görecektim? Onu kaldırıp götürün, ben yemem, demiş. Oranın halkından hiç kimse, “Karın öldü.” diye baş sağlığına gelmemiş. Celali Pehlivan'ın Mehmet adında bir oğlu varmış. Pehlivan, oğluna: — Oğlum, ben bu memlekette daha durmam, demiş. O köyden kalkıp yola koyulmuşlar. Atlarla bir gün, iki gün gittikten sonra bir yere çadır kurmuşlar. Bu pehlivanın oğlu da pehlivanmış. Bunlar gidip bir bezirgânı soymuşlar. Bezirgân gitmiş padişaha: — Padişahım sen misin, yoksa başka bir padişah mı beni soydurmak için emir verdi? Beni kaç kere orada soydular, demiş. Padişah iki yüz tane asker toplamış ve emir vermiş: — Gidin, onu kolundan bağlayın; alın, gelin, demiş. Celali Pehlivan kalkmış, iki yüz askerin başını birden koparmış. Bir tanesi palas pandıras kaçmış. Padişaha gitmiş, meseleyi anlatmış. Padişah bu sefer daha çok asker göndermiş. Celali Pehlivan yatıyormuş, oğlu uyanıkmış. Askerleri görünce hiç babasını uyandırmadan kendisi kalkmış, askerlerin kafalarını kopartmış. Bu sefer padişaha haber gitmiş ki: — Üç yüz değil, beş yüz asker göndersen fayda etmez. O canavar gibi hepsini yiyor. Bu sefer padişah mektup yazmış: — Celali Pehlivan gel, sen benim büyük kardeşim ol, ben de senin küçük kardeşin olayım. Köşküm sana helâl olsun. Buyur gel, demiş. Bunlar kalkıp gitmişler. Hoşlaşmışlar, beşlemişler. Padişah köşkü gezdirmek istemiş. Pehlivan: — Yok, ben pehlivanım. Orası sana ait, istemem, demiş. O kadar yer yurt vermişler; hiçbirini istememiş. Bir yerde birini bulduğu vakit soyup soğana çeviriyormuş. Bütün milleti yıldırmış. Bir gün bir mal sürüsü çıkmış. Onların peşine gitmiş, ertesi gün gelememiş. Oğlu: — Babam gelirdi, ne haber var ne bir şey. Ben gideyim, babama bakayım, demiş. Oğlan silahını kuşanmış, düşmüş yola. Ters yöne gitmiş. Babası doğuya gitmiş. Oğlu da tutmuş, batıya gitmiş. Bakmış ki üç kişi geliyor o yandan, bu yana doğru. Adamlar: — Selamünaleyküm, demişler. Oğlan: — Aleykümselam, demiş. Adamlar: — Nereye gidiyorsun, diye sormuşlar. Oğlan da durumu anlatmış, babamı aramaya gidiyorum, demiş. Adamlar: — Ya, nereye gidiyorsun? Bu yol, gider gelmez yol. Burada bir Arap var, gidenleri hep keser, demişler. Oğlan: — Benim dedem pehlivandı. Babam Celali Pehlivan, ben de pehlivanım. Biz kimseden korkup geri dönmeyiz, demiş. Bu adamların içinde Âşık Aydın diye, hünerli biri varmış. Âşık Aydın bu oğlana: — Ben seni sevdim, beni kendine kardeş kabul eder misin, demiş. Oğlan: — Ederim, demiş. Diğer adamlar yollarına devam etmişler. Bu oğlan ile Âşık Aydın da yollarına devam etmişler. Karşılarına bir kule çıkmış. Âşık Aydın: — İşte bu kule, Arap’ın kulesi. Burada adam yaşatmıyorlar, demiş. Gitmişler, bir bakmışlar ki bir mor kuzuyu ağaca bağlamışlar. Pehlivan Mehmet: — Bak, sen böyle diyorsun ama bu adam iyi adammış ki kuzuyu buraya bağlamış. Gelen misafirleri kessin, yesin diye. Hadi kes şu kuzuyu, bakalım, demiş. Kuzuyu kesmişler, pişirmişler. Tam yiyecekken bir de bakmışlar ki ne görsünler? Biri geliyor merdivenden aşağı; ama merdivenler gıcır gıcır ediyor. Arap: — Arısını öldürün de balını öyle yiyin. Kuzuyu kesmekle olmaz, demiş. Mehmet Pehlivan: — Peki, in aşağı, demiş. Arap aşağı inmiş. Mehmet Pehlivan ne yapıp edip Arap'ı yıkmış. Ellerini bağlayıp yukarı çıkarmışlar. Mehmet Pehlivan: — Hani kuzunun eti, demiş. Kardeşi Âşık Aydın: — Yandı, demiş. Mehmet Pehlivan: — Öteki kuzuyu kes, bakalım, demiş. Âşık Aydın, öteki kuzuyu kesip pişirirken Mehmet Pehlivan uzanmış, yatmış. Yorulmuş, adamla güreşirken. Pehlivan uyurken Arap ellerinin, ayaklarının iplerini açmış. Mehmet Pehlivan’ı uyurken öldürecekmiş. Tam o sırada Celali Pehlivan çıkagelmiş. Celali Pehlivan, “Oğlum nerede?” diye çok merak etmiş. Baba oğul birbirine kavuşmuş. Mehmet Pehlivan bir bakmış ki Arap ellerini çözmüş, onlara saldıracak. Arap'ın ellerini tekrar bağlamış. Âşık Aydın, Celali Pehlivan'a: — Senin oğlun aşağıda Arap'ı yıktı, ellerini bağladı ve buraya getirdi. Oğlun yattı, bana: — Kuzuyu kes, pişsin, dedi. Eti koydum, pişerken de sen geldin. Celali Pehlivan, Arap'ı çağırarak onunla güreşmiş ve onu yıkıp boğazına basmış. Arap: — Maşallah, sübhanallah! Senin oğlun senden de kuvvetli, demiş. Kan kardeşi olmuşlar. Âşık Aydın'ı da alıp dördü birlikte padişahın yanına geliyorlarmış. Padişahın, Güleser Hanım adında dünya güzeli bir kızı varmış. Güleser Hanım, hizmetçilerine: — Celali Pehlivan'ın oğlu Mehmet Bey bu yana doğru geliyormuş. Kim bana geliyor, diye haber verirse pembe nakışlı fistanımı ona vereceğim, demiş. Hizmetçilerden biri Mehmet Pehlivan'ı görerek hanımına gidip haber vermiş. Güleser Hanım da balkona çıkarak: — Ey Mehmet Bey! Buyur bir kahvemi iç de ondan sonra git. Ben davet ediyorum, davete icabet Allah'ın emridir, demiş. Mehmet Pehlivan kahve içme teklifini kabul edip saraya gelmiş ve kız ile birlikte kahvelerini içerken birbirlerine âşık olmuşlar. Mehmet Bey, gece yarısı Güleser Hanım'ın yanına gelerek: — Kalk. Benim babam pehlivan, senin baban padişah. Biz birbirimizle evlenelim dersek, belki aralarında düşmanlık olur. Biz kaçıp uzaklara gidelim. Belli bir zaman aradan geçsin, onlar da evlat hasretine dayanamayıp bize düğün yaparlar, demiş. Hiç yatakları bozulmadan kalkıp kıble yönüne doğru gitmeye başlamışlar. Bir de bakmışlar ki karşılarında uçsuz bucaksız bir çöl. Çölde de bir sürü çadır kuruluymuş. O kadar çokmuş ki gökteki yıldız sayılır, çöldeki çadırlar sayılmazmış. Bir de bakmışlar ki çok nakışlı bir çadır var. O çadıra gitmişler. O çadıra gittikleri gibi kız tarafı gelmiş, kızı almış; oğlan tarafı gelmiş, oğlanı almış. Padişaha: — Padişahım, bir dünya güzeli geldi ki aya, güneşe; sen doğma, ben doğayım, der. Hemen padişah fikrini bozmuş. — Erkek konuğu siz öldürün. Kızı da ben alırım, demiş. Bakmış ki oğlan kolay kolay öldürülecek biri değil. Padişah, Mehmet Pehlivan'a: — Sen hoş geldin, sefalar getirdin. Ben seni çok sevdim. Yarın bir panayırımız var. Oraya sen de geleceksin, ben de geleceğim, demiş. Mehmet Pehlivan: — Niye, diye sormuş. — Cirit var. Mehmet Pehlivan: — Efendim, beni götürmezsen çok iyi olur. Ben biraz kötü atarım. Birine bir şey olur, sebep olurum. Padişah: — Yahu, olursa olsun. Sen bana bak. Sana bir şey diyemezler, demiş. Padişahın okçuları varmış. Mehmet Bey'i okla öldüreceklermiş. Mehmet Bey gelen oku tutmuş, geleni attan sallayıp atmış. Panayır bozulmuş, en meşhur silahşorları öldürmüş. Padişah: — Aferin, iyi silahşormuşsun, demiş. Toplantı yapmışlar. Bunu nasıl öldürelim, nasıl öldürelim, diye düşünmüşler. Demişler ki: — Bir mektup yazalım. Mehmet Bey size zahmet şu mektubu okur musunuz, diyelim. Geriye dört tane pehlivan hazırlayalım, hemen kollarını tutsunlar. Bağladıktan sonrası kolay. Mehmet Pehlivan'a gitmişler. Eline bir mektup vermişler. Okumaya başlayınca geriden dört pehlivan kollarını tutmuş, ellerini bağlamışlar. Doğru zindana götürmüşler. Zindana atınca padişah emir vermiş: — Nerede, ne kadar âşık varsa gelsin, saz çalsınlar. Mehmet Pehlivan’ı kırk gün içerisinde öldürsünler. Âşıklar saz çalarken şunları söylesinler: “Güleser’i senden alacaklar, Güleser'i senden alacaklar. Seni öldürecekler.”, diye diye üzüp üzüntüden öldürsünler. Günde bir lokma ekmek verin. Hem açlıktan hem de âşıkların laflarından ölsün. Âşık Aydın, hem oğlanın babası hem de kızın babası, annesi ağlıyorlarmış  —  Bizim çocuklar gitti. Ne olacak, ne olacak, diye ağlıyorlarmış. Âşık Aydın, elini: —  Bismillah, deyip bir yere vurdu mu, bir tepeye gidermiş. Âşık Aydın: — Sağa gittim, yok; sola gittim, yok. Doğuya gittim, yok; batıya gittim, yok. Bir de kıbleye doğru gideceğim, demiş. Âşık Aydın, kıbleye gitmek için yola çıkmış. Güleser Hanım bir oğlanı çağırıp: — Oğlum, buraya gel. Sana bir altın vereceğim. Buraya bir âşık gelecek, kısa boylu adı Âşık Aydın. Onun geldiğini duyduğun zaman gel, bana haber ver. Sana bir altın daha vereceğim, demiş. Âşık Aydın geldiği gibi padişah karşılamaya gitmiş. Padişah: — Selamünaleyküm, demiş. Âşık Aydın: — Aleykümselam. Padişah: — Ne için geldin? Benim düğünümü duydun da mı geldin, demiş. Âşık Aydın: — Evet, duydum da geldim. Ben öyle dertli söylerim ki unuttun mu? Padişah: — Tabii, iyi yaptın da geldin, demiş. Çocuk gitmiş, kıza haber vermiş. Senin dediğin kısa boylu Âşık Aydın geldi, demiş. Ondan sonra kız, padişaha bir yazı yazmış: — Şimdiye kadar âşıklarına çaldırdın, çaldırdın; dinledim. Bugün benim için hangi âşık geldiyse bana gönder, çalsın. Ben de teselli olayım, demiş. Âşık Aydın'ı padişah, Güleser Hanım'ın yanına yollamış. Âşık Aydın karşısında Güleser Hanım'ı görünce şaşırmış ve: — Bu ne hâl Güleser Hanım, demiş. Güleser Hanım: — Sorma, demiş. Başından geçenleri bir bir anlatmış. Âşık Aydın padişahın yanına gitmiş ve padişaha: — Bana izin ver memlekete gideceğim. Söz düğüne kadar geleceğim, demiş. Padişah da: — Peki, demiş ve Âşık Aydın'ı yollamış. Âşık Aydın gidince oğlanın ve kızın babalarına haber vermiş: — Oğlunuz ve kızınız çölde. Gidin, kavuşun, demiş. Âşık Aydın önde, oğlanın ve kızın babaları arkada yola koyulmuşlar. Âşık Aydın: — Çöl beyinin başında, altından yapılmış bir kırgın taş var. Onu bana vereceksiniz, demiş. Oğlanın ve kızın babası: — Tamam, bizi oraya kavuştur da, demişler. Sonunda Mehmet Bey'in ve Güleser Hanım'ın bulunduğu çöle gelmişler. Âşık Aydın, çöl padişahının yanına gitmiş. Padişah, Âşık Aydın'ı Mehmet Pehlivan'ın yanına bir şeyler söylemesi için götürmüş. Öyle söylemiş, öyle söylemiş ki. Tabii, Mehmet Pehlivan da Âşık Aydın'ı tanıdığından söylediklerine gülümsüyormuş. Padişah kızmış bu duruma. — Sen ne söyledin ki o güldü? Hani ağlayacaktı, hani ölecekti, demiş. Âşık Aydın: — O ölür ölür, demiş. Kapıda iki tane cellât duruyormuş. Padişah: —  Cellât, dedi mi gelip keseceklermiş. Âşık Aydın’ın laflarıyla ölmezse öldüreceklermiş. Âşık Aydın, kızın ve oğlanın babalarına: — Siz cellatları öldürün. Yerlerine geçin, içeri girersiniz, demiş. Celali Pehlivan içeri girip çöl padişahının başını sıkıştırmış. Kılıcını çıkarıp hepsini öldürmüş. Oğlanı ve Güleser Hanım’ı da alıp hepsi yola koyulmuşlar. Yolda giderken Âşık Aydın geriden geliyormuş. Celali Pehlivan ile padişah Âşık Aydın'a: — Gelirken bizden önde geliyordun da şimdi neden geride kaldın, demişler. Âşık Aydın: — Tabii, kalırım. Söz verdiniz altın kırgılı taşı bana verecektiniz, demiş. Kırgın taşı, Âşık Aydın'a vermişler. Gidince de Mehmet Bey'le Güleser Hanım'ı evlendirirmişler. Herkes ermiş muradına.  
MEHMET PEHLİVAN İLE GÜLESER HANIM
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Memleketin birinde, bir padişah varmış. Bu padişahın da güzel bir kızı varmış. Bir gün padişah kızını evlendirmek istemiş. Sarayın kapısına bir bit derisi asmış. Memlekete tellâl bağırtmış. — Kim sarayın kapısındaki derinin, ne derisi olduğunu bilirse kızımı ona vereceğim, demiş. Memleketin tüm delikanlıları sıraya durmuş. — Koyun derisi, at derisi, it derisi,… demişler. Bu sırada kasabanın birinde, Mır Derviş adında biri yaşarmış, bu adam her kılığa girermiş. Yakışıklı bir delikanlı kılığına girip padişahın kapısından geçerken: — Utanmıyor musun, bu bit derisini kapına asmaktan, diye bağırmış. Muhafızlar Mır Derviş’i tutup padişahın huzuruna getirmişler. Olanı, biteni anlatmışlar. Padişah: — Bunun ne derisi olduğunu senden başka bilen olmadı. Dile benden, ne dilersen, demiş. Mır Derviş: — Kızınla evlenmek isterim, padişahım, demiş. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Mir Derviş
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir ananın babanın iki kızı varmış. Biri büyük, biri küçükmüş. Küçüğün adı, Mintik Kız imiş. Bir gün mahallenin kızları toplanmış, madımağa gideceklermiş. Büyük kız gidince küçük kız ağlamaya başlamış. — Abla, ne olur ben de gideyim, diye ablasına yalvarmış. Onlar da: — Yok. Sen küçüksün, bizimle dolaşamazsın, diye gelmesini istememişler. Çocuğun ağlamasına dayanamamışlar. Toplanmış, madımağa gitmişler. Madımağa gidenler içinde Mintik Kız gibi iki tane daha varmış. Şura senin, bura benim madımak toplaya toplaya bir çeşmenin başına varmışlar. Orada yemeklerini yemişler. Küçüklerin uykusu gelmiş, orada çeşme başında uyumuşlar. Büyükler demiş ki: — Bunlar burada uyusun. Biz sağdan, soldan biraz daha madımak toplayalım, gelince de bunları buradan alalım. Küçükler çeşmenin başında uyurken, büyükler madımak toplamaya devam etmişler. Büyükler bir tepeyi aşar aşmaz, küçük kızlar uykudan uyanmışlar. Ablalarını aramış, taramış; bulamamışlar. Gece olmuş, yıldızlar çıkmış. Büyük kızlar eve geri dönmüşler. Ailelerine, “Kızlar geldi mi?” diye sormuşlar. Onlar da “Gelmediler.” demişler. Köylüler fenerlerle aramaya başlamışlar. Ama bulamamışlar. Kızlar evlerini ararken uzakta bir ışık görmüşler. — Oraya gidelim, belki bizim köydür, diyerek ışığa doğru yürümüşler. Gitmiş, bakmışlar ki bir dağın başında yalnız bir ışık yanıyor. Köy değil, yalnız başına büyük bir evmiş. — Cama vuralım. Elbet, bizi bir içeri alan olur, demişler. Cama vurmuşlar, meğerse orası bir devin eviymiş. Dev, kızları içeri almış: — Nereden geldiniz? Kurban olayım geldiğiniz yollara, geldiğiniz yolları seveyim, diye kızlara yağ yakmaya başlamış. Meğerse dev, kızlar yemeyi düşünüyormuş. Yedirmiş, içirmiş; kızları yatırmış. Mintik Kız biraz korktuğundan, biraz da akıllı, gözü açık olduğundan uyumamış. Dev gelmiş, bakmış ki Mintik Kız uyumamış. — Mintik Kız, sen niye uyumuyorsun, demiş. Mintik Kız da deve sabahı ettirecek ya, güya: — Annem bana çeşmeden su getirirdi. İçerdim, taş gibi uyurdum, demiş. Dev gitmiş, çeşmeden su getirmiş. Mintik Kız içmiş, yatmış. Dev de yatmış, Mintik Kız’ın uyumasını bekliyormuş. Mintik Kız yine uyumamış. Dev: — Mintik Kız, sen niye uyumuyorsun, demiş. Mintik Kız: — Annem bana helva yapardı. Yerdim, ondan sonra taş gibi uyurdum, demiş. Dev kalkmış, helva yapmış, Mintik Kız’ı uyutmak için yedirmiş. Mintik Kız yine uyumamış. Dev: — Mintik Kız, sen niye uyumuyorsun, demiş. Mintik Kız: — Annem, bana makarna keserdi. Onu yerdim, sonra taş gibi uyurdum, demiş. Dev kalkmış, makarna kesip yedirmiş. Mintik Kız, yine uyumamış. Dev sinirlenmiş. Kızların üçünü de tutmuş, çuvala sokmuş. Kızları pişirecekmiş ya, odun almaya gitmiş. Dev gidince Mintik Kız madımak bıçağını cebinden çıkarmış. Çuvalı yırtmış dışarı çıkmışlar. Çuvalın içine danayı sokmuşlar. Kendileri de davar sürüsünün içine saklanmışlar. Dev odundan gelmiş. Neredeyse sırtında yarım araba odun getiriyormuş. Odunu yıkmış. Çuvalı sallamış. İçindeki dana böğürmüş. Dev: — Nasıl ya…  Korkudan böğürdün mü dana gibi, demiş. Mintik Kız, kızları sürünün içinde bırakıp zembille çatıya çıkmış. Dev danaya öyle deyince “hi hi” ,diye gülmüş çatıdan. Dev: — Mintik Kız, nasıl çıktın oraya? Mintik Kız: — Fincanı, fincanın üstüne koydum. Üstüne basınca çıktım. Dev ne kadar fincan, bardak varsa üst üstte dizmiş. Üstüne basmış. Basana kadar hepsi kül ufak olmuşlar. Dev: — Mintik Kız, nasıl çıktın oraya? Mintik Kız: — Yatağı, yatağın üstüne; yorganı, yorganın üstüne dizdim. Öyle çıktım. Dev de yatakları üst üste dizmiş. Üstüne basar basmaz, yataklarla beraber devrilmiş. Dev: — Mintik Kız, doğru söyle. Nasıl çıktın oraya? Mintik Kız: — Fırını yaktım. Eğişi* içine soktum, iyice kızdırdım. Üstüne basınca çıktım. Dev de biraz henkü* imiş. Getirdiği odunla fırını yakmış. Eğişini içine sokmuş, iyice kızdırmış. Çatıya çıkmak için eğişin ucuna basar basmaz, kızgın eğiş devin tepesinden çıkmış. Dev oraya yığılmış. Mintik Kız, kızları çağırmış. Mintik Kız: — Aman kızlar, gelin. Devin mallarını götürelim. Ne kadar inek, koyun varsa önüne katmış. Kap, kaşık ne varsa atlara, katırlara yüklemiş. Yanına almış, yola koyulmuşlar. Mintik Kız, köye yaklaşınca babasına, “Kızın bulundu.” diye müjde vermişler. Bakmışlar ki kızlar malla, melalle geliyor. O malı, melali yemiş, içmiş; muratlarına geçmişler. *eğiş: 1. Ateş küreği; 2. Hamur teknesini kazımaya yarayan demir araç; 3. Tandırda pişen ekmeği çıkarmaya yarayan alete verilen ad. *henkü:  Saf kimse.  
Mintik Kız
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Eski zamanlarda bir memleket varmış. Bu memlekette cuma namazı kılmayanlar asılırmış. Yalnız asılmadan önce padişahtan üç istekte bulunurlarmış. Bu üç isteği padişah kabul edip yerine getirirmiş. O memlekette bir cami, caminin yanında bir nalbant dükkânı varmış. Günlerden bir cuma günü, millet cuma namazı kılmak için camiye gitmiş. Nalbant, şu elimdeki işi bitireyim, şu atı da nallayayım derken, namazı kaçırmış. Eski zamanlarda zaptiyeler varmış. Zaptiyeler gezerken cuma vakti nalbandı at nallarken görürler. Tutup padişahın karşısına götürürler. Padişah: — İstediklerini söyle, istediklerin yerine getirildikten sonra asılacaksın. — Ben padişahın atını istiyorum. — Sen üç gün içinde asılacaksın, at senin neyine lazım? — Bir günün beyliği, beyliktir. Biner, gezerim. Nasıl olsa yakında asılacağım. — Al, git bari. Yarın sabah geri gel. Nalbant ata binip gider. Bir gün gezer. Sabahleyin geri gelir. — Hadi bakalım, iki isteğin kaldı. İste bakalım. — Padişahın küçük kızını istiyorum. — Yahu, sen deli misin? Asılmana bir gün kaldı. Padişahın kızını nasıl verelim sana? — Bir gün, bir gündür. Nasıl olsa yakında asılacağım. Bir gün olsun, hakkıyla yaşarım. Padişahın kızını alıp gider. Sabah olur, son günü olduğu için düşünmeye başlar. Padişahın kızı bunu kara kara düşünürken görür, sorar: — Niye düşünüyorsun? — Nasıl düşünmeyeyim? Bugün benim son günüm. Cuma namazı kılmadığım için beni asacaklar. — Bunda düşünecek ne var? Benim dediklerimi yap, gerisine karışma. — Ne yapacağım? — Şimdi sen git, dükkânındaki nalbant çekicini al, dileğini söyle. Bu çekiçle bir kere padişahın, bir kere de imamın başına vuracağım. Ondan sonra beni asın, dersin. Nalbant oradan kalkar, gider. Padişahın huzuruna çıkar: — Eee! Söyle bakalım, nalbant. Bugün artık asılacaksın. Son isteğini, söyle bakalım. — Bu çekiçle bir senin başına, bir imamın başına vurmak istiyorum. Vurduktan sonra beni asın. Padişah bakar, iş kötü. Kendi başını kurtarmak için düşünmeye başlar. Sonunda aklına bir kurnazlık gelir. İmamı yanına çağırır: — İmam efendi! Ben bu nalbandı, senin arkanda cuma namazını kılarken gördüm gibi geliyor bana. İmam: — Doğru padişahım. Ben secdeye giderken birisi cübbeme takıldı. Cübbemi kurtarırken gözüm kaydı. Gördüğüm adam budur. Böylece nalbant, idam olmaktan kurtulur. Padişahın kızıyla mutlu bir hayat sürer.  
NALBANT İLE PADİŞAH
Ordu
Karadeniz Bölgesi
KELOĞLAN İLE KIRMIZI TAŞ   Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak bir ülkede Keloğlan ve annesi yaşarmış. Annesi onu çok severmiş kel oğlum keleş oğlum büyüde anana bak, anan yaşlanıyor dermiş. Anası bunu söyledikçe keloğlan hoplar zıplar, şımarırmış benim canım anam, gözümün nuru anam, hele sen bir yaşlan, keloğlan baka diye cevap verirmiş.   Bir gün annesi komşuya gitmek için evden çıkmış, çıkarken de Keloğlan’ı tembihlemiş. – Sakın ha evden dışarı çıkma, kırmızı taşla maşla oynama, sonra yel alır seni, orada anam diye ağlama. Demiş – Tamam, canım anam, hiçbir yere gitmem anam` demiş bizim Keloğlan ve anasının arkasından el sallamış. Hikâye bu ya o sırada bir kuş keloğlanın odasının camına gelmiş ve ona seslenmiş. – Keloğlan keleş oğlan Neden bu telaş oğlan, Annen sana kal dedi Ama sen gel geç oğlan Keloğlan şaşırmış önce. Kuşun nasıl konuştuğuna akıl sır erdirememiş. Sonra –Sen nasıl konuşuyorsun böyle diyerek kuşa doğru koşmuş, kuşu kanadından yakalamaya çalışmış. Kuş öyle bir uçmuş ki, sanırsınız bir daha kimseler yakalayamaz onu. Keloğlan; – Vay benim kel başım, keleş başım. Vay benim can kuşum, can kuşum diye ağlamaya başlamış. Sonra kendisi de niye ağladığını anlamamış, söylediklerine akıl sır erdirememiş. O sırada kuş cama doğru yaklaşıp;   – Kırmızı taşa bak, hemen olduğun yerden kalk, prensesi bul, çabuk oradan uzaklaş. Diyerek uçmuş gitmiş. Keloğlan ne olduğunu anlamaya çalışmış ama bir türlü çözememiş. Ama içinden bir ses sanki meraktan çatlayacakmış. Keloğlan evden çıkmış, saatlerce yürümüş, yürümüş bir süre sonra kaybolduğunu anlamış. Kaybolmuş ama sanki başka bir ülkeye gelmiş gibiymiş. Her yerde kırmızı taşlar varmış. Taşlara doğru eğilip dokunmaya çalışınca, taşlar kaçmaya başlıyormuş. Keloğlan onları kovalamış, taşlar kaçmış, Keloğlan kovalamış taşlar kaçmış ve annesinin söylediği o rüzgâr keloğlanı almış uçurmuş. Keloğlan uçarken bir yandan da annesinin sözlerini hatırlıyormuş. En sonunda kendini karanlık bir çukurun içinde bulmuş. Etraf zifiri karanlıkmış. Keloğlan bu zifir gibi karanlık içinde ne yapacağını bilemez halde duruyorken, bir kuş uçmuş havaya doğru, bu kuş Keloğlan’ın yanına gelen küçük kuşun ta kendisiymiş. Keloğlan’a kanadının birini uzatmış, Keloğlan tam kanadını tutuyormuş ki, kuş onun eline kırmızı bir taş bırakıp uçuvermiş. Keloğlan günlerce elindeki bu kırmızı taşla dolaşmış durmuş, hatta bir ejderha onu az kalsın yiyormuş, keloğlan canını zor kurtarmış. Birkaç gün sonra bir cüce keloğlanın yolunu kesmiş, -Sen bu kırmızı taşlardan ne istersin, bırak git.Demiş. Keloğlan cüceyi epeyce kovalamış ve sonunda cüce gözden kaybolmuş. Sonunda bir de kafasını çevirip bakmış ki, kocaman bir sarayın yanı başında duruyor. Sarayın kapısında yine o kuş, Keloğlan elindeki kırmızı taşı kuşa doğru fırlatmış;   – Benim başıma ne haller açtın. Senin yüzünden nerelere geldim ben, anamı nasıl bulacağım söyle bana. Köyüme nasıl döneceğim diye ağlamaya başlamış. Taş kuşun kafasına çarpmış, çarpar çarpmaz etrafa kırmızı taşlar yağmaya başlamış ve o kız güzeller güzeli bir prenses olmuş, Keloğlan bu prensesle kırk gün kırk gece düğün yapmış ve köyüne dönmüş.
