text
stringlengths
3
198k
metadata
dict
GNU; çekirdeği, sistem araçlarını, açıcılarını, kütüphanelerini ve son kullanıcı yazılımlarını içeren, GNU Tasarısı kapsamında geliştirilen bir işletim sistemidir. İsminin açılımı "GNU's Not Unix" (GNU Unix değildir) dir. Bu ismi almasındaki sebep de tasarımının Unix'e benzerken kendisinin özgür yazılım olması ve herhangi bir UNIX kodunu içermemesidir. GNU işletim sistemi planı 1983 Eylül'ünde Richard Stallman tarafından duyurulmuş, 1984 Ocak ayında işleyişe başlamıştır. 2025 itibarıyla GNU hâlâ etkin olarak gelişmektedir. GNU'nun geliştirilmesi GNU Tasarısı tarafından gerçekleştirilmektedir ve bu tasarı altında birçok GNU belgeleri ve yazılımları bulunur. Günümüzde Linux dağıtımı olarak bilinen işletim sistemlerinin neredeyse hepsi aslında GNU İşletim Sistemidir. Resmî çekirdeği GNU Hurd'dür ancak Hurd henüz bitmemiştir zira geliştirilmesi aşamasında bazı lisans sorunları yaşanmış ve yapısal değişikliğe gidilmiştir. Linux'un da devreye girmesiyle birçok GNU kullanıcısı Linux çekirdeğine geçiş yapmış böylece Linux, Hurd'ün yerini doldurmuştur. GNU resmî olarak başka yazılımları da desteklemektedir (Xorg ve TeX gibi). Sistemin başlıca içeriği GNU Compiler Collection (GCC), GNU Binary Utilities (binutils), bash kabuğu, GNU C kütüphanesi (glibc) ve coreutils'den oluşur. Görsellik açısından X.Org'u; belgelendirme yazılımı olarak da TeX yazılımlarını kullanır. Tüm GNU yazılımları hâlen GNU Hurd çekirdeğiyle uyumlu değildir. Linux çekirdeğini kullanan kullanıcılar sistemlerine genel olarak "Linux" demektedir ancak GNU Projesi "Linux" yerine "GNU/Linux" denmesini önerir. Çünkü Linux, bünyeside GNU araçlarını barındırmaktadır. Bu konudaki tartışma uzun süredir devam etmektedir. Birçok GNU yazılımları diğer işletim sistemlerinde de kullanılmıştır (Windows, BSD, Solaris ve Mac OS gibi). GNU Genel kamu lisansı (GPL), GNU Lesser General Public License (LPGL) ve GNU Free Documentation License (GFDL) GNU tarafından yazılmıştır ancak bambaşka birçok diğer konuda da kullanılmaktadır. GNU kamu malı olarak görülmektedir ve başarısının arkasında, herkese olan açıklığı vardır. Her kullanıcı GNU'yu geliştirebilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1422", "len_data": 2130, "topic": "CODING", "quality_score": 3.55 }
Klaudios Ptolemaios () veya Arapçalaşmış haliyle Batlamyus, İskenderiyeli Yunan matematikçi, coğrafyacı, astronom ve müzik teorisyeniydi ve üçü daha sonra Bizans, İslam ve Batı Avrupa bilimi için önemli olan yaklaşık bir düzine bilimsel tez yazmıştır. MS 100-170 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. Geç İskenderiye Dönemi'nde yaşamış (MS 2. yüzyılın ilk yarısı) ünlü bilim adamlarındandır. Hayatı hakkında hemen hemen hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Müslüman astronomlar 78 yaşına kadar yaşadığını söylemektedir. Yunan asıllı bir Mısırlı veya Mısır asıllı bir Yunan olduğu iddia edilmektedir. Kitapları. Batlamyus, iki önemli yapıtın yazarıdır: "Büyük Bileşim" ve "Coğrafya". Bu yapıtlar Avrupa'daki Orta Çağ'ın bitişinde önemli yere sahiptir. Kitapların Latinceye çevrilişi ancak 12. yüzyılda yapılmıştır. Batlamyus astronomi, matematik, coğrafya ve optik alanlarına katkılar yapmıştır; ancak en çok astronomi çalışmalarıyla tanınır. Zamanına kadar ulaşan astronomi bilgisinin sentezini yapmış ve bunları "Mathematike Syntaxis" (Matematik Sentezi) adlı yapıtında toplamıştır. Bu eser daha sonra "Megale Syntaxis" (Büyük Derleme) olarak anılmış ve Arapçaya çevrilirken başına harf-i tarif takısı olan "el-" getirildiği için, ismi "el-Mecistî" biçimine dönüşmüştür; daha sonra Arapçadan Latinceye çevrilirken "Almagest" olarak adlandırıldığından, bugün Batı dünyasında bu eser "Almagest" adıyla tanınmaktadır. "Almagest", on üç kitaptan oluşur; Batlamyus bu eserde, ana çizgileriyle göksel olguları anlamlandırmak üzere kurmuş olduğu geometrik kuramı tanıtmaktadır; Aristoteles fiziğini temel alan bu kuramda, evren küreseldir ve Yer bu evrenin merkezinde hareketsiz olarak durmaktadır. Şayet günlük veya yıllık görünümler Yer'in hareketleri sonucunda meydana gelseydi, her şey uzaya saçılır ve Yer parçalanırdı. Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter, Satürn ve sabit yıldızlar Yer'in çevresinde, muntazam hızlarla, dairesel hareketler yaparlar. Sabit yıldızlar küresi evrenin sonudur. Ancak, Yer'in merkezde olduğu ve gök cisimlerinin de onun çevresinde düzenli olarak dolandıkları kabul edildiğinde, bazı gözlemleri, örneğin Ay ve Güneş'in Yer'e yaklaşıp uzaklaşmalarını, bazen hızlı ve en kapsamlı bilgiler vermiştir; çünkü küresel astronominin sınırları içinde kalan klasik astronomiye ait hesaplamalar, küresel geometriye dayanmaktadır. Batlamyus'tan yaklaşık üç asır önce yaşamış olan Hipparkhos (MÖ 150) açıların kirişlerle ölçülebileceğini bildirmiş ve bir kirişler cetveli hazırlamıştı; ancak konuya ilişkin yapıtı kaybolduğundan, bu cetveli nasıl düzenlediği bilinmemektedir. Bazı yayların kirişlerinin bulunması çok kolaydı ve bu kirişlere "ana kirişler" adı verilmişti; ama bunların dışındaki yayların kirişlerinin bulunması uzun işlemleri gerektiriyordu. Bu nedenle Batlamyus kirişler cetvelini hazırlarken bir dairenin içine çizilmiş dörtgenlere ilişkin "Batlamyus Teoremi"'ni (AB. CD + AD. BC = AC. BD) kullanmak suretiyle, açılar toplamı ve farkının kirişlerini (kiriş (A-B), kiriş (A+B), kiriş A/2, kiriş 2A gibi) bulma yoluna gitmişti. Coğrafya araştırmaları. Batlamyus, coğrafya araştırmalarına da öncülük etmiş ve "Coğrafya" adlı yapıtıyla matematiksel coğrafya alanını kurmuştur. Bu kitap Kristof Kolomb'a kadar bütün coğrafyacılar tarafından başvuru kitabı olarak kullanılmıştır. Almagest'ten sonra yazılan "Coğrafya", sekiz kitaba bölünmüştür ve matematiksel coğrafya ile haritaların çizilebilmesi için gerekli bilgilere tahsis edilmiştir; Almagest gibi Coğrafya da derleme bir eserdir; Batlamyus bu kitabı hazırlarken Eratosthenes, Hipparkhos, Strabon ve özellikle de Surlu Marinos'tan büyük ölçüde yararlanmıştır. Coğrafya'nın Birinci Kitabı, Dünya'nın -ya da doğrusunu söylemek gerekirse Yunanlar tarafından bilinen Dünya'nın- büyüklüğü ve "kartografik" izdüşüm yöntemleri hakkında ayrıntılı bilgiler verir. İkinci Kitap'la Yedinci Kitap arasında, tanınmış memleketlerdeki önemli yerlerin, yani önemli kentlerin, dağların ve nehirlerin enlem ve boylamları verilerek Dünya'nın düzenli bir tasviri yapılır. Enlem ve boylamlardan, yani bir başlangıç dairesine olan uzaklıklardan söz eden ilk bilgin olan Batlamyus'un enlem ve boylam tablolarıyla betimlemeye çalıştığı Dünya, kabaca 20° güneyden, 65° kuzeye; batıdaki Kanarya Adaları'ndan, bunların yaklaşık olarak 180° doğusundaki bölgelere kadar uzanmaktadır. Bunun dışında kalan bölgeler ise Yunanlar ve dolayısıyla Batlamyus tarafından tanınmamaktadır. Batlamyus'un tahminlerinin başarısının şaşırtıcı bir başka nedeni daha vardı. Haritalı Coğrafya'nın hayatta kalan en eski el yazmaları, 12. yüzyılın sonlarında Bizans'tan gelmektedir. Batlamyus'un kendi haritalarını çizdiğine dair somut bir kanıt yoktur. Bunun yerine, coğrafi verileri daha sonraki harita yapımcılarının uyarlamasına izin veren bir dizi sayı ve diyagram kullanarak dijital biçimde iletti. Belki de bu nedenle Batlamyus'u ilk dijital coğrafyacı olarak kabul etmeliyiz. Söz konusu tablolar, haritaların çizilmesini olanaklı kılmaktadır ve belki? de bu haritalar eserin eski nüshalarında mevcuttur. Astronomi bilgilerini kapsayan Sekizinci Kitap'ta bunlara atıflar yapılmıştır. Ancak Batlamyus'un coğrafya anlayışı yeterince geniş değildir. İklim, doğal ürünler ve fiziki coğrafyaya giren konularla hiç ilgilenmemiştir. Başlangıç meridyenini sağlam bir şekilde belirleyemediği için, vermiş olduğu koordinatlar hatalıdır. Ayrıca, Yer'in büyüklüğü hakkındaki tahmini de doğru değildir. Ancak Kristof Kolomb bu yanlış tahminden cesaret alarak Batı'ya doğru gitmiş ve Kuzey Amerika'ya ulaşmıştır. Optik araştırmaları. Aynı zamanda döneminin önde gelen optik araştırmacılarından olan Batlamyus, daha önceki optikçilerin çoğu gibi, görmenin gözden çıkan görsel ışınlar yoluyla oluştuğu görüşünü benimsemiştir. Ancak, görsel yayılımın fiziksel yorumunu da vermiş ve bu yayılımın, kesikli ve aralıklı koni biçiminde değil de, kesiksiz ve sürekliliği olan piramit biçiminde olduğunu belirtmiştir. Şayet böyle olmasaydı, yani ışınlar gözden sürekli olarak çıkmasaydı, nesneler bütün olarak görülemezlerdi. Buna rağmen, Batlamyus'un görsel piramit fikri, optikçiler arasında rağbet görmemiş ve görme söz konusu olduğunda daha çok koni biçimi göz önüne alınmıştır. Daha sonra da İslam dünyasında bilginlerin görsel koni fikrine dayandıkları ve görme geometrisini bunun üzerine kurdukları görülmektedir. Batlamyus, "katoptrik" (yansıma) konusuyla da ilgilenmiş ve ayrıntılı deneyler sonucunda üç prensip ileri sürmüştür: Bu üç prensipten ilk ikisini kuramsal, üçüncüsünü ise deneysel olarak kanıtlayan Batlamyus, ayna yüzeyine gelen ışının eşit açıyla yansıdığını gösterebilmek için, derecelenmiş ve tabanına ayna yerleştirilmiş olan bakır bir levha kullanmıştır. Bir ışın hüzmesini levhaya teğet biçimde ayna yüzeyine gönderip, gelme ve yansıma açılarının büyüklüklerini belirlemiş ve bunların eşit olduğunu görmüştür. Batlamyus bu deneyini küresel ve parabolik bütün aynalar için tekrarlayarak, sonucun doğruluğunu kanıtlamıştır. Batlamyus, dioptrik (kırılma) konusuyla da ilgilenmiş ve ışığın bir ortamdan diğerine geçerken yoğunluk farkından dolayı yön değiştirmesinin nedenini araştırmıştır. Bu araştırmanın sonucunda, az yoğun ortamdan çok yoğun ortama geçen ışının, "normal"e yaklaşarak ve çok yoğun ortamdan az yoğun ortama geçen ışının ise "normal"den uzaklaşarak kırıldığını ve kırılma miktarının yoğunluk farkına bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Konuyu ele alırken benimsediği bazı prensiplerde bunu açıkça görmek olanaklıdır: Batlamyus ortam farklılıklarından dolayı ışığın uğradığı değişimleri, aynı zamanda kırılma kanununu da içerecek şekilde deneysel olarak göstermeye çalışmış ve çeşitli ortamlardaki (havadan cama, havadan suya ve sudan cama) kırılma derecelerini gösteren cetveller hazırlamıştır. Ancak verdiği değerler küçük açılar dışında tutarlı olmadığı için kırılma kanununu elde edememiştir. Astrolojik çalışmaları. Batlamyus, daha önce Babil ve Yunan astronomları ve astrologları tarafından derlenmiş bilgi birikiminden yararlanarak astrolojiyi de sistematize etmiştir. Dört bölümden oluştuğu için "Tetrabiblos" (Dört Kitap) olarak adlandırdığı yapıtında, gezegenlerin nitelik ve etkileri, burçların özellikleri, uğurlu ve uğursuz günlerin belirlenmesi gibi astroloji kapsamındaki konular hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Orta Çağ ve Yeni Çağ astrolojisi bu kitabın sunmuş olduğu birikime dayanacaktır. Astroloji bir bilim değildir, ama astronomi ile birlikte doğmuş ve yaklaşık olarak 18. yüzyıl'a kadar bu bilimin gelişimini, kısmen olumlu kısmen de olumsuz yönde etkilemiştir; bu nedenle astronomi tarihi araştırmalarında astrolojiye ilişkin gelişmelerden de bahsetmek gerekir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1431", "len_data": 8652, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.99 }
Lamborghini, bir İtalyan süperspor otomobil, spor otomobil, SUV ve traktör markasıdır. Ferruccio Lamborghini (1916-1993) tarafından kurulmuştur. Bologna ile Modena arasındaki küçük bir köy olan Sant'Agata Bolognese'da firmanın merkezi ve fabrikası bulunmaktadır. Şirket Audi aracılığıyla Volkswagen AG'ye aittir. Feruccio Lamborghini dönemi. Giotto Bizzarrini, Gian Paolo Dallara, Franco Scaglione ve Bob Wallace gibi yeteneklerle çalışarak ilk prototipini üretirler. GTV'den hemen sonra Lamborghini 350 GT'yi satışa sunulur. 350 GT'yi 400 GT takip eder. 400 GT ve ondan önceki modelden elde edilen gelir şirkete ilk spor otomobili üretir. Lamborghini Miura Konsept Kasım 1965'te Ferruccio tarafından Torino Otomobil Fuarı'nda tanıtılır. Motoru ortada ve enine olarak yerleştirilmiştir. Konsept bir yıldan kısa bir sürede Marcello Gandini tarafından üretim aşamasına getirilir. Otomobil adını ünlü boğa yetiştiricisi Don Eduardo Miura almıştır. Toplam 761 adet Miura üretilmiştir. Miura Lamborghini markasını dünyanın sayılı spor araba üreticisi arasına dahil etmiştir. Miura'yı Espada takip eder. Espada tasarımını 4 koltuklu Marzal konseptinden almıştır ve Miura ile beraber geliştirilmiştir. Espada İspanyolca matadorların boğa güreşlerinde kullandığı kılıç adıdır. Motoru 4 litre V12 olup önden geleneksel yerleştirilmiştir. Üretimde olduğu 10 yıl boyunca 3 farklı seri halinde satılmıştır. 1217 adet üretilen Espada Lamborghini'nin başarılı modellerinden biridir. 1971 yılında Lamborghini LP500 Countach konseptini üretir. Countach kelimesinin tam anlamı yoktur. Piyemontece'de güzel bir kadın görüldüğünde söylenir. İlk konseptin çıkışından 3 yıl sonra 1974'te LP400 Countach'ın üretimine başlanmıştır. Countach bir Lamborghini geleneği olan yukarı açılan kapılara sahip olan ilk otomobildir. Miura'da bulunan 4 litre V12'yi ve bu V12'nin hacmi artırılarak 5 litrelik bir versiyonunu (LP500S Countach 1982) kullanmıştır. Aracın geri görüşünün olmayışı onu geri viteste iken sürücüsünün kapı eşiğine oturup kullanmasını gerektiriyordu. Şirket 1972 yılında Güney Amerika'ya yapacağı büyük çaplı bir traktör satışının iptali ile büyük bir sıkıntıya girmiştir. Traktör siparişlerin hazırlanması için yapılan geliştirmeler sonucu giderler arttırmış ve bunun sonucu olarak Ferruccio beraber üretim yaptıkları traktör fabrikasındaki hisselerini Fiat'a satmıştır. Günümüzde Same Deutz-Fahr grup bünyesinde Lamborghini marka traktörlerin üretimi devam etmektedir. Sonunda otomobil departmanı kendi kendine yetebilen ve kar edebilen bir kuruluş olmuştur. Fakat Lamborghini şirketini İsviçreli yatırımcılara satarak otomotiv sektöründen çekilmiştir. İflas, Mimran ve Chrysler Dönemi. 1970'lerdeki petrol krizi spor otomobil satışlarını etkilemiştir. 1978'de Lamborghini şirket olarak iflası açıklar. İtalya icra mahkemesi şirketin satışını ister. Bunun üzerine İsviçre merkezli Mimran kardeşler şirketi satın alırlar. Bu dönemde şirket Countach, Jalpa ve LM002 modellerini satmaya devam eder. Şirket sürpriz bir şekilde 1987 yılında Lee Iacocca yönetimindeki Chrysler tarafından satın alınır. Sonrasında Lamborghini Countach'ın selefi olacak Diablo modeli için çalışmalara başlar. Diablo'nun tasarımını daha önce Miura ve Countach'ın tasarımını yapmış olan Marcello Gandini yapar. Tasarım Chrysler tarafından geliştirilerek satışa sunulur. Chrysler sonrası: Megatech. Ocak 1994'te kötü ekonomik koşullar ve politik şartlar Chrysler'in Lamborghini'yi Megatech'e satmaya zorladı. Megatech Endonezya Başkanı Suharto'nun oğlu Tommy Suharto yönetimindeki Endonezyalı yatırım grubudur. Yeni yönetim altında pazarlama uygulamalarındaki değişim ve yeniden yapılandırılan satış bayileri ile Lamborghini'de rönesans başlamıştır. Satışlar 1993'te 101,1994'te 301 ve 1995'te 414'e yükselmiştir. Lamborghini Miura SV'den ilham alınarak yapılan Diablo SV (Sport Veloce) 1995'te satışa sunuldu. Lamborghini tarafından geliştirilen en güçlü V12'ye (525 bg) sahiptir. Diğer Diablo modelleri arasında Diablo SV en çok satılan model olacaktır. Megatech 1997 yılında Endonezya'daki değişen koşullar sebebiyle şirketi Audi'ye satmıştır. Audi dönemi. Audi'nin Lamborghini'yi almasıyla beraber Diablo'nun yerine gelecek modelin çalışmalarına devam edilmiştir. Luc Donckerwolke tarafından tasarlanan Lamborghini Murcielago belki de son geleneksel Lamborghini modeli olacaktır. Yukarı açılan kapıları ve V12 motor kullanan güncel son modeldir. 6.2 litre hacmindeki motor 575 bg üretirken, 2006 yılında Murcielgo'nun geliştirilmiş versiyonu LP640'ta ise 6.5 lt hacminde 640 bg güç üreten bir V12 bulunmaktadır. Murcielago'nun anlamı İspanyolca yarasa demektir. 1879'da Cordoba arenasında 24 kılıç darbesi almasına rağmen sağ kalan boğanın adı Murcielago'dur. Daha sonra Murcielago bir başka Lamborghini modelini adını veren Don Antonio Miura'ya hediye edilmiştir. Luc Donckerwolke'a Red Dot tasarım ödülünü kazandırmıştır. 2007 yılında ise Lamborghini 1 milyon Euro değeri ile en pahalı, en hızlı (360 km/h)ve en güçlü (670 bg) Murcielago modelini satışa sundu. Reventón 6.5 litre V12 motorunun ürettiği 670 bg güç ile 0–100 km/h hızlanması sadece 3.4 saniyede gerçekleştirir. Araçtan sadece 20 tane üretilmiştir. 2009 yılında ise Murcielago LP670/4 SV (Super Veloce) tanıtılmıştır. 6.5 litrelik V12'si 670 bg güç üretmektedir. Ayrıca kullanılan karbonfiber malzemeler ve şaside kullanılan çelik güncel LP640 modelinden 102 kg daha hafif olmasını sağlamıştır. 335 km/h maksimum hıza çıkabilen araçtan sadece 350 adet üretilecektir. LP 670/4 Murcielago'nun son versiyonu olacaktır. LP670/4 modeliyle beraber Murcielago modeli üretimden kalkacaktır. 102 kilogramlık diyeti için Murcielago'nun müzik sisteminden dahi feragat edilmiştir. SV sadece beyaz, gri, sarı, turuncu ya da siyah renklerle sunulacak olsa da Lamborghini mat siyah ve mat beyaz renkleri opsiyonel olarak alınabilecek. 2003 yılında Audi çatısı altında yapılan ilk model olan Gallardo üretime geçmiştir. Otomobil ismini ünlü bir boğadan almaktadır. Gallardo İspanyolca bir sözcük olup cesur anlamına gelmektedir. Lamborghini'nin en çok satan modelidir. Luc Donckerwolke tarafından tasarlanmış ve 2003 senesine Red Dot Tasarım Ödülünü 2. defa kazanmıştır. Üretime başlandığı 3 yıl içerisinde 5000 üzerinde satılmıştır. 5 litre V10 ortadan motorlu araç Gallardo 550-2 Valentino Balboni modeli hariç 4 tekerden çekişlidir. İlk modelleri 500 bg iken 2006 yılında Gallardo Spyder modeli ile birlikte güç 520 bg çıkmıştır. 2007 yılında ise Cenevre otomotiv fuarında Superleggera modeli tanıtılmıştır. Güncel versiyonundan 70 kg daha hafif ve 10 bg daha güçlü olan model, Ferrari 430 Scuderia'nın rakibi olmuştur. 2008 senesinde ise Gallardo versiyonları arasında en güçlüsü LP560/4 satışa sunulmuştur. V10 motoru 560 bg üretecek şekilde geliştirilmiştir. Ayrıca genel kapsamlı yapılan değişiklikler arasında aracın önünde yenilen hava girişleri Reventon'dan alınmıştır. Ayrıca farlar eski versiyona göre biraz daha aşağı çekilerek aracın ön görünüşü daha agresif hale getirilmiştir. Arka tarafta yapılan değişiklikler ise tamamıyla yeniden şekillendirilen stop lambaları ve çift olan egzoz çıkışlarının 4'e çıkarılmasıdır. Stop lambalarının değişimi şirket tarafından, aracı daha yüksek gösteriyordu şeklinde açıklanmıştır Yarış modelleri. Ferruccio Lamborghini şirketinin yarışlara girmesini istemedi. O bunun çok pahalı ve şirketi maddi yönden zorlayacağını düşünmüştür. Bu sebeple onun yönetiminde şirket hiç yarış arabası üretmedi. Şirket sadece ama sadece test pilotu Bob Wallace için var olan modellerin yüksek performanslı prototiplerini üretmiştir. Bunlardan göze çarpanlar Miura SV baz alınarak yapılan Jota ve Jarama S'ten yapılan Bob Wallace Special'dir. Rosetti yönetiminde, Lamborghini BMW ile bir anlaşma dahilinde homologe edilmesi için yeterli sayıda yarış arabası üretimi yapmıştır. Bununla beraber Lamborghini anlaşmadaki şartları yerine getirememiştir. Araç neticede BMW motorsporları bölümü tarafından geliştirilmiş ve BMW M1 olarak üretilerek satılmıştır. Yine Lamborghini C klasmanında yarışmak için QVX'yi geliştirmiştir. Bir araç yapılmıştır fakat sponsor bulunamayışından sezonu bitirememiştir. Sadece bir yarışa katılmıştır. 1986 yılında şampiyona dışında Southern Suns 500 km yarışında Güney Afrika'da bulunan Kyalami pistinde Tiff Needell tarafından sürülmüştür. Aracın yarışı başlangıca göre iyi bir yerde bitirmesine rağmen sponsor bulunamadı ve yarış programı iptal edildi. Lamborghini 1989 Formula 1 sezonu ve 1993 Formula 1 sezonu arasında Formula 1 yarışlarına Lamborghini V12 motoruyla birlikte motor tedarikçisi olmuştur. Müşterisi olan Formula 1 takımları ise Modena Team, Minardi, Larrousse, Equipe Ligier, Team Lotus ve McLaren'dir. Her ne kadar takımın ismi Lamborghini olsa da fabrika takımı olarak görülmemiştir. 1992'de Larrousse/Lamborghini takımı rekabetçi olmasa da dikkate değer biçimde egzozlarından yağ fışkırtıyordu. Larrousse takımının yarış arabalarını yakından takip eden öteki arabalar çoğunlukla yarışın bitiminde sarımsı-kahverengi renklere bürünüyorlardı. Diablo Supertrophy için iki Diablo modeli üretilmiştir. Tek model yarış serisi 1996 ile 1999 yılları arasında yapılarak devam etmiştir. İlk yıl kullanılan araçlar Diablo SVR iken, kalan üç yılda ise Diablo GTR kullanılmıştır. Lamborghini 2004 yılında FIA GT Şampiyonası'nda, Super GT ve Amerika Le Mans Seri'sinde yarıştırmak için Murcielago R-GT modelini geliştirmiştir. Ulaşılan en yüksek derece FIA GT Şampiyonası'nın Valensiya'daki açılış yarışında elde ettiği üçüncülüktür. Yarışa Reiter Mühendislik adına katılan araç beşinci sıradan başladığı aracı podyumda bitirmiştir. Super Gt Şampiyonası'nın açılış yarışı olan Suzuka'da Japon Lamborghini sahipleri tarafından kullanılan araç ilk zaferini kazanmıştır (kendi sınıfında) R-GT ile. Gallardo'nun GT3 versiyonu Reiter Mühendislik tarafından geliştirilmiştir. All-Inkl.com yarış takımı tarafından FIA GT Şampiyonası'na katılan Murcielago R-GT, Christophe Bouchut ve Stefan Mücke tarafından kullanılarak sezonun açılış yarışı olan Zhuhai Uluslararası Pisti'nde kazanarak Lamborghini'ye uluslararası yarış alanında ilk büyük başarısını getirmiştir. Lamborghini 2009 yılında yeni bir yarış serisine başlayacaktır. Blacpain Super Trofeo adındaki yarış serisinde Lamborghini Gallardo LP 560/4 araçların yarış versiyonları kullanılacaktır. Araç standart Gallardo LP560/4'e göre daha hafif ve biraz daha güçlüdür (570 bg). İlk yarış 2 Mayıs'ta İngiltere'nin Silverstone pistinde yapılacaktır. Daha sonraki etaplar ise sırası ile İtalya'da Adria Raceway, Almanya'da Norisring, Belçika'da ünlü Spa pisti, İspanya'da Barcelona ve Fransa'da Paul Ricard pistinde koşulacaktır. Toplam 30 araç takımlar için üretilmiş olup bir tanesi Lamborghini adına seride yarışacaktır. Şimdi yarış arabası olarak Lamborghini Gallardo kullanılmaktadır. Tekne Motorları. Lamborghini Dünya Offshore Serisi yarışlarının Class 1 kategorisinde kullanılması için bazı yıllar büyük V12 motorları üretmiştir. Bu motor 8.2 litre olup gücü 940 bg'dir. Modelleri. Lamborghini'nin şu ana kadar sunduğu modeller sırasıyla; Ve en yeni modelleri olarak da Veneno LP 750-4 ve Asterion LP 910-4 sıralamada yerini almıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1435", "len_data": 11175, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.38 }
Dans (Fransızca: Danse) ya da Raks (Arapça: رقص), tüm vücudun bir müzik ritmi eşliğinde estetikle birlikte çalıştırılabildiği bir gelenek, sanat, bir tedavi şekli veya sadece bir ifade şekli olabilir. Dans, koreografisine, hareket repertuarına, dans tarihi veya menşe yerine göre kategorize edilebilir ve tanımlanabilir. Dans genellikle müzik eşliğinde ve bazen dansçının kendi ile aynı anda bir müzik enstrümanı kullanılarak gerçekleştirilir. Dövüş sanatları, jimnastik, ponpon kız gösterileri, artistik buz pateni, artistik yüzme, bandolar ve diğer birçok atletizm türü dahil olmak üzere diğer insan hareketi biçimlerinin bazen dansa benzer bir kaliteye sahip olduğu söylenir. Dans yalnızca performansla sınırlı değildir, çünkü dans bir egzersiz biçimi olarak diğer spor ve aktiviteler için eğitim olarak kullanılır. Dans, dünya çapında çeşitli farklı tarz ve standartların sergilendiği dans yarışmalarıyla bazıları için bir spor haline geldi. Dansın birçok insan için estetik bir çekiciliği bulunur. Dünya dans günü 29 Nisan'dır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1441", "len_data": 1032, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.61 }
Isaac Asimov (d. 2 Ocak 1920 – ö. 6 Nisan 1992), Boston Üniversitesinde biyokimya profesörlüğü yapmış Amerikalı yazar ve biyokimyager. Daha çok bilimkurgu ve popüler bilim yazarlığı yapması ile tanındı. Hayatı boyunca 500'den fazla kitap 90.000 kartpostal yazdı ve üretkenliği ile bilinirdi. Pek çok konuda yapıtları olmasına karşın, bilimkurgu eserleri ve popüler bilim kitapları ile tanınmıştır. Kurgu olmayan çok sayıda eserinin yanı sıra fantezi dalında da yazmıştır. Dewey Onlu Sınıflama Sistemi'ndeki felsefe hariç tüm ana dallarda eserleri vardır. Asimov, ortak görüşle bilimkurgu dalının ustasıdır. Robert A. Heinlein ve Arthur C. Clarke ile birlikte yaşadığı dönemde "üç büyük" bilimkurgu yazarından biri olarak kabul edilmiştir. Çocukluğu ve ailesi. Kesin doğum tarihi bilinmeyen Asimov'un doğum tarihi resmi kayıtlarda 2 Ocak 1920'dir. Rusya'da Smolensk yakınlarındaki bir kasabada Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Asimov, ailesi ile birlikte üç yaşındayken Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti. New York kentinde büyüdü. 20 yaşından önce bilimkurgu öyküleri yazmaya başladı. Columbia Üniversitesi'nden 1939'da mezun oldu ve kimya dalında doktorasını aynı üniversiteden aldı. Daha sonra Boston Üniversitesi'ne geçti. Burada 1979'da profesör oldu. 26 Temmuz 1942'de Gertrude Blugerman ile evlendi. Bu evliliğinden iki çocuğu oldu. 1973'te ilk eşinden boşanan Asimov, aynı yıl Janet Jeppson ile evlendi. 1983'te olduğu by-pass ameliyatındaki kan naklinde kendisine verilen enfekte kan nedeniyle AIDS'e yakalandı ve 6 Nisan 1992'de bu hastalık yüzünden öldü. AIDS'ten öldüğü gerçeği ölümünden 10 yıl sonra kamuoyuna açıklandı. Yazarlık kariyeri. Yazarlık kariyerine bilimkurgu ile başlayan Asimov, popüler bilim kitapları ve şiir kitapları da yayımladı. 1941'de yayımlanan "Galaksi Şeytanları" ("") adlı kısa bilimkurgu öyküsü, en ünlü bilimkurgu öykülerden biri oldu. Bu öykü 1968'de Amerikan Bilimkurgu Yazarları adlı kuruluş tarafından o zamana dek yazılmış en iyi kısa bilimkurgu öyküsü seçildi. Asimov, "Vakıf", "Robot" ve "Galaktik İmparatorluk" serileri ile büyük ün kazanmıştır. Kazandığı Ödüller. Yapıtları. Not: Asimov kitaplarının Türkçe çevirilerinde, (özellikle eski basım kitaplarda) orijinal isimlere sadık kalınmamış olduğu için, bazı baskılar bilgilendirme amaçlı olarak parantez içinde verilmiştir. Bilimkurgu Kitapları. Seri Harici Hikâyeleri. Asterisk * işaretli hikâyeler "Vakıf" ve "Robot" serileri ile küçük bağlantılar taşır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1442", "len_data": 2474, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.36 }
Muazzez İlmiye Çığ (20 Haziran 1914, Bursa - 17 Kasım 2024, Mersin), Türk kütüphaneci ve yazar. Türkiye'de laiklik ve başörtüsü yasaklarının önde gelen savunucularından biriydi. Akademi kökenli olmadığı için unvanı yoktu. Ancak 2000 yılında İstanbul Üniversitesi kendisine fahrî doktor unvanı vermişti. Muazzez İlmiye Çığ, en popüler eserlerinden kabul edilen "Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni" başlıklı kitabında, Arap kadınlarının taktığı başörtüsünün Müslüman dünyasında ortaya çıkmadığı, aslında beş bin yıl önce Sümerli rahibeler tarafından takıldığını iddia etti. Ayrıca, Kur'an'da yer alan birçok hikâyenin aslında Sümer efsanesi olduğunu da iddia etti. 2007 yılında halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek suçuyla yargılandı, ancak ilk celsede beraat etti. Çığ, sonradan 8 yıl Topkapı Sarayı müdürlüğü de yapan eşi Kemal Çığ'ın çalıştığı Eski Şark Eserleri Müzesi'nin "Çiviyazılı Belgeler Arşivi"’nde, Sümer ve Hitit dillerinde yazılmış eski tabletleri sınıflandırıp katalogladı. Sümer Medeniyeti hakkındaki en yetkin isim, dünyaca ünlü Sümerolog Samuel Noah Kramer, "History begins at Sumer: thirty-nine firsts in man's recorded history ("Türkçesi: "Tarih Sümer’de Başlar)" başlıklı eserinde, Muazzez İlmiye Çığ’dan “tablet koleksiyonu uzmanı” ifadesi ile bahseder. Alman Arkeoloji Enstitüsü ve İstanbul Üniversitesi Tarih Öncesi Bilimler Enstitüsü'nün onursal üyesidir. 2002 yılında, gazeteci Serhat Öztürk ile gerçekleştirdiği nehir söyleşi, "Çivi Çiviyi Söker" başlıklı bir otobiyografi olarak Türkiye'nin önde gelen finans kuruluşu Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı. İlk yılları ve eğitimi. Muazzez İlmiye İtil'in anne ve babası Kırım Tatarıdır ve her ikisi de Türkiye'ye göç etti; baba tarafı Merzifon'a, anne tarafı ise Türkiye'nin dördüncü büyük şehri olan ve o dönemde Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli bir bölgesel yönetim merkezi olan kuzeybatıdaki Bursa'ya yerleşti. Muazzez İlmiye, I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden birkaç hafta önce Bursa'da doğdu. 1919'da beşinci yaş gününü kutladığı sırada Yunan Ordusu tarafından İzmir'in işgal edilmesi üzerine öğretmen olan babası, ailesinin güvenliğini sağlamak için Çorum'a taşındı ve genç Muazzez burada ilköğrenimini tamamladı. Ayrıca Fransızca ve keman dersleri aldı. 1926'da sınavla Bursa Kız Muallim Mektebi'ne girdi ve 1931'de, 17 yaşına geldiğinde ilkokul öğretmeni yetiştiren bu okuldan mezun oldu. Yaklaşık beş yıl boyunca, bir başka kuzeybatı kenti olan Eskişehir'de öğretmenlik yaptı. Bu sırada kardeşi Turan İtil, beyin cerrahı olmak için Amerika'ya gitti. 1936'da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Hititoloji Bölümü'ne kaydoldu. Hocaları arasında, İkinci Dünya Savaşı'nı Türkiye'de profesör olarak geçiren, Hitler dönemi Alman-Yahudi mültecileri Hans Gustav Güterbock ve Benno Landsberger gibi dönemin en önemli Hitit kültürü ve tarihi uzmanları vardı. Kariyeri. 1940'ta diplomasını aldıktan sonra, İstanbul Arkeoloji Müzeleri'ni oluşturan üç kurumdan biri olan Eski Şark Eserleri Müzesi'nde on yıl sürecek kariyerine, kurumun arşivlerinde tercüme edilmeden ve tasnif edilmeden saklanan binlerce çivi yazılı tablet alanında uzman olarak başladı. Meslektaşları Hatice Kızılyay ve Fritz Rudolf Kraus ile birlikte, müzenin deposunda bulunan Sümer, Akad ve Hitit dillerinde yazılan binlerce tableti temizlediler, sınıflandırdılar ve numaralandırdılar. Çığ, 74 bin tabletten oluşan çivi yazılı belgeler arşivini oluşturdu ve 3 bin tabletin kopyasını çıkarıp, katalog hâlinde yayımladı. Aradan geçen yıllarda, tabletlerin deşifre edilmesi ve yayınlanması konusundaki çabaları sayesinde müze, dünyanın her yerinden eski çağ tarihi araştırmacılarının baş vurduğu bir Ortadoğu dilleri öğrenme merkezi hâline geldi. 1957 yılında Münih'te gerçekleşen Oryantalistler Kongresi'ne katıldı. 1960'ta 6 ay Heidelberg Üniversitesi'nde bulundu. 1965'te Roma'da sergilenen Hitit sergisinin Londra'ya taşınması faaliyetinde görev aldı. 1972'de emekliye ayrıldı. Emeklilikten sonra bir süre yurt dışında yaşayan Muazzez İlmiye Çığ, 1988'de Philadelphia'da Asuroloji kongresine katıldı. Samuel Noah Kramer'in "History Begins at Sumer" başlıklı kitabını Türkçeye tercüme etti. 1990'da "Tarih Sümer'de Başlar" başlığıyla Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlandı. Kitabın çok ilgi görmesi üzerine 1993'te çocuklara yönelik "Zaman Tüneliyle Sümerlere Yolculuk" da dâhil, Sümer ve Hitit kültürlerini tanıtan 13 kitap yazdı. 2000 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından fahri doktor ünvânı verildi. Muazzez İlmiye Çığ'ın özel arşivi Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı'ndadır. Alman Arkeoloji Enstitüsü ve İstanbul Üniversitesi Tarih Öncesi Bilimler Enstitüsü'nün onursal üyesidir. "Belleten", "Bilim ve Ütopya" gibi dergi ve gazetelerde yayımlanan kitaplarında, bilimsel makalelerinde ve genel ilgi alanlarına yönelik makalelerinde görülen özenli ve sistematik araştırmaları ile mesleğinde ün kazandı. Tartışmalar. Başörtüsü mahkemesi. "Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği" ve "Vatandaşlık Tepkilerim" isimli kitaplarında, kadınlarda başörtüsünün köklerinin Akadlara dayandığını yazdı. 2007 yılında, kendisi ve yayıncısı hakkında "dinî farklılıklara dayalı nefreti körüklemek" ve "halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek" suçlamalarıyla yargılandı. Duruşmasında, "Ben bir bilim kadınıyım ... Kimseye hakaret etmedim." diyerek suçlamaları reddetti. İlk celsede hâkim davayı düşürdü ve yarım saatten kısa süren bir duruşmanın ardından kendisi ve kitabın yayıncısı beraat etti. İşkence iddiaları. Muazzez İlmiye Çığ, 12 Eylül Darbesi döneminde siyasî mahkumlar üzerinde deney yaptığı iddialarıyla gündeme gelen "HZİ Nöropsikiyatri Vakfı"’nın yönetim kurulu başkanı ve Vatan Partisi genel başkan başdanışmanıydı. HZİ Nöropsikiyatri Vakfı, adını Çığ'ın annesi "Hamide" ve babası "Zekeriya İtil"'in baş harflerinden alıyordu. Vakıf hakkında, Amerika Birleşik Devletleri'nde kullanımı yasak olan ilaçların Türkiye’de hastalar ve mahkumlar üzerinde denendiği çalışmalar yaptığına dair çok sayıda iddia ortaya atıldı. Çığ, İtil, arkadaşları, aileleri ve vakıf çalışanlarından bazıları suçlamaları reddetti. Deneylerin gönüllü katılımla gerçekleştirildiğini ve 12 Eylül Askeri Cuntasının izniyle, HZİ Vakfı'nın gözetiminde teröristlerin profillerini çıkarma amacı taşıdığını öne sürdüler. Özel hayatı ve ölümü. Topkapı Müzesi Müdürü Mehmet Kemal Çığ ile 1940 ve 1983 yılları arasında evli olan Muazzez İlmiye Çığ'ın 2 kızı vardır, Oyuncu Zafer Ergin'in teyzesidir. Çığ, 20 Haziran 2014'te 100 yaşına ve 20 Haziran 2024'te 110 yaşına girdi. 13 Temmuz 2024'te, Yakup Satar'ın 110 yıl 22 günlük ömrünü geride bırakarak Türkiye'nin bilinen en yaşlı kişisi oldu, ve halen Türkiye'de bilinen en yaşlı kişi, 110 yıl 150 gün yaşamış olan Çığ'dır. Muazzez İlmiye Çığ, Mersin’in Mezitli ilçesindeki özel bir hastanede bir müddet yoğun bakımda kaldıktan sonra, 17 Kasım 2024’te 110 yaşında öldü. Cenazesi yine Mersin'de 19 Kasım'da Akbelen Mezarlığı'nda toprağa verildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1446", "len_data": 6960, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.6 }
İnsomnia ya da uyuyamama hastalığı, bir uyku sorunudur. Uykuya dalamama ya da gece boyunca sürekli uyuyamama sorunlarını barındırır. Hastalar genel olarak, gözlerini birkaç dakikadan fazla kapalı tutamamaktan ya da yatakta bir o yana bir bu yana dönerek uyuyamamaktan yakınırlar. İnsomnia birkaç gece sürerse geçici, 1 hafta ile 3 hafta arasında sürerse kısa süreli, 3 haftadan fazla sürerse kronik insomnia olur. Kronik bir hastalığa dönüşerek uyuma eksikliği doğrultusunda oldukça zararlı olabilir. İnsomnia doğal uyuma dengesini bozar ve tedavisi oldukça zor olabilir. İnsomnia hastaları genel olarak öğleden sonra ya da akşama doğru kısa süreli uyudukları için, geceleri de uyumakta zorluk çekerler. Bazıları da vücutlarını sınırlarında kullanmaya çalışırlar. Bu da çok mühim fiziksel ve zihinsel sorunlara yol açar. İnsomnia ayrıca birçok ilacın yan etkisi olarak, stres sebebiyle ya da duygusal, fiziksel ve zihinsel sorunlar doğrultusunda da oluşabilir. Önleme ve tedavi. Hayat stilinin değiştirilmesi uykusuzluk tedavisinde ve önlenmesinde önemlidir. Uyarıcı kullanımından kaçınmak, uykusuzluğa karşı alınabilecek bir önlemdir. Kahve, çay, guarana, kakao, kola, enerji içecekleri, çikolata gibi kafein içeren gıda maddeleri ile ritalin ve adderall gibi uyarıcı ilaçların kullanımından kaçınmak bu yönteme örneklerdir. Düzenli uyuma, gün içi uyumaktan kaçınma ve yatak odasında uykuya elverişli düzenlemeler yapma (sessiz, karanlık) da hayat stilinin değiştirilmesi çerçevesinde yöntemlerdir. Bilişsel davranışçı terapi de uyku bozukluğu tedavisinde kullanılabilir. Bu metotlar arasında uyarıcı kontrol terapisi, rahatlama teknikleri, uyku kısıtlama ve ışık terapisi yer alır. İlaç tedavisinde, reçeteye tabi Eszopiclone (Lunesta), Ramelteon (Rozerem), Zaleplon (Sonata) ve Zolpidem (Ambien, Edluar, Intermezzo, Zolpimist) kullanılabilir. İlaç tedavisinin birkaç haftadan uzun süreli kullanımı önerilmemektedir. Alternatif tıp. Geleneksel yöntemlerin başında, uyumadan önce sıcak süt içmek; uyanır uyanmaz sıcak bir duş almak, öğlen egzersiz yapmak, öğlen yemeğinde bol yemek yemek ve akşam yemeğinde az yemek yemek ve erken yatmaya çalışmak gelir. Geleneksel Çin tıbbında genelde akupunktur, diyet ve yaşam analizi ile şifalı bitkiler ana önlemleri oluşturur. Toplum ve kültür. I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle harp okulu öğrencisi olarak Macar ordusuna gönüllü olarak katılmıştır. Hücum kıtasının emri altına girmiştir. Bu bölükte, cesaretinden ötürü madalya almıştır. Bir yıl sonra, ödüllendirilerek savunmanın daha güçlü olduğu başka bir bölüğe atanmıştır fakat birlik düşürülmüştür. Rus askeri tarafından başından vurulup ön lobunun bir kısmını kaybettikten sonra, Lemberg Hastanesi'ne kaldırıldı. Lemberg'te uyandıktan sonra bir daha asla uyumadı. Budapeşte Üniversitesi profesörü Dr. Frey, tedaviyi devralmıştır fakat bu anormallik için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Yaralanıp ordudan ayrıldıktan sonra, Budapeşte'ye yerleşti. Burada bulunduğu sürede Emeklilik Dairesi'nde günlük bir işte çalıştı. ABD folk grubu The Dimes "Paul Kern Can't Sleep" adını verdikleri bir şarkı yaptılar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1461", "len_data": 3104, "topic": "HEALTH", "quality_score": 2.91 }
Leopold Kronecker (; 7 Aralık 1823 - 29 Aralık 1891) sayı teorisi, cebir ve mantık üzerine çalışan bir Alman matematikçiydi. Georg Cantor'un küme teorisi üzerine çalışmalarını eleştirdi ve tarafından """ (Tam sayıları Tanrı yarattı, diğer her şey insanın işidir)" söylemiyle alıntılandı. Kronecker, Ernst Kummer'in öğrencisi ve ömür boyu arkadaşıydı. 1841 yılında Berlin Üniversitesine girerek Dirichlet ve Steiner gibi matematikçilerden öğrenim almıştır. Doktorasını 1845 yılında yine Berlin Üniversitesinde sayılar teorisinde kompleks birimler üzerinde yapmıştır. Geliştirdiği finitizm anlayışı Kroneker'i, matematiğin temelleri arasında yer alan sezgicilik akımının öncülerinden biri yapmıştır. Hayatı. Leopold Kronecker 7 Aralık 1823'te Liegnitz, Prusya'da (şimdi Legnica, Polonya) varlıklı bir Yahudi ailede doğdu. Ebeveynleri Isidor ve Johanna (evlilik öncesi soyadı Prausnitzep) çocuklarının eğitimiyle ilgilendi ve onlara evde özel ders sağladı -Leopold'un küçük erkek kardeşi Hugo Kronecker da bilimsel bir yol izleyerek daha sonra önemli bir fizyolog olacaktı. Kronecker daha sonra bilim, tarih ve felsefe gibi çok çeşitli konularla ilgilenirken aynı zamanda jimnastik ve yüzmeyle ilgilendiği Liegnitz Spor Salonu'na gitti. Spor salonunda, çocuğun matematiğe olan ilgisini fark eden ve teşvik eden Ernst Kummer tarafından eğitildi. 1841'de Kronecker, ilgisinin hemen matematiğe odaklanmak yerine astronomi ve felsefe dahil olmak üzere birçok konuya yayıldığı Berlin Üniversitesi'nde öğrenci oldu. 1843 yazını Bonn Üniversitesi'nde astronomi okuyarak ve 1843-44'ü Breslau Üniversitesi'nde eski öğretmeni Kummer'in ardından geçirdi. Kronecker Berlin'e döndüğünde Peter Gustav Lejeune Dirichlet ile matematik okudu ve 1845'te Dirichlet'in gözetiminde yazdığı cebirsel sayı teorisindeki tezini savundu. Derecesini aldıktan sonra, Kronecker, akademik kariyer yolunda araştırmaya olan ilgisini takip etmedi. Annesinin eski bir bankacı olan amcası tarafından inşa edilen büyük bir tarım arazisini yönetmek için memleketine geri döndü. 1848'de kuzeni Fanny Prausnitzer ile evlendi ve çiftin altı çocuğu oldu. Kronecker birkaç yıl iş dünyasına odaklandı ve bir hobi olarak matematiği okumaya devam etmesine ve Kummer ile yazışmasına rağmen hiçbir matematiksel sonuç yayınlamadı. 1853'te denklemlerin cebirsel çözülebilirliği üzerine, Évariste Galois'nın denklem teorisi üzerine çalışmasını genişleten bir anı yazdı. İş faaliyetlerinden dolayı Kronecker finansal olarak rahattı ve bu nedenle 1855'te özel bir bilim adamı olarak matematik yapmak için Berlin'e dönebilirdi. Eşi Rebecka'nın zengin Mendelssohn ailesinden gelen Dirichlet, Kronecker'i Berlin elitiyle tanıştırmıştı. Üniversiteye yeni katılan Karl Weierstrass ile Dirichlet'in matematik kürsüsünü yeni devralan eski öğretmeni Kummer'in yakın arkadaşı oldu. Sonraki yıllarda Kronecker, önceki yıllardaki bağımsız araştırmalarından kaynaklanan çok sayıda makale yayınladı. Yayınlanan bu araştırma sonucunda 1861'de Berlin Akademisi üyeliğine seçildi. Resmi bir üniversite pozisyonu olmamasına rağmen, Kronecker Akademi'nin bir üyesi olarak Berlin Üniversitesinde ders alma hakkına sahipti ve 1862'den başlayarak bunu yapmaya karar verdi. 1866'da Riemann öldüğünde, Kronecker'e Göttingen Üniversitesi'nde matematik kürsüsü teklif edildi (daha önce Carl Friedrich Gauss ve Dirichlet tarafından tutuldu), ancak Akademi'deki pozisyonunu korumayı tercih ederek reddetti. Ancak 1883'te, Kummer üniversiteden emekli olduğunda, Kronecker onun yerine davet edildi ve sıradan bir profesör oldu. Kronecker, diğerleri arasında Kurt Hensel, Adolf Kneser, Mathias Lerch ve Franz Mertens'in süpervizörüydü. Matematiğe ilişkin felsefi görüşü, onu yıllar boyunca birkaç matematikçiyle çatışmaya soktu, özellikle 1888'de neredeyse üniversiteden ayrılmaya karar veren Weierstrass ile ilişkisini zorladı. Kronecker, 29 Aralık 1891'de karısının ölümünden birkaç ay sonra Berlin'de öldü. Hayatının son yılında Hristiyan oldu. Gustav Kirchhoff yakınlarındaki Berlin-Schöneberg'deki Alter St. Matthäus Kirchhof mezarlığına gömüldü. Bilimsel aktiviteleri. Matematik araştırmaları. Kronecker'in araştırmasının önemli bir kısmı sayı teorisi ve cebire odaklandı. Denklemler teorisi ve Galois teorisi üzerine 1853 tarihli bir makalede, Kronecker-Weber teoremini formüle etti, ancak kesin bir kanıt sunmadı (teorem çok daha sonra David Hilbert tarafından tamamen kanıtlandı). Ayrıca, sonlu üretilmiş değişmeli gruplar için yapı teoremini tanıttı. Kronecker eliptik fonksiyonlar üzerinde çalıştı ve daha sonra Hilbert tarafından on ikinci problemi olarak değiştirilmiş bir biçimde öne sürülen bir genelleme olan "liebster Jugendtraum"u ("gençliğin en değerli hayali") varsaydı. 1850 tarihli bir makalede, "Beşinci Derecenin Genel Denkleminin Çözümü Üzerine (On the Solution of the General Equation of the Fifth Degree)", Kronecker grup teorisini uygulayarak beşinci dereceden denklemi çözdü (çözümü radikaller açısından olmasa da: Abel-Ruffini teoremi tarafından imkansız olduğu kanıtlandı). Cebirsel sayı teorisinde Kronecker, Dedekind'in felsefi nedenlerle kabul edilebilir bulmadığı idealler teorisine alternatif olarak bölenler teorisini tanıttı. Dedekind'in yaklaşımının genel olarak benimsenmesi, Kronecker'in teorisinin uzun süre göz ardı edilmesine yol açsa da, onun bölenleri yararlı bulundu ve 20. yüzyılda birkaç matematikçi tarafından yeniden canlandırıldı. Kronecker ayrıca gerçel sayılarda irrasyonel sayıların biçimini yeniden yapılandırarak süreklilik kavramına katkıda bulundu. Analizde Kronecker, meslektaşı Karl Weierstrass tarafından bir sürekli, hiçbir yerde türevlenemeyen fonksiyon formülasyonunu reddetti. Kronecker için ayrıca Kronecker limit formülü, Kronecker eşleşmesi, Kronecker deltası, Kronecker tarağı, Kronecker sembolü, Kronecker çarpımı, polinomları çarpanlara ayırmada Kronecker yöntemi, Kronecker ikamesi, sayı teorisinde Kronecker teoremi, Kronecker lemması ve Eisenstein-Kronecker sayıları da adlandırılmıştır. Matematik felsefesi. Kronecker'in sonluluğu onu matematiğin temellerinde sezgiselliğin öncüsü yaptı. Onurlandırılması. Kronecker birkaç akademinin üyesi olarak seçildi: 25624 Kronecker asteroidi onun adını almıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1470", "len_data": 6193, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.63 }
Grup Yorum, Türkiye çıkışlı protest, özgün müzik ve Anadolu rock gibi müziğin çeşitli dallarında eserler üreten politik, devrimci müzik grubudur 1985'ten günümüze siyasi görüşlerini müzikleriyle topluma duyurmaya çalışmıştır. Bu yönüyle gruba günümüze (2013) kadar 400'ün üzerinde dava açılmıştır. 15 üyesi tutuklanıp hapis yatmış ve çıkardığı 21 albüm ile 2 milyondan fazla albüm satışı yapmıştır. 1987'den başlayarak günümüze kadar 21 albüm çıkaran, Türkiye'de ve Avrupa'da her yıl konser veren grup, bunun dışında yüzlerce kitle eylemine, sokak gösterisine, greve, fabrika ve üniversite işgaline katılmıştır. Uzun yıllar konserleri yasaklanıp, üyeleri gözaltına alınıp, tutuklanmış ve birçok kentte kasetlerinin satılması engellenmiştir. Albümleri, şarkıları suç unsuru taşıdığı iddiasıyla resmî olarak toplatılmıştır. Grup Yorum albümlerindeki kimi şarkıların yasa dışı DHKP-C örgütü militanlarına adanmış olmasından dolayı grup üyelerinin bu örgüt ile organik bağı bulunduğu iddia edilmektedir. Fakat bu iddia grup tarafından "Organik bir bağımız yok" denilerek yalanlanmıştır. Geçmiş. Türkiye'de 1980 yılında gerçekleşen askerî darbeye ve sonrasındaki politikalara tepki amacıyla Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve Yıldız Üniversitesi Şehir Planlama öğrencisi dört arkadaşın (Ayşegül Yordam,Metin Kahraman,Tuncay Akdoğan ve Kemal Sahir Gürel) bir araya gelmesiyle 1985 yılında kurulan grup, müzik grubu olmanın dışında, muhalif duyarlılığın, haklar ve özgürlükler mücadelesinin de önemli bir ismi olmuştur. Anadolu'nun ve üzerinde yaşayan halkların sesini, devrimci-sosyalist bir müzik anlayışıyla duyurmayı amaçlamıştır. Kuruluş aşamasında ilk olarak Aziz Nesin'in öykülerinden uyarlanan bir oyunun müziklerini yaparak başlamış ardından "Bana Bir Türkü Söyleyin Yarınlara Uzansın" adlı konseri vermişlerdir. Müzikal tarz. Yorum, Türkçe dışında, Anadolu'da konuşulan Kürtçe, Zazaca, Lazca, Arapça, Çerkezce dillerinde de şarkılar seslendirmektedir. Müziğinde mey, bağlama, kaval gibi yerel çalgıların yanı sıra, başta gitar olmak üzere keman, trompet, viyolonsel ve obua gibi yerel olmayan pek çok çalgıları da kullanmaktadır. Solo ve koro vokallerin baskın olduğu müziğinde, ritim kompozisyonlarına ve ezgilere yaslanıyor. Folk-Rock olarak değerlendirilebilecek bu müzik; ülkenin yerel folk şarkılarından Akdeniz ezgilerine, Latin Amerikalı marşlarından rock müziğe kadar birçok tınıyı bir arada dinleyicisine sunuyor. Grup ise kendi tarzını çağdaş halk müziği olarak tanımlıyor. Grubun şarkı sözlerini, anti-emperyalist mücadele, hapishane katliamları, doğal afetlerin yarattığı yıkımlar, emperyalist savaşlar, ölümler, aşk, erdem ve özgür bir dünyaya duyulan özlem gibi konular şekillendiriyor. Grup Yorum 25. yılını 12 Haziran 2010 tarihinde BJK İnönü Stadyumu'nda verdiği bir konserle kutladı. Konserde Suavi, Ali Primera, Yasemin Göksu, Tuncel Kurtiz, Nejat Yavaşoğulları ve daha birçok sanatçı Yorum'a eşlik etti. Politik duruş. Grup Yorum'un, sol yelpaze içerisinde belli bir görüşü temsil etmesine rağmen Türkiye'de farklı görüşlere sahip birçok insanın Grup Yorum'u dinliyor olmasını üyeleri "şarkılarındaki güncellik"e bağlıyor. "Sivas (Gün Tutuşur)" şarkısı Sivas Katliamı'nda ölenlere ithaf edilmiştir. DHKP-C ile ilişkisi. Çeşitli çevrelerce Grup Yorum ile yasa dışı DHKP-C örgütü arasında organik bağ bulunduğu iddia edilmektedir. Buna sebep olarak da, Grup Yorum albümlerindeki çok sayıda şarkının ölmüş DHKP-C militanları ile ilgili olması gösterilmektedir. Ancak bu iddia grup tarafından yalanlanmıştır. Geliyoruz albümündeki "Sibel Yalçın Destanı" isimli şarkı, 1995 yılında polisle girdiği çatışmada öldürülmüş Sibel Yalçın isimli DHKP-C militanına adanmıştır. Yıldızlar Kuşandık isimli albümde bulunan aynı adlı şarkının sözleri, 2005 yılında Adalet Bakanlığı binasına intihar saldırısı düzenlemek isterken öldürülen Eyüp Beyaz isimli DHKP-C militanı tarafından yazılmıştır. Boran Fırtınası albümündeki şarkı isimlerinde belirtilen isimler ise 1996 ölüm oruçları sırasında ölen DHKP-C militanlarıdır. Bazı Grup Yorum üyeleri, 2012 yılında Sultangazi'deki bir polis karakoluna intihar saldırısı düzenleyen İbrahim Çuhadar'ın cenazesinin alınmasında hazır bulunmuşlardır. Bu esnada gözaltına alınan Grup Yorum üyeleri işkence gördüklerini iddia etmişlerdir. Grup üyeleri çeşitli zamanlarda DHKP-C üyesi oldukları iddiasıyla gözaltına alınmışlardır. Grup üyelerinden Ali Aracı, Selma Altın, İnan Altın, İbrahim Gökçek ve Emel Yeşilırmak, DHKP-C üyesi oldukları iddiası ile 14 Şubat 2018'de, Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan "en çok aranan teröristler listesi"nin gri kategorisine eklenmişlerdir. Davalar. Grup Yorum'un şarkı sözlerini bulunduran ve dinleyen Berivan Doğan hakkında 'terör örgütü propagandası' yaptığı gerekçesiyle 2006 yılında 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nce 10 ay hapis cezasına çarptırıldı. Ölüm orucu. Grup Yorum üyeleri, 17 Mayıs 2019 tarihinde konser yasaklarının kaldırılması, grup üyelerinin serbest bırakılması, hakkındaki davaların düşürülmesi gibi bir dizi taleple açlık grevine girdi. 20 Ocak 2020'de Grup Yorum üyeleri İbrahim Gökçek ve Helin Bölek, açlık grevlerini ölüm orucuna dönüştürme kararı aldı. 3 Nisan 2020 tarihinde 288 gündür ölüm orucunda olan Helin Bölek ve 7 Mayıs 2020 tarihinde de 325 gündür ölüm orucunda olan İbrahim Gökçek yaşamını yitirdi. Grup hakkındaki eserler. Hakkında birçok araştırma yazıları ve kitaplar yayımlanan Grup Yorum, basın tarafından "Hapishane Şarkıcıları", dinleyiciler tarafından "Kar Makinesi" sıfatlarıyla anılıyor. Grup hakkında iki kitap bulunmaktadır: Konserleri. Grup Yorum, yıllık sanat geçmişinde çok sayıda konserler vermiştir. Bu konserlerden en kitlesel olanı 15 Nisan 2012 yılında Bakırköy Halk Pazarı alanında gerçekleştirdikleri "4. Bağımsız Türkiye" konseridir. Grup Yorum Korosu ve 20 kişilik orkestranın yanı sıra Beşik Halk Dansları Topluluğu danslarıyla, Nihat Behram şiirleriyle, Zülfü Livaneli, Aylin Aslım, Aynur Doğan ve Hüseyin Turan şarkılarıyla eşlik etti. Konserin sonunda TAYAD'lı ailelerden Anadolu müzik gruplarına kadar değişik yerlerden gelenlerden ve yediden yetmişe her yaştan kurulan 150 kişilik halk korosu da sahneye gelerek Yorum' a eşlik etti. 3. Bağımsız Türkiye Konseri ise yine Bakırköy Halk Pazarı alanında 14 Nisan 2013'te gerçekleşti. Grup Yorum 30. Yıl Ege Konseri ise 2015'te Adana, Ankara, Tunceli, İzmir ve İstanbul'da gerçekleşti. Grup üyeleri. yıllık müzik kariyeri boyunca grup çok farklı sanatçılarla çalışmıştır. Grup "isimlerini değil müziklerini" bir marka olarak yaratmıştır. Geçmiş üyeler. (*) Kurucu üyeleri belirtmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1474", "len_data": 6608, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.33 }
