text
stringlengths
50
57.2k
Aynı derviş ve aralarından atılmış bir eski askeri öğrenci, Yedikule tren raylarında intihar etmek üzere olan bir Ermeni amcayı kurtarmış ve sonradan derviş olarak hayata bağlamışlardı.
Yıllar sonra da yetkili derviş bağımsızlığını ilan edip dolaylı Mesihliğini ilan etmişti.
Tasavvufun Peygamber a.s hayatındaki kurumsal yönünün izahı zorlanmakla birlikte, yaşantısındaki ahlaki bireysel pratikler oldukça uyuşmaktadır.
Yaklaşık hicretten birkaç yüzyıl sonra kaşımıza çıkan kurumsal tasavvuf anlayışı pek Arap mizacı ve sosyolojisinde karşılık bulamadı ancak Türk, Fars, Hint ve Kürt toplumlarında oldukça benimsendi.
Sesli - Kadiri ve sessiz- Nakşi zikir geleneği esas olan inisinasyonda 5 da Hz. Ebubekir -sessiz ve Hz. Ali'ye-sesli uzanan silsilelere bağlı olan temel tarikat yapıları, Şiiliğin kurucularından İmam Cafer Sadık'ın kozmolojik hiyerarşi (kutupluk-gavslık) doktriniyle de manevi hiyerarşisinin şekillendiği iddia edilmektedir.
Tasavvuf ve tarikat yapılarının asırlardır İslam dünyasında insanların ahlaki olgunlaşmasına, toplumsal alt yapının sağlamlaştırılmasına, kültür, sanat ve estetiğe hizmetleri inkâr edilemez.
Ancak zamanla düşülen mesiyanik-apokaliptik açmazlar, yüzyılda bir gönderilen dinin yenileyicisi (tartışmalı hadis) inançları ve pratikte Şeyhin, Şii masum imam benzerliği özdeşimi gibi yanılsamalar hep soru işareti olarak kalmıştır.
Tasavvuf metodolojisi, ritüellerinin ve kurumlarının gelişiminin süreç boyunca Şaman, Mazdek, Hint ve Mısır gibi eski kültürlerden etkilendikleri inkâr edilemez.
Bu durum selefi kabullerin aksine, insanlığın tevhidi ve nebevi kadim mirası anlamında inkâr edilmesi gereken değil sadece anlaşılması gereken bir durumdur.
Ortaçağ'da Vatikan'a bağlı manastırların kütüphaneleri paganlıktan İslam kaynaklarına uzanan zengin kaynakçalara sahiptiler.
Bunlar Rönesans ve söz konusu okulların zeminini tesis etmişti. Ancak tarikatların şerri eğitim kaynaklarını oluşturan medreselerin kütüphanelerinin bu kapsamda bir zenginliği ve toleransı barındırdıklarını pek söyleyememekteyiz.
Şeyhler ve tekkelere ilişkin deneyimlerimiz, yaşadığımız gerçeklik algılarımızın çok ötesinde öteki bir dünyanın varlığına dair dokunulabilir ve yaşanabilir ipuçlarını bizlere sunmuşlardır.
Bu durum bu ehil insanların teknik ve toplumsal alanlarda da tartışmasız yol gösterme sağduyularına sahip olabilecekleri yanılgısına bizleri sürüklemiştir.
Tarikatların, son yıllarda yaşanılan gelişmeler, vicdan sorunu gibi hususlardaki açmazları, murakabe gibi derslerden bir kısmının bihaber olmaları, olgun insan yetiştirememeleri ve politikleşmeleri mana denklemindeki yerlerini tartışma konusu yapmaya başlamıştır. 6
İslam dünyası içinde, din tamamen şeriat, tasavvuf ve kelamdan mı ibarettir?
Okültizm, spritualizm (ruhçuluk), mistisizm (maneviyatçılık), ezoterizm, tasavvuf, heterodoksi (batınilik) gibi akımlar ve yöntemler dinin neresinde veya hakikate (görüşüme göre tevhide) ulaştırabiliyor mu?