Keloğlan ile Kırmızı Taş
Kilis
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah'tan başka kimse yokmuş. Bir kadınla bir kocası varmış. Kadının çocuğu olmuyormuş. Kadın sürekli çeşmeye gidermiş. Çeşmeye dermiş ki: — Pınar, pınar! Sen mi güzel, ben mi güzel? Pınar da dermiş ki: — Sen de güzel, ben de güzel ama ille nar, ille nar. Bu kadın bir gün çeşmeye gittiğinde çeşmenin başında bir nar çekirdeği bulmuş. — Bu çekirdeği yemiş ve hamile kalmış. Bir kız çocuğu doğurmuş. Adını “Narhanım” koymuşlar. Narhanım büyümüş, güzelce bir kız olmuş. Annesi de kızına haset etmeye başlamış. Kız çok güzelmiş. Annesi kızı için kötü şeyler düşünüyormuş: — Benim doğurduğum, benden nasıl güzel olabilir? Benden güzel kimse olamaz, diyormuş. Kadın bir gün yine pınara gitmiş. Kadın: — Pınar, pınar! Sen mi güzel, ben mi güzel? Pınar: — Sen de güzel, ben de güzel ama ille nar, ille nar, demiş. Kadın: — Aman, ben bu kızı dağlara göndereyim. Kızı dağlara atayım. Orada bırakayım, kalsın, demiş. Kadın eve gelmiş. Ben bu kızı nasıl etsem de evden çıkarsam, diye düşünmüş. Kızını bir beyin oğluna vermiş. Beyin hizmetçileri Narhanım'ı alıp hamama götürmüşler. Hamamda hizmetçiler Narhanım’ı yıkarken annesi haset etmiş,  tellâk olup gitmiş. Oradaki kadınlardan birine: — Hanım, hanım! Beni de gelin kızın yanına koyun. Ben fakirim, başına bir su da ben dökeyim. Belki bana beş, on kuruş verir, demiş. Hizmetçiler de: — Narhanım'ın öyle hizmetçisi var ki sen git, sana sıra gelmez, demişler. Kadınlardan biri demiş ki: — Madem fakirmiş, değmeyin. Birkaç tas su döksün de beş, on kuruş alsın. Kadını içeri almışlar. Kızın başına bir tas su dökmüş, bir iğne sokmuş. Bu kız da kuş olmuş. Camı kırıp, çıkıp gitmiş. Bu beyin oğlunun da bir bağı varmış ki istediğin her şey varmış. Gidip o beyin ağacına konmuş. Annesi de hiç belli etmeden kızının aynı yerine oturmuş. Onu iyice temizleyip yıkamışlar. Beyin evine götürmüşler. Kadın hasta olup yatağa düşmüş. Bütün hizmetçiler çevresinde pervane olmuşlar: — Ne istersin, ne istersin, diye. Kadın: — Hiçbir şey istemiyorum. Kız, kuş oldu ya. Canım kuş eti istiyor, dermiş. Kuş da beyin bağına dadanmış. Dallara konup: — Bahçıvancıoğlu, bahçıvancıoğlu! Konduğum dallar kuruya, diyormuş. Kuş hangi dala konuyorsa daldan uçunca, o ağaç kuruyormuş. Bahçıvancı, beye gidip: — Bey oğlu, bağa bir kuş dadandı. Öyle güzel, öyle güzel bir kuş ki bağa gelip  konuyor, diyor ki: “Bahçıvancıoğlu, bahçıvancıoğlu! Konduğum dallar kuruya.” Bütün konduğu ağaçlar kuruyor, demiş. Bey oğlu: — Bahçıvan yalan söylese, böyle yalan söylenir mi, demiş. Bey oğlu gitmiş, bağların arasına saklanmış. Gerçekten bir kuş gelmiş. Ama kuşu gören hayran olurmuş. Kuş dala konup: — Bahçıvancıoğlu, bahçıvancıoğlu! Konduğum dallar kuruya, demiş. Bey oğlu bakmış ki adam doğru söylemiş. Ertesi gün gitmiş. Kuşa tuzak kurup, kuşu tutmuş. Kuşu tutup eve götürmüş. Kadın, kuşu görünce tanımış. Bey oğlu: — Hanım baksana, bağda bir kuş tuttum. Ne olur, ne istiyorsan getiririm de şu yataktan ayağa kalk demiş. Kadın: — Bir şey istemem. Elindeki kuşu kesip yersem ancak ayağa kalkarım. Bey: — Başka kuş iste, getireyim. Bu kuş çok güzel, nasıl keseyim, demiş. Kadın: — Yok, ben bu kuşu yiyeceğim, demiş. Adam, kadını sözünden vazgeçirememiş. Kuşu kesmek için yatırmış. Kuşa bir vuruyormuş, bir iğne çıkarıyormuş. Bir vuruyormuş, bir iğne çıkarıyormuş. Bey oğlu iğne çıkarmış. İğnelerin hepsi çıkınca, kız birden eski hâline gelmiş. Bey oğlu kıza bakıp şaşırmış. Bey oğlu: — Bu da neyin nesi? Sen ins misin, cin misin? Kız: — İnsanoğlu, insanım. O yatakta yatanı görüyor musun? O benim cadı annem idi. Ben hamamdayken hamama geldi, iğneleri kafama soktu ve kuş etti beni.  Ben de uçtum, sizin bağa kondum. Sen de beni çok beğendin ve tuttun, demiş. Bey oğlu, kızın annesini yataktan kaldırmış ve demiş ki: — Katırın kuyruğunu mu istersin, babanın vatanım mı? Kadın: — Katırın kuyruğunu neyleyim, babamın vatanım isterim, demiş. Bey oğlu, kadını katırın kuyruğuna bağlamış ve demiş ki: — Hey gidi ala katır! Bunu o dağa vur, bu dağa vur. Kellesini bana getir. Katır bu kadını götürmüş; o dağa vurmuş, bu dağa vurmuş. Kellesini bey oğlunun önüne getirmiş. Bey oğlu da gerçek Narhanım’ ile  evlenmiş. Kırk gün, kırk gece düğün  yapıp; yiyip, içip muratlarına ermişler. Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine.
Nar Hanım
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Memleketin birinde, yaşlı bir kadın yaşarmış. Kimi, kimsesi yokmuş. Sadece bir tane keçisi varmış. Kadın her gün bu keçiyi sağar, sütü bakraçla kapının arkasına asarmış. Tilki de her gün gelir, bu sütü içermiş. Kadın bir gün kapının arkasına saklanmış. Tilki gizlice gelmiş, sütü içmiş. Tam gidecekmiş, kadın kapıyı kapatmış. Tilkinin kuyruğu kapının arasında kalıp kopmuş. Tilki, kadından kuyruğunu istemiş. Kadın da: — Sen de benim sütümü ver, demiş. Tilki, koyuna gitmiş: — Koyun kardeş, bana süt ver, demiş. Koyun: — Çayıra söyle ot bitsin. Ben otu yiyeyim, sana süt vereyim, demiş. Tilki, çayıra gitmiş: — Çayır kardeş, ot bit de koyuna vereyim. O da bana süt versin, demiş. Çayır da: — Buluta söyle, yağmur yağsın, demiş. Tilki, buluta gitmiş: — Bulut kardeş, yağmur yağdır, demiş. Bulut, yağmuru yağdırmış; çayır, ot bitmiş. Koyun, çayırı yemiş; sütlenmiş. Tilki, sütü alıp kadına götürmüş. Kadın, sütü almış. Kadın, tilkiye kuyruğunu vermiş. O kış kadının olduğu köye çok kar yağmış. Kadın, tilkilerle karın üzerine oturmuş. Kadın, tilkilere “Avcı geliyor.” diye bağırınca hepsinin kuyruğu kopmuş.
Nene ile Tilki
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Memleketin birinde, yaşlı bir kadın yaşarmış. Kimi kimsesi yokmuş. Sadece bir tane keçisi varmış. Kadın her gün bu keçiyi sağar, sütü bakraçla kapının arkasına asarmış. Tilki de her gün gelir, bu sütü içermiş. Kadın bir gün kapının arkasına saklanmış. Tilki gizlice gelmiş, sütü içmiş. Tam gidecekmiş, kadın kapıyı kapatmış. Tilkinin kuyruğu kapının arasında kalıp kopmuş. Tilki, kadından kuyruğunu istemiş. Kadın da: — Sen de benim sütümü ver, demiş. Tilki, koyuna gitmiş: — Koyun kardeş, bana süt ver, demiş. Koyun: — Çayıra söyle ot bitsin. Ben otu yiyeyim, sana süt vereyim, demiş. Tilki, çayıra gitmiş: — Çayır kardeş, ot bit de koyuna vereyim. O da bana süt versin, demiş. Çayır da: — Buluta söyle, yağmur yağsın, demiş. Tilki, buluta gitmiş: — Bulut kardeş, yağmur yağdır, demiş. Bulut, yağmuru yağdırmış; çayır, ot bitmiş. Koyun, çayırı yemiş; sütlenmiş. Tilki, sütü alıp kadına götürmüş. Kadın, sütü almış. Kadın, tilkiye kuyruğunu vermiş. O kış kadının olduğu köye çok kar yağmış. Kadın, tilkilerle karın üzerine oturmuş. Kadın, tilkilere “Avcı geliyor.” diye bağırınca hepsinin kuyruğu kopmuş.
Nine ile Tilki
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir nine ile tilki varmış. Ninenin bir küçük kulübesi varmış. Bir ineği varmış. Ondan süt sağar, onunla geçinirmiş. Nene her gün sütü sağarmış. Sütü koyar evine, gidermiş odun toplamaya. Odundan gelirmiş ki süt yok. Ertesi günü sütü sağmış, koymuş. Yine süt yok. Nine: — Bir saklanıp bakayım, bu benim sütümü kim çalıyor? Kapının arkasına saklanmış, Birden tilki gelmiş. Sütü içerken nine görmüş, kapıyı örtmüş. Tilkinin kuyruğu kopmuş. Tilki de ormana öteki hayvanların yanına gitmiş. Tilkiyi görenler başlamışlar : — Kuyruksuz tilki, kuyruksuz tilki, demeye. Böyle söyler, gülerlermiş. Tilkinin çok zoruna gitmiş. Dönmüş geriye, ninenin yanına gelmiş: — Nine. İlla, bana kuyruğumu ver, demiş. Nine de: — Yok. Sen bana sütümü getir, öyle vereyim, demiş. Tilki: — Ben sana nereden süt bulayım, demiş. Tilki de gitmiş, bir koyun bulmuş. Koyundan süt istemiş, nineye götüreyim diye. Koyun: — Benim karnım aç. Ot bul, ben yiyip sana süt vereyim, demiş. Oradan tilki gitmiş, çayıra. Çayır : — Otlarım küçük. Git, sen Allah’a dua et; bulutlarına yağmuru yağdırsın. Yağsın ki otlarım büyüsün, sana vereyim. Oradan gidip Allah'a dua etmiş. “Yağmur yağsın otlar büyüsün ben koyuna ot götüreyim” diye. Bulutlar toplanıp yağmur vermiş, çayıra. Yağmur yağınca otlar büyümüş.,Ttilki otları toplamış, koyuna götürmüş. Koyun otları yemiş. Koyun, tilkiye süt vermiş. Tilki de sütü nineye götürmüş. Nine de demiş ki: — Söz ver, bir daha hırsızlık yapmayacaksın. Tilki de söz vermiş, bir daha hırsızlık yapmayacağına. Tilki de almış, kuyruğunu sevinerek girmiş ormana ve diğer hayvanların yanında mutlu bir şekilde yaşamaya devam etmiş.
Nine ile Tilki
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken padişahın biriyle güzel kızı, ülkelerini huzur içinde yönetirlermiş. Günlerden bir gün, padişah kızını yanına çağırarak kızına: — Seninle çok mutluyum fakat bir eşin yerini tutmuyor. İzin verirsen evlenmek istiyorum, demiş. Kızı, padişaha: — Sen en doğrusunu bilirsin babacığım, demiş. Kızının bu cevabına çok sevinen padişah, bir törende tanıştığı güzel bir kadınla evlenmeye karar vermiş. Bu karar üzerine, düğün hazırlıkları yapılmaya başlamış. Kraliçe düğünden önce prensesle tanışmış ve çok iyi davranmış. Buna çok sevinen güzel prenses, düğün boyunca çok eğlenmiş. Fakat düğünden sonraki zamanlarda kraliçe prensese kötü davranmaya başlamış. Prenses buna gün geçtikçe daha çok üzülüyormuş. Tüm bunlar olurken bir de padişahın aniden hastalanması, prensesi iyice yıkmış. Padişah için gelen hiçbir doktor, onun derdine çare bulamamış. İyice ilerleyen hastalık, en sonunda padişahın ölümüne sebep olmuş. Kimse bu hastalığa bir anlam verememiş ve bu ölüme kraliçenin sebep olduğunu tahmin edememişler.  Bundan sonra kraliçe ve prenses, sarayda birlikte yaşayacaklarmış. Bu olaylar olup biterken, kraliçe çok ilgisini çeken bir haber almış. Eteklerinde beş köyün bulunduğu çok büyük bir dağın tepesinde, ölümsüzlük veren bir çiçek olduğunu duymuş. Ancak bu çiçeği koruyan bir ejderha varmış ve bu ejderhayı kimse yenemiyormuş. Bu çiçeğin çok önemli bir özelliği daha varmış. Ölümsüzlük çiçeği koparılır koparılmaz, üzerinde bulunduğu dağ parçalara ayrılacak ve eteğindeki köylerin üzerine devrilecekmiş. Bununla birlikte bir felâket olacak ve yüzlerce insan ölecekmiş. Bu insanları korumak için orada bulunan ejderhayı, asırlar boyu kimse yenip bu çiçeği alamamış. Çiçeğin varlığını öğrenen kraliçe ise dağın eteğinde bulunan köylerdeki insanların hayatlarını değil, sadece elde edeceği ölümsüzlüğü düşünüyormuş. Bunun için de bu dağa çiçeği almaları için yüzlerce asker göndermiş. Fakat hiçbiri ejderhayı yenip çiçeği kraliçeye getirememiş. Bunun üzerine kraliçe çok sinirlenmiş ve bu sinirini de sürekli prensesten çıkartmış. Kraliçenin yaptığı eziyetlerle günlerini geçiren prenses, bir cehennem hayatı yaşamaya başlamış. Hayattan gittikçe sıkılan prenses, sık sık yürüyüşlere çıkıyormuş. Böyle bir yürüyüş sırasında, prenses çok yakışıklı ve yiğit bir prensle karşılaşmış. İki genç, birbirlerini görür görmez âşık olmuşlar. Prensesi çok seven prens, ona evlenme teklif etmiş. Bu teklife çok sevinen prenses hemen kabul etmiş. Fakat kraliçe, prensle prensesin evlenmelerine izin vermemiş. Prenses delikanlıyı çok sevdiğinden evlenme izini alabilmek için, her gün kraliçenin huzuruna çıkıyormuş. Fakat her seferinde olumsuz cevap alıyormuş. Prenses böyle izin almak için gidip gelirken, kraliçe de çiçeği alamadığı için gün geçtikçe daha da çok sinirleniyormuş. En sonunda kraliçenin aklına bir fikir gelmiş ve prensi yanına çağırmış. Kraliçe, prense büyük dağdaki ölümsüzlük çiçeğini getirirse, onların evlenmelerine izin vereceğini söylemiş. Prens, güzel prensesi çok sevdiği için kraliçenin bu isteğini kabul etmiş. Kraliçeye çiçeği alacağına dair söz veren prens, hazırlıklarını yapıp yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. En sonunda çiçeğin olduğu büyük dağa varmış. Fakat dağ öyle yüksekmiş ki prens tepesine ancak bir haftada ulaşabilmiş. Dağın tepesine çıkar çıkmaz ejderha ile karşılaşmış. Delikanlı, ejderha ile savaşmış ve boğazına kılıcı dayayıp: — Ya çiçeği bana verirsin ya da canını alırım, demiş. Ejderha buna razı olmuş, fakat çiçeği vermeden önce çiçekle ilgili her şeyi prense anlatmış. Çiçeği kopardığı anda dağın parçalanmaya başlayacağını ve aşağıdaki köylerin üzerine düşüp oradaki insanları öldüreceğini söylemiş. Bunları duyan prens, çok üzülmüş ve çiçeğin başına gidip ağlamaya başlamış. Ne sevdiğinden vazgeçebiliyormuş ne de insanların ölmesine razı olabiliyormuş. Prens ağladıkça, gözyaşları çiçeğin üzerine akmış ve çiçek dile gelmiş. Prensin çok iyi kalpli olduğunu görünce, prense kendisini değil ama fidesini verebileceğini söylemiş. Ayrıca çiçek, prense çiçeği yiyecek kişinin iyi kalpli olmasının çok önemli olduğunu hatırlatmış. Bu kişi eğer bir insanın canını aldıysa çiçek tam tersi etki gösterecek ve yapraklarını yiyenin canını alacakmış. Bunları dinleyen prens, teşekkür ederek çiçekten aldığı fide ile birlikte yola koyulmuş. Prensin dağa çıkması gibi inmesi de bir haftasını almış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. En sonunda çiçekle birlikte saraya varmış. Hemen kraliçenin huzuruna çıkıp çiçeği ona vermiş. Fakat kötü kalpli kraliçe, çiçeği almasına rağmen evlenmelerine izin vermemiş. Tekrar kötü cevap alan prens, üzgün bir şekilde saraydan ayrılmış. Kraliçe ise hiçbir şeye aldırmadan, çiçeği ele geçirmenin sevinciyle odasına çekilmiş. Ölümsüzlük hayalleri ile çiçeğin yapraklarını yemeye başlamış. Fakat beklediğinin tam tersi olmuş ve kraliçe aniden ölmüş. Bunu fark eden muhafızlar, hemen prensese haber vermişler. Prenses, kraliçenin öldüğünü görünce çok telâşlanmış ve prensi saraya çağırmış. Saraya gelip olanları gören prensin aklına, çiçeğin kendisine söyledikleri gelmiş. Bildiklerini hemen prensese anlatmış. Prenses, anlam veremediği babasının ani ölümünün kraliçe tarafından gerçekleştirildiğini anlamış. Suçlunun, cezasını çektiğini gördüğü için üzüntüsü hafiflemiş. Prens ve prenses, kraliçenin de ölmesi ile birbirlerine kavuşmuşlar. Ülkede kırk gün, kırk gece yapılan düğün ve şenliklerle evlenip hayatları boyunca mutlu yaşamışlar.
ÖLÜMSÜZLÜK ÇİÇEĞİ
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Az söylemek, sevap; çok söylemek, günahmış. Günlerden bir gün iki ülkenin padişahlarının çocukları, birbirleriyle evlenmiş. Birkaç sene çocukları olmayınca Allah’a dua etmeye başlamışlar: — Allah’ım! Bize bir çocuk ver, ondan sonra istersen kapıdaki kara köpeğe verelim, diyerek eksik dilekte bulunmuşlar. Bu dilekten çok az bir zaman sonra prenses hamile kalmış ve bir kız çocuğu doğurmuş. Çocuk büyüyüp okul çağına gelmiş. Günlerden bir gün, çocuk okula giderken kara köpek yolunu çevirip: — Seni alacağım, annenle baban seni bana verecekler, demiş. Bu olay üzerine çocuk çok korkmuş. Önce anne ve babasına her şeyi anlatmayı düşünmüş. Fakat daha sonra köpeği bir daha görmeyince bundan vazgeçmiş. Fakat olaydan üç gün sonra, kara köpek tekrar kızın yoluna çıkmış. Yine aynı şeyleri söyleyip kızı korkuttuktan sonra, kızın eline biraz taş verip: — Al bunları, cebine koy. Akşam soyunurken aklına gelirim, demiş. Akşam olup da kızın yatacağı zaman geldiğinde, elbisesini çıkartırken taşlar yere dökülmüş. Bunun üzerine annesi şöyle sormuş: — Kızım, sen koskoca bir padişahın kızısın. Cebine para dolduracağına niye taş dolduruyorsun? Kız korka korka cevap vermiş: — Anneciğim, bir kara köpek her gün yolumu çevirip sizin beni ona vereceğinizi söylüyor. Akşam hatırlayayım diye de cebime taşları o doldurdu. Bunun üzerine prenses ve padişah konuşup yıllar önce ettikleri dua nedeniyle kızlarını o köpekle evlendirmeye karar vermişler. Güzel kız, alınan karara ve erkenden evlendirildiğine çok üzülmüş. Fakat anne ve babasına karşı çıkamamış. En sonunda köpekle evlenip saraydan ayrılmış. Güzel kızın bu gidişine ailesi de çok üzülmüş. Fakat ellerinden hiçbir şey gelmiyormuş. Bu evliliğin asıl kötü yanı, kızın bir köpekle evli olduğunu bilmemesiymiş. Köpek, kızla evlendikten sonra onu alıp karanlık sarayına götürmüş. Güzel kızı bir odaya bırakıp, yanına da bir düzine anahtar atıp gitmiş. Köpek sarayda kızın yanına geldiğinde bir delikanlıya dönüşüveriyormuş. Bu nedenle kız onun bir köpek olduğunu anlayamıyor, hiçbir şeyden şüphelenmiyormuş. Fakat bir gün, kocasının evden çıktıktan sonra bir köpeğe dönüştüğünü ve etrafını koklayarak ilerlediğini görmüş. Bunun üzerine korkan ve her şeyden şüphelenmeye başlayan kız, anahtarları alıp evde dolaşmaya başlamış. Anahtarların her biri bir kapıyı açıyormuş. Açılan odalar çok karanlıkmış ve hepsinden yardım çığlıkları duyuluyormuş. Bu sesleri duyan kız, çok korkmuş ve kapıların hepsini tekrar kilitleyip anahtarları yerine bırakmış. Kocası eve geldiğinde kızın heyecanlı tavırlarını görünce, odaları açtığını hemen anlamış. Bunun üzerine kıza bağırmaya, ona saldırmaya başlamış. Güzel kız çok korkmuş ve ağlayıp bağırarak saraya, ailesinin yanına kaçmış. Kız evine gittikten sonra bir tüccarın yanına giden köpek, tüccara şöyle söylemiş: — Ben şimdi her tüyü altın gibi parlayan, çok güzel bir ata dönüşeceğim. Sen beni alıp padişaha götürecek, ucuza satacaksın. Bunları der demez de bahsettiği gibi güzel bir ata dönüşüvermiş. Tüccar, atı götürüp padişaha sunmuş. Atı çok beğenen padişah, fiyatı da uygun görünce hemen satın almış. At kılığında saraya giren köpek, gece herkes uyuduktan sonra kızın odasına gitmiş ve kıza şöyle söylemiş: — Buraya kaçtın diye, benden kurtulduğunu sanma. Ne yapıp, edip seni yiyeceğim. Kız çok korkmuş. Fakat sabahı beklemiş. Gün doğar doğmaz, babasına gidip atı satmasını istemiş. Babası kızını kırmamış ve atı götürüp satmış. Fakat köpek yılmamış. Ertesi gün, bir katır olarak aynı yolla saraya girmiş. Yine gece yarısı kızın odasına gidip aynı sözleri söylemiş. Bu sefer daha çok korkan kız, anne ve babasının odasına gidip başlarında ağlamaya başlamış. Göz yaşı annesinin yüzüne damlayınca, prenses uyanmış ve kızına şöyle söylemiş: — Niye ağlıyorsun güzel kızım? Sende bir dert var, hadi annene söyle. Bunun üzerine kız, bütün olanları anlatıp ahırdaki katırın aslında elinden zor kurtulduğu kara köpek olduğunu söylemiş. Annesiyle kızı konuşurken bütün olanı, biteni dinleyen padişah, hemen kılıcını alıp keskinleştirmeye başlamış. Kılıcını beline saklayıp ahıra doğru gitmiş. Ahırdaki kaşağılardan birini alıp katırın başına varmış. Kaşağı ile kaşıma bahanesi ile katıra iyice yaklaştıktan sonra, kılıcını çıkartıp boynuna bir darbe indirivermiş. İkinci darbede tekrar cana gelecek olan köpek, bir kere daha vurmasını istemiş. Fakat padişah bu oyuna gelmemiş ve köpeğin ölmesini seyretmiş. Bu olaya en fazla padişahın kızı sevinmiş. Sevinçlerini kırk gün, kırk gece şenliklerle kutlamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Padişahın Kızı ve Kara Köpek
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. İki geçimsiz oğluyla birlikte sarayında yaşayan bir padişah varmış. Padişah çok hastalanıp ölüm döşeğine düşünce oğulları taht kavgasına başlamışlar. Babaları, oğullarını yanına çağırıp: — Ne duruyorsunuz? Gidin de bu derdime bir deva bulun, demiş. İki kardeş ertesi sabah yola düşmüşler. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Yorulmuşlar, acıkmışlar. Bir kuyunun başında konaklamaya karar vermişler. Yemişler, içmişler; yine padişahlık için kavgaya tutuşmuşlar. Büyük kardeş hiddetlenmiş, küçük kardeşini kuyuya itmiş. Saraya dönünce de kardeşini kurtların yediğini, kendisinin de canını zor kurtardığını söylemiş. Küçük kardeşin düştüğü kuyuda da karşısına aksakallı bir ihtiyar çıkmış. İhtiyar: — Evladım, ne gezersin bu koca dipsiz kuyuda, diye sormuş. Küçük kardeş ağabeyinin yaptığını anlatınca ihtiyar acımış: — Sana yardım edeceğim, deyip sakalından üç tel koparmış: — Başın sıkışınca bunları birbirine sürt. Biri ak, biri kara iki at gelir. Eğer ak ata binersen yer yüzüne çıkarsın. Eğer kara ata binersen yerin yedi kat dibine inersin, demiş. Aksakallı ihtiyar aniden yok olunca küçük kardeş elindeki tüyleri birbirine sürtmüş. Bir ak, bir kara at çıkmış karşısına. Ak ata bineceğine kara atın üstüne atlayıvermiş. O anda kendini yerin yedi kat altında bir ülkede bulmuş. Şaşkın şaşkın dolaştıktan sonra dayanamayıp bir hanenin kapısını çalmış. Kapıyı yaşlı bir nine açmış. Küçük kardeş: — Tanrı misafiriyim. Beni evine alır mısın, demiş. Nine razı olmayınca oğlan da cebinden çıkardığı altınları vermeyi teklif etmiş. Altınları gören nine: — Peki, deyip misafirini içeri buyur etmiş. Karnını doyurmuş. Fakat su isteyince nine anlatmaya başlamış: — Şu dağın ardında bir dev yaşar. Haftada bir gün o deve yemek gider. İlk lokmasıyla suyumuzu bırakır, son lokmasıyla suyumuzu keser. Biz de o arada kaplarımızı doldurup bir hafta öylece idare ederiz. Lâkin canımıza tak etti artık, demiş. Küçük kardeş düşünmüş. Devin yemek gününü bekleyip işin aslını öğrenmeye niyetlenmiş. Devin yemeğini de padişahın güzeller güzeli kızı götürürmüş. Üç gün sonra küçük kardeş deve yemek götüren kızla anlaşmış. O da yanına katılmış. Gitmişler, gitmişler. Nihayet devin yanına varmışlar. Küçük kardeş bir kayanın ardına saklanmış. Kız da bu arada deve yemeğini vermiş. Devin yemek yemeye dalmasını fırsat bilen oğlan, gizlendiği yerden çıkmış. Devin sırtına hançeri batırıp oracıkta öldürmüş. Kız, bu sevinçle hemen babasının sarayına koşup havadisi oradakilere de vermiş. Padişah bu habere çok sevinip devi öldüren gencin bulunması için ülkesinde tellâl bağırtmış. Delikanlı kendisine yemek veren ninenin evine gitmiş. Nine, padişahın kendisini aradığını söyleyince, oğlan sarayın yolunu tutmuş. Padişahın kızı, ülkelerini susuzluktan kurtaran oğlanı sarayın penceresinde bekler imiş. Geldiğini görünce de hemen babasına seslenmiş. Padişah, oğlan için sofralar kurdurmuş, eğlenceler hazırlatmış. Başına gelenleri dinleyip: — Kızımı da ancak böyle dürüst ve cesur bir delikanlıya verebilirim, demiş. Kızının ve oğlanın da razılığını alınca kırk gün, kırk gece düğün hazırlıklarına başlanmış. Lâkin küçük kardeşin aklı, hasta yatan babasındaymış.  Bunu yeraltı ülkesinin padişahına izah edip gitmek için izin istemiş. Kendi ülkesine nasıl döneceğini kara kara düşünürken kuyuda gördüğü aksakallı ihtiyar tekrar görünüvermiş: — A benim has yürekli, has bilekli oğlum. Nedir derdin, diye sormuş. Küçük kardeş de artık padişahın kızını da yanına alıp ülkesine, babasının sarayına dönmek istediğini ve babasının hastalığına çare bulması gerektiğini söylemiş. Aksakallı ihtiyar: — Yer yüzüne çıkmak da babanın şifasını bulmak da devi öldürdüğün tepedeki ağaçtadır, demiş. Bunu duyan oğlan hemen hazırlanıp yola düşmüş. Ağaca varmış ama ağaçta çiçeklerden ve kuşlardan başka bir şey yokmuş. Ne yapacağını bilemeyip: — Dile gel ulu ağaç. Nedir benim dertlerimin dermanı, diye bağırmış. Sonra kuvvetli bir yel esmiş. Kocaman bir kuş kanatlanıp dalların arasından çıkıvermiş: — Söyle insanoğlu, nedir derdin, demiş. Oğlan anlattıkça anlatmış. Kuş kulak kesilmiş, dinlemiş: — Senin dermanın benim. Seni yer yüzüne götüreceğim, babanın hastalığının şifası da bu gördüğün çiçeklerdir, demiş. Oğlan sevinmiş. Çiçeklerden toplayıp heybesine doldurmuş. Kuşun kanadına binip yeraltı ülkesinin padişahıyla helâlleşmeye, kızını da istemeye saraya gitmiş. Yeraltı ülkesinin padişahının güzel kızı, babasıyla vedalaşıp kuşun kanadına binmiş. Uçmuşlar, uçmuşlar; varmışlar yer yüzüne. Küçük oğlunun yokluğuna üzülen, üzüldükçe daha da hastalanan babası onları görünce çok sevinmiş. Padişah, delikanlının ve kızın çiçeklerden yaptıkları ilacı içip kısa sürede iyileşmiş. Tahtını da küçük oğluna bırakmış. Büyük ağabey, utancından ülkeyi terk edip gitmiş. Küçük kardeşle güzel eşi de düğünlerle, bayramlarla evlenip muratlarına ermişler.