Ayasofya (resmî adıyla Ayasofya Camii) ya da eskiden Ayasofya Kilisesi (), Trabzon'un Fatih Mahallesi'nde bulunan kiliseden çevrilmiş bir camidir. Orta Çağ'da denize yakın bir konumda ve tepelik bir arazi üzerinde inşa edilmiş bir manastır kilisesi idi. Trabzon İmparatorluğu'nun günümüze ulaşan en iyi korunmuş anısı kabul edilir. Bizans taşra üslubu ile, Gürcü soğan kubbe, Selçuklu taş işçiliğinin bir uyum içinde kullanıldığı sıra dışı bir mimarisi vardır. Trabzon İmparatorluğu döneminde Kutsal Bilgelik'e adanmış kiliselerden biri olan Ayasofya, tarih boyunca farklı işlevlerle kullanıldı. 16. veya 17. yüzyılda cami, I. Dünya Savaşı yıllarındaki Rus işgali sırasında askerî karargâh, hastane, depo; sonra yine cami oldu; 1964 yılında müzeye dönüştürüldü. Yapı, 28 Haziran 2013 tarihinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın katılımı ile resmi olarak ilk Cuma namazının kılınmasıyla Ayasofya, cami olarak ibadete açılmış ve müze işlevini yitirmiştir. Konumu. Trabzon kent merkezinde, kayalık bir burun üzerinde, eski bir Roma bazilikasının yerine inşa edilmiş olan Ayasofya, zamanla denize dolgu yapılması ve 2006 yılında devlet sahil yolunun deniz dolgusu yapılarak inşa edilmesi sonucu günümüzde denizden yaklaşık yarım kilometre içeridedir. Tarih. 1204 yılında Bizans İmparatorluğu başkentinin Latin istilasına uğraması üzerine imparatorluğun yeni bir yönetim merkezinden idare edilmesi zorunluluğu doğmuş; Trabzon'da Bizans'ın yeni yönetim merkezlerinden biri kurulmuştu. "Trabzon İmparatorluğu" olarak adlandırılan yeni idari oluşum, 13. yüzyılda kentte ciddi bir imar faaliyetine girdi. Ayasofya, bu imar faaliyeti sırasında inşa edilmiştir. Ayasofya'nın Trabzon Rum İmparatoru I. Manuil zamanında 1250-1260 rasında yapıldığı kabul edilir. Kilisenin yerinde eski bir yapının varolduğu sanılmaktadır. Kimi kaynaklara göre ise 1204 öncesinde yapılmış, I. Manuil döneminde yenilenmiş bir yapıdır. Kilise, 13. yüzyılda kent dışında kurulan manastıra bağlı idi ancak zamanla manastırın diğer ögeleri yok olmuştur. Trabzon İmparatorluğu'nu yöneten Komninos hanedanının karmaşık politik ilişkilerinden dolayı, mimarisi ve süslemeleri farklı devletlerle ilişkileri yansıtacak şekilde çok farklı özellikleri barındıran bir kilise yapısı inşa edilmiştir. Örneğin güney cephedeki bir dizi taş süslemede Gürcü etkisi varken atı cephesindeki dış narteks girişinde Selçuklu üslubunda taş süslemeler yapılmıştır. Yapının içindeki fresko resimlerin 1260'a doğru tamamlandığı düşünülür. Fresklerde, İncil’den alınma konulara yer verilmiştir. Kubbe’de Pantokrator İsa, onun altında melekler korosu ve yazı kuşağı; kuşağın altında dizi halinde meleklerin yer aldığı bir friz, vardır; pencere aralarında oniki aziz tasvirleri yer alır. Pandantiflerde ise değişik görünümlere yer verilmiştir. Mabedin batı tarafındaki dört köşe planlı ve iç duvarlarında resimler bulunan çan kulesi, kiliseden ayrı olarak 1427'de inşa edildi; içindeki süslemeler 1443'te yapıldı. Yapıdan 25 metre ileride yer alan bu kule yıldızları gözlemek, astronomi dersleri vermek amacıyla kullanılmıştır. Kulenin ayrıca deniz feneri olarak da kullanılmış olabileceği düşünülür. Yapı, Fatih Sultan Mehmed'in 1461 yılında Trabzon'u fethinden sonra da bir süre kilise olarak kullanılmaya devam etti. Trabzon hakkındaki yayınlarda Ayasofya’nın cami oluşu için farklı tarihler verilir. 1648’de Trabzon’a gelen Evliya Çelebi'ye göre 1583 yılında sultanın emriyle Kürd Ali Bey adında bir ayân tarafından (J. von Hammer'in elindeki nüshaya göre söz konusu valinin adı "Kurd"dur) bir minber ve müezzin mahfili eklenerek camiye dönüştürülmüştür. Ayasofya’yı cami halinde gören ilk Batılı seyyah, 1609’da Trabzon’dan geçen Fransız "Julien Bordier"'dir. Julian Bordier camiye dönüştürülen yapının onarılmadığı için boş tutulduğunu ve ibadet için kullanıldığını bildirmiştir. Kimi araştırmalara göre ise Osmanlı Sultanı III. Murat zamanında Trabzon Beylerbeyi Ali Bey’in girişimleriyle camiye 1670 tarihinde çevrilmiştir. Uzun süre ibadete kapalı olan yapı, 1864’te Bursalı Rıza Efendi'nin teşvikleriyle onarıldı. Müslüman cemaatin topladığı 95.000 kuruş ile Rum ustalar tarafından onarılarak yeniden ibadete açıldı. Ancak kentin dışında olması dolayısıyla, sürekli kullanılmayan cami, Osmanlı döneminde son olarak 1880’lerde onarıldı. I. Dünya Savaşı sırasında Trabzon’u işgal eden Rus ordusu tarafından depo ve askeri hastane olarak kullanıldı. Savaş sonrasında 1960 yılında dek cami olarak kullanılmaya devam etti. İngiliz arkeolog ve sanat tarihçisi David Talbot Rice, Ayasofya’daki freskleri açığa çıkarmak için bir proje başlattı. 1957-1962 yılları arasında Edinburgh Üniversitesi’nden Russell Vakfı uzmanları tarafından yürütülen çalışmalarla Ayasofya’nın iç yüzeylerini örten 19. yüzyıl sıvaları kaldırılarak altındaki freskler günışığına çıkarıldı. Bizans sanatıyla ilgili çevrede heyecan uyandıran bu çalışmanın ardından yapı, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edildi ve evrensel değer taşıyan fresklerin sergilenebilmesi için Ayasofya, müzeye dönüştürüldü 2000'li yıllarda müzenin camiye dönüştürülmesi gündeme geldi ve tartışmalara yol açtı. Yapının camiye dönüştürülmesi kimi muhafazakâr siyasetçi ve medya kurumlarınca desteklenirken; kimi aydınlar ve aktivistler freskler ve yapının zarar göreceği gerekçesiyle müze statüsünü yitirmesine karşı çıktı. 2013'te "Trabzon Ayasofya Müzesi müze olarak kalmalı" şeklinde bir imza kampanyası yapıldı. Ayasofya'nın müze işlevi iptal edilerek 3 Haziran 2013 tarihinde Kültür Bakanlığı tarafından Vakıflar Genel Müdürlüğüne teslim edildi. Ardından mahkeme kararları ve vakıf kaydı dolayısıyla Ayasofya, 28 Haziran 2013 Cuma günü cami olarak ibadete açıldı. Mimari. Yapı, geç Bizans Kiliselerinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilir. K"apalı kollu haç" planlıdır, yüksek kasnaklı bir kubbeye sahiptir. Kuzey, batı ve güneyinde revaklı üç kirişi bulunmaktadır. Yapı ana kubbenin üzerine değişik tonozlarla örtülmüş ve çatıya farklı yükseltiler verilerek kiremitle örtülmüştür. Üstün bir işçiliğin görüldüğü taş plastiklerde Hristiyan sanatının yanı sıra Selçuklu Dönemi İslam sanatının da etkileri görülür. Kuzey ve batıdaki revak cephelerinde görülen geometrik geçmeli bezemeleri içeren madalyonlarla, batı cephesinde görülen mukarnaslı nişler Selçuklu taş işlemelerindeki özellikleri taşımaktadır. Sanat. Binanın en görkemli cephesi güneyidir. Burada Adem'le Havva'nın yaratılışı kabartma olarak bir friz hâlinde anlatılmıştır. Güney cephesindeki kemerin kilittaşı üzerinde Trabzon'da 257 yıl hüküm süren Komninos Hanedanı'nın sembolü olan tekbaşlı kartal motifi bulunmaktadır. Kubbede ana tasvir İsa, onun tanrısal yönünü aksettiren "Hristos Pantokrator (Herşeye kâdir İsa)" tarzıdır. Bunun altında bir kitabe kuşağı, daha altta ise melekler frizi bulunur. Pencere aralarında on iki havari tasvir edilmiştir. Pandantiflerde değişik kompozisyonlar yer almaktadır. İsa'nın doğumu, vaftizi, çarmıha gerilişi, kıyamet günü gibi sahneler betimlenmiştir. Apsis tonozuun ortasında anelipsis sahnesi görülüyor.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1479", "len_data": 7032, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.7 }
Ahmet Hamdi Tanpınar (23 Haziran 1901, İstanbul - 24 Ocak 1962, İstanbul); Türk şair, romancı, deneme yazarı, edebiyat tarihçisi, siyasetçi ve akademisyendir. Cumhuriyet neslinin ilk öğretmenlerinden olan Ahmet Hamdi Tanpınar, ""Bursa'da Zaman" şiiri ile geniş bir okuyucu kitlesi tarafından tanınmış bir şairdir. Şiir, hikâye, roman, deneme, makale, edebiyat tarihi gibi birçok türe yönelen Tanpınar, "Yirmi Beş Senenin Mısraları"" adı altında beş yazılık bir deneme serisi de yayımlamıştır. TBMM VII. dönem Maraş milletvekilidir. Hayatı. 23 Haziran 1901'de Şehzadebaşı'nda doğdu. Babası Gürcü asıllı Hüseyin Fikri Efendi, annesi Nesime Bahriye Hanım'dır. Tanpınar, ailenin üç çocuğundan en küçüğüdür. Çocukluğu, kadı olan babasının görev yaptığı Ergani, Sinop, Siirt, Kerkük ve Antalya'da geçti. Annesini Kerkük'ten yaptıkları bir yolculuk sırasında 1915'te tifüsten kaybetti. Lise öğrenimini Antalya'da tamamladıktan sonra yükseköğrenim için 1918'de İstanbul'a gitti. Halkalı Ziraat Mektebinde bir yıl yatılı olarak okuduktan sonra lise öğrencisiyken şiirlerinden tanıdığı Yahya Kemal Beyatlı'nın etkisiyle 1919 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girdi. Burada başta Yahya Kemal olmak üzere Mehmed Fuad Köprülü, Cenab Şahabeddin, Ömer Ferit Kam, Babanzâde Ahmed Naim gibi hocaların derslerine devam etti. 1923 yılında Şeyhî'nin "Hüsrev ü Şirin" başlıklı mesnevîsi üzerine yazdığı lisans teziyle edebiyat fakültesinden mezun oldu. 1923'te Erzurum Lisesinde edebiyat öğretmenliğine başlayan Tanpınar 1926'da Konya Lisesinde, 1927'de Ankara Lisesinde, 1930'da Ankara Gazi Terbiye Enstitüsünde ve 1932'de İstanbul'daki Kadıköy Lisesinde öğretmenlik yaptı. Gazi Orta Muallim Mektebine bağlı Mûsiki Muallim Mektebinin diskoteğinde yer alan plaklar ve okulda görevli Alman hocalar sayesinde klasik Batı müziği ile tanıştı. Güzel Sanatlar Akademisindeki dersleri de Batı plastik sanatlarına karşı ilgisini uyandırdı. Bu dönemde yeniden şiir yayımlamaya başladı. 1926'da Millî Mecmua'da yayımlanan “"Ölü"” şiirinden sonra 1927 ve 1928 yıllarında (“"Leylâ"” şiiri hariç) hepsi Hayat dergisinde olmak üzere toplam yedi şiir yayımladı. İlk yazısı ise 20 Aralık 1928'de yine Hayat dergisinde çıktı. Şiir dışında ikinci bir çalışma alanı olarak çeviriye başlayan Ahmet Hamdi'nin 1929 yılında biri E.T.A. Hoffmann'dan (“"Kremon Kemanı"”), diğeri ise Anatole France'tan (“"Kaz Ayaklı Kraliçe Kebapçısı"”) olmak üzere iki çevirisi yine aynı dergide yayımlandı. 1930 yılında Ankara'da toplanan Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresinde, Osmanlı edebiyatının tedrisattan kaldırılması ve okullarda edebiyat tarihinin Tanzimat'ı başlangıç kabul ederek okutulması gerektiğini söyleyen Tanpınar, kongrede önemli tartışmaların doğmasına sebep oldu. Aynı yıl Ahmet Kutsi Tecer ile beraber Ankara'da "Görüş" dergisini çıkarmaya başladı. 1932 yılında Kadıköy Lisesine atanması üzerine İstanbul'a döndü. Ahmed Hâşim'in vefatıyla boşalan "estetik mitoloji" derslerini vermek üzere 1933'te Sanayi-i Nefise'ye tayin edildi. Tanzimat'ın 100. yıl dönümü dolayısıyla 1939'da eğitim bakanı Hasan Âli Yücel'in emriyle edebiyat fakültesi bünyesinde kurulan "19'uncu asır Türk edebiyatı" kürsüsüne, doktorası olmadığı hâlde, "yeni Türk edebiyatı profesörü" olarak atandı ve Tanzimat'tan sonraki Türk edebiyatının tarihini yazmakla görevlendirildi. Hazırladığı edebiyat tarihinin de etkisiyle 1940'lı yıllarda yazı faaliyetlerini yeni Türk edebiyatı etrafında şekillendirdi. Kitap tanıtım yazıları ve İslam Ansiklopedisi'ne maddeler yazdı. 1940 yılında 39 yaşındayken Kırklareli'nde topçu teğmeni olarak askerliğini yaptı. 1943-1946 yılları arasında Maraş milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisinde bulundu. 1946 seçimlerinde parti tarafından aday gösterilmeyince bir süre Millî Eğitim Bakanlığı'nda müfettişlik yaptı. 1948'de akademideki estetik hocalığına ve 1949'da Edebiyat Fakültesindeki kürsüsüne döndü. 1953'te edebiyat fakültesi, Tanpınar'ı altı aylığına Avrupa'ya gönderdi. 1955'te Paris Filmoloji Kongresi'ne katılmak üzere üç haftalığına, 1955'te Venedik Sanat Tarihi Kongresi'ne katılmak üzere bir aylığına, 1957'de Münih Müsteşrikler Kongresi'ne katılmak üzere yine bir haftalığına, 1958'de Venedik'te gerçekleşen felsefe kongresine katılmak üzere bir haftalığına yurt dışına çıktı. 1959'da edebiyat tarihinin ikinci cildi için kaynak toplamak üzere Rockefeller bursuyla bir yıllığına yeniden Avrupa'ya gitti. Yurt dışı seyahatlerinde İngiltere, Belçika, Hollanda, İspanya, İtalya, Almanya ve Avusturya'yı gezerek görme imkânı buldu. Sağlığı gittikçe bozulan Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Ocak 1962 tarihinde geçirdiği kalp krizi neticesinde İstanbul'da 60 yaşında öldü. Cenaze namazı Süleymaniye Camii'nde kılındı ve Rumelihisarı Âşiyân Mezarlığı'nda Yahya Kemal'in mezarının yanı başına defnedildi. Mezar taşına meşhur ""Ne İçindeyim Zamanın" şiirinin ilk iki mısrası yazılmıştır:"Ne içindeyim zamanın""Ne de büsbütün dışında...""Ahmet Hamdi Tanpınar Gayri Menkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu, Yahya Kemal'i Sevenler Derneği ve Fransa'daki Marcel Proust Dostları Derneği üyesiydi. Edebî hayatı. Yahya Kemal, onun şiir zevkinin, millet ve tarih hakkında görüşlerinin oluşmasında önemli rol oynadı. Celâl Sahir Erozan'ın bir şiir ve hikâye toplamı şeklinde yayımladığı seriden “"Altın Kitap"”taki “"Musul Akşamları"”, yayımladığı ilk şiir oldu (Temmuz 1920). Daha sonraki şiirleri Dergâh, Millî Mecmua, Anadolu Mecmuası, Hayat, Görüş, Yeni Türk Mecmuası, Varlık, Kültür Haftası, Ağaç, Oluş, Ülkü, İstanbul, Aile, Yeditepe gibi kültür ve edebiyat dergilerinde yayımlandı. Yahya Kemal'in çıkardığı Dergâh'ta 1921-1923 arasında 11 şiiri yayımlandı. En tanınmış şiiri olan “"Bursa'da Zaman"”ın ilk hâli “"Bursa'da Hülya Saatleri"” başlığıyla 1941'de Ülkü mecmuasında yayımlandı. Vefatına yakın zamanda yaptığı bir seçimle ""Şiirler" adıyla basılan kitabına otuz yedi şiirini aldı. Bu eser, Tanpınar'ın ilk ve tek şiir kitabıdır. Bu esere alınmasını uygun bulduğu şiirlerin hepsi hece vezniyledir. Vefatından sonra İnci Enginün tarafından bir araya getirilen ve "Bütün Şiirleri" başlıklı antolojide 74 şiir bulunmaktadır. 1930'da ilk makalesi "Şiir Hakkında"" yayımlandı. Bir bilim insanı olarak “XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi” adlı eseriyle edebiyat tarihçiliğine yeni bir görüş ve bakış açısı getirmiştir. Hem bu eserde hem de diğer edebiyat yazılarında ayrıntılara büyük önem vermiş, edebî şahsiyetler ile metinler hakkındaki şairane üslubunu belgelere dayanan bilimsel bir tarih anlayışıyla harmanlamıştır. Bu eser iki cilt hâlinde düşünülmüş fakat tamamlanamamıştır. Yayımlanan birinci cilt, Tanzimat'tan başlayıp 1885'e kadar olan dönemi ele almaktadır. İkinci kitabı olan “"Namık Kemal Antolojisi"”ni 1942 yılında yayımladı. 1943'te öykülerini içeren “"Abdullah Efendinin Rüyaları"”nı yayımladı. Bu, onun basılı ilk edebiyat yapıtıdır. Aynı yıl “"Yağmur"”, “"Güller ve Kadehler"” ve “"Raks"” gibi ünlü şiirleri yayımlandı; “"Bursa'da Hülya Saatleri"” şiiri, “"Bursa'da Zaman"” adıyla tekrar basıldı. İlk romanı Mahur Beste 1944'te Ülkü dergisinde tefrika edildi. Tanpınar'ın önemli çalışması Beş Şehir, 1946'da kitaplaştı. Huzur romanı 1948'de Cumhuriyet'te tefrika edildikten sonra büyük değişikliklerle kitap hâline getirilip 1949'da yayımlandı. Aynı yıl Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in ısmarladığı XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinin 600 sayfalık ilk cildini yayımladı. İki cilt olarak tasarladığı bu eserin ikinci cildi yarım kalmıştır. Sahnenin Dışındakiler adlı romanı 1950'de Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edildi. 1954 yılında Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanının Yeni İstanbul gazetesinde tefrikası yapıldı, 1955 yılında ise ikinci hikâye kitabı olan Yaz Yağmuru yayımlandı. 1957 ve 1958 yıllarında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazılarına ağırlık verdi. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Euripides'ten ""Alkestis" (Ankara 1943), "Elektra" (Ankara 1943) ve "Medeia" (Ankara 1943), Henry Lechat'tan da "Yunan Heykeli" (İstanbul 1945) tercümeleri de bulunmaktadır. Ölümünden sonra. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın sağlığında yayımlatamadığı birçok çalışması ölümünü takip eden yıllarda teker teker yayımlanmıştır. 1970'li yıllardan sonra Tanpınar'a artan ilgiyle onun hayatı, hatıraları, şahsiyeti ve eserlerindeki başlıca tema ve fikirleri üzerine çok sayıda eser ve makale yazılmış, tezler hazırlanmıştır. Abdullah Uçman ile Handan İnci'nin hazırladığı "Bir Gül Bu Karanlıklarda: Tanpınar Üzerine Yazılar" başlıklı derleme, Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında 2007'ye kadar yayımlanmış 855 yazı ile 27 kitabın ayrıntılı bibliyografyasını ve aralarından seçilmiş 110 yazının metnini bir araya getirmektedir. Enis Batur 1992 yılında "Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Seçmeler" adlı bir kitap hazırladı. 1998 yılında da Canan Yücel Eronat tarafından hazırlanan “"Tanpınar'dan Hasan Âli Yücel'e Mektuplar"” kitaplaştı. Tanpınar'ın önceki kitaplara girmemiş yazıları ve söyleşileri ise "Mücevherlerin Sırrı" adı altında toplanarak yayımlandı. 1953 yılında yazmaya başladığı ve 1962 yılında vefatına kadar tuttuğu notlar, 2007'de "Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Baş Başa" başlığıyla neşredildi. Bunların dışında Zeynep Kerman tarafından derlenen 111 mektup "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Mektupları"" başlığıyla yayımlandı. Canan Yücel Eronat, "Tanpınar’dan Hasan Âli Yücel'e Mektuplar"ı hazırladı. Alpay Kabacalı, "Bedrettin Tuncel'e Mektuplar" başlığıyla 7 mektubu derledi. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın günlükleri de İnci Enginün ile Zeynep Kerman tarafından gerekli notlar ve açıklamalarla birlikte "Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Baş Başa" adı altında toplandı. Öğrencilerinin tuttuğu ders notları ""Edebiyat Dersleri" ve "Tanpınar'dan Yeni Ders Notları"" ismiyle basıldı. Eleştiriler. Tanpınar, özellikle roman alanında çok sayıda eser vermemesine rağmen, ölümünden sonra yapıtlarının yayımlanmasının yanı sıra, hakkında kırka yakın inceleme kitabı çıkmış ve yeni Türk edebiyatının başlıca inceleme alanlarından biri hâline gelmiştir. Tanpınar, çağdaşlaşma sürecinde bireyin, geleneksel kültürle modern kültür arasında sıkışması, yaşadığı çatışma, bunun toplum hayatına yansıması, bireyin iç dünyasındaki yansımalarını romanlarında işlemiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1482", "len_data": 10148, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.52 }
Sinop, Türkiye'nin Karadeniz Bölgesi'nde bir ildir. İl nüfusu 2023 TÜİK verilerine göre 229.716'dır. İlin yüzölçümü 5.717 km²'dir. İlde  km2'ye 40 kişi düşmektedir. 2021 verilerine göre 9 İlçe, 9 belediye, bu belediyelerde 50 mahalle, ayrıca 464 köy bulunmaktadır. Köken bilimi. Antik Çağ'da, Paflagonya bölgesi içinde kalan Sinop'un saptanabilen en eski adı, Sinope'dir. Bir söylenceye göre kent adının kurucusu olarak kabul edilen aynı isimli bir Amazon kraliçesinden almıştır. Bir başka söylenceye göreyse, kenti eski Yunan'da Irmak Tanrısı Asopos'un "su perisi" kızlarından Sinope kurmuştur. Bahsi geçen Yunan efsaneleri İÖ V. - IV. ve III. Y.Yıllarda tarihlenmektedir ve aynı dönem kent sikkeleri üstünde, Sinope'nin başı görülmektedir. Hangi söylence benimsenirse benimsensin, kentin kurucusunun Sinope olduğu kesindir. Ancak, Sinope bir su perisi ise, kentin Yunan kolonicilerce; Amazon ise; Anadolu'nun yerli halklarınca kurulmuş olması gerekir. Bu ikilem, dilbilim çalışmalarıyla bir ölçüde çözülmemiştir: Gerek etimolojisine yabancı olan Sin ya da Sind sözcüklerine Yunanistan'ın dışında daha çok Pontos,Doğu Anadolu Bölgesi,İran ve Hindistan'da rastlanmaktadır. Bu da, Sinope adının yerli Anadolu dillerinde gelmiş olabileceğini göstermektedir. Strabon ise, kentin kurucusu olarak, Argonotlardan Teselyalı Otolikos'u göstermekte ve onun kenti ele geçirerek bir Yunan kolonisi kurduğu yazmaktadır. "Kentin ele geçirilmesi" kavramı, kolonileştirmeden önce, kent'te yerli bir halkın yaşandığını ortaya koymaktadır. Strabon'un sözünü ettiği gelişmeden sonra, Sinope Kenti İÖ VII. yıllarında bir kez Miletuslularca kolonileştirilmistir. Kent'te, sırasıyla Miletuslu Habrindas, Koos ve Krenitas dönemlerinde yerleşilmiştir. Tüm bü söylence ve tarihsel olaylar Sinop'un ilk çağlarda yerli halkça kurulduğunu, bu yerleşimi, söylencesel Argonot seferiyle ilgili olarak bir Yunan kolonisi'nin izlediğini, son olarak da Miletuslular'ın burada bir koloni kurduğunu ortaya koymaktadır. Sinop'u da içeren Karadeniz Bölgesi'nin en eski halkı Hitit kaynakalrında bahsi geçen Kaşkalar olup bu kaynağa göre "Arauanna Ülkesi" adlı bir bölge de, Sinop yöresinde bulunuyordu. Tarihçe. Sinop, tarihî açıdan önemli bir yerdir. Antik çağdan beri parlak ve yoğun bir ticari ve kültürel yaşantıya sahip olan Sinop, bu niteliğini Bizans, Selçuklu, Candaroğlu ve Osmanlı yönetimlerinde de sürdürmüş, ayrıca kale ve tersanesi ile bölgenin en önemli askeri üslerinden biri olmuştur. Bu durumunu Sinop Baskını'ndan sonra kaybetmeye başlayan kent, sur dışına güneydoğu yönde azınlık yerleşmeleri ile batıya doğru ise yönetim ve eğitim gibi kamu hizmetleri yerleşmesiyle çıkmıştır. Pontus dönemi. 183 MÖ Pharnakes I Sinop'u ele geçirdi ve Pontus Krallığı'nın başkenti yaptı. O dönemlerde, Sinop tarihinde en parlak dönemini yaşadı. Tüm tarihi yapıtlar ve Sinop Kalesi Pontus dönemine dayaniyor. Pontus Kralı Mithridates VI MÖ 64 yılında yapılan savaşı Pompeius Magnus'a kaybedince Romalılar Pontus'u Roma İmparatorluğu'nun egemenliği altına aldılar. Sinop'un önemi Roma döneminde azalmıştır. Bizans dönemi. Sinop doğal korunaklı bir liman kenti olduğu için, Bizans Dönemi'nde de önemini korudu. Rusya steplerinden ya da Orta Anadolu'dan gelen ürünlerin boşaltma yükleme merkezi burasıydı. Sinop, Bizans egemenliği dönemlerinde Paflagonya Theması içinde yer alıyordu. Osmanlı dönemi. Osmanlı yönetimi altında Sinop, bir süre barış içinde yaşadı. Ancak patlak veren Celali ve Suhte ayaklanmaları sırasında büyük sıkıntılar çekti. 1558'de Kanuni'nin oğulları Selim ve Beyazıd arasında çıkan saltanat kavgasından sonra Anadolu'da karışıklar giderek arttı. İran'a sığınan Beyazid geri dönmesi kaygısıyla Rumeli askerinin Amasya-Tokat arasında bekletilmesine karşın, yöredeki olaylar azalmadı. Sinop, Bafra ve Ladik'te suhteler halkın can, mal ve namusuna saldırıyorlardı. Devlet görevlilerinden ve halktan bazı kişiler de, suhtelere yardımcı oluyorlardı. Kastamonu Sancakbeyi Süleyman Bey'de İstanbul'a gönderdiği mektupta Boyabat, Sinop, Durağan kadılıklarına zekat, sadaka ve benzer adlarla zorla para toplayan suhtelerden ve rüşvet karşılığı bunlara yardım eden hazine tahsildarlarından yakınıyordu. 1567-1568'de olayların daha da artmış olduğu; Sinop Kadısı'nın İstanbul'a gönderdiği mektupta anlaşılmaktadır. Bolu'da soygunlar düzenleyen iki suhte topluluğu, devlet giriştiği hareket sırasında Sinop'a çekildiler. Sinop'taki eylemleri yakınma konusu olunca devlet, Bursa Sancakbeyine suhteri cezalandırma görevi verdi. 200 kadar sipahi seferden alıkonularak suhteler üzerine gönderildi. Ancak sipahiler suhtelerle çarpışmaya yanaşmadılar. Boyabatlı Söyleme ve Kara Hüseyin adındaki suhtelerin başkanlığında hareket eden gruplar, yöredeki tüm kasabaları haraca bağladığı gibi, Sinop Kadısı'nın yolunu kesip bir adamı öldürdüler. II. Meşrutiyet dönemine gelindiğinde Dr. Rıza Nur Sinop Mebusu olarak meclise girdi. Yönetim. 2021 yılında TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 9 İlçe, 9 belediye, bu belediyelerde 50 mahalle ve ayrıca 464 köy vardır. İllerde protokolde ilk sırada yer alan Vali, merkezi yönetimi temsil eder ve Cumhurbaşkanı tarafından atanır. Büyükşehir dışındaki illerde yerel yönetim, şehirler düzeyindedir. Belediye Başkanı, belediye sınırları içinde kalan seçmenin oy çokluğu ile seçilir. Aynı seçmen İlçe Belediye Meclisi için de oy kullanarak ilçelerin belediye meclislerini oluşturur. İldeki bütün seçmenler ayrıca il genel meclisi için de oy kullanarak, İl Genel Meclisinin oluşumunu sağlarlar. İl genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için yapılan seçimlerde, onda birlik baraj uygulamalı nispi temsil sistemi, belediye başkanlığı seçiminde ise çoğunluk sistemi uygulanır İl genel meclisi ve belediye meclisi üye sayıları ilçe nüfusuna göre, kontenjandan kalan sayıların partilere dağılımı ise D'Hondt Sistemine göre belirlenir (Kanun:2972-Madde:23) İl Genel Meclisi, İl Özel İdaresinin karar organıdır, başkanını üyeleri arasından gizli oyla seçer. Ayrıca, İl Genel Meclisi kendi içinden gizli oyla bir yıl görev yapacak 5 kişilik İl Encümenini seçer. Merkezi yönetim, Vali ve İl Müdürlerinden oluşur. İl Özel İdaresi (İl Genel Meclisi ve İl Encümeni) seçilmişlerden oluşur, ancak Vali başkanlığında görev yapar. Yerel yönetim ise belediye başkanları ve belediye meclislerinden oluşur. Sinop Valisi, 1970-Rize doğumlu Erol KARAÖMEROĞLU'dur. 18 Haziran 2020 tarihinde Altındağ Kaymakamı iken atanmıştır. Sinop Belediye Başkanı, 1967-Sinop doğumlu Metin GÜRBÜZ (CHP), 31 Mart 2024 seçimlerinde %49,21 oy oranıyla seçilmiştir. 2019 Türkiye yerel seçimleri sonuçlarına göre Sinop İl Genel Meclisi üye sayısı, 18 AK PARTİ ve 3 CHP olmak üzere 21’dir. Sinop Belediye Meclisi ise 9 AK Parti ve 16 CHP olmak üzere 25 üyeden oluşur. 2023 Genel seçimleri sonucu, Sinop'u temsilen TBMM'e AKP'den 1 milletvekili (Nazım Maviş), CHP'den 1 milletvekili (Barış Karadeniz) seçilmiştir. Coğrafya. Anadolu 'nun kuzey yönde uç noktası olan İnceburun'a doğu yönün'de bağlanan Boztepe Burnu berzahında bir kale-şehir olarak kurulmuş ve tarih boyunca doğu yönde gelişmiştir. Tarih boyunca kale dışına pek taşmayan şehir bir liman kenti özelliği taşır. Berzahın kuzey doğusundaki dış liman fırtınalara açık olduğu ve denizcilik bakımından kullanışlı sayılmadığı halde, Antikçağ 'da daha çok bu limanın kullanıldığı bilinir. Zamanla kum dolan ve kullanılamaz hale gelen bu limanı berzanın güney-doğusundaki iç limana aynı dönemde bir kanal bağlardı. Bu kanal, Selçuklular döneminde kapatılmıştır. Yarımadanın güney yönündeki iç liman ise rüzgarlara kapalı konumuyla ve sakin deniziyle güney Karadeniz'in en önemli limanıydı. Bu özellikleri yüzünden "Akdeniz" ismini almıştır. Tarih boyunca işlek bir liman yaşantısı ve tersane faaliyeti bu limanda gerçekleşmiştir. 19. yüzyıl'a kadar tamamen ayakta duran surlardan ise günümüze büyük bir kısmı kalmıştır ve yıkıntılarından rekonstrüksiyonu yapılabilir. Şehrin gelişimi sürekli olarak doğu yönde, Boztepe Burnuna doğru olurken, kuzeydeki Akliman ve Anadolu yönünde birkaç azınlık yerleşmesinden başka bir yerleşim olmamıştır. Doğudaki yarımada ise gittikçe sarplaşmakta, Hıdırlık tepesinde 187 metre yüksekliğe ulaşmakta ve nihayet deniz yönünde dik yarlar ile kuşatılmaktadır. Bu durumda şehrin deniz yönünden ve berzahtan zaptedilmesi imkânsız olmaktadır. Nüfus. Güncel Nüfus Değerleri (TÜİK 6 Şubat 2025 verileri) Sinop ili nüfusu: 226.957'dır. Bu nüfusun % 62,78'i şehirlerde yaşamaktadır (2024 sonu). İlin yüzölçümü 5.718  km2'dir. İlde  km2'ye 40 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkezde 158'dır.) İlde yıllık nüfus azalış oranı % 1,20 olmuştur. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Gerze (% 1,92)- Saraydüzü : % -11,67 (Bu ilçenin nüfusu 2023 yılında %18,45 oranında artmıştı) 06 Şubat 2025 TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 9 İlçe, 9 belediye, bu belediyelerde 51 mahalle ve ayrıca 465 köy vardır. Spor. 2018-2019 Sezonu sonunda, Futbol takımı Sinopspor, BAL (Bölgesel Amatör Lig)'de grubunu 9.sırada tamamlamıştır. Hentbol 2.lig kadın ve erkek liglerindeki 2 takımı küme düşmüştür. Voleybol bölgesel liginde 1 takımı liglere katılmıştır. 2022-2023 Türkiye Kupası'nda Boyabat 1868 Spor, 3.turda elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Sinop Dokuzoğlu Stadı (2.500), Atatürk Kapalı Spor Salonu (1.080), Sinop Olimpik Yüzme Havuzu (500)"dur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1484", "len_data": 9299, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.76 }
Türk Dil Kurumu (TDK), Türkçeyi incelemek ve Türkçenin gelişmesi için çalışmak amacıyla 12 Temmuz 1932'de Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan kurumdur. Türkiye'nin başkenti Ankara'da yer alan kurum, Türk dili üzerine çalışmaların yapılıp yayımlandığı bir merkezdir. Türk Dil Kurumu 1955'ten başlayarak çeşitli dallarda ödüller verdi. Ödüller her yıl 26 Eylül Dil Bayramı'nda Ankara'da yapılan törenle sahiplerine verilirdi. Ödül verilen dallar farklı yönetmeliklere göre zaman zaman değişirdi. 1983'te Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesine alındıktan sonra Türk Dil Kurumu ödülleri kaldırıldı. Günümüzde ise Türk Dil Kurumu tarafından "Türk Diline Hizmet Ödülleri" verilmektedir. Tarihçe. Kurum, "Türk Dili Tetkik Cemiyeti" adı ile 12 Temmuz 1932'de Mustafa Kemal Atatürk'ün talimatıyla, devletten ayrı bir dernek olarak kurulmuştur. Kurumun kurucuları, hepsi de milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan Samih Rifat Bey, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri'dir. Kurumun ilk başkanı Samih Rifat Bey, ilk genel sekreteri Ruşen Eşref Ünaydın'dır. Kurumun 1933-1955 yılları arası başuzmanı Abdülkadir İnan, 1938-1979 yılları arası garp dilleri başuzmanı Agop Dilâçar olmuştur. Türk Dili Tetkik Cemiyetinin gereği, "Türk dilinin öz güzelliğini ve varsıllığını ortaya çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek" olarak belirlenmiştir. Atatürk'ün sağlığında 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem Kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil siyaseti belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştır. 26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan Birinci Türk Dili Kurultayı için yayımlanan bildiride Kurultay'a yalnız uzmanların, Türkçe-edebiyat öğretmenleri ile yazarların değil halktan da dileyenlerin katılması istenildiği için yayımlanan bildiride "Kadın erkek, her Türk yurttaş; Türk Dili Tetkik Cemiyeti üyesidir. Kendini Kurultay'a çağrılmış saymalıdır." denilmişti. Kurultay'ın sonunda Kurumun "lügat-ıstılah, gramer-sentaks, derleme, lenguistik-filoloji, etimoloji, yayın" adları ile altı kol hâlinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edilmişti. Atatürk'ün kendisi de Türk dili üzerindeki yerli ve yabancı araştırmaları inceleyerek, dönemindeki bilginleri Türk dili üzerinde araştırmalar yapmaya yönlendirmiştir. Nitekim Türk dilinin en eski anıtları olan Göktürk yazılı metinlerin ilk iki cildi onun sağlığında yayımlanmış; 1940'larda yayın yaşamına çıkabilen "Dîvânu Lügâti't-Türk" ve "Kutadgu Bilig" gibi yapıtlar üzerinde yine onun sağlığında çalışılmaya başlanmıştır. Daha sonra birçok cilt hâlinde ortaya çıkacak olan Tarama ve Derleme Sözlüğü'yle ilgili çalışmalar da Atatürk'ün sağlığında başlamıştır. Tarama Sözlüğü, 13. yüzyılda başlayan Batı Türkçesinin eski eserlerinin taranmasıyla; Derleme Sözlüğü, Anadolu ağızlarında kullanılan kelimelerin derlenmesiyle oluşturulmuş büyük sözlüklerdir. Çağdaş Türkçenin dilbilgisi, sözlüğü, yazımı ve terimleriyle ilgili çalışmalar da Atatürk tarafından ilgiyle izlenmiştir. Türk Dil Kurumunun kuruluşuyla birlikte çağdaş Türkçede Atatürk'ün öncülüğünde özleştirme akımı başlamıştır. Atatürk'ün ölümünden sonra Öz Türkçe akımı Türk aydınları arasında sürekli tartışılan bir konu olmuştur. Türk Dil Kurumu bu akımın öncülüğünü yapmayı 1983'e dek sürdürmüştür. Atatürk, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı vasiyetname ile mal varlığının bir bölümünü Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumuna bırakmıştır. Fakat Atatürk'ün vasiyetnamesine aykırı davranılarak 1983'te Türk Dil Kurumu devletleştirilmiştir. Türk Dil Kurumu, 1940'ta Bakanlar Kurulu kararıyla "kamu yararına çalışan dernekler" statüsü kazandı. 1951'de Demokrat Parti iktidarının bütçe görüşmeleri sırasında kurumun ödeneğinin kesilmesine karar verildi. Bir başka önemli yapı değişikliği 1982-1983 yıllarında gerçekleştirilmiştir. 1982'de kabul edilen ve şu anda da yürürlükte olan Anayasa ile Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu bir Anayasa kuruluşu olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altına alınarak devletleştirilmiş ve dernek tüzel kişiliklerine son verilmiştir. Atatürk, 1 Kasım 1936'da Türkiye Büyük Millet Meclisinin 5. dönem 2. yasama yılının açılış konuşmasında Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunun geleceği ile ilgili dileklerini şu sözlerle dile getirmişti: "Başlarında değerli Eğitim Bakanımız bulunan Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun her gün yeni gerçek ufuklar açan, ciddi ve aralıksız çalışmalarını övgü ile anmak isterim. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründe başlangıcı temsil ettiklerini, kabul edilebilir bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk ulusunun değil, bütün bilim dünyasının ilgisini ve uyanmasını sağlayan, kutsal bir görev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim. (Alkışlar) Tarih Kurumunun Alacahöyük'te yaptığı kazılar sonucunda, ortaya çıkardığı beş bin beş yüz yıllık maddi Türk tarih belgeleri, dünya kültür kahraman tarihinin yeni baştan incelenmesini ve derinleştirilmesini gerektirecektir. Birçok Avrupalı bilim adamının katılması ile toplanan son Dil Kurultayının aydınlık sonuçlarını görmekle çok mutluyum. Bu ulusal kurumların az zaman içinde ulusal akademilere dönüşmesini dilerim. Bunun için, çalışkan tarih, dil ve bilim adamlarımızın, bilim dünyasınca tanınacak orijinal eserlerini görmekle mutlu olmanızı dilerim." Amaçları. TDK'nin 2003-2007 Stratejik Plan Raporu'na göre amaçları şunlardır: Tartışmalı başlıklar. Kurum, Suriye İç Savaşı sırasında bazı basın kuruluşlarında Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad'ın adının Beşşar Esed şeklinde yazılmasıyla başlayan tartışmada "Beşşar Esed" adının tercih edilmesini önermiştir. 2013 Taksim Gezi Parkı Protestoları sırasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından eylemcilere "çapulcu" denmesinin ardından bu yorum büyük tepki çekmiş tepkilerden sonra ise Türk Dil Kurumunun, "çapulcu" kelimesinin tanımını "Başkasının malını alan, yağma, talan eden kimse, talancı, yağmacı, plaçkacı" tanımından "Düzene aykırı davranışlarda bulunan, düzeni bozan, plaçkacı" olarak değiştirdiği iddia edilmiştir. Ancak, Türk Dil Kurumu Başkanlığı (TDK), sözlüklerindeki "çapulcu" sözcüğünün anlamında herhangi değişiklik yapılmadığını bildirdi. Kurumun hazırladığı ve şu anda satışta olan 11. baskı Türkçe Sözlük'ün 2010'da yayımlandığına işaret edilen açıklamada, "Bu sözlükte 'çapulcu' sözcüğünün tarifi neyse internet sayfamızdaki sözlüğümüzde yer alan tarif de aynıdır. Herhangi bir değişiklik söz konusu değildir." ifadelerinden herhangi bir değişikliğin gerçekleşmediği ortaya konmuştur. Kurumun, 2012-13 Mısır protestoları sonrasında görevden alınan Muhammed Mursi'nin durumu kamuoyu tarafından irdelenirken sözlükteki "darbe" tanımının değiştirildiğinin sav edilmesi üzerine tepki almış, karar Türkiye P.E.N. Yazarlar Derneği tarafından eleştirilerek TDK yönetimi istifaya davet edilmiştir. Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Mustafa S. Kaçalin'in 20 Haziran 2013 Perşembe günü Anadolu Ajansına yaptığı açıklamada "Son günlerde günlük hadiseler dolayısıyla halkımızda bazı kelimelere karşı merak ve hassasiyet uyanmıştır. Önce 'çapulcu', ardından 'darbe' kelimesinin, ülke gündeminin etkisinde kalınarak verilen ani kararlarla değiştirildiği yönündeki "asılsız haberler", doğru ile yanlışın birbirine karışmasına sebebiyet vermiş ve Kurumumuz sözlü ve yazılı olarak zaman zaman hakarete varan haksız ithamlarla karşı karşıya kalmıştır. Bütün bu gelişmeler Kurumumuzca bir açıklama yapılmasını zaruri kılmıştır." ifadelerine yer vererek değişiklik yapılmadığını kanıtlarıyla ortaya koymuştur. 10 Mart 2015 tarihinde, "müsait" sözcüğünün karşılığını "flört etmeye hazır olan, kolayca flört edebilen (kadın)" olarak vermesi tepki görmüştür. TDK tarafından yapılan açıklama şu şekildedir: "TDK’nin üç gün süren toplantısında bir yandan Türkçenin Etimoloji Sözlüğü’nün düzenlenişi üzerine konuşmalar yapılmış, öte yandan da Türkçe Sözlük’ün mevcut maddelerinin tanımı görüşülmüş, Sözlük’teki tanımların baştan sona dikkatle yeniden okunmasına, düzenlenmesine karar verilmiştir. Sözlükçünün görevi bir kelimeye kendi başına, masa başında yeni bir anlam katmak değil, yazı dilinde ve günlük dilde kullanılışlarına bakıp var olanı tespit ederek sözlüğe yansıtmaktır. Kelime ilk defa 1918’de tespit edilmiştir. Teklz. Flörte temayülü olan: Ne müsait kız. Bana tuhaf tuhaf gülüyor. Eliyle manasını anlamadığım işaretler yapıyor. Ömer Seyfeddin. “Nakarat”, Yeni Mecmua, C. 3, S. 63, 3 Teşrinievvel 1918, s. 218. Kelimenin bu anlamı ilk defa Meydan Larousse Ansiklopedisi'nde (1972, 1981, C. 9, s. 155, sol sütun) aşağıdaki şekilde yer almıştır. Belli ki müsait sözünün bugünlerde söz konusu edilen anlamı 1983'te yayımlanan 7. baskıya bu yolla girmiş olmalıdır. Söz konusu anlam tam da bu hâliyle ilk kez 1983'te Türkçe Sözlük'e girmiştir (682. sayfa, sol sütun). O dönem sözlüğü hazırlayanların hangi düşünce ile bu anlamı müsait kelimesine ilave ettiklerini bilemiyoruz. Ancak kesin olan, bu anlam, 1983'ten beri Sözlük'ün her baskısında aynı şekilde devam etmiştir. Yani bir iki günlük bir konu veya iş değildir, 32 yıldan beri bu anlam sözlükte aşağıdaki şekliyle mevcuttur. müsait s. (müsa:it) Ar. musā‘id 1. Uygun, elverişli: Müsait bir gün geleceğim. 2. tkz. Flört etmeye hazır olan, kolayca flört edebilen (kadın). Aşağıdaki sözlüklerde ise TDK Sözlük'ünde verilen anlam aynı şekilde yer almıştır. Karacan Büyük Sözlük ve Genel Kültür Ansiklopedisi, [1982], C. 5 (L-R), s. 1521, sol sütun. Milliyet Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedi, 1986, C. 16, 8466, sol sütun. Dil Derneği, Türkçe Sözlük, 2. baskı, 2005, s. 1394, sağ sütun. Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük, Genişletilmiş 5. baskı, 2004, s. 1276, sol sütun. Türkçenin derlemi (corpus) üzerine hazırlanmış en geniş çalışmaya baktığımızda müsait'in 560 kez geçtiğini görürüz. Ancak söz konusu edilen ikinci anlam bu 560 örnek arasında karşımıza çıkmaz. Türkçe Sözlük'te teklifsiz konuşmaya (tkz.) özgü bir kullanım olarak kaydedilen bu anlam belli ki bir tür argo kullanımdır. Büyük bir ihtimalle de 1980'li yıllarda bu anlam, belirli bir çevrede kullanılmış olabilir. Bugün bu anlam herkesçe bilinen bir anlam değildir. Belki de bir döneme özgü, moda sözlerdendir. Bir yönden cinsiyet ayrımcılığı güden, bir yönden de bu anlamıyla kullanılışı neredeyse hiç bilinmeyen bu kelime, Türkçe Sözlük'ün yeni baskısında ve Genel Ağ ortamındaki kullanımlarında gerekli taramalar yapıldıktan sonra yeniden düzenlenecektir. Kamuoyunda tartışmalara sebep olan bu ve benzeri konularla ilgili TDK olarak çalışma yapılacak ve kamuoyuyla paylaşılacaktır." Çalışmaları. Bugün Türk Dil Kurumu; 20'si Yükseköğretim Kurulu, 20'si Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu tarafından seçilen 40 asil üyeye sahiptir. Üyelerin büyük çoğunluğu Türk üniversitelerinde çalışan Türkologlardır. Cumhurbaşkanı tarafından atanan TDK Kurum Başkanı ve 40 asil üye, Bilim Kurulunu oluşturur. Kurumun bilimsel çalışmaları bu kurul tarafından planlandığı gibi yönetim işlerini üstlenen Yürütme Kurulu ile bilimsel çalışmaları yürüten Kol ve Komisyonların üyeleri de bu kurul tarafından seçilmiştir. Bilimsel çalışmaları yürüten kollar şunlardır: Bilimsel çalışmaları yürüten komisyonlar şunlardır: Türkiye Türkçesinin çağdaş sözlüğünü sürekli geliştirerek yayımlayan Türk Dil Kurumu, "Yazım Kılavuzu"'na da son şeklini vererek 27. baskısını 2012 yılında yayımlamıştır. 2023 yılı içinde 12. baskısı çıkmış olan "Türkçe Sözlük"'te 100 bin civarında madde başı sözcük yer almıştır. Son dönemde, yılda 30-40 bilimsel eseri yayın dünyasına kazandıran Türk Dil Kurumunun üç süreli yayını da bulunmaktadır. Güncel dil konularını ve geniş kitlenin anlayacağı dilde yazılmış araştırmaları içine alan "Türk Dili dergisi" ayda bir yayımlanmaktadır. Altı ayda bir yayımlanan "Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi"; Kazak, Kırgız, Tatar vb. Türk topluluklarının dil ve edebiyatlarıyla ilgili araştırmalara yer verir. "Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten" ise tamamen bilimsel araştırmaları içine alır ve yılda bir sayı yayımlanır. Türk Dil Kurumunun tamamladığı ve yürütmekte olduğu projeler şunlardır: Türk Dil Kurumu; 1.514'ü aşan yayını, 42 Bilim Kurulu üyesi, 23 uzmanı, 88 çalışanı ve varsıl bir araştırma kütüphanesiyle çalışmalarını sürdürmektedir. Genel Sekreterler. 2 Kasım 2011 tarih ve 28103 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 664 sayılı Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile genel sekreterlik kadrosu sonlandırıldı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1487", "len_data": 12534, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.67 }
Matematik felsefesinde finitizm (İngilizce finite = sonlu) matematiksel oluşturmacılığın aşırı bir şekli olup matematiksel bir nesnenin yalnızca sonlu sayıda adımla ve doğal sayılar kullanılarak oluşturulabilmesi durumunda, var olabileceğini savunmaktadır. Finitizmin en ünlü savunucusu Leopold Kronecker ve bu konudaki deyişidir: "Tanrı doğal sayıları yarattı, gerisi insanların eseri." Çoğu modern oluşturmacı daha yumuşak bir görüş savunmakla birlikte köklerini Kronecker'in çalışmalarına dayandırabilmektedirler. Finitizmden daha katı bir yaklaşım Alexander Esenin-Volpin'in "ultra sezgicilik" (ya da yaygın olarak bilinen adıyla "ultra finitizm") akımıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1489", "len_data": 661, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.14 }
Yahya Kemal Beyatlı, doğum adıyla Ahmed Agâh (2 Aralık 1884, Üsküp - 1 Kasım 1958, İstanbul), Türk şair, mütefekkir, yazar, siyasetçi ve diplomattır. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden biridir. Şiirleri Divan edebiyatı ile modern şiir arasında köprülük görevi üstlenmiştir. Türk edebiyat tarihi içinde Dört Aruzcu'dan biri olarak kabul edilir. Sağlığında Türk edebiyatının başaktörleri arasında kabul edilmiş ancak hiç kitap yayımlamamıştır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde milletvekilliği ve bürokratlık gibi siyasi ve idari görevler üstlenmiştir. Hayatı. İlk yılları. 2 Aralık 1884 tarihinde Üsküp'te dünyaya geldi. Annesi, ünlü divan şairi Leskofçalı Galip'in yeğeni Nakiye Hanım; babası eski icra memuru dönemin belediye başkanı İbrahim Naci Bey'dir. İlköğrenimine, 1889 yılında Üsküp'te Sultan Murat Külliyesi'nin bir parçası olan Yeni Mektep'te başladı. Daha sonra yine Üsküp'te bulunan Mektebi Edeb'e devam etti. 1892'de Üsküp İdadisi'ne girdi. 1897 yılında ailesiyle Selanik'e taşındı. Çok sevdiği ve etkilendiği annesinin veremden ölümü onu çok etkiledi. Babasının tekrar evlenmesi üzerine ailesinin yanından ayrılıp Üsküp'e döndüyse de, kısa süre sonra Selanik'e geri geldi. "Esrar" takma adı ile şiirler yazdı. Ortaöğrenimine devam etmek üzere 1902 yılında İstanbul'a gönderildi. Servet-i Fünuncu "İrtika" ve "Malumat" adlı dergilerde, "Agâh Kemal" mahlasıyla şiirler yazmaya başladı. Okuduğu Fransızca romanların ve Jön Türkler'e duyduğu ilginin etkisiyle 1903 yılında II. Abdülhamit baskısı altındaki İstanbul'dan kaçarak Paris'e gitti. Paris yılları. Paris yıllarında Ahmet Rıza, Sami Paşazade Sezai, Mustafa Fazıl Paşa, Prens Sabahattin, Abdullah Cevdet, Abdülhak Şinasi Hisar gibi Jön Türkler'le tanıştı. Hiç dil bilmeden gittiği kentte hızlı bir şekilde Fransızca öğrendi. 1904 yılında Sorbonne Üniversitesi'nde siyaset bilimi bölümüne kaydoldu. Okulda ders veren tarihçi Albert Sorel'den etkilendi. Okul hayatı boyunca derslerinin yanı sıra tiyatro ile ilgilendi. Kütüphanelerde tarih hakkında araştırmalar yaptı. Fransız şairlerin kitaplarını inceledi. Tarih alanındaki incelemeleri sonucu 1071 yılındaki Malazgirt Meydan Muharebesi'nin Türk tarihinin başlangıcı sayılması gerektiği görüşüne vardı. Araştırmaları ve sosyal etkinlikleri derslere zaman ayırmasını ve sınavlarda başarılı olmasını engelleyince bölüm değiştirerek edebiyat fakültesine geçti, ancak bu bölümden de mezun olamadı. Paris'te geçirdiği dokuz yılda tarih bakışı, şairliği, kişiliği gelişti. İstanbul'a dönüşü. 1913 yılında İstanbul'a döndü. Darüşşafaka İdadisi'nde tarih ve edebiyat öğretmenliği yaptı. Bir süre Medresetü'l-Vaizin'de uygarlık tarihi dersi verdi. Bu yıllarda Üsküp ve Rumeli'nin Osmanlı devletinin elinden çıkması onu derinden üzdü. Ziya Gökalp, Tevfik Fikret, Yakup Kadri gibi şahsiyetlerle tanıştı. 1916'da Ziya Gökalp'in tavsiyesi ile Darülfünun'a medeniyet tarihi müderrisi olarak girdi. Sonraki yıllarda garp edebiyatı tarihi, Türk edebiyatı tarihi derslerini de okuttu. Hayatının sonuna kadar çok yakın dostu olarak kalan Ahmet Hamdi Tanpınar, onun Darülfünun'da öğrencisi oldu. Bir yandan da edebî faaliyetlerini sürdüren Yahya Kemal, Türk dili, Türk tarihi konularında gazete ve dergilerde yazılar yazdı. "Peyam" gazetesinde "Süleyman Nadi" mahlasıyla, "Çamlar Altında Muhasebe" başlığı altında yazılar kaleme aldı. 1910'dan beri yazmakta olduğu şiirlerini ilk defa 1918 yılında "Yeni Mecmua" adlı dergide yayınladı. Türk edebiyatının başaktörleri arasında yer aldı. Dergâh dergisi. Mondros Mütarekesi'nin ardından gençleri etrafında toplayarak "Dergâh" adlı bir dergi kurdu. Dergi kadrosunda Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurullah Ataç, Ahmet Kutsi Tecer, Abdülhak Şinasi Hisar gibi isimler yer aldı. Yahya Kemal'in yakından ilgilendiği bu dergide yayınlanan tek şiiri "Ses" manzumesidir. Ancak dergi için pek çok düzyazı kaleme alan yazar, bu yazılarla Anadolu'da devam eden Millî Mücadele'ye destek verdi ve İstanbul'da Kuvayımilliye ruhunu canlı tutmaya çalıştı. Benzer yazıları "İleri" ve "Tevhid-i Efkâr" gazetelerinde de sürekli yayınlandı. Mustafa Kemal ile tanışma. Yahya Kemal, Türk Kurtuluş Savaşı'nın Türkler'in zaferi ile sonuçlanmasının ardından İzmir'den Bursa'ya gelen Mustafa Kemal'i tebrik için Darülfünun tarafından gönderilen heyette yer aldı. Bursa'dan Ankara'ya giderken Mustafa Kemal'e eşlik etti ve ondan Ankara'ya gelmesi için davet aldı. 19 Eylül 1922'de Darülfünun Edebiyat Medresesi'nin müderrisler toplantısında Mustafa Kemal'e fahri doktorluk ünvanı verilmesini teklif eden Yahya Kemal'in bu teklifi, oy birliğiyle kabul edildi. Ankara yılları. 1922'de Ankara'ya giden Yahya Kemal, "Hâkimiyet-i Milliye" gazetesinde başyazarlık yaptı. O yıl, Lozan görüşmelerinde Türk heyetine danışman atandı. 1923'te Lozan'dan döndükten sonra II. Dönem TBMM'ye Urfa milletvekili olarak seçildi. Milletvekilliği 1926'ya kadar devam etti. Diplomatik görevleri. 1926'da İbrahim Tali Öngören'in yerine Varşova'ya elçi olarak atandı. 1930'da Lizbon büyükelçisi olarak Portekiz'e gitti. İspanya orta elçiliği görevi de kendisine verildi. Madrid'de görev yapan ikinci edebiyatçı sefir oldu. İspanya Kralı XIII. Alfonso ile yakın dostluk kurdu. 1932'de Madrid elçiliğindeki görevine son verildi. Yeniden TBMM’ye girişi. İlk defa 1923-1926 arasında Urfa milletvekili olarak görev yapan Yahya Kemal, 1933 yılında Madrid'deki diplomatik görevinden döndükten sonra milletvekili seçimlerine girdi. 1934 yılında Yozgat milletvekili oldu. O yıl çıkan soyadı kanunundan sonra "Beyatlı" soyadını aldı. Ertesi seçim döneminde Tekirdağ milletvekili olarak meclise girdi. 1943'te İstanbul'dan milletvekili seçildi. Milletvekilliği döneminde Ankara Palas'ta yaşadı. Pakistan elçiliği. Yahya Kemal, 1946 seçimlerinde meclise giremedi ve bağımsızlığını yeni ilan etmiş Pakistan'a 1947'de büyükelçi olarak atandı. Yaş haddinden emekli oluncaya kadar Karaçi'de elçilik görevini sürdürdü. 1949'da yurda döndü. Emeklilik yılları. Emekli olduktan sonra İzmir, Bursa, Kayseri, Malatya, Adana, Mersin ve civarını ziyaret etti. Atina, Kahire, Beyrut, Şam, Trablusşam gezilerine çıktı. İstanbul'da Park Otel’e yerleşti; ömrünün son yıllarını bu otelde geçirdi. Taha Toros, burada Yahya Kemal’in 1930’lu yıllardan itibaren değişik aralıklarla, 19 yıl oturduğunu yazmıştır. 1949’da "İnönü Armağanı"'nı aldı. 1956 yılında "Hürriyet" gazetesi her hafta bir şiirine yer vererek tüm şiirlerini yayınlamaya başladı. Ölümü ve sonrası. Yakalandığı bir çeşit bağırsak iltihabı nedeniyle tedavi için 1957’de Paris'e gitti. Bir yıl sonra 1 Kasım 1958 Cumartesi günü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde vefat etti. Cenazesi Aşiyan Mezarlığı'na defnedildi. Şair, şiirlerini mükemmel hâle getirmediği gerekçesiyle sağlığında kitaplaştırmak istememiştir. 1 Kasım 1958 tarihinde vefatı üzerine, İstanbul Fetih Cemiyeti'nin 7 Kasım 1959 günkü toplantısında Nihad Sami Banarlı'nın teklifiyle Yahya Kemal Enstitüsü kurulmasına karar verilir ve eserleri yayınlanır. 1961 yılında Divanyolu, Çarşıkapı’da yer alan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Medresesi'nde "Yahya Kemal Müzesi" açıldı. 1968 yılında Hüseyin Gezer tarafından yapılan bir heykeli İstanbul'daki Maçka Parkına yerleştirildi. Edebî anlayışı. Yahya Kemal, nesir alanında da eser vermiş olmakla birlikte şair olarak isim yapmış bir edebiyatçıdır. Şekil açısından Divan şiir geleneğini ve aruz veznini kullanmıştır. Üslup açısından iki ayrı anlayışta şiirleri vardır: bunlardan birisi devrine göre genellikle sade, doğal ve yaşayan bir Türkçe ile şiir yazmaktır (bu tür şiirleri özellikle ilk baskısı 1961 yılında yapılan "Kendi Gök Kubbemiz" başlıklı şiir kitabında toplanmıştır); diğeri ise tarihin eski devirlerine ait olayları devrinin diliyle ifade etme düşüncesidir (ilk baskısı 1962'de yapılan "Eski Şiirin Rüzgârıyle" başlıklı şiir kitabındaki manzumelerde bu anlayışı sergilemiştir). Fransa'da bulunduğu yıllarda karşılaştığı Mallarmé'nin şu cümlesinin Yahya Kemal'in aradığı şiir dilini bulmasında etkili olduğu düşünülür: "En iyi Fransızcayı Louvre Sarayı'nın kapıcısı konuşur." Yahya Kemal, bu cümle üzerinde uzun uzun düşündükten sonra, şiirlerinde kullanacağı dili yakalar; Louvre Sarayı'nın kapıcısının okumuş yazmış bir aydın olmadığı gibi okuyup yazması olmayan bir cahil de olmadığını; bu durumda en iyi Fransızca'yı orta tabakanın, yani "halk"ın konuşabileceğini anlayarak orta tabakanın konuşmasına dikkat eder. Şair, bu düşüncelerin etkisiyle henüz dil inkılabından yirmi beş-otuz yıl önce sade Türkçe şiirler yazmaya yönelmiştir. Türkiye Türkçesi ile söylediği şiirlerinin yanında Osmanlı Türkçesi ile şiirler yazan Yahya Kemal'in eski dil ve nazım şekilleriyle söylemesinin arkasında, Türk edebiyatını bir bütün olarak algılaması ve tarihin eski devirlerine ait olayları devrinin diliyle ifade etme düşüncesi vardır. Eskiyi reddetme yerine olduğu gibi kabullenme ve yeniden yorumlayarak günümüze taşıma çabası içinde olmuştur. Geçmiş devirlerde yaşanmış olayları ait oldukları devrin diliyle ifade etme düşüncesiyle yazdığı şiirlere örnek olarak Yavuz Sultan Selim'i ve döneminin olaylarını, tahta çıkışından ölümüne kadar kronolojik bir şekilde hikâye eden Selimnâme, bestelenmiş şiirleri arasında yer alan "Çubuklu Gazeli", "Ezân-ı Muhammedi", "Vedâ Gazeli", "İstanbul'u Fetheden Yeniçeriye Gazel" verilebilir. Şiirin vezin, kafiye ve iç ahenge dayandığına inanan şairin hemen hemen tüm şiirleri aruz vezni ile yazılmıştır. Hece ölçüsüyle yazdığı tek şiiri ""Ok"tur. Onun bütün şiirlerini aruzla yazması ve mısraya olan saygısı, şiirine şekil mükemmelliği getirmiştir. Ona göre şiir sıradan cümlelerden değil nağmeden oluşur, bu yüzden sesle okunmaya muhtaçtır. Kelimelerin kulakla seçilmesi ve mısradaki yerlerinin bulunması gerekir. Ona göre bir mısranın şiir olması, ahenkle ve titizlikle yazılmasıyla mümkündür. Onun için "şiir musikiden ayrı bir musiki""dir. bu anlayışının bir sonucu olarak, şiirlerinin üzerinde yıllarca çalışmış ve henüz nağmeye dönüşmediğine inandığı mısralar için en uygun kelimeleri ve istifi buluncaya kadar şiirlerini tamamlanmış saymamıştır. Yahya Kemal'in şiir dilinin en belirgin yönlerinden biri "sentezciliği"dir. Paris'te kaldığı dokuz yıl boyunca okuduğu şairlerin (Mallarmé, Paul Verlaine, Paul Valery, Charles Baudelaire, Gerard de Nerval, Victor Hugo, Malherbe, Leconte de Lisle, Rimbaud, Jose Maria de Heredia, Jean Moreas, Theophile Gautier, De Banville, Lamartine, Henry de Regnier, Edgar Poe, Maeterlinck, Verhaeren) etkilerini özgün bir sentez yaparak yeni bir şiir yapısı kurmuştur. Kimi şiirleri klasik, kimileri romantik, bazısı sembolist, pek çoğu parnasyen olarak kabul edilir. Fransız şiirini taklit etmemiş, oradan öğrendiklerini kendi şiir anlayışı ile yoğurarak yeni yorumlara ulaşmıştır. Bu sentezciliği sonucu yorumlardan birisi de yapmacıksız olmasına özen gösterilmiş, doğal ve samimi anlamlar içeren kelimelerle şiir yazılması görüşü olan "Beyaz Lisan" anlayışıdır. Yahya Kemal'in şiirinde geniş bir Osmanlı coğrafyası yer bulmuştur. Onun şiirlerinde hatırlanan mekanlar, Çaldıran, Mohaç, Kosova, Niğbolu, Varna, Belgrad gibi yeni Türk devletinin sınırları dışında kalmış, bir zamanlar Osmanlı mülkü olan ya da Osmanlı'nın temas ettiği topraklardır. Türk tarihiyle ilgili olmamakla beraber Yahya Kemal'in görüp yaşadığı Endülüs, Madrid, Altor, Paris ve Nis de şiirlerinde yer almıştır. Türkiye sınırları içinde Bursa, Konya, İzmir, Van, Çanakkale, Maraş, Kayseri, Malazgirt, Amid (Diyarbakır), Tekirdağ adı şiirlerinde geçer ama diğer şehirler üzerinde değil, onların da temsilcisi olan İstanbul üzerinde yoğunlukla durulmuştur. Üsküdar gibi, Atik Valide gibi, Kocamustafapaşa gibi eski İstanbul'un semtlerini şiirleştirmiştir. İstanbul algısının merkezindeki mekân ise Süleymaniye Camisi olmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1491", "len_data": 11738, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.47 }