Akıl, nakil ve sezgi (keşif) bağlamında doğru denge nedir?
Başka bir örneklemeyle, hayatın gerçekliğinde doğumdan ölüme kadar her türlü yaşananlar bilimsel sebep-sonuç ilişkileri içinde mi (mülk-şahadet- halk alemi)7 , yoksa tüm doğal olayların arkasında görevli meleklerin sorumlu olduğu (melekut- gayb- emir alemi) olarak mı tanımlayacağız?
Daha da önemlisi bilgi modelinde bu iki alem arasındaki ilişki nasıl kurulabilecek?
Daha basit bir modelleme ile; Güneşe bir bardak suyu bıraktık. Ve içinde 1-2 günde mikro organizmalar üredi. Bu mikro organizmaların üremesinde; sadece sebep-sonuç ilişkisi, determinal kanunlar mı geçerli?
Kendi irademizin özgürlüğü mutezilenin dediği gibi külli irade içinde tamamen özgür mü?
Ölüm olayı gibi canlıların yaşamının sebep sonuç ilişkileri ile sonlanmasında metafizik alemin- meleklerin rolü ne?
İnsanın doğayı değiştirme macerası insanın icat ettiği biyoteknolojik dünya-dijital devrim tarafından köle yapılmasıyla mı sonlanacak, yaratılış fıtratı özüne nasıl geri dönebilecek?
Selefi kasaba medrese mantığı ile bezenmiş tasavvuf ve fıkıh anlayışı ile geleceğin dijital evreninde iman/inanç hususu nasıl korunabilecekti?
Çoğu din adamı çevre sorunları, bu tip hususlar ötekilerinin veya berikilerinin çiğnenen vicdanların yarası ile neden ilgilenmez?
Yıllarca düşünmüşümdür, 18'nci yüzyıldan itibaren özellikle İngiliz araştırmacılar neden Antartika'dan Kuzey Kutbuna kadar gezip, mikroorganizmaları dahi incelerler diye.
Bizde bırakın Antartika'daki mikroorganizmaları, Anadolu'daki arkeolojik kalıntıları bile merak eden, birkaç kişi dışında kimse çıkmamıştır.
Bu vizyon farkını sadece Avrupa'nın dayandığı Yunan kozmoloji ve fizik anlayışından kaynaklandığına bağlamak da mümkün değildir.
Ortaçağ Fıkhı ve Kelamı ile sınırlanmış, kısmen selefi soslu bugünkü bir kısım medreselerden yetişmiş din adamları ve kanaat önderleri İslam dünyasını ve düşüncesini cihanşümul anlamda taşıyabilmekten aciz gözükmektedir.
Bu anlamda bu gelenek bir sonrakinin bir öncekini aşması üzerine değil, bir öncekinin bir sonrakini tıkaması üzerine oluşmuş durumdadır.
Bunu ifade ederken Fıkıh, Kelam ve Tasavvuf geleneğini selefi anlayış dışında savunduğumu da ilave ederek; bu zihni çerçevede, evrende (uzayda) bizim dışında olanlar, antik tarih, arkeoloji, felsefe gibi ezberleri zorlayıcı hususlar hiçbir zaman bu İslam anlayışının görüş alanına giremeyecek ve bol miktarda soru bırakmaya devam edecektir.
Bilindiği gibi yukarıda ifade edilen sorulara varoluş ekseninde cevap arayışları İslam dünyasında 8'nci yüzyıla kadar gitmektedir.
İslam dünyası düşünürlerinin çabalarıyla açtıkları yoldan zamanla Hristiyan ve Yahudi düşünürler de faydalanmıştır.