PADİŞAHIN OĞULLARI
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; deve tellâl iken, pire berber iken bir Keloğlan varmış. Bu Keloğlan mektebe gidermiş. Bir gün hocası Keloğlan’ı yanına çağırıp üç tel vermiş: — Bu teller sihirlidir. Başın sıkışınca bunları birbirine sürteceksin evladım, demiş. Keloğlan sihirli telleri cebine koyup şehrin yolunu tutmuş. Maksadı iş bulup para kazanmakmış. Şehre varınca ilk iş, sarayın kapısına dikilmiş. Kapıdakilere: — Bana bir iş verin, çalışayım, demiş. O günlerde de sarayın bahçıvanı ölmüşmüş. Keloğlan’ı hemen bahçıvan olarak işe almışlar. Ertesi gün sarayda çalışmaya başlamış. Padişahın üç tane kızı varmış. Üçü de birbirinden güzelmiş. Lâkin büyüğünün yaşı geçmiş, ortancanın geçmek üzere, küçüğü ise daha taze imiş. Keloğlan her sabah padişaha üç tane gül götürürmüş. Güllerden biri solmuş, biri solmak üzere, biri de tomurcuk olurmuş. Padişah bu işten bir şey anlamazmış. Bir gün karısına nedenini sormuş. Sultan da: — Bizim üç tane kızımız var. Büyüğün vakti geçti, ortancanınki geçmek üzere, küçük de tam evlenme çağında. Keloğlan her sabah bu güllerle bize bunu ima ediyor, demiş. Padişah düşünmüş, taşınmış. Kızlarını evlendirmenin bir yolunu aramış. Sonunda tellâl bağırtıp ülkenin her yanına haber salmış. Evlenmek isteyenlerin sarayın önünden geçeceğini, kızlarının da ellerindeki gümüş topu kime atarsa onunla evleneceğini söylemiş. Böylece kızları istediği adamlarla evlenebileceklermiş. Kızların gümüş topları atacakları gün gelmiş. İsteyenler sarayın önünden geçmeye başlamışlar. Büyük ve ortanca kız, ellerindeki topları gözlerine kestirdikleri zengin ve yakışıklı iki delikanlıya atıp eşlerini seçmişler. Ama sıra küçük kıza gelince kız kimseye top atmamış. Padişah buyruk vermiş, kenarda köşede kalan kimse olmasın diye. Oradan bir tanesi: — Keloğlan var, demiş. Hemen Keloğlan da girmiş sıraya, o anda da küçük kız elindeki topu Keloğlan’a atmış. Keloğlan, topu havada yakalamış. Nihayet küçük kız da evleneceği adamı seçmiş, onu da Keloğlan ile evlendirmişler. Aradan çok zaman geçmiş. Padişah bir gün rüyasında savaşa gittiğini görmüş. Kan ter içinde korkuyla uyanmış. Bir zaman sonra da padişahın rüyası gerçek olmuş. Ülkede savaş çıkmış. Küçük kız babasının huzuruna çıkıp Keloğlan’ın da savaşa katılmak istediğini söylemiş. Babası önce kabul etmemiş: — Bunca delikanlı varken ne işi var o kelin harpte, diye terslemiş. Çok ısrar edince: — İyi öyleyse, topal ata binsin de gelsin, demiş. Keloğlan topal atıyla orduya katılmış. Onu görenler bu hâline gülmüşler. Keloğlan vazgeçmemiş. Padişahın ülkesi savaşı kaybetmek üzereymiş. Keloğlan dayanamamış. Bir kenarda cebindeki tüyleri çıkarıp birbirine sürmüş. Karşısına aksakallı bir dede çıkıvermiş. Ne istediğini sormuş. Keloğlan da bir at, bir kılıç, bir de kalkan istemiş. İstedikleri hemen gelmiş. Atıyla düşmanın ordusunu yarmış. Kimini kılıçtan geçirmiş, kimini önüne katıp sürüklemiş. Padişah bu yaman askeri imrenerek izlemiş. Aradan aylar geçmiş. Padişah çok hastalanmış, yataklara düşmüş. Gelen hekimler ancak aslan sütü içerse iyileşeceğini söylemişler. Bu haberi alan üç damat, hemen aslan sütü bulmak için yola koyulmuşlar. Keloğlan az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Bir pınarın başında soluklanmak için durmuş. Orada bir ihtiyar, pınardan su içiyormuş.  Keloğlan ihtiyara derdini anlatmış. Padişahın ağır hasta olduğunu, kendisinin de aslan sütü aradığını söylemiş. İhtiyar da bu pınardan bir aslanın su içtiğini sonra da ilerideki çayırda uyuduğunu söylemiş. Aslan uyurken korkmadan sağabileceğini söylemiş. Az vakit sonra bir aslan pınarın başına gelmiş, suyunu içip çayırda uykuya dalmış. Keloğlan fırsat bu fırsat gidip aslanı sağmış, sütünü alıp yola koyulmuş. Keloğlan, padişahın huzuruna çıkıp getirdiği aslan sütünü hekimlere sunmuş. Sütü hemen padişaha içirmişler. Padişah iyileşmiş. Keloğlan’ın yaptığı bu iyiliğe şaşırmış. Padişah, artık yaşlandığını düşünmüş. Bundan böyle de ülkeyi Keloğlan’ın yöneteceğini söylemiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Padişah İle Keloğlan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Padişah ile vezirler otururken bir hamal, sırtında iki kasa domates ile elma getiriyormuş. Derken ip kopmuş, kasalar düşmüş. Mal sahibi kızmış: — Eyvah, ne kötü hamal, demiş. Padişah ve vezirler de: — Adamın malını batırdı, demişler. Padişah ve vezirler böyle deyince padişahın kızı: — Baba, hamal kötü değil. İp de kötü değil, demiş. Padişah ve vezirler şaşırarak bakmışlar. Padişahın kızı  devam etmiş. — Baba, karısı kötü, demiş. Vezirlerin önünde yaşanan bu olay padişahın içine çok büyümüş. Kızının bunu neden söylediğini  anlayamamış. Çarşıdan geçerken görmüş ki bir kadın dilencilik yapıyormuş. Kadın bir yere girmiş. Padişah da merak edip peşinden gitmiş. Bakmış ki bir adam bıyıklarını bükmüş, anadan doğma sırt üstü yatıyormuş. Padişah kadına sormuş: — Bu çocuk senin neyin? Kadın: — Bu yiğit, benim oğlum. Padişah: — Ne yapıyor böyle? Kadın: — Yatıyor. Padişah: — Kalkmıyor mu? Kadın: — Yok, kalkmıyor. Padişah: — Kaç yaşında? Kadın: — Yirmi beş yaşında. Padişah: — Neden kalkmıyor? Kadın: — Anadan  doğdu doğalı, yatıyor. Padişah: — İsmi ne? Kadın: — Tembel Ahmet. Padişah: — Peki, demiş ve kadının evinden çıkmış. Kızının yanına gitmiş. Kızına: — Kızım, seni Allah’ın emriyle evlendirdim, demiş. Kızı: — Peki baba, sen nasıl uygun görürsen, demiş. Padişah böylece Tembel Ahmet’le kızını evlendirmiş. Kızına para pul verip Tembel Ahmet’e göndermiş. Padişahın kızı Ahmet’in annesine para verip: — Sen artık dilencilik yapma. Git kendine ve oğluna bir kat elbise ile iki bağ da öğendere al, demiş. Padişah kızı Ahmet’in yanına gelip yalvarmış: — Ahmet, Allah dedi kalk, demiş. Ahmet kalkmıyormuş. Sonra kapı çalınmış. Padişahın kızı dışarıya çıkmış ki Ahmet’in anası gelmiş. Öğendeleri ve elbiseleri getirmiş. Kız, Ahmet’in anasına: — Sen git, demiş. Sonra eline bir helki de su almış. Ahmet’e : — Ahmet, hadi kalk, demiş. Ahmet yine kalkmamış. Kız, Ahmet’in üstüne yorganı atmış. Ahmet’e bir, iki, üç, beş kere vurmuş. Öğenderinin bir bağını kırmış. Ahmet hâlâ kalkmamış. Öbür bağdan iki tane vurunca Ahmet dayanamamış ve kalkmış. Padişahın kızı Ahmet’e: — Git, neye hevesleniyorsan onu bana söyle, demiş. Ahmet dışarıya çıkar çıkmaz bakmış ki merkeple odun getiriyorlarmış. Hemen içeriye girip demiş ki: — Odun getiriyorlardı, ona heveslendim. Bunun üzerine padişahın kızı oduncuya gidip demiş ki: — Bir eşek de bizim için al, bunu da yanında götür. Oduncu: — Peki, demiş. Böylece bir, iki gün gitmişler. Ahmet yirmi beş senedir yattığı için odunlara balta filan vuramıyormuş. Çekiyor, yoluyor, yardım ediyorlar ve beraberce getiriyorlarmış. Padişahın kızı demiş ki: — Getirdiğin odunu iki kelimeye satacaksın. Ahmet böylece odunları meydana getirmiş. Meydandaki insanlar: — Ne istiyorsun delikanlı odunlarına, demişler. Ahmet: — Bir çift kelime, demiş. İnsanlar üsteliyorlar. Sonunda biri: — Kimler iyi, derlerse; iyilere, iyidir de, demiş Ahmet: — Sattım gitti, demiş. Sonra eve dönmüş. Padişahın kızı odunları sorunca Ahmet: — “Bir çift kelimeye ver.” dedin, ben de verdim, demiş. Padişahın kızı, “Kimler iyi, derlerse; iyilere, iyidir de.” sözünü duyunca memnun olmuş. Ertesi gün yine aynı adamla odun kesmeye gitmişler. Padişahın kızı demiş ki: — Getirdiğin odunu iki kelimeye satacaksın. Ahmet odunları yine meydana getirmiş. Meydanda bulunan insanlara yine aynı sözü söyleyince, içlerinden biri: — Kul bunalmazsa Hızır yetişmez, demiş. Ahmet: — Sattım gitti, demiş. Daha sonra Ahmet’in yanındaki, söktükleri odunları çalıp bir çukura yığıyormuş. Böylece oduncu: — Ben daha gelmeyeceğim, demiş. Ahmet: — Ben işi öğrendim ya. Artık yalnız gelirim, demiş. Dağa varıyor ki odun bitmiş, oduncunun yığdığı çukur hep altın olmuş. Gidip padişahın kızına demiş ki: — Dağdan odun bitmiş, hep altın olmuş. Padişahın kızı bunun üzerine: — Git, onu yükle. Kimseye göstermeden getir, demiş. Ahmet altınları getirmiş. Merkebi de satmış. Padişahın kızı, Ahmet’e — Git, neye hevesleniyorsan onu bana söyle, demiş. Ahmet çıkmış ki padişahın konağının önünde yukarıya sırtlarıyla develerden tuz yıkıyorlarmış. Ahmet bu adamlara demiş ki: — Nasıl da zorlanıyorsunuz böyle. Onlar da demişler ki: — Sen bize yardım edebilir misin? Ahmet: — Ederim, demiş. Bunun üzerine adamlar çalışma karşılığında ne istediğini sorduklarında, Ahmet : — Padişah kızına bir sorayım, demiş. Padişah kızının yanına gitmiş. Olayı anlatmış. Padişahın kızı demiş ki: — Üç altın, demiş. Ahmet: — Peki, demiş. Ahmet gidip üç altın olduğunu söyleyince adamlar kabul etmişler. Tuzları yıkmışlar. Sonra Ahmet de onlara katılmış ve çöle doğru hareket etmişler. Çöle varınca develer susamış. Kuyunun başına gelmişler. Ahmet su çekmek için kuyuya inmiş. Adamlar, Ahmet’e: — Ahmet, yeter su çektik,. Sen bir helki daha ver, çık demişler. Ahmet bir helkiyi doldurmuş. Helki çıkmış, Ahmet çıkamadan kuyu kapanmış. Kuyunun başında Ahmet’in karşısına birileri çıkmış, sormuşlar: — Kimler iyidir? Ahmet düşünmüş, düşünmüş. Dualar etmiş. Sonra aklına odun sattığı zamanlar gelmiş ve karşısına çıkanlara: — İyiler, iyidir, demiş. Sonra Ahmet’i alıp bir saraya atmışlar. Bu karanlık sarayda Ahmet bir o tarafa, bir bu tarafa bakmış. Karanlık yerde içi sıkılmış. Yine dualar etmiş. Derken karşısına biri çıkıp ne yaptığını sorunca, Ahmet: — Ben ne yapayım? Daraldım, fakat kul bunalmazsa Hızır yetişmezmiş, demiş. Hızır’ı anar anmaz, Ahmet’i alıp dışarı atmışlar. Saraya varmış ki bir göbek, göbeğin ortasında tepsi; tepsinin bir başında bir kız, bir başında bir oğlan; ortasında bir Kübra var. Sonra oğlan, “Amca geldi!” diye bağırarak Ahmet’i yanına çağırmış. Ahmet gelince oğlan demiş ki: — Bu kızı sen mi alacaksın, Kübra mı alacak, ben mi alacağım? Tembel Ahmet düşünmüş, düşünmüş. Bir taraftan da oğlan üsteliyormuş. Ahmet birden: — Haa! Bu kızın gönlü kimi severse o alacak. Çünkü gönül kimi severse güzel odur, demiş. Böylece Kübra ile kız birbirlerine kavuşmuşlar. Ahmet kuyuda böyle işlerle meşgul olurken padişahın kızı da elindeki altınlarla bir saray yaptırmış. Saray, padişahın sarayından daha büyük ama içi aynı padişahın sarayı gibi olacak şekilde yapılmış. Ahmet kuyunun ağzından çıkmış. Bakmış ki  kuyunun başında üç altın varmış. Altınları mendiline sarmış. Etrafta kimse yokmuş. O sırada bakmış ki önceden kendini tıraş eden bir adam karşıdan geliyormuş. Bu adamla selamlaşmışlar. Ahmet bu adamın gurbete çalışmaya gideceğini duyunca üç altını ona verip adamı evine geri yollamış. Ahmet kendisini bırakan kervanı takip ede ede bir şehre varmış. Gitmiş ki kervan bu şehirdeki padişahın sarayının önüne tuzları yıkıyormuş. Hemen yeniden onlara katılmış. Derken Ahmet kuyudaki çiftten hediye almış olduğu yüzük sebebiyle bu şehirdeki padişahın kızı tarafından padişaha söylenmiş. Padişahın kızı: — Baba, ağabeyimin yüzüğü bir hamalda, demiş. Padişah hemen cellâtları hazırlatmış. Ahmet’i çağırttırıp sormuş: — Gel bakalım buraya! Bu yüzüğü nereden aldın? Sen benim oğlumu öldürdün, yüzüğünü aldın, demiş. Ahmet: — Hayır, ben kimseyi öldürmedim, demiş. Padişaha başına geleni anlatmış. Birlikte kuyunun başına gelmişler. Ahmet kendini attıkları kapının önüne gelip bağırmış. — Benim ben, sizi kavuşturan Ahmet, demiş. Kapı açılmış. Padişah, oğlunu bulunca Ahmet’e: — Dile benden, ne dilersen, demiş. Ahmet: — Bir deve yükü altın isterim, demiş. Padişah, Ahmet’e altınları vermiş. Ahmet böylece evine dönmüş. Padişah kızı onu görünce yanına gelip yükünü sormuş, Ahmet: — Bir deve yükü altın, demiş. Padişah kızı kimseye söylemeyeceğine yemin ettirmiş. Gitmiş, deveyi satmış. Kendine de bir kat elbise almış. Padişah kızı, Ahmet’e: — Padişah ile üç vezirini bu eve davet et. Ahmet: — Tamam, demiş. Padişah ve vezirler, daveti kabul etmiş. Bu sırada padişah kızı, babasının en sevdiği yemeği hazırlamış. Padişah, Tembel Ahmet’in evine gelince şaşırmış. Kendi sarayından daha büyük ama aynı şekilde yapılmış, içerisi her şeyiyle kendi sarayına benzeyen bir yapı. Yemekler desen, hep en sevdiği yemeklermiş. Padişah yemeğini yemiş. Arkasına yaslanmış. Bu sırada sofrayı toplamaya gelen kızı, babasına: — Baba, ip mi kötü, hamal mı kötü; karı mı kötü, demiş. Padişah: — Kızım, senin bildiğin gibiymiş, demiş.
Padişah Kızı İle Tembel Ahmet
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, zamanın birinde bir ülke varmış. Ülkenin padişahı, sarayında üç oğluyla birlikte yaşarmış. Ülkenin tam ortasında bütün ağaçlardan daha büyük bir elma ağacı varmış. Bu ağaç her yıl yalnızca bir elma verir, bu elmayı yiyen de hiç ölmezmiş. Fakat her yıl ağacın elma verme mevsiminde bir dev gelir, elmayı yer gidermiş. Devin geldiği gün halk tedirgin olur, sokağa çıkamazmış. Padişah bir gün bu durumdan iyice rahatsız olmuş. Oğullarını yanına çağırtmış: — Elmanın olgunlaşma zamanı geldi. Bu geceden itibaren ağacın yakınında nöbet tutup devi yakalayacaksınız, demiş. Ertesi gün en büyük oğlan silâhını kuşanmış, başlamış elmayı yiyen devi beklemeye. Bir beklemiş, iki beklemiş derken uyuyakalmış. O sırada dev gelmiş, elmayı yiyip gitmiş. Padişah gelmiş, bakmış; elma yok, oğlu da derin uykuda. Günler geçmiş. Ertesi sene sıra ortanca oğlana gelmiş. Nöbete durmuş. Gece olmuş, vakit geçmiş. Ortanca oğlan da uykuya yatmış. Dev gelmiş, elmayı yiyip gitmiş. Sabah olmuş, gün ağarmış. Ortada ne elma varmış ne de dev. Padişahın tek umudu en küçük oğluymuş. Küçük kardeş, ağabeylerine göre daha zekiymiş. Aradan bir yıl geçince elma kan kırmızı kesilmiş. Küçük oğlan ağacın yakınında nöbet tutmaya başlamış. Ağabeyleri gibi uyuyakalmamak için de serçe parmağını kesmiş. İnceden inceye sızlayan parmağıyla sabaha kadar uyuyamayacağını düşünmüş. Gece yarısı olunca dev çıkagelmiş. Koca cüsseli dev, elmayı dalından koparıp yola koyulmuş. Onu izleyen küçük kardeş de başlamış takip etmeye. Dev önde, oğlan arkada; az gitmişler, uz gitmişler. Dağları aşıp, ovalardan geçip bir mağaraya varmışlar. Ertesi sabah küçük oğlan saraya varıp başından geçenleri babasına ve ağabeylerine teker teker anlatmış. Düşünmüşler, taşınmışlar. Devin mağarasına gidip onu öldürmeye karar vermişler. Hazırlanıp yola düşmüşler. Gitmişler, gitmişler; mağaraya varmışlar. Ama önce büyük oğlan: — İçeri ilk ben gireyim, siz beni burada bekleyin, demiş. Büyük oğlan girmiş, girmesiyle çıkması bir olmuş. Bir de, “Yandım, yandım!” diye bağırıyormuş. Ortanca oğlana sıra gelince o da içeri girmiş girmesine de, “Yandım, yandım!” diye feryat figan o da çıkmış mağaradan. Küçük oğlan: — Buraya kadar geldik. Elimiz boş dönemeyiz, deyip mağaraya dalmış. Ateşlerden, korlardan geçmiş. Yürümüş, yürümüş; karşısına bir delik çıkmış. Sessizce delikten geçmiş. Bakmış ki dev orada uyuyor. Kılıcını çıkarıp devin başını gövdesinden ayırmış. Arkasını dönüp bir de ne görsün? Üç yaldızlı, üç sandalyede üç güzel kız oturuyormuş. Meğer bu dev, kızları mağarada esir alıp kaç zamandır gün yüzü görmelerine izin vermiyormuş. Küçük kardeş, kızların hâllerine üzülmüş. Mağaradan çıkarken onları da kurtarmaya karar vermiş. Hep birlikte yola çıkmanın tehlikeli olacağını düşünmüş. Önce büyük ağabeyi için büyük kızı göndermiş. Büyük kız gidip geri dönmeyince ortanca kız yola çıkmış. Sıra en küçük ve en güzel kıza gelince kız, oğlan için endişelenmiş. Boynundaki kolyesinden iki tane cam boncuk çıkarıp oğlana vermiş: — Ben gittikten sonra yalnız kalacaksın. Başına bir iş gelirse bu verdiğim boncuklarını birbirine sür. Karşına biri ak, diğeri kara iki koç çıkacak. Ak koça binersen mağaranın dışına, kara koça binersen mağaranın derinliklerine gideceksin, demiş. Küçük kardeş, en küçük ve en güzel kızı yollamış. O da gidince mağarayı bir karanlık basmış. Oğlan korkmuş, aklına kızın verdikleri gelmiş. Cam boncukları köyneğinin cebinden çıkarıp birbirine sürmüş. Birden karşısına kızın da söylediği gibi bir ak, bir de kara koç çıkmış. O telâşla koçları şaşırmış, kara koça binmiş bulunmuş. Binmesiyle karanlık topraklara gitmesi bir olmuş. Gezmiş, dolaşmış, karnı acıkmış. O sırada bir kuş yuvasına yaklaşan yılanı görmüş. Yuvadaki yavruları kurtarayım, deyip vurmuş kılıcını yılanın boynuna. O sırada süzüle süzüle yere inen anne kuş, onu düşman sanmış. Ama yavru kuşlar annelerine: — O bizi yılandan kurtardı, deyince sevinmiş. — Ey insanoğlu, sen benim yavrularımı kurtardın. Dile benden, ne dilersen, demiş. — Ülkeme dönmek istiyorum. Bana yardım eder misin, demiş. İyilik eden oğlan, iyilik bulmuş. Kuşun kanadına binip yurduna uçmuş. Padişah, tahtını kahraman oğluna vermiş. Onu bekleyen güzel kızla evlenip güzel bir hayat sürmüşler. Gökten üç elma düşmüş; biri anlatanın, ikisi de dinleyenlerin başına…  
PADİŞAH VE ÜÇ OĞLU
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. İnsanoğlu dağdan taştan çokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; deve tellâl iken, eşek berber iken, pire pehlivan iken, ben babamın beşiğini tıngın mıngır sallar iken; tombul sineğim vız, dedi. Uçtu, gitti havaya; yakalayıp yağını süzdüm, doksan dokuz tavaya. Derisini yüklettim seksen sekiz deveye. Oradan kalktım, gittim İstanbul Tophane'ye. Tophane'nin güllerini alıp alıp cebime doldurdum, darıdır diye; Galata Kulesi'ni de elime aldım, borudur diye; önüme bir deniz çıktı, ortasına basmışım kıyıdır diye; cumburlup içene yuvarlanmayıyım mı? Bereket versin ki gözümü açtım, baktım rüyaymış. Bir padişahın üç oğlu varmış. Padişah hayrına bir cami yaptırmış. Gelen demiş ki: — Amma cami olmuş. Gelen demiş ki: — Amma cami olmuş. Gelen demiş ki: — Amma cami olmuş. Bir tanesi de gelmiş demiş ki: — Amma olmuş ya, amması var. Padişah: — Bu camiye bir kusur bulan olursa hemen bana haber verin, demiş. Bir gün padişah: — Durum nasıl? Halk cami ile ilgili ne diyor, diye sorunca: — Bir tanesi geldi, “Amma olmuş ya, amması var.” dedi, demişler. Padişah da: — O zaman bu caminin bir kusuru var, bu camiyi yıkın, demiş. Camiyi yıkmışlar ve yerine yenisini yapmışlar. Yine herkes gelmiş, demiş ki: — Maşallah; amma cami olmuş, amma cami olmuş. O adam gelmiş, demiş ki: — Amma olmuş ya, amması var, demiş. Bu adamın söyledikleri yine padişahın kulağına gitmiş. Padişah: — Bu caminin de bir kusuru var, bu camiyi de yıkın, demiş. Yerine yeni bir cami yaptırmış. Yine herkes: — Amma cami olmuş, amma cami olmuş, demiş. O adam yine gelip: — Amma olmuş ya, amması var, demiş. Bu adamın, yeni yapılan camiye de böyle söylediği padişahın kulağına gitmiş ve padişah: — O adamı yakalayıp bana getirin, demiş. Yakalayıp getirmişler. Padişah: — Oğlum senin söylediğin, “Amma olmuş ya, amması var”ın maksadı ne, demiş. Adam: — Padişahım, periler memleketinde bir peri kız var. Bu peri kızı, peri kuşunu getirip minarenin şerefesine koyarsa yetmiş iki dilde dua okur, onun içindir benim, “Amma olmuş ya, amması var” demekteki kastım. O kızı ve kuşu getirtip yetmiş iki dilde dua okutursan, o zaman “Amma cami olmuş” derim, demiş. Padişah: — Peki, ben onu bulduracağım. Aldırıp getirteceğim, demiş. Bunun üzerine padişah, üç oğlunu yanına çağırıp üçüne de demiş ki: — Ne kadar yol harçlığı, para lazımsa alın ve gidin. Bu kuş neredeyse onu bulup getirin, demiş. Padişahın üç oğlu bu kuşu aramaya gitmişler. Bunlar beraber giderken önlerine üç yol çıkmış, aralarından biri demiş ki: — Kardeşler, üçümüz de bir yola gitmeyelim. Üçümüz de üç yola ayrı ayrı gidelim, hangimiz bulursak kuşu getirelim. Üç kardeş ayrılmışlar. Büyük olan birinci yola gitmiş, yolun sonunda kırk ayaklı merdiveni olan bir bina karşısına çıkmış. Bu binada bir de kız varmış, yanında kırk tane de haramisi varmış. Bu kız: — Kim, bu kırk ayaklı merdiveni çıkıp da yanıma gelebilirse onunla evlenirim, diyormuş. Haramiler, oğlanı görünce: — Ooo! Misafir var, demişler. Bu oğlanı kırk ayaklı merdivenin önüne götürmüşler ve her şeyi anlatmışlar. Çıkamayanı da öldürüyorlarmış. Büyük oğlan çıkmaya başlamış. Otuz, otuz beşinci basamağa gelince kızın şavkını görmüş ve düşmüş. Haramiler, hep bir ağızdan: — Hadi, bunun boynunu vuralım, demişler. Haramilerden biri: — Yahu, bize bir hizmetçi lazım. Bu atların pisliğini, neyi kim atacak? Kim bakacak bu atlara? Bu da burada kalsın, atlarla ilgilensin, demiş. Haramiler bunu uygun bulmuşlar ve büyük oğlan hizmetçi olarak orada kalmış. Ortanca oğlan, ikinci yolun sonunda ağabeyi ile aynı şeyle karşılaşmış. O kızın binasının bir bacası da buradaymış. Yine merdiven, haramiler… Burada da merdiveni çıkmayı başaran kızla evleniyormuş. Bu da merdivene tırmanmaya başlamış. Otuz, otuz beşinci merdivene varınca o da çıkamamış, kızın şavkını görünce o da düşmüş. Bu da ağabeyi gibi hizmetçi olmuş. Küçük gitmiş, gitmiş, gitmiş… Bir suyun başına varmış ki bir derviş kâğıtlara yazı yazıp suya bırakıyor. Derviş'e selam vermiş ve: — Ne yapıyorsun sen burada derviş baba, demiş.  Derviş de: — Oğlum ben Ahmet'in oğlunu Mehmet'in kızına, Mehmet'in kızını Ahmet'in oğluna yazıyorum, demiş. Oğlan: — Benim bir derdim var, yardım eder misin, demiş.  Derviş: — Söyle bakalım, derdin neymiş; bir anlayalım, demiş. Oğlan: — Falan peri memleketinde, falan peri padişahının peri kızını ve onun kuşunu arıyorum, demiş. Derviş: — Aman oğlum, senin o kuşu ve o kızı bulman imkânsız. Kaf dağının ardındaki o memlekete ne gidebilirsin ne de onları getirebilirsin. Seni oraya varmadan yolda harcarlar, öldürürler, demiş. Oğlan: — Beni öldürsünler. Ya ben öleceğim ya da bu kuşu bulacağım, derviş baba, demiş. Derviş de: — Şu dağı geçtin mi, dev memleketi var. O devler seni parçalarlar, öldürürler, demiş. Oğlan: — Derviş baba, hiç yolu yok mu, deyince.  Derviş: — Onlar, anaları kazanı kaynatınca ava giderler. Hepsi gider, anaları kalır. Analarının göğsünü emebilirsen kurtulursun, yoksa seni öldürürler, demiş. Oğlan gitmiş, devler ülkesine gelmiş. Orada bir kazan kaynıyormuş, devler ava gitmişler. Oğlan nasıl ettiyse varmış, analarını göğsünden tutup emmeye başlamış. Devlerin anası, oğlan emmeye başlayınca bunu evlat edinmiş. Devlerin anası, oğlanı saklamış. Yoksa oğulları gelirler, bunu parçalarlarmış. Avdan gelmişler, kim ne vurduysa; kimi at, kimi eşek, kimi domuz… Anaları yemeklerini yapmış, yemişler. Devlerin anası: — Oğullarım, size bir şey diyeceğim ama diyemiyorum, demiş. Devler: — Ne diyeceksin, ana söyle, demişler.  Anaları: — Zamanında insanoğlunun biriyle evlendiydim, bir oğlum olduydu. Şimdi oğlum beni ziyarete geldi. Siz bir şey edersiniz diye, sakladıydım, demiş. Onlar da: — Ooo! Ana, kardeşimiz gelmiş de sen niye saklıyorsun. Getir buraya, sakladığın yerden çıkar, demişler. Anaları oğlanı sakladığı yerden çıkarmış, getirmiş. Devlerin hepsi pişen yemekten alıp yiyorlarmış. Bu oğlan yer mi onlardan? Yememiş tabii, devler sormuşlar: — Neden yemiyorsun, diye. Anaları da: — Yok oğullarım, bunları yemez. Bu ördek, tavşan, keklik ise yer, demiş. Devler de: — Biz hemen ona bu yiyecekleri getirelim, demişler. Ördek, tavşan getirmişler; buna yedirmişler. Bu oğlan devlerin anasına anlatmış: — Perilerin memleketine gidiyorum. Orada bir kuş varmış, onu alıp götüreceğim, deyince devlerin anası: — Ah oğlum, ah! Zor gidersin periler memleketine, hem onu getirmek de mesele, demiş. Oğlan: — Ne yapayım? Nasıl olursa olsun, onu ben getireceğim, demiş. — İşte, şuradan aşacaksın; şuradan gideceksin. Buna bir yol tarif etmiş. Bu oğlan gitmiş gitmiş ki bir çeşme; çeşmenin başında bir derviş duruyormuş. Oğlan gitmiş yanına, selamını vermiş. Derviş: — Oğlum hayrola, ne arıyorsun burada, diye sormuş. Oğlan da: — Derviş baba, ben periler memleketini arıyorum. Orada bir kuş varmış. Onu bulacağım, alıp getireceğim, demiş. Derviş: — Oğlum, sen orayı nerede bulacaksın? Oraya gidemezsin, demiş. Oğlan da: — Ya bulacağım ya öleceğim, demiş. Derviş de: — O zaman gideceğin yol, şu yol. Ama bu yolda tılsımlar var. Tarif edeyim o tılsımları, ona göre git, demiş. Oğlan da: — Söyle bakalım, derviş baba, demiş.  Derviş: —  Falan yere gidince orada bir çeşme görürsün. O çeşmenin bir yanından irin, bir yanından su akar. Sakın su içme, tılsım seni öldürür. İrinden iç, “Ne güzel suymuşsun.” de. Çeşmeden sonra biraz daha gittiğin zaman iki tane gül çıkar önüne. Biri iyi gül, biri kötü gül. Aman, iyi gülü koklama, o da tılsımlı. Kötü gülü kokla, “Vay, ne güzel gülmüşsün.” de. Orayı da geçince peri padişahının bahçesine girersin. Bu bahçede bir sandalyenin üstünde bir Arap sakız çiğneyerek oturur. Bu Arap, bahçenin bekçisi. Sakın o Arap’ı uyanık zannetme, o gözleri açık uyur. Atından bir kıl al, Arap’ın ayağına ver. O zaman o sakızı düşürürsün. Sakız düşünce Arap oraya yığılır kalır; düşünce altında kırk odanın anahtarı var. O anahtarları al, odaların hepsinin kapılarını tek tek aç. Kırkıncı kapıyı açınca peri padişahının kızını bulursun. Sen onun sağ yanağından öpeceksin, elbisesinin kırk düğümü var; otuz dokuzunu çözeceksin, kırkıncıyı çözmeyeceksin. Bu da tılsım. Sen bunları yapacaksın, kuş da başında, alıp geleceksin, demiş. Oğlan, dervişin tüm söylediklerini tek tek yapmış. Kuşu almış, geldiği yoldan tekrar dönmüş. Büyük kardeşinin merdiven çıkamayıp hizmetçi olduğu yere gelmiş. Haramiler: — Ooo! Yine misafir geldi, demişler. Almışlar, merdivenin başına götürmüşler. Bu oğlan tüm merdivenleri çıkmış. Haramilerin başı: — Bu oğlan tüm merdivenleri çıktı, bu kızı almaya hak kazandı, demiş. Oğlan bu kızı yanına almış ama bu arada peri padişahının kızına da âşık olmuş. Tam oradan ayrılıyorlarmış ki büyük ağabeyini görmüş. Oğlan: — Kim bu, demiş. Haramiler de: — Merdivenleri çıkamadı. Biz de atlara baksın diye, bunu buraya koyduk, demişler. Oğlan: — Öyleyse bunu da yanımıza alalım, demiş. Bunu da alıp yola koyulmuşlar. Kız: — Benim bir bacım var. Onu da ziyaret edelim, ondan sonra gideriz, demiş. Yine aynı kırk ayaklı merdiven… Yine aynı şekilde bu merdivenleri de çıkmış. Kızı almış, ortanca kardeşini de kurtarmış ve yola çıkmışlar. Hep beraber giderken susamışlar, bir su kuyusunun başına gelmişler. Ortanca kardeşi ile büyük kardeş su kuyusunun başında anlaşmışlar: — Biz babamıza ne diyeceğiz? Kuşu bu aldı, bizi bu kurtardı. En iyisi suyu çıkarırken ipi keselim, bunu kuyuda bırakıp gidelim,  demişler. Bu oğlan kuyuya inince ipi kesmişler. Bunu kuyuda bırakıp kızlarla ve kuşla gitmişler. Babalarının yanına gelmişler. Kuşu minareye koymuşlar, kuş ne ötüyor ne konuşuyormuş. Padişah da en çok küçük oğlunu severmiş, onun gelmemesine çok üzülüyormuş. Kuyunun başından kervancılar geçerken oğlanı fark etmişler ve kuyudan kurtarıp yanlarına almışlar. Oğlanın babasının olduğu şehre gitmişler. Öbür taraftan peri kızı uyanmış. Bakmış ki tılsımlar bozulmuş. Kuş gitmiş, ortalık tarumar olmuş. Peri kızı emretmiş: — Benim bu kuş neredeyse bulacaksınız, demiş. Gezmişler, dolaşmışlar; padişahın şehrinde minarenin tepesinde kuşu bulmuşlar. Peri kızının adamları padişaha: — Sen bu kuşu nereden aldın, demişler. Padişah da: — Oğullarım getirdi, demiş. Periler bu işin nasıl olduğunu öğrenmek için padişaha: — Oğulların bu işi nasıl yaptıklarını anlatsınlar, yoksa bu şehri yakacağız, demişler. Padişah da: — Oğlum, bu kuşu siz getirdiniz. Çıkın, cevap verin, demiş. Büyük oğlan atına binmiş, perilerin çadırının önüne gelmiş. — Ben getirdim kuşu, demiş. Böyle böyle oldu, diye yalanlar uydurmuş. Onlar da yalan söylediğini anlayıp, elini ayağını bağlayıp, kamçılamışlar ve bir kenara atmışlar. — Periler, bize yalancı adam gönderme. Kim yaptıysa onu gönder, diye padişaha haber salmışlar. Padişah ortanca oğluna: — Oğlum, kuşu getiren sizsiniz. Gidip nasıl getirdiğinizi çadırdakilere anlat, demiş. Oğlan atına binmiş, perilerin önüne gelmiş. Periler: — Sen misin bunu yapan? Nasıl yaptın, demişler. Ortanca oğlan da: — Şuradan gittim, buradan geldim; şöyle ettim, böyle ettim, demiş. Periler bunu da ağabeyi gibi kamçılamışlar. Küçük oğlan kendini kurtaran kervancılardan birine, memlekette neler olduğunu sormuş. O da olanı biteni anlatmış. Kervancı: — Bu işi yapan çıkmazsa tüm şehri yakacaklar, demiş. Oğlan: — Bu işi yapanı biliyorum. Beni padişahın yanına götürün, demiş. Oğlan yüzünü kapamış, padişahın yanına gitmiş. Padişah, gelenin oğlu olduğunu anlamamış. Oğlan: — Şu dolapta bir elbise var, onu bana ver, demiş.  Padişah: — O elbise küçük oğlumun hatırası, onu ne yapacaksın, demiş. Oğlan: — Sen getir, o elbiseyi giyeyim. Falan tayı da altıma ver, demiş. Oğlan atı, elbiseyi almış. Giyinip kuşanmış, ata binip perilerin çadırının önüne gelmiş. Periler: — Sen misin, bu kuşu getiren, demişler.  Oğlan: — Benim, demiş.  Periler: — Nasıl yaptın, demişler. Oğlan tek tek anlatmış. Periler: — Tamam. Kuşu getiren bu, demişler. Haber padişaha gitmiş, şehir kurtulmuş. Bu oğlan, peri padişahının kızıyla evlenmiş. Kızı alıp eve gelmiş. Kuş, sahibini görünce başlamış ötmeye. Küçük oğlan, kardeşlerini affetmiş. Onların yaptığını bu yapmamış. Ömür boyu mutlu yaşamışlar.