Ahmet Enis Batur (d. 28 Haziran 1952, Eskişehir), Türk şair, yazar ve yayımcıdır. Aralık 2017'den beri Kırmızı Kedi Yayınevi'nin, Aralık 2020'den beri de Simurg Art Yayınevi tarafından çıkarılan "Kirpi" şiir dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmaktadır. Hayatı. 28 Haziran 1952'de dünyaya geldi. Dedesi Şirket-i Hayriye'nin kurucusu Hüseyin Hâki Bey'dir. Babası eski Türk Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'dur. Çocukluğu Eskişehir ve Napoli; ilk gençlik yılları İstanbul ve Ankara'da geçti. İlkokulu Dumlupınar İlkokulunda, ortaokul ve liseyi Saint Joseph ve Ankara Lisesinde okudu. İlk yazısı 1970'te, ilk kitapları 1973'te yayımlandı. Öğrenciliği sırasında Ulus gazetesinin sinema sayfasını yönetti. Ortadoğu Teknik Üniversitesinde başladığı yükseköğrenimini 1976 yılında Paris'te tamamladı. Ülkeye döndükten sonra Yazı, Oluşum, Meb ve Tan dergilerini çıkardı. 1982'de Çağdaş Kent dergisini çıkardı, ilk sayıyla birlikte dergi, sıkıyönetim tarafından yasaklandı. 1983'te Avrupa Ülkeler Ansiklopedisi'ni, 1984'te İslam Ülkeleri'ni yayına hazırladı. 1987-88 arası Şehir dergisini çıkaran ekibin başında yer aldı. Askerliğini Çankırı'da yaptı. 1983'te İstanbul'a yerleşti. Millî Eğitim Bakanlığı Yayın Dairesi Başkanlığını (1979-1980), Milliyet'in kültür servisi ve yan yayınlar yöneticiliğini (1983-1984), Milliyet Büyük Ansiklopedi'nin (1986) ve Dönemli Yayıncılık'ın genel yayın yönetmenliğini (1987-1988) yaptı; 1988-2004 arası Yapı Kredi Yayınları'nı yönetti. Birçok klasiğin ve önemli yabancı eserin Türkçeye çevrilmesinde başrol oynadı. Yapı Kredi Yayınları'nı sektörde öncü hâle getirdi. "Gergedan", "Sanat Dünyamız", "Kitap-lık", "Cogito", "Arredemento Dekorasyon", "Fol" gibi dergilerin hazırlanışında sorumluluklar üstlendi; Remzi Kitabevi'nin (1990-1993), TRT'deki "Okudukça" programının (1994-1999) yayın danışmanlığını yaptı; Açık Radyo'nun kuruluşuna katkıda bulundu ve "Şifa, Şifre, Deşifre" programını gerçekleştirdi; Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütünün (UNESCO) "Göreme'den İstanbul'a kültür mirasımız" kampanyasını (1984) yönetti, Cumhuriyet, Milliyet, Dünya, Aydınlık gazetelerinde, Yeni Gündem, P-Eki, Express, "2000'e Doğru" dergilerinde haftalık, Cumhuriyet Bilim-Teknik dergisinde aylık yazılar yazdı. Yurt dışındaki çeşitli dergilerde ürünleri yayımlandı: Poesia, Il Ebbro Quaterno, Letters Internationales, Quarterly West, Tabaccaria, Podium, Kelk, Connaissance des Arts, Talismen, Didale. Şiirleriyle Cemal Süreya, Altın Portakal, Sibilla Aleramo, Necatigil ödüllerini, denemeleriyle TDK ödülünü kazandı. Kitaplarından Opera üzerine Ahmet Oktay'ın kitabı İsrafil'in Sûru ve bir sempozyumun bildirilerini bir araya getiren "Opera Odağında Enis Batur Şiiri", yapıtları üzerine yazılmış yazılardan bir seçmeyi derleyen "Otuz Kuş Bakışı", Hatice Aynur'un hazırladığı "Enis Batur Bibliyografyası 1970-1995", Esra Ermert'in yazdığı "Gen Haritası:Enis Batur Şiiri'nde Kullanım Sıklığı ve Köken Temelinde Sözcük Taraması" ve Cem Akaş'ın "Belkienisbatur" adlı eserleri ve 2018 yılında yayımlanan, Cavit Mukaddes'in "Sessizliğin Sesi: Enis Batur ve Poetikası" (Sub Press, 2018) kitabı, hakkındaki başlıca kaynaklardır. Batur, 1998-1999 akademik yılından 2002-2003 eğitim ve öğretim yılına dek Galatasaray Üniversitesinde ders verdi. 2008 yılında Epsilon Beta edebiyat topluluğunu kurdu, topluluğun ilk ürünü olan "Centuria %45-Epsilon Beta" başlıklı kitap 2009 yılında yayımlandı. Yabancı dillerde. Yabancı dillerdeki kitapları:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1493", "len_data": 3471, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.13 }
Matematik felsefesinin oluşturmacılık akımına göre matematiksel bir nesnenin varlığını kanıtlayabilmek için, nesnenin bulunması (ya da "oluşturulması") gerekir. Oluşturmacılara göre bir nesnenin var olmadığını varsayıp bu varsayımdan bir çelişki türetildiğinde -nesnenin kendisini bulmadıkça ("oluşturmadıkça")- nesnenin varlığı da kanıtlanmış olmaz. Oluşturmacılık çoklukla matematiksel sezgicilik ile karıştırılır; fakat gerçekte sezgicilik oluşturmacılığın bir türüdür. Sezgiciliğe göre matematiğin temelleri kaynağını bireysel matematikçinin sezgisinden almaktadır dolayısıyla matematik özünde öznel bir etkinliktir. Oluşturmacılık bu görüşe katılmayıp matematiğe nesnel yaklaşımla tamamıyla uyuşmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1494", "len_data": 709, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 4.18 }
Roman, genellikle düzyazı biçiminde yazılan, kurgusal, görece uzun, insanın "(ya da insan özellikleri atfedilen varlıkların)" deneyimlerini bir olay örgüsü içinde aktaran ve genellikle kitap halinde basılan bir edebî tür. Uluslararası ve akademik platformlarda beşinci sanat olarak kabul gören edebiyatın bir alt türüdür. Genel özellikleri. Uzunluğu ile doğru orantılı olarak, olay örgüsü içinde birçok öyküyü barındırma potansiyeli taşır. Tarihsel süreçte manzum roman ya da manzum hikâye gibi şiirsel türleri mevcut olsa da, modern çağın romanı genellikle düzyazı şeklindedir. Örnek: Polisiye roman, psikolojik roman, macera roman, tarihi roman Romandaki olay örgüsü ağırlıklı olarak kronolojik sırayla ve mantıksal bir biçimde anlatılır; ancak yazarın tercihine bağlı olarak geçmiş ve gelecekte gezinme şeklinde kurgulanan ya da absürt bir içeriğe sahip eserlere de sıkça rastlanır. Bir romanın duygusal ağırlıkta olup olmadığı eserin türüne ve zamanına göre değişebilir. Örneğin romantizm döneminde yazılan eserler duygulara ağırlık verirken, naturalizm dönemindekiler doğayı ve insanı olduğu gibi anlatmayı amaçlamıştır. Ancak insan, doğası gereği duygusal bir varlık olduğundan, yazarın metne döktüğü her şey kaçınılmaz olarak yazarın geçmişinden ve duygu dünyasından izler taşır. Tarihî roman, politik roman, toplumsal gerçekçi roman gibi bazı roman türleri, toplumsal ve politik gelişmeler ile yakın ilişki içinde olabilir ve sıradan insanın yaşantısına odaklanabilir. Ancak; bilimkurgu, fantazya, gotik kurgu gibi bazı türler ise günümüz gerçekliğinin dışına çıkarlar. Bazı roman türleri ise kahramanlık unsurlarını sıkça kullanır. Olay örgüsünün geçtiği zamana bağlı olarak bazen saraylar ve savaş alanları, bazen sokaklar, evler ve meyhaneler gibi sıradan mekanlar, bazen de uzay, yeraltı, kurgusal dünya ya da kurgusal evren gibi günümüz gerçekliğinin dışındaki mekanlar kullanılır. Türüne ya da zamanına bağlı olarak bazı romanlar ağdalı, bazı romanlar ise sade bir dil kullanır. Modern roman, felsefe ve sanattan boş inançları uzaklaştırmak ve bunların yerine akıl ve gerçeği getirmek isteyen bir kültür olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Ancak zaman içinde bu misyonundan özgürleşir. Bir yazar yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemeyeceği için, roman da tarihe ve toplumların gelişimine sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanı, toplumsal ve tarihsel bir varlık olarak konu alan ilk sanat türüdür. 11. yüzyılın başlarından günümüze ulaşan ve kurgusal bir biçimde ilerleyen Murasaki Shikibu'nun Japonca eseri Genji'nin Hikâyesi, kendisinden önce de uzun kurgusal metinler bulunmakla birlikte, zaman zaman tarihin ilk romanı olarak değerlendirilir. Basılı kitapların Çin'de yayılması, Ming Hanedanlığı (1368-1644) tarafından klasik Çin romanlarının doğmasına sebep oldu. Avrupa'daki en erken örnek ise Endülüslü İbn Tüfeyl tarafından yazılan Hayy bin Yakzan eseri kabul edilir. Daha sonraki gelişmeler matbaanın yaygınlaşması ile gerçekleşti. İlk bölümü 1605 yılında yayınlanan Don Quijote'nin yazarı Miguel de Cervantes Saavedra, modern çağın ilk Avrupalı romancısı olarak sık sık anılır. Teknolojik gelişmeler, romanın basılı olmayan alanlarda da yayınlanmasına zemin hazırlamıştır. Buna sesli kitaplar, e-kitaplar, web romanları örnek gösterilebilir. Geleneksel olmayan başka bir kurgu biçimi de grafik romanlardır. Kurgu eserlerinin bu çizgi roman versiyonları, kökenleri 19. yüzyıla uzansa da ancak yakın zamanda yaygınlaşabildiler. Roman ve öykünün farkları. Roman, hikâyeye ya da diğer adıyla öyküye kıyasla biçimsel olarak daha uzun olmakla birlikte, kurgusal bazı farklılıkları mevcuttur. Örneğin roman, kelime sayısının çokluğu sebebiyle olay örgüsü ve karakter çeşitliliği bakımından sınırları zorlayabilir. Roman birçok öyküyü, olay örgüsü içinde kullanabilir. Bu çerçeveden bakıldığında romanın çok boyutlu, öykünün ise görece az boyutlu olduğu söylenebilir. "Çehov'un Öykücülüğü Üzerine" adlı yazısında Erdal Öz şu cümleleri sarf etmiştir: “Romanda, anlatılan ailenin içine gireriz. Onlarla birlikte yaşarız, onlardan biri oluruz. Ama öyküde, o ailenin yaşadığı evin önünden geçerken, pencereden onları masa başında topluca görüp geçeriz.” Uluslararası platformda uzun öyküleri adlandırmak için novella ismi kullanılır. Roman ve novella'yı birbirinden ayıran kelime sayısı hakkında kesin bir kural yoktur. Kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olan Amerika Bilimkurgu ve Fantezi Yazarları Derneği, Nebula Ödülleri için başvurulan eserleri sınıflandırırken 40.000 kelime ve üzerini roman, 17.500-39.999 kelime arasındaki eserleri ise novella olarak belirlemiştir. Roman türleri. Romanlar: konu, üslup, yazıldığı dönem bakımından çeşitli türlere ayrılabilir. Üslup bakımından "romantik roman", "gerçekçi roman", "doğalcı roman", "estetik roman", "izlenimci roman", "dışavurumcu roman", "yeni roman" türleri sayılabilir. Üslup bakımından. Romantik. Kişilerin duygularını, arzularını, hislerini, düşüncelerini yalnızca kendilerine ait, içten gelen doğal ve gerçek olgular gibi görür. Yani aşk, duygu, hayal gibi düşünceler yer alır. Aynı zamanda acı, keder ve hüzün de bu roman türünün konularındandır. Örneğin Sir Walter Scott’un tarihsel romanları, Jean-Jacques Rousseau’nun eserleri, Goethe’nin "Genç Werther’in Acıları", Victor Hugo'nun Notre Dame'ın Kamburu gibi. Realist. Romantik romandan ayrı olarak kuru ve kuşkucu bir anlatım ve düşünce yapısı taşır. Balzac ve Stendhal’in romanları bu üsluptadır. Estetik. Belli bir biçim ve anlatım kaygıları ile yazılmış romanlardır. Gustave Flaubert estetik romanın en önemli yazarıdır. İzlenimci. Diğer üsluplardan ayrı olarak eşyanın ve dış olayların kendi nesnel gerçeklikleriyle insanların bunları algılama biçimleri arasındaki farkları ortaya çıkarmaya yönelir. Yani dış gerçeklerden çok, duyu ve duygulara, iç yaşantının betimlenmesine öncelik verir. Dışavurumcu. 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Dışavurumculuk toplumsal kimliklerin reddedilmesi ve insan yaşamını belirleyen toplum karşıtı ya da uygarlık karşıtı güçlerin öne çıkarılmasıyla belirlenir. Dostoyevski, Franz Kafka, Samuel Beckett ve Bertold Brecht’in romanları bu türün örneklerindendir. Yeni. Aslında dışavurumculuğun izlerini taşır. Özellikle 1930 yılından sonra ilk örnekleri görülmeye başlandı. Kendisinden önceki akımlardan hiçbirine benzemeyen, yazma deneyini, hatta romanın olanaksızlığını romanın asıl konusu hâline getiren romanlardır. Yeni roman, yazma eyleminin kendisini sorgulamaya yönelir. Alain Robbe-Grillet, Michel Butor, Claude Simon, Philippe Soller, Julio Cortazar gibi yazarlar bunları denemişlerdir. Tarihî. Konusu bakımından roman "tarihsel roman pikaresk roman duygusal roman, gotik roman, ruhbilimsel roman, töre romanı, oluşum romanı" türlerine ayrılır. Tarihsel romanlar, tarihin değişik dönemindeki olayları işler. Kahramanlar gerçek veya düşsel olabilir. Ancak anlatılanlar tarih gerçeklerine çoğu kez uygundur. Bu roman türü aslında, Romantizmin bir ürünüdür. Dünya edebiyatında bu türün ilk örneğini İngiliz yazar Walter Scott vermiştir. Türk edebiyatında ise tarihi romanın ilk denemesi Ahmet Mithat'ın Yeniçeriler adlı romanı sayılabilir. Batılı anlamda ilk tarihsel Türkçe roman, Namık Kemal’in Cezmi’sidir. Duygusal roman. İnsanın duygusal yaşamını yüksek ve özenli bir üslupla betimleyen romanlardır. Bazen bu türde yazarın kendi duygularıyla, okurun duygularını sömürmesi ön plana çıkar. Laurence Sterne’in Fransa ve İtalya’da Hissi Seyahat adlı eseri, Rousseau’nun romanları, Madame de La Fayette’in Prenses de Cleves adlı romanı da bu türe örnek gösterilebilir. Psikolojik roman. Kişilerin ruhsal durumlarını ayrıntılarıyla çözümlemeye çalışan romanlardır. Daha serinkanlı ve denetimli oluşuyla duygusal romandan ayrılır. Abbe Prevost’un Manon Lescaut adlı eseriyle Fransız edebiyatında açılan psikolojik roman çığırı diğer ülke romancılarını da etkilemiştir. Paul Bourget’in romanları da bu türe örnektir.Türkiye'deki ilk ruhbilimsel roman Mehmet Rauf'un Eylül adlı kitabıdır. Türkiye'den Peyami Safa'nın 9. Hariciye Koğuşu buna örnektir. Polisiye roman. Cinayet, gizem, katil, suç, ceset gibi konuları işleyen bir roman türüdür. Agatha Christie bu anlamda ün yapmıştır. 86 romanıyla 'Polisiye Romanlarını Kraliçesi' seçilmiştir. Bu romanlarda öne çıkan konular 'Kim kimi öldürdü?', 'Nasıl öldü?', 'Neden öldü?" gibidir. Fantastik roman. Hayal gücüne dayanan romanlardır. 19. yüzyılda ilimlerin gelişmesiyle yaygınlık kazanmıştır. Bu türde örnek verilebilecek en önemli eserler J.R.R Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi veyahut Lewis Carroll'ın Alice Harikalar Diyarında romanları başı çeker. Çizgi Roman. Çizgi roman veya resimli roman, çizgi ile hikâye anlatmak için birbirini takip eden panellerin (çerçevelenmiş resim) kullanıldığı bir sanat türüdür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1495", "len_data": 8706, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.73 }
Deneme şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1496", "len_data": 30, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 1.51 }
Cemal Süreya, kimlik adıyla Cemalettin Seber (1931, Erzincan - 9 Ocak 1990, İstanbul), Türk şair, yazar ve çevirmen. Türk şiirinde modernist bir hareket olan İkinci Yeni şiirinin öncü şairlerinden biridir. İlk şiir denemelerini ortaokulda eskizlerle, lisede aruzla yapsa da asıl şiir çalışmaları üniversite yıllarında başlamıştır. "Üvercinka" (1958), "Göçebe" (1965), "Beni Öp Sonra Doğur Beni" (1973), "Uçurumda Açan" (1984), "Sıcak Nal" (1988), "Güz Bitigi" (1988) ve "Sevda Sözleri" (1990) adlarındaki şiir kitaplarının yanı sıra deneme, eleştiri, günlük ve antoloji türlerinde de yazmıştır. Eserlerinde en sık işlediği temalar aşk, kadın, yalnızlık, sosyal ve siyasal eleştiriler, ölüm, tanrı düşüncesi, portreler ve manzum poetikadır. Ayrıca Fransızcadan kırka yakın kitabı Türkçeye çevirmiştir. "Onüç Günün Mektupları" (1990) dışında hiçbir yazısı veya şiiri, dergi ve gazetede yayımlanmadan kitaba dönüşmemiştir. Sosyalist bir dünya görüşüne sahip olan Süreya, "Papirüs" dergisini çıkarmış ve bu dergide edebî görüşlerini açıklamasının yanı sıra dergiyi bir aydın olarak fikirlerini ortaya koymak için araç olarak kullanmıştır. Dersim İsyanı sebebiyle Erzincan'dan Bilecik'e göç etmek zorunda kalan Alevi Kürt-Zaza bir ailede dünyaya gelen Süreya, devlet memurluğu da yapmıştır. Dört defa evlenen Süreya, bunların dışında "Üvercinka" ve Tomris Uyar dâhil birçok kişiyle ilişkisi olmuştur. Sanat hayatı boyunca çeşitli mahlaslar kullanmış, çocukken kendisine verdiği "Cemal Süreyya" adını kullanırken girdiği bir iddia sonucu adındaki "y" harflerinden birini atmıştır. 9 Ocak 1990'da girdiği şeker koması sonucu ölmüş, cenazesi 11 Ocak'ta Şişli Camii'nde kılınan öğle namazından sonra Kulaksız Mezarlığı'nda toprağa verilmiştir. Yazdığı kitaplarla 1959'da Yeditepe Şiir Armağanı ("Üvercinka"), 1966'da Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü ("Göçebe") ve 1988'de Necatigil Şiir Ödülü ("Sıcak Nal" ile "Güz Bitigi") kazanmıştır. "Kitap-lık" dergisinin Türkiye'nin kuruluşunun 75. yıldönümü sebebiyle 1998'de hazırladığı "75 Yılda 75 Kitap listesi"nde iki kitabıyla ("Üvercinka" ve "Sevda Sözleri") yer almıştır. Ayrıca çocuklar için ele aldığı yazılardan oluşan ve daha sonra kitaplaştırılan "Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi", Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan 100 temel eser listesinde 30. sırada yer almıştır. 1991'den itibaren Cemal Süreya Kültür ve Sanat Derneği tarafından Cemal Süreya Şiir Ödülü verilmektedir. Hayatı. Ailesi ve çocukluğu. Asıl adı Cemalettin Seber olan Cemal Süreya, 1931 yılında Erzincan'da dünyaya geldi. Pülümür'den Erzincan'a göç eden Kürt ve Alevi bir ailede doğan Süreya'nın babası Hüseyin Bey, annesi Güllü Hanım'dır. 1905'te Erzincan'da doğan ve nakliyecilikle uğraşan babası Hüseyin Seber Kürt'tür. 1915'te Karatuş'ta doğan ve "Gülbeyaz" olarak bilinen annesi Güllü Hanım Zaza'dır. Karatuş'tan gidip gelirken Güllü Hanım ile karşılaşan Hüseyin Bey, ağabeyi Memo'nun yardımıyla Güllü Hanım'ı kaçırmış ve evlenmiştir. Bu evlilikten Cemalettin, Perihan, Ayten ve Kemal adlarında dört çocuk dünyaya gelmiş, çocuklardan Kemal bir yaşındayken ölmüştür. Ailesi, 1938 yılında Dersim harekâtı sırasında amcası Memo'nun valiyle takışması sebebiyle Dersim İsyanı sonrası bölgeden sürülünce Bilecik'e yerleşmiştir. "Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler." Güllü Hanım, Bilecik'e yerleştikten altı ay sonra yaptığı düşük sonucu meydana gelen kanamadan dolayı yirmi üç yaşında ölmüştür. Ailenin maddi durumu bu dönemde gittikçe kötüleşmiştir. İlkokula başlamak için halasının yaşadığı İstanbul'a giden Süreya, buradayken ailesinden gelen bir etkiyle cenk kitapları okumanın yanı sıra sık sık sinemaya gitmiştir. Daha sonradan babasıyla kız kardeşleri de İstanbul'a gitmiş; fakat sürgün edilen kişilerin bulundukları muhiti yirmi yıl boyunca terk etmeleri yasak olduğu için bir gece bütün aile Sanasaryan Han'a götürülmüş, ardından Bilecik'e yollanmıştır. Babası makinist olarak karayollarına çalışmaya başlamış ve işi gereği ayın on beş günü dışarıda olduğu için annelik görevini de babaannesi üstlenmiş, babasının boşluğunu ise amcası doldurmuştur. Annesi öldükten sonra babası iki evlilik daha yapmıştır. Babasının ikinci eşi Esma Hanım'dır; Süreya, Esma Hanım'dan kaçmak için gizlice parasız yatılı sınavına girmiştir. Babasının üçüncü evliliği ise Refika Hanım'ladır. "Sonunda babam iki kez evlendi, önce Esma, sonra Refika'yla. Esma çok kötü çıktı. Kardeşlerime işkenceli bir çocukluk yaşattı, örneğin saçlarından tutup kuyuya sarkıtırdı. Bu yüzden kız kardeşlerimin saçları gür değildir. (...) Esma deliydi. Bir fırıncıyla kavga edip adama vurup, adamın yerinden kalkamayınca öldü sanıp ve Bilecik'ten kaçtı. Esma kaçınca, babam Refika'yı aldı. O iyi çıktı. Kardeşlerim onu anne bildiler." Babası Hüseyin Bey 1957 yılında bir trafik kazasında ölmüştür. Eğitimi. Süreya, ilkokula başlamadan önce okumayı, yazmayı, matematiği ve resim yapmayı büyük amcası Memo'dan öğrenmiştir. Hastalığı sebebiyle okula bir yıl geç başlayarak 1939'da 37. Beyoğlu İlkokuluna kaydolmuştur. Alevi çevrede din kitapları, Ali üzerine kitaplar çoğunlukla olmak üzere "eline ne geçerse" okumuş, ilkokul 2. sınıftayken yazdığı bir kompozisyonla öğretmeninden "Yavrutürk" dergisini ödül olarak almıştır. 1941'de, 3. sınıfın ilk dönemini bitirdikten sonra sürgün edildikleri Bilecik'e dönmek zorunda kalınca, Bilecik Birinci İlkokuluna kaydolmuştur. Burada "Kürt damarı tuttu", "Sümüklü Kürt", "Kürt Cemo" şeklinde etiketlenmiştir. Üvey annesi Esma Hanım'dan "kaçmak" için parasız yatılı sınavına girmiş ve sınavı kazanarak 1944-45 eğitim-öğretim döneminde Bilecik Ortaokulunda okumaya başlamıştır. Ortaokulda okuduğu dönemde tatildeyken gece bekçiliği yapmıştır. "Ben, evden kaçmak için, gizlice parasız yatılı sınavına girdim. Bilecik Ortaokulu için. Gizlice, çünkü babam yoksuldu ama belli etmek istemezdi. Sınavı kazandım. Zaten ömrümce parasız yatılı okudum. Ben oradan, o evden kaçtım ama, kardeşlerimin derdi hep içimdeydi." 1947'de ortaokulu bitirdikten sonra 1947-48 döneminde İstanbul'daki Haydarpaşa Lisesinde parasız yatılı öğrenci olarak öğrenim hayatına devam etmiş ve bu dönemde aruz ölçüsüyle birkaç şiir yazma girişiminde bulunmuştur. Lise son sınıftayken edebiyat ile ilgilenen Süreya, kendini bu dönemde "aruzcu, eski edebiyatçı" olarak görmüştür. 1950'de Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinin maliye ve iktisat bölümünde okumaya ve bu dönemde şiirlerini yayımlamaya başlamıştır. Yine bu dönemde eski şiiri bırakarak yeni şiire geçiş yapmıştır. 1954'te mezun olduktan sonra teğmen olarak askerliğini yaparken fark derslerini de vererek hukuk diplomasını da almıştır. Memuriyeti. Süreya, 25 Kasım 1954'te Eskişehir Vergi Dairesinde stajyer olarak göreve başlamıştır. 8 Ağustos 1955'te yapılan teftiş kurulu sınavını kazanarak 11 Ağustos 1955'te maliye müfettiş yardımcısı olarak İstanbul'a gitmiştir. Bu dönemde art arda hem şiirleri hem yazıları yayımlanmış ve dergi çıkarma düşüncesi içine girmiştir. 7 Ekim 1958'de girdiği yeterlilik sınavı sonucunda beşinci sınıf maliye müfettişi olmuştur. Bu tarihten itibaren teftiş amaçlı ülkenin çeşitli bölgelerine gitmiştir. Teftiş için gittiği ilk yerler Nazilli ve Söke'dir. Askerlik yaptığı Temmuz 1959-31 Aralık 1960 tarihlerinde memuriyetine ara vermiş ve bu dönemde, beşinci ayın beşinde saat beşte Kızılay'da Demokrat Parti hükûmetini protesto etmek amaçlı toplanan grubun şifresi olan 555K'ye tanık olmuştur. Olay anında Adnan Menderes'in bir protestocu tarafından tartaklanması, yirmi iki gün sonra da 27 Mayıs Darbesi ile görevinden uzaklaştırılıp sonrasında idam edilmesinin sebeplerini Süreya, daha sonraları yazdığı "555K" adlı şiirinde dile getirmiştir. Askerliğini bitirdikten sonra maliye müfettişi göreviyle Ankara'ya atanmış ve 1961'de Maliye Denetim Usulleri ve İktisadi Devlet Teşekkülleri'ni incelemek üzere Paris'e gönderilmiştir. Paris'teyken hem Fransızcasını geliştirmiş hem de "Göçebe" adlı şiirini tamamlamıştır. Burada bir yıl kaldıktan sonra Türkiye'ye dönerek Kars, Ağrı, Çanakkale ve Tekirdağ gibi yerlere teftiş turnesine çıkmıştır. Müfettişlik yaptığı dönemde Çanakkale Muharebelerinin yapıldığı bölgenin korunmasını ve anıt halinde günümüze gelmesinde olağanüstü gayretleri olmuştur. 1964'te İstanbul'a atandıktan sonra hem edebiyata hem de dergi çıkarma işlemine ağırlık vermek için 31 Temmuz 1965 tarihinde Maliye Teftiş Kurulundan arkadaşları Sezai Karakoç ve Doğan Yel'le beraber istifa etmiştir. Memuriyetten ayrıldıktan sonra dergi çıkarıp dergi yönetimlerinde bulunan Süreya, 12 Mart Muhtırası'nın meydana gelmesiyle memurluğa geri dönmek zorunda kalmıştır. 7 Şubat 1975'te darphane ve damga matbaası müdürü olmuş fakat dönemin Maliye Bakanı Yılmaz Ergenekon ile "takışması"yla görevinden ayrılarak Ankara'ya, Tetkik Kurulu üyeliğine dönmüştür. "Bakan, Darphaneye gazap içinde girdi. Boyuna bağırıyordu: 'Kapalı yerleri görmek istiyorum! Kapalı yerleri gösterin bana!' Maliye Bakanı için kapalı yer mi olur! Her yer gösterildi. (...) Ertesi gün arşiv de gezildi. Bu kez yüzü gülüyordu Yılmaz Ergenekon'un. Şaka bile yaptı. Görevden alınacağımı sezince rahatlamıştım ya, Bakan tam arabaya binerken parmağımı kaldırarak herkesin duyabileceği bir sesle şöyle dedim: 'Beyefendi bir kapalı yer daha vardı, ama onu size gösteremeyiz...' Ergenekon şaşırdı, bir an ne yapması gerektiğine karar veremedi. Hemen ekledim: 'O da bizim gönlümüz...' İki gün sonra bakanlıktan bir yazı geldi. Şöyle başlıyordu: 'Darphaneyi gezdim, pis buldum.' Aynen böyle. Sekiz on maddelik bu yazıya verdiğim yanıtın ilk maddesini bugünmüş gibi anımsıyorum: Evet o gün darphane gerçekten pisti, ama tarihinde ilk kez olarak ve bir iki saat..." Süreya, Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı çıkaracağı kitapların basımında yer alan dokuz kişilik Kültür Kurulu üyeliğine de seçilmiş ve 2 Şubat 1982 tarihinde yüksek bir bürokrat olarak emekli olmuştur. Emeklilikten sonra batmak üzere olan Odibank'ı (Ortadoğu İktisat Bankası) kurtarmak için yönetim kurulu üyeliğine getirilmiş fakat bankanın batmasıyla mahkemeye sevk edilmiş, ardından aklanmıştır. Devlet işi dışında "Yurt", "Meydan Larousse" ve "ANSA Omnis" ansiklopedilerine redaktörlük yaparak emekli olduktan sonra daha çok zaman ayırmayı düşündüğü yayın dünyasının içine dâhil olmuştur. Evlilikleri ve ilişkileri. Toplam dört kez evlenen Süreya'nın, bu evlilikler dışında çeşitli ilişkileri olmuştur. Bilecik'te ortaokul ikinci sınıf öğrencisiyken tanıştığı ve "âşık olduğu" Seniha Nemli ile ilk evliliğini yapmıştır. Süreya'nın babası bu evliliğe razı olmamasına rağmen Süreya, Seniha Hanım ile 1952'te nişanlanmış, ertesi yıl nikâhlanmış ve 7 Kasım 1954'te de evlenmiştir. Nikâh döneminde Süreya'nın gelgitli karakteri, beklentileri, öfkesini kontrol edemeyişi; gereksiz yere çıkan ilk kavga sonrasında kendi bileklerini jiletle kesmesi ile sonuçlanmıştır. İlk evliliğinden Ayçe (d. 1955) adında bir kızı olmuştur. Eşiyle arası problemli olan Süreya, stajyer olarak çalıştığı Eskişehir Vergi Dairesinde tanışıp bir süre beraber olduğu kadın için "Üvercinka" adını kullanmıştır. 11 Ağustos 1955'te Maliye Müfettiş Muavini olarak İstanbul'a atanan şairin "Üvercinka"yla ilişkisi bitmiştir. Süreya'nın babası Hüseyin Bey'in ölümü sonrasında Süreya'yla Seniha Hanım yeniden birleşmiş fakat bu ikinci beraberlik de uzun sürmemiştir. 1958'de evi terk ederek boşanmak için yedi yıl uğraşmıştır. Seniha Hanım ise zaman zaman şiddet gördüğü eşine daha fazla dayanamayıp kızını da alarak baba evine dönmüştür. 1961'de Hilmi Ziya Ülken'in yeğeni Suna Lokman ile nişanlanmış ancak Süreya'nın Paris'e gitmesiyle evlilikleri ertelenmiştir. Paris'ten dönen Süreya, nişanlısından ayrılmıştır. 1964'te İstanbul'a atandığında R. Tomris (Tomris Uyar) ile tanışmış ve birlikte yaşamaya başlamış fakat 1966'da ilişkileri bitmiştir. Süreya'nın "Papirüs"ü ikinci defa çıkardığı 1966'da Zühal Tekkanat ile tanışmış ve ikili, Ağustos 1967'te evlenmiştir. Bu evlilikten Memo Emrah (d. 23 Kasım 1969 - ö. Ağustos 1990) adından bir oğulları olur. Maddi sıkıntılar nedeniyle memuriyete dönen Süreya'ya Ankara'ya gidince eşiyle mektuplaşmış, "Beni Öp Sonra Doğur Beni" kitabını eşine ithaf etmiş ve aile şairin yanına, Ankara'ya, taşınmıştır. Aynı evi paylaşmalarına rağmen geçinememişler, sürekli aldatıldıklarını düşünmüşlerdir. Süreya'nın tepkisi zaman zaman şiddete dönüşmüştür. Evliliği sırasında Gazi Eğitim Enstitüsünde Fransızca hocalığı yapan Güngör Demiray ile tanışan Süreya, Tekkanat'tan 1975'te boşanarak aynı yılın şubat ayında Demiray ile evlenmiş fakat on ay sonra boşanmıştır. 1976'da Tekkanat ile tekrar nişanlanmış ve 1977'de bu beraberliği bitirmiştir. Darphane Genel Müdürlüğünde çalışırken 1980'de tanışıp evlendiği ve kitabevi sahibi dört çocuklu dul bir olan ve Süreya'nın "Bayan Nihayet" dediği Birsen Sağnak, şairin son eşidir ve ölene kadar bu evliliğini devam ettirmiştir. Görünüşü ve kişiliği. Süreya; çocukluğunda zayıf, sıska ve hastalıklı (sıtma) olduğu için kafasının bedenine göre oldukça büyük göründüğünü belirtmiştir. Utangaç bir yapıda olduğunu "utangaç bir adamım ben; bir şeyin fiyatını bile soramam; ayrıca, sorarsam, almak zorundayımdır sanki" sözleriyle dile getirmiştir. Baki Süha Ediboğlu tarafından "tıknaz, orta boylu, esmer, kara kaşlı kara gözlü, hareketli bir insan" olarak betimlenmiştir. "Kişiliğine hâkim olan durgunluk ve itidal, düşünmeden, bir fikri kafasında yoğurup pişirmeden sere serpe konuşan bir his adamı olmadığı kanısını yaratıyor insanda. (...) Konuşmalarında iyiden iyiye hissedilen bu diyalekt, şiir okurken kayboluyor, sanki bir başka tatlı, yumuşak, zaman zaman da tonlu bir İstanbul ağzı ile inşaat yapıyor." diye eklemiştir. Tekin Gönenç ise Süreya'yı "ağır başlı, yumuşak, söylediklerini çok iyi tartan, öte yandan oldukça çekingen bir insan" olarak tanımlamıştır. Ali Püsküllüoğlu, şairle ilk tanıştıklarında şairin çekingen olduğunu belirtirken Mehmet Kemal ise şairin yalnız, kimsesiz, durağan ve çekingen kimliğini bir türlü atamadığını dile getirmiştir. Osman Numan Baranus ile Zeynep Oral da şairin utangaç bir kişi olduğunu belirtmiştir. Kalabalıkta küçük düşme fobisi ve kusursuz olma endişesi taşıyan Süreya, kalabalık toplantılarda konuşmaktan pek hoşlanmamıştır. Dost ve içki ortamlarında "şairane konuşma", kendi kendine konuşma, mektup yazma, alınganlık gibi huylara sahiptir. Halasının oğluyla yazma eskizlerine başlayan şair, küçük düşmekten ve beğenilmemekten korktuğu için yazdıklarını kimseyle paylaşmamıştır. Sezai Karakoç, Süreya'nın yazdıklarını en yakın arkadaşı olan kendisine bile göstermemesini "kıskançlık" olarak yorumlarken eşi Zühal Tekkanat ise Süreya'nın çalışmalarını sürekli gizli yaptığını açıklamıştır. Süreya, beraber olduğu kadınları kıskanırken kendisi evliyken kaçamak yapmıştır. Süreya, bohem bir hayat sürerken bu yaşantısından oğlu Memo etkilenmiştir. Oğluna karşı "dengesiz" davranmış ve hem kızıp döverken hem sevgi gösterisinde bulunmuştur. Alkol ve sigaraya düşkün olan Süreya, mesleğinde oldukça ciddi ve titiz bir şekilde çalışmıştır. Özel hayatında ise sade ve "yoksul denilebilecek" bir hayat sürmüştür. Maliye bakanına verdiği cevap ya da 12 Eylül Darbesi'nin mimarı olduğunu, sanata karşı tavır aldığını ve Türk Dil Kurumunu kapattırdığı için Kenan Evren'in Çankaya Köşkü davetini reddederek ya da Turgut Özal'ın kapitalist sermayeyi desteklediğini düşünmesiyle Süreya iktidar yanlısı olmamıştır. Süreya'nın anne tarafı Zaza baba tarafı da Kürt olmasına rağmen evde Türkçe konuşulduğundan ötürü Kürtçe bilmeyen şair, ilerleyen dönemlerde bu durumdan ötürü "üzüldüğünü" belirtmiş ve son eşi Birsen Hanım'ın desteğiyle Kürtçe öğrenmeye karar vermiştir. Kürtçe öğrenmek için alfabe bularak derslere başlamak üzereyken 12 Eylül Darbesi'yle ortadan kaldırılan kitaplarla birlikte bulduğu alfabe de ortadan yok olmuştur. Cemal Süreya bunun üzerine "Kısa Türkiye Tarihi IV" şiirini yazmıştır. Dünya görüşü. Süreya, kendini "sol sempatizanı demokrat aydın" olarak nitelerken düşünce olarak da "formalist" olarak tanımlamıştır. Herhangi bir siyasi partiye dâhil olmayan veya herhangi bir eylemde bulunmayan Süreya, düşüncesini daima koruduğunu ve Türkiye'nin sosyalizmle kurtulup gelişeceğini dile getirmiştir. Kendini feministlerden yana hissetmiş ve feminizm sorununun dünyada ancak sosyalizmle ve kendiliğinden çözüme kavuşacağı kanısında olduğunu fakat "dünyanın hiçbir yerinde gerçek anlamda bir sosyalist toplum kurulamadığı için kendi payına bu umudumu yitirdiğini" açıklamıştır. Devlet, aydın, halk, politika, sanat, sanatçı gibi konuları sosyalist bir perspektifle ele almış ve iktidar sahibi olarak itham ettiği devlet, sağ görüşlü, gerici, demokrasiyi "burjuvanın enstrümanı" olarak sunan, kültürü ve sanatı baltalayan kişilerden oluşmuştur. Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisi eleştirdiği hükûmetlerin başında gelmiştir. Eski eşi Zühal Tekkanat, Süreya'yı Ecevitçi ve Atatürkçü olarak tanımlamıştır. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın politikalarını beğenmeyen Süreya, Ekim 1989'da Özal'a alenen beraber intihar teklifinde bulunmuştur. Annesi öldüğü zaman mevlid okumuş ve müezzin ödülü olarak Cihangir Camii'nin minaresinde iki defa ezan okumuştur. Ölümü. Süreya, 1982'de kalp spazmı olduğunu belirtmiştir. Sağlık problemi, oğlu Memo'nun annesini alarak Birsen Hanım'la yaşadığı eve taşınmasıyla başlamış ve oğlunun fiziksel şiddetine maruz kalarak bunalımın eşiğini gelmiştir. Kendini içkiye vermeye başlayan Süreya, 6 Ocak 1990'da kalp krizi geçirmiştir. 8 Ocak 1990'daki Gazeteciler Cemiyeti'ndeki son hâli, Muzaffer Buyrukçu tarafından "bitkin, zayıflamış ve tam bir moral çöküntüsü içinde" şeklinde aktarılmıştır. Gece evinde rahatsızlanan Süreya, önce Haydarpaşa Göğüs Hastanesine, ardından Numune Hastanesi Acil Servisine götürülmüş fakat 9 Ocak 1990 Salı günü şeker komasından dolayı hayatını kaybetmiştir. Cenazesi, 11 Ocak 1990 günü Şişli Camii'nde kılınan öğle namazından sonra, amcası Memo'nun yattığı Kulaksız Mezarlığı'nda toprağa verilmiştir. Sanatı. Cemal Süreya, İkinci Yeni hareketinin şairlerinden biridir. İlkokul sıralarında Ali cenkleri ile birtakım dinî içerikli eserleri okumuş ve dergi çalışmaları yapmıştır. Şairliğe ilk adımını, ortaokul arkadaşı ve sonradan eşi olan Seniha Hanım'a yazdığı şiirler oluşturmaktadır. Lisedeyken divan edebiyatıyla ilgilenen şair, Osmanlı Türkçesini kendi kendine öğrenmiş ve şiirlerini aruz ölçüsüyle yazmıştır. İlk şiiri "Şarkısı-Beyaz"ı, 8 Ocak 1953 tarihli "Mülkiye" dergisinde yayımlamıştır. Derginin Nisan 1953 sayısında "Di Gel", Mayıs 1953 sayısında "Çıkmaz Sinir" yer almıştır. Ayrıca "Asır", "Yeditepe", "Yenilik" dergilerine de şiirler göndermeye başlamıştır. Şairlik duygusunu yaratan ilk etken, annesinin ona anlattığı Kerem ile Aslı hikâyesi, ikinci etken de Ali cenkleri ve Köroğlu kitaplarıdır. Başlarda Garip hareketine ilgi duymayan Süreya'nın yeni şiire ilgisi Ahmet Muhip Dıranas'ın "Kar" şiiriyle başlamıştır. Yeni şiire yönelmesi Dıranas ve Özdemir Asaf'a olan ilgisiyle gelişmiştir. Süreya'yı şöhrete kavuşturan şiir "Yeditepe" dergisinde Haziran 1954'te yayımlanan "Gül" şiiridir. Eserlerini "Yeditepe"'nin yanı sıra "Şiir Sanatı", "Evrim", "Yenilik", "Şimdilik", "Pazar Postası" gibi yerlerde yayımlamaya devam etmiştir. Şairin en sık işlediği temalar, aşk, kadın, yalnızlık, sosyal ve siyasal eleştiriler, ölüm, Tanrı düşüncesi, portreler ve manzum poetikadır. Onun şiirlerinin içeriğinde bireyselden sosyal olana doğru bir genişleme mevcuttur. Şiirlerinin çoğunda serbest nazım biçimlerini kullanmıştır. Bunlarla birlikte, divan şiirinden geliştirilen nazım biçimlerini de kullanan şair, halk şiirinden alınan nazım biçimlerine ise fazla rağbet etmemiştir. Şiirlerin büyük bir kısmında da, farklı nazım biçimlerini bir arada kullanmıştır. Takma adları. Süreya, birden fazla takma ad kullanmıştır. Fakülte dergisi "Kazgan"ın yayın kurulu başkanı olmuş ve dergide Cemasef takma adını kullanmıştır. "Pazar Postası" ve "Vatan" gazetesindeki yazılarında Osman Mazlum, Ali Fakir, Dr. Suat Hüseyin; "Papirüs" dergisindeki şiir çevirilerinde Hasan Basri; "Mülkiye" dergisindeki karikatür ve desenlerinde Charles Suares; "Çağrı" gazetesinde Suna Gün; "Su" dergisinde Ali Hakir, Hüseyin Karayazı, Adil Fırat takma adlarını kullanmıştır. "Cemal Süreya". Ortaokul ikinci sınıftayken karayollarında çadır bekçiliği yaptığı sıralarda boş vakitlerini hep hayal kurarak geçiren Süreya, o günlerde kendine Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay gibi yazarların adına benzeyecek ve üç isimden oluşacak bir isim arayışına girmiştir. "Cemalettin"i kısaltarak ve yanına sevdiği bir sözcüğü, Süreyya'yı, ekleyerek yeni ismini, Cemal Süreyya Seber'i, oluşturmuştur fakat zaman içinde "Seber"den de vazgeçip "Cemal Süreyya"yı kullanmaya başlamıştır. 1956'da yayımlanan "Elma" şiirinin son dizesinde adının bir harfini attığını duyurarak bunun sebebini o tarihlerde belleğine çok güvendiğini, telefon numaralarını bile ezberinde tuttuğunu, bir telefon numarası yüzünden arkadaşıyla bahse tutuştuğu ve kaybettiği şeklinde belirtmiştir. Kaybederse adından bir harf atacağına söz vermiş, iki tane olduğu için de "y"lerin birini feda etmeyi uygun görmüştür. Ece Ayhan'la 1987'de "Şehir" dergisinde yaptıkları "Kıyı Bucak" başlıklı konuşmalarda Beyoğlu 37. İlkokulu'nun ikinci sınıfındayken adından, soyadından, okulundan, mahallesinin adından, sokağının adından utandığını söylemiştir: "Biliyor musun, ilkokulda ben adımdan, soyadımdan, okulumdan, mahallemizin adından, sokağımızın adından utanırdım. Düşün: Adım Cemalettin, soyadım Seber (ki anlamı yok, herkes yanlış anlıyor); Pürtelaş Mahallesi'nde oturuyoruz, sokağımızın adı da: Tavukuçmaz ... Okulum da ahşap bir yapı; A, B, C, diye şubeleri olmayan çok küçük bir okul. Pürtelaş'ın anlamını da bilmiyordum. Yıllar sonra anladım gerçeği: O adlar (benim kendi adım dışında) ne güzel adlarmış." Dergi. Cemal Süreya, ilk dergilerini ilkokuldayken sınıfta arkadaşıyla birlikte "Yumurcak", "Kahkaha", "Çocuk Duygusu" adlarıyla çıkarmıştır. Ağustos 1960'ta maliye müfettişliği yaptığı dönemde "Papirüs" dergisinin ilk sayısını yayımlamış fakat devlet memurluğu yaptığı için Suna Lokman derginin sahibi olarak görünmüştür. İlk sayının baskısında, araya çizgi kanmadığı için sayfalar birbirine yapışmıştır ve böylece yayına ara verilmiştir fakat teftiş için çıktığı turneden dönen Süreya; Mayıs, Haziran ve Temmuz-Ağustos olmak üzere derginin üç sayısını art arda 1961'de piyasaya sunmuştur. "Papirüs", bu dönemde toplam dört sayı olarak yayımlanırken Haziran 1966'da ikinci kez yayımlanmaya başlamış ve Mayıs 1970'e kadar toplam 47 sayı olarak basılmıştır. 12 Mart Muhtırası'nın yayın hayatını durdurması sonrası "aç kalan" Süreya, yeniden memuriyete dönmüştür. Dergi üçüncü ve son dönemini Nisan 1980'de basılmasıyla yaşamış fakat tek sayı olarak çıktıktan sonra, 12 Eylül Darbesi gerekçesiyle yayınına son verilip tekrar Mart 1981'de bir seçki olarak yayımlanmıştır. Süreya ayrıca "Türkiye Yazıları ve Maliye Yazıları"nın yazı kurulunda, "Saçak ve Oluşum"un sanat ve kültür yönetmenliğinde bulunmuştur. Şiir. Çocukluğunda halasının oğluyla yazma eskizlerine başlayan Süreya, bunları kimseyle paylaşmamıştır. Üniversite yıllarından itibaren hem şiirlerini, hem de yazılarını çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlatmıştır. "Onüç Günün Mektupları" (1990) dışında hiçbir yazısı veya şiiri, dergi ve gazetede yayımlanmadan kitaba dönüşmemiştir. 1953-1957 yılları arasında yayımladığı şiirlerden sadece yirmi dokuzuna yer verdiği "Üvercinka" (1958), Süreya'nın yayımlanan ilk şiir kitabıdır. Yeditepe Yayınları tarafından yayımlanan kitabın sonraki basımlarında "Şiir", "Sürek Avı" ve "Gazel" başlıklı şiirleri de eklenerek kitapta otuz iki şiir yer edinmiştir. Bu dönemde yazılan "Şarkısı-Beyaz", "Hafta Sekiz", "Di Gel", "Çıkmaz Sinir", "Ölmüştük", "Şiir", "Yüzükoyun", "Aşktan İndim İncire","Eski Kadınlar", "Piyale, "Gölge Oyunu" ve "Kesik" kitapta yer almamıştır. Kitabın adı, eşiyle arası problemli olan Süreya'nın Eskişehir Vergi Dairesi'nde tanışıp bir süre beraber olduğu kadından gelmektedir. Asım Bezirci'ye verdiği bir röportajda "üvercinka"nın anlamı için şunları söylemiştir: "Üvercinka anılması güvercinle karışık bir ad. Bir kadın adı. Barışa, aşka, dayatmaya dönük bir kavram: Kitaba ad olarak seçmeme gelince bunun iki nedeni var: Birisi belli: günümüz şiiri ve bu arada benim şiirim kelimeyi zorlayan bir şiir. O adla şiirimi özetlemiş ya da bir parça belirtmiş oluyorum galiba. İşin ikinci nedeni son derece özel, salt günlük yaşamama ilişkin bir şey." 1959'da Yeditepe Şiir Armağanı'nı kazanan kitabın ilk baskısı altı ay içinde tükenmiştir. "Kitap-lık" dergisinin Türkiye'nin kuruluşunun 75. yıldönümü sebebiyle 1998'de hazırladığı "75 Yılda 75 Kitap listesi"nde 36. sırada yer almıştır. Nisan 1965'te "Göçebe", de Yayınları tarafından on yedi şiirlik bir kitap olarak piyasaya sürülmüştür. "Göçebe"deki şiirler, 27 Mayıs Darbesi sonrasında yazılmıştır. Kitaba adını veren şiiri Paris'teyken yazan Süreya, bu kitabında kendini "daha bilinçli" olarak görmüştür. Yayımlandıktan bir yıl sonra Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü'nü almıştır. Ekim 1973'te E Yayınları tarafından "Beni Öp Sonra Doğur Beni", Cevat Çapan yönetmenliğindeki "Türk ve Dünya Şiir Dizisi"nin ikinci kitabı olarak yayımlanmıştır. Otuz şiirden oluşan kitaptaki çoğu şiir, 1966-1970 yıllarında "Papirüs"te çıkmıştır ve Süreya'nın memuriyetten ayrıldığı 1965 ile 12 Mart Olayı (1971) tarihleri arasında yazdığı şiirlerden oluşmaktadır. "Beni Öp Sonra Doğur Beni", "Bir Kentin Dışardan Görünüşü", "Sevda Sözleri", "Ortadoğu" ve "Üçbin Yaprak Yüzbin İpekböceği" olmak üzere dört bölümden oluşmakta ve ilk bölümü oluşturan tek şiir, 1965'te "Yeni Dergi"de; diğerleri ise 1972-1973 yıllarında "Soyut" ve "Yeni A" dergilerinde yayımlanmıştır. "Gösteri" dergisine verdiği röportajında Süreya, "Beni Öp Sonra Doğur Beni" hakkında şunları söylemiştir: ""Beni Öp Sonra Doğur Beni"de elbet daha ustayım. Ayrıca şiirimi daha bir yayıyorum. Tarihsel bir çizgi yakalıyorum. Anadolu'yu divanece dolanıyorum. "Göçebe"deki soyut yalınlıktan daha "gayrisafi", ama daha ağırlıklı bir aşamaya geçiyorum. Bir yerde Şeyh Galip'i, bir yerde Yunus Emre ve Pir Sultan'ı yoklayışım da bu kitaptadır. Her kitabımda çok sevdiğim şiirler vardır. Ama en çoğu "Beni Öp Sonra Doğur Beni"de. En çok öykünülmüş şiirler de oradadır." "Sevda Sözleri" adıyla diğer şiir kitaplarını da içine alan ve ilk baskısı 1984 yılında Can Yayınları tarafından yapılan "Uçurumda Açan"; "Üzerinden Sevişmek", "Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir" ve "Taşıran Damla" adlı üç bölüm ve otuz beş şiirden oluşmaktadır. "Üzerinden Sevişmek" bölümünde aşk şiirleri varken "Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir" bölümündeyse roma rakamlarıyla altı şiir yer almaktadır. Süreya bu bölümdeki seriyi yirmi ila otuz ay sürdürmeyi planlarken eşi Zühal Tekkanat'a yazdığı mektupta bu seriyle yazmadığı şiirleri telafi edeceğini söylemiştir ve bu serideki şiirler Süreya'nın Ankara anılarını ve izlenimlerini taşımaktadır. "Taşıran Damla" bölümündeyse portre şiirler ağırlıktadır. Yayımlandığı zaman ses getiren bir kitap olmamıştır. "Sıcak Nal" (1988) ile "Güz Bitigi" (1988), bir gün arayla yayımlanmıştır. "Sıcak Nal", 31 Mart'ta; "Güz Bitigi" ise 1 Nisan'da Dönemli Yayıncılık tarafından piyasaya sürülmüştür. Süreya, ilk kitap için "şimdiye dek yazdığım şiirlerin doğal uzantısı" derken ikinci kitap için ise "yeni bir deney" demiştir. "Sıcak Nal"da yer alan şiirler şairin son dört yılda "Milliyet Sanat", "Gergedan" ve "Gösteri" dergilerinde yazıp yayımladığı şiirlerden oluşmaktadır. Kitap, "Sıcak Nal", "Kısa Türkiye Tarihi" ve "Söz Yitimi" olmak üzere üç bölümü ve toplam yirmi dört şiiri içinde bulundurmaktadır. "Güz Bitigi"nin adı Doğu Perinçek'e göre Dîvânü Lugati't-Türk'teki "Ay Bitigi"nden alınmıştır. "Ay Bitigi", Karahanlılar devletinde askerlerin adlarının ve azıklarının yazıldığı defterdir. Kitap; 1 düzyazı, 20 şiir, 1 şarkı, 11 beyit, 16 dize başlıklı yirmi dört şiirden oluşmaktadır. Süreya, "Güz Bitigi"ni "tek bir şiir" olarak nitelendirmiştir. Her iki kitap, aynı yıl Necatigil Şiir Ödülü'nü almıştır. Deneme ve eleştiri. "Şapkam Dolu Çiçekle" (1976), Süreya'nın şiir ve şairler üzerine düşüncelerini ortaya koyduğu eleştirel deneme türünde bir kitaptır. Şairlerin hayatının, dünya görüşünün, edebî anlayışının şiirlere nasıl yansıdığını, şairin ilk şiirlerinden başlayarak son şiir kitabına kadar nasıl bir süreçten geçtiğini, etkilendikleri yerli ve yabancı şairleri de referans göstererek benzerlik ve farklılıkları göstermeye çalışmaktadır. Birinci baskısı Ada Yayınları tarafından yapılan kitabın 2000 yılında Yapı Kredi Yayınları (YKY) tarafından basılan edisyonu, "Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar" adıyla yayımlanmıştır. "Şiir Üzerine Yazılar" bölümünde Süreya'nın 1956-1989 yılları arasında çeşitli dergi ve gazetelerde yazdığı yazılar kronolojik olarak yer almaktadır. 1982'de Adam Yayınları tarafından eleştirel deneme kitabı olan "Günübirlikler" yayımlanmıştır. "Günübirlikler"de Süreya'nın 1975-1976 yılında "Politika" gazetesinde yazdığı yazılar yer almaktadır. Kitap 1992'de "Uzat Saçlarını Frigya" adıyla Yön Yayıncılık tarafından basılmıştır. Kitapta; roman, hikâye, deneme ve eleştiri kuramları ve kitapları üzerine, Türk ve dünya şairleri, edebiyat dergileri, dil, sanat, cinsellik konularına yer verdiği doksan beş yazı mevcuttur. 2005 yılındaki YKY basımında kitap iki bölüme ayrılmış ve ilk bölümde doksan beş, ikinci bölümdeyse seksen üç yazıya yer verilmiştir. 1982 yılındaki ilk baskısı Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından yasaklanmıştır. Süreya'nın ölümünden iki yıl sonra Can Yayınları, "Folklor Şiire Düşman" (1992) adıyla Süreya'nın eleştiri ve denemelerini yayımlamıştır. "Türkçe Bilenin İşi Rast Gider" ve "Edebiyatımızda On İnsan Bin Yaşam" adıyla iki bölümden oluşan kitapta ayrıca Enver Ercan'ın Süreya ile yaptığı bir röportaj yer almaktadır. Aynı yıl Cem Yayınevi tarafından "Papirüs'ten Başyazılar" (1992) adıyla bir kitap piyasaya sunulmuştur. Kitapta Süreya'nın "Papirüs"ün birinci (2 yazı), ikinci (34 yazı) ve üçüncü (1 yazı) döneminde yazdığı yazıların seçkisi yer almaktadır. Kitabın girişinde "Papirüs"ün nasıl çıktığına, dergiciliğin Cemal Süreya için ne ifade ettiğine dair Atilla Özkırımlı'nın, Tomris Uyar'ın ve Muzaffer Buyrukçu'nun yazıları bulunmaktadır. Yine 1992'de Süreya'nın 1974'ten 1987'e kadar "Oluşum" dergisinde çıkan yazıları Oluşum Yayınları tarafından "Oluşum'da Cemal Süreya" adıyla kitaplaştırılmıştır. Aynı yıl bir başka kitap Kaynak Yayınları tarafından "Aydınlık Yazıları/Paçal" adıyla basılmış ve bu kitapta Süreya'nın 12 Mart 1979'dan 11 Eylül 1980'e kadar "Aydınlık" gazetesinde "Paçal" başlığı altında yazdığı yazılar yer almıştır. Bu köşe yazılarında Süreya, şiir başta olmak üzere dergi, roman, öykü, portre, resim, müzik, piyango, ödül ve reklam gibi konuları ele almaktadır. Diğer türler. Süreya, 1984'te "Milliyet Sanat"ta numaralandırdığı günlüklerini yazmaya başlamıştır. 650. günden sonra 651'den Mayıs 1989 tarihli 993. güne kadar "Hürriyet Gösteri"de yazmıştır. Bu yazıların birçoğu otobiyografik özellik taşımaktadır. Bu yazılar "Günler" adıyla 1991'de Broy Yayınları tarafından "999. Gün/Üstü Kalsın" adıyla yayımlanırken YKY tarafından "Günler" (1996) adıyla basılmıştır. Nisan 1984'ten Mart 1985'e kadar "Çocukça" dergisinde çocuklar için "Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi" köşesinde on iki yazı yazmıştır. Süreya'nın ölümünden sonra bu on iki yazı 1993'te Broy Yayınları'nca, YKY tarafından da 1996 yılında kitap olarak basılmıştır. Kitap, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan 100 temel eser listesinde 30. sırada yer almıştır. Süreya, "Çocukça" dergisinde yazdığı bu yazılarda "başlangıçta zorlansa da sonradan büyük bir keyif aldığını ancak işine son verilmesiyle yazıları noktaladığını" belirtmiştir. Süreya, 1980'den sonra portre yazmaya başlamış ve Doğu Perinçek'le çıkarmaya başladığı "2000'e Doğru" dergisinde yazacağı portreleri politikacılardan seçeceğini duyurmuştur. Başlangıçta "99 Yüz" olarak yazmayı tasarlasa da bu yazımdan "büyük keyif almasıyla" bu sayıyı 126'ya çıkarmıştır. 4-11 Ocak 1987 tarihli ilk portre Turgut Özal hakkındadır. Semih Poroy, metne uygun karikatürleri çizmiştir. Ayrıca Poroy dışında Tan Oral, Levent Kuruca, Hasan Seçkin Turgay Karadağ ve kimi kez de kendisi Charles Suarez takma adıyla metni resme dökmüştür. Portreler, ölümünden sonra Kaynak Yayınları tarafından Ocak 1991'de "99 Yüz İzdüşümler/Söz Senaryosu" adıyla kitap olarak yayımlanmıştır. 1972 yılında Ankara'da Maliye Tetkik Kurulunda görev yapan Süreya, İstanbul'da memur olarak çalışan ve eşi Zühal Tekkanat'ın ameliyat olacağı haberiyle İstanbul'a gitmiş ve eşinin hastanede kaldığı 12-24 Temmuz 1972 tarihlerini kapsayan on üç gün boyunca "Onüç Günün Mektupları"nı kaleme almıştır. Bu mektuplarda eşi ve oğlu Memo Emrah'a olan sevgisi, geleceğe yönelik kız çocuğu (isminin Elif Zeyno olmasını istemiştir) özlemi, günlük hayata ait küçük detayları, anıları, şiirlerinin yazılışı ve dergiciliği gibi konulardan bahsetmiştir. Mektuplar Türk Dil Kurumunun 40. yıl dönümü dolayısıyla bastırdığı ve üyelerine dağıttığı bloknot sayfalarına yazılmıştır. Kitap, Zühal Tekkanat'ın mektupları Erdal Öz'e vermesiyle yayımlanır. İlk kez Can Yayınları tarafından 1990'da basılmıştır. YKY tarafından yapılan 2000 yılı baskısında ise, bu mektuplara ilaveten 1994 yılında "Varlık" dergisinin ocak, şubat ve mart sayılarında üç bölüm hâlinde yayımladığı yirmi dört mektubu da yer almaktadır. Süreya ayrıca antolojiler de yazmıştır. 1966'da "Mülkiyeli Şairler" ve 1967'de "100 Aşk Şiiri" adlarında iki antoloji yayımlamıştır. Bunların dışında Fransızcadan roman ve fikir kitapları olmak üzere yaklaşık kırk kitap çevirmiştir. Bu çeviriler arasında "Küçük Prens" (Tomris Uyar ile birlikte; 1965), "Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması" (1969), "Vadideki Zambak" (1971), "Goriot Baba" (1974) gibi eserler yer almaktadır. Ayrıca Pierre Reverdy'ye ait bir şiir olan "Yürek Ki Paramparça", Süreya'nın Fransızcadan çevirdiği şiirlerin bir seçkisini oluşturan kitaba adını vermiştir. İlk baskısı YKY tarafından 1995'te yapılmıştır. Kitapta toplam 44 şairden 77 şiir bulunmaktadır. Bunlardan 41'i Fransız, diğer 3 şair ise Belçikalı, İspanyol ve Çektir. Süreya'nın ölümünden sonra 1997'de YKY tarafından Süreya'nın çeşitli dergi, gazete ve radyolarda yaptığı konuşmalarının ve soruşturmalarının Nursel Duruel tarafından hazırlanıp bir araya getirildiği bir kitap olan "Güvercin Curnatası" yayımlanmıştır. Kronolojik olarak yazıların tertip edildiği kitap, konuşmalar ve soruşturmalar olarak iki bölüme ayrılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1497", "len_data": 34724, "topic": "LITERATURE_POETRY", "quality_score": 3.44 }