Kutsal kitabın; Kur'an'ın metinlerinin ve kabileler arası siyasi çalkantılar içinde henüz toparlanamamış hadislerin, yeni fetih coğrafyalarında ki farklı kültürler içinde nasıl anlaşılması gerektiği temel bir soruydu.
Zira Hermetik Mısır-Harran, Gnostik (irfani) Sasani-İran, Kadim Yahudi, Helenistik ve Süryani- Keldani kültürlerinin iç içe geçtiği bu coğrafyayı yönetmek kolay olmayacaktı.
Kur'an'ın ayetleri ve hadis diskurunu Arap kabile kültürü, dili, grameri, sarf ve nahiv çerçevesinde sadece anlaşılabileceği tartışması bizi bugünlerden o günlere de taşımakta.
Bakıldığında Muaviye ve Yezid'in torunları, pek kendileri kadar zalim olmadılar. Emevi ve Abbasiler yayılırken, Roma barışı politikasını (Pax Romana) uyguladılar.
Yeni coğrafyalara yerleşirken yerleşik kültüre ve değerlere saygı duydular, rıza üretmeyi esas aldılar.
Bu arada Şia muhaliflerinin -ki bugün de böyledir- inançlarını ve kültürlerini hep yönetimsel tehdit olarak kabul ettiler.
Bu açıdan Sasani gnostizmine veya manihezmine karşı sıkça çare arayışına girdiler. İktidarları şerik kabul edemezdi. Bu anlamda halife Me'mun'un Mutezile mezhebini tercih etmesi gayet makuldü.
Me'mun'un rüyasında Aristo ile tanışmasının ardından mı bilinmez ama yönetenler Yunan aklı ve mantığının burhani (determinal-sebep-sonuç) yolla tecelli etmiş modeli Aristotales'in fikirleri ve modelleri etrafında bir bilgi sistemi ve düşünce metodolojisi inşa etmeye çalışanları hep teşvik ettiler.
İktidar sahiplerinin çıkarları ve teşvikleri bir yana, Kur'an ve hadisler ışığında akıl, vahiy ve hatta irfan arasındaki varlık bazında ilişkiyi modellemeye yarayacak acil bir bilgi teorisine ihtiyaç vardı.
Akıl ve maddeyi öne çıkartan Aristo'nun çalışmaları Beytül-hikme tercüme ve şerhleri için en uygun olandı.
Aristo'nun fizik ve metafizik aleme ilişkin tasnifleri ve mantık anlayışı akıl-vahiy ilişkisine yönelik bilgi teorisi ve yöntem inşa etmeye çalışan Müslüman filozoflar ve ardılları için vazgeçilmez görünüyordu.
Aristo'nun maddenin ezeliliği varsayımı Müslüman ve sonradan onları takip eden Hristiyan ve Yahudi filozofları oldukça zorlamıştır.
Zaman zaman bunu ruhun ezeliliği veya varlıkta birlik (farklı bir panteizm anlayışı), alemin yaratılışının iman esası olmadığı savı8, ezeli yaratma teorisi[9] veya Alemi öz olarak varsaymayıp varlığını Tanrı'dan alan bir şey olarak kabul etme gibi10 - varlıktan varlık ile aşmaya çalışılsa da Kitap ehli (tek Tanrılı dinler) için pek ikna edici olamadı.
Zaten Gazali, felsefecileri uyguladıkları metod ve saf determinizm bakışları için değil, görüşlerinin temeli olan varlık-alem tasavvurlarının temelsizliği ile suçladı.
Bunlar, alemin ezeliliği, Allah'ın cüzlerle uğraşmayacağı ve haşrin bedenle değil ruh ile olacağı gibi hususlara idi.
Ayrıca Gazali, doğayıgözlem yoluyla incelemeleri, bilimleri tasnif ve mantık bakımından felsefecileri, kelamcılardan üstün görmüştür.
Bu doğrultuda da zamanla medreselerde kelam zamanla felsefeyle iç içe geçmişti.