PERİ KIZI
Yozgat
İç Anadolu Bölgesi
Bir zamanlar bir ana babanın bir oğlu, bir kızı varmış. Kızın adı Puhuluca imiş. Oğulları bir gün: — Baba, biz bu memleketten gidelim, demiş. Puhuluca’yı götürmek istememişler. Oğlan: — Puhuluca’yı, Hoca Efendi’ye bırakalım. Ona hizmet etsin, demişler ve Puhuluca'yı Hoca Efendi’ye bırakıp gitmişler. Bir memlekete yerleşmişler. Üç, dört ay sonra sizin kızınız dost hayatı yaşıyor, diye haber gelmiş. Bunun üzerine baba, oğluna: — Oğlum, sen git; bana bu kızın kanlı gömleğini getir, demiş. Oğlan Puhuluca'nın yanına gitmiş. Kızı kardeşini almış, bir dere kenarında kızı keseceği zaman gökte bir kuş dönmeye başlamış. Kuş dile gelmiş: — Onun suçu yok, beni kes; onun suçu yok, beni kes, diye konuşmuş. Bunun üzerine oğlan bu işten vazgeçmiş. Babasının, annesinin yanına gitmiş. Babasına hiçbir şey söylememiş. Birkaç zaman sonra yine aynı haber gelmiş. Babası, oğluna: — Oğlum, neden böyle yaptın da kızı kesmedin, demiş. Oğlan başından geçenleri, kuşun dediklerini anlatmış: — Bu olaydan sonra ben de onu kesmekten vazgeçtim, demiş. Oğlan tekrar kız kardeşinin yanına gitmiş. Oğlan iftiralara dayanamayarak kardeşini o köyden götürmüş. Puhuluca’yı güzel bir şekilde giydirmiş. Sonra da üzerine kurt postu giydirmiş ve ormana götürüp bırakmış. Ormanda padişahın oğulları koyun güdermiş. Bu sırada koyun köpeklerinden biri de ağaca yanaşmış. Puhuluca o sırada o ağacın altında bulunuyormuş. Köpekler kendisine yaklaşınca Puhuluca korkmuş ve köpeklere, “Hoşt!” demiş. Köpekler geri çekilmiş. Bunun üzerine padişahın oğlu şüphelenmiş ve ağacın olduğu tarafa doğru, “Kim var orada?” diye seslenmiş. Puhuluca karşılık olarak: — Seni yaratan Allah'ın kuyulum, diye seslenmiş. Padişahın oğlu: — Sen ne iş yaparsın, diye sormuş. Puhuluca: — Davar güderim; kaz, tavuk güderim. Her işi yaparım, demiş. Oğlan, kızı alıp evine gitmiş. Bunun üzerine padişahın oğluna annesi: — Bu kıllıyı nereden getirdin, diyerek kızmış. Padişahın oğlu: — Anne, bir gariban bu. Davarları, tavukları, kazları güder; hizmetçi gibi çalışır, demiş. Bir gün köyde bir düğün olmuş. Padişahım karısı düğüne gitmek için hazırlanırken, Puhuluca kurt postunu çıkarıp güzel bir kız olarak düğüne gitmiş. Padişahın karısı düğünde Puhuluca'yı görünce çok beğenmiş. Düğün bitip evine gidince oğluna: — Sen gittin, eve bir kıllı getirdin. Bu gece düğün evine bir kız geldi ki pırlanta gibi, demiş. Padişahın oğlu, Puhuluca'yı çok merak etmiş. Anasına: — Bir daha düğüne gelirse sor; nereliymiş, kimin kızıymış, demiş. Tabi, Puhuluca kurt postuna bürünmüş olarak onları dinlediği için söylenilenleri duymuş. Bir gün köyde yine bir düğün olmuş. Padişahın oğlu, anasına: — Ana ben bir evin damına çıkayım, ona doğru bir yüzük atayım. Eğer alırsa ona nereli olduğunu sor, demiş. Düğün başladığında padişahın oğlu evin damından Puhuluca'ya doğru bir yüzük atmış. Puhuluca yüzüğü alıp parmağına takmış. Bunun üzerine anne, Puhuluca'ya nereli olduğunu sormuş. Puhuluca: — Ben Üstüaçık köydenim, demiş. Eve gittiğinde oğluna olanları anlatmış. Padişahın karısı, oğlu ve cariyeleri Üstüaçık köyü aramaya koyulmuşlar. Uzun süre aramışlar. Padişah da onlara sürekli erzak gönderiyormuş. Bir gün padişahın karısı hamur yoğurmuş, bazlama yapıyormuş. Puhuluca gelmiş: — Bir tane de ben yapabilir miyim, demiş. Padişahın karısı: — Oğlum senin yaptığını yemez, kıllı şey, demiş. O sırada cariyelerden biri: — O yapsın da ben yerim, demiş. Puhuluca bazlamayı pişirirken parmağındaki yüzüğü alıp hamurun içine koymuş. Cariye o bazlamayı padişahın oğluna vermiş. Oğlan, bazlamayı yerken yüzük ağzına düşmüş. Padişahın oğlu: — Biz o kızı nerelerde arıyoruz, meğerse evde yanı başımızdaymış, demiş. Padişahın oğlu anasına sormuş: — Ana, o gördüğün kızı getirsek tanır mısın, demiş. Anası: — Elbette tanırım oğlum, demiş. Gitmişler, ahırdan Puhuluca'yı getirmişler. Kurt postunu sırtından çekmişler, bakmışlar ki dünya güzeli bir kız! Padişahın oğlu çok sevinmiş. Puhuluca ile padişahın oğlu evlenmiş. Kırk gün, kırk gece düğün etmişler. Puhuluca daha önce başından geçenleri, padişahın oğluna anlatmış. Padişahın oğlu, hocayı çağırtıp gereken cezayı vermiş. Ceza verirken hocaya sormuşlar: — Oduna mı razısın, ata mı, demişler. Hoca: — Ata razıyım, demiş. Hoca’yı alıp atın kuyruğuna bağlamışlar, atı sürmüşler. Hocaya böylece gereken cezayı verilmiş.
PUHULUCA
Tokat
Karadeniz Bölgesi
Zamanında Mehmet adında bir adam varmış. Bu adamın karısından başka kimsesi yokmuş. Şehrin birine çalışmaya gitmiş. Bu gittiği şehirde yedi sene çalışmış, yedi kuruşun sahibi olamamış. Memlekete ne mektup,  ne para ne pul göndermiş.  Bu şehirde para biriktiremeyeceğini anlayınca çalıştığı adam cebine harçlığını koymuş ve bir tanıdığının yanına göndermiş. Bu adam şehirden ayrılıp yeni bir şehre gitmiş. Çalıştığı adamın gönderdiği, adamın yanına gitmiş. Gittiği adama durumu anlatmış. Adam: — Kazandığım elli kuruşun, yirmi beşini sana versem senin işine yaramaz. Yirmi beşini ben alsam benim işime yaramaz. Sen bugün burada misafir ol. Yarın bir arkadaşım gelecek, ona söyleriz yardımcı olur, demiş. Ertesi gün adam gelmiş. Durumu anlatmışlar. Adam: — Tamam, benim yanımda çalışsın ama bir şartım var; yedi yıl çalışır, demiş. Kabul etmişler ve bu adam bunun yanında çalışmaya başlamış. Mehmet yedi sene çalışmış. Yedi senenin sonunda: — Ağa, yedi sene oldu. Müsaade et, ben artık gideyim, demiş. Ağa: — Tamam, bir gün daha dur. Yarın git, demiş. Ağa, Mehmet'e yedi senenin karşılığı üç kırmızı lira vermiş. Bir de çörek yaptırmış. — Bu çöreği de eve gidince yenge ile yiyeceksin, demiş. Ağa, çöreğin içine kırmızı liralar doldurmuş. Ertesi gün yola çıkmışlar. Ağa: — Mehmet, bana bir kırmızı lira ver, sana bir akıl vereyim, demiş. Mehmet kabul etmiş. Ağa: — Sakın ha, yoldan bir yere sapma. Eğer saparsan seni bir dağda ya keserler ya parçalarlar. Yolda başına bir iş gelirse, yolda ölürsen bir garip ölmüş derler, cenazeni kaldırırlar, demiş. Mehmet: Tamam ağa, demiş. Mehmet tam atını sürecekken ağa: — Mehmet oğul, bir kırmızı lira daha ver de sana bir akıl daha vereyim, demiş. Mehmet: — Tamam, al ağa, demiş.  Ağa: — Gittiğin yerde lâf üzerine gelirse konuş, lâf üzerine gelmezse konuşma, demiş. Mehmet: — Olur ağa, demiş. Biraz daha gitmişler. Ağa: — Oğul, bir kırmızı lira daha ver de sana bir akıl daha vereyim, demiş. Mehmet: — Tamam, al ağa, demiş. Ağa: — Sabır edersen selameti bulur, sabır etmezsen belanı bulursun; ille, sabır. Tamam, hadi yolun açık olsun, demiş. Bu konuşmadan sonra Mehmet atını sürmüş, yola düşmüş. Yolda bir kervanla karşılaşmış. Kervancı: — Kardeş şu dereden git, yoldan gidersen haramiler seni soyar, demiş. Mehmet: — Ben yoldan gideceğim. Soyarlarsa soysunlar, öldürürlerse yolda öldürsünler. Ben bunun için bir kırmızı lira verdim, demiş. Mehmet yoldan gitmiş. Haramiler kervanı nereden geçeceğini anlayıp dereye inmiş, kervanı soymuşlar. Kervancı çıplak, Mehmet'in önüne çıkmış. Mehmet'e durumu anlatmış. Mehmet: — Olur mu, olur, demiş. Yola devam etmiş. Giderken, giderken akşam olmuş, bir konağın önüne gelmiş. Kapının önünde babayiğit bir adam duruyormuş. Selam vermiş. Mehmet: — Ağa, misafir kabul eder misin, demiş. Adam: — Başım üstüne, yerin var, demiş. Mehmet ile adam içeri girmişler. İçerde bir kadın bağlıymış. Adam yemek yapıyor, kadını çözüyor. Yemeği yiyorlar, adam kadını bir iyice dövüp tekrar bağlıyormuş. Sabah olunca aynı şeyler yine yaşanıyormuş. Mehmet hiç ağzını açmıyormuş. Giderken adam sormuş. — Neden hiç bir şey sormadın, demiş. Mehmet: — Bunun için bir kırmızı lira verdim. Üzerime lâf düşmezse konuşmam, demiş. Adam odanın birini kapısını açmış. İçeride kelleler bir tarafta, gövdeler bir taraftaymış. Adam: — Bu konuyla ilgili bir şey sorsaydın senin de sonun bu olurdu, demiş. Mehmet: — Olur mu, olur, demiş. Mehmet buradan da çıkıp yola koyulmuş. Sonunda evine gelmiş. Kapıya vurmuş. Karısı: — Kim o, demiş.  Mehmet: — Bacım yolcuyum, beni misafir et, demiş. Karısı: — Benim kocam yabana gideli on dört sene oldu, alamam, demiş. Mehmet çekilmiş, bir kenara oturmuş. Camdan bir erkekle bir kadının sarıldığını görmüş. Karısının biriyle evlendiğini düşünerek, onları vurmaya karar vermiş. Tüfeğini alıp eve yaklaşırken, ağanın söyledikleri aklına gelmiş. — Bir altın lira verdik. Dur, bir durumu anlayalım, demiş.  Kapıya tekrar vurmuş. Mehmet: — Bacım aç. Senin ışıktan başka, köyde ışık yok demiş.  Oğlan: — Anne aç, ben varken kimse bize bir şey yapamaz. Benim babam da böyle dışarıdadır, demiş. Mehmet durumu anlayınca kendini tanıtmış, içeri girmiş. Çöreği yemek için oturmuşlar, çöreği kesmişler ki içi hep kırmızı lira doluymuş. Mehmet: — Az sabırda, çok keramet vardır, demiş. Ömür boyu mutlu yaşamışlar.
SABIR
Yozgat
İç Anadolu Bölgesi
  Bir varmış, bir yokmuş. Bir evde yaşlı bir karı koca, oğulları ve gelinleri; dördü birlikte yaşarlarmış. Bir gün kaynanası gelinine: — Ahıra git de keçiye yem ver, demiş. Gelini ahırda keçiye yem verirken bir kabahat işlemiş. Yaptığı şeyden utanıp keçiye tembihte bulunmuş. — Aman keçi, kimseye söyleme emi, demiş. Keçi yemi yedikçe kafası sallanıyormuş, gelin de bunu keçinin inat edip söyleyeceğine yoruyormuş. Kaynanası, gelin gelmeyince merak etmiş. Ahıra bakmaya gitmiş, Gitmiş ki ne görsün? Gelini bir tarafta çıplak bir vaziyette oturuyor. Her şey keçinin üstünde. Kaynanası: — Hayrola, ne yaptın gelin? Bu ne hâl, demiş. Gelin: — Anne, ben böyle bir kabahat ettim. Keçiye de söylemesin diye her şeyimi verdim, hâlâ söyleyeceğim diye ısrar ediyor, demiş. Kaynanası da: — Aman, kayınbaban duymasın, deyip o da üstünde ne var, ne yok keçiye vermiş. Keçi hâlâ yemi yedikçe kafasını sallıyormuş. Sonra kayınbaba da giden gelmeyince merak edip ahıra gitmiş. Ahırda onları, o vaziyette görünce sormuş: — Hayrola, ne oldu size? Onlar da başlarından geçenleri anlatmışlar. Kayınbaba da: — Aman, oğlan duymaya, diye o da her şeyini vermiş keçiye. Hepsi aynı vaziyette ayrı köşelere geçmişler. Akşam oğlan eve gelince bakmış ki evde kimse yok. Ahıra gitmiş, bakmış ki hepsi bir köşede, her şey keçinin üstünde. O da ne olduğu sormuş, onlar da anlatmış. Oğlan: — Hepiniz delirmişsiniz. Ben gidiyorum. Bu kadar da olmaz ki, deyip evden çıkmış. Bir köye gelmiş. Köyde bir evin kapısını çalıp: — Tanrı misafiri alır mısınız, demiş. Onlar da almışlar. Bu evde  anne, baba bir de bunların kızları varmış. Akşam olmuş, bu adamın yerini yatağını yapmışlar. Herkes yerine yatmış. Evin kızı gece bir akıl düşünmüş. — Bu misafir kardeş beni alsa, ondan bir oğlum olsa, adını Salman koysam. Salınsa, salınsa şu merdivenlerden düşse, ölse; bunun annesi ne çeker, diye ağlamaya başlamış. Annesi ağlamasını duyunca kızın yanına gelmiş, derdini sormuş. Kızı anlatınca kadın: — Bunun anneannesi ne çeker, diye ağlamaya başlamış. Bunların sesine babası uyanmış. Adam sorunca ona da aynısını söylemişler o da: — Dedesi ne çeker, diye ağlamaya başlamasın mı? Misafir bunları duyunca: — Bu evde herhâlde bir ölen oldu. Yoksa bu kadar feryat olmaz, demiş. Kalkıp onların yanına gitmiş. Kızın annesi: — Gel kardeş, gel, demiş. Misafir, ne olduğunu sormuş. Kadın da kızın düşündüklerini söyleyince misafir: — Ya, ben buraya akıllı aramaya geldim. Siz de deli çıktınız, deyip gitmeye kalkışmış. Kızın babası: — Dur, dur! Salman’ın mirasını paylaşmadan nereye gidiyorsun, deyip adamın yolunu kesmiş. Evdeki bütün her şeyi ortaya döküp paylaştırmaya başlamışlar. — Salman’a, babasına, Salman’la babasına, diye evde ne kadar altın, eşya varsa adama bir ata yükleyip vermişler. Tam adam giderken arkasından bağırmışlar: — Gel, gel, nereye gidiyorsun? Salman’ın saplı tası burada kaldı, demişler. Onu da adama vermişler. Adam evine dönmüş. Bakmış ki annesi, babası, karısı ve keçi hâlâ aynı şekilde öylece duruyorlarmış. Onlara: — Hadi kalkın. Ben böyle bir şey yaşadım. Gelin, soralım; bakalım bu neye delâlet, diye hocalara danışmışlar. Onlar da “Zenginliğe delâlet.” demişler. Zengin olup mutlu hayat yaşamışlar.  
SALMAN'IN SAPLI TAŞI
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Ülkenin birinde, bir adam yaşarmış. Bu adamın bir oğlu, bir de kızı varmış. Bu adamın karısı hasta olmuş, ölmüş. Oğlanla kız, yetim kalmışlar. Bir gün babaları bunları karşısına alıp: — Karımın çamaşırlarını sandığa koyacağım. Sandıktaki çamaşırlar çürüyene kadar kimseyle evlenmeyeceğim, demiş. Bir gün cadı karı gelmiş: — Niye baban evlenmiyor kızım, diye sormuş. Kız: — Babam, anamın çamaşırları çürüyene kadar evlenmeyecek, demiş. Kadın: — Kızım onda ne var. Çamaşırları alıp döv, demiş. Kız çamaşırları almış, bir güzel dövmüş. Kız babasına demiş ki: — Anamın çamaşırlarına bir bakalım. Varmışlar, çamaşırlara bakmışlar ki çamaşırlar çürümüş. Babası kızına demiş ki; — Kızım, sen kimi istersen ben onu alayım. Kız: — Filanca bir yerde, filanca bir dul kadın var. Git, onu al, demiş. Bu kadın çamaşırları dövdüren kadınmış. Adamın yeni karısından bir kızı olmuş. Kadın diğer çocuklara arpa unundan çörek yaparmış. Onlar da dağda inek sütünü sağıp çörekle birlikte yerlermiş, şişmanlarlarmış. Evdeki analığın kızı ise zayıflarmış. Kadın bir gün: — Ben sarı ineği keseceğim. Onlar dağda sütünü sağıp içiyorlar. Benim kızım zayıflıyor, demiş. Kocası da buna razı olmuş. Bir gün sarı inek dağda dile gelmiş: — Onlar beni kesecekler. Siz kemiğimi postumun içine koyup bir yere gömün, demiş. Sonra devam etmiş: — Onlar etimi yediklerinde onlara acı gelecek, size tatlı gelecek, demiş. Sarı ineğin dedikleri çıkmış. Bunlar kemiği saklamışlar. Bir zaman sonra baktıklarında kemikler gitmiş. Yerine altınlar, gümüşler, takılar bulmuşlar. Analık, üvey kıza: — Biz ağanın oğlunun düğününe gideceğiz. Sen bu küpü biz gelene kadar ağlayarak dolduracaksın. Ayrıca bu yere saçılmış buğday tanelerini de biz gelene kadar toplayacaksın, demiş. Kızıyla evden ayrılmış. Bunlar gittikten sonra kız ağlamaya başlamış. Yoldan geçen bir kadın, kızın sesini duymuş. Kızın yanına varmış. Kız ona derdini anlatmış. Kadın: — Çaresi olmayan dert yoktur, kızım. Bir küp al, küpün içine su doldur. Bir avuçta tuz at, al sana gözyaşı, demiş. Kız yine ağlamaya başlamış. Kız: — Bu buğday taneleri ne olacak, demiş. Kadın: — Ona da bir çare bulunur. Sen içini ferah tutasın. İçeri iki tavuk atalım. Buğday tanelerini anında yiyip yutarlar, demiş. Kız: — Aynısını yapalım, demiş. Kız gidip kuyuya bakmış ki ne görsün? Altınlar, gümüşler… Kız güzel kıyafetleri giymiş, tanınmaz hâle gelmiş. Ata binmiş. Heybenin bir yanına kül, bir yanına altın doldurmuş. Düğüne gitmiş. Düğün yerine vardığında analığından tarafa kül saçmış. Diğer tarafa ise altın savurmuş. Üvey annesi ile kız, gözlerini üfleyene kadar herkes altınları toplamış. Kız ata binip giderken terlikleri suya düşmüş. Kız eve gelmiş, eski hâline dönerek küpün başına geçmiş. Analığıyla bacısı gelmiş. Kız: — Ana düğünde ne vardı, diye sormuş. Analığı: — Senin gibi bir kız geldi. Bizden tarafa kül saçtı. Diğer tarafa altın saçtı. Biz gözümüzü üfeleyene kadar onlar altınları topladı, demiş. Neyse aradan birkaç gün geçmiş. Bir ağanın oğlu gelmiş. Demiş ki: — Ben anası ölen kızı alacağım. Analığı kendi kızını göstermiş. Üvey kızını saklamış. Ağanın oğlu demiş ki: — Atımı sulamaya göle gittim. Orada bir terlik buldum. O terlik kimin ayağına olursa onu alacağım, demiş. Terlik, yetim kızın ayağına olmuş. Ağanın oğlu da kızı almış. Bir gün gelin olan kızın erkek kardeşi dağda dolaşırken, bir geyiği takip ediyormuş. Çok susamış. Geyiğin ayak izindeki suyu bir güzel içmiş. Çocuk birden geyik oluvermiş. Analığıyla kızı, bir gün üvey kızı görmeye gitmişler. Üvey bacısı: — Abla, seninle çamaşır yıkamaya gidelim, demiş. Analığın kızı çamaşır yıkarken ablasını suya itmiş. Kızın çamaşırlarını giymiş, eve gitmiş. Eniştesi iki gün bunun farkına varmamış. Gölde yetim kızın bir oğlu olmuş. Geyik oğlan eniştesinin yanına gelmiş, haber vermiş. Sonra geyik, bacısının yanına varmış. Kız, geyiğe: — Kardeş, can kardeş. Hasan, Hüseyin kucağımda. Yanına varamıyorum kardeş, demiş. Sonra eniştesi gelmiş, ablasını kurtarmış. Diğer kızı da bir güzel dövdükten sonra salıvermiş. Kızı evine götürmüş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine… 
SARI İNEK
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, keçiler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, ülkenin birinde bir padişah varmış. Padişahın kırk tane oğlu varmış. Bir gün çocuklarını evlendirmek istemiş. Ancak çocuklar: — Biz kırk kardeşiz, bizim gibi kırk bacı isteriz, demişler. Babaları: — Ben nereden bulayım kırk bacıyı, deyince çocukları: — Biz çaresini bulacağız, deyip evi terk etmişler. Kırk bacıyı aramaya koyulmuşlar. Evi terk ederken yalnız küçük kardeşleri; babasıyla, annesiyle helâlleşmiş. Kardeşlerinin bunu yapmasını ağabeyleri çekememiş ve otuz dokuzu, kardeşlerine kızmışlar. Hepsi küçük kardeşe birer tokat vurmuş. Daha sonra kırk kardeş, kırk ata binip diyar diyar kız aramaya çıkmışlar. Akşam olunca bir mağarada gecelemeye karar vermişler. Küçük kardeşlerine yine birer tokat vurup: — Biz uyuyacağız. Sen uyuma, nöbetçi ol, demişler. Gece yarısı olunca mağaranın kapısında kocaman, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte yedi başlı bir dev görünmüş. Dev, uyuyan kardeşlerin üzerine atlayacakmış ki nöbetçi kardeş kılıcını çekip yedi başlı devin kafalarını koparmış. Kulaklarını da kesip heybesine koymuş. Devin cesedini gömmek için toprağı kazarken karşısına bir kapı çıkmış. Kapıdan içeri girmiş ve kırk tane içi mücevherlerle dolu oda görmüş. Mücevherlere dokunmadan devi gömmüş. Sabahleyin kardeşleri kalkınca otuz dokuzu ona yine birer tokat atıp yola koyulmuşlar. Akşam olunca başka bir mağarada kalmışlar. Yatmadan önce otuz dokuz kardeş, küçük kardeşlerine birer tokat atmış ve yine: — Sen cezalısın. Uyumayacaksın, nöbetçi olacaksın, demişler. Küçük kardeş bir şey demeden nöbetçi olmuş. Gece yarısı yine bir dev gelmiş. Dev tam kardeşlerine saldıracakken küçük kardeş, devi öldürmüş. Gömmek için bir yeri kazarken bir kapıya rastlamış, içeri girmiş. İçeride kırk oda varmış ve her biri altınlarla doluymuş. Küçük kardeş altınlara dokunmadan devi gömmüş, kulaklarını da heybesine koymuş. Sabah olmuş ve yine diyar diyar kız aramaya başlamışlar. Akşama kadar gezmiş, yorulmuşlar. Akşam da başka bir mağarada kalmışlar. Uyumadan önce küçük kardeşe, otuz dokuzu birer tokat atmış ve yine onu nöbetçi olarak bırakmışlar. Gece yine bir dev gelmiş. Küçük kardeş devi öldürmüş ve gömerken yine bir kapıyla karşılaşmış. Kapıdan içeri girmiş ve kırk tane odayla karşılaşmış. Odalardan birini açmış ki içeride bir kadın dev varmış. Gidip devin sol memesinden emmiş ve: — Sen benim anamsın, demiş. Dev de küçük kardeşi evladı gibi bağrına basmış. Küçük kardeş deve gitmiş odalarda ne olduğunu sormuş. Dev de odalarda kırk tane kızı olduğunu söylemiş. Bunu duyan küçük kardeş çok sevinmiş. Deve, padişah çocuğu olduklarını, kırk kardeş olduklarını ve kendilerine kırk tane bacı aradıklarını anlatmış. Devden de kızlarını istemiş. Dev kadın da kardeşlerini görmek istemiş. Bunun üzerine küçük kardeş, kardeşlerini uyandırmış ve devin yanına getirmiş. Kardeşleri de asık suratla: — Sen mi bizi çağırdın, niye çağırdın, demişler. Dev kadın durumunu kardeşlerine anlatmış. Bunun üzerine kardeşler gelmişler, kızlara bakmışlar ve hepsi kırkıncı kızı beğenmiş. Dev kadından kırkıncı  kızı istemişler. Dev kadın: — Olmaz, siz küçük kardeşinizin yaptığını yapamadınız. O yüzden de ben küçük kızı ona veriyorum. Siz de diğer kızlardan birer tane beğenin, demiş. Diğer kardeşler her ne kadar gücense de kendilerine birer tane kız seçip atlarına bindirmişler. Küçük kardeş, giderken diğer mağarada olup bitenleri anlatmış, yedi başlı devin kulaklarını göstermiş. Giderken altınlarla mücevherleri de almışlar ve gidip babalarının ellerini öpmüşler. Daha sonra da kırk gün, kırk gece düğün yapıp muratlarına ermişler.  