Monografi ya da monograf Türkçeye Fransızca "monographie" sözcüğünden geçmiş olup, bilimsel alanlarda özel bir konu, sorun ya da kişi üzerine yazılmış, kendi başına bir bütün oluşturan kitaplara verilen isimdir. Ünlü bir kimsenin hayatını, kişiliğini, eserlerini, başarılarını ayrıntılarıyla ele alan veya bilimsel bir alanda özel bir konu ya da sorun üzerine yazılan inceleme yazısına monografi (tek yazı) denir. Herhangi bir kimsenin yaşamının başkaları tarafından benimsenmesinde bir sakınca görülmeyen özel taraflarını, bir sanat anlayışını, bir eserin veya şeyin yalnızca bir yönünü anlatan yazılara "monografi" denir. Monografide herhangi bir yer, bir eser, bir yazar, tarihî bir olay, bilimsel bir alana ait sorun özel bir görüşle veya bakış açısıyla değerlendirilebileceği gibi, bir konu üzerinde derinlemesine bir inceleme de yapılabilir. Monografilerde kişi veya eser her yönüyle incelenir; araştırılır. Ancak bu şekilde ele alınan konunun o ana kadar gizli kalmış yönleri, tarafları belirlenir ve ortaya konur. Ayrıca sanatçı inceleniyorsa o sanatçıyı diğer sanatçılardan ayıran özel bilgilere ulaşılmış olur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1498", "len_data": 1120, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.81 }
Doğal sayılar, formula_1 şeklinde sıralanan tam sayılardır ve kimi tanımlamalara göre 0 sayısı da bu kümeye dâhil edilebilir. Aralarında standart ISO 80000-2'nin de bulunduğu bazı tanımlar doğal sayıları ile başlatır ve bu durum negatif olmayan tam sayılar için şeklinde bir karşılık bulurken, bazı tanımlamalar ile başlamakta ve bu da pozitif tam sayılar için şeklinde bir eşlenik oluşturur. Doğal sayıları sıfır olmadan ele alan metinlerde, sıfırın da dâhil edildiği doğal sayılar bazen tam sayılar olarak adlandırılırken diğer bazı metinlerde bu terim, negatif tam sayılar da dâhil olmak üzere tam sayılar için kullanılmaktadır. Özellikle ilkokul seviyesindeki eğitimde, doğal sayılar, negatif tam sayıları ve sıfırı dışlamak ve saymanın ayrık yapısını, gerçek sayıların bir karakteristiği olan ölçümün sürekliliğiyle karşıtlık oluşturmak amacıyla sayma sayıları olarak adlandırılabilir. Doğal sayılar, "masa üzerindeki bozuk paraların sayısı 'altıdır'" şeklindeki ifadelerde sayma amaçlı kullanıldığında, "kardinal sayı" olarak adlandırılan bir işlevi üstlenirler. Bunun yanı sıra, "bu şehir, ülke çapındaki 'üçüncü' en büyük şehirdir" şeklindeki ifadelerde sıralama amaçlı kullanıldıklarında ise, "sıral sayı" olarak adlandırılan farklı bir işlevi yerine getirirler. Zaman zaman doğal sayılar, matematiksel anlamda sayısal özelliklere sahip olmayan, spor dallarındaki forma numaraları gibi, "nominal sayı" olarak adlandırılan etiketleme amaçları için de tercih edilirler. Doğal sayılar, genellikle N sembolü ile gösterilen bir kümeyi teşkil ederler. Bu sayılar kümesi, doğal sayılar kümesinin ardışık genişlemeleriyle birçok farklı sayı kümesinin inşasına olanak sağlar: tamsayılar, doğal sayılar kümesine, henüz dâhil edilmemişse bir toplama birimi olan 0 ve her bir sıfırdan farklı doğal sayı için tanımlanan bir toplamının tersi ekleyerek oluşturulur; rasyonel sayılar, her bir sıfırdan farklı tam sayı için bir çarpma tersi formula_2 ekleyerek ve bu terslerin tam sayılar ile çarpımını da içerecek şekilde genişletilir; reel sayılar, rasyonel sayıların limitlerine ulaşan Cauchy dizileri ile zenginleştirilerek elde edilir; karmaşık sayılar, reel sayılara eklenen bir 'in karekökü ve bu karekökün toplamları ile çarpımları ile genişletilir; ve bu süreç böyle devam eder. Bu ardışık genişletme serisi, doğal sayıların diğer sayı sistemlerine kanonik bir şekilde gömülmesini sağlar. Doğal sayılara ait özellikler, örneğin bölünebilirlik ve asal sayı dağılımı gibi konular, sayılar teorisi disiplininde ele alınmaktadır. Sayma ve sıralamaya dair meseleler, bölüntü ve enumeratif kombinatorik yöntemler gibi konular, kombinatorik çalışma alanında detaylı bir şekilde incelenmektedir. Tarihçe. Antik köken. Doğal sayıların gösterimi konusunda en temel yöntemlerden biri, parmakla sayma metoduyla parmakların kullanılmasıdır. Nesne başına bir çizik işareti eklemek de benzer şekilde ilkel bir yöntem olarak kabul edilir. İlerleyen zamanlarda, bir nesneler topluluğu, bir işareti silip topluluktan bir nesneyi ayırarak eşitlik, fazlalık veya eksiklik yönünden değerlendirilebilir. Sayıları ifade etmek amacıyla rakamların kullanılması, soyutlama noktasında önemli bir ilerleme olarak görülür. Bu yaklaşım, büyük sayıların kaydedilmesi için sistemlerin oluşturulmasına imkan tanımıştır. Antik Mısır uygarlığı, 1, 10 ve 1 milyonu aşkın değerlere kadar olan 10'un katları için özgün hiyeroglifler barındıran kapsamlı bir sayı sistemi geliştirmiştir. Paris'teki Louvre müzesinde sergilenen ve MÖ 1500 yıllarına tarihlenen bir Karnak taş oyması, 276 sayısını iki yüz, yedi on ve altı birim olarak temsil ederken, 4,622 sayısı için de benzer bir gösterim kullanılmıştır. Babil uygarlığı ise, 1 ve 10 için özel semboller kullanılarak kurulan ve altmışlık bir tabana dayanan bir basamak sistemine sahipti; bu sistemde altmış için kullanılan sembol, bir için kullanılan sembolle aynıydı ve değeri bağlamdan çıkarılabiliyordu. sayısının, kendi özgün sayısal simgesiyle birlikte bir sayı olarak değerlendirilmesi fikrinin ortaya çıkışı, nispeten daha geç bir gelişmedir. Basamak notasyonunda bir 0 rakamının kullanımı (diğer sayılar içinde) MÖ 700'lere dayanır ve bu uygulama Babilliler tarafından benimsenmiştir; bu basamak, sayının en son sembolü olacaksa kullanılmamıştır. Olmek ve Maya uygarlığı MÖ 1. yüzyılda 0'ı bağımsız bir sayı olarak kullanmışlardır, fakat bu kullanım Mezoamerika dışına yayılmamıştır. Modern dönemde bir 0 sayısal işaretinin kullanımı MS 628 yılında Hint matematikçi Brahmagupta ile başlamıştır. Ancak, 0 sayısı, MS 525 yılında Dionysius Exiguus ile başlayarak, Orta Çağ computus'unda (Paskalya'nın tarihinin hesaplanması), bir sayısal işaret olmadan bir sayı olarak kullanılmıştır. Standart Roma rakamlarında 0 için bir sembol bulunmamaktadır; bunun yerine, Latince "hiçbiri" anlamına gelen "nullus" kelimesinden türetilen "nulla" (veya iyelik hâli "nullae") 0 değerini ifade etmek için kullanılmıştır. Sayıların soyutlamalar ile sistematik olarak incelenmesi, genellikle Yunan filozoflar Pisagor ve Arşimet'e mal edilir. Bazı Yunan matematikçiler, sayı 1'i daha büyük sayılardan farklı olarak, bazen tam olarak bir sayı olarak bile değerlendirmemişlerdir. Euclid, bir birimi öncelikle tanımlayıp ardından bir sayıyı birimlerin çokluğu olarak tanımlamıştır; böylece onun tanımına göre bir birim bir sayı değildir ve benzersiz sayılar mevcut değildir (örneğin, belirsiz sayıda birimden herhangi iki birim bir 2 olarak kabul edilir). Ancak, hemen ardından gelen mükemmel sayı tanımında, Euclid 1'i diğer herhangi bir sayı gibi ele alır. Sayılar üzerine bağımsız çalışmalar, aynı dönemlerde Hindistan, Çin ve Mezoamerika'da da yürütülmüştür. Modern tanım. 19. yüzyıl Avrupa'sında doğal sayılar kavramının esas mahiyeti üzerine matematiksel ve felsefi düzeyde tartışmalar gerçekleştirilmiştir. Henri Poincaré, aksiyomların yalnızca sonlu uygulamaları kapsamında ispatlanabileceğini ifade etmiş ve aynı işlemin belirsiz sayıda tekrarının zihinsel bir kavrayışla mümkün kılındığı sonucuna ulaşmıştır. Leopold Kronecker, kendi inancını "Tanrı tamsayıları yarattı, diğer her şey insanın eseridir" şeklinde özetlemiştir. Yapılandırmacılar, matematiğin temelleri alanındaki mantıksal kesinliği artırma gereksinimini vurgulamışlardır. 1860'lar döneminde, Hermann Grassmann doğal sayılar için özyinelemeli bir tanım önererek, bu sayıların aslında doğuştan gelmediğini, fakat tanımların bir ürünü olduğunu ifade etmiştir. İlerleyen zamanlarda, bu tip formal tanımların iki ayrı sınıfı geliştirilmiş; daha sonrasında ise, bu tanımların çoğu pratik uygulamada birbirine eşdeğer olarak kabul edilmiştir. Doğal sayıların küme teorisiyle ilişkilendirilmesine yönelik tanımlamalar, Frege tarafından geliştirilmiştir. İlk etapta, Frege bir doğal sayıyı, belirli bir küme ile birebir korespondans kurabilen tüm kümelerin topluluğu olarak ifade etmiştir. Ancak, bu yaklaşım, Russell paradoksu da dâhil olmak üzere çeşitli paradokslara sebebiyet vermiştir. Bu tür paradokslardan sakınmak amacıyla, tanımlama biçimi, bir doğal sayının özel bir küme olarak tanımlandığı ve herhangi bir kümenin, bu küme ile birebir korespondans kurabiliyorsa, söz konusu kümenin eleman sayısının bu sayı olduğu şeklinde modifiye edilmiştir. İkinci kategori tanımlamalar, Charles Sanders Peirce tarafından ortaya konmuş, Richard Dedekind tarafından rafine edilmiş ve Giuseppe Peano tarafından detaylı bir şekilde ele alınmıştır; bu metodoloji günümüzde Peano aritmetiği olarak bilinmektedir. Bu yaklaşım, sıral sayıların özelliklerinin aksiyomatik bir çerçevede ele alınmasına dayanmaktadır: Her doğal sayının bir sonraki sayısı vardır ve sıfırdan farklı her doğal sayının benzersiz bir önceki sayısı vardır. Peano aritmetiği, birkaç zayıf küme teorisi sistemiyle eş tutarlılık gösterir. Bu sistemlerden biri, sonsuzluk aksiyomunun tersi ile değiştirilmiş ZFC sistemidir. ZFC'de kanıtlanabilir ancak Peano Aksiyomları kullanılarak kanıtlanamayan teoremler arasında Goodstein teoremi bulunur. Bu tanımlar ışığında, boş kümeyle özdeşleştirilen 0 sayısının doğal sayılar kümesine dâhil edilmesi mantıklı bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. Günümüzde küme teorisyenleri ve mantık bilimcileri arasında 0'ı doğal sayılar kümesine dâhil etme eğilimi yaygındır. Matematikçilerin bir kısmı da bu uygulamayı benimserken, bilgisayar dilleri de genellikle döngü sayaçları, dizgi veya dizi elemanları gibi nesneleri saymaya sıfırdan başlamaktadır. Diğer yandan, birçok matematikçi, eski geleneği sürdürerek ilk doğal sayı olarak 1'i kabul etme eğilimindedir. Bu yaklaşım, özellikle gerçek analiz üzerine yazılmış metinlerde yaygındır. Simgelem. Doğal sayılar kümesi, standart olarak veya formula_3 ile ifade edilmektedir. Daha eski metinlerde, bu küme için bazen simgesi tercih edilmiştir. Doğal sayıların 0'ı kapsayıp kapsamadığı duruma göre değişiklik gösterebilir, bu yüzden atıfta bulunulan versiyonun hangisi olduğunu anlamak önem arz eder. Bu genellikle bağlamdan anlaşılır, fakat notasyonda bir alt ya da üst simge kullanımı ile de açıklanabilir. Örneğin: Diğer bir yaklaşım olarak, doğal sayılar, tam sayılar kümesinin bir alt kümesini meydana getirdiklerinden (genellikle bu sayılar pozitif ya da negatif olmayan tam sayılar olarak da tanımlanabilirler. 0 sayısının dâhil edilip edilmediğine dair muğlaklığı gidermek amacıyla, bazen pozitif tam sayılar için üst simge olarak "formula_6" veya "+" işareti, negatif olmayan tam sayılar için ise alt simge (veya üst simge) olarak "0" işareti kullanılır: Özellikler. Bu bölüm, formula_9 gösterimini esas alır. Toplama işlemi. Doğal sayılar kümesi formula_10 ve her bir doğal sayıyı bir sonraki sayıya eşleyen ardıl fonksiyon formula_11 göz önünde bulundurulduğunda, doğal sayıların toplaması, ve her , için olacak şekilde özyinelemeli olarak tanımlanabilir. Bu durumda, , şeklinde ifade edilir ve bu dizilim devam eder. formula_12 cebirsel yapısı, 0 kimlik elemanına sahip bir değişmeli monoiddir ve bu yapı, bir üreteç üzerinden serbest monoid özelliği gösterir. Toplamanın kısalma özelliğini de sağlayan bu değişmeli monoid, bir grup içerisine gömülebilir özelliktedir. Doğal sayıları kapsayan en minimal grup, tamsayılar grubudur. Eğer 1, olarak tanımlanırsa, olur. Bu, ifadesinin, sayısının ardılı olduğunu basitçe gösterir. Toplama işlemi ileri doğru sayma işlemidir. Toplama işlemine katılan sayılara terim, işlemin sonucuna toplam denir. Toplama işlemi sayıların aynı basamakları arasında yapılır. Bu nedenle toplama işleminde sayılar aynı basamaklar alt alta gelecek şekilde yapılır. Doğal sayılarda toplama aşağıdaki cebirsel kurallara uyar: Bir "a" sayısını bir "b" sayısıyla toplamak, "a" sayısının "b" kere ardılını almak olarak tanımlanır. Daha matematiksel bir tanım verilmek istenirse formula_13 gösterimi "n" sayısının ardılını ifâde etmek üzere, toplama aşağıdaki belitlerle tanımlanır: Bu belitlerden yola çıkarak ardıllık işlemini toplama cinsinden göstermek mümkündür: 2. belitte b=0 seçilirse sıfırın ardılı birdir, o hâlde, olduğu kolaylıkla görülür. Çarpma işlemi. Toplamanın tanımlanmış olması göz önüne alındığında, çarpma işlemi formula_18, ve olacak şekilde tanımlanabilir. Bu tanım, formula_19 yapısnı, etkisiz elemanı 1 olan serbest değişmeli bir monoid yapısına çevirir; bu monoidin üreteçler kümesi, asal sayılar kümesidir. Çarpma işlemi art arda toplama işlemidir. Çarpma işlemine katılan sayılara çarpan, işlemin sonucuna çarpım denir. Doğal sayılarda çarpma aşağıdaki cebirsel kurallara uyar: Bir "a" sayısını bir "b" sayısıyla çarpmak, "a" sayısının "b" kere toplamını almak olarak tanımlanır. Daha matematiksel bir tanım verilmek istenirse formula_13 gösterimi "n" sayısının ardılını ifade etmek üzere, çarpma aşağıdaki belitlerle tanımlanır: Toplama ve çarpma işlemleri arasındaki ilişki. Toplama ve çarpma işlemleri birbiriyle uyumludur, bu durum dağılma özelliği ile ifade edilir: . Toplama ve çarpmanın bu özellikleri, doğal sayıları bir değişmeli yarhalka (İngilizce: "semiring"; aynı zamanda "rig" olarak da bilinir) örneği yapar. Yarhalkalar, çarpmanın mutlaka değişmeli olmadığı doğal sayıların cebirsel bir genelleştirmesidir. Toplam terslerinin olmaması ki bu formula_10'in çıkarma işlemi altında kapalı olmadığına eşdeğerdir (yani, bir doğal sayıdan diğer bir doğal sayıyı çıkarmak her zaman başka bir doğal sayı sonucu vermez), formula_10'in bir halka "olmadığı" anlamına gelir; bunun yerine bir yarhalkadır. Doğal sayılar "0 hariç" alınırsa ve "1'den başlayarak" kabul edilirse, + ve × tanımları yukarıdaki gibi olur, ancak ve ile başlarlar. Ayrıca, formula_25'ın kimlik elemanı bulunmamaktadır. Sıralama. Bu bölümde, gibi yan yana getirilmiş değişkenler çarpımını belirtir ve standart işlem sırası varsayılmaktadır. Doğal sayılar üzerinde bir tam sıralama şeklinde tanımlanır, ancak ve ancak olacak şekilde başka bir doğal sayı varsa. Bu sıralama, aşağıdaki anlamda aritmetik işlemler ile uyumludur: eğer , ve doğal sayılarsa ve ise, o zaman ve olur. Doğal sayıların önemli bir özelliği, iyi sıralı olmalarıdır: doğal sayılardan oluşan her boş olmayan kümenin en küçük bir elemanı vardır. İyi sıralı kümeler arasındaki rütbe bir sıral sayı ile ifade edilir; doğal sayılar için bu, (omega) olarak belirtilir. Doğal sayıların sıralanmasına en büyük basamaktan başlanır. Aynı basamakta büyük rakam bulunan sayı diğerinden büyüktür. İki sayının yüz milyonlar basamaklarında eşit rakamlar bulunuyor. Bu nedenle karşılaştırma bir sonraki basamak olan on milyonlar basamaklarında yapılır. Bu basamaklarda 9 > 8 olduğundan 894.125.067 > 887.954.700 yazılır. “ 894.125.067 büyüktür 887.954.700 şeklinde okunur.” formula_26 Doğal Sayılar Kümesinde; iki doğal sayının toplamı yine bir doğal sayı olur. Bölme. Bu bölümde, gibi yan yana getirilmiş değişkenler çarpımını gösterir ve standart işlem sırası kabul edilir. Genellikle bir doğal sayıyı başka bir doğal sayıya böldüğümüzde sonuç olarak doğal bir sayı elde edilemese de, "kalanlı bölme" veya Öklid bölmesi işlemi bir alternatif olarak kullanılabilir: olmak üzere herhangi iki doğal sayı ve için :formula_27 şeklinde olacak ve doğal sayıları vardır. Sayı bölme işleminin "bölümü" olarak, ise "kalan" olarak adlandırılır. 'yı 'ye böldüğümüzde elde edilen ve sayıları ve tarafından özebir şekilde belirlenir. Bu Öklid bölmesi, sayılar teorisinde birçok diğer özellik (bölünebilirlik), algoritmalar (örneğin, Öklid algoritması) ve fikirler için temel taşını oluşturur. Cebirsel özellikler. Doğal sayılar kümesinde tanımlanmış olan toplama (+) ve çarpma (×) işlemleri, aşağıda sıralanan bir dizi cebirsel özelliği sağlar: Sayı değeri. Bir doğal sayının rakamlarının belirttiği değere rakamların sayı değeri denir. Doğal sayının rakamlarının toplamına rakamların "sayı değerleri toplamı" denir. Basamak değeri. 9 basamaklı bir doğal sayının basamaklarının Onlu sayma düzeninde bir basamağın değeri sağındaki basamağın 10 katıdır. Bir rakamın basamak değeri o rakam ile rakamın yazıldığı basamağın çarpımıyla bulunur. 12345 sayısındaki 2 nin basamak değeri 2 (sayı değeri) ve 1000 (basamak değeri) çarpılarak 2 × 1000 = 2000 şeklinde bulunur. Genellemeler. Doğal sayıların iki temel uygulaması, sayma ve sıralama, onlardan neşet eden iki mühim genelleştirmeye zemin hazırlar: nicel (kardinal) sayılar ve sıral (ordinal) sayılar. Kardinalite değeri ℵ0 olan sırallar arasında, en küçük olanı (diğer bir deyişle, ℵ0 için başlangıç sıralı) olarak belirlenmiştir. Bununla birlikte, kardinal numarası ℵ0 olan birçok iyi düzenlenmiş kümenin, sıral numarası 'dan daha yüksek değerlere ulaşmaktadır. Sonlu ve iyi düzenlenmiş kümeler söz konusu olduğunda, sıral ve nicel sayılar arasındaki ilişki, bir-bir karşılıklılığı şeklinde tezahür eder; dolayısıyla, her iki tür sayı da, ilgili kümenin unsurlarının toplam sayısını yansıtan ve bu sayede kümenin eleman sayısı ile eş değer tutulan aynı doğal sayı ile ifade edilebilir. Söz konusu sayı, aynı zamanda, daha geniş bir sonlu veya bir sonsuz dizi içerisinde bir ögenin konumunu belirtmek için de işlev görür. Skolem tarafından 1933 yılında ortaya konan, Peano Aritmetiği'nin (yani, birinci mertebeden Peano aksiyomlarının) gerekliliklerini karşılayan sayılabilir bir standart dışı aritmetik modeli mevcuttur. Hiperdoğal sayılar ise, sıradan doğal sayılardan ultragüç yapısı aracılığıyla türetilebilen ve sayılamaz nitelikte olan bir modeli temsil eder. Formel tanımlamalar. Doğal sayıların formel bir biçimde tanımlanmasına yönelik iki yaygın yöntem mevcuttur. Bunlardan birincisi, Giuseppe Peano'nun adıyla anılan ve birkaç temel aksiyom üzerine kurulu Peano aksiyomlarına dayalı Peano aritmetiği adı verilen bağımsız bir aksiyomatik teoriyi içerir. İkinci tanımlama, küme teorisinin prensiplerine istinaden gerçekleştirilir. Bu yaklaşım, doğal sayıları, özel kümeler olarak tanımlar. Daha belirgin bir açıklamayla, her bir doğal sayı , diğer kümelerin unsurlarının sayımına olanak tanıyan, açık bir biçimde belirlenmiş bir küme olarak ifade edilir; "bir küme adet unsura sahiptir" ifadesi, ile kümeleri arasında bir bire bir denklik olduğunu gösterir. Doğal sayıların tanımında başvurulan kümeler, Peano aksiyomlarını tatmin eder. Bu, Peano aritmetiğinde ifade edilip ispatlanabilecek her teoremin, küme teorisi çerçevesinde de ispatlanabilir olduğunu gösterir. Fakat, her iki tanımın eşdeğer olmadığı da bir gerçektir; zira Peano aritmetiği diliyle tanımlanıp küme teorisiyle ispatlanabilen ancak Peano aritmetiği dâhilinde "ispatlanamayan" teoremler mevcuttur. Bu bağlamda muhtemel bir örnek Fermat'ın Son Teoremi'dir. Tam sayıların, Peano aksiyomlarını karşılayan kümeler şeklinde tanımlanması, küme teorisi bağlamında Peano aritmetiğinin bir modelini oluşturur. Bu durumun önemli bir neticesi olarak, eğer küme teorisi tutarlı bir yapıya sahipse (genel kabule göre), bu durum Peano aritmetiğinin de tutarlı olduğunu gösterir. Diğer bir ifadeyle, Peano aritmetiğinde bir çelişki ispatlanabilirse, bu durum küme teorisinin de çelişkili olduğunu ima eder ve küme teorisinin tüm teoremleri hem doğru hem de yanlış kabul edilir. Peano aksiyomları. Beş Peano aksiyomları şunlardır: Bu aksiyomlar, Peano'nun yayımladığı orijinal aksiyomlar olmamakla birlikte, onun şerefine bu isimle anılmaktadır. Peano aksiyomlarının çeşitli versiyonlarında, bazen 0'ın yerine 1 konulmaktadır. Geleneksel aritmetik çerçevesinde, formula_30 elemanının ardılı formula_31 olarak tanımlanır. ZFC tanımı. Zermelo-Freankel küme kuramı doğal sayılar, von Neumann sıral sayılarıyla inşa edilebilir. Buna göre her sayı temelde bir kümedir. Eğer sıfır boşküme olarak tanımlanırsa ve her "n" sayının ardılı, formula_32, "nformula_33{n}" olarak verilirse, doğal sayılar inşa edilmiş olur. Bu tanım doğal sayıların yinelgen bir yapıda olduğunu da belirtmiş olur. Bu yinelgen tanımla sayılar, Bu tanımda iki doğal sayının eşitliği sayıların öge sayısına dayanır. Russell'ın farklı bir tanımı daha genel görünebilir: 0 DOĞAL SAYIDIR Ne var ki bu tanım belitsel küme kuramlarında geçerli değildir, çünkü bir sayı, küme olamayacak kadar büyük topluluklar olmak zorunda kalıyor. Ancak tipler kuramı gibi kuramlarda geçerlidir. Küme Teorisel Tanım. Sezgisel olarak, doğal sayısı, sayıda elemana sahip tüm kümelerin paylaştığı ortak bir özelliktir. Bu bağlamda, 'nin "birbirleriyle bire bir denklik kurulabilir" ilişkisi çerçevesinde bir denklik sınıfı olarak tanımlanması doğal bir yaklaşım olarak düşünülebilir. Ne var ki, bu yöntem küme teorisi içerisinde uygulanabilir değildir, zira bu tür bir denklik sınıfı bir küme oluşturmayacaktır (Russell paradoksu sebebiyle). Standart çözüm, sayıda elemana sahip özgün bir küme belirlemek ve bu kümeyi doğal sayı olarak adlandırmaktır. Aşağıda sunulan tanım, ilk kez John von Neumann tarafından yayımlanmıştır, fakat Levy, bu düşüncenin Zermelo'nun 1916 yılında yayımlanmamış eserlerine dayandığını ifade etmektedir. Bu tanımın sonsuz kümeler için de bir sıral sayı tanımı olarak uygulanabilir olması dolayısıyla, burada incelenen kümeler zaman zaman von Neumann sıralları olarak isimlendirilmektedir. Tanım aşağıdaki adımlarla gerçekleştirilir: Doğal sayıların Peano aksiyomlarını sağladığı kontrol edilebilir. Bu tanımla birlikte, bir doğal sayı verildiğinde, "bir küme , elemanına sahiptir" cümlesi formel olarak " ile arasında bir bijeksiyon bulunur" şeklinde tanımlanabilir. Bu, 'nin elemanlarının "sayılması" işlemini formalize eder. Ayrıca, ifadesi, yalnızca 'nin 'nin bir alt kümesi olduğunda geçerlidir. Diğer bir deyişle, küme içerme ilişkisi, doğal sayılar üzerindeki alışılagelmiş tam sıralamayı tanımlar. Bu sıralama bir iyi sıralamadır. Tanım gereği, her bir doğal sayı, kendisinden küçük olan tüm doğal sayıların topluluğuna denktir. Bu kavram, von Neumann'ın sıralı sayılar tanımı aracılığıyla von Neumann sıralı sayılar tanımı kullanılarak genişletilebilir ki bu, sonsuz olanlar da dâhil olmak üzere tüm sıral sayıların tanımlanmasını sağlar: "Her bir sıralı sayı, kendisinden küçük olan sıralı sayıların iyi bir şekilde sıralanmış topluluğudur." Sonsuzluk aksiyomunun geçerli olmadığı finitist yaklaşımlarda, doğal sayılar bir küme olarak kabul edilmeyebilir. Bununla birlikte, doğal sayılar yukarıda açıklandığı üzere bireysel olarak tanımlanabilir ve Peano aksiyomlarını tatmin etmeye devam ederler. Diğer küme teorik yapılanmalar mevcuttur. Özellikle, Ernst Zermelo tarafından sağlanan ve günümüzde yalnızca tarihsel bir öneme sahip olan bir yapı, Zermelo sıralı sayıları olarak adlandırılmaktadır. Bu yapıda , boş küme olarak tanımlanır ve } ifadesi kullanılır. Bu tanım çerçevesinde her bir doğal sayı, bir singleton kümesi olarak ele alınır. Bu nedenle, doğal sayıların kardinaliteleri temsil etme özelliği doğrudan erişilebilir değildir; yalnızca ordinal özellik (bir dizi içindeki 'inci eleman olma) derhâl algılanabilir. Von Neumann yapısının aksine, Zermelo sıralı sayıları, sonsuz sıralı sayılara genişletilemez.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1501", "len_data": 21812, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.99 }
Petrus Ferdinandus Johannes (Pierre) van Hooijdonk (d. 29 Kasım 1969, Kuzey Brabant), Fas asıllı Hollandalı futbolcudur. 2007 yılında Hollanda'nın Feyenoord takımında aktif futbola veda etmiştir. Profesyonel futbol yaşamına Roosendaal'da başladı. NAC Breda'da oynadıktan sonra Celtic'e transfer oldu. İskoç liginde 69 maçta 44 gol attı. Sezon sonunda Vitesse'ye transfer oldu. 2003 yılında Hollanda'nın Feyenoord takımından ayrılarak Fenerbahçe'ye gelen oyuncu, ilk şampiyonluğunu 2003-2004 futbol sezonu sonunda bu takımda yaşadı. Pierre Paulus Wielaartus van Hooijdonk aynı sezon 24 gol atarken, 10 gol pasına da imzasını koydu ve 5 topu çizgiden çıkardı. Fenerbahçe'nin en sevilen oyuncusu olmuştur. Fenerbahçe'den ayrılarak NAC Breda takımına transfer olmuş ve burada da teknik heyet ile yaşadığı problemler nedeniyle devre arasında takımdan ayrılıp eski takımı Feyenoord'a dönmüştür. 2007'de futbolu bıraktı. Futboldan kopamamış ve 2009 yılında doğduğu yerin amatör takımı olan Steenbergen 4 takımında forma giymeye başlamıştır. Muhteşem bir dönüş yaptığı söylentiler arasındadır. Antrenörü Jean-Paul De Groot kendisinin takıma çok büyük katkıları olduğunu ve seyircilerin Hooijdonk için geldiğini belirtmiş bu yüzden de onu asla yedek bırakamayacağını söylemiştir. Ayrıca bu futbolcu Hollanda millî futbol takımında oynadığı 46 maçta 14 gol attı. 2008 yılında van Hooijdonk, dolandırıcıların kurbanı oldu ve kendisinin var olmayan bir Çin tekstil şirketine yatırım yaptığı için 2.000.000 £ kaybettiğini bildirdi. Hollanda polisi, daha sonra aldatmacanın 'milyonlarca avro' değerinde olduğunu açıkladı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1507", "len_data": 1607, "topic": "SPORTS", "quality_score": 3.26 }
Elektronik ticaret ya da kısaca e-ticaret, 1995 yılından sonra İnternet kullanımının artmasıyla ortaya çıkan, ticaretin elektronik ortamda yapılması kavramıdır. Mağazasız perakendecilik olarak da bilinir. E-ticaret, mobil ticaret, elektronik fon transferi, tedarik zinciri yönetimi, İnternet pazarlaması, çevrimiçi işlem işleme, elektronik veri değişimi (EDI), envanter yönetim sistemleri ve otomatik veri toplama sistemleri gibi teknolojilerden yararlanır. E-ticaret, elektronik endüstrisinin en büyük sektörüdür ve yarı iletken sanayiinin teknolojik ilerlemeleri tarafından yönlendirilmektedir. Mal ve hizmetlerin üretim, tanıtım, satış, sigorta, dağıtım ve ödeme işlemlerinin bilgisayar ağları üzerinden yapılmasıdır. Elektronik ticaret, ticari işlemlerden biri veya tamamının elektronik ortamda gerçekleştirilmesi yoluyla reklam ve pazar araştırması, sipariş ve ödeme, teslimat olmak üzere üç aşamadan oluşmaktadır. Tanımlama. Elektronik ticaret, tüm dünyada ticaretin serbestleştirilmesi eğilimi ile birlikte, 2000'li yıllardan sonra yaşanan ve bilgi iletişimini kolaylaştıran teknolojik gelişmelerin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Geleneksel pazarlama yöntemlerine, İnternet olanaklarını da ekleyen kuruluşlar, sadece belirli bir kitleye satış yapabilmenin ötesine geçip, üretkenliği ve yaratıcılığı arttıran küresel e-ticaret bağlantıları kurma şansını elde edebilmeye başlamıştır. Eskiden birçok şirket televizyon, gazete, radyo gibi araçları kullanarak potansiyel müşterilerine ulaşmaya uğraşırken, bugün bunlara İnternet üzerinden reklamcılık da eklenmiştir. Elektronik ticaretin araçları, birbirleriyle ticaret yapanların ticari işlemlerini kolaylaştıran telefon, faks, bilgisayar, elektronik ödeme ve para transfer sistemleri, elektronik veri değişimi sistemleri (Electronic Data Interchange-EDI), İnternet gibi her türlü teknolojik ürünlerdir. EDI, ticaret yapan iki kuruluş arasında, insan faktörü olmaksızın bilgisayar ağları aracılığı ile belge ve bilgi değişimini sağlayan bir sistem olarak elektronik ticaretin önemli bir aracıdır. Elektronik ticaret açısından en etkin araç olarak kabul edilen yeni İnternet teknolojileri ise ses, görüntü ve yazılı metni aynı anda, daha hızlı ve güvenli bir şekilde ilettiğinden, İnternet üzerinden yapılan bu işlemlerin maliyeti diğer araçlara oranla hayli düşüktür. Geçmişte bir ölçüye kadar kapalı bilgisayar ağları üzerinden gerçekleştirilen elektronik ticaret uygulamaları, güvenli olmakla birlikte maliyeti yüksek sistemlerdir. Günümüzde, açık bilgisayar ağı olan internet, elektronik ticaret için çok daha uygun bir altyapıdır. İnternet aracılığıyla, artık kapalı yapıdan açık yapıya geçerek küreselleşen ağların getireceği avantajlardan yararlanılmaktadır. Bu da özellikle KOBİ'lerin (Küçük ve Orta Ölçekli İşletmelerin) dünya ticaretinde daha fazla yer almalarına olanak sağlamaktadır. Elektronik ticaret, özellikle KOBİ'ler için çok uygun bir ticaret şeklidir. Elektronik ticaret, ürün seçeneklerinin artmasını, ürünlerin kalitesinin yükselmesini ve daha hızlı bir şekilde ödenerek teslim alınmasını sağlamaktadır. Potansiyel tüketicilerin dünyanın her yanında pazara arz edilen ürünler hakkında bilgi sahibi olmalarına ve yeni üreticilerin dünya pazarlarına girmelerine imkân vermektedir. Daha düşük fiyatlı ve kaliteli ürünlerin pazara girmesi üreticiler arasında rekabetin artmasına ve tüm ticari işlemlerin maliyetinin düşmesine neden olmaktadır. Elektronik ticaret, üretici ve tüketicileri, özellikle KOBİ'leri geleneksel ticaret engelleri olan pazara uzaklık, bilgi eksikliği ve talebe uygun üretim yapılamayışı gibi dezavantajlardan kurtarabildiği ölçüde yararlı olacaktır. Ancak, elektronik ticaret ülkelerin tüm ticari sorunlarını (örneğin ulusal tedarik zincirindeki halkaları) çözemez. Elektronik ticaret konusunda yeterli bilgi ve deneyime sahip olmayan ülkeler ilk aşamada interneti sadece reklam veya pazar araştırması amacıyla kullanabilirler. E-ticareti bu kadar gözde kılan unsurlar arasında; e-ticaretin, şirket ile hedef kitlesi arasındaki doğrudan ilişki sağlaması, pazarlamacılara istedikleri bilgileri sunması, hızlı ve düşük maliyetli olması ve tüm bunların elektronik ortamda yapılıyor olması sayılabilir. Diğer olumlu unsurlar arasında ise dağıtımda kolaylık ve ucuzluk, tüketici ile daha rahat etkileşim, anında geri dönüş, dikkat çekicilik, küresel pazarla tanışma, 24 saat hizmet ve anında satış yer alır. Normal koşullarda ortalama 10 yıl alan markalaşma süreci, elektronik ticaret sayesinde 2 yıla inmiş durumdadır. Bugün "Dünyanın en büyük 500" şirketi listesinde bundan birkaç yıl önce kurulmuş olan onlarca e-şirket yer alıyor. Etkisi küresel olan İnternet ekonomisi, hem ticaret hem de siyaseti etkiler. Tüm dünya çapında, iş dünyasının önderleri, kendi şirketlerinin ayakta kalma ve rekabet edebilme yetilerinde internetin oynadığı rolü kabul etmektedir. Şirketlerin, bu yeni ekonomide rekabet edebilmek için internetin gücünden yararlanma gereksinimi ortaya çıkmıştır. E-ticaret, genellikle bir işlemin yaşam döngüsünün en azından bir kısmı boyunca web'i kullanır, ancak e-posta gibi diğer teknolojileri de kullanabilir. Tipik e-ticaret işlemleri arasında ürün (Amazon Books gibi) veya hizmetlerin (iTunes Store gibi dijital dağıtım biçiminde müzik indirmeleri) satın alınması yer alır. E-ticaretin üç alanı vardır: çevrimiçi alışveriş, elektronik pazarlar [] ve çevrimiçi müzayede. E-ticaret, elektronik işletmeler tarafından desteklenmektedir. E-ticaretin varoluş değeri, tüketicilerin çevrimiçi alışveriş yapmasına ve İnternet üzerinden çevrimiçi ödeme yapmasına olanak tanımak, müşterilerin ve işletmelerin zamandan ve yerden tasarruf etmesini sağlamak, özellikle yoğun ofis çalışanları için işlem verimliliğini büyük ölçüde artırmak ve aynı zamanda çok değerli zamandan tasarruf etmektir. 2017 yılında, iki milyar insan mobil bir e-ticaret işlemi gerçekleştirdi. E-ticaret hacmi ve Türkiye'deki durum. Dünyada 2001 yılında yapılan e-ticaretin hacmi 65 milyar dolar iken, 2007 yıl sonu beklentisi bu rakamın 233 milyar dolara ulaşması yönünde. Türkiye'deki altyapı yetersizlikleri, bilgisayar ve internet kullanımındaki düşük düzey, internete olan güvensizlik ve yüksek fiyatlardan dolayı e-ticaret beklenildiği kadar gelişmiş değil. 2007 yılı BKM verilerine bakıldığında Türkiye'de e-ticaret cirosu 5.537,17 YTL'dir. Bu rakam 2008 yılı Ağustos ayı ile birlikte 6.208,5; 2009 yılı Ağustos ayı itibarıyla 10.541,6 seviyesine ulaşmıştır. BKM tarafından açıklanan verilere göre, 2009 yılında Türkiye'deki e-ticaret hacmi 10 milyar TL seviyesini geçti. Başka herhangi bir kurum resmi olarak sektör verilerini açıklamadığı için bu rakam baz alınarak Türkiye'deki Online perakende sektörü hakkında bir değerlendirme yapılması yanlış olacaktır çünkü BKM'nin açıkladığı veriler sanal POS cihazları üzerinden geçen toplam ticareti ölçüyor. Türkiye genelinde satış veya bayilik ağı bulunan birçok firma, merkeze geçilen siparişleri sanal POS'lar üzerinden işleme alıyor. Örneğin mağazada kontör satışı yapan bir mobil operatör bayisinin talebi veya bir seyahat acentesından alınan uçak biletleri veya tatil paketleri sanal POS üzerinden sisteme giriliyor. Bu nedenle online ticarete ait olmasa da ciddi bir ticaret hacmi, BKM rakamları içerisinde yer alıyor. Kısaca Türkiye'de resmi olarak açıklanan tek e-ticaret verisi kabul edilen BKM sanal POS işlem ve hacimleri aslında büyük oranda elektronik olmayan ticareti içeriyor. Bankalararası Kart Merkezi'nin (BKM) resmi verilerine göre 2012 yılı Temmuz ayında Türkiye e-ticaret sektöründe yaratılan hacim 3 milyar 186 milyon TL'ye ulaştı. Söz konusu dönemde gerçekleşen işlem adediyse 14 milyon 393 bin olarak kayıtlardaki yerini aldı. 2016 yılında Türk e-ticaret sektörünün aylık hacmi 5 milyon TL'nin üzerindedir. Dünyada olduğu gibi Türkiye'de de e-ticaret sektörünün gelişimini destekleyen başlıca unsurlar genç ve dinamik nüfus ile artan internet, mobil cihaz ve kredi kartı kullanımıdır. İnternetten alışverişin demografik yapısı incelendiğinde, çoğunlukta genç nüfus ve kadın kullanıcı sayısının kayda değer ölçüde arttığı görülmektedir. Türkiye'de internet kullanıcı sayısı ve buna bağlı olarak e-ticarete olan ilgi giderek artmaktadır. BKM verilerine göre Türkiye'de e-ticaret hacmi 2015 yılında %35 büyüyerek 54 milyar TL seviyesine ulaşmıştır ve tahminlere göre 2016 yılını 72 milyar TL seviyesinde kapatması beklenmektedir. Ayrıca e-ticaretin büyümesinde bir gösterge olarak kabul edilen internetten yapılan kartlı ödemelerde, Avrupa ülkeleri arasında en hızlı büyüyen ülke Türkiye olmuştur. Çok kanallı uygulamalar ile de online perakendenin, toplam perakende pazarı içerisinde %2'lik bir dilimi elde edeceği hesaplanıyor. Ayrıca Positive firmasının “Digital Approach” raporunda Türkiye'deki süpermarketlerin 4'te 3'ünün henüz e-ticarete geçmediği tespiti yapılmıştır. Türler. E-ticaret işletmeleri ayrıca aşağıdakilerden bazılarını veya tamamını kullanabilir: B2C,B2B ve B2E. B2C: Business to Customer kelimesinin kısaltılmış halidir. Türkçe karşılığı firmadan perakende müşterisine ya da firmadan tüketiciye şeklinde çevrilebilir. En popüler e-ticaret yöntemi olmasından dolayı örnek olarak neredeyse tüm e-ticaret şirketleri verilebilir. B2E: Business to Employee kelimesinin kısaltılmış halidir. Türkçede bilinen tabiri ile, firmadan firma çalışanlarına özel sunulan indirimli yahut kampanyalı ürünlerin satıldığı şirket içi bir e-ticaret modelidir. Türkiye'de çok fazla kullanılmasa da bir takım örnekleri mevcuttur. C2C: Customer to Customer kelimesinin kısaltılmış hali olan C2C ticaret modeli tüketicilerin tüketicilere satış yapabildiği e-ticaret modelidir. GittiGidiyor gibi e-ticaret siteleri bu modele örnekler gösterilebilir. Perakende sektöründe E-Ticaret. Perakende sektörü değişen tüketici taleplerine zamanında ve doğru bir şekilde cevap verebilmek için hızlı olmak ve farklı satış kanallarını koordineli bir şekilde yürütmek zorundadır. Bu nedenle bilgi teknolojileri ve gerekli alt yapı yatırımları hayati önem taşımaktadır. Elektronik ortamda yapılan alışverişlerin artması ilk bakışta fiziksel mağaza satışlarına bir tehdit olarak görülse de fiziksel mağazaların tamamen ortadan kalkması gibi bir sonuç doğurmayacaktır. Aksine yaşatılacak benzersiz müşteri deneyimi ile markaya olan sadakati güçlendirecek ve fiziksel mağazalardan yapılan alışverişlere de olumlu katkı yapacaktır. İnternetten yapılan ticaret işlemleri arasında özellikle perakende e-ticaret, dünyada sahip olduğu potansiyel ile önemli bir büyüme hızı yakalamıştır [Şekil-2]. E-ticaret'in hızlı gelişmesinin yanı sıra dezavantajları mevcuttur. Dezavantajların başında iade oranları ve müşterinin ürünü fiziksel inceleme yapmadan satın alması gelir. Müşteri temelli elektronik ortamda alışveriş modelleri. EFT uygulamasında hukuki açıdan elektronik ticaret olarak tam dikkate alınmaz çünkü tek taraflı para gönderimi sonrası karşı taraf bana olan borcunu yolladı diyerekten kendini savunabilir. Bu durumun alternatifi olarak EFT'yi aracı bir hesaba aktarılması yani havuzda onay bekletme modeli bazı sitelerde kullanılır. Aracı tarafsız bir ticari kuruluş tarafından bu yöntem sıkça kullanılmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1508", "len_data": 11147, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.74 }
Türk alfabesi, Türkçenin yazımında kullanılan Latin alfabesi temelli alfabedir. 1 Kasım 1928 tarihli ve 1353 sayılı yasayla tespit ve kabul edilmiştir. Tarihi. Türk alfabesi, Latin harfleri temel alınarak, 1 Kasım 1928 tarihli ve 1353 sayılı yasayla tespit ve kabul edildi. Bu kanuna göre, Türk alfabesinde 29 harf bulunur. 8 ünlü, 21 ünsüz harf vardır. Alfabeyi oluşturan büyük ve küçük harfler, sırasıyla aşağıdaki biçimde yazılır. Ayrıca ünlü “a, u, ı” harflerinin üzerinde yabancı kökenli sözlerde, ince okunuşu ve (bazı durumlarda) uzunluğu göstermek için im (^) kullanılmaktadır. “E” ve “O” harflerinde bu im kullanılmaz. ("Bakınız: Düzeltme işareti kısmı") Erken reform teklifleri ve alternatif senaryolar. Bilinen en eski Türk alfabesi, eski Türk alfabesi olarak da bilinen Orhun alfabesidir ve tarihi 7. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Türk dilleri tarih boyunca Uygur, Kiril, Arap, Yunan, Latin ve diğer bazı Asya yazı sistemleri de dahil olmak üzere pek çok alfabe kullanmışlardır. Türkçe, 1000 yılı aşkın bir süre Arap alfabesinin Türkçe formu kullanılarak yazılmıştır. Arapça ve Farsça kelimeler içeren Osmanlı Türkçesi için en uygun alfabedir. Ancak, kelime dağarcığının Türkçe kısmı için uygun değildi. Arapça ünsüzler bakımından zengin, ünlüler bakımından ise zayıfken, Türkçe tam tersidir. Dolayısıyla Arap alfabesi, Türk sesbirimlerini temsil etmekte yetersiz kalmıştır. 19. yüzyılda telgraf ve matbaanın tanıtılması ile Arap alfabesi kullanılan Osmanlı Türkçesinde çeşitli zorluklar ortaya çıkardı. Ayrıca, Osmanlı döneminde okuryazarlığın zayıf kalmasının nedeni Arap alfabesinin zor ve yetersiz olmasından kaynaklanmaktadır şeklinde eleştiriler bulunmaktadır. Kıpçaklar tarafından yazılmış Codex Cumanicus Latin alfabesi ile yazılmıştır. Osmanlı döneminde Latin alfabesinin Türk diline ilk uygulanışı Türk matbaasının ilk kurucularından İbrahim Müteferrika'nın yabancılara Türkçe öğretmek amacıyla hazırlatıp 1730 yılında bastırdığı gramer kitabı aracılığıyla gerçekleşmiştir. Osmanlı telgraf haberleşme sisteminde Fransızca Latin harfleri sistemine dayanan yarı resmi bir Türkçe yazı dili geliştirilmiş ve harf devrimine kadar uygulanmıştır. Bazı Türk reformcular, Atatürk'ün reformlarından daha önce Latin alfabesine geçilmesi konusunda çeşitli çalışmalar yaptılar. 1862'de, devlet adamı Mehmed Tahir Münif Paşa alfabe reformunu savundu. 20. yüzyılın başında, Hüseyin Cahit Yalçın, Abdullah Cevdet ve Celal Nuri İleri de dahil olmak üzere Jön Türk Devrimi ile ilişkili birçok yazar tarafından benzer önerilerde bulunuldu. Enver Paşa ise Osmanlıca harflerin ıslah edilmiş halini ordu içinde denemişti. Konu, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Ekonomik Kongresi sırasında 1923 yılında tekrar gündeme geldi ve birkaç yıl sürecek olan bir kamuoyu tartışmasına yol açtı. Arap alfabesinin kaldırılmasına muhafazakâr ve dini kesimler şiddetle karşıydı. Bu değişikliğin Türkiye'yi, İslam dünyasından ayıracağı ileri sürüldü. Diğerleri ise pratik gerekçelerle bu değişikliğe karşı çıktılar; o zaman Latin alfabesinin Türk fonemleri için kullanılabilecek uygun bir uyarlaması bulunmuyordu. Ancak 1926'da Sovyetler Birliği'ne bağlı olan Türk cumhuriyetleri Latin alfabesini benimseyerek Türkiye'deki reformculara büyük bir destek verdi. Modern Türk alfabesinin tanıtımı. Günümüzdeki 29 harfli Türk alfabesi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk tarafından tanıtılmıştır. Ayrıca Atatürk devrimlerinin önemli bir adımıdır. Planlarını Temmuz 1928'de açıkladı ve aşağıdaki üyelerden oluşan bir Dil Komisyonu (Dil Encümeni) kurdu: Komisyon, Latin alfabesini Türk dilinin fonetik gereksinimlerini karşılayacak şekilde uyarlamaktan sorumluydu. Ortaya çıkan Latin alfabesi, eski Osmanlı alfabesini yeni bir forma dönüştürmek yerine, konuşulan Türkçenin gerçek seslerini yansıtacak şekilde tasarlanmıştır. Mustafa Kemal Atatürk bizzat komisyonla ilgilendi ve değişiklikleri tanıtmak için bir "alfabe seferberliği" ilan etti. Yeni yazı sistemini açıklayan ve yeni alfabenin hızlı bir şekilde benimsenmesini teşvik etmek amacıyla tüm ülkeyi gezdi. Dil Komisyonu beş yıllık bir geçiş dönemi önerdi; Atatürk bunu çok uzun gördü ve üç aya indirdi. Ardından 1 Kasım 1928 tarihli ve 1353 sayılı kanunla birlikte yeni alfabe kanunlaştı. 1 Aralık 1928'den itibaren gazete, dergi, filmlerde alt yazı, reklam ve işaretler yeni alfabenin harfleri ile yazılmak zorundaydı. 1 Ocak 1929'dan itibaren, yeni alfabenin kullanımı tüm kamu iletişiminde olduğu kadar bankaların ve siyasi veya sosyal kuruluşların iç iletişiminde de zorunluydu. Kitapların da 1 Ocak 1929'dan itibaren yeni alfabe ile basılması gerekiyordu. Halkın ise 1 Haziran 1929'a kadar kurumlarla olan işlemlerinde eski alfabeyi kullanmalarına izin verildi. O zamanlar Fransız kontrolü altında olan ve daha sonra Türkiye'ye katılacak olan Hatay Devleti de, yerel Türkçe gazetelerin Latin alfabesi ile yayınlanmasını 1934'te kabul etti. Reformlar ayrıca, 1934 yılında çıkarılan ve özel yayıncılık sektörünü teşvik eden ve güçlendiren Telif Hakları Yasası ile desteklenmiştir. 1939 yılında, 186 milletvekilinin katılımıyla, telif hakkı, basım, okuryazarlık oranının iyileştirilmesine ilişkin ilerleme ve bilimsel yayınlar gibi konuları tartışmak üzere Ankara'da Birinci Türk Yayınları Kongresi düzenlendi. Politik ve kültürel yönleri. Reformcuların belirttiği gibi, eski Arap alfabesini öğrenmek yeni Latin alfabesinden çok daha zordu. Ancak 1932'de Türk Dil Kurumu'nun kurulması, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yürütülen kampanyalar, ülke çapında Halk eğitim merkezlerinin açılması ve Atatürk'ün okuma yazma kampanyalarına kişisel katılımı gibi pek çok başka etken de bu sürece katkıda bulundu. Alfabe. Türk alfabesinde 29 adet harf bulunmaktadır. Bunlardan sekizi ünlü, (A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü), geri kalanı ise ünsüzdür. Kanun'da önce "i" sonra "ı" belirtilmişse de yaygın ve yerleşmiş olan sıraya göre önce "ı" sonra "i" gelmektedir. Vurgu, genellikle son hecededir: gelmek (ɡæɫˈmec) gibi. Bu, emirlerde ilk hecede olup ve özel isimlerde farklı olabilir. Düzeltme işareti (^). Düzeltme işareti, ünlü “a, u, i” harflerinin üzerinde yabancı kökenli sözlerde, ince okunuşu ve (bazı durumlarda) uzunluğu göstermek için (şapka) (^) biçimiyle kullanılmaktadır. İ harfi şapkayla beraber kullanıldığında üst kısmında bulunan nokta gösterilmez (nispet i'si). “E” ve “O” harflerinde bu im kullanılmaz. Türkiye Türkçesinde bazı kaynaklarda yanlış olarak belirtildiği gibi, (^) işareti "kaldırılmamıştır". Eş yazılılık. Yazılışları bir, anlamları ve okunuşları ayrı olan kelimeleri ayırt etmek için, okunuşları uzun olan ünlülerin üzerine konur: "adem" (yokluk), "âdem" (insan); "adet" (sayı), "âdet" (gelenek, alışkanlık); "alem" (bayrak), "âlem" (dünya, evren); "alim" (her şeyi bilen), "âlim" (bilgin); "aşık" (eklem kemiği), "âşık" (vurgun, tutkun); "hakim" (hikmet sahibi), "hâkim" (yargıç); "hal" (pazar yeri), "hâl" (durum, vaziyet); "hala" (babanın kız kardeşi), "hâlâ" (henüz); "şura" (şu yer), "şûra" (danışma kurulu). "Katil" (< katl = öldürme) ve "kadir" (< kadr = değer) kelimeleriyle karışma olasılığı olduğu hâlde "katil" (ka:til = öldüren) ve "kadir" (< ka:dir = güçlü) kelimelerinin düzeltme işareti konmadan yazılması yaygınlaşmıştır. Bu imin kullanım sebebi temelde farklı anlamı belirten ve kökeni farklı olan sözlerdeki eş yazılılığı önlemektir: Kar “"Havada beyaz ve hafif billurlar biçiminde donarak yağan su buharı"”/Kâr “"Alışveriş işlerinin sağladığı para kazancı"”; Hal “"Sebze, meyve, bakliyat vb.nin satıldığı yer."”/Hâl “"a. (ha:li) 1. Bir şeyin içinde bulunduğu şartların veya taşıdığı niteliklerin bütünü, durum, vaziyet: “Herkes hâline göre bir hediye verdi.” -H. R. Gürpınar. 2. Davranış, tutum, tavır: “Bambaşka bir hâliniz vardır sizin. Merhametli bir insan olduğunuz bellidir.” -O. Rifat. 3. Şimdiki zaman, içinde yaşanılan zaman: “Bugün yazılan her kitap hâlden istikbale bir habercidir. Hâl dediğimiz şey yarından sonra mazi olacaktır.” -Y. K. Beyatlı. 4. Güç, kuvvet, takat: Şimdi gezmeye çıkacak hâlim yok. 5. mec. Kötü durum, sıkıntı, dert: Zavallının başına ne hâller geldi. 6. db. Durum."” gibi... İnceltme. Arapça ve Farsçadan Türkçeye geçmiş olan birtakım kelime ve ekler ile özel adlarda bulunan ince “g, k” ünsüzlerinden sonra gelen “a” ve “u” ünlüleri üzerine konur: "dergâh, gâvur, ordugâh, tezgâh, yadigâr, Nigâr; dükkân, hikâye, kâfir, kâğıt, Hakkâri, Kâzım, mahkûm, mekân, mezkûr, sükûn, sükût". Kişi ve yer adlarında “ince l” ünsüzünden sonra gelen “a” ve “u” ünlüleri de düzeltme işareti ile yazılır: "Hâlûk, Lâle, Nâlan; Balâ, Elâzığ, İslâhiye, Lâdik, Lâpseki". Türk alfabesinde k, g ve l harflerinin her biri, biri ince diğeri kalın iki farklı sese sahiptir. Bizim kalın ve ince diye adlandırdığımız bu seslerden "k" harfininkiler Uluslararası Fonetik Alfabede sırasıyla // ve //, "g" harfininkiler // ve // ve "l" harfininkiler de // ve // şeklinde yazılır. Eskiden kullanılan Arap alfabesi esaslı Osmanlı Türkçesi alfabesinde bu seslerden ince ve kalın olanlar ayrı ayrı harflerle gösterilmekteydi. Örneğin kalın olan // sesi ق harfiyle ve ince olan // sesi de ك harfiyle gösteriliyordu. Bu durum Arapça kelimelerin okunması gerektiği gibi yazılmasına olanak sağlasa da Türkçe kökenli kelimelerin yazımı için gereksiz bir ayrımdı. Çünkü Türkçe kökenli sözcüklerde bu harfler kalın ünlülerden önce kalın olan sesle, ince ünlülerden önce de ince olan sesle okunduğundan tek harfle gösterilmeleri Türkçe söyleyiş kuralları açısından sorun çıkarmamaktadır. Ancak bazı yabancı kökenli kelimelerde bu kurala uymayarak bu ünsüzlerin kalın ünlülerden önce ince okunduğu (kâğıt, kâr) veya ince ünlülerden önce kalın okunduğu (mevki, tatbik) görülmektedir. Türk alfabesi belirlenirken Dil Encümeni'nin beklentisi bu kelimelerin söylenişlerinin zamanla Türkçenin söyleniş kurallarına uyacak şekilde değişmesi yönündeydi. Ancak elbette bu uzun vadede gerçekleşebilecek bir durum olduğundan Dil Encümeni bu kelimelerin doğru okunabilmesi için gerekli görüldüğünde düzeltme işaretinin kullanımını önermiştir."" Günümüzde kalın ünlülerden önce ince okunan k, g ve l ünsüzlerinin hâlâ korunduğunu ancak ince ünlülerden önce kalın okunan bu ünsüzlerin söylenişlerinin Türkçe kurallarına uyarak inceleştiği gözlenmektedir (örneğin mevki ve tatbik kelimeleri günümüzde ince k harfiyle okunmaktadır). Nispet-iyelik karışıklığı. Nispet i'sinin belirtme durumu ve iyelik ekiyle karışmasını önlemek için kullanılır. Böylece (Türk) askeri ve askerî (okul), (İslam) dini ve dinî (bilgiler), (fizik) ilmi ve ilmî (tartışmalar), (Atatürk'ün) resmi ve resmî (kuruluşlar) gibi anlamları farklı kelimelerin karıştırılması da önlenmiş olur. Nispet i'si alan kelimelere Türkçe ekler getirildiğinde düzeltme işareti olduğu gibi kalır: "millîleştirmek, millîlik, resmîleştirmek, resmîlik". Ê (şapkalı E) ve Ô (şapkalı O) harfleri. Türkçede resmî olarak kullanılmayan harflerdir. Harflerin sınıflandırılması. "a, e, ı, i, o, ö, u" ve "ü" harfleri "ünlü harfler", diğer Türk harfleri ise "ünsüz harfler" olarak adlandırılır. Yanlış kullanım. Dilbilgisi eğitiminde "ünlü harfler" için “sesli harfler” tabiri de kullanıma sahip olmakla beraber bu kullanım yanlıştır. Bu kullanım sadece Türkiye Türkçesi için değil, bütün diller için yanlışlık belirten bir kullanımdır. Çünkü dillerde bulunan ve harf karşılığı olan (veya olmayan) en küçük dilbilgisi birimi sestir. Yani “u” da bir sestir, “g” de bir sestir. Oysa “u” sesi ünlü; “g” sesi ünsüzdür. "En küçük gramer birimlerinden en büyük birim olan cümleye kadar dili meydana getiren bütün şekillerin bünyesinde ses adını verdiğimiz en küçük ve en basit dil unsurları bulunur. Sesten daha küçük bir gramer birimi yoktur. Ses parçalanamayan en küçük gramer birimidir. O hâlde ses dilin en küçük parçasıdır. a, d, l, y gibi." Ses, bir kelimenin en küçük dil ögesidir. Ünlü harflerin sınıflandırılması. Ünlü harfler, çıkış yeri ve dilin durumuna, dudakların durumuna, ağzın açıklığına göre şu şekilde sınıflandırılır: ünlülerin nitelikleri aşağıdaki çizelgede toplu olarak gösterilmiştir: "Bu konuyla ilgili olarak, ayrıca bakınız: büyük ünlü uyumu, küçük ünlü uyumu. Ünsüz harflerin sınıflandırılması. B, c, ç, d, f, g, ğ, h, j, k, l, m, n, p, r, s, ş, t, v, y, z harfleri ünsüz harflerdir. Ünsüz harfler seda bakımından, teşekkül noktası bakımından ve temas derecesi bakımından sınıflandırılırlar. Seda bakımından: Teşekkül noktası bakımından: Temas derecesi bakımından: "Bu konuyla ilgili olarak, ayrıca bakınız: sert ünsüzlerin yumuşaması" Latin kaynaklı diğer alfabelerle farklar. Türk alfabesi, Latin harflerini kullanmasına rağmen, bu harfleri kullanan diğer batı dillerinin alfabelerindeki birtakım harfleri içermemekte, bunun yanı sıra bu alfabelerde kullanılmayan başka harfler içermektedir. Bunlar: Ş/ş, ğ, ı, İ Türk alfabesinde bulunmayan harfler. Q/q, W/w ve X/x harfleri pek çok batı dilinde vardır. Azerice gibi Latin harflerine geçilen Türk şivesinde Q/q ("Kalın k; g için") ve X/x ("Hırıltılı h için") kullanılmasına rağmen mevcut Türkiye Türkçesi alfabesinde yer almamaktadır. Örneğin Azerice ve Tatarcada bu harflere karşılık gelen sesler sırasıyla g, v, h ile ifade edilir. Buna karşın batı dillerinde X "(iks)" harfi "taxi", "fix" gibi sözlerin yazımında kullanılır ve Türkiye Türkçesindeki imlası "taksi" ve "fiks" olur. Sözcüğün yapısına göre "iks" ya da "ksi" olarak da söylenir. Bu harflere Türk Cumhuriyetleri Alfabeleri içerisinde sıklıkla rastlanır. Genizsel N harfi. Bu “ŋ” harfi Türkiye Türkçesi alfabesinde bulunmaz. Dilin arka tarafının yumuşak damağa teması ile ve genizden söylenen bu ses "genizsel n, genizcil n, nazal n, nazal g" şekillerinde adlandırılan ses olup “ŋ” sesi verir. Eskiden beri bütün Türkçede bulunan bu ses de İstanbul Türkçesinde atılmış ve yerini n’ye bırakmıştır. Ağızlarda ise bugün de yaşamaktadır. Bu sesi gösteren Ň veya Ñ harfleri "Tatarcada ve Türkmencede kullanılır." Genizden çıkarılan N ve G karışımı bir sestir. Bazen de NĞ/NY olarak öngörülür (Ņ). Pek çok ağızda N veya Ğ sesine dönüşmüştür. Osmanlı Türkçesindeki üç noktalı Kaf-ı Nûni (ڭ) harfinin karşılığıdır. Örneğin: İç Anadolu’da, özellikle Sivas yöresinde "Saňa, Baňa, Deňiz" sözcükleri. Pek çok kaynakta Tengri veya Tengiz olarak yazılan sözcükler aslında "Teñri" ve "Teñiz" şeklinde okunur. Benzer biçimde İspanyol alfabesinde yer alan Ñ/ñ (Bu ses İtalyanca ve Fransızcada gn, Portekizcede nh harf bileşimleri ile elde edilir) harfine karşılık gelen ses ny ile ifade edilir. Örneğin, İspanyolcada İspanya anlamına gelen "España" sözcüğü Türkçe harflerle "Espanya" olarak yazılır. İnce L harfi. Bu harfin yer aldığı kelimelerin tamamındaki L harfleri dilin ucunun damağa doğru çekilmesiyle çıkarılan ve normal L sesine göre biraz daha ince olan bir sesi gösterir: "Ḽâℓ̗, Rôℓ̗ "... Örneğin bu ses Kiril Latinizasyonunda Ḽ harfi ile gösterilir (Küçük harf: ḽ veya ℓ̗). Türkçede "a", "ı", "o" ve "u" kalın ünlülerinden önce kalın l sesi olan // ve "e", "i", "ö", "ü" ince ünlülerinden önce de ince l sesi olan // sesi gelmektedir. Dolayısıyla Türkçe kökenli kelimelerin söyleniş kurallarına göre hazırlanan Türk alfabesinde bu iki sesin aynı harfle temsil edilmesi olanaklıdır. Ancak Türkçeye Arapça, Farsça veya Fransızca gibi dillerden geçen kelimelerde bu kurala uymayarak kalın ünlülerden önce ince olarak okunan l sesi bulunabilmektedir (lale, latin veya hal kelimelerinde olduğu gibi). Bu kelimelerin okunuşundaki farklılık da l harfinden sonra veya l harfi kelimenin sonundaysa önce gelen ünlünün üzerine düzeltme işareti koyularak çözülmüştür. Ancak günümüzde bu kelimeler genelde düzeltme işareti kullanılmadan yazılmakta ve okunurken düzeltme işareti varmış gibi okunmaktadır. Diğer bazı dillerde bu iki l sesi için iki farklı harf kullanılmıştır. Üzerinde işaret bulunan ڵ veya noktalı ڶ harfi Arap kaynaklı Boşnak alfabesinde ve Sorani-Kürt alfabesinde ince L sesini göstermek için kullanılır. Ayrıca Ļ (Küçük harf: ļ veya ℓ̗) şeklindeki bir harf Leton alfabesinde Љ sesini karşılamak için üretilmiştir. Batı dillerinde bulunmayan Türk harfleri. Türkçedeki Ç/ç, Ü/ü ve Ö/ö harfleri İngiliz alfabesinde bulunmamaları nedeniyle ASCII standardına dâhil değildir. Ancak bu harfler diğer batı dillerinde yaygın olarak kullanılmakta ve ISO-8859-1 (Latin-1) standardının içinde yer almaktadır. Küçük ı, büyük İ, Ğ/ğ, Ş/ş harfleri ise ISO-8859-9 (Latin-5) standardının içinde yer almaktadır. Türkçede noktalı i harfi büyük harfle yazılıyorken de noktası koyulur: İ. Benzer biçimde noktasız büyük I harfi, küçük harfle yazılıyorken noktası koyulmaz: ı. Ancak yabancı dildeki sözcükler büyük harfle yazılıyorken I harfi noktasız yazılır. Türkiye Türkçesinin dışında Azerice ve Tatarcada da ı ve i harflerinin kullanımı, Türkiye Türkçesindeki gibidir. Ş/ş harfinin sesi, İtalyancada sc(i), Fransızcada ch, İngilizcede sh, Almancada sch ve Galiçyacada x harfleriyle elde edilir. Bu harf kimi zaman Rumencedeki Ș/ș (virgüllü s) harfinin yerine kullanılmasına rağmen farklı bir harftir. Türkiye Türkçesinin dışında Türk şive ve lehçelerinde (Azerice, Tatarca, Türkmence vb.) ve Kürtçe, Zazaca, Lazca dillerinde kullanılmaktadır. Balkanlar’da kullanılan Boşnakça, Sırpça, Hırvatça, Slovence dillerinde de “ş” sesi vardır ancak ilgili dillerin Latin kaynaklı alfabelerinde bu ses için kullanılan harf “š”dir. Ğ/ğ (yumuşak ge) harfi Türkçede g sesinden kaynaklanmıştır. Eskiden g’li olan bazı sözler Türkçenin uzun tarihi sonucunda bazı Türk şive ve lehçelerinde “ğ”li olmuşlardır: aga > ağa, bag > bağ, yogurt > yoğurt; yag- > yağ-, bagır- > bağır-... Ğ harfi ile de bugün iki ünsüz işaret edilmektedir. Bunlardan biri bağ, doğum, yığın, ağlamak gibi kelimelerde bulunan arka damak ünsüzü ğ, diğeri de geldiği, görmeğe, direğin gibi kelimelerde bulunan ve g ile k’nin iki vokal arasında yumuşamasından meydana gelip y sesi veren ğ harfi ile gösterilen ünsüzdür. ASCII standardında yer almayan Türkçe harfler ve evrensel kod değerleri yandaki çizelgede verilmiştir. Yazılımlarda yerelleştirme. Yazılım geliştirmede, Türk alfabesi, özellikle içerdiği küçük ve büyük harf versiyonları nedeniyle özel mantık gerektirdiği bilinmektedir. Buna Türk-I sorunu denir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1516", "len_data": 18131, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.35 }