Aristo'nun şerhi konusunda Farabi, El Kindi ve İbni Rüşt (Averos), oldukça başarılı oldular.
Öyle ki Katolik Hristiyan teolojisinde bilgi açmazına Aristo üzerinden yaklaşım getiren Thomas Aquinas, İbni Sina ve karşı çıkmasına rağmen İbni Rüşd'den oldukça etkilenmiştir.
Bir ara aforoz edilse de sonradan aziz de ilan edilmiştir. Benzer bir etkilenme ve süreç Endülüs'te Yahudi filozof Meymunides'in Yahudi bilgi teolojisi inşasında da görülmüştür.
Aristo'nun rasyonel bilgi teorilerinin yanında söz konusu İslam filozoflarının gnostik ve metafizik yaklaşımlarında kadim Harran hermetizminin de derin etkileri olmuştur.
Özellikle 20'nci yüzyılın başlarından itibaren Müslüman filozoflar modern dönemin seküler bilgisini İslamileştirme çabalarına girmişlerdir.
Adeta Batının determinizmini anlayıp kodifiye ederek yeni bir bilgi sistematiği inşa edilmesi gerekliliği üzerinde durmuşlardır.
Bilginin İslamileştirilmesi konusunu özellikle üstlenen Raci Faruki'yi 11 burada anmak gerekir. Türkiye'de de bu konuya kurumsal olarak eğilen sonradan kapatılan BİSAV (Bilim ve Sanat Vakfı) ve faaliyetleri sürmekte olan İSAR'ı sayabiliriz.
Bu tartışmaların ötesinde şunu kabul etmeliyiz ki antik Yunan filozoflarının alem ve varlık algısı hiçbir zaman kendi başına tekâmül etmemiştir.
Savaşlarla veya deniz ticaret yolu ile özellikle İskenderiye üzerinden Antik Mısır'dan, Harran'dan12 ve Sasani-Hint kültüründen oldukça etkilenmiştir.
Bunların başında alemin veya maddenin ezeliliği inancı-varsayımı gelir. 13 Platon, Thales ve Pisagor gibi kısmen irfani-gnostik görüşleri savunan önde gelen Yunan düşünürlerinde de hermetik14 Mısır geleneğinin etkisi açıktır.
Yunan düşüncesinin oluşmasında mitoloji ve destanların temel yansımaları vardır.
Yunan mitolojisindeki evrende her şeyden önce kaos vardı, Kaostan doğan Tanrı Gaia diğer Tanrıları doğurur.
Bu yaklaşım bir bakıma ezeli madde, sebep sonuç ilişkilerine bağlı bir rasyonel alem tasavvurunun temelini teşkil eder.
Milet okuluyla birlikte Yunan mitolojisinden Yunan düşüncesine geçiş başlamıştır. Buna Kozmogoni'den ( evren yaratılışı anlamı) Kozmolojiye (çalışan evrenin incelenmesi) veya doğa olaylarının mistik güçlere bağlanmasından, sebep sonuç ilişkilerine- causality- fizik kanunlarına bağlanması süreçlerine geçiş de diyebiliriz.
Yunan mitolojisi bugün dahi batı kültür, sanat ve inanç dünyasının hala içindedir diyebiliriz.
Doğa olaylarını, mitolojik veya pagan inanışı, tamamen mistik güçlere bir hiyerarşik düzene, maneviyata bağlıyor.
Milet okulu ise bu hiyerarşik düzeni bir kenara bırakarak eşitlikçi (egaliteryan) bir sebep sonuç ilişkilerine, nedenselliğe bağlıyor.
Milet okulunu oluşturan politik bileşenler demokrasi ile yönetilen özerk şehir devletçikleriydi. Spartalılar bu bileşende yoktu.
Ancak şunu da kabul etmemiz gerekir ki bugünkü batı modernitesi, profan (dindışı) ve teknik dünyanın temelleri Aristo'nun önderlik ettiği antik Helen rasyonalizmi ile atılmıştır.