SIRMA SAÇLI KIZ
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Sinem Diyarı’nda bir padişah varmış. Bu padişahın çok güzel bir karısı varmış. Padişah, karısına gülün ömrü az olur diye, gülüm demezmiş. —  Gül sineme ne demiş, sinem güle ne demiş, diye sormaya gelenlerin, karısına gül dedikleri için başlarını kestirir, öldürtürmüş. Kestirdiği başlardan kale yaptırırmış. Sinem Padişahı’nın kaynanasının tılsımlı bir çubuğu varmış. Bazı geceler Sinem Padişahı’na vururmuş: — Sen olmayacaksın bir padişah, olacaksın bir eşek, demiş. Padişah eşek olur, dolanır, çevrilir, geri gelirmiş. Kaynanasıyla karısı, bazı bazı geceler saraydan çıkar, padişahın atlarına bakan tavla çavuşunun yanına giderlermiş. Gece tavla çavuşunu yataktan kaldırırlar, atları koştururlar, haramilerin içine eğlenceye giderlermiş. Orada güler, oynar; yatar, kalkar sonra sabaha doğru dolanıp eve gelirlermiş. Gelince kaynanası Sinem Padişahı’na sihirli çubuğuyla dokunur: — Sen olmayacaksın bir padişah, olacaksın bir köpek, dermiş. Padişah bu sözlerden sonra köpek olur, sokaklarda gezinirmiş. Dışarıdaki halktan birinin kızı, bu durumu fark etmiş. Annesine: — Anne, bu köpeğin gözleri, Sinem Padişahı’nın gözlerine çok benziyor, dermiş. Ama annesi kıza hiç inanmamış. Bir gün böyle, beş gün böyle, padişah sonunda karısıyla kaynanasının yaptıklarından şüphelenmiş. Gece kalkmış, tavla çavuşunun yerine geçmiş. Karısıyla kaynanası tavlaya gelmiş. Tavla çavuşunun yerine padişahın geçtiğini anlamamışlar. Yine arabayı koşturmuşlar. Padişaha kendilerini haramilerin yanına götürmesini söylemişler. Padişah onları haramilerin yanına götürmüş. Padişah bakmış ki haramiler, içenler, eğlenenler, azanlar, her şey orada. Yatıyorlarmış, kalkıyorlarmış… Padişah bunları, böyle haramiler içinde izlemiş. Sabaha karşı atları koşmuş, saraya dönmüşler. Ama yine atları sürenin padişah olduğunu anlamamışlar. Kaynanası saraya döndüklerinde padişahı sarayda bulmuş. Sihirli çubuğu ile padişaha dokunmuş: — Sen olmayacaksın bir padişah, olacaksın bir eşek, demiş. Padişahı eşeğe dönüştürmüş, sokağa bırakmış. Halkın içindeki o kız, annesine yine: — Anne, eşeğin gözleri Sinem Padişahı’nın gözlerine çok benziyor. Ben biliyorum, padişahın kaynanasının sihirli bir çubuğu var. Padişaha vuruyor, onu hayvana çeviriyor, demiş. Kız bir gün bu çubuğu padişahın kaynanasının arkasından çalmış. Gitmiş, padişaha vurmuş: — Sen olmayacaksın bir eşek, olacaksın Sinem Padişahı, demiş. Padişahı insana çevirmiş. Çubuğu padişaha vermiş. Padişah kaynanasına çubuğu vurmuş: — Sen olacaksın bir kütük, demiş. Karısına vurmuş: — Sen olacaksın bir selvi kavak, yevmil mahşere kadar başınızdan aşağı leylekler pisleyecekler, demiş.
SİNEM PADİŞAHI
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi, çok günahmış. Köyün birinde, bir dede yaşarmış. Bu dedenin üç kızı varmış. Dede çok fakirmiş. Her gün gidip yazılardan*, yabanlardan süpürge toplar getirirmiş. Bu süpürgeleri çarşıda satarmış. Kazandığı parayla odununu, ekmeğini alıp evini geçindirirmiş. Dede yine bir gün süpürge toplamaya çıkmış. Bu arada padişahın oğluyla karşılaşmış. Padişahla dede, selamlaşmışlar ve padişahın oğlu sormuş: — Ne dolanıyorsun buralarda, dede? Dede: — Bu süpürgeleri toplayıp evimi geçindiriyorum, demiş. Padişahın oğlu: — Nüfusun kaç kişi, diye sormuş. Dede: — Üç tane kızım var, demiş. Padişahın oğlu: — Kızların kaç yaşında, diye sormuş. Dede: — Üçü de gelinlik yaşta, demiş. Akşam olmuş. Padişahın oğlu, dedeye yetecek kadar para vermiş ve demiş ki: — Bir daha süpürge toplamayacaksın, buralara gelmeyeceksin. Dede kabul etmişse de sabah olunca yine süpürge toplamaya gitmiş. Çünkü elin* verdiği para çabuk tükenmiş, çalışmasının gerekli olduğunu anlamış. Padişahın oğlu, annesini yanına alıp dedenin evine gitmiş. Kapıyı vurmuşlar. Dedenin küçük kızı kapıyı geç açmış. Padişahın oğlu sinirlenmiş ve neden kapıyı geç açtığını sormuş. Küçük kız: — Kusura bakma. Kapının kulağı yoktu, biz de işitmedik, demiş. Bunun üzerine padişahın oğlu oradan ayrılmış. Dedenin bulunduğu yazıya gitmiş. Başından geçenleri dedeye anlatmış ve kapının kulağının ne olduğunu, sormuş. Dede bilmediğini, aklının yetmeyeceğini, kızına sorup anlamını öğreneceğini söylemiş. Akşam olmuş. Dede oradan ayrılmış, evine dönmüş. Kızına sormuş: — Kızım bu kapının kulağı nedir? Kızı: — Baba bilemiyorum. Affedersin, kapının kulağı sağır herhâlde. Kapıya vurunca ürerdi*, biz duyardık; üremedi biz de duymadık, demiş. Dede gitmiş, kızının söylediklerini padişahın oğluna anlatmış. Padişahın oğlu dedenin evine küçük kızını istemeye gitmiş. Küçük kızla onu nişanlamışlar. Nişanlandıktan üç, dört gün sonra bir harp gelmiş. Herkes bu harbe katılmış. Ancak padişahın oğluyla nişanlısı birbirlerinden haberleri olmadan aynı savaşta yer almışlar. Padişahın oğlu Çin Dağı’na, nişanlısı da Laçin Dağı’na çadırını kurmuş. Kız, çadırda erkek kılığına giriyormuş. Padişahın oğlu, kızı tanımamış. Kız: — Getir bir satranç oynayalım, demiş. Padişahın oğlu kabul etmiş ve birlikte satranç oynamışlar. Kız yenilmiş. Sabah uyanmışlar. Emir gelmiş, geri çekileceklermiş. Geri çekilmiş, köylerine dönmüşler. On, on beş gün sonra kızın padişahın oğlundan iki tane erkek, bir kız çocuğu olmuş. Bunların adlarını Çin Dağ, Laçin Dağı, Nardane koymuş. Padişahın oğlunun, ne kız çocuğundan ne de erkek çocuklarından haberi varmış. Bir gün anneleri, padişahın oğlunun faytonla köprüden geçeceğini öğrenmiş. Bunun üzerine anne: — Babanız bugün şu köprüden geçecek. Gidin, faytonun önünü kesin. “Kimin çocuklarısınız?” diye sorarsa, “Laçin Bey’in çocuklarıyız.” deyin, demiş. Erkek çocuklar, kız kardeşlerinin de elinden tutup annelerinin gösterdiği köprüye doğru gitmişler ve faytonun önünü kesmişler. Padişah faytondan inmiş ve sormuş: — Kimin çocuklarısınız siz? Babanızın adı nedir, demiş. Çocuklar: — Laçin Bey’in. Çin: — Efendim, Laçin Bey’in. Laçin: — Çek bey babamın adını, çiğnemesinler hatırını, demiş. Bunun üzerine padişahın oğlu, çocukların kendi çocukları olduğunu anlamış. Bunları faytona bindirmiş, süpürgeci dedenin evine gitmişler. Padişahın oğlu nişanlısını görmüş, nişanlısına kavuşmuş. Kırk gün, kırk gece davul, zurna kurmuşlar. Gelin güvey olmuşlar. Yiyip, içip muratlarına ermişler. *yazı: Ova *el: Yabancı, başkası *ür-: Havlamak.
Süpürgeci Dede
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, bir adam yaşarmış. Karısı ölmüş, üç kızıyla birlikte yaşarmış. Adam çok fakirmiş. Süpürge yapıp sattığı için Süpürgeci Hoca derlermiş. Üç kızın biri gidip ebelik yapıyormuş, biri gelin başı beziyormuş, en küçükleri de evde oturup onların yemeklerini yapıyormuş. Küçük kız hem çok güzelmiş, hem de akıllıymış. Kız, camdan baktığı zaman şavkı suya düşermiş. Bir gün padişahın oğlu, atını sulamaya getirmiş. At kızın şavkından suyu içememiş. Padişahın oğlu kızın şavkını görmüş, âşık olmuş. Kimdir, nedir, diye araştırıp soruşturmuş. Süpürgeci Hoca’nın kızı olduğunu öğrenmiş. Padişahın oğlu ben bu kızı istiyorum diye, yanına üç kadın göndermiş. Üç kadın gelip kızın evine misafir olmuş. Kadınlar sormuş: — Baban nerede? — Babam süpürgecilik yapıyor, demiş kız. Kadınlardan biri: — Büyük bacın nerede, demiş. — Biri, iki etmeye gitti, demiş. Kadınlar bir şey anlamamış. Diğeri sormuş: — Ortancalı bacın nerede? — Çirkini, güzel etmeye gitti, demiş. Kadınlar kızın söylediklerine bir anlam verememişler. — Ocaktaki kaynayan ne, diye sorunca: — Bir aşağı, bir yukarı, demiş kız. Kadınlar son çare olarak bir bardak su istemişler. Kız bir bardak su getirmiş ama içine de bir çöp atmış. Kadınlar hiçbir şey anlamayarak kalkıp gitmişler. Kadınlar saraya gitmişler. Padişahın oğluna: — Sen bir padişah oğlusun, bu kızı ne diye alıyorsun? Ne sorduysak değişik cevaplar verdi. Ablasının biri; çirkini, güzel etmeye gitmiş. Diğeri biri, iki etmeye gitmiş. Ocakta da kaynayan bir aşağı, bir yukarıymış. Su istedik, bardağın içine de bir çöp attı. Bu ne demek, demişler. Padişahın oğlu durumu anlamış. — Büyük ablası ebelik yapıyor, ortanca ablası gelin başı beziyor, ocaktaki kaynayan ise fasulye. Bunların hiçbirini anlamadığınız için bardağın içine çöp atmış. Sabah kalkıp yeniden gideceksiniz, demiş. Sabah olmuş. Padişahın oğlu kadınların birine üç altın vermiş, diğerine beş altın, ötekine de dokuz altın vermiş. — Gidin, bu kızı isteyin. Altınları da ona verin, demiş. Kadınlar düşmüş yola. Aynı kadınlar, kıza dünür olmuşlar. Padişahın oğlunun istediğini söylemiş, altınları verip kalkmışlar. Kız onlar gitmeden: — Çıkan ayın sekizi, giren ayın dokuzu; iki bülbülün başı, serçeye hile gelir mi, demiş. Kadınlar yine bir şey anlamayıp, kalkıp gitmişler. Saraya gelmişler. Padişahın oğlu yine bekliyormuş. Kadınlar: — Padişahın oğlu, sen bu kızı ne diye istiyorsun? Bize yine bir şeyler deyip yolladı, demişler. Padişahın oğlu: — Ne dedi, demiş. Kadınlardan biri: — “Çıkan ayın sekizi, giren ayın dokuzu; iki bülbülün başı, serçeye hile gelir mi?” dedi, demiş. Padişahın oğlu yine kızın ne demek istediğini anlamış. Kadınlara: — Sen iki altın çalmışsın, sen üç altın çalmışsın, sen de beş altın çalmışsın. Hile yapmış, paraları çalmışsınız, demiş. Kadınlar inkâr etseler de padişahın oğlu onları dinlememiş. Kadınları zindana attırmış. Süpürgeci Hoca’nın kızını alıp evlenmiş. Kırk gün, kırk gece davullu, zurnalı düğün yapmış. Yiyip, içip muradına geçmişler.  
Süpürgeci Hoca'nın Kızları
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Deve tellâllık ederken, eşek hamallık ederken; üvez eşeğe binmiş, minareyi de kucağına almış. Derelerden yel gibi, tepelerden sel gibi, ödünç alınmış un gibi tozup gitmeye başlamış. Altmış torba firik buğdayı yedik; karnımız doymadı, yüzümüz de gülmedi. Bunun burası masaldır. İşiten bilir adını, işitmeyen sorar tadını. Vakti zamanında bir süpürgeci koca varmış. Bu süpürgeci kocanın üç de oğlu varmış. Bir gün büyük oğluna: — Oğlum İbrahim Halil, kalk! Bugün seninle gidelim süpürgeye, ben yalnız gitmekten usandım. İbrahim Halil demiş ki: — Peki baba, gidelim. Kalkmışlar bunlar, Mirem’in dağına gitmişler. Süpürgeyi biçmişler, desteleyip sepetlere koymuşlar. Çatalbağ’da oturmuşlar, suyun başında ekmeklerini yemişler. — Oğlum Halil! Şurada bir, iki rekât da namazımı kılayım, ondan sonra gidelim, demiş. — Peki baba, demiş. Koca namazını kılmış, sol tarafına selam verip dönerken kaya şarkadana yarılmış, içinden bir ihtiyar çıkmış: — Selamünaleyküm baba. — Aleykümselam hoca. — Baba, oğlunu bana verir misin? Eski yazı öğreteyim, Kur’an-ı Kerim’i hatmettireyim. — Hay hay, ne demek! İhtiyar, İbrahimm  Halil oğlanı almış. Hoca, Süpürgeci Koca’ya bir heybe altın vermiş. Koca, süpürgeyi de oraya bırakmış. Yalın ayak, baş topak eve gelmiş. Karısı başlamış: — Süpürge nerede, Halil nerede, diye söylenmeye. — Hanım, Halil’i, hocaya verdim. Karşılığında da bir heybe altın aldım. — Bey, sana ne diyeyim. İnşallah hayırlı olur, demiş. Ertesi gün olmuş. Süpürgeci koca diğer oğluna: — Oğlum Mustafa, bu gün de seninle süpürgeye gidelim. — Tamam baba, gidelim, demiş. Kalkmışlar bunlar süpürgeye gitmişler. Süpürgeye  gidince bunlar Meremin Dağı’nda süpürgeyi biçmiş, aynı yere gelmişler. Ekmeklerini yemişler. Adam namazını  kılıp da sağ tarafına selam vermiş, sol tarafına dönerken kaya şarkadana yarılmış. — Selamünaleyküm koca, demiş. — Aleykümselam, hocam. — Emrini söyle. — İbram Halil, Mustafa’yı istiyor. Al sana bir heybe altın. Mustafa’yı da ver. — Buyurun, sizin olsun. Koca yine süpürgeyi bırakmış. Yalın ayak, baş topak gene gelmiş eve. Gelince hanımı demiş ki: — Sen yine ne yaptın? Çocukları bırakıp, bırakıp geliyorsun, demiş. — Hatun, Kur’an-ı Kerim okuyacaklar, hatmedecekler, hoca olacaklar. — Umarım öyle olur. Ertesi gün demiş ki: — Oğlum Memet, bugün seninle gideceğim. — Tamam baba, gidelim. Bunlar kalkmışlar, ekmeklerini yanlarına almışlar. Bunlar süpürgeyi biçmişler, aynı Çatalbağ’a gelmişler. — Oğlum Memet, şurada ekmeğimizi yiyelim. İki rekât da namazımı kılayım, ondan sonra gidelim. — Tamam baba, demiş. Ekmeklerini yemişler, sularını içmişler. İki rekât namazını kılmış, sağ tarafına dönüp selamını vermiş, sol tarafına dönüp selamını verirken kaya şarkadak yarılmış. Yine kayadan çıkan ihtiyarla selamlaşmışlar. — Tabi, tabi. Alın, götürün. — Al, sana bir heybe altın daha veriyorum. İnşallah, bu çocuklarını hoca ederim, demiş. Adamcağız yalın ayak, baş topak yine eve gelmiş. Gelince karısı: — Bey, sen ne yapıyorsun? Üç çocuğumuz vardı. Üçünü de verdin, geldin. Şimdi biz ne yapacağız, demiş. — Hatun, sen merak etme. Onlar orada kalsın. Gelelim Süpürgeci Koca’nın çocuklarına ve hocaya. Meğer bu çocukları götüren ihtiyar, bir devmiş. — Oğlum İbrahim Halil! Al sana aşık, al sana turunç. Bunlarla oyna, sek. Selenin altında ekmek, et var. Acıkınca bunları yersin. — Peki hoca, yerim. İbrahim Halil; sekmiş, oynamış. Öğlen olmuş, karnı acıkmış. Selenin yanına gitmiş. Seleyi kaldırmış ki orada et varmış. Ama etin üstüne bir sürü kurt düşmüş. İbrahim Halil demiş ki: — Ben bunu acımdan ölsem de yemem. Onu orada bıraktık, gelelim Mustafa’ya: Dev, Mustafa’ya demiş ki: — Oğlum Mustafa! Al sana aşık, al sana turunç. Bunlarla oyna. Acıktığın zaman selenin altındaki eti ye. — Tamam, oynarım da yerim de. Mustafa zaman geçmiş, acıkmış. Devin dediği seleyi kaldırmış ki yine et kurt kaynıyormuş. Mustafa da seleyi kapatmış, eti yememiş. Geldik Memet’e. Dev, Memet’e demiş ki: — Oğlum Memet! Oyna, zıpla. Acıktığın zaman da bu selenin altındaki eti ye, demiş. — Peki hoca, yerim. Memet; oynamış, zıplamış. Öğlene doğru acıkmış. Karnı acıkınca gitmiş, seleyi kaldırmış. Bir de bakmış ki et kurttan gözükmüyormuş. Memet’in cebinde bir gıram kutusu varmış. Gıram kutusunun içinde kedi  varmış. Kutunun ağzını açar açmaz pisik, “Miyav, miyaavv” demiş. Memet kediyi etin üstüne bırakmış. Evire çevire kurtlu eti yemiş. Ağzını, burnunu silmiş. Dev gelmiş: — Etim neredesin, demiş. — Karındayım. Hoca demiş ki: — Demek ki bunun cinsi, benim cinsimden oldu. Oğlum Memet, işte sana otuz dokuz tane anahtar. Canın sıkıldığında bu kapıları açıp bak, gez, demiş. Memet kalkmış, bu kapıları açmış. Bakmış ki kırk tane kapı varmış. Anahtarı saymış, otuz dokuz taneymiş. Anahtarın birini düşürdüğünü sanarak sağa sola bakmış ama hiçbir yerde anahtar bulamamış. Gelmiş ki dev uyuyormuş. Devin sakalına bakmış ki sakalın bab telinde anahtar bağlıymış. Memet, yavaşca devin sakalını kesmiş. Kırkıncı kapıyı da açmış. İçeri girmiş. Bakmış ki içeride bir it, bir de at varmış. İtin önünde ot, atın önünde de et duruyormuş. Memet kalkmış. İtin önünden otu almış, atın önüne atmış; atın önünden eti almış, itin önüne atmış. Atı, Mehmet tımar etmiş. Sonra yoluna devam etmiş. Biraz gitmiş, bakmış ki orada bir kız oturuyormuş. Kız da o kadar güzelmiş ki aynı güneşe benziyormuş. Kız, oğlanı görünce: — Ey insanoğlu! Burada ins gezmez, cin gezmez. Hele insanoğlu, burada hiç gezmez. Git de atı tımar et, demiş. — Atı tımar ettim. — Git, bir bıçak al öyleyse, demiş. Oğlan gitmiş, bıçağı almış. Ondan sonra kız demiş ki: — Bir de tuz al. Oğlan tuzu da almış, getirmiş. — Git, bir bardak da su al, demiş Memet, suyu da getirmiş. Kızın istekleri tamam olunca, bunlar birlikte ata binmişler. At da yel atıymış. Yel estikçe gidermiş. Bunlar az gitmişler, uz gitmişler, epey bir zaman gitmişler. Kız, Memet’e demiş ki: — Memet dön de geri bir bak. Bulut geliyor mu, gelmiyor mu? Memet geri arkaya dönmüş, bakmış ki Sof’un tepesinden bir bulut geliyormuş. — Geliyor, demiş. — Nereden geliyor, demiş. — Sof’dan çıktı geliyor, demiş. — Tamam. Biraz daha gittikten sonra kız, Memet’e: — Geri dön, bak, demiş. Geri dönmüş Memet bakmış ki bulut yaklaşmış. — Nereye geldi, demiş. — Mezere’ye geldi, demiş. — At bıçağı yere, demiş. Dünya bıçak kesmiş. Devlerin yürüdüğü yerde bıçaklar devleri yaralamış. Yaralayınca: — Memet dön de bak, demiş. — Geliyor, demiş. — Tuzu at yere. Dünya tuz kesmiş. Devin yaralarına tuzlar serpilmiş. Biraz sona kız demiş ki: — Memet dönüp bir daha bak. Dev geliyor mu, gelmiyor mu? Memet dönmüş, bakmış ki dev hâlâ geliyormuş. — Yaklaştı. — Şimdi o zaman suyu at, demiş kız. Suyu atarken Memet ile kızın arasına bir damla su düşmüş. Dünya su kesmiş. Kız suya gark olmuş. Memet ile at yürümüş. Bunlar yürüyünce az mı gitti, uz mu gitti; altı ay, bir güz mü gitti? Bilinmez. Bu Memet ile at, Batal’a varmış. Batal’a varınca: — Ey insanoğlu Mehmet!  Beni nereye götürüyorsun? Şurada in, kuyruğumdan üç kıl çek. Belki bir gün olur, sana gerek olur. Başın darda kaldığı zaman kibritle bu kılları yak. Ben hemen yanına gelirim, demiş. Oğlan kabul etmiş. Attan inmiş, atın da kuyruğundan üç tel kıl kopartmış. Atın arkasına bir sopa vurmuş. At bir tarafa gitmiş. At gidince Köroğlu da Kavaklık’ta bir bahçede kavak sularmış. Fidanlıkta da bir Bekir Çavuş varmış. Seslenmiş. — Heey Köroğlu! — Buyur. — Ne yapıyorsun? — Kavakları suluyorum, demiş. O zaman Köroğlu demiş ki: — Çavuş, çavuş. — Buyur, Köroğlu. — Buraya bir av geldi, yanına göndereyim de yat, demiş. — Sal, Köroğlu sal. O zaman Köroğlu, Memet’i fidanlıktaki çavuşun yanına salmış. Çavuş: — Köroğlu’nun saldığı adam sen misin? — Evet, benim. Memet attan ayrılırken başına bir karın geçirmiş. Keloğlan olmuş. Günlerden bugün gibi cumaymış, Hasan Çavuş: — Keloğlan! — Buyur ağa. — Al, sana bir sapan taşı ve sapan. Eğer bahçeye inen olursa bu sapan ile, taş ile kovala. — Peki ağa. Bu Hasan Çavuş cuma namazına gitmiş. Bu Memet de atın dediklerinin doğru mu, yalan mı olduğunu denemek için kılı kibritle yakmış. At gelmiş: — Buyur ağa, demiş. — Elbisemi getirdin mi? — Evet getirdim, Memet. Memet bu elbiseyi giymiş. Giydiği anda elbise pırıl pırıl yanmaya başlamış. Padişahın kızları valinin evindeymiş. Memet oraya gitmiş. Padişahın küçük kızı Memet’i görünce ona âşık olmuş. Onunla gitmiş. Fidanlıkta hiç ağaç koymamış, devirmiş. Hasan Çavuş gelmiş ki fidanlıkta hiç ağaç kalmamış. Bütün meyve ağaçları yerdeymiş. Memet, ağasının korkusundan devrilen ağaçları ip ile bağlamış. Hasan Çavuş gelince: — Ne oldu, oğlum Memet? — Ağam bir atlı geldi, bütün ağaçları kılıcı ile yıktı. Ben onu durdurmaya çalıştım ama başaramadım. Hasan Çavuş, bunları duyunca Memet’i dövmeye başlamış. Tam bu sırada padişahın kızları, Hasan Çavuş’a bağırmışlar: — Oğlana vurma, neden dövüyorsun? Hasan Çavuş’un da aklı noksanmış. Kendi kendine padişahın kızlarına âşık olmuş. Ertesi cuma günü gelmiş. Hasan Çavuş, Memet’e: — Oğlum Memet! Bak, bu sefer atlı, eşekli, develi girerse seni öldürürüm. — Tamam ağa. Hasan Çavuş yine sapanı vermiş, namaza gitmiş. Memet atın kılını yakar yakmaz at yine gelmiş. — Buyur ağa, emrini söyle. Memet bu elbiseyi tekrar giymiş, pırıl pırıl olmuş. Ata binmiş. Hasan Çavuş’un kavun ektiği tarlada bir baştan bir başa gitmiş, gelmiş. Ortada ne kavun kalmış ne de tarla. Hasan Çavuş tarlasına gelmiş ki her taraf darmaduman olmuş. Hasan Çavuş, Memet’i yanına çağırmış: — Ben sana ne demiştim, bu tarlanın hâli nedir, demiş. Hasan Çavuş, Mehmet’i dövmeye başlamış. Çavuş, Memet’i döverken padişahın kızları gelmiş. — Hasan Çavuş, elin kırılsın. Oğlanı dövme! Hasan Çavuş yine vazgeçmiş. Bahçede kala kala iki, üç elma kalmış. Çavuş, Memet’e: — Al, gidip bunu padişahın kızlarına ver, demiş. — Olur ağa, veririm. Memet bu üç elmayı padişahın kızlarına vermiş. Geri dönerken kızlar: — Dur, gitme Memet. Sana bir sözümüz var, demişler. — Buyur, söyle. — Otur şuraya beş dakika da konuşalım. Bu kızlar beş dakikanın içinde iki tane dolma torbası yapmışlar. — Şunu sen ye, şunu da ağana ver. Sakın sana verdiğimizi ağana verme, demişler. — Peki abla, demiş. Memet gelmiş. Hasan Çavuş demiş ki: — Şu senin, bu da benim. — Bir dolmayı sen tek başına nasıl yiyeceksin? Şu torbayı birlikte yiyelim. Şu torbayı  da sonra yeriz, demiş. Kızlar, Memet’e verdikleri dolma torbasına altın doldurup öyle pişirmişler. O zamana kadar Memet, Hasan Çavuş’un yanından çıkmış; nalbantın yanına çırak durmuş. Bu kızlar elmayı Memet’le babalarına göndermişler. Padişahın sarayının önünde de üç tane nöbetçi varmış. Bu korumalar Memet’i öldürmeye yeltenmişler. İçlerinden biri: — Biz bunu neden öldürmeye çalışıyoruz? Padişaha haber verelim, padişah ne derse onu yapalım, demiş. Diğerleri de bu teklifi kabul etmişler. Padişaha bir kel oğlanın onu görmeye geldiğini söylemişler. Padişah da Keloğlan’ı huzuruna kabul etmiş. Mehmet, padişahın huzuruna çıkınca elmaları sunmuş. Elmaları verdikten sonra tam çıkmak üzereyken padişah: — Dur oğlum, bekle, demiş. Sonra vezirlerine dönmüş, demiş ki: — Bu üç elma ne demek? Bu ne manaya geliyor? Bu elmaları bana kızlar göndermiş. Vezirler elmaları ayırmışlar: — Padişahım; bu büyük kızın, bu ortanca kızın, şu da küçük kızın. Büyük kızın evlilik çağı geçmiş, ortanca kızın tam vaktiymiş, küçük kızınki de daha tam dolmamış. O zaman padişah: — Büyük kızım, büyük vezirimin oğluna; ortanca kızım, ortanca vezirimin oğluna; küçük kızım, küçük vezirimin oğlana, demiş. Bunlar düğün hazırlıklarına başlamışlar. Ama küçük kız, babasının bu isteğine razı olmamış. Demiş ki: — Ben vezirin oğluyla evlenmem. Memlekete tellâl çıkarılsın. Sarayın penceresinden elma atacağım, o  elma kimin başına düşerse onunla evleneceğim. Padişah da kızının bu isteğini kabul etmiş. Memlekete tellâl çıkarmış. Sarayın önünde bir sürü insan toplanmış. Kız aşağıya bakmış, elmasını atmamış. Demiş ki: — Burada herkes tamam mı, başka kimse var mı? Yanındakiler: — Nalbantın yanında çalışan bir Keloğlan var. O burada yok, demişler. Kız: — O zaman o da gelsin, demiş. Meydana Memet’i de getirmişler. Kız elmayı aşağıya atar atmaz Keloğlan’ın başına düşmüş. Padişah bakmış, oğlanı beğenmemiş. Tekrar tekrar elmayı kızına attırmış ama her seferinde elma Keloğlan’ın başına düşmüş. Padişah bu duruma öfkelenmiş. Askerlerine: — Bunu kaz damına atın. Oradaki kazlarla kalsın, demiş. Aradan zaman geçmiş, padişah bir iç hastalığa yakalanmış. Memlekette ne kadar doktor varsa bu hastalığa çare bulamamış. Bir doktor demiş ki: — Bu aslan sütü içerse iyi olur, demiş. Demişler ki: — Peki, bu aslan sütünü bulmaya kim gidecek? — Bu iş padişahın damatlarına düşer. Vezirlerin çocukları aslan sütü bulmak için binmişler atlarına, düşmüşler yola. Damatların aslan sütü bulmak için gittiğini öğrenen Keloğlan, karısına: — Habib’in hanında topal bir katır var. Ne olur, babana söyle onu da bana versin. Ben de gideyim, demiş. Karısı: — Aman Keloğlan! Babam sana at vermez, dediyse de Keloğlan ısrar etmiş. Karısı, babasının yanına gitmiş: — Baba, Keloğlan da aslan sütü aramaya gitmek istiyor. Kör de olsa, topal da olsa ona da bir at ver. Babası: — Habib’in hanında uyuz bir katır var, onu al da git, demiş. Kız da atı handan alıp evine gelmiş. Topal, uyuz atı Keloğlan almış ve yola düşmüş. Biraz gittikten sonra cebinden atın kılını çıkarmış, yakmış. At hemen gelmiş. Keloğlan üstünü değişmiş. Kılıcını, gürzünü de yanına almış. Bu oğlan az gitmiş, uz gitmiş; altı ay, bir güz gitmiş. Bir ormanlık dağa gelmiş. Ormanda giderken bir kaplan sesi duymuş. Sesin olduğu yere gitmiş. Bakmış ki kaplanın ayağına yalman batmış. Hemen atından inip kaplanın yanına varmış. Kaplanın ayağındaki yalmanı çıkarmış. Yarasına merhem sürüp bir güzel ayağını sarmış. Kaplan da demiş ki: — Ey insanoğlu! Dile benden, ne dilersen; sen dile, ben yapayım. — Ey kaplan! Ben senden ne dileyeyim? — Sen dile yeter ki. — Ey kaplan, o zaman senden bir tuluk süt istiyorum. Kaplan ona bir tuluk sütü vermiş. Keloğlan binmiş atına, yola devam etmiş. Gide gide yine bir ormana gelmiş. Orada da bir ses duymuş. Bakmış ki bir aslan inliyormuş. Aslanın yanına gitmiş, bakmış ki onun da ayağına yalman batmış. Aslanın da ayağındaki yalmanı çıkarmış. Yarasına merhem sürmüş, yarayı sarmış. Aslan: — Ey insanoğlu! Dile benden, ne dilersen, demiş. — Ey aslan! Ben senden bir tuluk süt istiyorum. Aslan ormandaki diğer aslanları da çağırmış. Demiş ki: — Bu insanoğluna bir tuluk süt verin. Bütün aslanlar birleşmiş, Keloğlan’a bir tuluk süt vermişler. Keloğlan oradan atına binip ayrılmış. Sonra da bir yerde çadır kurmuş, ateş yakmış. Keloğlan burada kalsın. Gelelim, padişahın diğer damatlarına. Damatlar süt bulmak için büyük bir dağa çıkmışlar. Bu dağın karşısında büyük bir ışık görmüşler. — Şu karşıdaki ateşe doğru gidelim, demişler. Ateşin yanına gelmişler. Geldikleri çadır da Memet’in çadırıymış. Memet bunları görünce tanımış. Padişahın damatları çadıra gelmişler. Selamlaşmışlar. Memet: — Hayırdır, buralarda ne geziyorsunuz, demiş. Damatlar: — Kayınbabamız hastalandı. İyileşmesi için aslan sütü lâzım. Biz aradık, bulamadık. Memet: — Bende var. Fakat bir şartla veririm, demiş. — Söyle şartını, eğer uygun olursa anlaşırız. — Atımın arka nalını çekerim, kızdırırım. Sonra da bunu sizlerin arkasına basarım. Bunu yaptırırsanız size sütü veririm. Ortanca damat karşı çıkmış, kabul etmemiş. Büyük damat: — Şartını kabul edelim. Padişah arkamıza bakacak değil ya, demiş. Anlaşmışlar. Keloğlan dediğini yapmış. Bu damatlar sütü almış. Dilde tez, vakitte geç bir zamanda memleketlerine gelmişler. Sütü karılarına vermişler. Padişahın kızları babalarına sütü içirmişler ama padişah bu sütü içtikten sonra daha da kötü olmuş. Bu arada Memet, damatlar gidince çadırını toplamış. Onların arkasından padişahın memleketine gelmiş. Karısına seslenmiş: — Bak, sütü buldum. Babana götür, bunu içsin, demiş. Kız bir bardak sütü almış, babasının yanına gitmiş: — Bak baba, kel damadın sana sütü getirdi. Artık bizim düğünümüzü edecek misin, etmeyecek misin? Padişah: — Diğer iki damadımın getirdiği sütlerden iyi olmadım da bunun getirdiği sütle mi iyi olacağım, demiş. Kız, babasını dinlemeyip zorla sütü içirmiş. Sütü içen padişah iyileşmeye başlamış. Kızından bir bardak daha süt getirmesini istemiş.Kız: — Sana süt getiririm ama bir şartım var. Bizi dünya evine sokarsan olur, yoksa sütü vermem, demiş. Padişah: — Sen önce sütü getir. Sonra konuşuruz, demiş. Kız sütü getirmiş. Padişah içmiş, tamamen iyileşmiş. Fakat bu gençlerin dünya evine girmesine izin vermemiş. Bu arada padişah  bir cirit oyunu çıkarmış. Ciritte kim damatlarını yenerse kızını ona verecekmiş. Memet, topal katırı yine istemiş. Kız, topal katırı alıp gelmiş. Memet o katırla biraz gittikten sonra cebinden atın kılını çıkarmış, yakmış. At: — Buyur ağa, deyip gelmiş. Memet elbisesini giymiş. İyice hızlanmış. Koşu meydanına gelmiş. Ciritte herkesi yenmiş. Padişah: — Şu atlıyı yakalayıp getirin, demiş. Memet’i yakalayıp padişahın yanına getirmişler. Bakmışlar ki kızın mendili Memet’in kolunda bağlıymış. Kız, sevinerek babasının yanına gelmiş. Padişah yine evlenmelerine izin vermemiş. Bu arada bir devlet, padişaha savaş açmış. Padişah bu savaşı kim kazanırsa kızını ona vereceğini söylemiş. Kızının yüzüğünü de savaşı kazanan delil olarak getirecekmiş. Memet, bütün düşmanları öldürüp kızın yüzüğünü almış. Memet yüzükle saraya gelmiş. Kız bu durumu görünce hemen babasının yanına koşmuş, haber vermiş. Padişah inanmamış. Memet’i yanına çağırmış. Bakmış ki gerçekten de kızının yüzüğü ve mendili Memet’in elindeymiş. Sonunda padişah ikna olmuş. Bunlara bir saray yaptırmış. Kırk gün, kırk gece düğün edip kızıyla Mehmet’i dünya evine sokmuş. Burası bitti.