Türkçe ya da Türkiye Türkçesi, Güneydoğu Avrupa ve Batı Asya'da konuşulan, Türk dilleri dil ailesine ait sondan eklemeli bir dildir. Türk dilleri ailesinin Oğuz dilleri grubundan bir Batı Oğuz dili olan Osmanlı Türkçesinin devamını oluşturur. Dil, başta Türkiye olmak üzere Balkanlar, Ege Adaları, Kıbrıs ve Orta Doğu'yu kapsayan eski Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında konuşulur. "Ethnologue"'a göre Türkçe, yaklaşık 90 milyon konuşanı ile dünyada en çok konuşulan 20. dildir. Türkçe, Türkiye, Kuzey Kıbrıs ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nde ulusal resmî dil statüsüne sahiptir. Türkçe, diğer pek çok Türk dili ile de paylaştığı sondan eklemeli olması ve ünlü uyumu gibi dilbilgisi özellikleri ile karakterize edilir. Dil, tümce yapısı açısından genellikle özne-nesne-yüklem sırasına sahiptir. Almanca, Arapça gibi dillerin aksine gramatik cinsiyetin (erillik, dişilik, cinsiyet ayrımı) bulunmadığı Türkçede, sözcüklerin bir kısmı Arapça, Farsça ve Fransızca gibi yabancı dillerden geçmedir. Ayrıca Azerice, Gagavuzca ve Türkmence gibi diğer Oğuz dilleri ile Türkçe yüksek oranda karşılıklı anlaşılabilirlik gösterir. Türkçe, 1928'de Atatürk önderliğinde gerçekleştirilmiş Harf Devrimi'nden beri Latin alfabesini temel alan Türk alfabesi ile yazılır. Standart Türkçedeki yazım kuralları, Türk Dil Kurumu tarafından denetlenir. İstanbul Türkçesi olarak da adlandırılan İstanbul ağzı; Türkçenin standart formudur ve Türkçe yazı dili, bu ağzı temel alır. Bununla birlikte Güneydoğu Avrupa ve Orta Doğu'da çeşitli Türkçe şiveleri bulunur ve bu şiveler İstanbul Türkçesi ile çeşitli ses ve dilbilgisi farklılıklarına sahiptir. Sınıflandırma. Türkçe, dil ailesi sınıflandırmasında Doğu Avrupa, Orta Asya ve Sibirya'da konuşulan 30 kadar yaşayan dili kapsayan Türk dilleri ailesine mensuptur ve bu dil ailesinin Şaz Türkçesi koluna bağlı Oğuz dil grubunda yer alır. Oğuz grubu içinde ise Rumeli Türkçesi ve Gagavuzca ile birlikte grubun Batı kolunu oluşturur. Türk dillerini konuşanların yaklaşık %43 kadar bir kesimi, Türkiye Türkçesini konuşmaktadır. Türkçe dışında Azerice, Başkurtça, Çuvaşça, Kazan Tatarcası, Kazakça, Kırgızca, Nogayca, Özbekçe, Türkmence ve Yakutça Türk dilleri ailesinin en çok konuşulan diğer üyeleridir. Azerice, Gagavuzca, Kaşkayca ve Türkmence gibi diğer Oğuz dilleri ile Türkçenin yüksek oranda karşılıklı anlaşılabilirlik gösterdiği bulunmuştur. Her ne kadar Kıpçak grubuna üye diller olsa da Kırım Tatarcası ve Urumca da tarih boyunca Osmanlı Türkçesi gibi Oğuz dilleri ile etkileşimlerinden ötürü Türkiye Türkçesi ile benzerlikler gösterir. Önce Ural-Altay dil ailesine mensup olduğu ifade edilen ancak sonrasında Altay dillerinin bir üyesi olarak sınıflandırılan Türk dilleri, günümüzde diğer dil ailelerinden bağımsız bir dil ailesi olduğu kanısı, dilbilimciler arasında giderek daha çok taraftar toplayan bir görüştür. Coğrafi dağılım. Türkçe, Güneydoğu Avrupa ve Orta Doğu'da yer alan çeşitli ülke ve bölgelerde ana dil veya ikinci dil olarak konuşulur. Dil, Anadolu'nun büyük çoğunluğunda, Doğu Trakya'da ve Kıbrıs Adası'nın kuzeyinde çoğunluk tarafından ana dil olarak konuşulmaktadır. Eski Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasının kapsadığı Kuzey Suriye ve Irak, bazı Ege Adaları ve Balkanların güneyi ve doğusunda yaşayan Türk azınlıklar da Türkçeyi ana dilleri olarak kullanır. 2006 yılında yürütülen bir araştırmaya göre Türkçe, Türkiye'de yaşayan nüfusun %84'ünün ana dilidir. Geriye kalan nüfus ise, çoğunluğu Kürtçe olacak şekilde Türkiye'deki azınlık dillerinden birini ana dilleri olarak benimsemiştir ve Türkçeyi ikinci dilleri olarak kullanırlar. Bu yayılıma ek olarak Türk diasporasının göç etmiş olduğu bölgelerde de Türkçe konuşurları bulunur. 2 milyondan fazla Türkçe konuşura sahip olduğu tahmin edilen Almanya'da nüfusun yaklaşık %3'ü Türkçe bilmektedir. Almanya'nın yanı sıra ABD, Fransa, Hollanda, Avusturya, Belçika, İsviçre ve Birleşik Krallık da Türkçe konuşabilen nüfusun yaşadığı önemli bölgelerdir. Göç edilen ülkelerde gerçekleşen kültürel asimilasyon sonucunda etnik Türk göçmenlerin yalnızca bir kısmı Türkçeyi akıcı ve ana dil seviyesinde konuşabilmektedir. Almanya'da 1980'li yıllardan itibaren Türkçe yayın yapan TD1, TFD, ATT, BTT gibi televizyon kanalları kurulmaya başlamıştır ve ZDF, WDR, DW gibi kanallarda Türkçe yayınlara yer verilmektedir. Resmî kullanım. Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde bu dil ülkenin resmî dilidir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nde (diğer adıyla "Güney Kıbrıs Rum Yönetimi") anayasal olarak Türkçe, Yunanca ile beraber resmî dil olarak geçer. 1982 T.C. Anayasasına göre Türkçe, Türkiye Devleti'nin dilidir. Bu yasa anayasanın Birinci Kısmının Genel Esaslar Bölümünde, 3. Maddede geçer. Aynı zamanda, ilgili bölümde bulunan 4. Maddeye göre bu madde asla değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Türkçe, diğer Türk devletlerinin de üyesi olduğu Türk Konseyi ve Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı gibi kuruluşlarda resmiyete sahiptir. Kıbrıs Cumhuriyeti ise Avrupa Birliği'nin Türkçeyi 25. resmî dili olarak kabul etmesi için başvuruda bulunmuştur. Türkçe aynı zamanda çeşitli ülkelerde resmî açıdan bölgesel veya azınlık dili statüsüne sahiptir. Irak’ın Kerkük ilinde Türkçe, Kürtçe ve Arapça ile birlikte resmî dildir. Kuzey Makedonya’nın batısında yer alan Gostivar, Merkez Jupa, Plasniça ve Mavrova ve Rostuşa Belediyesi sınırları içinde Türkçe, Makedonca ve Arnavutça ile beraber resmî kullanımdadır. Kosova’da Prizren, Mamuşa, Gilan, Mitroviça, Priştine ve Vıçıtırın Belediyesi kapsamında Arnavutça, Sırpça ve Türkçe resmî dil statüsüne sahiptir. Prizren Belediyesi sınırları içinde Türkçenin resmiyeti ise ayrıca herhangi bir ölçütün dışında, Kosova Cumhuriyeti “Dillerin Kullanımı İçin Yasa” kapsamında yasa koruması altındadır. Romanya’da Türkçe, devletin ilgili bölge veya bölgeler için resmî olarak kabul ettiği 14 azınlık dilinden biridir. Ayrıca Romanya'da Kanal D Romania, Happy Channel, Acasă ve Timeless Dizi Channel gibi televizyon kanallarında Türkiye'de çekilen diziler alt yazılı olarak Türkçe yayımlanmaktadır. Türkçenin önemli konuşur sayısına sahip olduğu ancak devletin ya da bölgenin resmî dili olmadığı yerler de bulunmaktadır. Nüfusunun %10 kadarının ana dili Türkçe olan Bulgaristan ile kuzeydoğusunda Türk azınlıkların yaşadığı Yunanistan bu bölgelere örnektir. Buna rağmen Türkçe bu bölgelerde medyada, eğitimde ve çeşitli kurumlarda kullanılır. Bulgaristan devlet televizyonunun Türkçe programları vardır. Kırcaali Belediyesi ise iki dilde hizmet verir. Deliorman ve Doğu Rumeli'de okullarda seçmeli ana dili dersi yer alır. Yunanistan'ın İskeçe ve Gümülcine'yi de kapsayan Batı Trakya bölgesinde yer alan 200'ü aşkın azınlık okulunda ise Yunanca ve Türkçe eğitim verilmektedir. Türkçe, bölgedeki Müslüman halkın dinî eğitiminde de kullanılmaktadır. Kurumsal yapı ve kullanım. Türkçe, Türkiye'nin ve Türkiye Türklerinin kurumsal dilidir. Türkiye'de Türk Dil Kurumu, "Türk Dili Tetkik Cemiyeti" adıyla 12 Temmuz 1932'de Atatürk'ün talimatıyla kurulmuştur. Cemiyetin kurucuları, hepsi de milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan Sâmih Rifat, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri'dir. Kurumun ilk başkanı Sâmih Rifat'tır. Türk Dili Tetkik Cemiyetinin amacı, "Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek" olarak tespit edilmiştir. Atatürk'ün sağlığında, 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem Kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil politikası belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştır. 26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan Birinci Türk Dili Kurultayı sonunda Kurumun "Lügat-Istılah, Gramer-Sentaks, Derleme, Lengüistik-Filoloji, Etimoloji, Yayın" adları ile altı kol hâlinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edilmiştir. Sonraki kurultaylarda bu kollardan bazıları ayrılmış, bazıları tekrar birleştirilmiş; fakat ana çatı değiştirilmemiştir. 1934'te yapılan kurultayda Cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936'daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olmuştur. Türk Dil Kurumu, Türkçenin imlasının standartlarını belirleme, dil hakkında çeşitli düzeyde çalışmalar yapma gibi konularda faaliyetler yürütür. Günümüzde bu kurum, yalnızca Türkiye değil, dünya çapında Türkçe ve Türkoloji ile ilgili çeşitli çalışmalarda kurumsal yüzü veya akademik mensuplarıyla yer almaktadır. Türk Dil Kurumunun yapısıyla ilgili ilk önemli değişiklik 1951 yılındaki olağanüstü kurultayda yapılmıştır. Atatürk'ün sağlığında Millî Eğitim Bakanının Kurum başkanı olmasını sağlayan tüzük maddesi 1951'de değiştirilmiş; böylece Kurumun devletle bağlantısı koparılmıştır. İkinci önemli yapı değişikliği 1982-1983 yıllarında gerçekleştirilmiştir. 1982'de kabul edilen ve şu anda da yürürlükte olan Anayasa ile Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, bir Anayasa kuruluşu olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altına alınmış; böylece devletle olan bağlar yeniden ve daha güçlü olarak kurulmuştur. Tarihçe. Türkçe, Eski Türkçe yazılmış ve Türk dillerinin bilinen ilk yazılı kaynağı olan Orhun Yazıtları ele alındığında yaklaşık 1.300 yıllık bir tarihe sahiptir. Eski Türkçenin de üyesi olduğu Doğu grubu ile Ogur grubuna ait tüm Türk dillerinin ortak atası olan varsayımsal bir Ön Türkçenin var olduğu da düşünülmektedir. Türkçe, Türkmence, Salarca ve Azericenin, Ana Oğuzca denilen bir dilden evrilerek oluştuğu varsayılır. Bu ön dilin Türkçeyi oluşturacak batı kolu, 11. ve 15. yüzyıllar arasında Anadolu Selçuklu Devleti ile Anadolu beylikleri etrafında gelişerek Eski Anadolu Türkçesine evrilmiştir. Bu dil dönemi ise yerini, 15. yüzyıldan 19. yüzyıla değin devam edecek Klasik Osmanlı Türkçesine bırakır. Yeni Osmanlı Türkçesi, 19. ve 20. yüzyıllar arasında gelişir. Cumhuriyet döneminde yapılan reformlar sonucunda ise 20. yüzyıl itibarıyla dilde çeşitli değişiklikler yaşanmıştır ve Batı Türkçesinin üçüncü bölümü olan Türkiye Türkçesine geçilmiştir. Ön Türkçe. Ön Türkçe, Ana Türkçe veya Proto-Türkçe; Türk dilleri ailesinin Şaz (Doğu) ve Oğur (Batı) branşlarına ayrılmadan önceki dönemlerine ait varsayımsal (hipotetik) bir ön dil veya proto-dildir. Türk dillerinde yazılmış tarihi kaynakların büyük bir kısmı, bu ailenin Doğu koluna ait Karluk, Kıpçak ve Oğuz dilleri ile yazılmıştır. Bilinen en eski Türk dili olan Eski Türkçe de bu gruba aittir. Ancak bu gruba ait olmayan Hazarca, Bulgarca ve Çuvaşça gibi Ogur grubu dilleri de vardır. Bu iki grubun ortak bir atadan türediği göz önünde bulundurularak, Ogur dilleri ile Türkiye Türkçesi ve Eski Türkçe dahil tüm Türk dillerinin kökeni Ön Türkçeye dayandırılabilir. Bu dil dönemine ait yazılı kaynakların olmamasından ötürü Ana Türkçe varsayımsal bir 'yeniden oluşturulmuş' dildir ve diğer proto diller gibi belirli bir dönemdeki konuşma dili ile birebir aynı değildir. Türk dillerinde görülen *ŕ ve *z ile *ĺ ve *š ayrımları bu dönemde gerçekleşmiştir. Ogur grubu dilleri *ĺ ve *ŕ seslerini benimserken Türkiye Türkçesi gibi geriye kalan tüm Türk dillerinin atası olacak Şaz Türkçesi *z ve *š seslerini benimsemiştir. Aynı anlama gelen "ogur" ve "oğuz" sözcükleri bu ayrıma örnek teşkil etmektedir. Doğu grubu sözcüğün sonunda "z" sesini kullanırken, Batı grubu "r" sesini kullanmaktadır. Eski Türkçe. Bilinen en eski Türkçe yazıt olan Orhun Yazıtları, Eski Türkçe ile yazılmıştır. Bu yazıttan yola çıkılarak Türk dillerinin tarihi 1300 yıl önceye kaynaklandırılmış ancak yazıtlarda kullanılan abecenin gelişmişliği bu dilin daha eski tarihlerde de var olmuş olabileceğine delil oluşturmuştur. Bugünkü Moğolistan'da Orhun (öz adında Orkun) ırmağı yakınlarında bulunan Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarından başka, dönemin tanınmış veziri Tonyukuk'un da kendi için diktirdiği Ulan Bator kenti yakınlarındaki iki taş, Orhun Yazıtları'nın başlıca örnekleridir. Eski Türkçe ile ilgili bilgilere Yenisey Yazıtları’ndan da ulaşılabilir. Eski Türkçe hakkında en kapsamlı bilgiler 9. yüzyılda kağıda yazılmış Irk Bitig adlı eserin keşfi ile sağlanmıştır. Eski Anadolu Türkçesi. Türkçe, onu kullanan göçebe ve yerleşik kavimlerin Orta Asya, Doğu Avrupa, Sibirya ve Orta Doğu'ya doğru göçleriyle yayılmıştır. Dîvânu Lugâti't-Türk, Türk dilini anlatan ve bu dilin yetisini göstermek için yazılan ilk sözlük yapıtıdır ve Kaşgarlı Mahmud tarafından 25 Ocak 1072'de yazılmaya başlanmış ve 10 Şubat 1074'te bitirilmiştir. Bu kitap içinde şu tümce bulunuyor: "Türk dilini öğrenmek çok gerekli bir iş olur.". Yapıt, Türkçenin varsıl dilbilgisi özelliklerini en çarpıcı biçimde yansıtan bir özelliktedir. Türkçenin kullanım alanını genişleten bir başka kişi, Karahanlı Devleti'nin üyesi, ikinci bir Türk ve Türkçe kültür abidesi olan Yusuf Has Hacib'dir. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig adlı yapıtı ile Türk dil birliğinin diğer önemli yazılı temelini attı. 1069-1070 yıllarında bu Türkçe yapıtı tamamladı. Ahmed Yesevi 12. yüzyılda Türk dilinde yazdığı "Hikmet" adlı şiirleri bir araya getiren Türk tasavvuf edebiyatının bilinen en eski örneklerini içeren kitap ile Türkçenin kullanımını etkiledi. 13. ve 14. yüzyılda yaşamını süren Yunus Emre Türkçenin, özellikle "Türkçe şiir dilinin" temel ustası ve abidesi olmuştur. Yunus Emre'nin edebiyat tarihi bakımından önemli bir yanı da Anadolu'da, "Türkçe şiir dilinin" öncüsü olması ve tasavvuf sorunlarını yalın ve kolay anlaşılır bir dille söyleyişi nedeniyledir. Şiirlerinin ölçüsü, Türkçenin ses yapısına uygun aruz olmakla birlikte söyleyişi akıcı, sürükleyici bir nitelik taşır. Tasavvufun en güç anlaşılır kavramlarını, Türkçenin ses yapısına uygun biçimde dile getirir; şiirinde, duygu ve düşünce birliğinden oluşan bir derinlik görülür. Hacı Bayram Veli 14-15. yüzyılda Anadolu'da yaşamış Türk mutasavvıf ve şair olarak eserlerini Türkçe olarak yazdı ve Türkçenin kullanımını Anadolu'da önemli biçimde etkiledi. Hacı Bayram Veli, Anadolu'da dil ve kültür birliğinin sağlanması için Türkçe eserler yazılmasında "Leme’at" ve "Gülşen-i Raz" gibi eserlerin Türkçeleştirilmesinde etkili olmuş, kendi de halkın anlayacağı dilden Ahmed Yesevi geleneğine uygun olarak şiirler yazmıştır. Devrinde Arapça ve Farsça eser vermek revaçta iken, Hacı Bayram Veli'nin halk ile ilişki kurabileceği Türkçeyi tercih etmesi belli bir olgunluğa işaret eder. Bu olgunluk Anadolu'da dil birliğinin sağlanması ve Türk kültürünün egemen olmasıdır. Türkçecilik akımı yandaşlarını da etkilemiş, bu sufiler özellikle Türkçe yapıtlar vermişlerdir. Yazıcıoğlu Muhammed, Eşrefoğlu Rumi gibi öğrencilerinin "Envârü'l-âşıkîn", "Muhammediye", "Müzekinnüfûs" gibi eserleri Anadolu'da yıllarca kolaylıkla okunmuş, halkın elinden düşmemiştir. Ayrıca Akşemsettin (1389/1390 - 1460), 15. yüzyılın en büyük sufilerinden biridir ve Türkçe ile, (örnek olarak Hayatın Maddesi ve Tıp adında) çeşitli eserler ortaya koymuştur. Osmanlı Türkçesi. Osmanlı Türkçesi, Osmanlı İmparatorluğu'nda konuşulmuş, Eski Anadolu Türkçesinin ardılı olan bir dildir. Arapça ve Farsçadan etkilenmiş bu dönemin Türkçesinde söz varlığının %88'i bu iki dil kaynaklı olmaktadır. Buna rağmen dilde kullanılmakta olan Arapça kökenli sözcüklerin kaynağı bu iki dilin birbirleriyle direkt etkileşimi yerine, Farsçaya girmiş ve Farsçalaşmış Arapça kökenli sözcüklerin Osmanlı Türkçesine girmesi ile gerçekleşmiştir. Türkçe ve Farsçanın etkileşiminin Osmanlı Dönemi öncesinde modern Türklerin atası halkların Kuzeybatı İran bölgesinde bulunduğu dönemde gerçekleştiği düşünülmektedir. Arapça ve Farsçanın etkileri yalnızca alıntı sözcükleri değil, dilin dilbilgisini de önemli ölçüde etkilemiştir. Alfabe olarak Arap alfabesinin Farsça ve Türkçe için uyarlanmış bir biçimi kullanılmıştır. Bu dile "Osmanlıca" denilmesi Tanzimat döneminde gerçekleşmiştir. Ancak modern Türkçenin temeli olan, daha az alıntı sözcüğe sahip ve daha az eğitimli, alt sınıf ve kırsal kesimde yaşayan halkın konuştuğu "kaba Türkçe" ile edebiyat ve devlet işlerinde kullanılmış Osmanlı Türkçesi, tıpkı Latince ve Halk Latincesinde olduğu gibi düşük bir karşılıklı anlaşılabilirlik göstermektedir. Dil Devrimi. Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslaşma sürecini tamamlayan Türk Devrimi'nin ya da Atatürk devrimlerinin en önemli basamaklarından ilki, Cumhuriyet'in kuruluşundan 5 yıl sonra yapılan Harf Devrimi, ikincisi de Cumhuriyet'in kuruluşundan 9 yıl sonra yapılan Dil Devrimi'dir. Dil Devrimi kısaca, Türkçe ile düşünmeyi, Türkçenin bütün bilim, sanat ve teknik kavramları karşılayacak yolda gelişmesini sağlayan eylemdir. Dilbilimci Kâmile İmer "Dil Devrimi nedir?" sorusunu şöyle yanıtlıyor: Her insan düşüncesini sözcükler arasında bağ kurarak oluşturduğu tümcelerle aktarır, bu açıdan bakınca Dil Devrimi aynı zamanda düşüncenin yenileşmesidir. "Dil Devrimi'nin gerçekleşmesini sağlayan etkenler, aynı zamanda onun amaçlarını ortaya koymaktadır. Uluslaşma etkeni dili yabancı ögelerden arındırma amacını, diğeri de kültür dili durumuna getirmeyi amaçlamaktadır. Bu amaçların olumlu sonuçlar vermesi, ortaya çıkan ürünlerin toplumun malı olmasına bağlıdır. Devletin desteği olmaksızın dilde yapılan devrim, bireysel bir eylem olarak kalır; topluma mal olmaz. Dil Devrimi'nin hazırlık evresindeki çabalar, bunun en güzel örnekleridir. Türk Dil Devrimi'nin hazırlık evresi olarak nitelendirebileceğimiz ve Tanzimat Fermanı ile başlayan dönemdeki dili yalınlaştırma istemi toplumu kapsayamamıştır. Ancak, Cumhuriyet'ten sonra, 1932 yılında devletin öncülüğünde Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin kuruluşuyla dilde yapılan yenilikler, ulus çapında bir eylem olarak topluma mal olmaya başlayagelmiştir." Türkçe, yapı bakımından çok varsıl bir dil olmakla birlikte, dünya çapında çok konuşulan bir dildir. Bu varsıllık her ne kadar içinde yabancı sözcükler bulundursa da, bu durum dilde hiçbir bozukluğa yol açmamıştır. Bunun nedeni de, Osmanlı'nın, zamanında barındırdığı halkların olmasıdır. Çünkü bu nedenle dilde pek çok yabancı "sözcük alış-verişleri" olmuştur. Yazı sistemleri. Türkçe, dili kullanan halkların dünyanın çeşitli bölgelerine yayılması ve buradaki kültürler ile etkileşimleri nedeniyle tarih boyunca pek çok yazı sistemi kullanılarak yazılmıştır. Bilinen en eski Türk alfabesi olan ve 8. yüzyılın başlarına tarihlenen Orhun alfabesi, yerini bölgedeki yerel alfabelerden etkilenmiş Eski Uygur alfabesine 10. yüzyıl civarında bırakmıştır. Daha sonra farklı bölgelere yayılan Türk boyları Kiril, Yunan, İbrani ve Latin alfabesi|Latin alfabeleri gibi farklı yazı sistemleri benimsemiştir. Türkiye Türkçesinin de üyesi olduğu Oğuz dilleri konuşurları ise İslam ile temasları sonucunda Fars-Arap alfabesi asıllı yazı sistemleri geliştirmiştir. Bu alfabe, Türkiye Türkçesi için 1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilen Latin esaslı yeni Türk alfabesine geçilinceye dek, dilin konuşurlarının temel yazı sistemi olmuştur. Buna ek olarak, Türkçe konuşulan devletlerde yaşayan, Ermeni, Rum, Süryani, Musevi ve Gürcüler gibi azınlıklar da kendi milletlerinin alfabelerini kullanarak Türkçe eserler üretmişlerdir. Orhun ve Eski Uygur alfabeleri. Türkçenin bilinen ilk alfabesi, Orhun Yazıtları'nda da kullanılan ve yaygın adıyla Göktürk alfabesi olarak bilinen Orhun alfabesidir. Avrasya'da çeşitli örnekleri bulunan Runik yazıya benzerliğinden ötürü bazen bu şekilde adlandırıldığı da olmuştur. 8. yüzyılın başlarına tarihlenen yazı sisteminin Çin veya Soğd yazı sistemlerinden etkilenerek oluşturulduğu düşünülmektedir. Sağdan sola yazılmış alfabe, Göktürk ve Uygur Kağanlıkları tarafından kullanılmış, Karahoca Uygur Krallığı devrinde ise kullanımı ortadan kalkmıştır. Eski Uygur alfabesi ise Türk dillerinin bütün yazı çeşitleri içinde en uzun süre kullanılmış olan yazı sistemlerinden biridir. Soğd alfabesinin yakın akrabası olan ve Eski Uygurlar'ın 840 yılında Turfan bölgesine göçmeleri sonucunda Eski Uygurcaya uyarlanmış alfabe, 16. yüzyılda Arap asıllı bir alfabe ile değiştirilene kadar Orta Asya ve İran'ın bazı kısımlarında yüzyıllarca kullanılmıştır. Alfabe yukarıdan aşağıya doğru yazılmış ve bir ebcedin özelliklerini göstermiştir. Alfabe kullanılarak pek çok Budist ve Maniheist eser yazılmış, Eski Uygurcaya ilk İncil çevirileri gerçekleştirilmiştir. Dunhuang el yazmaları da bu alfabede yazılmış metinler içermektedir. Dîvânu Lugâti't-Türk’te Kaşgarlı Mahmud, Eski Uygur alfabesini, “Türk alfabesi” adıyla anmaktadır. Arap asıllı Türk alfabesi. 9. yüzyıl civarlarından 20. yüzyılın başlarına dek, yaklaşık 1000 yıl boyunca Türkçe, Arap alfabesi|Arap asıllı alfabeler kullanılarak yazılmıştır. Müslümanlığı benimsemeye başlayan Türk boyları, bu yüzyıllar içinde bu alfabeyi kullanmaya başlamış ve 13. yüzyıl dolaylarında artık bu alfabe, Müslüman Türk boyları arasında ortak bir alfabe özelliği kazanmıştır. Türkçeyi yazmak için kullanılmış bu yazı sistemi her ne kadar Arap alfabesi asıllı olsa da, Arapçada bulunmayan “j, ç, ŋ, p” gibi sesleri içermesinden ötürü Arap alfabesi ile aynı değildir. Uygurlar ve İran Azeriler gibi bazı Türki halklar hâlen Arap alfabesi kökenli yazı sistemleri kullanmaktadır. Arap asıllı bir alfabe kullanmış olan Osmanlı İmparatorluğu'nda alfabenin üzerinde birtakım düzenleme ve eklemeler yapılarak Osmanlı alfabesi denilen bir alfabe kullanılmıştır. Bu yazı sistemi, Osmanlıcanın Farsça ve Arapça dillerinden alınma söz varlığını yazmak için uygun olmak ile birlikte, dildeki Türkçe kökenli sözcükleri yazarken pek çok zorluk getirmekteydi. Arapça sessiz harfler bakımından zengin, sesli harflerin kullanımı bakımından ise fakir bir dil iken, Türkçe bunun tam tersi özellikler göstermektedir. Bunun sonucunda Arap asıllı Türk alfabesi Türkçede yer alan pek çok fonemi (ses birimi) uygun bir şekilde temsil etmemektedir. Türkçede yer alan bir ses için Arap asıllı alfabede 4 farklı harf bulunurken, kimi sesler için ise sesi temsil edecek uygun bir harf bulunmamaktadır. Özellikle telgraf ve matbaanın 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda yaygınlaşması ile Arap asıllı Türk alfabesinin Türkçede yer alan sesleri temsil edememesi daha da büyük bir sorun hâline geldi. Diğer Türk alfabeleri. Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan ve konuşma dili olarak Türkçeyi kullanan Ermenilerin bir kısmı günlük hayatlarında ve edebiyatta Ermeni harfli bir yazı sistemi kullanmıştır. Ermeni harfli Türkçe alfabesi Anadolu Ermenicesi de denilen Batı Ermenicesinin alfabesini baz alır; ancak Ermeni diline özgü olan Ծ Ձ Ց harfleri Türkçe yazarken kullanılmaz. Bu şekilde yazılmış oldukça fazla eser bulunmaktadır ve alfabe Tanzimat sonrası Osmanlı Devleti'nin en önemli azınlık yazı sistemi olarak nitelendirilmiştir. Özellikle Katolik ve daha az bir şekilde Protestan Ermeniler tarafından kullanılmış bu alfabe, Vartan Paşa tarafından yazılmış ve ilk Türkçe roman olan Akabi Hikâyesi'nin yazıldığı alfabe de olmuştur. 1841 yılında yazılmış Türkçe İncil de Ermeni harfli Türkçe eserlerden biridir. Bu eserlere Türkiye'nin çeşitli kütüphanelerinde ulaşmak mümkündür. Bunun yanında Paris ve Venedik'in yanında bulunan St. Lazar adasında da bu eserlere ait kütüphaneler bulunmaktadır. Osmanlı döneminde Karamanlıca ismi verilen bir Anadolu Türkçesi benimsemiş; ancak dinen Rum Ortodoks Kilisesi'ne bağlı bir halk olan Karamanlılar, Türkçeyi Yunan alfabesi kullanarak yazmışlardır. Halk, kullandıkları Helen alfabesi ile gazete, dinî metin ve edebî eserler gibi çeşitli Türkçe metinler ortaya koymuştur. Türkçe ve Azerice dillerinde yazılmış; ancak Gürcü alfabeleri kullanılmış 18. yüzyıla tarihlenen tıbbi ve dinî pek çok metin ile Türkçe-Gürcüce sözlükler de bulunmaktadır. İbranî alfabesi ile yazılmış Yahudi Türkçesinin ise ilk örnekleri 16. yüzyıla uzanmaktadır; ancak diğer azınlık alfabeleri ile yazılmış Türkçe metinlerin aksine bu yazıtların ana amacı, o dönemde Yahudi İspanyolcası konuşmuş Osmanlı Musevilerine Türkçe öğretmektir. Süryani alfabesi ile yazılmış Türkçe dua, şiir ve gazeteler de bulunmaktadır. Latin asıllı Türk alfabesi. 1 Kasım 1928 tarihinde, eski Arap asıllı Türk alfabesinin yerine, Latin yazısından Türkçe için uyarlanan bu 29 harfli alfabe kabul edilmiştir. Harf Devrimi, Türkiye'de bu kanunun kabul edilmesi ve yeni alfabenin yerleştirilmesi sürecine genel olarak verilen isimdir. Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Balkanlarda Türkçe için bu alfabe kullanılır. Türk alfabesinin içeriği, Latin harflerini yazı sistemlerinde kullanan diğer ülkelerin alfabeleriyle birebir aynı olmayıp Türk dilinin seslerini karşılamaları amacıyla türetilmiş harfleri bulundurmaktadır (Ç, Ş, Ğ, I, İ, Ö, Ü). Ayrıca ISO temel Latin alfabesinde yer alan I, Q, W ve X harfleri Latin asıllı Türk alfabesinde yer almaz. Alfabede genellikle her bir harf bir foneme eş değerdir; ancak bazı harfler birden fazla sesi teşkil edebilir. Buna örnek olarak 'e' harfinin "gelmek" sözcüğünün ilk hecesinde /æ/ sesini, son hecesinde ise /e/ sesini teşkil etmesi verilebilir. Türk alfabesindeki harflerin okunuşları bazı Batı dillerindeki harflerin okunuşlarından da farklıdır. Örneğin C harfinin okunuşu Türkçede iken İngilizcede olarak okunabilir. Türkçe ağızları. Günümüzdeki standart Türkçe, İstanbul'da konuşulan Türkçe ağzı örnek alınarak oluşturulmuştur. Bu "İstanbul Türkçesi", Türkçeyi yazarken ve konuşurken model teşkil etmektedir ve kullanımı 1910'larda Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin gibi Türk yazarlar tarafından önerilmiştir. Buna rağmen günümüzde modern Türkiye Cumhuriyeti'ni de kapsayan tarihî Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında hâlâ konuşulmaya devam eden Türkçe ağız ve lehçeleri bulunmakta ve bu ağızlar özellikleri bakımından çeşitli gruplara ayrılmaktadır. Bu gruplara, kendi içlerinde de alt gruplara ayrılan Anadolu, Rumeli, Kıbrıs, Suriye ve Irak diyalekt bölgeleri dahildir. Ağızlar arasında bulunan bazı farklılıkların nedeni, bölgeye göre Lazca, Azerice, Arapça, Kürtçe veya Yunancanın bölgede konuşulan Türkçeye olan etkileridir. Türkçenin bu alt dil grupları Türk araştırmacılar tarafından şive veya ağız olarak adlandırılıyor. Anadolu ağızları. Anadolu ağız bölgesi, Türkiye’nin Anadolu topraklarını içerir. Türkçe konuşan en büyük ve nüfusça en yoğun bölge olan Anadolu, içinde yer alan ana ağız grupları bakımından Doğu Grubu, Kuzeydoğu Grubu ve Batı Grubu olarak üçe ayrılır. Prof. Dr. Leylâ Karahan'ın "Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması" adlı çalışması Anadolu ağızları üzerine yapılmış en geniş akademik çalışmadır. Anadolu'da özellikle Karadeniz Bölgesi, Güneydoğu Bölgesi ve Ege Bölgesi'nde ağız farklılıkları belirgindir; ancak bu ağızlar, küçük yaşlardan itibaren eğitimde yazı dilinin kullanımı, basın-yayın gibi bazı nedenlerle yavaş yavaş kaybolmaktadır. Ağızlar arasında pek çok ses değişimi vardır. Anadolu ağızlarında "açık e" (/ǝ/), "hırıltılı h" (/ḫ/) ve "öndamaksıl n" (/ŋ/) sesleri, İstanbul ağzında bulunmamaktadır. Ege ağızlarında /r/ sesi kaybolmuştur: "var"-"vā" gibi. Orta Anadolu ağızlarında /k/ sesi, /g/ olmuş ("Konya"-"Gonya", "keçi"-"geçi"), "p-b" ses değişimi de yaşanmıştır ("piliç"-"biliç"). Kayseri yöresinde "ö-ü" sesleri değişmiştir: "öküz"-"oküz" gibi"." Doğu ve güneydoğu ağzında ise Arapçaya özgü, "alem"-"a'lem" gibi gırtlak sesleri bulunmaktadır. Karadeniz ağızlarında "b-p" değişimi görülür: "bunu"-"puni." Rumeli ağızları. Türkçenin ağızlarından Rumeli kolu ana ağız grupları bakımından Doğu Rumeli ve Batı Rumeli olarak ikiye ayrılır. Ayrıca bu ağız yörelere göre Gagavuzca ile benzer veya aynı özellikler taşımaktadır. Batı Rumeli kolunun özellikleri Gyula Németh’in “Bulgaristan Türk Ağızlarının Sınıflandırılması Üzerine” adlı makalesinde, 8 maddede gösterilmiştir. Sonrasında birçok çalışmada da bu madde açıklaması benimsenmiş, uygulanmıştır. Batı Rumeli sahasının coğrafi sınırları Bulgaristan'da Tuna'nın hemen güneyindeki Lom'dan doğuya doğru Vraça, Sofya, Samokov'dan doğuya doğru ilerleyip Köstendil’e uzanır. Ayrıca Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek ve Sırbistan'da Adakale'yi uç olarak kapsar. Kosova da Batı Rumeli Türkçesinin içinde yer alır. Doğu Rumeli ağız bölgesi ise Batı Rumeli’nin doğusunda kalan bütün alanı kapsar. Bulgaristan’da Lom, Vraça, Sofya, Samokov ve Köstendil şehirlerinin doğusundan itibaren ülkenin tamamı, Yunanistan, Makedonya’nın güney kesimleri ve Türkiye’nin Trakya’sı (Doğu Trakya) bu sahanın içindedir. Kıbrıs ağızları. Kıbrıs ağızları, Kıbrıs'ta, daha ziyade yerli Kıbrıs Türklerinin konuştuğu, Türkçe ağzıdır. Türkiye'nin Taşeli yöresi ağzıyla (Alanya - Anamur - Aydıncık) benzerlik gösterir. Kıbrıs ağızlarıyla ilgili ilk bilimsel çalışma Hasan Eren’in 1963 yılındaki bildirisidir. Eren 1959 yılında adada yapmış olduğu üç aylık bir araştırma gezisi sırasında bazı köylerden derlediği malzeme yardımıyla Kıbrıs ağzının kökeni meselesini ele almıştır. Eren’in görüşüne göre Kıbrıs ağzının oluşumunda önce Konya ve yöresi, sonra da Antalya, İçel, Alanya gibi yerlerden yapılan göçler rol oynamıştır. Bu durum, adanın Osmanlı egemenliğine geçmesinden sonra Kıbrıs’a gönderilen Türk nüfus hakkındaki tarihi belgelerle de örtüşür. Diğer ağızlar. Suriye sahası, Türkçenin Batı Grubu ve çoklukla Doğu Grubu ağızlarına benzeyen bir ağız bölgesidir. Bu bölge, Suriye Türklerinin ağızlarının konuşulduğu alt ağız bölgesidir. Standart dil olarak Türkiye Türkçesi yazı dili kullanımdadır. Suriye bölgesi konusunda ağız çalışmaları beklenen düzeyin altındadır. Irak sahası, Türkçe ile Azericenin sınırdaş oldukları bir sahadır. Kerkük, Musul, Telafer gibi yerleşim yerlerinde konuşulur. Standart dil olarak Türkçenin yazı dili kullanımdadır. Kafkaslar’ın batı sahası için de benzer durum söz konusu edilmiştir. Gürcistan ve Ermenistan’ın yer aldığı bu saha da iki büyük Oğuz grubunun kesişim alanındadır. Dilbilgisi. Dilbilgisi ya da gramer, bir dilin ses, biçim ve cümle yapısını inceleyip, kurallarını saptayan bir bilim dalıdır. Türkçe bu hususta sondan eklemeli bir dildir ve dilde pek çok son ek kullanılmaktadır. Bir sözcükte birden fazla ek yer alabilir ve bu ekler yapım ekleri ve çekim ekleri olmak üzere iki kategoriye ayrılır. Yapım ekleri, isimlerden ve sıfatlardan fiil, fiillerden de isim ve sıfat üretmek için kullanılır. Çekim ekleri ise sözcüğün anlamında değişikliğe yol açmadan sözcüğün hali, sayısı, kişisi gibi özelliklerini belirtir. Dilin eklemeli olma özelliği, "Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdanmışsınızcasına" gibi pek çok uzun sözcüğün yaratılmasına olanak sağlamaktadır. Bu kadar uzun sözcükler bir istisna olsa da, günlük hayatta ve medyada uzun sözcüklere sıklıkla rastlanılmaktadır. Dilde bulunan tek yerli ön ek ise, aliterasyon ile oluşturulan, sımsıcak" ve masmavi" gibi bir özelliği kuvvetlendirici eklerden oluşur. Türkçede doğru tümce yapısı, "özne", "tümleç", "yüklem" biçimindedir; ancak Türkçe esnek bir dildir. Bu yüzden günlük yaşamda devrik tümceler sıklıkla kullanılır. Örneğin, "Bugün yazılı sınav olacağız." tümcesine eşdeğer "Yazılı sınav olacağız, bugün." tümcesi kurulabilir. Bu tür tümceler daha şiirsel anlatıma sahiptir. Türkçede kısa yoldan anlatım da ön plandadır. Örneğin, "sobayı yak." derken "sobanın içindeki odun ve kömürleri yak." anlamındadır. Bunun dilbilgisindeki adı "ad aktarması"dır. Türkçede kişi adılları altı tanedir. Örneğin Türkçede, "ben", "sen", "o", "biz", "siz", "onlar" biçimindedir. Türkçedeki önemli bir başka özellik, "siz" adılının kibar olarak 2. tekil kişiyi (sen) belirtmesidir. Tarihçe. Bir Türk dilinin dilbilgisi hakkında tarihteki ilk kaynağın Kaşgarlı Mahmud'un 11. yüzyılda yazdığı düşünülen “Kitâbu Cevâhirü’n-nahv” adlı kitabı olduğu varsayılmaktadır; ancak günümüzde yapıt hâlâ bulunmamıştır. Türkçe yazılmış ilk dilbilgisi kitabı Bergamalı Kadri'nin “Müyessiretü’l-Ulûm” (1559) adlı yapıtıdır. Yapıtta örnekler Türkçedir, fakat dil kuralları Arapçanın kurallarına uydurulmuştur. Tanzimat döneminde başta Ahmet Cevdet (1851) ve Fuat Paşa'nın (1865) kitaplarında Osmanlıcanın yapısı göz önünde tutulmuştur. 1908'de ilan edilen Meşrutiyet'ten sonra, Hüseyin Cahit’in “Sarf ve Nahiv” adlı eserinin dilbilgisi konusunda önemli bir yeri vardır. Bu kitapta Fransızca dilbilgisinin etkisi görülür. Cumhuriyet Döneminin ilk esaslı dilbilgisi kitabı, İbrahim Necmi Dilmen’in 1939 tarihli “Türkçe Gramer” adlı yapıtıdır. 1940′tan sonra pek çok Türkçe dilbilgisi kitabı yazılmıştır. Bunlardan önemli olanları: Tahsin Banguoğlu’nun “Ana Hatlarıyla Türk Grameri” (1940), Tahir Nejat Gencan’ın “Dilbilgisi” (1950-1954) ve Muharrem Ergin’in “Türkçe Dil Bilgisi”dir (1958) Sözcük türeme farkı. Özelliği gereği sona eklemeli bir dil olduğundan Türkçede basit bir kökten çok sayıda sözcük türetmek mümkündür. Bu özelliğin bulunmadığı Hint-Avrupa dilleri kolundan gelen İngilizce, Almanca ve İspanyolca aşağıda Türkçe ile karşılaştırılmıştır. Ve eylemden türeme: Yeni sözcükler ayrıca var olan iki eski sözcüğün birleşmesi ile de yaratılır. Bu, Türkçe ve Almanca ile İngilizcenin paylaştığı bir ayrıklık benzerliği oluşturur. Altta bazı örnekler: Eklerle tümce oluşturma. Diğer yaygın olarak konuşulan dillerle karşılaştırıldığında, daha az sayıda sözcük ve harf ile daha çok bilgi aktarmak olanaklıdır. Diğer pek çok dilde olmayan bir özelliğe göre, bir sözcük köküne ekler ekleyerek, tek sözcüklü tümce oluşturulabilir. Büyük ve küçük ünlü uyumu. Türkçede büyük ünlü uyumu ve küçük ünlü uyumu olarak bilinen iki ünlü uyumu vardır. En yaygın ve kapsamlı olan, büyük ünlü uyumudur. Küçük ünlü uyumu, Türkçede genelde geçerli iken diğer Türk dillerinde bu uyum pek aranmaz zira küçük ünlü uyumu, ileri ve keyfî bir uyum düzeyidir. Büyük ünlü uyumu konusunda kural dışı kalan çok az sözcük mevcuttur ki, bunların büyük bir kısmı yabancı kökenli sözcüklerdir. İstisna oluşturan birkaç sözcük de, köken bakımıyla Türkçe olup uyum dışına çıkan sözlerdir: elma (« alma); ücra (« uçra) gibi. Bu kurala göre Türkçede bir sözcüğün ilk hecesinde kalın bir ünlü (a, ı, o, u) varsa, izleyen hecelerde de kalın heceler; ince bir ünlü (e, i, ö, ü) varsa, izleyen hecelerde de ince ünlüler yer alır. Küçük ünlü uyumunda sözcüğün ilk hecesi düz ünlüyle başlamışsa (a, e, ı, i) diğer hecelerde düz ünlüyle devam eder. Örnek: Sesbilim (fonoloji). Türkçede iki adet ses ya da fonem grubu vardır. Bunlardan ilki ağızdan sürekli ve engelsiz çıkan ünlü seslerdir. Türkçede dokuz adet ünlü ses bulunur. Bunlar /ä/, /e/, /ɛ/, /i/, /ɯ/, /o/, /ø/, /u/, /y/ sesleridir. Bunlardan beşi ince, dördü kalındır. Bunlardan, /ɛ/, /e/, /i/, /ø/ ve /y/ sesleri, ince seslerdir. Diğer /ä/, /ɯ/, /o/ ve /u/ sesleri ise kalın seslerdir. Türkçede bulunan diğer bir ses grubu ise ünsüz seslerdir. Ünsüz sesler. Türk dilleri arasında bazı ses farklılıkları vardır. Örneğin arka damaksıl genizcil n sesi olan [ŋ] sesi Türkiye Türkçesinde, Azerbaycancada ve bazı diğer Türk dillerinde yoktur. Buna rağmen [ŋ] Öz Türkçe bir sestir. İlk Türkçede bu ses /nk/ olarak geçer. Bazı örnekleri şunlardır: menke (baŋa), bunk (buŋ), tenkri (taŋrı), -nink (-niŋ)... Zaman içinde düşen [g] sesi [ŋ] sesinin de yok olmasını sağlamıştır. Bir başka farklılık ise [ʒ] sesidir. Diğer Türk dillerinde bu ses bulunmaz; ancak Kazakçada bu durum farklıdır. Öz Türkçe /j/ sesleri, yani "y" sesleri [ʒ] yani "j" seslerine dönüşür. Örneğin: yok → joq, yıl → jıl, yay → jay... Aynı durum Kırgızca için de geçerlidir. Türkçede [d͡ʒ] yani "c" sesi olmamasına rağmen Kırgızcada baştaki [j] yani "y" sesleri bu sese dönüşmüştür. Örneğin: yol → col, yıldız → cıldız... Bunun dışında bazı sesler ise yalnızca Türkiye Türkçesi ve Azerbaycanca, Türkmence gibi daha batıda ve Oğuz öbeği içerisindeki dillere özgü sesler vardır. Örneğin ince ünlülerle kullanılan "ğ" sesi /ʝ/ ve kalın ünlülerle kullanılan "ğ" sesi /ɣ/ Öz Türkçede bulunmaz. Buna rağmen Oğuz grubu dillerde bulunur. Bu seslerin tümü "g" yani /ɟ/ sesinden gelir. Ünlü sesler. Eski Türkçede uzun ünlü bulunduğuna dair ortaya konan çalışmalar bulunmakla birlikte bugünkü Türkçede Arapça ve Farsça gibi dillerden alınan sözler ve hakan, hatun, yarın, niçin gibi bazı istisnalar dışında uzun ünlülü sözcük bulunmaz. Türkçede ses evrimi. Türk dillerinde zaman içinde değişen belli başlı sesler vardır. İlk Türkçeden bu yana değişimi olağan olan evrimler olduğu gibi değişimi olağan olmayanları da vardır. Türkçede basit zamanlar. Geçmiş zaman. Türkçedeki geçmiş zaman işlevi iki ayrı ek ile yapılır. Bunlardan ilki, görülen geçmiş zaman olarak, bir eylemin artık sona ermiş olduğunu anlatmak için, şu an itibarıyla anlamındaki "Di" sözcüğünün bir son ek hâline gelmesiyle "-dı, -di, -du, -dü; -tı, -ti, -tu, -tü" şekilleriyle yapılır ve ikincisi öğrenilen geçmiş zaman olarak haberdar etmek anlamındaki "Muş-mak" fiilinin bir son ek hâline gelmesiyle "-mış, -miş, -muş, -müş" şekilleriyle yapılır. Bu şekil çokluğunun nedeni Türkiye Türkçesinde ileri düzeydeki ünlü ve ünsüz uyumudur. (Örneğin, gel- eylemine -di eklenip "geldi" oluşturulurken, git- eylemine -ti eklenip "gitti" kurulur. Bu örneklerin ilkindeki “l” ünsüzü “d”yi kabul ederken, “e” ünlüsü de “i”yi kabul etmiştir. İkinci örnekteki “t” ünsüzü ise d yerine “t”yi kabul etmekte ve “i” ünlüsü de “i”yi kabul ederek eklenmektedir.) Öğrenilen geçmiş zaman ("-mış, -miş, -muş, -müş") tümceye öğrenilmişlik, duyulmuşluk, haberdar edilmişlik anlamı katmaktadır. Görülen geçmiş zaman ("-dı, -di, -du, -dü; -tı, -ti, -tu, -tü") ise tümceye görülen bir sonuç bilgisi vermektedir. Zaman ekinden sonra kişi eki gelir: de-di-m, yetiş-ti-k, sor-du-lar vb. Şimdiki zaman. Türkiye Türkçesinde şimdiki zamanlı bir tümce kurabilmek için eylem kökünün sonuna “-yor” eki getirilir. Geniş Türkçe coğrafyası içinde yalnızca Türkiye Türkçesinde bulunan bu ek, tarihî nedenlerden ötürü tek şekillidir (sadece -yor): geliyor, bakıyor, düşüyor, soruyor vb. Bu ek aslında bir ek değildir. İlk Türkçe bu ek "yor-mak" fiilinden gelen ve o an için hangi eylemle uğraşıldığını anlatmak için kullanılan bir ektir. Örneğin "geliyorum" demek için "kel-i yorur-u-men" derlerdi. Burada "kel-", "gel-" anlamında, "i" "hakkında" anlamında, "u" "işaret zamiri" olarak ve "men" ise "ben" anlamındadır. Zaman içinde çok kullanılan bu yapı Türkçenin sondan eklemeli olması nedeniyle ekleşmiştir. Ancak her zaman "-yor" biçiminde kalır. “-yor” eki, eylemlerden sonra gelirken; ekle eylem arasına, kalın-ince durumuna göre "hakkında" anlamında bir yardımcı ses alır: gel-i-yor, dur-u-yor vb. Ünlü ile biten eylemlerde bu ünlü harf yardımcı sese dönüşür. Bu tür durumda yalnızca ek okunur: de-i-yor > diyor, başla-ı-yor > başlıyor, susa-ı-yor > susuyor vb. Bu şimdiki zaman eki, hem şekli hem kullanım tarzı açısından, Türkiye Türkçesinde ayrıklı bir özelliğe sahiptir. Zaman ekinden sonra kişi eki gelir: seslen-i-yor-uz, dur-u-yor-um vb. -mekte -makta ekleri de tümceye şimdiki zaman anlamını kazandırır. Ders çalışmaktayım. Seni düşünmekteyim. Türkçede Şimdiki Zaman Tablosu (-yor): Türkçede Şimdiki Zaman Tablosu (-makta): Gelecek zaman. İlk Türkçe bu zaman ekleri "Çak-mak" ve "Çek-mek" fiillerinden gelen eklerdir. "-A-cak" ve "-e-cek," şekilleri ile yapılır. Ünsüzden sonra ek doğrudan gelirken, ünlü ile biten eylemlere eklenmeden önce, yardımcı ünsüz olarak “y” harfiyle başlar. Türkçede Gelecek Zaman Tablosu (-acak): Geniş zaman. Eski Türkçe bu zaman ekleri "Var-mak" ve "Er-mek" fiillerinden gelen eklerdir. Öznenin bir eylemi yapma ihtimalinin var olduğunu veya bu imkâna ermiş olduğunu yani bu fiili işleme imkânına sahip olunduğunu ifade eder. (Yap-a-Var-sen) >Yaparsın = yapma şansın var veya (Git-e-Er-ler) > Giderler = gitme imkanına erdiler, gitme fırsatı elde ettiler anlamındadır. Türkiye Türkçesinde geniş zaman eylem sonuna "-r, -er, -ar" ek şekillerinden biri getirilerek oluşturulur. Türkçede Geniş Zaman Tablosu (-r): Türkçede birleşik zamanlar. Türkçede zamanlar çok çeşitlidir ve varlıklıdır. Yalnızca bir zaman belirtmek zorunda olmazsınız. Türkçede bunun için ek eylem yapısı vardır. Türkçede ek eylem dört ayrı çekimlidir. Bunlardan biri ek olarak kullanılan "'-dir'", diğerleri ise "'idi'", "'imiş'", "'ise'" olmaktadır. Bunların dördü de “olmak” (İlk Türkçede “bolmak”) anlamına gelen i- eyleminden gelir. Bu eylemin İlk Türkçede durumu "er-" biçimindedir, zamanla "i-" biçiminde kalmıştır. Türkçede ek eylem için "olmak" eylemi kullanılmaz. Çünkü bu eylem, yardımcı eylem olarak kullanılır, bunun yerine "er-" eylemi ek eylem olarak kullanılır. Bu yüzden kullanılmaz ancak kullanılması anlamsız kalmaz. Görece Geniş Zaman. İlk Türkçe bu ek "Dur-mak" fiilinden gelen bir ektir. Resmî dilde sadece üçüncü tekil ve üçüncü çoğul şahıs eki olarak sürecin böyle devam ettiğini anlatır ve bir kesinlik ifade eder. Günlük dilde ise sürecin böyle göründüğünü anlatır ve sadece bir tahmin ifade eder. Türkçede herhangi bir zamanın genişini (-dir) eki yapar. Türkçede Görece Geniş Zaman Tablosu (yaz-): Görülen geçmiş zaman. Türkçede herhangi bir zamanın görülen geçmişini "idi" yapar. Ancak bu ekleşebilir de. Örneğin "yazmış idi" yerine "yazmıştı" kullanılabilir. Böyle ekli kullanım günlük yaşamda daha çok kullanılır; ancak yazı dilinde "idi" biçiminde geçebilir. Türkçede Görülen Geçmiş Zaman Tablosu (yaz-): Duyulan geçmiş zaman. Türkçede herhangi bir zamanın görülen geçmişini "imiş" yapar. Ancak bu ekleşebilir de. Örneğin "yazmış imiş" yerine "yazmışmış" kullanılabilir. Böyle ekli kullanım günlük yaşamda daha çok kullanılır; ancak yazı dilinde "imiş" biçiminde geçebilir. Türkçede Duyulan Geçmiş Zaman Tablosu (yaz-): Şart. Türkçede herhangi bir zamanın görülen geçmişini "ise" yapar. Ancak bu ekleşebilir de. Örneğin "yazmış ise" yerine "yazmışsa" kullanılabilir. Böyle ekli kullanım günlük yaşamda daha çok kullanılır; ancak yazı dilinde "ise" biçiminde geçebilir. Türkçede Şart Tablosu (yaz-): Diğer birleşik zamanlar. Türkçede birleşik zamanlı yapan "i-" eyleminin yanında aynı anlamda "ol-" eylemi de görev yapar. Hiçbir zaman "-yor" ve "-acak" eklerini almayan "i-" eyleminin bu eksikliğini "ol-" eylemi doldurur. Örneğin "gitmiş iyorlar" yerine "gitmiş oluyorlar" kullanılır. -mış olacak. Türkçede birleşik zaman yapan "ol-" eyleminin görevlerinden biri "-mış olmak" yapmaktır. Buna göre eylem duyulan geçmiş zamana göre çekimlenir, daha sonra olacak eylemini alır ki bu yüklem olur, sonra kişi eki koyulur. Türkçede -mış olacak Tablosu (yaz-): -yor olacak. Türkçede birleşik zaman yapan "ol-" eyleminin görevlerinden bir diğeri "-yor olmak" yapmaktır. Buna göre eylem şimdiki geçmiş zamana göre çekimlenir, daha sonra olacak eylemini alır ki bu yüklem olur, sonra kişi eki koyulur. Bu biçimde çekimlenen eylemler "gelecek zaman" anlamı vermezler; ancak gelecek zaman içerisinde yapılıyor olacağını belirtir. Bu da bir iş kılışın, oluşun veya durumun gelecekte yapılıyor olacağını gösterir. Türkçede -mış olacak Tablosu (yaz-): Söz varlığı. Ötüken Neşriyat'ın hazırladığı Ötüken Türkçe Sözlük'te Göktürkçe, Eski Uygurca, Hakaniye Türkçesi, Oğuzca, Eski Anadolu Türkçesi, Osmanlıca, Çağdaş Türkiye Türkçesi ile Anadolu, Rumeli, Kıbrıs ve Kerkük ağızlarından alınan toplam 316.000 sözcük bulunmaktadır. 20 Ekim 2008 tarihinde 6. Uluslararası Türk Dili Kurultayı'nın açılışında dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 616.767 söz varlığı içeren Büyük Türkçe Sözlük çalışması Türk Dil Kurumu sitesi üzerinden sanal ortamda kullanıma açıldı. Türk Dil Kurumunun tüm sözlüklerini bir araya getiren bu sözlük Güncel Türkçe Sözlük yanı sıra 1948-2008 yılları arası yayımlanmış tüm Bilim ve Sanat Terimleri Sözlüklerini, Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğünü, Yer Adları Sözlüğünü, Kişi Adları Sözlüğünü, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğünü, Türkçede Batı Kökenli Kelimeler Sözlüğünü, Türk Lehçeleri Sözlüğünü, Tarama Sözlüğünü, Eş ve Yakın Anlamlı Kelimeler Sözlüğünü ve Zıt Anlamlı Kelimeler Sözlüğünü içermekteydi. 2009 yılında dönemin Türk Dil Kurumu başkanı Şükrü Haluk Akalın Büyük Türkçe Sözlük'ün kitap olarak basılacağını duyurdu. Kitap ön hazırlıkları sırasında Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, Türkçede Batı Kökenli Kelimeler Sözlüğü, Türk Lehçeleri Sözlüğü, Tarama Sözlüğü ve Eş ve Yakın Anlamlı Kelimeler Sözlüğü çalışmadan çıkartılarak söz varlığı sayısı 570.723'e düşürüldü. 2012 yılında Şükrü Haluk Akalın'ın Türk Dil Kurumu başkanlığı görevinden ayrılmasıyla Büyük Türkçe Sözlük'ün kitap çalışması devam etmedi. 