Bunda Endülüs odaklı İbni Rüşd, Razi ve Farabi gibi rasyonel gerçekliğe önem veren Müslüman filozofların da katkıları olmuştur.
Deneysel bilimin ilk öncülerinden sayılan Roger Bacon (ö.1292) İngiliz Françisken filozof Endülüs düşünce havzasından oldukça etkilenmiş ve Endülüs'ten kazandığı ilkeleri rehber edinmişti 15, Avrupa'ya da Paris üniversitesinden belirttiğimiz gibi Thomas Aquinas ile Endülüs bakış açısını yaymaktaydı.
Sonradan üniversitelerde kullanılacak cüppe ve serpuşuyla bunu yapmaktaydı. Roger Bacon16 Doğayı anlamaya çalışmak ve ona uyumlu olmayı savunuyordu.
Bak sen karalık Orta Çağ'da şu kafirlerim yaptığı işlere
Orta Çağ'a batılı tarihçiler 19'ncu yüzyılda karanlık çağ adını takmışlar ancak ne çelişkidir ki Orta Çağ papalığa bağlı manastırlar ve keşişler entelektüel bir kadim kütüphane havzaları gibiydiler.
Bu kaynak, batının Medici aileleri gibi finansı ve bankacılık sistemini organize eden ailelerin desteğini alınca, Rönesans akımının temelini oluşturdu.
Biz şu gün itibarıyla ne yazık ki o dönem ve bugün medreselerin kadim kitaplık kaynaklarından veya finanse eden müminlerden sıkça söz edemiyoruz.
Ancak kendinden sonra gelecek bir diğer Bacon, Francis Bacon'un (ö.1626) Doğaya bakışı pek o kadar insaflı olamayacaktı.
Aydınlanma paradigmasının oluşumunda önemli etkileri olan İngiliz filozof F. Bacon İnsanın doğa üzerindeki egemenliğinin son çizgisini oluşturacak bir toplum düşü kuruyordu.
Zaten İngiliz filozof matematikçi Newton'un (ö.1727) illetsiz saf matematik ile modellenmiş fizik anlayışı Aydınlanma veya başka bir değişle profan (din dışı) çağı pekiştiriyordu.
Artık bu saatten sonra bilgi sorunu olarak değil ama konu alanı olarak Metafizik konuşulmayacaktı.
Sanılanın aksine Aristo'nun madde merkezli ve fizik üstüne tanımlı alem tasarımını esas alan İslam filozofları, külli akıl, ilham, ruh gibi fizik ötesi irfani anlamda modellemeler de yapmışlardır.
Hatta İbni Sina bu alanda aşırıya gitmekle suçlanmıştır.
İbni Sina etkisinde kalan Fahreddin Razi ve takipçisi Siraceddin el Urmevi (ö.1283) Nakil, Akıl ve İrfani (tasavvufi) bilgi anlayışı arasında inkar etmeden denge Kur'an bilgi modellemeleri geliştirmişlerdir.
Farabi'nin yolundan giden İbni Bace'nin Gazali'nin tasavvuf yoluyla ulaşılan saadetin aslında lezzet olduğunu gerçek saadete akıl ile ulaşılabileceği tezi ilginçtir. Sonradan İbni Haldun da Farabi ve İbni Bacelerin yolunu ve yöntemlerini izlemiştir.
Meşhur temel sorulardan biri de bizde bir düşünce geleneğinin olup olmadığına ilişkindir. Helenistik düşünce geleneği oluşmuş ve ekol olarak da devam etmiştir.
Thales'in (M.Ö. 6'ncı yüzyıl) Milet okulu, Platon'un Sempozyumu (Şölen) veya Aristo'nun Lisesi gibi. Bizde ise Endülüs'te Toledo veya Bağdat'ta Beytül-hikme gibi. Endülüs'ün Katolikler, Bağdat'ın ise Moğollar tarafından yağmalanması ile bu geleneğin sonlandığını söyleyemeyiz.