SÜPÜRGECİ KOCA
Gaziantep
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Vaktiyle memleketin birinde bir köyde, Hızır isminde bir adam yaşarmış. Bu Hızır'ın da iki tane oğlu varmış. Oğullarının birisinin ismi Arif Bey, diğerinin ismi de Sürmeli Bey imiş. Gün gelmiş, vakit geçmiş. Bu iki oğul yetişmişler. İkisi de delikanlılık yaşına gelmişler. Arif Bey'i, annesi ile babası evlendirmeye karar vermişler. Yakın köylerde de bir adamın iki tane kızı varmış. Bunlardan bir tanesinin ismi Telli Senem, diğerinin ismi de Akbilek imiş. Akbilek kız, büyük kızmış. Arif Bey’i, Akbilek kızla nişanlandırmaya karar vermişler. Sonunda da Akbilek kızla nişanlandırmışlar. Bunlar bir müddet nişanlı kaldıktan sonra Akbilek kızı gelin etmişler. Anlı, şanlı bir düğünle kızı alıp getirmişler. Aradan üç, beş ay geçmiş. Sürmeli Bey, Akbilek kıza içten içe âşık olmuş. Ama bunu ne Akbilek kıza söyleyebilmiş ne de başka bir kimseye söyleyebilmiş. Ancak zaman içinde bu durumu Sürmeli Bey'in annesi ile babası sezmiş. Bunun için kendi aralarında Sürmeli Bey'e Akbilek kızın kardeşi olan Telli Senem'i almaya karar vermişler. Varmışlar Telli Senem'in yanına. Telli Senem, Sürmeli Bey'i beğenmiş. Sürmeli Bey de Telli Senem'i beğenmiş. Bunların arasında orada bir nişan yapmışlar. Aradan biraz zaman geçince Sürmeli Bey, nişanlısına hediye göndermek için amcasının oğluyla anlaşmış. Bunun için bir heybe hazırlamış. Heybeyi doldurmuş. Telli Senem'in hediyelerini, heybenin içine koymuş. Amcasının oğluna vererek nişanlısına göndermiş. Sürmeli Bey'in amcasının oğlu, Telli Senem'e hediyeleri götürmek için yola koyulmuş. Epey bir müddet gittikten sonra Telli Senem'in köyüne ulaşmış. Telli Senem'i görür görmez ona vurulmuş. Ay der, ben güzelim; Telli Senem der, ben güzelim. Telli Senem'de göz alıcı bir güzellik varmış. Neyse, orada hiçbir şey belli etmeden hediyeleri vermiş ve tekrar dönmek için yola koyulmuş. Yolda gelirken bu Sürmeli Bey'in amcasının oğlunun aklına bir kurnazlık gelmiş: Telli Senem hakkında olmayan şeyleri söyleyecek. Telli Senem'e iftira atacaktı. Böylelikle Sürmeli Bey, Telli Senem'den vazgeçecek ve kendisi Telli Senem'e sahip olabilecekti. Epey bir yol kat ettikten sonra köylerine varmış. Meclise girmiş. Hoşbeşten sonra Sürmeli Bey ile amcasının oğlu yalnız kalmışlar. Bu fırsatı değerlendirmek isteyen Sürmeli Bey'in amcasının oğlu, Sürmeli Bey'e demiş ki: — Sen ne yaptın, amca oğlu? Varmışsın, bir kötü kadınla nişanlanmışsın. Ne kadar zamandır da peşindesin. Yol yakınken dönmelisin. Sürmeli Bey buna inanmış ve çok üzülmüş. Sabah olmasını beklemiş. Öfkesinden sabaha kadar gözüne biraz olsun uyku da girmemiş. Sabahın ilk ışığıyla beraber Sürmeli Bey, nişanlısı Telli Senem'in yanına gitmek için yola çıkmış. Sürmeli Bey epey bir zaman yol gittikten sonra, en sonunda nişanlısı Telli Senem'in köyüne varmış. Vardığında Telli Senem'i cariyeleri ile bahçede gezinirken görmüş. Telli Senem, uzaktan bir atlının kendilerine doğru hızla yaklaştığını fark etmiş. Bir de bakmış ki uzaktan hızla gelen atlı, nişanlısı Sürmeli Bey imiş. Sürmeli Bey bunların yanına gelmiş ve demiş ki: — Yemin ettim, gidiyorum sevgilim,  Konuş gayri yarin ile, eşin ile,  Bana böyle acı haber duyuldu,  Döverim bağrımı, kara taş ile. Bunun üzerine Telli Senem demiş ki: — Nedir oğlan, nedir varan haberim,  Onu söyle, evde yoktur pederim,  Bu kadar mı çirkin, bitmez kaderim,     Yoksa gelin olmam, telli başım ile, deyip söyleşmişler. Telli Senem, bunu inandıramamış. Sürmeli Bey de alıp başını gitmiş. Gittikten birkaç gün sonra tekrar aklına gelmiş. Nişanlısının köyünün yakınlarına kadar tekrar gelmiş ama köye girmekten vazgeçmiş. Geri dönmüş. Aradan bir hafta, on gün geçince nişanlısına Sürmeli Bey'i sormuşlar. Onun da Sürmeli Bey'den haberi yokmuş. Evde de olmadığını duyunca Telli Senem, üzüntüden bayılmış. Cariyeler hemen su dökmüş, uyandırmışlar ama bu durum Telli Senem'i derinden yaralamış. Aradan altı, yedi ay geçmiş. Ama Sürmeli Bey henüz eve dönmemiş. Bunun üzerine kardeşi Arif Bey, Sürmeli Bey'i aramaya çıkmış. Arif Bey bunu epey bir zaman aramış. En sonunda Sürmeli Bey'i Halep'te bulmuş. Vardığında kardeşini bir ağaya hizmetçi durmuş olarak bulmuş. Bunun yanına gitmiş. Kardeşine geri dön diye, çok yalvarıp yakarmış. Bunun üzerine Arif Bey demiş ki: — Çukurova yanar, yanar kül olur,    Her avı bir alıcı kurt olur,     Sen gitmezsen yüreğime dert olur.    Kalk kardeş, gidelim sılaya doğru. Sürmeli Bey demiş ki: — Gitmem kardeş, gitmem sıla düzüne,    Vücudumu yorma, bakmam yüzüne,    Benden selam söylen zalim kızına,    Sıla da bir gurbet de bir bana. Bunlar bir zaman söyleştilerse de Sürmeli Bey: — Yok, gitmem, demiş. O arada zaman geçerken Sürmeli Bey üzüntüsünden hastalanmış. Yatağa düşmüş. Günden güne durumu iyice kötüleşmiş. Bir gün kardeşi Arif Bey, başında olduğu hâlde yatağında ölmüş. Sürmeli Bey ölünce ağanın oradaki adamları da Sürmeli Bey'i sen öldürdün diye, Arif Bey'i alıp zindana atmışlar. Zindanda tam yedi sene yatmış. Yedi sene sonunda bu, zindandan çıkmış. Oradan bir yolunu bulup zindancıları atlatmış ve kaçmış. Epey bir zaman yol kat etmiş, at ile yol sürmüş. Uzunca bir süreden sonra köylerinin yakınlarına gelmiş. Gelmiş ki ne görsün? Kendi evlerinden bir cenaze çıkıyormuş. Eve gitmiş ki hanımı Akbilek'in cenazesiymiş. Arif Bey'in ayrılığına dayanamayan Akbilek kız, hastalanıp yatağa düşmüş. En sonunda da ölmüş. Komşular bunları teselli etmişler, acılarını paylaşmışlar. Aradan zaman geçince yakınları, komşuları bu Arif Bey'e demişler ki: — İşte, böyle böyle. Sen gidince bir yalan olduğu ortaya çıktı. Annen baban da öldü. Hanımın da öldü. Ağabeyin Sürmeli Bey de öldü. Gel, Sürmeli Bey'in nişanlısı Telli Senem'i sana alalım. Tabi, bu arada araya nifak sokanlar yine olmuş. Bunun üzerine Arif Bey alıp başını uzaklara gitmiş. Epey bir dolaşmış. En sonunda yine yakınları, komşuları araya girmiş. Telli Senem ile Arif Bey'i razı etmişler. Bunlar evlenmişler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
SÜRMELİ BEY, TELLİ SENEM, AKBİLEK VE ARİF BEY
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, köyün birinde bir kadınla oğlu birlikte yaşarlarmış. Bu kadınla oğlu çok fakirlermiş ve yokluk içinde yaşıyorlarmış. Oğlan her gün çıkar, köy köy gezer. Herkesten yardım toplarmış. Günlerden bir gün, yine böyle köylerden un, bulgur, ne toplayabildiyse toplamış ve evinin yoluna koyulmuş. Yolda giderken dere kenarında toplanmış bir kuş sürüsü görmüş. Kuşların biri konuyor, biri kalkıyormuş. Merak eden çocuk, neler olduğunu görmek için biraz daha yaklaşmış. Kuşların inip kalktığı yerde bir yılan yavrusu duruyormuş. Kuşlar yavruyu bir iki yerinden yaralamışlar. Yılanın bu durumuna üzülen çocuk, onu alıp eve götürmüş. Annesi: — Ne yapacaksın oğlum bu yılanı? Zaten zar zor geçiniyoruz, demiş. Bunun üzerine çocuk, annesine şöyle demiş: — Anneciğim, bizim ineğin dört tane memesi var. Birinden akan süt bana, birinden akan süt yılana, diğer ikisi de sana olsun, demiş. Annesi kabul edince, bir sepet bulup yılanı onun altına koymuş ve beslemeye başlamış. Günlerden bir gün, çocuk yine yardım alabilmek için köyleri dolaşıyormuş. Bir köyde yürürken, çocukların küçük bir kediyi ortalarına alıp taşladıklarını görmüş. Durmaları ve vurmamaları için çocukları uyarmış. Bakmış ki çocuklar durmuyorlar, kediyi beş kuruşa satın almak istediğini söylemiş. Çocuklar satmayı kabul edince, kediyi alıp evine götürmüş. Annesi bu yavruyu görünce oğluna şöyle demiş: — Biz zaten geçinemiyoruz. Bu hayvanlara nasıl bakarız, bunları neyle besleriz? Çocuk: — Olsun anne. Ben bir çaresini bulur, ona da bakarım, demiş. Yine yollara düşen çocuk, bu sefer de savunmasız bir köpek yavrusuna rastlamış ve ona da acıyıp eve götürmüş. Annesi kızmış kızmasına ama oğluna söz geçirememiş. Bu yavruyla birlikte küçük çocuğun bir yılan, bir kedi ve bir de köpeği olmuş. Gün olmuş, devran dönmüş. Aradan uzun zaman geçmiş. Bu anne ve oğlun fakirlikleri az da olsa dinmiş. Bir gün oğlan, annesine: — Bana gidip padişahın kızını isteyeceksin, demiş. Annesi, olmaz dese de oğluna söz geçirememiş. Sarayda bir altın, bir de gümüş sandalye varmış. Misafir olarak gidenler gümüş sandalyeye, görücü olarak gidenler ise altın sandalyeye otururlarmış. Yaşlı kadın, saray avlusuna vardığında öyle yorgunmuş ki yanlışlıkla gidip gümüş sandalyeye oturmuş. Kadının gümüş sandalyeye oturduğunu gören hizmetçiler, padişaha gidip bir misafiri olduğunu söylemişler. Padişah: — Yine halktan biriyse ne istediğini sorun, sonra da hazineden iki altın verin gitsin, demiş. Hizmetçiler kadının yanına gidip ne istediğini sormuşlar. Kadın padişahın kızını istemeye geldiğini söyleyince, hizmetçiler gülüşmüşler. Daha sonra içlerinden bir tanesi: — Be kadın! Sen bu fakir hâlinde neyine güvenip padişahın kızını istersin, diye sormuş. Yaşlı kadının cevabına fırsat bile vermeden, eline iki altın tutuşturup göndermişler. Yaşlı kadın eve vardığında oğlu sabırsızlıkla onu bekliyormuş. Annesine neler olduğunu sormuş. Kadın ise oğluna üzgün bir hâlde istediğinin olmadığını, saraydan kovulduğunu anlatmış. Aradan epey bir zaman geçmiş. Delikanlı beslediği yılanı, sepetin altından çıkarmaya karar vermiş. Sepeti kaldırıp yılanına bir bakmış ki kalınlığı bir insan gövdesinin kalınlığına yaklaşmış. Bunu gören delikanlı, neredeyse küçük dilini yutacakmış. Yılanı sürükleyerek dışarı çıkarmış. Sanki yıllardır uyuduğu bir uykudan uyanıyormuş gibi, yılan bir o yana bir bu yana kıvrılıp duruyormuş. Bunlar olup bittikten sonra, yılan birden dile gelmiş ve şöyle söylemiş: — Ey insanoğlu! Ben Şahmeran’ın kızıyım. Bin sırtıma, yum gözünü. Çocuk yılanın söylediklerini yapmış ve yola çıkmışlar. Bir zaman sonra yılan delikanlıya gözlerini açmasını söylemiş. Delikanlı gözlerini açtığında bir de bakmış ki hiç bilmediği, hiç görmediği bir dağın tepesindeler. Yılan, delikanlıya dönerek şöyle demiş: — Biraz sonra bir kapı açılacak. İlk odada bizi yılanlar bekleyecek, ikinci odada karşımıza örümcekler çıkacak, üçüncü odada akrepleri göreceğiz ve en sonunda annemin olduğu odaya varacağız. Yılanın söylediği gibi kapılar açılmaya başlamış ve delikanlı ile yılan, bu odalardan tek tek geçerek ilerlemişler. Bu yollardan geçerken yılan, delikanlıya şöyle demiş: — Annemin parmağında bir yüzük vardır. Sana ne istediğini sorduğunda, ona hiçbir şey istemediğini, sadece parmağındaki yüzüğü istediğini söyleyeceksin. Delikanlı yılanın söylediklerini dikkatlice dinlemiş ve yılanla birlikte bütün odaları geçtikten sonra, sonunda Şahmeran’ın yanına varmışlar. Oraya gittiklerinde, yavrusunu gören Şahmeran çok sevinmiş ve kızına nasıl hayatta kaldığını sormuş. Yılan bütün olanı biteni; delikanlının kendisine ne kadar iyi baktığını anlatmış. Bunun üzerine Şahmeran: — Söyle dileğini, vereyim muradını, demiş. Delikanlı, yılanla yolda anlaştığı gibi yapmış ve şöyle söylemiş: — Hiçbir şeyde gözüm yoktur, yalnızca parmağındaki yüzüğü isterim. Şahmeran: — Aslında benden büyük bir şey istiyorsun. Ama madem sen benim kızımı kurtardın, ben de sana bu hediyeyi vereceğim, demiş. Yüzüğü kendi parmağından çıkartıp delikanlının parmağına takmış. Şahmeran’ın yavrusu, delikanlıyı yanına alıp yine geldikleri odalardan geçirerek aynı dağın tepesine ulaştırmış. Oraya vardıklarında yılan şöyle söylemiş: — Bak delikanlı, eğer dilini bu yüzüğe sürersen, karşına bir Arap çıkacak. Sana dileğini soracak. Ondan her istediğini dileyebilirsin, demiş. Bunları söyledikten sonra, yılan ortadan kaybolmuş. Delikanlı, yılanın söylediklerinin doğru olup olmadığını çok merak ediyormuş. Bunu anlamak için, dilini yüzüğe değdirmiş. Bunu yapmasıyla birlikte, karşısına dev gibi bir Arap dikilmiş. Delikanlıya baktıktan sonra, kalın ve gür bir sesle: — Söyle dileğini, vereyim muradını, demiş. Delikanlı biraz düşündükten sonra, dileğini söylemiş: — Bana bir heybe vereceksin, iki gözü de altın dolu olacak. Üzerime bir takım elbise, altıma iyi bir at vereceksin. Evimin önünde de kırk kazan yemek pişecek ve kırk kazanın kırkında da ayrı yemek olacak. Dileğini söyler söylemez, atının üzerinde iki gözü de altın dolu bir heybe ve onun üzerinde de güzel elbiseler hazır olmuş. Delikanlı elbiseleri giyinip atına atladığı gibi evine varmış. Kapıyı çalınca, annesi kapıda kimin olduğunu sormuş ve oğlunun sesini duyunca sevinçle kapıyı açmış. Oğlunu öyle görünce çok şaşırmış. Ona ne olduğunu ve o güzel şeyleri nereden bulduğunu sormuş. Annesine bütün olanı, biteni anlatan delikanlı; sonra annesine evlerinin bahçesine çıkıp bakmasını söylemiş. Yaşlı kadın bahçede kaynayan kırk kazanı görünce şaşkınlıktan ne diyeceğini bilememiş. Delikanlı, tellâllar tutup köyün her bir yanına haber salmış. Herkesi, evine yemek yemeye davet etmiş. Bir sürü insan, gelip kırk kazanda kaynayan yemeklerden yemişler. Bu olay, padişahın kulağına gitmiş. Bir fakirin, bu kadar misafiri nasıl ağırladığını merak etmiş. Araştırmış, soruşturmuş, en sonunda delikanlıyı huzuruna çağırtmış. Ne yaptıysa, ne ettiyse bir türlü delikanlının ağzından lâf alamamış. Hazır gitmişken, padişahın kızını da isteyen delikanlıya, padişahın cevabı sert olmuş: — Üç beş misafir ağırladın diye, kızımı isteme hakkına sahip olduğunu mu sanıyorsun? Benim kızım saraylarda yaşamaya lâyıktır, senin fakir kulübeni ne yapsın, demiş. Bu cevaba çok sinirlenen delikanlı, saraydan çıkar çıkmaz yüzüğüne dilini sürmüş. Arap karşısına çıkıp dileğini sormuş. Bunun üzerine delikanlı dileğini söylemiş: — Evimin yerinde öyle bir saray olmalı ki padişahın sarayı benim sarayımın görkeminden güneş görmesin. Dileğini söylemesi ile birlikte, padişahın sarayının üzerine büyük bir gölge düşmüş. Evine vardığında, eski kulübesinin yerinde muhteşem bir sarayın yükseldiğini görmüş. Padişah, sarayındaki aydınlığın nasıl birden karanlığa dönüştüğünü merak ederek hizmetçilerine sormuş. Hizmetçiler araştırmışlar ve padişaha, bunun saraydan kovduğu delikanlının sarayının gölgesi olduğunu söylemişler. Bunu duyan padişah, delikanlıyı saraydan kovduğuna çok pişman olmuş. Delikanlı, artık padişahın kızını vereceğinden eminmiş. Annesini kızı istemesi için saraya göndermiş. Yaşlı kadın, saray avlusundaki altın sandalyeye oturup padişahtan kızını istemiş. Bu kadar zenginliğe sahip bir adamı geri çeviremeyen padişah, kızını vermiş. Kırk gün, kırk gece düğün yapılmış. İnsanlar doyasıya yiyip içmişler, eğlenmişler. Aradan epey bir zaman geçmiş. Padişahın kızı dayanamayıp delikanlıya sormuş: — Sen çok fakir biriydin. Bu kadar altını, parayı nasıl kazandın, nereden buldun? Delikanlı cevap vermek istememiş. Fakat kız o kadar çok ısrar etmiş ki dayanamayıp yüzüğü ve yüzüğün tılsımını anlatmış. Kızın başka bir sevgilisi olduğu için, delikanlıdan kurtulmayı planlıyormuş. Bunun çok iyi bir fırsat olduğunu düşünmüş. Delikanlıyı oyuna getirmek için şöyle söylemiş: — Ben bu yüzüğün gücüne inanmıyorum. Sen bu yüzüğü benim parmağıma tak, kedini ve köpeğini alıp bir ava çık. Ben yüzüğü kullanarak, sizi avdan getirmeye çalışayım. Eğer yüzüğün gücü buna yeterse, sana inanırım. Delikanlı bunu kabul etmiş, kedisini ve köpeğini alıp ava çıkmış. Yüzüğü ele geçiren prenses, delikanlının dediğini yapıp yüzüğe dilini sürmüş. Dev Arap, onun da karşısına çıkmış ve dileğini sormuş. Bunun üzerine kız, dileğini söylemiş: — Kocamın sarayını alıp Akdeniz ve Karadeniz’in tam ortasına yerleştir. Sarayın içine de sevdiğim adamı koy. Kızın maksadı, kocasının onları bulmasını engellemekmiş. Dev, kızın dileğini yerine getirmiş, sarayı istediği yere taşımış. Bu arada kocası gittiği yerde beklemekten usanmış ve geri dönmüş. Tabii ki döndüğünde sarayını yerinde bulamamış. Sarayın yerinde eski evleri duruyormuş. Annesi bütün olanı biteni; kızın dileğini oğluna anlatmış. Kızdan gönlü geçen delikanlı, yüzüğünü geri almak için yola düşmüş. Delikanlı, kedisi ve köpeği ile birlikte az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sonunda sarayı görebileceği bir deniz kıyısına varmış. Köpek yüzebildiği için, kediyi de sırtına alıp suya atlamış ve saraya doğru ilerlemiş. Saraya varmışlar. Köpek etrafı kontrol ederken, kedi de sarayın bacasından içeriye girmiş. Prensesin odasına gitmiş. Prenses yatağında uyuyormuş. Kedi kuyruğunu prensesin burnuna sürmeye başlamış. Kuyruğu sürmesiyle, prenses birdenbire hapşırıvermiş. Hapşırınca, ağzında sakladığı yüzük de yere yuvarlanmış. Kedi yüzüğü görür görmez ağzına alıp geldiği yerden geri dönerek saraydan çıkmış. Dışarı çıktığında köpek: — Yüzüğü bana ver. Sen gevezesin, şimdi balıklarla falan konuşur, yüzüğü ağzından düşürürsün, demiş. Bunu kabul etmeyen kedi, köpek ile tartışmaya başlamış. Fakat geri dönüşte yüzemeyeceğini bilen kedi, mecburen yüzüğü köpeğe vermiş. Kedi ile köpek denize atlayıp sahiplerine doğru yüzmeye başlamışlar. Tam kıyıya yaklaştıklarında, yanlarından heybetli bir balık geçmiş. Balığı gören köpek, birdenbire havlayınca, yüzük ağzından denize düşmüş. Köpeğin havladığı balık, düşen yüzüğü hop diye yutuvermiş. Kedi ile köpek karaya çıkmışlar. Fakat yüzük akıllarından çıkmıyormuş. Sahiplerine nasıl hesap vereceklerini düşünürken, kıyada denize olta atıp balık tutan adamları görmüşler. Adamlar kendi aralarında, sabahtan beri uğraşıp hiç balık tutamadıklarını konuşuyorlarmış. İçlerinden bir tanesi kedi ile köpeği göstererek: — Şu kedi ile köpeğe bakın, arkadaş olmuşlar. Gelin, bunların şansına bir kere daha oltalarımızı denize atalım, demiş. Oltalarını denize atıp beklemeye başlamışlar. Beklemeleri sonuç vermiş ve çok büyük bir balık yakalamışlar. Adamlardan bir tanesi: — Balığı onlara verelim, demiş. Diğer adam vermeyi kabul etmemiş ve bundan sonrakini vermeyi teklif etmiş. Fakat üçüncü arkadaşları, oltayı onların şansına attıklarını ve balığı vermeleri gerektiğini söyleyerek balığı kedi ile köpeğe vermiş. Balığı tanıyan kurnaz kedi, hemen solungaç tarafından yemeye başlamış ve yüzüğü bulmuş. Bulmuş bulmasına ama köpeğe söylemeden dilinin altına saklamış. Sonra da köpeğe dönüp: — Kardeş, ben bir tuvalete gideyim, sonra gelirim, deyip oradan uzaklaşmış. Kedinin maksadı, yüzüğü sahibine yalnız ulaştırıp onun takdirini kazanmakmış. Kedinin gelmesini bekleyen köpek, kandırıldığını anlayınca koşmaya başlamış. Yavaş giden kediye yetişen köpek, ağzında sakladığı yüzüğü kediden alıp sahibine ulaştırmış. Yüzüğü eline geçiren delikanlı, hemen dilini sürmüş ve gelen dev Arap’tan sarayını eski yerine götürmesini istemiş. Saray onlarla birlikte eski yerine tekrar yerleşmiş. Hemen padişahı bulan delikanlı, kızı ve sevgilisini ona gösterip prensesten ayrılmış. Kendine güzeller güzeli ve iyi kalpli bir kız bulan delikanlı, onunla evlenmiş ve hayvanları ile birlikte ömür boyu çok mutlu yaşamış.