2019 yılında Türk Dil Kurumu başkanı Gürer Gülsevin tarafından yürütülen yeni genel ağ ve yeni çevrimiçi sözlük sayfasına geçiş çalışmaları sırasında Büyük Türkçe Sözlük'ün sanal ortamdaki kullanımı sonlandırıldı ve bu sözlük ile ilgili bilgiler Türk Dil Kurumu sitesinden kaldırıldı. Türk Dil Kurumu tarafından dilde yaşayan gelişmelerin yansıtıldığı Güncel Türkçe Sözlük'ün 2023 yılındaki 12. baskısında 64.994 kelime ve 33.744 deyim, atasözü, birleşik fiil ve birleşik ifade olmak üzere toplam 98.738 madde, 132.548 açıklama ve Türk edebiyatından seçilmiş 45.362 örnek cümle bulunmaktadır. Türkçedeki yabancı kökenli sözcükler. Türkçenin ulaşılabilen en eski kaynaklarındaki (Orhun Yazıtları) yabancı sözcük oranı 1%'in altındaydı. Uygurlardan günümüze gelen metinlerde Çin, Sogot, Sanskrit dilleri gibi birçok yabancı dilden Türkçeye giren kelimelerin oranı %2 ile %5 arasındadır. İslamiyet'in kabulünden itibaren Türkçedeki yabancı unsurlar eserden esere farklılık göstermek üzere artmıştır. 11. yüzyıla ait Kutadgu Bilig'de bu oran %1,9 dolayındadır. Kutadgu Bilig'den 150-200 yıl sonra yazıldığı anlaşılan Atebetü'l Hakayık'ta yabancı kelime oranı %20'ye yükselmiştir. Eski Anadolu Türkçesine gelindiğinde ise yabancı kelime oranları Yunus Emre'de %13, Aşık Paşa'nın Garibnâmesi'nde %20, Ahmet Fakih'in Çarhnâmesi'nde %28'dir. 15. yüzyıl sonları ve 16. yüzyılın başlarında başlayan Yeni Türkçe (Osmanlı Türkçesi) döneminde Arapça ve Farsça kelimeler Türk dilinde ağırlık kazanmıştır. Bu dönemde yabancı kelimeler Divan Edebiyatı temsilcilerinden Bâkî'de %65, Nef‘î'de %60 ve Nâbî'de %54'e yükselir. Tanzimat döneminde ise Namık Kemal'de %62, Şemsettin Sami'de %64, Ahmet Mithat'ta %57 düzeyindedir. Bu oranlar 1965'e kadar %25'e düşmüştür. 1931 yılında, yani Türk Dil Kurumu kurulmadan bir yıl önce gazetelerde haber dilinde %35 oranında Türkçe kökenli sözcük kullanılmışken 1933'te, yani TDK kurulduktan bir yıl sonra, bu oran %44'e ulaşmış, 1936'da ise %48 olmuştur. Türkçe sözcüklerin oranı 1946'da %57'ye ulaşmıştır. 1950'den başlayarak Türkiye'de de dil, politikaya araç edilir olmuş; bu bağlamda öncelikle 1945'te Türkçeleştirilmiş bulunan Anayasa metni yürürlükten kaldırılarak Teşkilât-ı Esasiye Kanunu metni yürürlüğe konmuştur. Bu dönemden başlayarak sağ eğilimli hükûmetler daha çok Osmanlıca, sol eğilimli olanlar da Türkçe kökenli öğeler kullanır olmuşlardır. Türkçe sözcüklerin oranı 1951'de %51'e düşmüş ve 1956'da da aynı oranda (% 51) kullanılmıştır. 1956 yılında Akşam gazetesinde ortalama %54.3 oranında Türkçe sözcük kullanılırken Hürriyet gazetesinde aynı yılda %43 oranında Türkçe sözcük kullanılmıştır. 1961'de %56'ya, 1965'te %60.5'e yükselmiştir. 1977 yılında Cumhuriyet gazetesinde %75.5, Tercüman gazetesinde %66.5 oranında Türkçe sözcük kullanılmışken 1980 yılında Cumhuriyet gazetesinde %81, Tercüman gazetesinde %72 oranında Türkçe sözcük kullanılmıştır. Sonuçta her iki gazetenin Türkçe sözcük kullanımında %9 oranında bir fark ortaya çıkmaktadır, ancak gazete haber dilinde kullanılan Türkçe sözcüklerin ortalama oranı %70'in üstüne çıkmıştır. Tercüman gazetesindeki 1985-1990 yıllan arasında % 68.5 ile %70.3 arasında Türkçe sözcük kullanılmışken aynı dönemde Cumhuriyet gazetesindeki haberlerde %71.5 ile %74.1 arasında Türkçe sözcük kullanılmıştır. Bir başka deyişle bu dönemde Tercüman'da %69.6, Cumhuriyet'te ise %72 oranında Türkçe sözcük kullanılmıştır. Böylece 1950'lerde başlayan ve gazetelerin haber dillerinde %9-11 arasında değişen bir farka dayanarak sürdürülen "Osmanlıca-(Öz) Türkçe" savaşımı, 1985-1990 döneminde değişik tutumlar arasındaki farkın %2.4'e inmesiyle sona ermiştir. Osmanlı döneminde basılan Kamus-ı Türkî, Lügat-i Naci, Mükemmel Osmanlı Lügati, Resimli Kâmûs-i Osmânî, Mükemmel Kamus-I Osmanî, Türk Lügati ve Cumhuriyet döneminde basılan Yeni Türkçe Lügat, Büyük Osmanlıca-Türkçe Sözlük, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügât, Osmanlıca-Türkçe Sözlük, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, Osmanlıca Türkçe Lügât, Hayat Büyük Türk Sözlüğü, TDK Türkçe Sözlük, Büyük Türkçe Sözlük ve Misalli Büyük Türkçe Sözlük incelenerek yapılan çalışmada sadece ana/kök kelimeler dikkate alınarak sözcük kökenlerinin Osmanlıca sözlüklerde %62'si Arapça, %21'i Farsça, %13'ü Türkçe ve %4'ü batı dillerinden olduğu; Türkçe sözlüklerde ise %38'i Arapça, %36'sı Türkçe, %16'sı Batı dillerinden, %10'u Farsça olduğu tespit edilmiştir. Türk Dil Kurumunun 1998 tarihli 9. baskı Türkçe Sözlüğü'ndeki kelimelerin ana/kök halleri dikkate alınarak yapılan çalışmada ise %35'inin Arapça, %34'ünün batı dilleri, %24'ünün Türkçe, %7'sinin Farsça olduğu sonucuna varılmıştır. Türk Dil Kurumunun 1988 tarihli 8. baskı Türkçe Sözlüğü üzerine yapılan başka bir incelemede sözlükte yer alan kelimelerden 29.942'sinin Türkçe, 13.244'ün ise yabancı kökenli olduğu tespit edilmiştir. Türkçe kökenli kelimelerin genel toplam içindeki oranı %69.3, yabancı kökenli kelimelerin genel toplam içindeki oranı ise %30.6'dır. En çok 6914 sözcük ile Fransızca, daha sonra 3174 Arapça ve 1850 Farsça sözcük vardır. 2005 tarihli 10. baskı Türkçe Sözlük'teki sözlerin kökenlerine ait sayısal döküm Türk Dil Kurumu tarafından 6463 Arapça, 4974 Fransızca, 1374 Farsça, 632 İtalyanca, 538 İngilizce, 399 Yunanca, 147 Latince kelime olarak açıklanmıştır. Bu açıklamadan yola çıkılarak Türkçe Sözlük'teki kelimelerin %85.58'i Türkçe iken; %5.83'ü Arapça, %4.73'ü Fransızca, %1.22'si Farsça, %0.43'ü İngilizce, %0.36'sı Rumca kökenli olduğu varsayılmaktadır. 11. ve 12. baskı Türkçe Sözlükler için Türk Dil Kurumunun kelime kökenlerine ilişkin sayısal dökümü bulunmamaktadır. Her ne kadar Atatürk'ün dil devrimi ile Türkçe, kökeni Arapça ve Farsça olan sözcüklerden arındırılmaya çalışıldıysa da, dil devriminin politik etkenlerle aksamasından ötürü bu iki dilden sözcükler, Fransızca sözcüklerle birlikte Türkçe sözlüğünün önemli bir bölümünü oluşturmayı sürdürmektedir. Ancak Arapça ve Farsçadan gelmiş sözcüklerin bir bölümü o denli Türkçeleşmiştir ki Arap veya Fars dilindeki durumundan oldukça farklıdır ve kimi sözcüklerin anlamı da farklılaşmıştır. Anlam farklılığına sahip Türkçedeki yabancı sözcükler: Yabancı kökenli sözcüklerden bazı örnekler: Öz Türkçe Yasakları. 1983 yılında Türk Dil Kurumunun dernek tüzel kişiliğine son verilmesiyle Öz Türkçecilik çalışmaları durduruldu. 20 Aralık 1984 tarihinde TRT Genel Müdürü Tunca Toskay; dibilimci Hamza Zülfikar ve Ahmet Bican Ercilasun danışmanlığında yönetim kurul kararı ile dil devrimi ve sonrasında türetilmiş "anlatı, bellek, benzeti, betimlemek, deneyim, devrim, doğa, ekin, esin, etkin, gereksinim, görsel, imge, karşın, kuram, kuşku, olanak, örneğin, öykü, özgür, özveri, sanal, sınav, ulus, yanıt, yapay, yapıt, yaşam" gibi 205 sözcüğü yasaklayan gizli bir karar yayımladı ve bunu TRT'nin tüm birim ve müdürlüklerine iletti. Daha sonra bu yasaklı sözcükler listesi Millî Eğitim Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Devlet İstatistik Enstitüsü gibi diğer kurumların kitap, broşür ve kurum içi yazışmalarında da uygulanmaya başlandı. Türkçedeki yabancı kökenli sözcüklerin Türkçe karşılıkları. Türkçede öze dönüş ve öz Türkçeyi koruma çalışmaları neticesinde Türk Dil Kurumu tarafından birçok yabancı kelimenin Türkçe karşılıkları önerilmiştir. Örnekler: Türkçeden diğer dillere geçmiş sözcükler. Diğer dillere geçmiş sözcüklerin hepsi Türki kökenli olmamakla birlikte Osmanlı'nın etkisiyle Osmanlı Türkçesi Balkan, Kafkas ve Orta Doğu coğrafyasında yaşamış Yunan, Ermeni, Slav ve Arnavut halklarının dilleri üzerinde önemli etkiler bırakmıştır. Osmanlı Türkçesi aracılığıyla birçok Arapça ve Farsça sözcük de diğer dillere geçmiştir ve bunlar ilgili dillerde Türkçe olarak bilinir. Türkçenin imparatorluk dili olmasının, çok sayıda komşu ülkeye sözcük vermesine neden olduğunu belirten Dr. Günay Karağaaç, Türkçe Verintiler Sözlüğü adlı çalışmasında diğer dillere geçen 20 binden fazla sözcük olduğunu belirtmiştir. Sırpçada 9000, Ermenicede 4260, Bulgarcada 3500, Farsça, Rumence, Arnavutça ve Yunancada 3000, Rusçada 2500, Arapça ve Macarcada 2000, Ukraynacada 800, İngilizcede 470, Çincede 300, İtalyancada 146, Almancada 166, Urducada 227 ve Çekçede 248 Türk dili kökenli sözcük olduğunu belirtmiştir. Diğer dillerdeki Türkçe kökenli sözcüklerden bazı örnekler: Türkçe sanılan yabancı kökenli sözcükler. Bazı Türkçe kökenli kabul edilen sözcüklerin, Sevan Nişanyan gibi çeşitli kişiler tarafından yabancı kökenli oldukları iddia ediliyor. Özellikle Soğdcadan birtakım alıntı gerçekleştiği sanılıyor ya da tersine Türkçeden Soğdcaya. Bu durumda kimin kimden alıntı yaptığı kesinlik kazanmamıştır, başka bir olasılık ise karşılıklı etkilenme de söz konusu olduğudur. Bu durum, Eski Türkler ve Soğdların iç içe yaşadıklarından kaynaklanabilir. Bunun yanında Toharca, Orta Farsça ve Türkçe karşılıklı etkilenme olduğu öngörülüyor. Çin'de Uygur Türklerinin yaşadığı ve özerkliğe sahip olan Sincan (Doğu Türkistan) bölgesinde İrani olan Partça, Orta Farsça, Soğdca ve Sakaca dillerinden yazı buluntular tespit edilmiştir. Bunun yanı sıra Hint-Avrupa dil ailesinin içinde ayrı gruba ait olan Toharcadan da yazılar bulunmuştur. Türkçe olmadığı sanılan sözcüklerin kökleri hakkında yaklaşımlar: Bu sözcüklerin kökenleri hakkında farklı değerlendirmeler için Hasan Eren'in kökenbilim çalışmalarına da bakılabilir. Unutulmuş sözcükler. Türkçede çok sayıda unutulan ve daha günlük hayatta kullanılmayan ya da yalnızca özel terimlerde kullanılan saf Türkçe sözcükler vardır. Bu sözcükler TDK tarafından sonradan türetilmiş sözcüklerle karıştırılmamalı. Bunlar Orta Çağ'da da kullanılmaktaydı ve bugünkü yabancı uyruklu sözcükler için karşılık olarak alınabilir. TDK bu sözcüklerin çoğunu "eskimiş" olarak tanımlar. Bazı örnekler: 1 Özge (T.) sözcük anlamı 'başka'dır. Burada kullanımı 'yabancı'dır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1518", "len_data": 53671, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.7 }
Kategori teorisi ya da Ulam kuramı, matematiksel yapılar ve bunlar arasındaki ilişkilerle soyut olarak ilgilenen bir matematik kuramıdır. Kategori kuramı, öğelere (nesnelere) yoğunlaşan küme kuramının aksine, nesneler arası ilişkilere (morfizmlere) odaklanır. Tarihi. Bir kategori birbirileriyle ilişkili matematiksel nesneler sınıfının (örneğin grupların) özünü yakalamaya çalışır. Geleneksel olarak yapıldığı gibi tekil nesneler (gruplar) üzerine yoğunlaşmak yerine, bu nesneler arasındaki yapı muhafaza edici gönderimler (yani morfizmler) üzerine yoğunlaşır. Gruplar örneğinde bu gönderimler grup homomorfizmleridir. Bu şekilde farklı kategorileri funktorlar aracılığıyla ilişkilendirmek mümkündür. Funktorlar, bir kategorinin her nesnesini diğer kategorinin bir nesnesiyle ve bir kategorideki morfizmi diğerindeki bir morfizme ilişkilendiren fonksiyonların bir genelleştirmesidir. Sıkça topolojik uzayın temel grubu gibi "doğal yapılar" funktorlar şeklinde ifade edilebilir. Bunun ötesinde, bu tip yapılar "doğal bir bağıntıya" sahiptir ve bir funktoru diğerine ilişkilendirme yolu olan doğal transformasyon konseptine olanak tanır. Kategoriler, funktorlar ve doğal transformasyonlar Samuel Eilenberg ve Saunders MacLane tarafından 1945 yılında ortaya atılmıştır. Başlangıçta bu nosyonlar, topolojide, özellikle cebirsel topolojide, geometrik ve sezgisel bir kavram olan homolojiden aksiyomatik bir yaklaşım olan homoloji teorisine geçişte önemli bir bölümdür. Başkalarının yanı sıra Ulam tarafından (ya da kendisine atfen), benzer düşüncelerin 1930'ların sonunda Polonya okulunda ortaya çıktığı iddia edilmiştir. Eilenberg/MacLane, kendi ifadelerine göre, bu kuramı geliştirirken doğal transformasyonları anlama çabasındaydılar. Bunu yapabilmek için funktorlar tanımlamak, funktorları tanımlamak için ise kategoriler tanımlamak gerekiyordu. Günümüzde bu kuram, matematiğin tüm alanlarında uygulanmaktadır. Kategoriler, nesneler ve morfizmler. Kategoriler. Bir "kategori" "C" aşağıdaki üç matematiksel durumu oluşturur: Morfizmler. morfizmler boyunca ilişkiler ( gibi) değişmeli diyagramlar ile "noktalar" (köşeler) gösterimsel nesneler ve "oklar" gösterimsel biçimler sık sık kullanılarak gösterilmiştir. Morfizmler için aşağıdaki özelliklerin herhangisi olabilir. Bir morfizm bir: Her çekilme bir epimorfizmdir ve her kesit bir monomorfizmdir. Dahası, aşağıdaki üç durumun eşdeğeridir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1519", "len_data": 2391, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.27 }
Tersine matematik, belirli bir teoremi ispatlamak için gerekli olan en az sayıdaki aksiyomların belirlenmesiyle ilgili matematik dalıdır. Çoğunlukla taban (kurucu) aksiyomları zayıf olan matematiksel kuramlarda ortaya atılan birçok teoremin teoremi kanıtlamak için gerekli olan (ve taban aksiyomlara eklenen) ek aksiyoma denk olduğu ortaya çıkmaktadır. Tersine matematik teoremleri, modern matematiğin mantıksal yapısının dayandığı ikinci dereceden aritmetiğin (Z2) alt dallarına göre sınıflandırarak hangi teoremin hangi Z2 alt dalında tanıtlanabileceğini inceler. Konusu nedeniyle tersine matematik matematiğin temelleri ve matematiğin felsefesi dallarıyla yakından ilgilidir. Bu dalın başlıca kurucuları arasında Harvey Friedman ve Stephen G. Simpson sayılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1520", "len_data": 762, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.84 }
Matematik felsefesinde, sezgicilik ya da (eski sezgiciliğinin karşıtı olarak) yeni sezgicilik akımı, matematiğe insanların oluşturucu etkinliği olarak bakan bir yaklaşımdır. Sezgici matematikte her türlü matematiksel nesne bir aklın ürünüdür dolayısıyla nesnenin var olma olanağı da nesnenin oluşturulabilme olanağına denktir. Bu görüş, bir nesnenin varlığının, nesnenin var olmamasının bir çelişki teşkil etmesine dayanarak ıspatlanabileceğini savunan klasik yaklaşıma karşıttır ve sezgicilere göre bu klasik yaklaşım geçersizdir. Nesnenin var olmamasının bir çelişki yaratması nesnenin var olduğuna ilişkin "oluşturmacı" bir kanıtın var olabileceği anlamına gelmez. Bu yaklaşımıyla sezgicilik oluşturmacı matematiğin bir türüdür. Sezgici matematik, matematiksel önermelerin geçerliliğini, önerme için bir ispatın var olmasına bağlar. Sezgici matematikçiye göre matematiksel nesneler salt ussal yapılar ise geçerli olabilmeleri için ıspatlanabilir olmalarından başka herhangi bir ölçüt olamaz. Bunun sonucu olarak sezgici matematikçi bir matematiksel önermeyi klasik bir matematikçinin aldığı anlamda kabul etmez. Örneğin bir sezgici matematikçiye "A" ya da "B" demek ya "A" ya da "B" önermesinin "ıspatlanabileceğini" savunmaktır. Özel olarak Üçüncü olanağın dışlanması kanunu, "A" ya da değil "A", geçersizdir çünkü her zaman için "A" ya da değil "A" önermesini ıspatlamanın mümkün olduğunu varsaymak mümkün değildir. (Ayrıca bkz. Sezgici Mantık.) Sezgicilik "soyut sonsuzluk" kavramını da reddeder. Örneğin tüm doğal sayıların kümesi ya da rasyonel sayıların herhangi bir dizisi gibi sonsuz nesneleri meşru olarak kabul etmez. Bu yaklaşım kümeler kuramı ve kalkülüsün büyük bir bölümünün yeniden oluşturulmasını gerekli kılar ve klasik kuramlardan çok farklı olan kuramlara yol açar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1521", "len_data": 1787, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.2 }
Jean-Jacques Annaud (d. 1 Ekim 1943, Juvisy-sur-Orge, Essonne, Île-de-France), Fransız sinemacı ve film yapımcısı. Biyografisi. Paris Vaugirard School okulunda edebiyat eğitimi aldı. Sinemaya başlamadan önce reklam yönetmenliği yapan ve yüzden fazla reklam filmini yöneten Jean-Jacques Annaud, 1976 yılında Noirs et Blancs en Couleur ("Black and White in Colour" - 1976) filmini çekerek sinemaya geçmiş oldu. Kamerun'da askeri görevini yaparken yaşadığı olaylardan yola çıkarak yazdığı ve yönettiği bu filmi, Fransa seyircisi tarafından fazla ilgi görmedi ancak o yıl En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödülüne aday gösterildi ve ödülü kazandı. Bir sonraki filmi Coup de Tête ("Hothead" - 1979) ile ülkesinde sesini duyuran Annaud, 1981 yılında sinema tarihinin en ilginç yapıtlarından birine imza atarak daha geniş kitlelere ulaşma imkânı buldu. La Guerre du Feu ("Ateşi arayış" - 1981) adlı filminde ateşi bulan ilk insanların, ateşin sönmesi üzerine yeni bir ateş kaynağı bulmak için aralarından birkaç kişiyi uzaklara yollaması anlatılıyor. Bu ağır görevi üstlenen insanları başka kabileler ve doğa ile yaşadıkları mücadele içinde perdeye aktaran Annaud, bu filmi ile Fransız Cesar Ödülleride, En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerini aldı. 1986 yılında Sean Connery ile çalıştığı ve Umberto Eco'nun aynı adlı romanından uyarlanan Der Name der Rose ("Gülün adı" - 1986) filmini çekti. Uyarlama yapımlar arasında önemli bir yere sahip olan bu filmi, 1989 yılında çektiği L'Ours ("Ayı" - 1989) takip etti. La Guerre du Feu ile elde ettiği "Sınıflandırılamayan Filmlerin Yönetmeni" unvanını bu filmi ile perçinleyen Annaud, iki ayı arasındaki sevgi bağını ve insanlara karşı bu bağı korumalarını anlatan filminde belgesel doğallığındaki tarzının zirvesine çıktı. 1920'li yıllarda Fransız Hindiçini'nde geçen, Fransız bir kadın ile Çinli bir erkeğin arasındaki sıra dışı ilişkiyi perdeye taşıyan L'Amant ("The Lover" - 1992) filmini, 1995 yılında çektiği Guillaumet, les ailes du courage ("Wings of Courage") izledi. And dağlarına düşen posta uçağının pilotu medeniyete geri dönüşü sırasında yaşadıklarını anlatan bu filmin ardından Seven Years in Tibet ("Tibet'te Yedi Yıl" - 1997) çekildi. Filmi sebebiyle Çin'de büyük tepki toplayan Annaud'u Çin'e girmesi yasaklandı ancak bu filmi hem sadık izleyicilerinin beğenisini topladı hem de yeni kitlelere ulaşabilmesini sağladı. 2001 yılında Avrupa'da yapılan en büyük bütçeli bağımsız film olan Enemy At The Gates ("Kapıdaki Düşman" - 2001) çekildi. Stalingrad kuşatması sırasında yaşanan gerçek bir olaydan esinlenilerek yazılan hikâye, çok büyük boyutlarda hazırlanan setlerde çekildi ve bilgisayarlı çekim, kurgu ve efekt tekniklerinin kullanımı nedeniyle Annaud'un sinemasında bir yenilik olarak görüldü. 2004 yılında tekrar hayvanlarla çalışan Annaud, bu kez küçükken birbirlerinden ayrılan iki kaplan yavrusunun yıllar sonra birbirleriyle dövüştürülmek için bir araya getirilişini anlatmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1523", "len_data": 2949, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.34 }
Halil Turgut Özal (13 Ekim 1927, Malatya - 17 Nisan 1993, Ankara), Türk mühendis, bürokrat, siyasetçi, devlet adamı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin 8. cumhurbaşkanı. Anavatan Partisi genel başkanı olarak 1983-1989 yılları arasında başbakanlık görevinde de bulunan Özal, 1989 seçimini kazanarak cumhuriyet döneminde doğan ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk'ün ardından, görevi başında vefat eden ikinci cumhurbaşkanıdır. Amerika Birleşik Devletleri'nde, Dünya Bankası'nda ve üniversite öğretim üyeliği gibi kısa süreli görevlerin ardından, Özal 1979'da Madenî Eşya Sanayicileri Sendikası genel sekreteri ve daha sonra lideri oldu. 1977'de büyük ölçekli sendikal olaylar sırasında baş müzakereci olarak hizmet verdi. 1977 genel seçimlerinde İzmir'den Millî Selamet Partisi (MSP) adayı olarak seçime girdi ancak başarılı olamadı. 1979'da, Başbakan Süleyman Demirel'in azınlık hükûmetinde başbakanlık müsteşarı olarak göreve başladı ve 1980 askeri darbesine kadar bu görevde bulundu. Müsteşar olarak, Türkiye'ye neoliberal politikaları kazandıran '24 Ocak kararları' olarak bilinen ekonomik reform sürecinde önemli bir rol oynadı. Darbeden sonra, Bülend Ulusu tarafından kurulan hükûmette ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı görevini üstlenerek ekonomik reformları uygulamaya devam etti. Ekonomi politikası üzerindeki anlaşmazlıklar nedeniyle 1982'de istifa etti. 1983'te askerî hükûmet tarafından siyasi faaliyetlere getirilen yasağın kaldırılmasının ardından, Turgut Özal Anavatan Partisi'ni (ANAP) kurdu. ANAP, 1983 genel seçimlerinde %45,14 oranında oy alarak parlamentoda çoğunluğu kazandı ve Özal, 45. Türkiye Hükûmeti'ni kurarak Türkiye'nin Başbakanı oldu. Döviz kuru ve düzenlemeler konusunda bir dizi ekonomik reformu uygularken, enflasyondaki artış ve Kürtçülerin sivil vatandaşlara yönelik artan saldırıları, ANAP'ın 1984 yerel seçimlerinde oy oranının azalmasına neden oldu. 1987 referandumu, 12 Eylül döneminde yasaklanan siyasetçilere siyasi faaliyetlere devam etme izni vermiştir. Başbakan Turgut Özal erken genel seçim kararı almış ve aynı yıl 29 Kasım'da 1987 Türkiye genel seçimleri yapılmıştır. Partisinin oy oranı 1987 Türkiye genel seçimlerinde %8,83 düşerek %36,31'e gerilemiştir. 46. Türkiye Hükûmeti'ni kurarak tekrar başbakan olmuştur. 1988'deki parti kongresinde suikast girişiminden sağ kurtuldu. Özal, dış politikada NATO müttefikleriyle uyumlu hareket etti. Döneminde Avrupa Birliği'ne ilk kez tam üyelik başvurusu yapıldı ve Bulgar Komünist Partisi rejiminin baskı uyguladığı ve asimilasyon politikası yürüttüğü Bulgaristan Türklerinin Türkiye'ye sığınmalarına ve göç etmelerine izin verildi. Özal, 1989 Türkiye cumhurbaşkanlığı seçiminde cumhurbaşkanı seçilmiştir. Başbakanlıktan ayrılmasına rağmen, siyasi olayların gelişmesinde belirleyici rolünü sürdürmüştür. Saddam Hüseyin'in Türkiye için büyük bir tehlike teşkil ettiğini ve Saddam'ın bölgeyi hakimiyeti altında tutmasına izin verilemeyeceğini belirtmiştir. Döneminde Soğuk Savaş döneminin bitmesiyle Türkiye'nin de dahil olduğu Batılı müttefikler Sovyetler Birliği'nin dağılması ile dünyada üstünlük kurmuştur. Körfez Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George H. W. Bush ile yakın bir bağ kurmuştur. Özal, 17 Nisan 1993 tarihinde 5 ülkeyi kapsayan 12 günlük Orta Asya gezisinden sonra cumhurbaşkanlığı döneminde resmî kayıtlara göre kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmiştir. Topkapı Mezarlığı'nda, Vatan Caddesi üzerinde kendi adına hazırlanan anıt mezara defnedilmiştir. İlk yılları ve erken kariyeri. Babası Malatya'nın Çırmıktılı yani şimdiki adıyla Yeşilyurt ilçesinin Ünlüoğulları ailesinden banka memuru Mehmet Sıddık Özal, annesi ise Tunceli Çemişgezekli, ilkokul öğretmeni, Kürt kökenli Hafize Hanım'dır (d. 1906 - ö. 1988). Çocukluğunun bir döneminde pilot olmak isteyen Özal, Silifke'ye taşındıktan sonra, eşeğin üzerinden düşerek kolundan sakatlandı ve kollarından biri diğerine göre daha kısa kaldı. Bu durum pilot olma isteğinden zorunlu olarak vazgeçmesine neden oldu. 4 yaşındayken ailesi Bilecik'in Söğüt ilçesine taşındı ve ilköğrenim hayatına burada başladı. Babasının görevi nedeniyle sık sık il değiştirdi. Ortaokulu Mardin'de bitirdi. Mardin'de lise olmaması nedeniyle, Konya Lisesi'nde eğitimine devam etti. Bu dönem içerisinde kardeşi Korkut Özal da eşlik etti. Son olarak Kayseri Lisesi'nde lise eğitimini bitirdi. İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Fakültesi'nde Elektrik Mühendisliği bölümünü okudu ve 1950 yılında mezun oldu. Mühendislik yapmaya başladı ve kısa bir süre sonra ailesinin isteğiyle evlendiği Ayhan İnal ile 1952 yılında kısa süreli bir birliktelik yaşadı. Bu evlilikten sonra çalıştığı kurum Elektrik İşleri Etüt İdaresi Genel Müdürlüğünde sekreter olarak görev yapan Semra Yeğinmen ile evlendi. Evlendikten sonra Amerika'da Teksas Teknoloji Üniversitesine ihtisas yapmaya giderek burada ekonomi branşında eğitim aldı. Yine bu evlilikten sonra Ahmet (d. 1955), Zeynep (d. 1956) ve Efe (d. 1967) adında üç çocuk sahibi oldu. Bürokratlık dönemi. Geri döndüğünde EİEİ Genel Müdür Yardımcısı (ya da Genel Direktör Teknik Müşaviri; kayıtlar arasında ikilem mevcut) oldu ve Türkiye'de elektrifikasyon üzerine projelerde çalıştı. 1958 yılında Planlama Komisyonu'nda sekretarya görevini yaptıktan sonra 1959 yılında Ankara Ordonat Okulunda yedek subay oldu. Dönemin Devlet Su İşleri Genel Müdürü Süleyman Demirel de, 27 Mayıs Darbesi'nden hemen sonra askere alındı. Askerliği sonrasında Devlet Planlama Teşkilatı'nın kuruluşunda çalıştı. 1965 seçimlerinden sonra Süleyman Demirel'in danışmanı olarak görev yaptı. 1967 yılında DPT Müsteşarı oldu. 1971 yılından 1973 yılında kadar Dünya Bankası Sanayi Dairesinde danışman olarak çalıştı. Yurda döndükten sonra başta Sabancı Holding olmak üzere birçok sektördeki, birçok şirket için yönetici olarak çalıştı. Sabancı Holding'deki görevinin genel koordinatörlük olduğu belirtilmektedir. Erken siyasi kariyeri. 1977 genel seçimlerinde Millî Selamet Partisi'nden İzmir milletvekili adayı oldu; ancak seçilemedi. 43. Hükûmet döneminde Başbakanlık Müsteşarlığı ile DPT Müsteşar Vekilliği görevlerine getirildi. 24 Ocak Kararları'nı hazırladı. 24 Ocak kararları 1980'li ve 1990'lı yıllara egemen olacak bir politikacıyı tanıtıyordu. Bu politikacı Turgut Özal'dır. 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi'nden sonra, bu politikaları devam ettirmek amacıyla Bülend Ulusu Hükûmeti'nde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı görevine getirildi. Bu göreve getirildikten 22 ay sonra, 14 Temmuz 1982 yılında istifa etti. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hem DPT Müsteşarlığı hem de başbakanlık müsteşarlığı yapmış tek Başbakanı ve Cumhurbaşkanıdır. Başbakanlığı (1983-1989). 20 Mayıs 1983 tarihinde Anavatan Partisini kurdu. 1983 Türkiye genel seçimlerinde tarihindeki seçimlerde 400 kişiden oluşan parlamentoda 211 milletvekili çıkararak tek başına iktidar ve 45. Hükûmet'in Başbakanı oldu. 1984 yerel seçimlerinden de başarıyla çıktı. 13 Nisan 1985 tarihinde yapılan ilk kongrede tekrar genel başkanlığa seçildi. 1987 yılında yapılan genel seçimlerde de 292 milletvekili çıkartarak tekrar çoğunluğu sağladı ve 46. Hükûmet'in Başbakanı oldu. İktidarda bulunduğu 1983-1991 döneminde Türkiye ekonomisi ortalama yıllık yüzde 5,2 oranında büyüdü. Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu'nu değiştirerek Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı'nı kurdu. Suikast girişimi. 18 Haziran 1988 Cumartesi günü Ankara Atatürk Spor Salonu'nda Anavatan Partisi'nin 2. Olağan Kongresi'nin düzenlendiği sırada Kartal Demirağ isimli saldırgan tarafından düzenlenen suikasttan yaralı olarak kurtuldu. Foto muhabirleri ve televizyon kameraları için hazırlanmış olan platformun önünden ve Özal'a 12 metre öteden saat 12.15'te iki el ateş eden Demirağ, Turgut Özal'ı sağ elinden yaraladı. Saldırı sonrası etrafa rastgele ateş açan korumalar ise 18 kişinin yaralanmasına sebep oldu. Yaralananlar arasında bakan İmren Aykut da vardır. Önce ölüm cezasına çarptırılan, ardından cezası 20 yıla indirilen Kartal Demirağ'ı cumhurbaşkanlığı döneminde affetti. Ekonomi. Ekonomide serbest piyasa düzenini esas alan yapısal değişim programı Turgut Özal hükûmeti döneminde uygulamaya kondu. 1983-1987 yılları arasındaki Başbakanlığı dönemini de içine alan, Türkiye'de kişi başına düşen millî gelir 1980 yılında 1.539 dolar iken 1987 yılında 1.636 dolara yükseldi. Türkiye'yi ithal ikamesi modelinden ihracat önderliğinde büyüme modeline dönüştürmeyi başarmış ve Türk ekonomisi rekabete açılmıştır. Döneminde pek çok Anadolu il ve ilçesinde organize sanayi bölgesi kurulmuş, Anadolu üretim yapıp doğrudan ihracata yönelmiştir. İnsan hakları. Türkiye'de yaşayan Kürt toplumunun hakları için çözüm sürecinin ilk aşaması katedildi. Celal Talabani ve Kuzey Irak lideri Mesud Barzani'ye uluslararası alanda rahat seyahat edebilmesi amacıyla kırmızı Türk pasaportu verdi. Ancak Talabani bu pasaportu 2003 yılında Türkiye'ye iade etti. Cumhurbaşkanlığı (1989-1993). 1989 cumhurbaşkanlığı seçimi. 1989'daki Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday oldu. Sosyaldemokrat Halkçı Parti ve Doğru Yol Partisi meclise girmeyerek seçimi boykot etti. İlk turda Turgut Özal 247, ANAP Burdur Milletvekili Fethi Çelikbaş 18 oy aldı. 17 oy boş çıkarken 3 oy geçersiz sayıldı. İkinci turunda 284 milletvekilinin katıldığı oylamada adaylardan Başbakan Turgut Özal 256 oy alırken, Çelikbaş 17 oy aldı. 2 oy geçersiz sayılırken 9 oy boş çıktı. 31 Ekim 1989 tarihinde yine muhalefetin katılmadığı 3. tur oylamasında Turgut Özal 263 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti'nin 8. Cumhurbaşkanı oldu. 9 Kasım 1989 tarihinde resmi olarak görevine başladı. Bu seçimden akılda kalan ise "alışamadık" diyenlere, "alışırsınız, alışırsınız" demesidir. Körfez Savaşı. Cumhurbaşkanlığı döneminin en önemli olayı I. Körfez Savaşı'dır. Bu olayda çok aktif rol aldı. Petrol kaynaklarının kontrolünü elinde tutan Saddam Hüseyin'in Türkiye için büyük bir tehlike teşkil ettiğini ve Saddam'ın bölgeyi hakimiyeti altında tutmasına izin verilemeyeceğini savundu. Saddam'ın uzaklaştırılması için mümkün olan her şeyin yapılması konusunda fikren ve siyasi açıdan son derece istekliydi. Bu nedenle ABD'ye bu konuda açık destek verdi. Harekâta Türk Ordusu'nun da katılıp, Mîsâk-ı Millî sınırları içinde olan Musul ve Kerkük'e girilmesini isteyince, zamanın Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay görev süresi sona ermeden 3 Aralık 1990 tarihinde kendi isteği ile Genelkurmay Başkanlığı görevinden emekliye ayrıldı; görevden ayrılmasına sebep olarak da I. Körfez Savaşı'nda hükûmetin tutumuna tepki olduğu öne sürüldü. Dönemin Irak Başbakanı Taha Yasin Ramazan Türkiye ziyareti sırasında dönemin Cumhurbaşkanı Özal'ı makamında ziyareti sırasında Saddam Hüseyin hükûmetine karşı Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık uçaklarına İncirlik Hava Üssü'nü açarsanız "sizi düşman biliriz" sözlerine karşı Turgut Özal "O Saddam'a selam söyle. Eğer Türkiye topraklarına bir top mermisi düşerse, seni de Saddam'ı da Bağdat'ın ortasında asarım." demiştir. Sivilleşme. Özal, her zaman sivil yönetimi savunmuş olup genellikle de resmi kıyafetler yerine sivil kıyafetler giymekten hoşlanmıştır. Kamu kurum ve kuruluşlarını resmi kıyafetiyle ziyaret eden diğer cumhurbaşkanlarından farklı olarak çoğu defa kravatsız, keten pantolon, keten ayakkabı ve tişörtle resmi programlara katıldı. Üst rütbeli askerlerin devir teslim törenine katılmazken, küçük bir ilçede kaymakamın göreve başlama törenine katıldı. Askerî birlikleri şortla denetlemesi medya tarafından şiddetle eleştirildi. Özal diğer cumhurbaşkanları gibi konuklarını köşkte ağırlamak yerine, Marmaris Okluk koyundaki resmi yazlıkta ağırladı. Ölümünde sivil cumhurbaşkanı, demokrat cumhurbaşkanı, dindar cumhurbaşkanı pankartlarıyla da bu tutumu desteklendi. Ölümü. Turgut Özal, 17 Nisan 1993 tarihinde 5 ülkeyi kapsayan 12 günlük Türkistan gezisinden sonra öldü. Cenazesine Türkiye'nin dört bir yanından yüzbinlerce kişi akın etti. Tören televizyonlardan canlı yayınlanırken, Türkiye'nin yanı sıra Mısır ve Pakistan'da üç günlük ulusal yas ilan edildi. Dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, Turgut Özal ile de yakın dost olan George H. W. Bush beklentilerin aksine cenaze törenine katılmadı. "Öldükten sonra beni İstanbul'a defnedin, kıyamete kadar Fatih Sultan Mehmed'in manevi ruhaniyeti altında bulunmak istiyorum." şeklindeki vasiyetine uyularak kendisi tarafından yaptırılan eski Başbakan Adnan Menderes Anıt Mezarı'nın bulunduğu Topkapı Mezarlığı'nda, Vatan Caddesi üzerinde kendi adına hazırlanan anıt mezara defnedildi. Bir suikasta kurban gitmiş olabileceği de yıllardır tartışılmaktadır. Turgut Özal'ın limonatasına katılan arsenikle zehirlendiği iddiasını ortaya atan eşi Semra Özal, delil olarak da saç örneğini ABD'de tahlil ettirdiğini belirtmektedir. 2 Ekim 2012 tarihinde mezarı 19 yıl aradan sonra açılmış; Adli Tıp Kurumu, Özal'ın ölümünün bir suikast olup olmadığının belirlenmesi için yapılan otopsi sonucunda zehir bulunduğunu ancak zehirden mi yoksa başka sebepten mi öldüğünü tespit edemediklerini açıklamıştır. Özel hayatı. Korkut Özal ve Yusuf Bozkurt Özal'ın ağabeyi olan Turgut Özal elektrik mühendisi olarak çalıştığı 1952 yılında Ayhan İnal ile evlenmiş ancak aynı yıl ikili boşanmıştır. Elektrik İşleri Etüd İdaresi'nde çalışırken daire çalışanlarından Semra Özal ile tanışmış, 31 Mayıs 1954 tarihinde evlenmiştir. Bu evliliğinden Zeynep, Efe ve Ahmet Özal doğmuştur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1525", "len_data": 13329, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.46 }
Türk bayrağı, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal ve resmî bayrağıdır. Al renkli zemin üzerinde beyaz hilâl ve yıldız ile oluşmuş bayrak ilk olarak 1844 yılında Abdülmecid dönemindeki Tanzimat sürecinde kabul edilmiş, Cumhuriyet döneminde 29 Mayıs 1936'da ile Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal bayrağı olarak kanunlaşmıştır. 22 Eylül 1983'te ile bayrak ölçütleri belirlenmiş ve bayrak son hâlini almıştır. Efsaneye göre bayraktaki al, kan kırmızısıdır ve şehitlerin dökülen kanlarını temsil eder. Gece yarısı bu kanların üzerine yansıyan hilâl biçimindeki ay ve bir yıldızla beraber Türk bayrağının görüntüsü oluşur. Bu efsanenin 1389 yılında meydana gelen I. Kosova Muharebesi'nde gerçekleştiği söylenmektedir. Ayrıca İstiklâl Marşı'nın birinci, ikinci ve onuncu kıtalarında Türk bayrağından bahsedilir. Tarihçe. Osmanlı İmparatorluğu'ndan önceki Anadolu Türk devletlerinde kullanılan bayrak renk ve sembolleri hakkında yeterli bir bilgi yoktur. Türk bayrağı ilk olarak Anadolu Selçuklu hükümdarı II. Mesud tarafından Osman Bey'e gönderilen beyaz renkli sancak olarak görülür. 15. yüzyıldan sonra al bayrak I. Selim dönemindeki Çaldıran Muharebesi'nde ise yeşil bayrak kullanılmaya başlanmıştır. Türk bayrağına en yakın şekle ise III. Selim döneminde rastlanır. Bu bayrakta hilal ile birlikte sekiz köşeli yıldız kullanılmıştır. Sekiz köşeli yıldız şekil bilimine göre zafer anlamı taşımaktadır. 1844 yılında Abdülmecid dönemindeki Tanzimat sürecinde bayraktaki yıldız beş köşeli şeklini almıştır. Beş köşeli yıldız insanı sembolize etmektedir. Saltanatın kaldırılması üzerine 29 Mayıs 1936 tarihinde bayrağın şekli kesin bir şekilde tayin edilmiştir. 28 Temmuz 1937 tarihli, 27175 sayılı "Türk Bayrağı Nizamnamesi Kararnamesi" ile de Türk bayrağının kullanılışı düzenlenmiştir. Yapısı. Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulunun, 25 Ocak 1985 tarih ve 85/9034 numaralı "Türk Bayrağı Tüzüğü" kararının 4. maddesinde, bayrağın boyutları belirlenmiştir. Renk kodları. Dijital ortamlarda ise resmî kurumlar fiilen daha açık bir kırmızı tonu kullanmaktadır. Bu renk RGB renk modelinde %89 kırmızı, %3.9 yeşil ve %9 mavi (onaltılık renk kodu #E30A17) ile oluşur. CMYK renk modelinde ise %0 siyan, %95.6 magenta, %89.9 sarı ve %11 siyah olarak oluşur. Bu renk, 356.4 derece hue açısı, %91.6 doygunluk ve %46.5 açıklık değerlerine sahiptir. Türk bayrağındaki kırmızı renk (Al olarak da tanımlanır.) canlı tonlarda bir kırmızıdır ve bu renk, #FF142E ile #C70000 renklerinin karıştırılmasıyla elde edilebilir. En yakın web rengi #d11919 koduyla yer alır. Kanun. Kanuna göre, Türk Bayrağı, yırtık, sökük, yamalı, delik, kirli, soluk, buruşuk veya layık olduğu manevi değeri zedeleyecek herhangi bir şekilde kullanılamaz. Resmî yemin törenleri dışında her ne maksatla olursa olsun, masalara, kürsülere örtü olarak serilemez. Oturulan veya ayakla basılan yerlere konulamaz. Bu yerlere ve benzeri eşyaya Bayrağın şekli yapılamaz. Elbise veya üniforma şeklinde giyilemez. Hiçbir siyasi parti, teşekkül, dernek, vakıf ve tüzükte belirlenecek kamu kurum ve kuruluşları dışında kalan kurum ve kuruluşun amblem, flama, sembol ve benzerlerinin ön veya arka yüzünde esas veya fon teşkil edecek şekilde kullanılamaz. Türk Bayrağına sözle, yazı veya hareketle veya herhangi bir şekilde hakaret edilemez, saygısızlıkta bulunulamaz. Bayrak yırtılamaz, yakılamaz, yere atılamaz, gerekli özen gösterilmeden kullanılamaz. Kanuna muhalefet edenler, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Kullanımı. Kamu kurumları. Türk bayrağı, tüm kamu kurum ve kuruluşlarında sürekli göklerde ve makamların masalarında yer almaktadır. Üniformalar. Askerî üniformalarda bayrak, ya sağ omuz üzerinde ya da üniformanın ön tarafında bir yamada görüntülenir. Kasklar da ön veya yan taraflarında arma taşıyabilir. Uçuş kıyafetleri, deniz kuvvetleri üniformaları, Jandarma üniformaları ve diğerleri, bayrağı omuz yamalarında veya kasklarda taşırlar. Üniformaların yanı sıra birçok amblem ve yama, bayrağı belirgin bir şekilde veya küçük değişikliklerle sergiler. Sosyal hayatta kullanımı. Bayrak, millî bayramlar ve anma günleri gibi etkinliklerde ev, işletme ve gökdelen gibi yapılara asılır. Ayrıca televizyon kanalları ekranın sağ veya sol üst köşesine Türk bayrağı ve Mustafa Kemal Atatürk portresi koyarlar. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün hayatını kaybettiği 10 Kasım günü ulusal yas sebebiyle ülke genelinde bayraklar yarıya çekilir. Yas ilan edilmesi sebebiyle bayrakların yarıya çekileceği diğer günler Cumhurbaşkanlığı tarafından belirlenir. Ayrıca Türk bayrağının millî ve manevi değerini korumak için çeşitli yasalar uygulamaya koyulmuştur. Cenazeler. Bayrak devlet törenlerinde ve askerî cenazelerde önemli bir yer tutar. Bir cenaze bayrağı her zaman hayatını kaybeden kişinin tabutunun üzerine serilir ve askeri polis veya ölünün yakınları tarafından taşınır. Askerler ve Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı da zaman zaman tabutu taşırlar. Birçok katılımcı da bayrağı, hayatını kaybeden kişinin resmiyle birlikte, yaka düğmelerinde taşır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde kullanımı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Anayasası Bayrak Yasası'nın 5. maddesine göre "Türk Bayrağı, Kıbrıs Türk Halkı'nın milli bayrağı olarak kullanılır." Aynı maddenin hükmüne göre, Türk bayrağı, Güvenlik Kuvvetleri'nin binalarından, Hükûmet binalarından, kamu kurum ve kuruluşlarının tesislerinden Kuzey Kıbrıs bayrağıyla birlikte göndere çekilebilir. Aynı yasanın 10. maddesi, Türk bayrağına hakaretleri yasaklarken, 11. madde bu hakaretlerin kasıtlı olarak gerçekleştirilmesi durumunda cezalandırılmasını öngörmektedir. Benzer ve ilişkili bayraklar. Benzer ay-yıldız içeren bayrak ve forslar;
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1529", "len_data": 5666, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.4 }
Matematiğin temelleri olarak bilinen matematik dalı matematiğin tümü için geçerli olan en temel kavramları ve mantıksal yapıları inceler. Sayı, küme, fonksiyon, matematiksel tanıt, matematiksel tanım, matematiksel aksiyom, algoritma gibi kavramlar Matematiksel mantık, Aksiyomatik Küme Teorisi, Tanıtlama Teorisi, Model Teorisi, Hesaplama teorisi, Kategori Teorisi gibi yine matematiğim temelleri olarak anılan alanlarda incelenir. Bununla birlikte matematiğin temellerinin araştırılması matematik felsefesinin ana konularından biridir. Bu daldaki can alıcı soru matematiksel önermelerin hangi nihai esaslara göre "doğru" ya da "gerçek" kabul edilebileceğidir. Geçerli baskın matematiksel paradigma aksiyomatik küme kuramı ve formel mantık üzerine kurulmuştur. Günümüzde neredeyse bütün matematik teoremleri küme kuramının teoremleri şeklinde ifade edilebilmektedir. Bu bakış açısına göre matematiksel bir önermenin doğruluğu (gerçekliği) önermenin formel mantık yoluyla küme kuramının aksiyomlarından türetilebildiği iddiasından başka bir şey değildir. Bununla birlikte bu formel yaklaşım bazı konuları aydınlatmakta yeterisz kalır: Neden kullandığımız aksiyomlar yerine başka aksiyomlar kullanmayalım? Neden kullandığımız mantık kuralları yerine başka mantık kuralları kullanmayalım? Neden "doğru" matematiksel önermeler (örneğin aritmetik yasaları) fiziksel dünyada doğruymuş gibi görünür? Bu sorunsal Eugene Wigner tarafından (1960) "The unreasonable effectiveness of mathematics in the physical sciences" (Matematiğin doğa bilimlerindeki anlaşılmaz etkililiği) adlı çalışmasında ayrıntılı olarak işlenmiştir. Yukarıda belirtilen formel gerçeklik nosyonunun hiçbir manası da olmayabilir. Başka bir deyişle "tüm" önermelerin, hatta paradoksların, küme kuramı aksiyomlarından türetilmesi olanaklı olabilir. Bunun ötesinde Gödel'in ikinci teoreminin sonucu olarak bunun böyle olmadığından hiçbir zaman emin olamayız. Matematiksel gerçekçilikte (Platonizm olarak da bilinir), insanlardan bağımsız olan bir matematiksel nesneler dünyasının var olduğu öne sürülür. Matematiksel nesnelere ilişkin doğrular insanlar tarafından "keşfedilir". Bu görüşe göre doğanın yasaları ve matematiğin yasaları benzer bir statüdedir ve matematik yasaların doğadaki "etkililiğinin" "mantıksız" olduğu savı geçerliliğini yitirir. Aksiyomlarımız değil, matematiksel nesnelerin elle tutulabilir gerçek dünyası matematiğin temellerini oluşturur. Bu noktada doğal olarak beliren soru, (Bu matematiksel dünyaya nasıl erişlebilir?) sorusudur. Matematik felsefesinde bazı modern kuramlar, özgün anlamıyla, "temellerin" var olduğunu reddeder. Bazıları matematiksel uygulama üzerinde yoğunlaşır ve matematikçilerin bir sosyal grup olarak somut çalışmalarını betimlemeyi ve çözümlemeyi amaçlar. Yine başkaları, matematiğin 'gerçek dünyaya' uygulandığında güvenilirliği konusunda insanın bilişseliğine yoğunlaşarak matematiği bilişsel bilim olarak oluşturmaya çalışır. Bu kuramlarda "temeller" yalnızca insan düşüncesinde bulunur ve 'nesnel' dış yapıda yoktur. Bu konu hâlâ çözüme kavuşturulamamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1533", "len_data": 3071, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 4.18 }
Kümeler teorisi ile şunlar kastedilmiş olabilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1536", "len_data": 48, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 2.67 }
Başkent veya başşehir, bir devletin yönetim merkezi olan şehir. Bir ülkedeki hükûmet merkezidir. Bazı monarşilerde, başkent hükümdarın sürekli ikamet ettiği şehri temsil eder. Demokrasilerde genellikle meclis ve diğer hükûmet organları başkentte bulunur. Diplomatik ilişki içerisinde bulunulan ülkelerin büyükelçilikleri de genellikle başkentte yer alır. Bir ülke, bazı nedenlerden dolayı birden fazla başkent tayin edebilir. Örnek olarak, Güney Afrika Cumhuriyeti'nin idari başkenti Pretoria, yasama başkenti Cape Town, yargı başkenti Bloemfontein'dir. Tarihçe. Başkentlerin ortaya çıkabilmesi için kentlerin ortaya çıkması yeterli değildi. Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki Mezopotamya'da ilk kentler MÖ 6000 yıllarına kadar geri gitse de başkentin ortaya çıkması ancak bir devlet örgütlenmesi gerekiyordu. MÖ 2350 dolaylarında Agade kralı Büyük Sargon'un Sümer kent devletlerini zor kullanarak ele geçirip bölgesel bir devlet kurması ile ilk başkent ortaya çıktı. Sargon ve sonraki Akad kralları fethettikleri yerlerden elde ettikleri büyük ganimetleri başkentte topladılar, burayı tapınaklar ve benzeri kamusal binalarla süslediler. Mezopotamya'da daha önce var olan kent devletleri ile karşılaştırıldığında başkent hem kralın oturduğu yer hem de zenginliklerin yığıldığı yer olarak diğer kentlerden ayrışır. MÖ 1750 dolaylarında Babil kralı Hammurabi Sümer ve Akad kentlerini tek bir yönetim altında birleştirerek bölgesel devletten imparatorluğa geçişi sağladı. Bu sefer tüm kaynaklar başkent Babil'de toplandı. Antik dönem imparatorluklarında başkent değiştirmeler de sık olarak görülüyordu. Örneğin Antik dönem Mısır'da bir düzineden fazla başkent değiştirme oldu. İlke olarak her firavun kendi başkentini seçip anıt mezarını oraya yakın bir yere yaptırıyordu. Dolayısıyla ardından gelen firavun yeni bir yeri başkent olarak seçebilirdi. Aşağı ve Yukarı Mısır'ı birleştiren Menes MÖ 3100'de Memfis'i başkent yapmıştı. Ancak MÖ 2000'lerde Teb kenti gerçek anlamda bir başkent niteliğini kazandı. Başkent değiştirme Mezopotamya'da da sık görülen bir olaydı. Sümer'ler döneminden beri kralların kendi adlarına bir kent kurmaları çok onurlu bir iş sayılmaktaydı. Örneğin Asur kralı I.Tukulti Ninurta başkent Asur'dan 3 kilometre uzakta kendi adını taşıyan yeni bir başkent yaptırmaya girişti. Kralı temel amacı bu kentin Susa kralı Untaş Napirişa'nın eski başkent Susa'dan 60 km. ileride kendi adına kurduğu başkentten daha görkemli olması idi. Görüldüğü gibi bu kentlerin kurulmalarının nedeni ekonomik veya stratejik değildi. Nitekim kralın ölümünden bir süre sonra ihtişamlı görünümü olan kent terkedildi. Tarihsel olarak Mezopotamya, Mısır ve Anadolu'da kurulmuş olan büyük kentler ve başkentler hükümdarın oturduğu karargahlar görünümündeydi. Burada yaşayan yönetici seçkinler ve çevreleri için zanaatkarlar, köleler ve kentin savunmasını yapan askerler bu merkezlere toplanmıştı. Elde edilen zenginlikler de bu kentteki saraylara, anıt mezarlara ya da büyük kamu binalarına yatırılmaktaydı. Gerçekleştirilen bayındırlık işlerinden dolayı başkent çok görkemli görülse de, bu kentin dışında başka büyük kentin bulunmaması, toplumsal yaşamın kentsel bir dizgeye dayanmadığını gösteriyordu. Avrupa tarihinde başkentler. Avrupa tarihinde ilk devletler Yunan kent devletleri idi ve dolayısıyla başkent henüz oluşmamıştı. Yunan kent devletlerinin ardından İskender'in kurduğu imparatorluğun bir başkenti oldu. İskender Mısır'ı ele geçirdikten sonra MÖ 332'de başkent Memfis'in doğusundaki küçük bir balıkçı köyüne bir kent kurdurttu ve burayı başkent ilan etti. Doğu toplumlarındakine benzer şekilde başkent kurmanın burada da devam ettiğini görüyoruz. İskender'in adını taşıyacak pek çok kentten biri olan İskenderiye antik dünyanın en büyük iki kütüphanesinden birine sahip idi. Roma devleti ise önce bölgesel bir devlet, sonra imparatorluk haline geldi ve döneminin benzeri olmayan bir merkezine dönüştü. MÖ 390'da Roma'nın Galya'lılar tarafından yağmalanmasından sonra kısa bir süre kentten ayrı kalan Romalılar, tehlike geçip Galyalılar gittikten sonra yeniden başkenti imara giriştiler. Bu dönemde başkentin Roma'dan Veii'ye taşınması önerisi kabul edilmedi. Bu öneriye karşı çıkanlar kutsal yerlerinin çoğunun kentin içinde olduğunu gerekçe gösteriyorlardı. Batı Roma imparatorluğunun çöktüğü 5. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar olan sürede Avrupa tarihinde kentler de neredeyse tarihten silindi. İtalya ve Güney Fransa'da bazı kentler ayakta kalsalar da kente dayalı ekonomik düzen çöktü. Bir zamanlar bir milyon insanı barındıran Roma'nın nüfusu Karolenjler döneminde 20 bin kişiye kadar düştü, Viyana gibi bazı kentler tamamen tarih kayıtlarından silindi. Charlemagne'nın ne bir başkenti ne de bir oturma yeri vardı. 11. yüzyıldan itibaren kentler oluşmaya başlasa da ulus devletlerin ortaya çıkışına kadar yarı özerk derebeylikler ya da erk alanları şeklindeki kent devletleri varlıklarını sürdürdü. Kent devletleri farklı özellikler gösterse de ortak özelliği iktidarın bir kişide değil senato, konsey, meclis vb. bir kolektif siyasal kurumda toplanmış olması idi. Güçlü bir kişinin iktidarı tek başına ele geçirdiği de görülürdü ama kısa süreli olurdu. Bu kent devletçikleri fethe dayalı askeri bir siyaset izler, bazen diğer kentleri kendi iktidarları altına alırlardır. Bu şekilde Kuzey ve Orta İtalya'da, İsviçre'de, Flanders'de ve Kuzey Almanya'daki Hansa kentlerinden bahsedilebilir. Bu kent örgütlenmelerin hiçbirinde gerçek anlamda bir başkentten söz edilemez. 15. ve 16. yüzyıllarda Batı ve Kuzey Avrupa'da feodalizmin çöküşüyle birlikte kent devletleri güçlerini kaybetti, merkantilizm düşüncesi ve monarşiler güçlerini artırmaya başladı.1648'de yapılan Westfalya barışı ulus devletlerin ortaya çıkmasına doğru önemli bir adım oldu. Ancek merkezi monarşiler ile kent devletleri arasındaki ekonomik ve siyasi erk savaşı birdenbire son bulmadı, 19. yüzyıla kadar devam etti. Hansa kentlerinin birçoğu Polonya ve Danimarka krallarının egemenliği altına girdi, Flanders'deki kentler Burgund dükünün dolayısıyla Habsburg'ların kontrolüne girdi. Krallar kimi kent devletlerine ayrıcalıklar vermek zorunda kaldılar. Lizbon, Sevilla, Frankfurt, Hamburg gibi kentler merkantilist krallık yönetimleri altında zenginleştiler. 17. yüzyılın sonlarında nüfusu hızla artan en önemli başkent Londra oldu. Ticari kapitalizmden endüstri kapitalizmine geçiş Manchester, Liverpool gibi endüstri kentlerinin nüfus ve üretim güçleriyle Londra seviyesine ulaşmasını sağladı. Zenginliğin toplandığı haraççı ekonomilerdekinden farklı şekilde sermaye ve emek piyasalarının sistemli bir biçimde ilişki içinde olduğu günümüz başkentlerin ortaya çıkmasının ilk örneği Londra olmuştur. Ulus devletlerde başkent. Endüstri devrimi tek tek kentlere ya da kentsel birliğe dayalı kent devletleri düzenini çökertti. Avrupa'daki son kent devletleri de ya ulus devlet haline geldiler ya da ulus devletlerin egemenliğine girdiler. Ulus devletlerin yönetim merkezi olarak başkentlerin planlanması, mimarisi, klasik mimari ve planlamanın ötesinde simgesel bir işlev ve değer taşımaya başladı. Buralar ulusal kimliğin simgelendiği ve diğer kentlere örnek gösterildiği mekanlar haline geldi. Kısaca çağdaş başkentin ortaya çıkması büyük ölçüde ulusal devletlerin gelişmesine denk düşer. Bu simgesel içeriklerinin yanı sıra mal üretimi ve hizmet sunumunun da merkezidir. Amos Rapoport başkentlerin özelliklerini şöyle sıralar Siyasal toplum ve mekan ilişkisi başkentlerde daha çok önem kazanır. Başkentler iktidarın kendisini meşrulaştırdığı ve sağlamlaştırdığı kentler olmuştur. Avrupa'nın önde gelen başkentlerinde 1850-1880 yılları bu anlamda kökten dönüşümlerin olduğu yıllar oldu. Bu dönemde başkentler yeni değerlere ve ekonomik ilişkilere uygun olarak yeniden imar edildiler. Başkent türleri. Lawrence J. Vale çağdaş başkentleri yaşadıkları evrime göre üç tipe ayırarak incelemiştir. "Evrimlerini kendi içsel dinamikleriyle gerçekleştiren başkentler:" Bu başkentler uzun bir geçmişe sahiptir ve başkentlik niteliklerini kesintisiz sürdürmüşlerdir. Londra, Paris, Viyana gibi başkentler bu gruba girer. Roma İmparatorluğu döneminde Viyana ve Londra küçük bir garnizon, Paris de mütevazı bir kentti. Bato Roma'nın yıkılmasından sonra hepsi kent niteliğini yitirdi. Roma ve Paris sadece piskoposluk kenti olarak varlıklarını sürdürdüler. 10. ve 11. yüzyılda kentler yeniden canlanmaya başladı. Viyana 1200 yıllarında Roma'nun dört katı büyüklüğünde bir kent oldu. 13. yüzyıldan sonra ise Habsburg'ların merkezi oldu. "Evrimlerini kendi içsel dinamikleriyle gerçekleştirmiş ancak başkentlik niteliği kesintili olan başkentler:" Bunlar tarihin bir döneminde başkent olmuş ancak bu niteliğini bir dönem kaybedip sonra yeniden kazanmıştır. Roma, Moskova, Atina gibi başkentler bu gruba girer. "Daha önce başkentlik niteliğine sahip olmayan ancak siyasal bir kararla yeni yönetim merkezi yapılan başkentler": Bu tip başkentlere daha çok kıta Avrupa'sı dışındaki bölgelerde rastlanır. Wolman başkentleri sahip oldukları işlevler ve niteliklere göre sınıflandırmıştır. "Çok işlevli başkentler:" Ekonomik, politik, sosyal ve kültürel alanda her yönüyle işlevsel olan Londra, Paris, Tokyo, Moskova, Berlin örnek verilebilir. "Uluslararası başkentler:" Diğer işlevlerinin yanı sıra uluslararası alandaki etkin rolleriyle önce çıkan Londra, Tokyo gibi başkentler "Politik başkentler:" Diğer fonksiyonları daha zayıf olup politik yönleriyle öne çıkan başkentler: Örneğin Ankara, Canberra, Washington D.C. "Federal sistemdeki başkentler": Washinton D.C., Brasilia, Canberra, Berlin "Üniter devletlerdeki başkentler": Ankara, Atina