Felsefenin İslami bir varlık arayışları ve tasnifi çerçevesinde Osmanlı düşünce geleneği ve medreselerinde var olması 16'ncı yüzyıla kadar devam etmiştir.
Burada Davut Kayserili, Kadı Siracettin, Kınalızade Ali, Taşköprülüzade Ahmet gibi isimleri hatırlatabiliriz.
Fatih Sultan Mehmet tehafüt diye adlandırılan felsefe-kelam-tasavvuf ilişkisi üzerine bağımsız tartışma platformları oluşturmuştu. 17 Fatih'in İbni Rüşd'ten oldukça etkilendiğini görebiliyoruz.
Osmanlı'da felsefeye karşı takınılan olumsuz bazı tavırlara XVII. yüzyıl Osmanlı bilginlerinden Kâtip Çelebî (ö.1657) işaret etmektedir.
Zira Kâtip Çelebî'ye göre Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan Kanuni Sultan Süleyman dönemine (1520-1566) kadar olan devrede, din ile felsefeyi uzlaştıran gerçek bilginler şöhret kazanmıştır.
Ancak diğer taraftan Fatih[18], Medâris-i Semâniye diye adlandırılan sekiz medreseyi yaptırmış, vakfiyesinde Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevâkıf okutulmasını kayıt altına aldırtmıştır.
Fakat daha sonraki dönemlerde medreselerde19 bu dersler kaldırılmıştır. Medreseleri değerlendirirken de dönemlerinin siyasi ve toplumsal yapılarına bağımlılıklarını gözden kaçırmamamız gerekiyor.
Katip Çelebî, İslâm'ın ilk dönemlerinde aklî ilimlere karşı olumsuz bir bakış açısı olduğunu, ancak bu düşünceden hareketle bunların dine aykırı olduğu yönünde bir sonuca gidilmemesi gerektiğini belirterek, daha sonraki dönemlerde her bilimin öneminin fark edilip felsefe geleneği ile din bilimlerini metodolojik bir bütünlük ve özgünlük içinde buluşturan büyük bilginler yetiştiğini ifade etmektedir.
Gazzalî, Fahreddîn Râzî, Îcî, Şîrâzî, Kudbuddîn Râzî, Taftezânî, Cürcânî ve Devvânî bu büyük âlimlerden bazılarıdır.
Osmanlı eğitim sisteminde, din bilimleriyle felsefî ilimler arasındaki paralelliği koruyan bu anlayış, Kanuni dönemine kadar belirleyici olmuş, ancak daha sonra bazı din bilginleri tarafından aklî ilimler, "bu dersler felsefiyyâttır" denilerek eğitim sistemi dışına itilmiştir.
Bu çabalar büyük ölçüde başarılı olmuş ve Osmanlı ulemâ çevresinde bu bilimlere karşı kayıtsızlık doğmuştur (Katip Çelebî, 1993: 9; Kutluer, 2000: 81).
Fakat Katip Çelebî, eserinde, din ilimleri ile felsefî ilimler arasında "burhân"a dayalı metodolojik bir bütünlük sağlamanın, ülkede düşünce, bilim ve eğitim alanında yaşanan tıkanıklığın aşılması yolunda hayatî bir önem taşıdığını vurgulamaktadır (Kutluer, 2000: 81-82).
Dolayısıyla Katip Çelebî'ye göre, o dönemde yaşanan fikrî bunalımın sebebi, aklî ve naklî ilimler arasında olması gereken uyumun gereklerinden uzaklaşılmasıdır (Kutluer, 2005b: 217).
Son dönem önemli İslam düşünürü Muhammed Abid el- Cabiri (ö. 2010), "İslam dünyası eğer İbni Rüşd geleneğini bırakmayıp devam etseydi bugünkü krizi yaşamazdı" der.