ŞAHMERAN'IN YÜZÜĞÜ
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah'ın kulu çokmuş. Çok söylemesi, günahmış. Bir genç delikanlı varmış. Çok fakirmiş. Dışarıda biraz dolaşayım, kâr getireyim, diye bir köye varmış. Orada tellâllar: — Bir gün cefa çeken, kırk gün sefa sürecek, diye bağırıyorlarmış. Oğlan: — Bir cefada ne var, ayağımdan assalar ölmem, demiş. Delikanlı: — Ben varım, tamam, demiş. Oraya varmış. Bir dağın dibine varınca onlar da tutmuşlar, koca bir katırı kesmişler. Yüzmüşler, yüzmemişler. İçinden karnını çıkarmadan pisliğini boşaltmışlar. Bunu katırın karnının içine sokmuşlar. Ağzını, gözünü çeke çeke dikmişler. Oğlana biraz nefes almaya yer koymuşlar. — Hiç korkma, sana bir şey olmaz, demişler. Delikanlı: — Bir gün cefada ne var? Çekerim, demiş. Onlar geri çekilmişler. Ondan sonra kuzgunlar, kargalar gelmişler. Bunu kaldırmışlar Uludağ'ın başına çıkarmışlar. Oraya çıkarmışlar leşi yemeye başlamışlar. Bu zorlamış, leşin içinden çıkmış. Bir de bakmış ki dağın tepesindeymiş. Aşağıya bakmış, dağ ne kadar yüksek ise aşağıdaki adamlar kuş kadar görünüyormuş. Aşağıdakilere bağırmış: — Beni buraya çıkardılar, ben ne yapacağım, nasıl ineceğim, demiş. Onlar demiş ki: — Oradaki bütün taşları aşağıya at, seni indiririz, demişler. O taşların da hepsi altınmış. Bu, bütün taşları atmış, atmış. Onlar almış, yüklemiş. Delikanlı bakmış ki onlar gidiyor: — Nereye gidiyorsunuz? Beni indirecektiniz, demiş. — Daha seni indiremeyiz. Çıkmayacaktın oraya, sen o dağın başında kalacaksın, demişler. Delikanlı: — Ne yapacağım şimdi? Allah, sen yetiş! Ya Rabb’im, sen yardımcım ol, demiş. Oraya, buraya dolanırken bir davar yolu varmış. O bir cılga* bulmuş, o cılgayla dolana, dolana aşağıya inmiş. İnmiş ama dışarıya değil dağın içine inmiş. Orada bir adam varmış. Büyük bir odanın içinde bir havuz varmış. Adam: — İnsanoğlu, sen nereden geldin, demiş. Delikanlı, başından geçenleri anlatmış. — Böyle böyle oldu, ben buraya bir cılgayla geldim. Orada bir gün, iki gün durmuş. Oraya da kuşlar senede bir kere yıkanmaya gelirmiş. Demiş ki: — Buraya kuş misafirlerim gelecek. Bunlardan birinden tutabilirsen bunlar seni dışarı çıkarır, demiş. Aradan zaman geçmiş. Bir gün üç tane kuş gelmiş. Havuzun yanına inmişler. Kuş donlarını çıkarmışlar, ortaya birbirinden güzel üç kız çıkmış. Onlar soyunurken biri: — Burada bir insanoğlu kokusu var, demiş. Diğer iki kuş: — Yok, kimse yok, demişler. Delikanlı düşünmüş: — Şimdi ne yapacağım, demiş. Adam: — Hangisinin gömleğinden kaparsan o gidemez, senin yanında kalır, demiş. Birinin gömleğinden tutmuş, sarılmış. Kızın adı Şemsi Beğendi’ymiş. Öteki kuşlar bunu görünce pır uçmuş, pencereye konmuşlar. Şemsi Beğendi burada kız olmuş, kalmış. Kızın gömleğini oğlan saklamış. Kız da bunu almış, dışarı çıkarmış. Delikanlı oradan çıkınca kızı almış, memleketine getirmiş. Sonra delikanlı kızın gömleğini nereye saklayacağını şaşırmış. Kız gömleği alsa uçup gidecekmiş. Bu yüzden gömleği kızın eline vermemiş. Bu adam, kızın haberi yok sanıp evin duvarını yıkmış, tabanına gömleği gömmüş. Ondan sonra binayı yaptırmış. Ondan sonra kız kendi kendine: — Ben onu ortaya çıkarırım, demiş. Oğlan bir yere gitmiş. Kız gömleğini bulmuş, giymiş. Kuş olmuş, pencerenin önüne konmuş. Oraya konmuş, oğlan gelmiş. — Gömleğimi sakladın. Ben buldum, gidiyorum. Eğer beni aramak, bulmak istersen Hint’te, Yemen’de ara. O zaman bulursun, demiş. Ondan sonra kız uçmuş, geçip gitmiş. Adam kalmış yalnız başına. Bu kızı nasıl bulurum, diye düşünmüş, taşınmış. Oğlan kızı ilk gördüğü yere gitmeye karar vermiş. Yine oraya çıkmak istemiş. Senede bir defa altın için oraya adam çıkartırlarmış. Gene oğlan oraya varmış. Yine tellâllar bağırıyormuş: — Bir gün cefa çeken, kırk gün sefa sürecek, diye. Delikanlı yine: — Ben hazırım, demiş. Yine katırı kesmişler, bu oğlanı içine tıkmışlar. Nefes almaya bir yer koymuşlar. Katırın karnını dikmişler. Yine kargalar, kuzgunlar bunu dağın başına çıkarmışlar. Gene aşağıdan bağırıyorlarmış: — Oradaki taşları bize at, diye. — Yok, o geçti. Bir kere çıkıp attım, dünyanın altınını götürdünüz, demiş. Atmamış. Yolu bildiği için gene dolana, dolana aşağıya inmiş. Dışarı değil, dağın dibine inmiş. Gitmiş, o havuzun başına varmış. O havuzun sahibi: — Gene mi geldin sen buraya, demiş. — Kızı kaçırdım. Kuş olup uçtu. Kızın arkasına geldim, demiş. Adam: — Onların gelmesine bir hafta kaldı, demiş. — Bir hafta burada benim yanımda dur, demiş. Üç gün, beş gün derken bir hafta o adamın yanında durmuş. Kuşlar yine gelmiş. Şemsi Beğendi: — Yine burada adam eti kokuyor, burada insanoğlu var, demiş. Öteki kızlar: — Yok, demişler. Soyunmuşlar. Havuza girmişler. Yine oğlan kızın gömleğini alayım derken nasıl ettiyse kız, oğlanın elinden gömleği almış. Oğlan tutamamış. Kız gömleği alıp uçmuş, çekip gitmiş. Oğlan da kaderine razı olmuş, ikisi de yiyip, içip muradına geçmiş. *cılga: Patika yol
ŞEMSİ BEĞENDİ
Niğde
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Pireler berber, develer tellâl iken… Bir keçi, iki de yavrusu varmış. Bunlardan birinin adı Şıngıl, diğerininki Mıngıl imiş. Bu keçi sürekli: — Ben evde yokken kimseye kapıyı açmayın, diye yavrularına öğüt verirmiş. — Eğer ben, “Mememle süt getirdim, ağzımla ot getirdim” dersem kapıyı açın, dermiş. Keçinin bu sözlerini kurt duymuş. Keçi yine bir gün yavrularını eve bırakıp gitmiş. Bunu gören kurt, keçi gittikten sonra kapıyı çalmış. — Tık tık tık… — Açın kapıyı yavrularım ağzımla ot, mememle süt getirdim. Yavrular kapının altından bir bakalım demiş ve ayaklarının siyah olduğunu görerek: — Bizim annemizin ayakları beyazdı, seninkiler siyah, demişler. Bunun üzerine kurt bir değirmene varmış. Ayaklarını bir güzel una bulamış, tekrar keçilerin evine gitmiş: — Tık tık tık… — Açın kapıyı, yavrularım. Ağzımla ot, mememle süt getirdim. Bakmışlar ki ayakları bembeyaz, kesin annemiz demiş ve kapıyı açmışlar. Kapıyı açmalarıyla kaçmaları bir olmuş. Ama kurt, Şıngıl’ı yemiş. Mıngıl ise tandırın içine kaçmış. Gözü doymayan kurt biraz beklemek ve gelecek olan annelerini de yemek istemiş. Bir süre sonra anneleri gelmiş. Tabi durumu anlamış. Çok zeki olduğundan bunu anladığını hissettirmemiş. Kurda: — Kurt kardeş, otur sana çörek yapayım da ye, demiş. Bir süre sonra da kurdu, kendine yardım etmesi için yanına çağırmış. Kurdun bir anlık boşluğunu yakalamış ve kurdu tandıra itmiş, düşürmüş. Kurt yanmış ve ölmüş. Mıngıl ise tandırın deliğinden çıkarak kurtulmuş. Bu olay Mıngıl için büyük bir ders olmuş ve annesiyle mutlu bir ömür geçirmişler.
ŞINGIL İLE MINGIL
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Allah'tan başka kimse yokmuş. Bir anne, baba ile bir kızları varmış. Kızın annesinin bir çift bileziği varmış. Kızı her gün annesine: — Anne, sen ölürsen bu bilezikler ne olacak, dermiş. Bilezikler annesinin kolunu sıkarmış. Babası da: — Bu bilezikler kimin kolunu sıkarsa ben onu alacağım. Aynı annen gibi birisiyle evleneceğim, dermiş. O sıralarda kızın annesi hastalanmış ve ölmüş. Bilezikleri kaldırıp saklamışlar. Bu adam da kendine uygun bir eş aramaya başlamış. Kız annesinin bileziklerini aramış. Sonra da demiş ki: — Bakayım, annemin bilezikleri bana oluyor mu, demiş. Bilezikleri kız bulmuş ve koluna takmış. Koluna bilezikleri takınca sıkmış ve daha çıkaramamış. Kız: — Babam beni görürse bana karşı yanlış düşünür. Ben ne yapayım bunları, diyerek ağlamaya başlamış. Babası abdest almak için eve gelmiş ve kızına: — Kızım ne oldu koluna, bağlamışsın, demiş. Kız: — Baba kolumu kestim, demiş. Bir gün, iki gün sonra babası merak etmiş: — Kızım, aç bakayım kolunu. Bu ne yarası böyle, demiş. Zorla kızın kolunu açmış, bakmış ki annesinin bilezikleri kolunda. Kolunu sıkmış. Babası: — Tamam kızım, ben seninle evleneceğim. Bilezikler kollarını sıkmış, aynı annen gibi olmuşsun, demiş. Bu kız babasının böyle demesi üzerine evden kaçmış. Evden kaçtıktan sonra gezmeye başlamış. Gezerken bir padişah rast gelmiş. Padişah: — Sen kimsin, demiş. Kız: — Ben yanında besleme olarak çalışabileceğim bir adam arıyorum, demiş. Padişah: — Bana da bir besleme lazım. Gel, eve götüreyim seni, demiş. Padişah bu kızı almış, evine götürmüş. Padişah: — Adın ne? — Tahta Tamaş. Ama bu kızın nikabı varmış. Kız onun içinde duruyormuş. Bu kızı evdeki kadınlar görünce çok sevinmişler. Bizim kazları otlatsın, demişler. Sabah olmuş. Bir gün kazları otlatmış, getirmiş. Evdeki kadınlar sormuş: — Adın ne? — Tahta Tamaş, demiş kız. Evdekiler artık Tahta Tamaş aşağı, Tahta Tamaş yukarı diye seslenip duruyorlarmış. Bu kızın her yeri tahtaymış. Bir gün evin hanımı kıza: — Kızım kazları otlat, ekmeğini de filan yere koydum. Yakınlarda bir düğün varmış, biz düğüne gideceğiz. Sen kazları otlat, içeriye koy. Filan yerdeki ekmeğini de alıp ye, demiş. Tahta Tamaş: — Hanımım beni de götürün, demiş. Ev hanımı: — Senin üstün başın kaz kokuyor, sen gidemezsin, demiş. Bu kadının bir de güzel oğlu varmış. Kız içinden: — Siz gidin, ben size gösteririm, demiş. Kız kazları otlatmış, gelmiş. Mikabını çıkarmış, giyinmiş, kuşanmış. Altınlarını takmış, gitmiş düğüne. Yanında duran kadın: — Açılın, güzel geldi; açılın, güzel geldi, demiş. Kızın dünyaya şavkı vuruyormuş. Öyle güzelmiş, öyle güzelmiş ki. Horona girmiş, oynamış. Düğündeki kadınlar, kıza: — Sen nerelisin, nereden geldin, demişler. Kız: — Ben bezirgân kızıyım. Geldim söğütlerin dibine, davul sesi geldi. Babam bana dedi ki: "Git bak, bu davul sesi nerden geliyor?", ben de bakmaya geldim. Onlar arayıp sorarken Tahta Tamaş, ev hanımı eve gelmeden kaçmış, eve gelmiş. Hemen mikabını giymiş, kazları çıkarmış otlatmaya götürmüş, gelmiş. Bir de bakmış ki hanımı gelmiş. Ev hanımı: — Tahta Tamaş, Tahta Tamaş, bugün düğüne bir güzel geldi, demiş. Kız: — Hanımım, beni niye götürmedin? Ben de görürdüm kızı, demiş. — Senin üstün başın pis, sen orada düğüne gelecek kişi misin, demiş. Kadın gitmiş oğluna: — Oğlum düğüne bir güzel geldi. Sana bir eş arıyorum, bu güzeli sordum, bezirgân kızıymış. Belki bugün gelir. Gel bakalım, sen beğenirsen biz o kıza dünür gideriz. O kızı arayıp buluruz. Oğlu bacaya çıkmış, oradan düğünü izliyormuş. O güzel kız yine gelmiş. Kadınlar: — Açılın, güzel geldi; açılın, güzel geldi, demişler. Bu güzel gelmiş, oyuna girmiş. Oyuna girince oğlan bacadan bakmış, kızı görünce bacada bayılmış. Kız da o arada bir cebinden altın, bir cebinden gümüş para saçmış. Millet onu toplarken o kaçıp eve gelmiş. Eve gelince mikabını giymiş, kazları kapatmış. Hanımı gelmiş. — Tahta Tamaş, yine o güzel geldi. Bir güzel, bir güzel ki. Bu güzelin yeri neresi, onu bulamıyorum, demiş. Kız: — Hanımım, beni niye götürmediniz ki ben de görseydim o güzeli. — Senin ne haddine düğüne gelmek. Sen git, kazlarını otlat, demiş. Bir sonraki düğüne de Tahta Tamaş giyinip kuşanmış, gitmiş. Bu sefer oğlan bacadan kızın önüne yüzük atmış. Kız da yüzüğü alıp parmağına takmış. Düğünde yine kız bir cebinden altın, bir cebinden de gümüş çıkarıp kadınlara saçmış. Kadınlar toplarken o hemen eve kaçıp mikabını giymiş ve kazları otlatıp getirmiş. Hanımı eve gelmiş. — Tahta Tamaş, o güzel yine geldi. Bir güzel, bir güzel ki ama yerini bulamıyoruz, demiş. Oğlu gelip annesine: — Anne, azığımı yapın. Ben bu güzeli aramaya gideceğim. Mademki bezirgân kızıymış. Yola çıkmak için azığı hazırlanırken Tahta Tamaş, parmağındaki yüzüğü çıkarıp ekmeğin arasına koymuş. Oğlan kızı aramak için yola koyulmuş. Oğlan bir gün gitmiş, iki gün gitmiş, üçüncü gün ekmeği kesip de yanındaki köpeğine vermek istemiş. Bir de ekmeği kesmiş ki düğünde kızın önüne attığı yüzük ekmeğin içinde. Oğlan: — Vayy! Düğündeki güzel kız bizim evdeymiş. Ben nereye gidiyorum güzel aramaya, demiş. Oradan evine gitmek için geri dönmüş. Bahçeye gelip annesine: — Anne, bugün bahçedeki incir ağacının dibine yemeği Tahta Tamaş getirsin. — Oğlum, Tahta Tamaş'ın getirdiği yemek yenir mi? Onun üstü, başı hep kaz pisliği kokuyor. — Anne, sen yemeği onunla gönder, demiş. Kız, oğlanın yemeğini alıp bahçeye götürmüş. O sırada oğlan uyuyormuş, o uyanmadan yemeği oraya koyup kaçmış. İkinci gün de koyup kaçmış, üçüncü gün oğlan kapının arkasına saklanmış. Kız yemeği koyup kaçacağı zaman hemen bıçağını çıkarmış ve kıza: — Çabuk mikabını çıkar, demiş. Kız: — Benim mikabım yok, ben buyum. — Yok, çabuk mikabını çıkar. Yoksa seni parça parça ederim, demiş. Kız bir de mikabından çıkmış ki düğündeki güzel. Oğlan oraya bayılmış. Kadın bakmış ki Tahta Tamaş, yemek götürdü hâlâ gelmedi. Bir bakayım, kıza ne oldu, demiş. Kadın bir bakmış ki düğündeki güzel kız bahçede duruyor. Kadın da kızı görünce oraya bayılmış. Tahta Tamaş bunlara su serpmiş, ayıltmış. Oğlanla kıza kırk gün, kırk gece davul, zurna çalıp düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
TAHTA TAMAŞ
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Vakti zamanında ermişlerden bir hoca varmış. Oğlunu derin hoca olsun, bilgin olsun diye, bir memlekete derse gönderiyormuş. Oğlanın gittiği memlekette de akşam olunca kurtlar, çakallar uluyormuş. Bir gün çocuk babasına: — Baba burada kurtlar, çakallar beni yiyecek demiş. Babası ise: — Oğlum, bir mezarlığa git. Orada önüne çıkan bir kaç kabri selamlayıp onları kucakla. Nasıl olduklarını sorup öğren, demiş. Çocuk birinci kabri selam verip kucaklamış. — Nasılsın? Ne yer, ne içersin, diye sormuş. Birinci kabir: — Zıkkım ile zehir yiyorum. Bundan başka ne yer ne içerim, demiş. Çocuk, ikinci kabri selam verip kucaklamış. — Nasılsın? Ne yer, ne içersin, diye sormuş. İkinci kabir: — İrin ile katran*  yiyorum. Bundan başka ne yer ne içerim, demiş. Çocuk, üçüncü kabri selam verip kucaklamış. — Kardeşim, beni Tanrı misafiri alır mısın? Kurtlar, çakallar beni yiyecekler, demiş. Üçüncü kabir: — Tabi demiş ve aniden bir merdiven açılmış. Çocuk kabrin içine girmiş ve bakmış ki kabrin içi gayet güzel ve oldukça geniş. Bir de bakmış ki köşede ağzı ve burnu bağlı domuz suretinde bir kadın. Çocuk : — Kardeşim, bu kadın niye böyle oldu? Kabir ise: — Kardeşim, bu benim annem. Annem dünyadayken misafirden hiç hoşlanmazdı. Bunun üzerine çocuk, kadının oğluna: — Kardeşim, ben dua edeyim sen, amin de ki anneni bu durumdan kurtaralım, demiş. Dua edip kadını zincirlerden kurtarmışlar. Ocağın başına giden kadın: — Oğlum, yanındaki de kim? Yine kim geldi bize, demiş. Kadının oğlu: — Anne, o Tanrı misafiri, demiş. Ocağın başına geçen kadın elindeki maşayı ocağa doğru ileri, geri iterek vurmaya başlamış ve: — Allah, Allah! Yahu, dünyada kurtulma misafirden, ahrette kurtulma misafirden. Nedir benim çektiğim şu milletten, demiş. Kadının oğlu ise çocuğa: — Kardeşim, biz Allah'ın işine niye karıştık, demiş. Çocuk, kadının oğluna: — Ben dua edeyim, sen de amin de yine eski hâline dönsün, demiş. Çocuk, babasına olan biteni anlatmış. Babası da : — Oğlum, birinci kabir faize para vermiş; diğeri de buna kefil olmuş. Gökten üç elma düşmüş. Birisi sana, birisi bana, birisi de dinleyenlere...   *katran: Zehir
TANRI MİSAFİRİ
Sinop
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Güzel bir tavşan varmış. Bir gün bu tavşanın ayağı taşa değip kanamış. Tavşan o tarafa bakmış, bu tarafa bakmış ve dalın üstünde güzel bir yaprak görmüş. Tavşan, yaprağa: — Ay yaprak! Gel, benim ayağımı sar, olur mu, demiş Yaprak cevap vermiş: — Burada tertemiz durduğum yerde, niye kendimi senin kanına batırayım ki?  Tavşan demiş ki: — O zaman gidip eşeğe söylerim gelip seni yer. Tavşan gidip eşeğe demiş ki: — Ay eşek! Git, o yaprağı ye! Eşek demiş ki: — Burada taptaze ot yediğim yerde, gidip ağacın yaprağını niye yiyeyim ki? Tavşan demiş ki: — Gidip seni kurda söylerim, seni yer. Tavşan gidip kurda demiş ki: — Ay kurt! Git, o eşeği ye! Kurt demiş ki: — Burada güzel et yediğim yerde, gidip eşek eti niye yiyeyim ki? Tavşan demiş ki: — Gidip köpeğe diyeceğim, gelip seni yesin. Tavşan gidip köpeğe demiş ki: — Ay köpek! Git, kurdu ye! Köpek demiş ki: — Burada sepserin ayran içtiğim yerde, gidip kurt etini niye yiyeyim? Tavşan demiş ki: — Gidip neneme diyeceğim, gelip seni dövsün. Tavşan gidip nenesine söylemiş. Nene de tavşanın sözünü yere salmamış. Kalkıp köpeği dövmüş, köpek gelip kurdu dişlemiş, kurt eşeği dişlemiş, eşek gidip yaprağı dişlemiş. Yaprak da gidip tavşanın ayağına sargı olmuş.
TAVŞAN SARGISI
Iğdır
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir bacı, kardeş varmış. Bunlar çok saflarmış. Kız kardeş evlenip başka bir köye gitmiş. Oğlan da evlenmiş. Zaman geçmiş, bu oğlanın karısı kocasının önüne her gün kepekten ekmek yapıp getiriyormuş. Bir gün bu oğlan karısına sormuş: — Hanım bizim kalabalık bir nüfusumuz da yok. Neden sen bana hep kepek ekmeği getiriyorsun, bizim ince unlar ne oluyor, demiş. Karısı da: — Bey, senin bacın öte köyden öksürüyor. Unun incelerini uçuruyor, kalınları kalıyor, demiş. Adam da biraz saf olduğu için inanmış. Bir gün bu kafasına takılmış. Bacısının yanına gitmiş. İşte, hoş beş etmişler. Bacısının da bir oğlu varmış, çok cingöz, akıllı bir çocukmuş. Adı da Tecer imiş. Sonra adam bacısına sormuş: — Bacı, bizim çok bir nüfusumuz yok ama biz hep kepek ekmeği yiyoruz. Nedendir acaba, demiş. Kardeşi: — Unu iyi öğütemiyorsundur, demiş. — Yok, bacı iyi unu öğütüyorum ama yine de kepek ekmeği yiyorum, demiş. Adam devam etmiş: — Karım diyor ki, “Senin bacın öte köyden öksürüyor. Unun incelerini götürüyor, kalınları kalıyor.” demiş. Neyse, o gece yatmışlar. Sabah kalkınca Tecer, ben dayımla gideceğim, diye arkasına düşmüş. — Neyse, hadi git, demişler. Beraber köylerine doğru yol almışlar. Evlerine varmışlar. Yiyip içmişler. Arkasından dayısı uyumuş. Tecer uyanıkmış. Tecer bir de bakmış ki avluların ışığı yanıyormuş. Ne var acaba, diye merak etmiş. Bakmış ki yengesi un eliyor, hamur yoğuruyormuş. Az daha kafasını uzatıp bakmış ki ocağın başında bir adam oturuyormuş. Tecer: — Allah, Allah! Bu adam kim acaba? Dayımın yanına geldiyse neden içeri girmiyor, demiş. Gizlice biraz daha yaklaşmış ki yengesi bu adama ekmek yapıp yediriyormuş. Yengesiyle oynaşıyorlarmış. Yengesinin oynaşıymış. Sabah olmuş, dayısına demiş ki: — Dayı, senin karının sevgilisi var. Dayısı inanmamış, çift sürmeye gitmişler. Akşam eve gelmişler. Bakmışlar ki yine kötü yemekler yapmış. Adam yorulmuş, yine uyumuş. Tecer bakmış ki yengesi yine o adama güzel yemekler, helvalar yapıyormuş. Sonra kadının oynaşı demiş ki: — Bana hanımlar, öğle yemeği getirmiyor. Sen tavuk kes, bir şeyler hazırlayıp getir, demiş. Adamın da iki karısı daha varmış. Tecer bunu duymuş. Kadın: — Ben senin tarlayı nasıl bulacağımı bilmiyorum, demiş. Adam da: — Ben bir kilo salatalık alırım. Soya soya giderim, sen de salatalığın kabuklarını takip edip gel, demiş. Bunu Tecer duymuş. Tecer gelip yatağına yatmış. Kadın da gelip yatmış. Sabah olmuş. Yine çift sürmeye gitmişler. Tecer: — Dayı, çabuk bana iki, üç kilo salatalık al, demiş.Dayısı: — Oğlum, ne yapacaksın üç kilo salatalığı? Bir kilo alalım, ikimize yeter, demiş. Neyse salatalığı almışlar. Tecer, salatalığı soyup soyup yere atıyormuş. Önde de dayısı gidiyormuş. Tarlaya varmışlar, öğlen olmuş. Dayısı: — Oğlum, hadi ekmeğimizi getir de yiyelim, demiş. Tecer: — Dur dayı, dur. Birazdan yemek gelecek, demiş. Kadın yola çıkmış. Gitmiş, gitmiş, bakmış ki salatalıklar ikiye ayrılıyormuş. Ancak bir tarafta daha çok salatalık varmış. — Bak, oynaşım ben anlayayım diye, daha çok salatalık soymuş, demiş. Salatalığı çok olan yola girmiş. Gitmiş, gitmiş, Tecer ile kocasının olduğu tarlaya gelmiş. Tecer bağırmış: — Getir yenge, getir. Kadın mecburen getirmiş, yiyip içmişler. Kadın: — Ama şuradaki adama öğlen yemeği getiren olmamış, ona da verelim, demiş. Tecer: — Yok yenge, yok. Onun iki tane karısı var getirselerdi, demiş. Neyse, yengesi arkasına baka baka gitmiş. Akşam olmuş, eve gitmişler. Tecer artık alışmış, uyur gibi yapıyormuş. Yengesi yine avluya çıkmış. Yiyecek içecek hazırlıyormuş. Oynaşı gelmiş: — Niye öğle yemeğini getirmedin, demiş. Kadın da: — Onlar daha çok salatalık soymuşlar. Ben de sen soymuşsun diye, oraya gittim, demiş. Sonra da: — Tecer beni gördü, dönemedim, demiş. Oynaşı da: — Yarın ben ne yaparım, bak! Donumla, gömleğimi öküzün üstüne sararım. Alabula öküz görünce gel, demiş. — Tamam, deyip anlaşmışlar. Tecer yine bu konuşulanları duymuş. Sabah olmuş, yine herkes çift sürmeye gitmiş. Öğlen olmuş. Tecer: — Öğlen sıcağı oldu. Şu alttan donunu, gömleğini çıkar, demiş. Dayısı yok, dese de Tecer çıkarttırmış. Tecer kendisininkini de çıkartmış. Öküze sarmış. Yengesi gelmiş. Bakmış ki o yanda da ala bula öküz, bu yanda da alabula öküz varmış. Ama bu yandaki daha alabula duruyormuş. Kadın: — Bunu daha belli olsun diye, benim sevgilim yapmıştır, demiş.  Gitmiş ki Tecer ile kocası. Geri dönememiş de öğlen yemeğini yine onlara vermiş. Yemeği yemişler, kadın: — Ama şu adama da yemek verelim, demiş. Tecer: — Yok yenge, onun iki tane karısı var. Ne gerek var, ona yemek vermeye, demiş. Kadın yine üzüle üzüle eve gitmiş. Akşam olmuş. Yine oynaşı gelmiş. — Niye öğle yemeği getirmedin, demiş. O da: — Onlar da donlarını, köyneklerini öküzü güneş yakıyor diye, öküze sarmışlardı, demiş. Adam yorulmuş ocağın başında uyumuş. Yengesinin de bir işi çıkmış, avludan dışarı gitmiş. Tecer hemen koşa koşa avluya varmış. Kadın helva yapacakmış, bunun için yağ eritmişmiş. Bu yağı alıp adamın ağzına, gözüne dökmüş. Adamın kulaklarını kesip saklamış. Geri gelip yatağına yatmış. Ondan sonra helva yapmaya yengesi gelmiş. Yağ yok, yeniden yağ koyup helvayı yapmış. Oynaşı çağırmış. Bakmış ki adamın ağzı, gözü yanmış. — Ne kadar obur adammış. Yağı yerken ağzını gözünü yakmış. Hiç kaynar yağ içilir mi, demiş. Kadın çaresiz kalmış. Kocası da saf olduğu için Tecer’i çağırmış. — Tecer, Tecer! Evimizin önüne bir adamı öldürüp atmışlar. Ne yapalım, demiş. Tecer: — Yenge gel, götürüp evinin önüne bırakalım, demiş. Sonra götürüp adamı kapısının önüne bırakmışlar. Sabah adamın karıları kalkıp bakmışlar ki kocaları ölmüş. Ağlayıp sızlamışlar. — Vay kocamız, vay kocamız, diye. Ölüyü yıkayan hocalar bakmışlar ki adamın kulakları yok. Kadın, Tecer’e : — Tecer, ben bu adamın ölüsüne nasıl gideceğim, demiş. Yani kendini suçlu hissediyormuş. Tecer de: — Gel yenge. Ölüye gidenler başını kâmil kâmil bağlarlar ya, ben senin başını bağlayayım, demiş. — Peki Tecer, nasıl ağlayacağım, demiş. — “Oy, oy! Başımdaki çıngıl püsküle bakın, bakın da ağlayın. Çıngıl püskül ne diyor? Napacan sen, diyor.”diye ağla demiş Tecer. Yengesi: — Tamam, demiş. Tecer, adamın kulaklarını yazmayla birlikte yengesinin başına bağlamış. Üstüne de atkıyı atmış. — Yenge bak, bu atkıyı eve varınca omzuna at. Sonra da sırayla boyunlarına sarıl sarıl ağla, demiş. O arada da yıkayanlardan haber geliyor ki kocanızın kulakları yok diye. Kadınlar ağlamışlar. Sonra Tecer’in yengesi gitmiş. — Başımdaki çıngıla, püsküle bakın, bakın da ağlayın. Kadınlar demiş ki: — Bu kadın ne diyor? Bakalım başında ne var? Bakmışlar ki başına adamın kulaklarını sarmış. O zamana kadar kadını döve döve öldürmüşler. Tecer’in dayısı da kurtulmuş. Yiyip, içip muratlarına geçmişler.