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1538", "len_data": 9599, "topic": "HISTORY", "quality_score": 4 }
Mahmut Celalettin Bayar (16 Mayıs 1883; Umurbey, Gemlik, Bursa - 22 Ağustos 1986, İstanbul), Türk ekonomist, siyasetçi ve eski cumhurbaşkanı. Çağdaş Türkiye'nin siyasi yaşamının çeşitli dönemlerinde önemli roller oynamış olan Bayar, Meclis-i Mebusan üyesi, cumhuriyet döneminde iktisat vekili, Mustafa Kemal Atatürk'ün son başbakanı ve 1950-1960 arasında Türkiye'nin üçüncü ve asker kökenli olmayan ilk cumhurbaşkanı olarak görev yaptı. Yaşamı. Gençliği. 16 Mayıs 1883 tarihinde Bursa'nın Gemlik ilçesinin Umurbey köyünde doğdu. İlmiye sınıfına mensup bir fıkıh bilgini olan babası Abdullah Fehmi Efendi, 93 Harbi'nden sonra, bugün Bulgaristan sınırları içindeki Plevne şehrinden, Gemlik yakınlarındaki Umurbey köyüne göç etmişti. Bu köydeki rüştiyede müdürlük ve bir ara da Gemlik'te müftülük yapmıştı. Bayar, Abdullah Fehmi Efendi'nin; Behzat ve Asım'dan sonraki üçüncü oğludur. İlk ve ortaöğrenimini babasının yanında gören Bayar'ın çocukluğu ve ilk gençlik dönemi ailesinin yerleştiği Bursa'da geçti. Gemlik Mahkeme Kalemi ve Reji İdaresinde stajyer memur olarak çalıştı. Bursa'da açılan Ziraat Bankası veznedarlığı sınavını kazandı. Bankada veznedar olarak çalışırken Fransız papazlar yönetimindeki Collège Français de l'Assomption'da Fransızca okuluna devam etti. İpekböcekçiliği eğitimi veren Darüllâlim-i Harir'de (İpek Meslek Okulu) eğitim gördü. 1905 yılında Deutsche Orientbank'ın imtihanını kazanarak burada kısa zamanda imza sahibi oldu. 1903'te, İnegöl'ün yerlilerinden ve eşrafından Refet Bey'in kızı Reşide Bayar ile evlendi, bu evlilikten Refii (1904-1940), Turgut (1911-1983), Nilüfer Gürsoy (1921-2024) adlarında üç çocuğu olmuştur. Siyasi kariyeri. Bu yıllarda özellikle dayısının etkisiyle siyasetle ilgilenmeye başladı. 1907'de İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Bursa'daki gizli kolu olan "Küme" adlı örgüte girdi. II. Meşrutiyet'in ilanından (1908) sonra İttihat ve Terakki'yi Anadolu'da örgütlendirme politikası çerçevesinde Bursa'da bir şube açıldı. Bu cemiyetin Bursa şubesinin önce rehber muavini, sonra da rehberi oldu. 31 Mart Olayı (1909) başlayınca Hareket Ordusu'na katılmak üzere Bursalı İttihatçılardan bir gönüllü birliği oluşturdu. Mudanya'ya kadar gittiyse de ayaklanma bastırıldığından İstanbul'a gitmesine gerek kalmadı. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin fırka (parti) konumunu alması üzerine Bursa sorumlu yazmanlığına (kâtib-i mesul) atandı. Ardından aynı görevle 1911'de İzmir'e gönderildi. Orada İttihat ve Terakki politikalarının başlıca uygulayıcılarından oldu. Partinin propaganda ve örgütlenme çalışmalarını yürüttü. "Halka Doğru" cemiyetini kuran ve parti görüşlerini yansıtan yine aynı adlı bir dergi çıkaran Bayar, bu dergide "Turgut Alp" takma adıyla yazılar yazdı. "Millî İktisat" politikasının uygulamaya geçirilmesi için çalıştı. Yörenin ekonomisine egemen olan gayrimüslim azınlıkların yanı sıra Türk halkının da ekonomik etkinliğinin artırılması çabalarına girişti. Partisinin öncülüğünde İzmir Kız Lisesinin açılmasına önayak oldu (1912). Basmahane'de Şimendifer Meslek Okulunun açılmasına yardım etti. Kooperatifçiliği yaygınlaştırmaya çalıştı. İzmir'de bir millî kütüphane kurdurdu. Celâl Bayar'ın, spor yapan Altaylı gençleri İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katmak için gösterdiği çabanın sonucunda 1914 yılının 16 Ocak tarihinde Altay fiilen kuruldu. O dönem "Şark İdadisi"nde faaliyet gösteren Altay'ın kuruluşu için para yardımında da bulunarak Altay'ın güçlenmesini sağladı. Kurtuluş Savaşı. I. Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisiyle son bulup İttihat ve Terakki iktidardan uzaklaştırılarak bu partinin yöneticilerine karşı soruşturma ve suçlamalar başlayınca savaş suçlusu olarak İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılandı ve aklandı. Mütareke döneminde İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti ve İzmir Müdâfaa-i Hukuku Osmaniye Cemiyeti'nin kuruluşuna katıldı (1918). İstanbul'da İtilafçı hükûmetler iş başına geçtiğinde adı bir kez daha tutuklanacaklar listesine girince ve İzmir'in işgali tehlikesi belirince, arkadaşı Jandarma Yüzbaşısı Sarı Efe Edip ile birlikte İzmir'den kaçıp dağlara çekilerek Gökçen Efe'ye sığındı. "Galip Hoca" takma adıyla, zeybek ve köy hocası kılığında köy köy dolaşarak işgale karşı propaganda yaptı. İzmir'in işgalinden sonra Söke yöresindeki ulusal direnişçilerle iş birliği yaptı. Direnişçilerin safında Yunan işgaline karşı Aydın'ın geri alınması mücadelesine katıldı. Denizli cephesinde Demirci Mehmet Efe'ye danışman oldu. Balıkesir Kongresi kararıyla Akhisar cephesi alay komutanlığına getirildi. Köylü kıyafetinde, eşeklerle odun kömürü satın almak için köy köy dolaşan Celâl Bayar, Akhisarlılara önderlik yapabilecek kabiliyette olan kişilerle irtibat kurmuştur. Özellikle kendi bölgelerinde nüfuz sahibi olan Kömürcü köyünden Uşşaki Şeyhi Sadık (Erenbaş) Efendi, Arabacıbozköy'den Kadiri şeyhi İbrahim (Yılmaz) Efendi ve Beyoba köyünden Ziya Bey ile çok sıkı bir diyalog kurmuştur. Hemen hemen Akhisar'ın bütün köylerini dolaşan Celâl Bayar, halkı örgütlemiş ve millî bilincin oluşmasında gereken her şeyi yapmıştır. 1920'de Osmanlı Meclis-i Mebusanı'na Saruhan Sancağı (Manisa) mebusu seçildi. Mecliste Kuvâ-yi Milliye'yi öven ve Saray'ın Kurtuluş Savaşı konusundaki ilgisizliğini yeren konuşmalar yaptı. İstanbul işgal edilince (16 Mart 1920) gizlice Bursa'ya geçti. Ankara'ya geçmeyi planlarken isyancı Anzavur kuvvetleri Bursa'ya doğru harekete geçince, Mustafa Kemal Paşa Celâl Bayar'dan bir süre Bursa'da kalarak buradaki Kuvâ-yi Milliye örgütüyle iş birliği yapmasını istedi. Bu görevi nedeniyle, Ankara'da 23 Nisan 1920'de toplanan TBMM'nin açılış toplantısında hazır bulunamadı. 8 Mayıs 1920'de Ankara'ya geçerek I. dönem TBMM'ye Bursa mebusu olarak katıldı. Mecliste eski İttihatçılarla iş birliği yapmayarak Mustafa Kemal Paşa'nın yakın çevresine girdi. İktisat encümeni raportörlüğü yaptı. 1920'de bir ara iktisat vekilliğine vekâlet etti. Çerkez Ethem ile TBMM arasında arabuluculuk yapmakla görevlendirilen kurula üye seçildi, Ethem ile görüşmeler yaptı. Mustafa Kemal Paşa'nın direktifleriyle Yeşil Ordu Cemiyeti ve resmî Türkiye Komünist Fırkası'nın yöneticileri arasında yer aldı. 1921-1922 yılları arasında iktisat vekili olarak görev yaptı. 1922'de Lozan Konferansı'na gönderilen ilk kurula danışman olarak katıldı. Aynı yıl bir süre hariciye vekilliğine vekâlet etti. 1923 seçimlerinde, Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Grubu adayı olarak 2. TBMM'ye İzmir Milletvekili olarak girdi. Türk Kurtuluş Savaşı'nda göstermiş olduğu üstün hizmetler dolayısıyla Kırmızı-Yeşil şeritli İstiklâl Madalyası ile taltif edildi. Tek parti dönemi. Cumhuriyet'in ilanından sonra, Mart 1924'te Mübadele, İmar ve İskân vekilliğine atandı. Temmuz 1924'te bu görevden istifa etti. Aynı yıl Mustafa Kemal tarafından yeni bir ulusal banka kurmakla görevlendirildi. 26 Ağustos 1924'te ulusal ekonomi politikasının temel taşlarından olan ve Türkiye'nin ekonomik yaşamında belirleyici bir rol oynayan Türkiye İş Bankası'nı kurdu ve 1932'ye değin genel müdürlüğünü yaptı. Hükûmetin etkin desteğinden yararlanan İş Bankası hızlı bir gelişme gösterdi. Bayar bu dönemde Mustafa Kemal'in yakın çevresinde bulunmasının sonucu olarak rejimin ekonomi politikasının belirlenmesinde etkili oldu. Aşarın kaldırıldığı, toprak dağıtımına gidildiği, Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun çıkarıldığı, demir yolu yapımının hızlandırıldığı ve T.C. Merkez Bankası'nın kurulduğu bu dönemde, ekonomi politikasının temel özelliği, devlet desteğiyle bir tür kapitalizm yaratma kaygısıydı. 1929 Büyük Bunalımı'nın etkileri, "liberal" denen bu politikanın yerini devletçiliğe bırakmasına yol açtı. 1932'de iktisat vekilliğine getirilen ve 1937'ye değin bu görevde kalan Bayar, devletçiliğin de önde gelen uygulayıcılarından oldu. Ama "İş Bankası Çevresi"nin baş temsilcisi olarak, daha katı bir devletçilikten yana olan İsmet Paşa çevresiyle tam olarak anlaşamadı. Bayar'ın devletçilik anlayışı, devletçiliği bir sistem olarak değil, ulusal kapitalist bir ekonominin yaratılmasında etkin bir yöntem olarak görmede odaklanıyordu. Bayar'ın iktisat vekilliği döneminin ayırıcı özelliği, devletin ekonomiye düzenleyici müdahalelerinin artmasının yanı sıra, bizzat devlet eliyle sanayileşme girişiminin büyük boyutlara ulaşmasıydı. Bu amaçla 1. Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlandı. Sanayileşmenin yürütülmesi ve finansmanıyla görevli Sümerbank, Etibank gibi kuruluşlar oluşturuldu. Birçok alanda devlet tekeli getirildi. Sanayileşmeyi desteklemek amacıyla dış ilişkilerde korumacı bir siyaset izlendi, iç ticaret hadleri tarım aleyhine bozuldu. Birçok alanda millîleştirmeye gidildi. Haziran 1936'da Celal Bayar millî iktisat anlayışını özetlerken şu sözleri kullandı:"Liberalizmi -dilim dahi dönmüyor, bu kelime bana o kadar yabancı geliyor- yıkaraktan memleketimizde güdümlü bir ekonominin esaslarını kurmak istiyoruz. Bu istihale (değişme) devresinde bizim samiamıza (duyma alışkanlığımıza) işitmemize hoş gelmeyecek birtakım şeyler olacaktır. Fakat bu tecrübe mutlak surette müsbet (olumlu) bir netice verecektir." İsmet İnönü, bazı konularda Atatürk'le anlaşmazlığa düşerek başbakanlıktan istifa edince, 1 Kasım 1937'de Bayar bu göreve getirildi. Ama yeni hükûmet genel politikada köklü bir dönüşüm gerçekleştiremedi. Hükûmetin bileşiminde de önemli bir değişiklik yapılmadı, ekonomi politikası değiştirilmedi. Bayar hükûmeti döneminde devletçi yaklaşımı sürdüren Denizbank Kanunu çıkarıldı, birkaç devletleştirme yapıldıysa da bu alanda önemli bir girişim olmadı. Atatürk'ün ölümünden (10 Kasım 1938) sonra cumhurbaşkanı seçilen İnönü'nün yeniden başbakanlığa atadığı Bayar'ın bu görevi kısa sürdü, Ocak 1939'da istifa ederek başbakanlıktan ayrıldı. Demokrat Parti. II. Dünya Savaşı yıllarında Bayar'ın siyasal etkinliği sınırlı kaldı, yeniden milletvekili seçildiyse de önemli bir göreve getirilmedi. 1943'ten sonra hükûmete karşı ılımlı muhalif bir tutum takındı. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yönetimine karşı muhalefet, 1945 yılı Bütçe Kanunu'nun oylanması sırasında su yüzüne çıktı; 29 Mayıs 1945 günü, Şükrü Saracoğlu Hükümetinin 1945 yılının yedi aylık bütçesi için yapılan oylamada Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan ve Emin Sazak'la birlikte bütçeye ret oyu verdi, ardından, aynı gün içinde yapılan güven oylamasında hükûmete güvensizlik oyu verenler arasında yer aldı. Parti içi muhalefet 7 Haziran 1945'te Bayar, Menderes, Koraltan ve Köprülü'nün CHP Meclis Grubu başkanlığına "Dörtlü Takrir" diye bilinen "Parti tüzüğü ve bazı kanunlarda tadilat" isteyen bir önerge vermesiyle iyice belirginleşti. Ülkede ve partide siyasal liberalleşme isteyen bu önerge, CHP grubunda, imza sahiplerinin dışındaki üyelerce oy birliğiyle reddedildi. Ardından, önce 21 Eylül 1945 günü CHP Divanı oy birliğiyle Dörtlü Takrir'i verenlerden Köprülü ve Menderes'i, kısa süre sonra da Koraltan'ı partiden ihraç etti. Bayar, Eylül 1945'te milletvekilliğinden, Aralık 1945'te de CHP'den istifa etti. 7 Ocak 1946'da bu üç arkadaşıyla birlikte Demokrat Parti'yi (DP) kurdu ve partinin genel başkanlığına seçildi. Tek parti dönemindeki, özellikle II. Dünya Savaşı yıllarındaki sıkıntıların halkta yarattığı hoşnutsuzluk ve savaş ertesinde dünya çapındaki demokratik gelişme bağlamında kurulan, aynı zamanda tek parti üst kademesindeki (özellikle İnönü-Bayar çekişmesinde odaklaşan) iktidar mücadelesini ve (İnönü'nün saf devletçiliği ile Bayar'ın özel girişime yönelik devletçiliği gibi) farklı ekonomi politikası yaklaşımlarını yansıtan Demokrat Parti'nin programında siyasal demokratikleşme, bürokrasinin gücünün kırılması, devletçilik ilkesi korunmakla birlikte, özel girişimin özendirilmesi gibi temalar işleniyordu. Bayar partiyi tanıtmak için çıktığı gezilerde artık halkın iktidara gelmesi gerektiğinden, halk iradesinden söz ediyordu. DP 1946 seçimlerinde CHP'ye karşı görece bir başarı elde ederek 62 milletvekili çıkardı. Bayar da İstanbul'dan milletvekili seçildi. 1946-1950 yılları arasında, ana muhalefet partisi lideri olarak eski partisi CHP'ye karşı zaman zaman sertleşen bir muhalefet yürüttü. DP'nin Ocak 1947'deki ilk kongresinde Bayar, Seçim Kanunu'nun değiştirilmesini, aynı kişinin hem cumhurbaşkanı hem parti başkanı olamamasını, antidemokratik yasaların kaldırılmasını istedi. Ama CHP'ye karşı muhalefetin dozu konusunda, DP içindeki ılımlılar arasında yer aldı. "Aşırılar" daha sonra partiden ayrılarak Millet Partisi'ni kurdular. DP tek parti döneminin etkin laiklik politikasından hoşnutsuzluk duyan dinci çevrelerce desteklenmekle birlikte, Bayar'ın "Atatürkçü" kişiliği bu partinin laikliğe bağlılığı konusunda güvence olarak görülüyordu. Cumhurbaşkanlığı (1950-1960). 1950 seçimlerinde oyların yüzde 55'ini alan DP büyük bir seçim başarısı elde ederek tek başına iktidara geldi ve Cumhuriyet döneminde iktidar ilk kez el değiştirdi. Muhalefet günlerinde Celâl Bayar cumhurbaşkanı olmak yerine, kabine başında olmayı tercih ettiğini kesin surette söylemişti. Parti liderinin cumhurbaşkanı olmaması ve bu makamın politika dışında kalması hakkında muhalefet devrinde yapılan ısrarlarında samimi olduğu, Bayar'ın cumhurbaşkanlığını reddetmesi suretiyle belirtilmiş olacaktı. Fakat seçimlerin ardından kararı değişince Celâl Bayar, 22 Mayıs 1950'de cumhurbaşkanı seçildi ve DP genel başkanlığından çekildi. 1954 ve 1957 seçimleri sonunda da yeniden cumhurbaşkanı oldu ve 27 Mayıs Darbesi'ne (1960) kadar bu görevde kaldı. Türkiye'nin üçüncü cumhurbaşkanı olan Bayar, Cumhuriyet'in asker kökenli olmayan ilk cumhurbaşkanıdır (Bayar görevden uzaklaştırıldıktan sonra da 29 yıl boyunca cumhurbaşkanlığı makamında asker kökenliler yer aldı.). DP genel başkanlığından ayrılmasına karşın, DP iktidarı döneminde DP politikalarının belirlenmesinde Adnan Menderes'le birlikte birinci derecede söz sahibi oldu. Partiler üstü bir görev anlayışı izlemedi, taşıdığı DP amblemli bastonda simgeleşen davranışlarıyla sürekli olarak DP'nin önderi olduğu görünümünü verdi. Seçimlerde etkin biçimde propaganda gezilerine katıldı. Bu nedenle muhalefet tarafından sık sık eleştirildi. DP döneminde Batı blokuyla ilişkiler sıklaştırıldı, Türkiye Kore Savaşı'na ve NATO'ya katıldı. Bu temelde birçok dış gezi de yapan Bayar, 1954'te, ABD'ye resmî bir ziyarette bulunan ilk Türkiye Cumhurbaşkanı oldu. 1957 seçimleri öncesi, 20 Ekim 1957'de DP'nin İstanbul'daki mitingindeki konuşmasında "Türkiye'nin 30 yıl içinde bir "Küçük Amerika" olacağını" açıkladı. On yıllık DP iktidarı döneminde Türk toplumu derin dönüşümler yaşadı. Özel girişimi özendiren enflasyonist bir ekonomi politikası izlendi ama devletin ekonomik ağırlığı azaltılmadı. Halkın siyasal katılımı arttı, siyasal üst kademenin yapısı değişti. Laiklik yönelimi terk edilmemekle birlikte, tek bir partinin etkin laiklik politikasından vazgeçildi. Ama 1950'lerin ikinci yarısında, ekonomik bunalımın da etkisiyle, DP gittikçe artan otoriter bir politika izledi, muhalefete karşı baskı uyguladı. Bu otoriter yönetimde Bayar'ın da belirleyici bir etkisi oldu. Etem Menderes, 14 Kasım 1957 günü not defterine, Bayar'ın, "İcap ederse İsmet Paşa'yı da sehpaya götürmekte tereddüt etmem!" dediğini yazdı ve bunu "korkunç ihtiras" olarak tanımladı. 27 Mayıs Darbesi. DP'nin artan baskısına karşı artan hoşnutsuzluktan yararlanan 27 Mayıs 1960 askerî müdahalesi DP iktidarını devirdi. Bayar, darbe sabahı Çankaya Köşkü'nde kendisini teslim almaya gelen subaylara karşı önce direnmeye çalıştı, sonra da ceketinin cebindeki tabancayı şakağına dayayarak intihar girişiminde bulundu. Ancak 77 yaşındaki Bayar'dan daha atik davranan askerler tabancayı elinden almayı başardılar. Bayar öbür DP yöneticileriyle birlikte tutuklandı, "vatana ihanet" ve "anayasayı ihlal" suçlamasıyla Yassıada'da, Yüksek Adalet Divanı'nda yargılandı. Yassıada'da tutuklu olduğu sırada, 25 Eylül 1960'ta, "Düşükler Yassıada'da" filmine tepki göstererek bel kemeriyle intihara teşebbüs etti ancak kurtarıldı. 15 Eylül 1961'de idama mahkûm edildi. Hüküm verildiği zaman 78 yaşında olan Bayar'ın cezası Millî Birlik Komitesi tarafından yaşam boyu hapse çevrildi ve Yassıada'dan Kayseri Cezaevi'ne nakledildi. Hastalığının ilerlemesi üzerine, 14 Şubat 1962'de tedavi için Ankara'ya getirildi ve 5 gün sonra yeniden Kayseri'ye götürüldü. 1963 yılının ilk aylarında Celâl Bayar'ın sağlık nedenleriyle Cumhurbaşkanı tarafından affı gündeme geldi. Bayar'ın cezası, sağlık nedenleriyle hükûmet tarafından 6 aylık bir süre için ertelendi ve 22 Mart 1963'te tahliye edildi. 23 Mart'ta Kayseri'den Ankara'ya gelen Bayar'ı, büyük bir konvoy ve kalabalık karşıladı. Bu coşkulu karşılama tepkilere neden oldu, aleyhte gösteriler Adalet Partisi (AP) binasının, Bayar'ın yerleştiği evin ve "Yeni İstanbul" gazetesinin taşlanmasına kadar gitti. AP'nin kapatılacağı endişesi ortaya çıktı. Bu gelişmelerden sonra 28 Mart'ta Bayar'ın cezasının ertelenmesi ile ilgili karar kaldırıldı. Bu tarihten itibaren 6 ay Ankara Hastanesinde gözetim altında kaldıktan sonra, sağlık durumunda herhangi bir değişiklik olmamasına rağmen tekrar Kayseri Cezaevi'ne gönderildi (5 Ekim 1963). Sağlık nedeniyle serbest bırakıldığı 8 Kasım 1964'e değin Kayseri Cezaevi'nde kaldı. 8 Temmuz 1966'da da hakkında verilen adli tıp raporuyla dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından, Anayasa'nın 97. maddesinde yazılı sebeplere dayanılarak affedildi. Adalet Partisi hükûmetinin 8 Ağustos 1966'da çıkardığı yeni bir af yasasıyla, ömür boyu hapis cezasına çarptırılanlar da dâhil olmak üzere eski DP'lilerin tümü özgürlüklerine kavuştular. Sonraki yıllar ve ölümü. Bundan sonra, eski DP'lilerin siyasal haklarının geri verilmesi için çalıştı. 1968'de, kendisi gibi siyasal haklarını yitirmiş eski DP'lileri haklarını geri alabilmeleri için bir araya getirmeyi amaçlayan "Bizim Ev" adlı bir kulüp kurdu. 14 Mayıs 1969'da siyasal hasmı İsmet İnönü ile tarihî buluşma gerçekleştirerek eski DP'lilerin siyasi haklarının geri almaları için gereken anayasa değişikliği konusunda CHP'nin desteğini sağladı. İnönü'nün yardımlarıyla Anayasa değişikliği TBMM'de onaylandı. Ancak değişikliğin Cumhuriyet Senatosu'nda oylanmasından önce Türk Silahlı Kuvvetleri ve Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'ın tavır alması nedeniyle, iktidardaki Adalet Partisi'nin lideri Süleyman Demirel yaklaşan 1969 seçimleri öncesinde TSK ile gerginlik çıkmaması için Senatodaki oylamanın seçimlerden sonraya bırakılmasını istedi. AP'nin af konusundaki tutumu ile parlamentonun itibarını zedelediğini ileri süren Bayar'ın kızı Nilüfer Gürsoy ve eski DP'li bakanlardan Samet Ağaoğlu'nun eşi AP Manisa Milletvekili Neriman Ağaoğlu, 31 Temmuz 1969 günü partilerinden ve milletvekilliklerinden istifa ettiler. Bu gelişme eski DP'lilerin AP'lilerle ihtilaflarının su yüzüne çıkması şeklinde yorumlandı. Bununla birlikte seçimlerin ardından anayasa değişikliği Cumhuriyet Senatosu'nda görüşüldü ve 6 Kasım 1969'da kabul edildi. Ancak 14 Kasım 1969 günü Türkiye İşçi Partisi, kanun değişikliğinin usul yönünden iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Mahkeme başvuruyu haklı bularak, 16 Haziran 1970'te anayasa değişikliğini iptal etti. Bu iptal, kanunun Millet Meclisinde kabulü sırasında AP'li Meclis Başkanı Ferruh Bozbeyli'nin yaptığı hatanın sonucu olarak nitelendirildi, Bozbeyli'nin itirazına rağmen, bilerek usul hatası yaptığına dair iddialar sürdü. Siyasi affın bu şekilde Anayasa Mahkemesi'nce iptali, AP'nde parti içi bölünmelerin artmasına neden oldu. Bu süreçte AP'den istifa ve ihraç edilenler Aralık 1970'te Demokratik Parti'yi kurdular. Bayar, kurucuları arasında kızının da yer aldığı Demokratik Parti'yi destekledi. Bu partinin seçim kampanyalarına katıldı. 1973 seçimlerinden sonra oluşan CHP-MSP Koalisyonu zamanında 2 Nisan 1974'te Meclis, eski DP'lilerin siyasi haklarının iadesini öngören kanun teklifini kabul etti. Ancak eski DP'lilerin siyasi partilere üye olabilmesi ve milletvekili seçilebilmeleri için siyasi partiler ve seçim kanunlarında da yapılması gereken değişiklikler vardı, bu değişiklikler aynı yılın aralık ayında gerçekleştirilebildi. Cezaları bağışlanan Bayar, 1961 Anayasası'na göre, eski cumhurbaşkanı olarak, Cumhuriyet Senatosunun doğal üyesi sayılıyordu. AP'li senato başkanı Tekin Arıburun'un, Senatoya katılması yolundaki çağrısını, doğal üyeliğe karşı olduğu savıyla geri çevirdi (28 Nisan 1974). Affın gerçekleşmesinden sonra Demokratik Partililerden büyükçe bir grubun AP'ye dönmesi üzerine, Bayar da 1975 Senato kısmi seçimlerinde yeniden Adalet Partisi'ni destekledi; Bursa'da yapılan AP mitinginde, Süleyman Demirel ile birlikte kürsüye çıkarak konuştu. Bu dönemde sağ siyasal güçler açısından birleştirici bir simge sayıldı. 12 Eylül Darbe yönetimini ve 1982 Anayasası'nı destekledi. Ölümü. Uzunca süre yaşadığı konjestif kalp yetmezliği nedeniyle kaldırıldığı İstanbul Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Merkezinde (günümüzde Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi) 22 Ağustos 1986'da 103 yaşında öldü. Öldüğünde, dünyanın en yaşlı politikacısıydı. Ölümünün ardından Anıtkabir'e defnedilmesi gündeme geldi. Bazı basın organları ve siyasi partiler konuyu gündeme getirdi. Başbakan Turgut Özal ve SHP lideri Erdal İnönü de Anıtkabir'e gömülmesine destek verdi. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ise buna karşı çıktı, teklifi reddetti. Cenazesi, 28 Ağustos 1986'da Ankara'da Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in de katılımıyla gerçekleşen devlet töreninin ertesi günü doğum yeri olan Umurbey'de toprağa verildi. Anısı. 1965 ile 1972 arasında "Ben de Yazdım" başlığıyla 8 cilt hâlinde anılarını yayımladı. 1969'da "Başvekilim Adnan Menderes" (derleyen İsmet Bozdağ) adlı bir kitabı yayımlandı. 1961 ile 1964 arasında yaklaşık üç yıl kaldığı Kayseri Cezaevi'ndeki anıları "Kayseri Cezaevi Günlüğü" (hazırlayan Yücel A. Demirel) adıyla 1999 yılında kitaplaştırıldı. Doğduğu ev, Yapı Kredi Bankası'nın sahibi Kazım Taşkent'in katkılarıyla restore edilmiştir. 1992 yılında kurulan Manisa'daki Celal Bayar Üniversitesine adı verildi. Dış bağlantılar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1539", "len_data": 21822, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.44 }
Modeller kuramı, matematiksel konseptleri küme kuramı temelinde inceleyen ya da başka bir deyişle matematiksel sistemlerin dayandığı modelleri araştıran matematik dalıdır. Modeller kuramı, 'dış dünyada' matematiksel nesnelerin var olduğunu varsayar ve nesneler, nesneler arasında bazı işlemler ya da bağıntılar ve bir aksiyomlar kümesi verildiğinde, nelerin nasıl tanıtlanabileceğine ilişkin sorular sorar. Seçim aksiyomu ve süreklilik hipotezinin küme kuramının diğer aksiyomlarından bağımsız olduğu tespiti modeller kuramından doğan en ünlü sonuçlardır (Paul Cohen ve Kurt Gödel tarafından tanıtlanmıştır). Hem seçim aksiyomunun hem de seçim aksiyomu negasyonunun küme kuramının Zermelo-Fraenkel aksiyomlarıyla uyumlu olduğu tanıtlanmıştır. Bu sonuçlar model teorisinin özel bir uygulaması olan Aksiyomatik küme kuramı dalının bölümleridir. Modeller kuramının pratik bir uygulama örneği reel sayılar kuramıyla verilebilir. Her nesnenin bir reel sayı olduğu bir nesneler kümesi ve {×,+,-.,0,1} gibi bir bağıntılar ve/ya da fonksiyonlar kümesini ele alalım. Bu dilde kuracağımız örneğin "∃ "x" ("x" × "x" = 1 + 1)" önermesinin reel sayılar için doğru olduğu yani belirtilen koşulu sağlan bir "x" olduğu bellidir; fakat aynı önerme rasyonel sayılar için yanlıştır. Buna karşın "∃ "x" ("x" × "x" = 0 - 1)" önermesi reel sayılar için yanlıştır. Önermeyi doğru yapmak için sabit bir simge "i" ve yeni bir aksiyom ""i" × "i" = 0 - 1" ekleyerek kompleks sayıları tanımlayabiliriz. Buna göre modeller kuramı matematiksel sistemler içinde nelerin tanıtlanabilir olduğu ve bu sistemlerin kendi aralarındaki ilişkilerle ilgilenir. Özel olarak modeller kuramı bir sisteme yeni aksiyomlar ya da yeni dil yapıları eklendiğinde ne gibi sonuçlar ortaya çıktığını araştırır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1547", "len_data": 1758, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.24 }
Soyut yapı, fiziksel nesnelerden bağımsız olarak tanımlanan kurallar, özellikler ve ilişkiler kümesidir. Soyut yapılar felsefe, bilişim bilimi ve matematikte incelenir. Hatta modern matematik çok genel anlamıyla soyut yapıları inceleyen bilim olarak tanımlanmıştır. Soyut bir yapı (belirli bir yaklaşıklık derecesinde) bir ya da birden çok fiziksel nesneyle temsil edilebilir ve buna soyut yapının "uygulaması" denir. Bununla birlikte soyut yapının kendisi herhangi özel bir uygulamaya bağlı olmayacak şekilde tanımlıdır. Örnek olarak satranç kuralları. Satranç kuralları, kuralların tanımı herhangi bir satranç takımı, tahtası ya da notasyonundan bağımsız olduğu için, soyut bir yapıdır. Bu soyut yapı içerisinde örneğin şah, "Rakip taşların tehdidi altında bulunmayan bitişik bir kareye ilerleyebilen bir taştır" şeklinde tanımlanır. Şah burada "tepesinde kavuk bulanan uzun bir taş" olarak tanımlanmamıştır; çünkü Ş harfiyle, bir bilgisayar simgesiyle ya da Büyük İskender şeklinde bir heykelcikle temsil edilebilir. Satranç soyut bir yapı olduğundan bir satranç oyununu tamamıyla akılda oynamak olanaklıdır. Dama ve go gibi oyunlar da soyut yapılar arasında sayılır. Diğer yandan çoğu spor dalı soyut yapı "değildir" çünkü kuralları sahanın, topun ya da spor aletlerinin fiziksel özelliğine bağlıdır. Soyut bir yapı bir kavram ya da fikirden daha zengin bir yapıya sahiptir. Soyut bir yapı belirli bir "uygulama" adayının söz konusu soyut yapıya tam olarak uyup uymadığını belirlemek için kullanılabilen kesin kurallar içermelidir. Örneğin belirli bir hükûmet şeklinin demokrasi kavramına uyup uymadığı tartışılabilir ancak belirli bir hamleler dizisinin geçerli bir satranç oyununu temsil edip etmediği tartışmaya açık olamaz. Başka örnekler. Bir sıralama algoritması soyut bir yapıdır fakat bir yemek tarifi soyut bir yapı değildir, çünkü malzemelerin özelliklerine ve niceliklerine bağlıdır. Basit bir melodi soyut bir yapıdır, fakat bir orkestrasyon soyut bir yapı değildir, çünkü tekil çalgıların özelliklerine bağlıdır. Öklid geometrisi soyut bir yapıdır, fakat kıtasal hareket kuramı soyut bir yapı değildir, çünkü dünyanın fiziksel özelliklerini esas alır. Bir formel dil soyut bir yapıdır, fakat bir doğal dil soyut bir yapı değildir, çünkü dilbilgisi kuralları ve sözdizimi tartışmaya ve yoruma açıktır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1549", "len_data": 2317, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.06 }
Matematiksel ispat, matematiksel bir ifade için türetilmiş varsayımların mantıksal olarak doğru olduğu sonucunu garantileyen, çıkarımsal bir argümandır. Argüman, teoremler gibi önceden oluşturulmuş diğer ifadeleri kullanabilir; lakin prensipte her delil, kabul edilen çıkarım kurallarıyla birlikte yalnızca aksiyom olarak bilinen belirli temel veya orijinal varsayımlar kullanılarak oluşturulabilir. Matematiksel tanıtta mantık kullanılır ancak genellikle bir ölçüde doğal dilden de yararlanılır ve dolayısıyla bir parça belirsizlik içerir. Gerçekten de matematikte yazılan tanıtların büyük çoğunluğu informel mantığın uygulaması olarak kabul edilebilir. Tamamıyla formel tanıtların ele alındığı tanıtlama teorisi bağlamında, bu tip tamamıyle formel olmayan tanıtlamalara "sosyal tanıtlama" denir. Bu ayrım, günümüz ve geçmiş matematiksel uygulamaların, matematikte yarı görgücülüğün ve matematik folklorünün yoğun olarak incelenmesine yol açmıştır. Matematik felsefesi ise dilin ve mantığın tanıtlardaki rolü ve "dil olarak matematik" ile ilgilidir. Kişinin formalizme olan yaklaşımından bağımsız olarak, doğru olduğu tanıtlanan sonuca teorem denir. Bu teorem, tamamıyla formel olan bir tanıtta son satırda yer alır ve tanıtın tümü, bu teoremin aksiyomlardan nasıl türetildiğini gösterir. Bir teorem tanıtlandıktan sonra başka önermeleri tanıtlamada kullanılabilir. Matematiğin temelleri adı verilen önermeler tanıtlanamayan ya da tanıtlanması gerekmeyen önermelerdir. Bunlar bir zamanlar matematik felsefecilerinin başlıca uğraşı alanıydı. Günümüzde ilgi odağı daha çok matematiksel uygulamalara, yani kabul edilebilir matematiksel tekniklere kaymıştır. Bazı kabul görmüş tanıtlama teknikleri: "Olasılıkçı tanıtlama", olasılık teorisi yardımıyla istenen özellikte bir örneğin var olduğunun gösterildiği bir tanıtlama olarak anlaşılmalıdır, yani bir teoremin doğru "olabileceği" şeklinde değil. Bu ikinci türdeki uslamlamalara 'usayatkınlık tanıtı' denebilir; Collatz sanısı örneğinde bunun gerçek bir tanıtlamadan ne kadar uzak olduğu aşikardır. Olasılıkçı tanıtlama -oluşturarak tanıtlama dışında- varlık teoremlerini tanıtlamanın birçok yönteminden biridir. Örneğin "f(X)'i sağlayan en az bir X var" önermesini tanıtlamaya çalışıyorsanız, bir "varlık" ya da "oluşturmacı olmayan" tanıt f(X)'i sağlayan bir X olduğunu tanıtlar fakat bu X'in nasıl elde edileceğini göstermez. Buna karşın "oluşturmacı bir kanıt" X'in nasıl elde edildiğini de gösterir. Doğru olduğu düşünülen fakat henüz tanıtlanmayan bir önerme "sanı" (konjektür) olarak bilinir. Bazı durumlarda, belirli bir önermenin verili bir aksiyomlar kümesinden tanıtlanamayacağı tanıtlanabilir; bkz. örneğin süreklilik hipotezi. Aksiyom sistemlerinin çoğunda, ne tanıtlanabilen ne de tanıtlanamayan önermeler bulunur (bkz. Gödel'in eksiklik kuramı).
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1552", "len_data": 2809, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.23 }
Avram Noam Chomsky ( ; d. 7 Aralık 1928), Amerikalı dilbilimci, filozof, bilişsel bilimci, tarihçi, sosyal eleştirmen ve politik aktivist. Philadelphia'da Aşkenazi Yahudi göçmenlerin çocuğu olarak dünyaya gelen Chomsky, New York City'deki alternatif kitapçılardan anarşizme erken bir ilgi duydu. Pennsylvania Üniversitesi'nde okudu ve 1955'te Harvard Society of Fellows'taki yüksek lisans çalışması sırasında, doktorasını kazandığı dönüşümsel gramer teorisini geliştirdi. Kendi ismiyle adlandırdığı "Chomsky Hiyerarşisi"’ni geliştirmiştir. Dilbilimine olan katkısı Davranışçılık kuramının eleştirisinde çok etkili olmuştur. Ayrıca bilişsel biliminin popülaritesini artırmıştır. Dilbilimsel çalışmalarının yanı sıra Kuzey Amerika’nın en önemli sol politikacı entelektüellerinden biri sayılır. Vietnam Savaşı’ndan itibaren ABD’nin dış ve ekonomik politikalarında Dünya'ca tanınan katı bir eleştirmendir. 1992 yılında gerçekleşen Sanat ve İnsan Hakları Takdirnamesi’nde, 1980 ve 1992 yılları arasında "Dünya'nın en çok alıntı yapılan yaşayan insanı" seçilmiştir. Noam Chomsky Anarko-sendikalizm ile liberter sosyalizmi aynı hizada görmektedir. Ve Dünya Endüstri İşçileri Vakfının bir üyesidir. Babası İbranice öğretmeniydi ve Ortaçağ İbranice dil bilgisi üzerine hazırlanan bilimsel bir dergiyi çıkarmaktaydı. İlk eğitimini Philadephia'daki Oak Lane Country Day Okulu'nda ve Central Lisesi'nde aldı. 1940 ile 1945 yılları arasında New York şehrinin anarşist-sosyalist Yahudi entelektüel cemaatinin çalışmalarıyla haşır neşir oldu ve Arap-Yahudi işbirliği için çalışmak üzere İsrail'e göç etmeyi planladı. Eğitimine dilbilim, matematik ve felsefe çalışacağı Pensilvanya Üniversitesi'nde devam etti. 1945-50 yılları arasında Pensilvanya Üniversitesi öğrencisiydi ve dilbilim öğrenimine başladı. Bu süre zarfında, Zellig Harris'in "Yapısal Dilbilimin Yöntemi" adlı kitabının düzeltmeleri üzerine çalıştı ve Harris'in siyaset üzerine görüşlerine karşı sempati duymaya başladı. Radikal-empirist bir felsefeci olan Nelson Goodman'ın öğrenciliğini de yaptı. 1951 yılında Goodman'ın Genç Araştırmacı Bursu önerisini kabul ederek Harvard Üniversitesine gitti. 1953 yılında Chomsky, Avrupa'ya seyahat etti. Bu gezi sırasında, yapısal dilbilimi şekillendirme girişiminin işe yaramayacağına karar verdi; çünkü dil oldukça soyut, doğuştan edinilen (İng. "generative") bir olguydu. Bundan sonraki çalışmalarının bu olgunun modellenmesi ile ilgili olması gerektiğine karar vermişti. 1955 yılında Pensilvanya Üniversitesinden doktora derecesini aldı; ancak bu dereceyi elde etmesini sağlayan araştırmaların çoğunu 1951-55 yılları arasında Harvard Üniversitesi'nde gerçekleştirdi. Doktora derecesini almasından bu yana Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde çalışmaktadır; şu anda Modern Diller ve Dilbilim bölümündeki Ferrari P. Ward Başkanlığı görevinde bulunmaktadır. Noam, 24 Aralık 1949'da (şu anda Harvard Üniversitesinde profesör olan) Carol Schatz ile evlendi. Çiftin iki kız ve bir erkek çocukları vardır. Noam ününü dilbilim alanında kazandı. Dilbilimin bazı tarihsel ilkelerini İbranice uzmanı olan babası William'dan edinmiştir. Aslında, yüksek lisans derecesi için gerçekleştirdiği ilk araştırmaları konuşulmakta olan modern İbranice hakkındaydı. Pek çok başarısının arasında en ünlü olanı, modern mantığa ve matematiksel temellere olan ilgisinden kaynaklanan üretici dil bilgisi (İng. "generative grammar") üzerine olan çalışmalarıdır. Bunun sonucunda, bunu "üretici dil bilgisi"ni doğal dillerin tanımlamasına uygulamıştır. Öğrenci olarak, Noam Pennsylvania Üniversitesi dilbilim profesörü olan Zellig Harris'ten oldukça etkilenmiştir. Zellis'in siyasi görüşlerine olan sempatisi, onu dilbilim alanında yüksek lisans eğitimi görmeye yönlendirmiştir. Noam her zaman siyaset ile ilgilenmiştir ve onu dilbilim alanına çeken şeyin siyaset olduğu söylenir. Sosyalizm ve anarşizme doğru olan siyasi eğilimi, kendi deyişiyle "radikal New York Yahudi cemaati"nden kaynaklanmaktadır. 1965'ten beri ABD dış politikasının önde gelen eleştirmenlerinden birisi olmuştur. Amerika'nın Vietnam'a karışmasına karşı öne sürülen en önemli argümanlardan kabul edilen "Amerikan Gücü ve Yeni Mandarinler" makalelerinden oluşan kitabını yayınlamıştır. Chomsky, akademik alanda saygı görmüş ve pek çok defa onurlandırılmıştır. Londra Üniversitesi ve Chicago Üniversitesi tarafından Onursal Doktorluk ile ödüllendirilen Chomsky, aynı zamanda Dünya'nın birçok yerinde konferanslara davet edilmiştir. 1967'de Berkeley'deki California Üniversitesinde Beckman Konferansı'nı vermiştir. 1969'da ise Oxford Üniversitesinde John Locke Konferansı'nı ve Londra Üniversitesinde de Sherman Anma Konferası'nı vermiştir. Kasım 2005 ve Haziran 2008 tarihlerinde ABD'den "Foreign Policy" ve İngiltere'den "Prospect" dergilerinin internet üzerinden okuyucu anketleri ile oluşturduğu Dünya'nın ilk 100 entelektüeli listelerinde, 2005 yılında 1., 2008 yılında 11. sırada yer almıştır. Yaşamı. Chomsky 7 Aralık 1928'de William Chomsky ve Elsie Simonofsky'nin oğlu olarak Dünya'ya gelmiştir. 1945 yılında Pensilvanya Üniversitesinde felsefe ve dilbilim alanında eğitim almaya başlamıştır. Hocaları arasında önde gelen dilbilimciler Zellig S. Haris ve felsefeci Nelson Goodman’dır. Chomsky’nin anarşist çalışmaları 1940'lı yıllardan sonra şekillenmeye başlamıştır. En önemlilerinden birisi İspanya İç Savaşı sırasındaki karşıt anarşist beyanlarıdır. 1950'li yılların başında birkaç yıl Harvard Üniversitesi’nde eğitim almıştır. 1955 yılında ise Pensilvanya Üniversitesi’nde dilbilim alanında doktora unvanı elde etmiştir. "The Logical Structure of Linguistic Theory" ("Dilbilim Teorisinin Mantıksal Yapısı") isimli doktora çalışmasında düşünceleri geliştirmeye yönelik araştırmalar yapmıştır. Bunu 1957 yılında Linguistik alanında en çok tanınan kitabı "Syntactic Structures"da ("Sentaktik Yapılar") belirtmiştir. Doktorasından sonra asistan profesörlüğüne atanmıştır. 1961'den sonra Massachusetts Teknoloji Enstitüsü, Dilbilimi ve Felsefe alanında ordinaryüs olmuştur. 1960'tan bu yana dilbilim alanındaki çalışmaları Dünya'ca tanınmaktadır. Bununla birlikte bu alanda en önemli kuramcılardan birisi olarak kabul edilmektedir. Noam Chomsky 1949 yılından beri Dilbilimci Carol Chomsky ile evliydi. Noam Chomsky’nin dilbilime akademik etkileri. Noam Chomsky doğal dilleri anlamlarına göre kategorize etmiştir. Kategorize etme eylemini, özel dil ifadelerini meta dil yardımı ile adlandırarak yapmıştır. Meta dilden ayrılarak gelişen gramer sınıfları bir hiyerarşide bölümlere ayrılabilir; bu, günümüzde Chomsky Hiyerarşisi olarak adlandırılır. Chomsky'nin bu çalışmaları dilbilimin temel yapı taşlarını oluşturur. Resmî diller ve Chomsky Hiyerarşisi bilişim evresinde, özellikle karmaşa teorisi ve derleyici yapıların oluşumunda, önemli bir rol oynamıştır. Steven Pinker gibi modern araştırmacılar Chomsky'nin yöntemleri üzerine kendi çalışmalarını yürütmüşlerdir. Alan Turing’in çalışmalarıyla beraber doğal dillerin matematiksel bir bakış açısıyla ulaşılabilir olduğu yapısal bir alan ve biçimlendirme yöntemi meydana getirilirken makine çevirisi esas itibarıyla mümkün kılınmıştır. Doğal dillerin matematiksel olarak formüllendirilmesi işlemi, Bilgisayar Dilbilimi adı altında oluşan yeni araştırma alanının ortaya çıkmasını sağlayan Chomsky, doğal dillerin matematiksel yollarla tanımlandığı teorileri ile Turing’in üretici dönüşümlü gramer teorisinin eksiksiz oluşunun kanıtlanmasından sonra dilbilimciler tarafından eleştirilere maruz kalmış ve bilişsel olarak benimsenmiştir. Eleştirilere maruz kalan Chomsky, sözde engellerle kendi dil bilgisi özelliklerini sınırlandırmıştır. Bu ve Goverment, Binding ve Minimalist Program gibi sonraki gramer teorileri, gerçi kusursuz olarak formüllendirilmemiştir ve birleşmeye dayalı LFG (Lexical Functional Gramer) ve HPSG (Head-Driven Phrase Structure Gramer) kuramlarının yanında Bilgisayar Dilbilimi için hâlâ ikinci derece rol oynar. Noam Chomsky 1965 yılından bu yana Amerika’nın dış politikasını ağır bir şekilde eleştiren sol eğilimli muhaliflerin başında gelir. Amerika’nın dış politikası üzerine yaptığı konuşma kayıtları hem kitap hem CD olarak çoğaltılmıştır. Bunlardan birisi ‘Label Alternative Tentacles von Jello Biafra’dır. Chomsky, Edward S. Herman ile birlikte kitle iletişim araçları vasıtasıyla kapitalist ortamı haberlerle biçimlendirerek, yönetim ve üst tabakanın onları önemsemesinde rol oynayan propaganda modeli üzerine çalışmıştır. Dilbilimine olan katkıları. Chomsky’nin ilk kitabı ‘Syntactic Structures’, onun doktora çalışması olan ‘Logical Structure of Linguistic Theory’nin kısaltılmış, yeniden düzenlenmiş bir özetidir. Bu kitapta Chomsky dönüşümsel gramer teorisini okuyucusuna takdim etmiştir. Bu teoride anlam ifadelerini (kelime, cümle grubu ve cümlelerin) kullanmıştır ve bu ifadelerin yüzeysel metinlerde kurduğu bağlantının, metinlerde soyut anlam derinliği yarattığını belirtmiştir. (Yüzeysel ve anlamsal derinlik yapıları arasındaki açık olarak görünen fark bugün şimdiki benzer teorilerde artık kullanılmamaktadır). Kuralları yapılandırırken, ifadelerin oluşumu ve yorumlanması, deyim yapılarının oluşumunda etki sağlar. Dolayısıyla sonu belli dilbilgisel kurallarla ve sözcüklerle sınırsız sayıda, önceden hiç söylenmemiş cümlecikler oluşturulabilir. Cümleleri bu şekilde oluşturma yeteneği insanoğlunun doğuştan gelen bir yeteneğidir ve insanoğlunun genetik yapısının belli bir kısmıdır. Bunu da Chomsky ‘Evrensel Dilbilgisi’ olarak adlandırmıştır. Bu bizim biyolojik ve bilişsel bir özelliğimizdir ve bu özelliğimizden tam olarak haberdar değilizdir ve çok azımız bu özelliği bilir. Chomsky’nin teorileri farklı alanlarda köklü bir şekilde kullanılmıştır. Bazı yayınları: Chomsky’nin 1990'lı yılların başından bu yana yaptığı güncel teorilerden en fazla kullanılan, talep edilen teori ‘Evrensel Dilbilgisi'dir. Dilbilgisel esaslar dillerde belirlenir ve doğuştan gelen bir yetenekle parametreler vasıtasıyla beyinde kategorize edilir. Bu parametrelere bağlı olarak diller dilbilgisel niteliklerini gösterir ki bunlar artık ek olarak öğrenilmez. Chomsky'nin çocukların dil öğrenimi ile ilgili araştırmaları da vardır. Bir dil öğrenmeye başlayan bir çocuk, öncelikle dilin sözcüksel yapılarını ve morfemlerini edinir. Chomsky'nin yaklaşımları birden çok gözlemlerle beslenmiştir. Ona hayret verici gelen, çocukların dil öğrenme hızıdır. Devamında, Dünya'nın her yerinde çocukların benzer bir şekilde dil öğrendiğini fark etmiştir. Buna bağlı olarak da yine Dünya'nın her yerinde çocukların dil öğrenirken benzer hatalar yaptığını tespit etmiştir. Chomsky'nin düşünceleri çocuk dilleri üzerine araştırma yapan alanlarda çok büyük bir etkiye sahiptir. Yine bu alanda araştırma yapan bilim insanlarını her ne kadar bazen zıt düşünceler olsa da etkilemiştir. Üretici gramer. Chomsky'nin genellikle üretici gramer olarak adlandırılan sözdizimi teorisi, özellikle Amerika Birleşik Devletleri dışında yer alan bilim insanları tarafından tartışılmıştır Chomsky'nin sözdizimsel analizleri son derece soyut ifadelerdir. Bu analizler somut dillerdeki dilbilgisel olan ve olmayan modellerin sınırlarının özenli bir şekilde incelenmesine dayanır. Bunun gibi dilbilgisel hükümler anadil konuşucusunda bulunur. Dolayısıyla dilbilimciler anadil üzerine yoğunlaşır veya Dünya'da akıcı bir şekilde hüküm süren İngilizce, Fransızca, Almanca, Hollandaca, İtalyanca, Japonca veya Çince gibi dillere odaklanırlar. Bazen üretici dil analizleri bir dil üzerine uygulandığında ve önceden üzerinde çalışılmamışsa, beklenildiğinin tam tersine başarısızlıkla sonuçlanabilir. Yeni bir dil araştırılırken, Üretici Gramer'in taslağı üzerinde sayısız düzeltmeler yapılabilir. Evrensel dile yönelik (bütün dillerde olan ifadeler) talepler zamanla artmaktadır. Örneğin 1990'lı yıllarda Kayne'nin büyün dillerde ortak özne, fiil, nesne düzeninin olması önerisi, 1960'lı yıllarda akla uygun olmayan bir öneriydi. İşlevsel – tipolojik anlayış veya dil tipolojilerine yönelik görüşler, dillerin çeşitliliğine yönelik araştırmaların odak noktası olmuştur. Chomsky'nin başlangıcını sağladığı bu teori zamanla yeni araştırmalarla genişletilerek bu metodu takip etmek için ana dilde araştırmalar yapılmış ve zamanla kullanılan dillerde imgeler bulunmuştur. Chomsky Hiyerarşisi. Chomsky her ne kadar insan dillerini anlamada anahtar kişi olarak görünse de, aslında biçimsel diller üzerindeki çalışmalarıyla tanınmıştır. Onun hiyerarşisi, biçimsel dil bilgisinde oluşan ifade güçlüklerini kategorize eder. Her sınıf, biçimsel dillerde söz öbekleriyle başka cümlecikler oluşturabilir. Chomsky, hiyerarşisinde dilin bazı yönlerinin sınıflandırılması için daha zorlayıcı ve karmaşık dil bilgisi yapılarının olması gerektiğini savunmuştur. Örneğin; düzenli bir dil, İngilizce morfolojisini (biçimbilim) tanımlayabiliyor iken, İngilizce sözdizimini tanımlamakta yetersiz kalmıştır. Chomsky Hiyerarşisi dilbilimde teorik bilgiler sağlaması yönünden ön plana çıkması ile beraber şekil benzerliği ve dilbilimdeki bu tür konularla ilgili bilgisayar teorilerinde de büyük önem taşır. Chomsky’nin dilbilim teorilerine karşı oluşan görüşler. Chomsky dilbilim alanında görüşleriyle en gözde kuramcı olmasına rağmen, bu alanda yaptığı araştırmalar ve görüşleri ile sürekli eleştiri almıştır. Chomsky'nin görüşlerine alternatif olarak önde gelen dilbilimciler George Lakoff ve Mark Johnson'dur. Bu iki dilbilimcinin bilişsel dilbilimsel çalışmaları, Chomsky'nin öncülüğünü yaptığı teorilerin ilerlemesinde önemli rol oynamıştır, ancak bazı çizgilerde belirgin bir şekilde Chomsky'nin görüşlerinden uzak kalmıştır. Lakoff ve Johnson özellikle Chomsky'nin teorilerindeki yeni kartezyenci eklemeleri reddetmişlerdir ve teorilerde ne kadar algı sunulmuşsa da Chomsky'nin tarafında bulunmamayı tercih etmişlerdir. Konnektivistler, psikoloji alanında Chomsky'nin teorilerine karşılık olarak yeni fikir hareketleri başlatmışlardır. Ludwig Wittgenstein, Saul Kripke gibi filozoflar Chomsky'nin Hümanist algılara yönelik görüşlerini yalanlamışlar ve bazı kesimleri olumsuz yönde etkilemişlerdir. Buna benzer olarak filozoflar Chomsky'nin soyut, akılcı görüşlerini görüngüsel, varoluşçu ve yapısal terimlerle kabul etmemişlerdir. Chomsky'e karşı oluşturulan zıt kutupların başında Hubert Dreyfus'dur. Dreyfus yapay zekâ kavramına karşı bitmez tükenmez eleştirileri ile tanınır. Chomsky’nin psikolojiye katkıları. Chomsky'nin dilbilimsel eserleri 20. yüzyılda psikoloji alanındaki gelişmeleri de etkilemiştir. Onun Evrensel Dilbilgisi teorisi, yaşadığı dönemdeki davranışçı teorilere karşı meydan okuma olarak ve çocukların dili öğrenme evresi, dile karşı olan dil yetisini anlamaya yönelik bir teori olarak kabul edilmiştir. 1959 yılında B. F. Skinner'in kitabı olan Verbal Behaviour'a karşılık bir kitap yazmış ve görüşlerini ortaya koymuştur. Bu kitapta önde gelen davranış bilimcilerden ve dilsel davranışlardan bahsedilmektedir. Chomsky'nin Skinner'in çalışmalarına yönelik eleştirileri psikolojide bilişsel olarak bir dönüm noktası olmuştur. Kitabı ‘Cartesianische Linguistik’te (Kartezyenci Linguistik) ve sonraki çalışmalarında Chomsky insanların dil yetisini anlamaya ve geliştirmeye yönelik çalışmalar yaptı ve bu çalışmalar psikolojinin diğer alanlarında model olarak kullanılmış, geliştirilmiştir. Günümüzde kullanılan çoğu kavram Chomsky’nin öncülüğü sayesinde elde edilmiştir. Öncelikle burada üç ayrı çekirdek düşünce vardır: Birincisinde Chomsky aklın bilişsel olduğunu ileri sürmektedir. Bu demek oluyor ki zihinsel durumlar, örneğin kanı ve şüphe gibi duygular içermektedir. Chomsky’nin görüşünden önce ortaya konulan teorilerde bu tür düşünceler tartışmalarla reddedilmişti. Sebep, etki ve ilişki bağlamında bu tür düşüncelerin boşuna olduğu belirtildi. Örneğin ‘sen bana X isteyip istemediğimi sorarsan, ben sana Y söyleyeceğim’ diyerek bunu somutlaştırmıştır. Burada Chomsky eylemlerin inanç ve bilinçsizlikle yapılmasından çok aklı anlamanın önemine dikkat çekmiştir. İkincisinde ise Chomsky zamanla gelişen aklın büyük bir kısmının doğuştan gelen bir yetiyle donanımlı olduğunu savunmaktadır. Hiçbir bebek dil bilerek Dünya'ya gelmemiştir, ancak doğuştan gelen bir dil öğrenme yetisiyle doğar ve zamanla bu yeti birkaç dil öğrenme seviyesine yükselir. Dilbiliminde Chomsky'nin bu tezleri dilbilimsel zekâ olarak da tanımlanır. Psikologlar sonradan bu tezleri dilin farklı alanlarında uygulamaya koymuşlar ve geliştirmişlerdir. Harvard Üniversitesi’nde psikolog olan Marc Hauser, Chomsky’nin görüşlerini temel alarak insanın dil güdüsüyle beraber benzer olarak ruh güdüsünü de doğuştan kazandığını iddia etmiştir. Yeni doğan birinin aklı bugün tanımlanamaz bir yapraktan başka bir şey değildir. Chomsky ve onun görüşlerini benimseyen, takip eden bilim insanları uzun bir süre deneye dayalı tezler aracılığıyla ortaya konulan görüşleri reddetmişlerdir. ‘Önceden anlam da olmayan şeyin akılda da olmadığını’ ileri süren tezler insanların doğumdan sonra işlenmemiş bir beyne sahip olduklarını ileri sürmektedir. Son olarak Chomsky birimsellik kavramından aklın bilişsel mimarisi üzerine bazı kesin şemalar geliştirmiştir. Aklın özel yanılgı sistemleri yığıntılarından bir araya geldiğini savunmuştur. Bu tanımla Chomsky beyindeki her bilginin farklı bilişsel işlemlerle geri geldiğini savunan eski görüşlerden farkını ortaya koymuştur. Chomsky’nin siyasî profili. 1960'lı yıllardan itibaren Chomsky Dünya politikalarındaki görüşlerini açıkça ifade etmeye ve yazıya dökmeye başladı. 1964 yılında ilk olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam’daki müdahalesine karşı çıkarak politik görüşlerini belirtti. 1969 yılında Vietnam Savaşı’na karşı oluşumların yapılanmasında etkili olan bir yazı dizisi olan derleme şeklindeki kitabı ‘"Amerika und die neuen Mandarine"’yi (Amerika ve Yeni Mandarin) yayımladı. Bununla beraber Chomsky’nin savaşlara ve Amerika’nın dış politikasına olan karşıt tutumu Küba’da, Haiti’de, Nikaragua’da, Arap – İsrail çatışmalarında ve Körfez ve Kosova Savaşları’nda yapılan kıyımı, insan haksızlığı durumunu gözler önüne serdi. Bu tutum ayrıca küreselleşmeye ve yeni oluşan liberalleşme akımlarına da karşı çıkmıştır. Chomsky bugün dilbilimdeki yadsınamaz katkılarıyla beraber Amerika’nın dış politikalarında zamanın en önemli muhaliflerinden birisidir ve haksız politik düzenlemelere ve medyanın, yönetimi destekleyen tutumuna her daim karşı çıkmıştır. Chomsky'ye göre medyayı anlamak için önce medyanın toplumsal yapı içerisindeki yerine bakmak gerekir. Chomsky, kendisinin kişisel görevini aydınlanma ve klasik liberalizmden kökenini alan geleneksel anarşist olarak tanımlar. Anarşist sendikalarına ve işçi haklarını önemseyen ‘Dünya'nın Endüstri İşçileri’ sendikalarına eğilim göstermiştir ve bu işçi sendikasının bir üyesidir. Saygın kişilere verdiği ödülleriyle adını duyuran The New York Times Book Review'de Chomsky bir kez ‘Günümüzün önemli entelektüeli’ seçildi. Noam Chomsky bununla ilgili bir konuşma yaptı: ‘Alıntı bir yayınevi tarafından yayınlandı, tabiî ki insan çok iyi bir şekilde okumalı’ der ve sözlerine şöyle devam eder: ‘Eğer bu çöküntü durumu olmasaydı, insan Amerika’nın dış politikaları ile ilgili saçmalıklar hakkında nasıl yazabilirdi?’ Bu eklemeleri kimse asla alıntı yapmaz, ama dürüst olmak gerekirse: ‘O olmasaydı inanıyorum ki yanlış bir şeyler yapardım.’ Chomsky politik yazılarından dolayı ‘Dünya'nın en fazla alıntı yapılan bireyi’ olarak kabul edilmektedir. Ayrıca Dünya üzerindeki kutuplaşma ve küreselleşmelere yönelik eleştirileri ile öncü bir düşünür sayılmaktadır. Diğer eleştirmenler siyah ve beyaz renklerin oluşturduğu ve baskıların olduğu bir Dünya resmî çizdiği için Chomsky'i acımasız bir şekilde suçlamışlardır. Onlar Amerika ve İsrail’in haksız yere barışı sağladığını öne sürmüşlerdir. Ancak Chomsky her zaman Amerika ve İsrail’in Dünya'ya adalet ve barışı tam olarak sağlamadığını savunmuştur. 2001 yılında Chomsky Dünya'ca bilinen grup olan Rage Against the Machine ile politika konusunda Meksika’da bir röportaj yaptı. Bu röportajın kayıtları Konzert The Battle of Mexico’da DVD ve VHS formatında yayınlandı. 2008 yılında ise Chomsky seçimlerde bağımsız başkan adayı Ralph Nader’i destekledi. Ayrıca Barack Obama’yı desteklemeyen kesimlerdeki insanları John McCain’e karşı Barack Obama’ya oy vermeleri için yöneltme çalışmaları yaptı. Tabii ki Chomsky bu davranışları ile anarşist kesimden büyük bir tepki aldı. Chomsky, Türkiye'nin güneydoğu illerinde süregelen sokağa çıkma yasaklarının ve şiddetin bir an önce son bulmasını talep eden akademisyen ve araştırmacılardan oluşan bir inisiyatif olan Barış İçin Akademisyenler inisiyatifinin bildirisine imza atan 1128 akademisyen arasındadır. Faurisson tartışması. 1980'li yılların başında Fransa’da bir tartışma ortamı doğdu. Sebep olarak Chomsky’nin 1978 yılında gerçekleşen Yahudi soykırımı ve Fransız edebiyat profesörü Robert Faurisson’nun konuşma özgürlüğünün savunmasını talep etmesi ile ilgili 1979 sonbaharında Serge Thion’dan gerekçe istemesi görülmektedir. Faurisson 1978 ve 1979 yılında Le Monde’de soykırımda kullanılan gaz ocaklarının varlığını inkâr eden makaleler yayınlamıştı. Sonrasında iftira ve yabancı ırklara duyulan nefrete çağrı niteliğindeki yazılarından dolayı üç aylık bir cezaya çarptırıldı ve 21.000 frank değerinde para cezasına mahkûm edildi. Yahudi soyundan gelen Chomsky, soykırım ile ilgili görüşleri Faurisson’un görüşleri ile zıt olmasına ve Faurisson’un Yahudi düşmanı ve Neonazi olduğunu bilmesine rağmen onun, konuşma özgürlüğü için çaba sarf ettiğini biliyordu. Sonradan Chomsky şunu fark etti ki insan özgür demeçler için bazen ‘en çirkin düşünceler’ için çaba sarf edebilir ve bu yüzyıllık eski bir prensiptir. Aşağıda da kitabından bu düşünce ile ilgili küçük bir kesit verilmiştir. "Yıllardır, hatta yüzyıllardır, özellikle de söz konusu olan, korkunç fikirler ise, düşüncenin özgürce ifade hakkının hiç şaşmadan sürekli savunulması bir zorunluluktur; özgür ifade hakkını, bunu hiç aramayanlar adına savunmak oldukça kolaydır". Chomsky bu cümleleri konuşma özgürlüğü ile ilgili metinlerinde kullanmıştır. Kitabı için önsöz olarak kullanacak herkese serbest kullanım iznini vermiştir. Bu tutumu yeni sansasyonlar yaratmıştır ve Faurisson tarafından kınamalar almıştır. Ayrıca tarihçi Pierre Vidal- Naquet ek olarak Chomsky'i suçlamıştır. Beraberinde Faurisson'u da Chomsky'nin iddialarına saygısız bir şekilde cevap verdiği için suçlamıştır. Chomsky'nin Almanya'da Kabul Görmesi. Chomsky'nin devletlerarasında olup biten çekişmeler üzerine yazdığı politik yazıları Almanya'da ilk olarak Suhrkamp Yayınları'nda yayınlanmıştır; ancak Chomsky'nin yazıları 1980'li yıllardan itibaren orada bir daha yayınlanmamıştır. Chomsky, 1990'lı yılların sonlarına doğru tekrar ortaya çıkmak için Almanya’da politika eleştirmeni olarak baskın kültürün ufkundan tamamen ortadan kaybolmuştur. Chomsky, Amerika’da da Avrupa ile kıyaslanabilinir şekilde kabul görmüştür. Küreselleşmeye karşıt hareketleriyle tekrar medyada ilgi çekene ve kitapları bütün Avrupa’da yayımlanana kadar Schwarzer Faden, Dinge Der Zeit gibi bazı küçük sol gazetelerde yazılar yazmıştır. Chomsky’nin Dilbilimsel Çalışmaları, özellikle Cartesian dilindeki Wilhelm von Humboldt’a Çağrısı, yayımlanmasının hemen ardından felsefi ve tarihi otoritelerden yoğun eleştiri almıştır. Chomsky, Dilbilimi çalışmaları ve Amerika’nın dış politikaları üzerine sergilediği muhalif görüşlerin yanı sıra Türkiye’de yayınlanan ve toplatılan “Amerikan Müdahaleciliği” isimli kitabından dolayı Türkiye ile yakın temaslarda bulunarak seminerler vermiştir. Bibliyografya. Bilgisayar bilimleri. Chomsky (1956). Three models for the description of language. I. R. E. Transactions on Information Theory, vol. IT-2, no. 3: 113-24. Biyografiler. Türkçe Çeviriler Alıntılar (çeviri). "“Entelektüel olmak herkese bir çağrıdır: Bu şu anlama geliyor, insanlık için önemli olan sorunları çözmede herkesin kendi aklını kullanması. Bazı insanlar yöneldikleri doğrultuda yol almak için yeterince konformisttir, güçlüdür ve ayrıcalıklıdır. Bu durumda kimse, hiçbir şekilde bir taksi şoföründen daha entelektüel olamaz. Bu taksi şoförü tesadüf eseri aynı şeyleri düşünen ve muhtemelen daha akıllı, ama daha az yüzeysel olan birisidir, çünkü bu gücün bir sorunudur."" - NOAM CHOMSKY, 2002 (İng.) (14) "“…Demokratik toplumların halkı, manipülasyon ve dıştan kontrol edilmeyi önlemek amacıyla aklî öz savunma için kurlar aramalı…”" - NOAM CHOMSKY, IN MEDIACONTROL.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1554", "len_data": 24434, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.75 }