TECER
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellâl iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, köyün birinde bir karı koca yaşarmış.Bunların çocukları yokmuş. Allah’a her gece dua ederlermiş: — Allah’ım bizim de çocuğumuz olsun, diye. Allah, bunların duasını kabul etmiş. Bu ailenin bir kız çocuğu olmuş. Ailenin tek çocuğu olduğundan anne baba bu kızı el bebek gül bebek büyütmüş. Kıza hiçbir iş yaptırmamışlar. Bu yüzden kız hiçbir iş öğrenememiş. Bunun için adı Tembel Kız olmuş. Bu kız o kadar tembelmiş ki yerinden kalkmaya üşeniyormuş. Annesi, babası ona gelberi yaptırmış. Kız da oturduğu yerden işini gelberiyle yapıyormuş. Aradan uzun zaman geçmiş. Kız büyümüş. Kızın evlilik çağı gelmiş. Anne babası, kızı bir avcıya vermişler. Düğün dernek yapıp avcı, kızı almış. Avcı bir gün ava gitmiş. Bir ördek vurmuş. Ördeği evine getirmiş. Temizleyip ateşe koymasını Tembel Kız’dan istemiş. Tembel Kız hiçbir şey bilmiyormuş. Bunun üzerine avcı ördeği temizlemiş, ateşe koymuş. Tekrar  ava gitmek üzere hazırlanmış. Avcı, Tembel Kız’a: — Ördeği ateşe koydum. Yanmasın, bak, demiş. Tembel Kız: — Olur, demişse de ördeğe hiç bakmadığı gibi oturduğu yerden de kalkmamış. Aradan zaman geçmiş. Kapı çalınmış. Tembel Kız kapıyı açmış. Dilenci, Tembel Kız'a: — Bir dilim ekmek ver, açım. Allah rızası için yardım et, demiş. Tembel Kız o kadar tembelmiş ki: — Geçip al, mutfak yan tarafta, demiş. Dilenci mutfağa girmiş. Bakmış ki ocakta ördek, karnı da çok aç. Ayağındaki çarıkları tencerenin içine, ördeği de torbasına koymuş. Dilenci, Tembel Kız’ın yanına gelmiş: — Allah, razı olsun. Ekmeği aldım, demiş ve devam etmiş: — Senin gaga, benim torba içinde,  Benim çarık, senin çorba içinde,  Sen yat, kaba yatak, yorgan içinde,  Ben yiyeceğim gagayı orman içinde, diyerek yola koyulmuş.Tembel Kız, dilencinin bu sözlerinden hiçbir şey anlamamış. Aradan zaman geçmiş. Kocası avdan dönmüş. Avcı, Tembel Kız’a: — Ördek pişti mi, demiş. Tembel Kız ocağa bakmış. Tencerede ördek yokmuş, dilencinin çarıkları varmış. O zaman Tembel Kız, dilencinin son söylediği sözleri anlamış. Başından geçenleri kocasına anlatmış. Avcı, Tembel Kız’a kızmış. Bu olaydan sonra da Tembel Kız, tembelliği bırakmış. Kocasıyla mutlu, mesut yaşamaya devam etmişler.
Tembel Kız
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Zaman, zaman içinde, kalbur saman içinde; deve tellallık ederken; kara keçiler berberde, tombul kuzular çimende otlarken; o yalan, bu yalan deveyi yuttu bir yılan. Pire, üstüne binip deveyi kucağına alan; bu söylediklerimin hepsi yalan. Zamanın birinde, bir padişah yaşarmış. Bu padişah, hayvanların dilini bilir ve onlarla konuşurmuş. Bu nedenle vahşi hayvanlardan bile arkadaşı varmış. Bu padişah hayvanları ile birlikte sürekli dünyayı gezmeye çıkarmış. Bir gezi sırasında, padişah tahtının üzerinde önde, hayvanları ise arkada, Bağdat’a gidiyorlarmış. Bunların yolu, Sivas’tan geçmiş. Divriği’nin güzel bir ırmağının kenarından geçerken, hayvanlar susamışlar ve huysuzlanmaya başlamışlar. Padişah önce hayvanları suya indirip indirmemek konusunda tereddüt etmiş. Daha sonra: — Ya Bismillah, diyerek hayvanları ırmağın kenarına indirmiş. Tüm hayvanlar yavaş yavaş sularını içmeye başlamışlar. Fakat bu suyu içtikçe, hepsinin huyu değişmeye başlamış. Birdenbire kabadayılaşmaya başlamışlar. Aralarında konuşup kendi kendilerine sormuşlar: -Bu adam kim oluyor? Niye biz ondan emir alıyoruz? Bunları düşünüp, aralarında padişahın kararlarına uymama kararı almışlar. Padişahın yanına gidip aldıkları kararı ona da bildirmişler. Padişah ilk önce böyle bir şeyi kabul etmemiş. Fakat daha sonra bakmış ki yapacağı bir şey yok, bir oyun oynamaya karar vermiş. İleride bir yeri göstererek şöyle söylemiş: — Beni oraya kadar götürün de oraya vardıktan sonra sizinle vedalaşalım. Hayvanlar özgürlüklerine kavuşacakları için, padişahın gösterdiği yere gitmeyi kabul etmişler. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler; bir türlü padişahın söylediği yere varamamışlar. Çok uzaktaymış ve yol gitmekle bitmiyormuş. Yol boyunca çok yorulan hayvanlar, epey terlemişler. Bu terle birlikte vücutlarındaki su da dışarıya çıktıkça, hayvanların huyları tekrar normale dönmeye başlamış. Suyun etkisi geçtikçe, hayvanlar daha da çok pişman oluyorlarmış. Duydukları pişmanlıkla padişahtan defalarca özür dileyip yalvarmışlar. Padişah, bu yalvarmalara daha fazla dayanamayıp en sonunda hayvanlarını affetmiş ve onlara: — Suç, sizin değil. Suç, su içtiğiniz ırmakta. Çünkü orası tılsımlıydı, demiş. Bu söz üzerine çok sevinen hayvanlarla padişah, dostluklarının bozulmayacağına söz verip yollarına devam etmişler.
Tılsımlı Su
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Vaktiyle yılan ile tilki arkadaş olmuşlar. Beraber yatar beraber kalkar; yedikleri dahi ayrı gitmezmiş. Yine günlerden bir gün, tilki ile yılan kırlarda dolaşırken derenin karşısında bir üzüm bağı görmüşler. Tilki: — Haydi yılan kardeş, karşıya geçelim de ben biraz üzüm yiyeyim; sen de oralarda bir şeyler bulursan yersin, demiş. Yılan da aslında tilkinin bu arkadaşlığından artık sıkılmaya başlamış. Yılan: — İyi ama ben yüzmeyi bilmem. Beni boynunda karşıya geçirirsen gelirim, demiş. Tilki de: — Tamam, haydi dolan boynuma, demiş. Bunun üzerine yılan, tilkinin boynuna iyice dolanmış tam derenin ortalarına doğru geldiklerinde yılan, tilkinin boynunu sıkmaya başlamış. Tilki, yılanın kendisini boğarak öldüreceğini anlamış. Tilki, yılana: — Yılan kardeş, sen beni öldüreceksin, öldürmeye. Ancak uzat şu kafanı da eski günlerimizin hatırına bir öpeyim, demiş. Yılan kafasını tilkiye uzatır uzatmaz, tilki yılanın kafasından ısırıp yılanı öldürmüş. Tilki, yılanı sürüye sürüye kenara çıkarmış. Yılanın cansız bedenini boylu boyunca yere sermiş ve: — Benim dostum, işte böyle dosdoğru olmalı, demiş.  
TİLKİ İLE YILAN
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal, keçiler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, köyün birinde yaşlı bir çiftçi yaşarmış. Çiftçi tarlasını sürerken, tarlasının kenarında topal bir tilki yatıyormuş. Tilki topal olduğu için yiyecek bulamamış, açlıktan can çekişmekteymiş. Tilkinin gözlerinin feri fesi kesilmiş, tüyleri dökülmüş bir hâldeymiş. Tam o sırada havada uçmakta olan bir kuş gelip tilkinin önüne konmuş. Tilki de tüm gücünü harcayarak kuşu yakalamış ve karnını doyurmuş. Bu olayı gören çiftçi şöyle düşünmüş: — Canlıları yaratan ve onların rızklarını veren yine Allah olduğuna göre, beni de o yarattığına göre; topal tilkinin rızkını önüne getiriyorsa benimkini niye getirmesin? Ben niye boş yere çalışayım? Düşünmesinden sonra da öküzlerini alıp köyüne dönmüş. İki gün evde dinlenmiş. Bunu gören hanımı dayanamayıp sormuş: — Herkes çalışıyorken, sen niye yatıyorsun, yatılacak zaman mı? Çiftçi de olup biteni hanımına anlatmış. Hanımı beyini dinledikten sonra bakmış ki olacak gibi değil, öküzleri alıp tarlaya gitmiş. Kadın tarlada çift sürerken sabana sert bir cisim takılmış, bakmış ki bir küp. Küpün içinde de altınlar varmış. Küpün ağzını kapatıp doğruca muhtarın yanına gitmiş, haber vermiş. Muhtar da kadınla tarlaya gitmiş. Bu sırada muhtar bir hinlik düşünmüş: — Kadını ölçek getirmesi için köye göndereyim, o zamana kadar ben altınları saklarım ve tek başıma onlara sahip olurum, demiş. Muhtar, kadını ölçek getirmesi için köye göndermiş. Kadın da iyi niyetli olduğu için aklına kötü bir şey gelmemiş. Muhtarın kurduğu tuzağa düşmüş. Kadın köye gidip, ölçeği alıp tarlaya gelmiş. Etrafa bakmış, muhtarı bulamamış. Muhtarı bulamayınca altınları çaldırdığını anlamış. Bu esnada muhtar küpü eve götürüp açmış. Açar açmaz küpün içinden yılanlar, çıyanlar çıkmış. Hemen küpün ağzını kapatmış. Kadının kendisini öldürmek için oyun oynadığını zannetmiş. Kendi kendine: — Madem kadın böyle düşünmüş, ben de bu yılanları götürüp bacasından atayım da kendilerini soksun, demiş. Küpü aldığı gibi yaşlı çiftin evine götürmüş ve bacasından atmış. Yaşlı çift de kendi aralarında tartışırken bacadan altınların döküldüğünü görmüş. Altınlara kavuşunca çok sevinmişler. Yaşlı çiftçi de bir yandan seviniyor, diğer taraftan da hanımına: — Ben sana demedim mi, topal tilkinin rızkını veren, benimkini de verir. Bak, verdi işte, demiş. Bundan sonraki hayatlarını refah içerisinde sürdürmüşler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Topal Tilki
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir serçe varmış ve kendisine bir yuva yapmak istiyormuş. Yuva yapmak için çöp toplamaya başlamış. Biraz topladıktan sonra serçenin çişi gelmiş. Yolda gördüğü fırıncıya çöplerini emanet etmiş ve fırıncıya: — Sen bu çöplerime sahip çık. Ben de bir cırtlayıp pırtlayıp geleyim, demiş. Fırıncı da: — Çabuk gel. Benim işim var, gideceğim, demiş. Fırıncı beklemiş, beklemiş; serçe gelmemiş. O da dayanamamış, serçenin çöplerini yakarak biraz daha çörek pişirmiş. Tam çörekleri alıp gideceği sırada serçe gelmiş. Fırıncı olayı anlatmış ama serçe inatçıymış: — Ya çöplerimi ver ya da bana çörek ver, demiş. Fırıncı da serçeye bir tane çörek vermiş ve gitmiş. Ağzında çörekle bir süre uçtuktan sonra serçenin yine çişi gelmiş. Orada gördüğü çobana çöreğini vererek: — Çoban amca, sen bu çöreğimi tut. Ben de şu iki taşın arasına cırtlayıp pırtlayıp geleyim, demiş. İşi yine uzun sürünce çoban çöreği yemiş. Serçe gelmiş ama çörek yok. Çobandan çöreğine karşılık kınalı koçu istemiş. Çoban koçu vermek istememiş. Serçe de o yana, bu yana cırtlayıp pırtlamış, koçu alıp kaçmış. Bir süre uçtuktan sonra yine çişi gelmiş. Orada bir düğün görmüş ve koçu düğündekilere teslim etmiş, gitmiş. Gelmesi uzayınca düğündekiler koçu kesip yemişler. Gelen inatçı serçe, ya koçum ya gelin, diye tutturmuş. Sonunda gelini alıp kaçmış. Allı pullu gelinle biraz yol aldıktan sonra bakmış ki bir gariban saz çalıyor. Sazda gönlü kalan serçe, oğlana: — Ben sana bu allı pullu gelini vereyim, sen de bana sazını ver, demiş. Oğlanla anlaşmışlar. Sazı alan serçe yüksek bir dağa çıkmış ve başlamış çalıp söylemeye: — Çöpü verdim, çöreği aldım, dındılı sazım dındılı,  Çöreği verdim, koçu aldım, dındılı sazım dındılı,  Koçu verdim, gelini aldım, dındılı sazım dındılı,  Gelini verdim, sazı aldım, dındılı sazım dındılı, demiş ve sazdan da vazgeçen serçe sazı da orada bırakarak uçmuş, gitmiş.
UYANIK SERÇE
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
  Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde pireler berber iken, develer tellal iken ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; dünya güzeli bir kız varmış. Her yeri pamuk olduğu için hiçbir şey yapamazmış, sürekli camın kenarında oturur, dışarıyı izlermiş. Gelen geçen herkes bu güzelliğe hayran olurmuş.   Bir gün oradan geçmekte olan yakışıklı bir prens, Pamuk Kız’a âşık olmuş. Evlenmek istediğini söylemeye gittiği zaman, onun hiçbir iş yapamadığını görünce hayal kırıklığına uğramış ve üzüntüsünden orayı terk etmiş. Pamuk Kız hareket edemiyormuş, fakat bütün isteklerini sihirli aynası sayesinde hallediyormuş. Buna rağmen Allah’a her gün dua ediyormuş: — Allah’ım! Ne olur ben de normal insanlar gibi etten kemikten olayım, diyormuş. Bir gün böyle dua ederken o delikanlı yanına uğramış. Pamuk Kız: — Benim ile evlen, her işini yaparım, demiş. Prense inandırıcı gelmemiş bu sözler, çünkü yerinden kalkamadığını iyi biliyormuş. Pamuk Kız’ı çok sevdiği halde evlenemeyeceklerini düşünüyormuş. Pamuk Kız, sihir ile her işi yaptığını söylerse kendisinden nefret edeceğini düşündüğü için başka yollarla onu razı etmeye çalışıyormuş. Delikanlı nihayet güzeller güzeli Pamuk Kız’ı kıramamış ve evlenmişler.   Günler aylar geçmiş. Delikanlı her gün eve geldiğinde bütün işlerin yapıldığını görürmüş. Bu arada kız, her gün Allah’a dua etmeyi ihmal etmiyormuş. Gün gelmiş duaları kabul olmuş. Artık normal insan hâline gelivermiş. Bununla kalmamış bir de çocukları doğmuş. Bütün olanlar karşısında sevinçten çılgına dönmüşler ve hayat boyu mutlu yaşamışlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…
Pamuk Kız
Ordu
Karadeniz Bölgesi
SEYİSİN KIZLARI   Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, zamanın birinde bir seyis ve üç kızı yaşıyormuş. Bu kızlar her gün, padişahın atlarının barındığı damın üzerinde güneşlenirler, el işi yapar, örgü örer ve otururlarmış.   Bir gün gene otururlarken kızlardan biri damın üzerinde bir delik açıvermiş ve kara üzüm bulmuş. Hepsi meraklanıp iyice arayıp taramışlar ve bir dam dolusu kara üzüm bulmuşlar, yemeye başlamışlar. Genç padişah atları ziyarete gittiği zaman hepsinin zayıfladığını, çelimsizleştiğini fark etmiş. Meğer atlar kara üzümle besleniyormuş. Kızların bulup yediği, atların beslenmesi için depolanan üzümlermiş. Padişah derhal seyisin yanına gitmiş, bu atların niçin zayıfladığını sormuş. Seyis atları her gün beslediğini söylemiş ve olanlara anlam verememiş. Padişah bunun üzerine ahırı gözetlemeye karar vermiş. Bir de ne görsün! Seyisin en küçük kızı damdan girmiş, üzümlerin bir kısmını almış ve hep beraber yemişler. Yakalamak için yanına gittiğinde küçük kızın güzelliği karşısında büyülenmiş, hemen kıza evlenme teklif etmiş. Kız, genç padişahın teklifine evet cevabı vermiş. Padişah, kıza: — Eğer seni alırsam bana ne vereceksin, demiş. Kız: — Altın perçemli oğlan ile sırma saçlı kız doğururum, demiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Bu konuşmaları duyan küçük kızın ablaları onu çok kıskanmışlar.   Günler geçmiş, kızın gerçekten söylediği gibi oğlu ve kızı olmuş. Doğar doğmaz kötü kalpli kardeşler çocukları kaçırmış ve yerlerine bir köpek yavrusu ile bir de kedi yavrusu koymuşlar. Padişah, karısını ve çocuklarını görmeye gelince, gördüklerinden dolayı neye uğradığını şaşırmış. O günden sonra karısının yanına hiç uğramamış. İki kardeş kaçırdıkları çocukları bataklığa atıp kaçmışlar. Fakat olan bitenden haberi olan bir kişi çocukları kurtararak annesine teslim etmiş.   Aradan aylar geçmiş yıllar geçmiş. Çocuklar büyümüş. Bu her şeyden haberi olan kişi olanları padişaha anlatmaya karar vermiş. Padişahı eve davet etmiş, masaya bir tabak nar danesi ve bir tabak ölü eti koymuş. Padişah bunun ne anlama geldiğini anlamaya çalışırken, karısı ve çocukları gelmiş. Olanları bir bir anlatmışlar. Padişah altın perçemli oğluna, sırma saçlı kızına ve masum karısına doya doya sarılmış. Diğer iki kız kardeşe gelince, bu mutlu ailenin huzurunu bozdukları için, yuvalarını yıktıkları için hapis cezası ile cezalandırılmışlar.   Padişah ile karısı bundan sonra hiç ayrılmamışlar ve hep mutlu yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
Seyisin Kızları
Ordu
Karadeniz Bölgesi
  Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir Süpürgeci Hoca varmış. Bu adamı, padişahın oğlu bir gün saraya çağırmış ve adama bir soru sormuş: — Bakır nedir? Çakır nedir? Nakır* nedir? Hoca bu soruya cevap verememiş; ama evde çok akıllı bir kızı olduğunu, ona soracağını söylemiş ve huzurdan ayrılmış. Eve geldiğinde olanları kızına anlatmış ve kızdan bir cevap vermesini istemiş. Kız babasına: — Baba bunda zorlanacak ne var? Bakır bakırdır, çakır çakırdır, nakır da nakırdır, demiş. Bunun üzerine Süpürgeci Hoca, padişahın oğlunun yanına giderek, kızının verdiği cevabı iletmiş. Delikanlı bunu çok akıllıca bulmuş ve bu cevabı veren kızla evlenebileceğini düşünmüş. Derhal kızın kapısına gitmiş, kıza kendini tanıtmış ve kapıyı açmasını söylemiş. Fakat kız kapıyı açmak için şu şartı koşmuş: — Halımı, bohçamı hamama götürürsen açarım, demir. Padişahın oğlu bu teklifi gururuna yediremediği için bulunduğu yeri terk etmiş. Kız bu duruma sinirlenmiş ve ona bu dediğini bir gün yaptıracağına dair kendine söz vermiş: — Süpürgeci Hoca’nın kızı neymiş, göstereceğim sana, demiş.   Günlerden bir gün padişahın oğlu Çin’e gitmek için atını hazırlarken genç kız erkek kılığına girerek, onu takip etmeye karar vermiş. Bir müddet gittikten sonra bir handa dinlenirken, kız delikanlıyı dama oynamaya davet etmiş. Eğer kazanırsa gece ona bir kız getireceğini söylemiş. Genç kız bilerek yenilmiş ve gece odasına, eski haline bürünerek kendisi gitmiş. Beraber olduktan sonra delikanlı kıza altın kılıç hediye etmiş.   Memlekete gelince padişahın oğlu kızın kapısına gitmiş. Kız: — Halımı, bohçamı hamama götürürsen açarım, dediği zaman delikanlı sinirlenmiş ve geri dönmüş. Bu arada kızın bir oğlu olmuş, adını Çin Bey koymuş. Aylar geçmiş, delikanlı Lâçin’e gidecekmiş. Kız, gene atını hazırlamış ve aynı şekilde bir handa dama oynamaya koyulmuşlar. Genç kız: — Eğer yenilirsem gece sana bir kız getireceğim, demiş ve bilerek yenilerek gece kendisi gitmiş. Beraber olduktan sonra delikanlı, kıza altın saplı gama* hediye etmiş.   Memlekete gelince delikanlı kızın kapısına yeniden gelmiş. Kız gene:  — Halımı, bohçamı hamama götürürsen açarım kapıyı, demiş. Ama aynı sahneler tekrar yaşanmış. Bu arada kızın bir oğlu daha olmuş, adını Lâçin Bey koymuş. Padişahın oğlu aylar sonra Nar’a gidecekmiş. Kız bu haberi alınca peşinden gitmeye karar vermiş. Aynı şekilde bir handa dama oynamaya başlamışlar. Kız bu kez: — Eğer yenilirsem gece sana bir gelin getireceğim, demiş. Kız oyunu bile bile kaybederek gece delikanlının odasına gitmiş. Beraber olduktan sonra delikanlı, kıza kalp şeklinde yakutla kaplı mücevher vermiş. Aradan aylar geçmiş ve bir kız çocukları dünyaya gelmiş. Adını Nar Hatun koymuş. Genç kız sevdiği erkeğin gene kapısına geleceğinden emin, hazırlık yapmış. Çocuklarına biraz sonra babalarının geleceğini söylemiş ve Çin Bey’in eline kılıcı, Lâçin Bey’in eline hançeri, Nar Hatun’un eline de mücevheri tutuşturmuş. Kendilerini bunlarla savunmalarını öğütlemiş. Delikanlı gelmiş, artık kapıyı açmasını söylemiş. Kız: — Halımı, bohçamı hamama götürürsen açarım, demiş. Delikanlı: — Halına da bohçana da kurban olayım, demiş ve ardından kapı açılmış. Delikanlı içeri girdiğinde çocukları görünce telaşlı bir şekilde kimin çocukları olduğunu sormuş. Kız ikisinin çocukları olduğunu söyleyince delikanlı şaşırmış. Çocukların elindeki kılıcı, hançeri, mücevheri görünce olanlara inanmış ve o günden sonra hiç ayrılmamışlar. Mutlu bir yaşam geçirmişler. *nakır: Nahır, hayvan sürüsü. *gama: Hançer.  
SÜPÜRGECİ HOCA
Ordu
Karadeniz Bölgesi
  Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir baba ve üç kızı yaşıyormuş. Yaşlı adam hacca gitmeye karar vermiş ve kızlarıyla vedalaşırken, hepsine gelirken ne getirmesini istediklerini sormuş. O gece rüyasında yeşil bir tüy gören küçük kız, yeşil tüy istemiş ve şunları söylemiş:  — Ey baba! Getirirsen yönün gele, getirmezsen ardın gele, demiş.  Derken yaşlı adam gitmiş, iki kızının arzu ettiğini bulmuş; fakat yeşil tüyü bir türlü bulamamış. Bulamadığı için de eve dönerken sürekli arka arka geliyormuş. Karşılaştığı bir yolcuya olanları anlattıktan sonra beraber bir mağaraya varmışlar. İçeride bir masa ve üzerinde gagasıyla yazı yazan bir kuş görmüşler. Yaşlı adam derdini kuşa anlatmış. Kuş iki satır yazı yazıp yaşlı adama vererek açmadan kızına götürmesini söylemiş. Eve doğru yol almış, artık arka arka gitmekten de kurtulmuş.   Eve geldiği zaman kâğıdı kızına teslim etmiş; fakat ona çok kızgın olduğu için evden kovmuş. Kız bir karlı dağın başında tek başına kalakalmış. Ne yapacağını düşünürken akşam vakti kuş gelmiş.   -Ey Âdemoğlu! Ne düşünüyorsun, demiş. Kız başından geçenleri anlatmış. Bunun üzerine kuş ondan elini kanadına vurmasını istemiş. Kız elini kuşun kanadına değdirince kuş çok yakışıklı bir delikanlıya dönüşmüş. Arkalarına camekândan bir köşk yapılmış. Bu köşk akşamları şehirden harika görünüyormuş. Genç kızın diğer kardeşleri bunu merak ettikleri için araştırmaya karar vermişler ve köşkün evden kovulan kardeşlerine ait olduğunu öğrenmişler.   Günler sonra kızın yanına gitmişler ve geceleri neden ışıkların yandığını sormuşlar. Kız, ablalarına, gece bir geleni olduğunu söylemiş. Büyük kardeşlerin evden ayrılma vakitleri gelmiş. Köşkten ayrılırken kızın yattığı odanın kapısını delmişler ve kız anlamasın diye bal mumu ile kapatmışlar. O gece gizlice eve girip olan biteni delikten izlemişler. Kız, odasındayken o kuş pencereden içeri girmiş ve yakışıklı bir delikanlıya dönüşmüş. Ablaları bu delikanlıya hayran olmuşlar. Evlerine döndükten üç gün sonra kızın yanına gidip babalarının onu affettiğini ve kendisini eve çağırdığını söylemişler. Kız, sevinerek babasının yanına gitmiş ve o esnada diğer iki kız kardeş köşkü yerle bir etmişler. O gün kız babasının evinde kalmış. Kuş gene her zamanki gibi pencereden içeri girerken kırık olan cam parçasına değen kanadı kesilmiş ve kıza vermek için yanında getirdiği yüzüğü düşürmüş.   Ertesi gün kız köşküne döndüğünde kuşu, aynı zamanda sevdiği erkeği yaralı bir vaziyette bulmuş. Kanadını tedavi ettikten sonra etrafı temizlerken kaybolan yüzüğü bulmuş. Yeşil Tüy adını koyduğu sevgilisi, kıza: — Yüzüğü sana getirmiştim. Onu parmağına tak ve diline vur, demiş. Kız bunları yapınca her şey anında yerli yerine gelmiş ve düzelmiş. Hatta eskisinden daha da güzel olmuş. Ömür boyu mutlu yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine …   
Yeşil Tüy
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Develer tellâl iken, horozlar berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, evvel zaman içinde, köyün birinde yedi erkek kardeş, bu kardeşlerin annesi babası ve ninesi yaşarmış. Günün birinde erkek kardeşler analarından bir kız kardeş doğurmasını istemişler. Fakat anaları buna razı olmamış: — Zaten biz çok kalabalığız, karnımızı da zor doyuruyoruz, bir çocuğa daha nasıl bakarım, diye oğullarına söylemiş. Oğulları analarına küsmüş ve hepsi de birlikte dağa çıkmışlar. Dağa çıkan kardeşler hep bir ağızdan demişler ki: — Ana! Biz dokuz ay sonra karşı dağdan bu evin damına bakacağız. Sen bize bir kız kardeş doğur. Eğer doğurduğun çocuk erkek olursa evin damına kırmızı bayrak as. O zaman biz yine gelmeyip dağda kalacağız. Ama eğer kız doğurursan evin damına beyaz bayrak as, biz o zaman eve döneriz. Hep birlikte mutlu mutlu yaşarız. Gel zaman git zaman dokuz ay geçmiş. Kadın, bir kız çocuğu dünyaya getirmiş. Ertesi gün kadın evin damına beyaz bayrak asmış ki oğullarım gelsin diye. Ama bu çocukların ninesi beyaz bayrağı indirip onun yerine kırmızı bayrağı asmış. Dağdan evin damına bakan kardeşler kırmızı bayrağı görmüşler ve eve gitmemişler. — Nasıl olsa erkek kardeşimiz oldu, o büyür anamıza babamıza bakar. Bize ihtiyaçları kalmadı, demişler. Aradan yıllar geçmiş. Bu kardeşlerin anası ve babası ölmüşler. Köyde yaşlı bir nine ve küçük bir kız tek başlarına kalmışlar. Küçük kız: — Nine benim başka kardeşlerim yok mu, diye sormuş. Ninesi bütün olup bitenleri ve yaptıklarını anlatmış. Kıza: — Senin yedi tane abin var. Onlar dağlarda gezerler. Sen doğmadan önce analarına bir söz verdiler. Eğer doğacak çocuk erkek olursa bir daha eve gelmeyeceğiz ama kız olursa geleceğiz, dediler ve dağa çıktılar. Sen doğdun ama ben onlara senin erkek olduğunu söylediğimden abilerin geri gelmedi. Küçük kız, nenesine neden böyle bir şey yaptığını sorar. Nenesi de kardeşlerinin çok olması nedeniyle ailede geçim sıkıntısı yaşandığını söyler. — Belki onlar giderse ailemizin daha iyi olacağını düşündüğüm için yaptım, der. Ama bu yaptıklarımdan çok pişmanım. Çünkü şimdi koca evde sadece sen ve ben varız. Abilerin burada olsaydı bize bakarlardı, der. Bunun üzerine küçük kız abilerini aramaya çıkar. Dağda abileri bu kızı bulur ve kim olduğunu, bu yaşta oralarda ne işi olduğunu sorarlar. Kız: — Benim yedi tane abim bu dağlarda yaşarmış, onları arıyorum, der. Abileri bu kızın kardeşleri olduğunu anlarlar ve köye geri dönerler. Yedi kardeş dağlarda en usta avcılar olmuşlardır sadece ninesi ve kardeşini değil bütün köylüyü avladıkları hayvanlarla beslemişler. Nine ise bütün yaptıklarından pişman olup torunlarından özür dilemiş. Daha sonra bütün aile mutlu ve huzurlu bir yaşam sürmüş.
Yedi Kardeş
Bingöl
Doğu Anadolu Bölgesi