David Paul Cronenberg (d. 15 Mart 1943), Kanadalı sinemacı. Hayatı. David Cronenberg 1943 yılında Toronto, Ontario, Kanada'da gazeteci bir baba ve piyanist bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçük yaşlarda edebiyat ve müzik alanlarındaki yeteneğiyle dikkat çekti. Üniversite eğitimine başlamadan önce yazdığı pek çok karanlık hikâye çeşitli yerlerde yayınlandı. Toronto Üniversitesi Fen bilimleri bölümünde yüksek tahsiline başladı. Daha sonra bu bölümden ayrılıp aynı okulun edebiyat bölümüne geçti. Bu yıllarda yaptığı "Transfer" (1966), "From the Drain" (1967), "Stereo" (1969) ve "Crimes of the Future" (1970) adlı kısa filmler ile sinemaya başladı. Televizyon dizileri için teklifler aldı. İlk uzun metrajlı filmi olan "They Came From Within" (1975) kurbanlarının cinsel arzularını kontrol edemez hale getiren bir parazit türünün anlatıldığı, dönem için normal sayılamayacak bir filmdi. Bu sebeple Cronenberg film için ödenek sıkıntısı çekti. Masrafların yarısını ödemesi için bazı yapımcıları ikna etti. Benzer bir konuyu ele aldığı filmi "Rabid" ("Kuduz" - 1977) ve değişime uğramış çocukları temel alan, ancak değişimin esas sebebinin nefret olduğunun anlatıldığı "The Brood" (1979) filmleri ile adını duyurdu. 1983 yılında çektiği Videodrome ile televizyon izleyicilerinin aslında televizyon dalgaları aracılığıyla yayılan elektrik sinyalleriyle, kurgusal ve yapay bir dünyaya çekildiği tezini aktarırken, önemli toplumsal sorunlara ve histerilere de değindi. Bu başarılı bağımsız yapımları ile Hollywood yapımcılarının dikkatini çekti ve daha popüler görünen "The Dead Zone" ("Kör Nokta" - 1983, Stephen King'in romanından uyarlama) ve "The Fly" ("Sinek" - 1986, 1956 yapımı aynı adlı filmin yeniden çekimi) filmleri ile adını duyurmaya ve sıradan bir yönetmenden daha fazlası olduğunu göstermeye başladı. Daha geniş bir kitleye hitap etme fırsatını bulduğu bu dönemde, kendi tarzının en başarılı filmlerinden biri olan "Dead Ringers" ("Ölü İkizler" - 1988) adlı yapıma imza attı. 1991 yılında ise filme çekilemez denilen, William Burroughs romanı Naked Lunch'ı ("Muhteşem Yemek" - 1991) kendi özgün tarzında perdeye aktardı. Bunu diğer filmlerine göre daha az ilgi çeken ve ünlü bir Broadway müzikalinden uyarlanan "M. Butterfly" takip etti. 1996 yılında "Crash" ("Çarpışma") ve 1999 yılında "eXistenZ" ("vAroluŞ") filmleri ile "Videodrome" ile değindiği konulara benzer hikâyeleri perdeye taşıdı. "Crash" ile trafik kazaları ile cinsel hazlarının doruğa çıktığına inanan bir grup insanı, "eXistenZ" ile de hayatımıza bir daha çıkmamak üzere giren bilgisayarlar ve sanal dünyalarda geçen bilgisayar oyunlarının geleceğini anlatan Cronenberg, her filminde olduğu gibi bu filmlerinde de üzerinde düşünülmesi gereken sahneler ile mesajlar taşıyan öyküleri ile tarzının doruğuna çıktı. 2002 yılında kendi imkânlarıyla, düşük bir bütçe ile çektiği "Spider" ("Örümcek") filminde daha kişisel ve karanlık bir öyküyü, etkileyici bir biçimde izleyicisine sundu. David Cronenberg, filmlerinde sürekli anlatmaya çalıştığı, her zaman savunduğu ve çok da ütopik olmayan fikirleri, karanlık ve ürkütücü mizansenleriyle ve kostüm, müzik gibi öğeleri ustaca kullanmasıyla çoğu bilimkurgu, korku yönetmeninden farklı bir yerdedir. "Bedensel Korku" diyebileceğimiz bir türün öncüsü olarak, makineler, yapay biyolojik etkenler, değişime uğratılmış parazitler gibi insan kaynaklı tehlikelerin, yine insanı zihinsel ve en önemlisi bedensel olarak bambaşka bir varlığa dönüştürmesini anlatırken, yarattığı her sahnenin arkasına bir anlam gizleyerek filmlerinin üzerinde düşünülmesini sağlamaktadır. Bu bağlamda her zaman sözünü ettiği ve savunduğu "New Flesh" ("Yeni Beden") kavramını geniş kitlelere ulaştırmaktadır. Bilimin insan tarafından doğal işleyişi saptırmak için bir araç olarak kullanımını ne kadar büyük sorunlara yol açabileceğini Cronenberg filmlerinde görebiliriz. Sonraki dönemlerinde ise bu kavramların beden, kan gibi organik yapılarla gösteriminden çok felsefi ve psikolojik anlatımlar ile sunulduğunu ve her iki yöntem ile de başarılı olduğu söylenebilir. Kariyeri. 1969–1979: Sinema çıkışı ve ilk çalışmaları İki kısa skeç filmi ve iki kısa sanat filmi (siyah-beyaz Stereo ve renkli Crimes of the Future) yaptıktan sonra Cronenberg, Ivan Reitman ile ortak oldu. 1970’ler boyunca Kanada hükümeti filmlerine finanse etti. Bu dönemde, Shivers (1975) ve Rabid (1977) gibi imzası haline gelen “vücut korkusu” (body horror) türündeki filmlere odaklandı. Rabid, oyuncu Marilyn Chambers’a değişik bir türde oyunculuk imkânı sundu; aslında Cronenberg’in bu rol için ilk tercihi o zamanlar pek de tanınmayan Sissy Spacek’ti. Rabid, uluslararası yayıncılar için bir dönüm noktası oldu ve ardından gelen korku filmi The Brood (1979) daha güçlü destek gördü. Yine de, Rabid ile The Brood arasında Fast Company (1979) adlı projeyi çekerek çeşitlilik gösterdi. Bu film, araba yarışlarına ve motorcu çetelerine olan ilgisini yansıtıyordu. 1981–1988: Atılımı ve takdir kazanma 1981 yılında Cronenberg, bilim kurgu-korku filmi Scanners’ı yönetti. Filmde, “scanner” olarak adlandırılan karakterler olağandışı telepatik ve telekinetik güçlere sahiptir. Film, zamanla bir kült klasiğe dönüştü. Ardından James Woods’un başrolünde oynadığı bir diğer bilim kurgu-korku filmi olan Videodrome (1983) geldi. Film, Universal Pictures tarafından yayınlandı. The New York Times yazarı Janet Maslin, filmin “yenilikçi” olduğunu belirtmiş ve Woods’un performansını “keskin bir gerçeklik hissi” olarak övmüştür. Aynı yıl Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanan ve Christopher Walken’ın başrolünde oynadığı The Dead Zone (1983) filmini yönetti. Cronenberg, The Fly (1986) adındaki filmi yönetti. Jeff Goldblum ve Geena Davis’in başrolünde yer aldığı film, George Langelaan’ın 1957 tarihli kısa hikâyesine ve 1958 yapımı aynı adlı filme dayanıyordu. 20th Century Fox tarafından dağıtılan film, 60 milyon dolarlık gişe hasılatıyla büyük bir başarı elde etti. Cronenberg genellikle büyük bütçeli, ana akım Hollywood yapımlarında çalışmasa da zaman zaman bu dünyaya yaklaşmıştır. Bir dönem Return of the Jedi (1983) için George Lucas tarafından yönetmen adayı olarak düşünülmüştü, ancak teklifi geri çevirmiştir. The Empire Strikes Back (1980) filminin görüntü yönetmeni Peter Suschitzky’ydi ve Cronenberg, bu filmin “gerçekten iyi görünen tek Star Wars filmi” olduğunu söylemiş, bu yüzden Dead Ringers (1988) filminde onunla çalışmak istemiştir. Dead Ringers filminden bu yana, Cronenberg tüm filmlerinde Suschitzky ile çalışmıştır (bknz: Yönetmen ve görüntü yönetmeni işbirlikleri listesi). Ayrıca The Brood (1979) filminden bu yana besteci Howard Shore ile (istisna: The Dead Zone, 1983 — Michael Kamen tarafından bestelenmiştir) iş birliği yapmaktadır. Diğer düzenli ortaklar arasında oyuncu Robert A. Silverman, sanat yönetmeni (aynı zamanda kız kardeşi) Carol Spier, ses kurgucusu Bryan Day, film editörü Ronald Sanders, kostüm tasarımcısı ve kız kardeşi Denise Cronenberg ve 1979’dan 1988’e kadar görüntü yönetmeni Mark Irwin yer almaktadır. 2008 yılında ise Cronenberg, Howard Shore’un ilk operası olan The Fly’ı sahnelemiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1558", "len_data": 7120, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.48 }
Bilişsel bilim, zihin ve zekânın işleyişini ele alan, zeki sistemlerin dinamiklerini ve yapılarını araştıran disiplinler arası bir yaklaşımdır. Çok geniş bir alanı kapsamasından ötürü bilişsel bilim alanında çalışan araştırmacıların bilişsel psikoloji, dil bilimi, sinir bilimi, yapay zekâ, antropoloji ve felsefe gibi alanlarda temel bilgilere sahip olması beklenir. Bilişin (geniş anlamda) doğasını, görevlerini ve işlevlerini inceler. Bilişsel bilimciler, sinir sisteminin bilgiyi (information) nasıl temsil ettikleri (represent), işledikleri(process) ve dönüştürdükleri (transform) üzerinde durarak zekayı ve davranışı araştırır. Bilişsel bilimcilerin ilgilendikleri zihinsel fakülteler (mental faculties) dil, algı, hafıza, dikkat, akıl yürütme ve duyguyu içerir. Bu fakülteleri anlamak için bilişsel bilimciler dilbilim, psikoloji, yapay zeka, felsefe, nörobilim ve antropoloji gibi alanlardan yararlanır. Bilişsel bilimin tipik bir analizi öğrenmeden karar vermeye ve mantığa; nöral ağlardan modüler beyin organizasyonuna kadar, pek çok organizasyon seviyesini kapsar. Bilişsel bilimin en temel mefhumlarından biri "düşünme, en iyi şekilde, zihindeki temsili yapılar (representational structures) ve onlar üzerinde gerçekleşen işlemsel (computational) süreçler açısından anlaşılabilir.”dir. Bilişsel bilim insanlarda, hayvanlarda ve makinelerdeki bilişin disiplinlerarası çalışılmasıdır. Psikoloji, bilgisayar bilimi, nörobilim, antropoloji, dilbilim ve felsefenin geleneksel disiplinlerini bir araya getirir. Bilişsel bilimin amacı, zihnin ve öğrenmenin daha iyi anlaşılmasının zeki araçlar geliştirmemize yol açacağı umuduyla zekanın temel prensiplerini anlamaktır. Bilişsel bilim 1950'lerde bilişsel devrim olarak isimlendirilen entelektüel bir hareket olarak başlamıştır. Bilişselci yaklaşımın savunucuları, davranışçı yaklaşımın görüşlerini eleştirirler. Davranışçılığın bilimsel düşünceye hakim olduğu bir dönemde, 1950'lerin sonunda Noam Chomsky'nin dilin doğuştanlığını vurgulaması, zihin ve beyin araştırmalarında önemli bir dönüm noktasıdır. Davranışçılar, dili bir alışkanlık kazanma süreci olarak tanımlarken, Chomsky, dilin biyolojik bir temeli olduğunu, doğuştan gelen bir yetinin, sosyal ortamda süreç içinde edinime dönüştüğünü ileri sürmüştür. İlkeler. Analiz Seviyeleri. Bilişsel bilimin temel ilkelerinden biri “zihnin/beynin tam olarak kavranması tek bir seviyenin çalışılması ile mümkün olamaz”dır. Bir telefon numarasını ezberlemek ve daha sonra onu hatırlamak bir misal olabilir. Zihinsel bir süreci anlamak için kullanılabilecek yaklaşımlardan biri doğrudan veya natüralistik gözlem ile davranışı incelemek olabilir. Örneğin, birisine bir telefon numarası sunulur ve bir süre sonra bu kişiden sunulan telefon numarasını hatırlaması istenilebilir; daha sonrasında cevabının doğruluğu ölçülebilir. Bilişsel beceriyi ölçmek için kullanılabilecek bir diğer yaklaşım ise kişinin telefon numarasını hatırlamaya çalışıyorken ateşlenen nöronlarını incelemek olabilir. Bu iki deneyden hiçbiri, kendi başlarına, bir telefon numarasını hatırlama sürecinin nasıl gerçekleştiğini tam olarak açıklayamaz. Beyindeki her bir nöronu anbean eşleştirmek gibi bir teknoloji elimizde olsaydı ve her nöronun ne zaman ateşlendiği bilinebiliyor olsaydı dahi nöronların ateşlenmelerinin gözlemlenmiş davranışa nasıl evrildiğini bilmek imkansız olurdu. Dolayısıyla bu iki seviyenin birbiriyle nasıl etkileştiğini anlamak bilişsel bilim için bir zorunluluk. "The Embodied Mind: Cognitive Science and Human Experience" ‘ta da bahsedildiği üzere “zihnin yeni bilimleri ufuklarını, hem yaşanmış insani tecrübeleri hem de insani tecrübeye içkin dönüşüm ihtimallerini kapsayacak şekilde genişletmelidir.” Bu ancak söz konusu sürecin işlevsel bir açıklaması ile sağlanabilir. Spesifik bir fenomeni pek çok seviyeden çalışmak, spesifik bir davranışa yol açan beyindeki süreçleri daha iyi anlamamıza yol açar. Marr üç seviyeli bir analiz şemasını şöyle betimlemiştir: Disiplinlerarası Doğası. Bilişsel bilim, psikoloji, nörobilim, dilbilim, zihin felsefesi, bilgisayar bilimi, antropoloji ve biyoloji de dahil, pek çok alanın katkılarıyla beraber disiplinlerarası bir alandır. Bilişsel bilimciler kolektif olarak zihni ve onu çevreleyen dünya ile etkileşimini anlama umuduyla çalışır. Alan fiziksel bilimlerle tutarlı bilimsel metodunun yanı sıra simülasyon ve modelleme de kullanır, sıklıkla da modellerin çıktılarını insan bilişi ile kıyaslar. Psikoloji alanına benzer olarak, birleşik bir bilişsel bilim olduğuna dair biraz şüphe vardır ki bu kimi araştırmacıları “bilişsel bilimler” çoğul kelime öbeğini tercih etmeye itmiştir. Kendini bilişsel bilimci olarak görenlerin çoğu, ama hepsi değil, zihne dair işlevselci (functionalist) bir görüşe – zihinsel durumlar (mental states) ve süreçler işlevleriyle açıklanmalıdır görüşü – sahiptir. İşlevselciliğin çoklu gerçekleştirilebilirlik (multiple realizability) görüşüne göre, robotlar ve bilgisayarlar gibi gayrı-insan sistemlerin bile bilişe sahip olduğu söylenebilir. "Bilişsel" Terimi. “Bilişsel bilim”deki “bilişsel (cognitive)” terimi “net olarak incelenebilen herhangi bir zihinsel süreç ya da yapı” anlamında kullanılıyor (Lakoff ve Johnson, 1999). Bu kavramsallaştırma oldukça geniştir ve “bilişsel” kelimesinin analitik felsefedeki kullanımıyla karıştırılmamalıdır. Analitik felsefede “bilişsel” yalnızca formel kurallarla ve doğruluk koşullu semantik (truth conditional semantics) ile ilgilidir. Oxford İngilizce Sözlüğü’ndeki “bilişsel” kelimesi için ilk girdi, kabaca, “bilme eylemi ya da sürecine ilişkin” anlamına sahip olduğunu söylüyor. 1586'dan olan bu ilk girdi, Platonik bilgi teorileri tartışmaları bağlamında bu kelimenin kullanıldığını gösteriyor. Kapsamı. Bilişsel bilim bilişe dair geniş bir yelpazedeki konuları kapsıyor. Fakat, bilişsel bilimin, zihnin doğası ve süreçleriyle ilgili olabilecek her şeyle eşit düzeyde ilgilenmediğini ayrımsamak gerekir. Filozoflar arasında, klasik kognitivistler (classical cognitivists) sosyal ve kültürel faktörleri, duyguyu, bilinci, hayvan bilişini, karşılaştırmalı ve evrimsel psikoloji çalışmalarını nispeten önemsiz görürler. Ancak davranışçılığın yavaş yavaş popülerliğini yitirmesiyle beraber, duygulanım (affect) ve duygular (emotions) gibi içsel durumları da, farkındalık ve örtük dikkat (covert attention) gibi konular kadar çalışmak mümkün olmuştur. Örneğin, durumsal ve bedenleşmiş biliş (situated and embodied cognition) teorileri çevrenin etkilerini ve bedenin bilişteki rolünü de dikkate alır. Bilgi işleme (information processing) süreçleri üzerinde durulmaya başlanmasıyla beraber, psikolojinin en temel öğesi gözlemlenebilen davranıştan ziyade modelleme veya zihinsel durumlara dair alınan kayıtlar oldu. Yapay Zeka. Yapay zeka (YZ) makinelerdeki bilişsel olguları inceler. YZ'nin pratik amaçlarından bir tanesi insan zekasının çeşitli yönlerini bilgisayarlarla gerçekleştirebilmektir. Bilgisayarlar, bilişsel olguların araştırılmasında sıklıkla kullanılan araçlardır. İşlemsel modelleme insan zekasının nasıl yapılandığını araştırmak için simülasyonları kullanır. (Bkz. İşlemsel modelleme) Zihnin, küçük fakat tek başlarına işlevsiz yapıtaşlarının (mesela, nöronlar vb.) devasa bir ürünü olarak mı, yoksa semboller, yapılar, şemalar, planlar ve kurallar gibi daha yüksek seviye yapıların açısından mı daha iyi anlaşılabileceğine dair yapay zeka alanında bir tartışma olagelmiştir. Bahsettiğimiz ilk görüş, zihni araştırmak için bağlantıcılığı (connectionism) kullanırken, ikinci görüş ise sembolik işlemlemeler (symbolic computations) üzerinde durur. Konuya dair bir bakış açısı da, insan beynini tam olarak simüle etmenin, nöronları simüle etmeksizin mümkün olup olmadığıdır. Dikkat. Dikkat, önemli bilginin (information) diğerleri arasından seçilmesidir. İnsan zihni milyonlarca uyaranın bombardımanı altındadır ve bu bombardıman arasından hangi bilgileri (information) işleyeceğine (process) karar vermesini sağlayan bir mekanizma olmalıdır. Dikkat, kimi zaman bir spot lambası gibi görülebilir, yani bir kimse spot lambasını ancak belirli bir bilgi kümesi üzerine tutabilir. Bu metaforu destekleyen deneylerden bazıları dikotik dinleme (Cherry, 1957) ve istemdışı körlük (Mack ve Rock, 1998) çalışmalarıdır. Çift kulaklı dinlemede, katılımcılar her biri bir kulağa olmak üzere iki farklı mesajın “bombardımanına” tutulur ve mesajlardan yalnızca birine dikkat kesilmeleri istenir. Deneyin sonunda dikkat kesilmedikleri mesajın içeriğine dair bilgi vermeleri istendiğinde katılımcılar bunu yapamazlar. Problem Çözme. “Problem çözme” bir noktadan bir başka noktaya ulaşmanın hedef olduğu ve bunu yapmanın optimumum yolunun seçilmesi gerektiği durumları ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Günlük ve pratik süreçlerle ilgili olabilir, örneğin aritmetik, satranç oynamak veya bir seyahati planlamak gibi. Önceleri, yapay zeka çalışmalarının en çok odaklandıkları noktalardan biri makinelere problem çözme becerisi kazandırabilmekti. Bir başlangıç ve bir de hedef durum belirtilir. Makine için görev, hedefe giden yolu bulmaktır. Burada temelde iki yaklaşım vardır: Birincisinde program tüm farklı yolları deneyerek hedefe giden yolu bulmaya çalışır. Buna kaba kuvvet metodu denir (Brute Force Method). Bununla beraber NP-tam sorunlarda olası yolların sayısı o kadar yüksektir ki, bu yaklaşımın sınırlarına erişilir. Çünkü tüm yolları denemek ve sonuca ulaşıp ulaşmadığını görmek makinenin hesaplama kapasitesini aşar. Bu tarz durumlarda A* arama algoritması gibi höristik tarama kullanan algoritmalar gereklidir. Höristik tarama, denemeksizin en olası yolları taramak için bir yöntemdir. Böylece “denenmesi gereken” olası yolların sayısı makinenin hesaplama kapasitesi içinde tutulur. Höristik kullanarak çalışan ilk program Allen Newell ve Herbet A. Simon tarafından geliştirilen Genel Problem Çözücü’dür (General Problem Solver). GPS, Hanoi Kuleleri oyununu çözmeyi başarmış bir algoritmadır. Bu oyunda farklı boyutlarda üç disk ve bu disklerin takılı olduğu üç “kule” vardır. Oyunun en başında tüm bu diskler sol taraftaki kulededir ve oyun tüm diskler boyutlarına göre ve başka belli bir hedef kulede sıralandığında biter. Hanoi Kuleleri gibi oyunları çözmek yapay zekanın erken dönemlerinde popüler bir işti. Bunun neden burada yalnızca sınırlı sayıda eylemin mümkün olması ve öngörülemeyen olayların yaşanmamasıdır. Bu tarz kısıtlı bir çalışma sahası, bilişsel stratejilerin deneysel olarak da test edilebilmesini kolaylaştırdı. Bugünse çalışmalar bir restorana gidip sipariş vermek gibi karmaşık ve çeşitli açılardan öngörülemez süreçlerin gerçekleştirilmesine odaklanıyor. Bilişsel Mimariler. Bir bilişsel mimarinin amacı, bilişsel psikolojinin çeşitli alanlarından toplanan verileri bir bilgisayar modelinde bir araya getirmektir. Bunun için toplanan veriler bir bilgisayar modeline temel sağlayacak şekilde formalize edilmelidir. Oldukça ünlü üç bilişsel mimari ACT-R, SOAR ve EPIC'tir. Ayrıca bkz. Nöroinformatik Bilgi ve Dil İşleme. Bir dili öğrenmek ve anlamak aşırı derecede karmaşık bir süreçtir. Dil yaşamın ilk birkaç senesi içinde edinilir ve normal şartlarda tüm insanlar dili en iyi şekilde edinebilirler. Teorik dilbilimin majör temellerinden bir tanesi, dilin bu şekilde edinilebilmesi için soyut bir yapıya sahip olması gerekliliğinin keşfidir. Beynin dili nasıl işlediği sorusuna dair yapılan çalışmalardaki temel bazı araştırma soruları: (1) Dilsel bilginin (knowledge) ne kadarı doğuştan gelir, ne kadarı öğrenilir? (2) Neden yetişkinlerin ikinci bir dil edinmesi çocukların ana dillerini edinmelerinden daha zordur? (3) İnsanlar hiç görüp duymadıkları cümlelerle karşılaştıklarında bunları nasıl anlayabiliyorlar? Bilişsel bilimdeki dil işleme çalışmaları dilbilim alanını yakından ilgilendirmektedir. Dilbilim, geleneksel olarak, tarih, sanat ve edebiyatı da içerecek şekilde beşeri bilimlerin bir alt dalı olarak çalışılıyordu. Ancak Son 50-60 yıl içerisinde araştırmacılar dili, dil bilgisinin (knowledge) nasıl edinildiği, nasıl kullanıldığı ve tam olarak nelerden müteşekkil olduğu gibi soruları merkeze alarak bilişsel bir fenomen olarak inceliyorlar. Dilbilimciler, insanların oldukça karmaşık sistemler vasıtasıyla cümleler üretseler de, kendi konuşmalarını yönlendiren bu kuralların büyük oranda farkında olmadıklarını buldular. Dolayısıyla dilbilimciler, eğer böylesi kurallar gerçekten varsa, bu kuralların neler olduklarına dair dolaylı metotlar benimsemek zorunda kaldılar. Her halükarda, eğer konuşma kurallar tarafından yönlendiriliyorsa, bu kurallar bilinçli bir değerlendirmeye kapalılar. Öğrenme ve Gelişim. Öğrenme ve gelişim, bilgiyi (knowledge and information) zamanla edindiğimiz süreçlerdir. Bebekler ya çok az bilgiyle ya da bilgisiz doğarlar (bilginin nasıl tanımlandığına bağlı olarak değişebilir), ancak yine de hızlıca dili kullanma, yürüme, insanları ve objeleri tanıma gibi beceriler edinirler. Öğrenme ve gelişim alanındaki araştırmalar bu süreçlerin nasıl gerçekleştiğini açıklamayı hedefler. Bilişsel gelişim alanındaki majör sorulardan biri, becerilerin ne kadarının doğuştan olduğu ya da ne kadarının öğrenildiği sorusudur. Bu soru sıklıkla “doğa ve çevre tartışması” ismiyle adlandırılır. Nativist (doğuştancı) görüş, bir organizmanın belirli özelliklerinin doğuştan olduğunu ve genetik aktarımı dolayısıyla belirlendiğini vurgular. Emprist görüş ise belirli becerilerin çevreden öğrenildiğini belirtir. Her ne kadar bir çocuğun normal olarak gelişmesi için hem genetik hem de çevresel girdiler gerekse de, genetik bilginin bilişsel gelişime nasıl yol açtığına dair ciddi tartışmalar vardır. Dil edinimi alanında, örneğin, kimileri (örneğin Steven Pinker) evrensel gramer kurallarını içeren bilginin genetikte bulunması gerektiğini savunmuşken diğerleri (mesela Jeffrey Elman ve "Rethinking Innateness’"taki meslektaşları) Pinker'ın iddialarının biyolojik olarak gerçekçi olmadığını iddia etmişlerdir ve genlerin, bir öğrenme sisteminin mimarisini belirleyebileceğini ama gramerin nasıl çalıştığına dair spesifik “gerçeklerin (facts)” ancak tecrübe ile öğrenilebileceğini savundular. Hafıza. Hafıza, daha sonradan “çağırıp” kullanabilmemiz için bilgi depolamamızı sağlar. Hafızanın genelde uzun süreli (long-term) ve kısa süreli (short-term) olmak üzere iki öğeden oluştuğu düşünülür. Uzun süreli hafıza, bizim esnek zaman zarflarında (günler, haftalar, yıllar) bilgi depolayabilmemizi sağlar. Henüz uzun süreli hafızanın sınırlarını tam olarak bilmiyoruz. Kısa süreli hafıza ise kısa vadeli durumlarda (saniyeler veya dakikalar) bilgi depolamamızı sağlar. Ayrıca hafıza, sıklıkla bildirimsel (declarative) ve prosedürel (procedural) şeklinde de kategorize edilmiştir. Bildirimsel hafıza, (semantik (semantic) ve epizodik (episodic) hafıza alt kümelerine sahiptir) gerçekler ve spesifik bilgiler, spesifik anlamlar ve spesifik anıların depolandığı hafıza sistemidir (örneğin, “Elmalar yiyecek midir?” veya “Dört gün önce kahvaltıda ne yedim?”) Prosedürel hafıza ise bisiklet sürmek veya yüzmek gibi eylemlerimizi ve motor süreçlerimizi hatırlamamızı sağlar ve genellikle örtük bilgi veya örtük hafıza olarak da anılır. Bilişsel bilimciler hafızayı psikologların inceledikleri gibi inceleseler de odakları hafızanın bilişsel süreçlerle ilgisi üzerindedir. Bunun bir örneği, uzun süredir kullanılmamış, unutulmuş bir anıyı hatırlamak için ne gibi mental süreçlerin gerektiği veya bilişsel bir süreç olan tanıma (recognition) ile çağırma (recall) arasında ne gibi farklar olduğu olabilir. Algı ve eylem Algı (perception), duyular (sense) aracılığı ile bir bilgiyi edinme ve o bilgiyi bir şekilde işleme (process) becerisidir. Görme ve duyma çevremizi algılamamızı mümkün kılan iki baskın duyudur. Görsel algı alanındaki bazı çalışmalar: (1) Nesneleri nasıl tanıyabiliyoruz? (2) Herhangi bir birim zamanda çevrenin yalnızca bir kısmını görsek de onu nasıl süreğen (continuous) olarak algılayabiliyoruz? gibi soruları içerebilir örneğin. Görsel algıyı çalışmak için gerekli bir yol, insanların optik ilüzyonları nasıl işlediğine bakmaktır. Bir Necker kübü bistabilalgıya örnektir (percept), yani küp iki farklı yönden “algılanabilir”. Dokunsal, kokusal ve tatsal uyaranlar da algının alanındadır. Eylem (action) ise bir sistemin çıktısına göndermede bulunur. Eylem insanlarda motor tepkiler aracılığı ile sağlanır. Uzamsal planlama ve hareket, konuşma üretimi ve karmaşık motor hareketler eylemin (action) uzantılarıdır. Bilinç. Bilinç bir şeyin dışsal bir nesne mi yoksa kişinin kendisinden mi kaynaklandığının farkında olmaktır. Bilinç zihnin bir benlik hissine sahip olmasını veya bunu tecrübe edebilmesini sağlar. Araştırma Metotları. Bilişsel bilimde pek çok farklı metodoloji kullanılagelmiştir. Bilişsel bilim oldukça interdisipliner olduğundan bu alandaki araştırmalar sıklıkla psikoloji, nörobilim, bilgisayar bilimi ve sistemler teorisinden araştırma metotlarını bir araya getirir. Davranışsal Deneyler. Zeki bir davranışı neyin oluşturduğunu bilmek için davranışın kendisini incelemek zorundayız. Bu tür bir araştırma sahası bilişsel psikoloji ve psikofizik ile yakından ilişkilidir. Farklı uyaranlara verilen davraışlar tepkileri ölçerek o uyaranların nasıl işlendiğine dair bilgi edinebiliriz. Lewandowski ve Strohmetz (2009), davranışlar izler (behavioral traces), davranışsal gözlemler (behavioral observtions) ve davranışsal seçim (behavioral choice) dahil olmak üzere psikolojideki inovatif davranışsal ölçümlerin bir incelemesini yaptılar. Davranışsal izler, davranışın nasıl oluştuğuna dair bir parça delil olsa da davranışı gerçekleştiren özneye dair herhangi bir şey söylemezler. Davranışsal gözlemler ise öznenin davranışı gerçekleştirmesinin doğrudan gözlemlenmesidir. Bunu yanı sıra, davranışsal seçimler bir kimse iki ya da daha fazla seçenek arasından seçim yaptığı durumları kapsar. Beyin Görüntüleme. Beyin görüntüleme, beyin, çeşitli işlemler (task) gerçekleştiriyorken analiz edilmesidir. Bu bir davranış ile beyin fonksiyonunu birbiriyle ilişkilendirmemizi ve bilginin nasıl işlendiğini anlamamıza yardımcı olur. Farklı tür görüntüleme teknikleri zamansal (time-based) veya uzamsal (location-based) çözünürlükleri açısından çeşitlilik gösterirler. Betin görünüleme bilişsel nörobilimde sıklıkla kullanılır. İşlemsel Modelleme. İşlemsel modeller bir problemin matematiksel ve mantıksal olarak formalize edilmiş olmasını gerektirir. Bilgisayar modelleri zekanın farklı, genel ve spesifik niteliklerinin deneysel olarak doğrulanmasında ve simülasyonlarda kullanılır. İşlemsel modelleme spesifik bir bilişsel olgunun işlevsel organizasyonunu anlamamıza yardımcı olabilir. Bilişsel modellemeye yaklaşımlar aşağıdaki gibi kategorize edilebilir: (1) sembolik, zeki bir zihnin soyut zihinsel işlevlerinin semboller aracılığı ile ele alınması; (2) subsembolik, insan beyninin nöral ve ilişkisel nitelikleri açısından; ve (3) sembolik ve subsembolik kesişimindeki yaklaşımlar. Nörobiyolojik Metotlar. Doğrudan olarak nörobilimden veya nöropsikolojiden alınmış metotlar zekanın kimi yanlarını inceliyorken oldukça faydalı olabilirler. Bu metotlar zeki davranışın fiziksel sistemlerde nasıl “gerçekleştirildiğini” anlamamızı sağlar. Tarihi. Bilişsel bilim 1950'lerde bilişsel devrim olarak anılan entelektüel bir hareket olarak ortaya çıktı. Bilişsel bilim antik felsefe metinlerine değin izi sürülebilecek bir arka plana sahiptir (bkz. Platon’un Meno'su ve Aristoteles'in De Anima'sı); ki Descares, David Hume, Immanuel Kant, Benedict de Spinoza, Nicholas Malebransche, Pierre Cabanis, Leibniz ve John Locke gibi isimleri de kapsar. Fakat, her ne kadar bu erken dönem yazarlar zihnin felsefi olarak keşfine çokça katkı sağlamış ve bu çalışmalar nihayetinde psikolojinin gelişimine yol açmışsa da, bilişsel bilimcilerinkinden çok daha farklı bir araç ve temel kavram seti ile çalışıyorlardı. Modern bilişsel bilim kültürü, Warren McCulloch ve Walter Pitts gibi zihnin organizasyon prensiplerini anlamaya çalışan 1930'lardaki ve 1940'lardaki sibernetisistlere değin götürülebilir. McCulloch ve Pitts biyolojik nöral ağların yapısından esinlenilerek oluşturulmuş işlemleme modelleri olan şimdiki yapay nöral ağların ilk türünü geliştirmişlerdir. 1940'lar ve 1950'lerde işlemleme teorisinin (theory of computation) ve dijital bilgisayarların ortaya çıkması da oldukça önemli bir öncüldü. Kurt Gödel, Alonzo Church, Alan Turing ve John von Neumann bu gelişmelerde etkindiler. Modern bilgisayar ya da Von Neumann makinesi, hem zihne dair bir metafor olarak hem de bir inceleme aracı olarak, bilişsel bilimde merkezi bir rol oynayacaktı. Bilişsel bilim deneyleri akademik bir enstitüde ilk kez MIT Sloan İşletme Okulu'nda, psikoloji departmanında çalışan ve insan bilişini inceliyorken bilgisayar belleği modellerini kullanarak deneyler yapan J. C. R. Licklider önderliğinde gerçekleşmiştir. 1956 yılında MIT'de, Allen Newell, Herbert. A. Simon ve Marvin Minsky gibi yapay zekanın önderlerinin ve dilbilimci Noam Chomsky'nin katıldığı "Symposium on Information Theory" gerçekleşti. Chomsky davranışçılığa dair eleştirisini ve daha sonradan oldukça etkili olacak olan Dönüşümsel Gramer’ini (Transformational Grammar) sundu. Newell ve Simon ise ilk yapay zeka çalışmalarından sayılan Logic Theorist’i sundular. 1959 yılında, Noam Chomsky B. F. Skinner’ın Sözel Davranış (Verbal Behavior) kitabına dair çok sert bir inceleme yayınlandı. O dönemde, Skinner’ın davranışçı paradigması Amerika’daki psikoloji alanını domine etmişti. Çoğu psikolog, içsel temsiller hakkında hipotezler ortaya atmadan, uyaran ve tepki arasındaki işlevsel ilişkilere odaklanmıştı. Chomsky dili açıklayabilmek için, sadece içsel temsiller ileri sürmeyen ama aynı zamanda bu temsillerin altında yatan düzeni de izah eden üretici gramer gibi bir teoriye ihtiyacımız olduğunu iddia etti. "Bilişsel bilim" terimi, 1973 yılında, yapay zeka araştırmalarının o dönemki durumunu ele alan Lighhill raporuna yazdığı eleştirisinde Christopher Longuet-Higgins tarafından ilk kez kullanılmıştı. Aynı dönemde, Cognitive Science dergisi ve Cognitive Science Society kuruldu. Cognitive Science Society’nin kuruluş toplantısı Kaliforniya Üniversitesi, San Diego’da, 1979 yılında yapıldı. Bu toplantı bilişsel bilimin uluslararası olarak görünür bir girişim olmasını sağladı. Yöneticiliğini Neil Stillings’in yaptığı Hampshire Koleji bilişsel bilim alanındaki ilk lisans düzeyinde eğitim programını 1972’de başlattı. 1982 yılında Profesör Stillings’in de desteği ile Vassar Koleji, bilişsel bilimde lisans diploması veren ilk enstitü oldu. 1986’da dünyanın ilk Bilişsel Bilim Departmanı Kaliforniya Üniversitesi, San Diego’da kuruldu. 1970’lerde ve 1980’lerin ilk yıllarında, bilgisayarlara erişim arttıkça yapay zeka araştırmaları çoğaldı. Marvin Minsky gibi araştırmacılar, insanların, örneğin karar alma ve problem çözme gibi süreçlerdeki adımlarını formel olarak betimlemek amacıyla, LISP gibi programlama dillerinde bilgisayar programları yazıyordu. Bu çalışmalarla insan düşünüşünü daha iyi anlamayı ve yapay zekayı yaratmayı amaçlıyorlardı. Bu yaklaşım “sembolik yapay zeka” olarak bilinir. Nihayetinde sembolik yapay zeka yaklaşımın limitleri göründü. Örneğin, sembolik bilgisayarlar tarafından kullanılabilecek şekilde, insan bilgi birikiminin tümünü listelemek gerçek dışı görünür oldu. 80'lerin sonların ve 90'larda nöral ağlar ve bağlantıcılık bir araştırma paradigması olarak yükseldi. Sıklıkla James McClelland ve David Rumelhard’a atfedilen bu bakış açısı ile beraber zihin bir karmaşık ilişkiler kümesi olarak ele alınan ve birden çok katmana sahip bir ağ olarak betimlendi. Bunu eleştirenler sembolik modeller ile daha iyi açıklanan bazı olgular olduğunu ve bağlantıcı modellerin açıklayıcılık güçlerinin az olmasına yol açacak kadar karmaşık olduklarını iddia ettiler. Daha güncel çalışmalarda sembolik ve bağlantıcı modeller bir araya getirildi ve bu birleşim, iki tür açıklama yaklaşımının da avantajını kullanabilmeyi sağladı. Hem bağlantıcılık hem de sembolik yaklaşımlar farklı hipotezleri test etmede ve bilişin farklı yanlarını anlama konusunda kullanışlı yaklaşımlar olsalar da, hiçbiri biyolojik açıdan gerçekçi olmadığından ikisi de nörobilimsel tutarlılık açısından yetersiz bulunmaktadır. Bağlantıcılık, bilişin gelişim süreci boyunca nasıl oluştuğunu ve beyinle olan ilişkisini işlemsel olarak inceleme bağlamında çok faydalı olmuştur ve sıkı sıkıya alana spesifik (domain specific) ve alandan bağımsız (domain general) ayrımları yapan yaklaşımlara alternatif sağlamıştır. Örneğin, Jeff Elman, Liz Bates ve Annette Karmiloff-Smith gibi bilim insanları beyindeki ağların, bu ağlarla çevresel girdi arasındaki dinamik etkileşimden ortaya çıktığını ileri sürmüşlerdir. Güncel Gelişmeler. Zihnin/beynin veya “zihnin entegre edildiği” herhangi bir fiziksel sistemin fiziksel özelliklerinden bağımsız, bir kurallar, temsiller dizisi, bir algoritma, soyut bir bilgi işlem süreci olarak ele alınabileceğini iddia eden bilgisyar metaforu geçtiğimiz yıllarda çok ciddi eleştirilere maruz kaldı. Bu eleştirilerin temelinde iki büyük perspektif yatıyor: Birincisi, bilişsel nörobilmin gelişmesiyle beraber nörobilimsel süreçleri de inceleyebiliyor olmamız ve beynin bu süreçlere dahlini eskisine nazaran çok daha net görebiliyor olmamız, onu görmezden gelerek yalnızca soyut süreçlere odaklanabilmeyi güçleştirmiştir. Bunun yanı sıra yapay nöral ağlar ve nöron gruplarının faaliyetlerini simüle etmek için kullanılan diğer yöntemler “donanım ve yazılım” gibi bir ayrıma gitmenin hakkaniyetine gölge düşürmüştür. Bunun yanı sıra bilişsel bilimde çeşitli alternatif paradigmalar da doğmaya başlamıştır, örneğin dinamikçilik (dynamical systems) ve bedensel (embodied) ve durumsal (situated) bilişsel bilim. Dinamikçiliğe göre, bilişsel davranış her zaman zamansal bir bağlamda vuku bulduğundan ve zamansal koordinasyon gerektirdiğinden, dinamik sistemler teorisi uygun bir model sağlayabilir. Dinamikçilik bilgisayar metaforunda ihmal edilen zamansal düzenliliklerin esas olduğunu iddia eder. Ayrıca, bu yaklaşım içsel temsillerin ve sembollerin bilişsel bilimin merkezinde bulunmasına şüpheyle yaklaşır, çünkü bu kavramlar dinamik bir açıklamanın parçası değildirler. Bunun yanı sıra, bedensel (embodied) ve durumsal (situated) bilişsel bilim bilişin spesifik bir bedene (embodied) ve spesifik bir çevreye (situated) referans verilmeksizin anlaşılamayacağını varsayar. Bu bilişin soyut sembolik temsillerin dünyasında gerçekleşen, duyusal, motor ve zamansal etmenlerden azade bir süreç olduğu iddiasından şüphe duyulmasını yol açar. Bu görüşün en ünlü savunucuları Alva Noe, Susan Hurley, Evan Thompson, Francisco Varela ve Kevin O’Regan'dır. Bedensel ve durumsal bilişsel bilim bağlamında, Maurice Merleau-Ponty'nin ve Edmund Husserl'in fenomonolojisi ile klasik analitik zihin felsefesi arasında bir bağlantı sıklıkla aranır. Sunulan bu farklı akımlar (bağlantıcılık, dinamikçilik, durumsallık ve bedensellik), talepleri ve varsayımları benzer olduğu için sıklıkla Yeni Yapay Zeka tabiri altında anılır ve özetlenirler. Fakat bunların birbirleri ile uyumlu oldukları söylenemez çünkü öncülleri, sonuçları ve uygulamaları gibi pek çok açıdan birbirleri ile çelişirler. Zihni bilgisayar ile özdeşleştiren metaforlara yöneltilen eleştiriler genel olarak bilişsel bilimin sorgulanmasına yol açmıştır. Fakat bu eleştiriler zaman içinde yumuşamıştır. Bazı Önemli Araştırmacılar. Konu ile ilgili bazı önemli bilim adamları:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1560", "len_data": 27393, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.22 }
Mars (Eski Türkçede Bakır Sokım, Merih), Güneş Sistemi'nin Güneş'ten itibaren dördüncü gezegeni. Roma mitolojisindeki savaş tanrısı Mars'a ithafen adlandırılmıştır. Yüzeyindeki yaygın demir oksitten dolayı kızılımsı bir görünüme sahip olduğu için "Kızıl Gezegen" olarak da bilinmektedir. İnce bir atmosferi olan Mars gerek Ay'daki gibi meteor kraterlerini, gerekse Dünya'daki gibi volkan, vadi, çöl ve kutup bölgelerini içeren çehresiyle bir karasal gezegendir. Ayrıca dönme periyodu ve mevsim dönemleri Dünya’nınkine çok benzer. 2 adet uydusu bulunmaktadır. Mars’taki Olimpos Dağı (Olympus Mons, yüksekliği 21 km) , Güneş Sistemi’nde bilinen en yüksek dağdır ve Marineris Vadisi (Valles Marineris, uzunluğu 4.000 km) adı verilen kanyon en büyük kanyondur. Ayrıca Haziran 2008’de Nature dergisinde yayımlanan üç makalede açıklandığı gibi, Mars’ın kuzey yarımküresinde 10.600 km uzunluğunda ve 8.500 km genişliğindeki dev bir meteor kraterinin varlığı saptanmıştır. Bu krater, bugüne kadar keşfedilmiş en büyük meteor kraterinin (Ay'ın güney kutbu kısmındaki Atkien Havzası) dört misli büyüklüğündedir. Mars, Dünya hariç tutulursa, hâlen Güneş Sistemi’ndeki gezegenler içinde sıvı su ve yaşam içermesi en muhtemel gezegen olarak görülmektedir. Mars Express ve Mars Reconnaissance Orbiter keşif projelerinin radar verileri gerek kutuplarda (Temmuz 2005) gerekse orta bölgelerde (Kasım 2008) geniş miktarlarda su buzlarının var olduğunu ortaya koymuş bulunmaktadır. 31 Temmuz 2008’de Phoenix Mars Lander adlı robotik uzay gemisi Mars toprağının sığ bölgelerindeki su buzlarından örnekler almayı başarmıştır. Günümüzde, Mars, yörüngelerine oturmuş üç uzay gemisine evsahipliği yapmaktadır: "Mars Odyssey", "Mars Express" ve "Mars Reconnaissance Orbiter". Mars, Dünya hariç tutulursa, Güneş Sistemi’ndeki herhangi bir sıradan gezegenden ibaret değildir. Yüzeyi pek çok uzay aracına ev sahipliği yapmıştır. Bu uzay araçlarıyla elde edilen jeolojik veriler şunu ortaya koymuştur ki, Mars önceden su konusunda geniş bir çeşitliliğe sahipti; hatta geçen on yıllık süre sırasında gayzer (kaynaç) türü su fışkırma veya akıntıları meydana gelmişti. NASA’nın Mars Global Surveyor projesi kapsamında sürdürülen incelemeler Mars’ın güney kutbu buz bölgesinin geri çekilmiş olduğunu ortaya koymuştur. Bilim insanları, 2006'da Mars yörüngesine oturtulan "Mars Reconnaissance Orbiter" (Mars Yörünge Kaşifi) uydusundan alınan veriler sonucu, Mars'ta sıcak aylarda tuzlu su akıntılarının oluştuğunu bildirmişlerdir. Mars'ın 1877 yılında astronom Asaph Hall tarafından keşfedilen Phobos ve Deimos adları verilmiş, düzensiz biçimli iki küçük uydusu vardır. Mars Dünya'dan çıplak gözle görülebilmektedir. "Görünür kadir"i −2,9’a ulaşır ki bu, çıplak gözle çoğu zaman Jüpiter Mars’tan daha parlak görünmesine karşın; ancak Venüs, Ay ve Güneş’çe aşılabilen bir parlaklıktır. Etimoloji ve adlandırma. Mars adı, Roma mitolojisinde yer alan savaş tanrısı Mars kökenlidir ve Mart ayı ile eş kökenli olmaktadır. Bu isim gezegenin kırmızı renginin kan ile bağdaşlaştırılması dolayısıyla verilmiştir. Dünyadaki pek çok dilde gezegeni tanımlamak için bu köke dayanan isimler kullanılmakla birlikte, bazı dillerde farklı isimlendirmeler mevcut olmaktadır. Yunancada yer alan Ἄρης ("Arēs") kelimesi bu dilde gezegeni tanımlamak için kullanılmaktadır ve Mars'ın coğrafyası ile ilgili araştırmalar yürüten bir bilim dalı olan areoloji bu kökten türetilmiştir. Gezegenin kırmızı rengine atfen Arapçada Mars için ateş ile ilişkili مريخ ("merrîh") kelimesi kullanılmaktadır. Bu kullanım Farsça, Urdu, Malayca ve Svahili dillerinde de kullanılmakta olup, Türkçede de eskimiş olan "Merih" şekliyle bulunmaktadır. Kâşgarlı Mahmud'un Türkçe-Arapça sözlüğü Dîvânu Lugâti't-Türk eserinde Mars için "Bakır Sokım" kelimesi kullanılmıştır. Arapça "düşen, düşük" anlamına gelen ساقط ("sāḳiṭ") sözcüğünden alıntı olan Sakıt, eskimiş bir kelime olup Mars anlamına gelmektedir. Çincede yer alan ve ateş yıldızı anlamına gelen 火星 (Pinyin: "Huǒxīng") sözcüğü ise kendine Korece, Japonca ve Vietnamcada kullanım edinmiştir. Fiziksel özellikler. Mars'ın yarıçapı Dünya'nınkinin yaklaşık yarısı kadardır. Yoğunluğu Dünya'nınkinden daha az olup, hacmi Dünya'nın hacminin %15'i, kütlesi ise Dünya'nınkinin %11'i kadardır. Mars'ın Merkür'den daha büyük ve daha ağır olmasına karşılık, Merkür ondan daha yoğundur. Bu yüzden Merkürün yüzeyindeki yerçekimi Mars'ınkinden daha fazladır. Mars, boyutu, kütlesi ve yüzeyindeki yerçekimi bakımından Dünya ile Ay arasında yer alır. Mars yüzeyinin kızıl-turuncu görünümü hematit ya da pas adıyla tanınan demiroksitten (Fe2O3) kaynaklanır. Jeoloji ("arkeoloji"). Uydu gözlemleri ile Mars meteorlarının incelenmesi Mars yüzeyinin esas olarak bazalttan oluştuğunu göstermektedir. Bazı kanıtlar Mars yüzeyinin bir kısmının tipik bazalttan ziyade, yeryüzündeki andezit kayalarının benzeri olabilecek zengin silisyum oluşumlarından meydana geldiğini göstermektedir; fakat gözlemlerdeki veriler bunların silisli cam olduğu şeklinde de yorumlanabilir. Her ne kadar Mars'ın asli manyetik alanı yoksa da, gözlemler gezegen kabuğunun parçalarının vaktiyle iki kutuplu bir manyetik alanın etkisinde bulunmuş olduğunu göstermektedir. Minerallerde gözlemlenen bu paleomanyetizm yeryüzünün okyanus diplerinde bulunan tabakalarındakilere çok benzer özelliklere sahiptir. 1999'da ortaya atılan ve 2005'te "Mars Global Surveyor" verileriyle yeniden gözden geçirilen bir teoriye göre bu tabakalar, Mars'ta 4 milyar yıl önce, manyetik kutuplaşmanın yani manyetik alanın henüz etkin olduğu dönemde mevcut olan tektonik plakaların kanıtıdır. Gezegenin iç yapısına ilişkin güncel modellere göre, gezegen, esas olarak demir ve % 14-17 civarında sülfürden oluşan, yarıçapı yaklaşık 1480 km olan bir çekirdek bölgesi içerir. Bu demir sülfür (FeS) bileşiği kısmen akışkandır. Çekirdek, günümüzde etkin olmadığı görülen, gezegendeki birçok tektonik ve volkanik oluşumlardan oluşmuş bir silikat mantosuyla çevrilidir. Gezegenin kabuğunun ortalama kalınlığı 50 km olup, azami kalınlığı 120 km civarındadır. Dünya'nın ortalama kalınlığı 40 km olan kabuğu, her iki gezegenin boyutları göz önüne alındığında Mars'ınkine göre üç misli daha ince kalır. Mars'ın temel jeolojik devirleri şunlardır: 19 Şubat 2008'de Mars'ta muhteşem bir çığ meydana geldi. "Mars Reconnaissance Orbiter" uzay gemisinin kamerasınca filme kaydedilen görüntülerde 700 m yükseklikteki bir uçurumun tepesinden kopan buz bloklarının ardında toz bulutları bırakarak yuvarlanışları görülüyordu. Son incelemeler ilk kez 1980'lerde ortaya atılmış bir teoriyi desteklemektedir: Bu teoriye göre 4 milyar önce Mars'a Plüton gezegeni boyutlarındaki bir meteor çarpmıştır. Gezegenin kuzey kutup bölgesini kapsadığı gibi, yaklaşık % 40'ını kapsayan "Borealis basin" adı verilen garip havzanın bu çarpmayla oluştuğu sanılmaktadır. InSight iniş aracından elde edilen verilerin daha ileri analizi, Mars'ın sıvı bir çekirdeğe sahip olduğunu öne sürdü. 25 Ekim 2023'te, InSight'tan alınan bilgilerin yardımıyla bilim adamları, Mars'ın kabuğunun altında radyoaktif bir magma okyanusu bulunduğunu bildirdi. Toprak. Haziran 2008'de Phoenix uzay gemisi tarafından gönderilen veriler Mars toprağının hafifçe alkalin olduğunu ve hepsi de organik maddenin gelişmesi için elzem olan magnezyum, sodyum, potasyum ve klorür içerdiğini ortaya koydu. Bilim insanları Mars'ın kuzey kutbuna yakın toprağın kuşkonmaz gibi bitkilerin yetiştirilebileceği bir bahçe oluşturulması için elverişli olduğu sonucuna vardı. Ağustos 2008'de "Phoenix" uzay gemisi Dünya suyu ile Mars toprağının karıştırılması gibi basit kimya deneylerine başladı ve önceden Mars toprağı konusunda ortaya atılmış birçok teoriyi doğrulayan bir keşifte bulundu: Mars toprağında perklorat tuzlarının izlerini keşfetti. Perklorat tuzlarının varlığı Mars toprağının daha da ilginç bulunmasını sağlamıştı Fakat perklorat tuzlarının varlığının Mars'a taşınan Dünya toprağından, çeşitli örneklerden veya aletlerden kaynaklanmış olma olasılığı da vardı; bu yüzden, kaynağın Mars toprağı olup olmadığından iyice emin olunması için bu konuda daha fazla deneyler yapılması gerekmektedir. Hidroloji. 1965'te Mariner-4'le gerçekleştirilen ilk Mars alçak uçuşuna kadar, gezegenin yüzeyinde sıvı su olup olmadığı çok tartışılmıştı. Bu tartışma özellikle kutup bölgelerindeki periyodik olarak değişim gösteren, deniz ve kıtaları andıran açık ve koyu renkli lekelerin gözlemlenmiş olmasından kaynaklanıyordu. Koyu renkli çizgiler bazı gözlemciler tarafından uzun zaman sıvı su içeren sulama kanalları olarak yorumlanmıştı. Bu düz çizgi oluşumları sonraki dönemlerde gözlemlenemediğinden optik illüzyonlar olarak yorumlandı. Kısa dönemlerde alçak irtifalarda olabilecek oluşumlar hariç tutulursa, günümüzdeki atmosferik basınç altında Mars yüzeyinde sıvı su mevcut olamaz; ancak geçici sıvı su akışları olabilir. Buna karşılık özellikle iki kutup bölgesinde geniş su buzları mevcuttur. Mart 2007'de NASA, güney kutbu bölgesindeki su buzlarının erimeleri halinde suların gezegenin tüm yüzeyini kaplayacağını ve oluşacak bu okyanusun derinliğinin 11 m. olacağının hesaplandığını açıkladı. Ayrıca gezegende kutuptan 60° enlemine kadar bir buz permafrost mantosu uzanır. Mars'ta kalın kriyosfer tabakasının altında, büyük miktarlarda, sıkışık halde tutulmuş (yüzeye çıkamayan) su rezervlerinin bulunduğu sanılmaktadır. "Mars Express" ve" Mars Reconnaissance Orbiter"'dan gelen radar verileri her iki kutupta (Temmuz 2005) ve orta enlemlerde (Kasım 2008) büyük miktarlarda su buzlarının bulunduğunu ortaya koymuştur. "Phoenix Mars Lander" ise 31 Temmuz 2008'de Mars toprağındaki su buzlarından örnek parçalar almayı başarmıştır. Mars tarihinin nispeten erken bir döneminde "Valles Marineris" Vadisi (4000 km) oluştuğunda su kanallarının oluşmasına neden olan, serbest kalmış yeraltı sularının yol açtığı büyük bir sıvı su baskınının meydana geldiği sanılmaktadır. Bu su baskının biraz daha küçüğü de daha sonra "Cerberus Fossae" denilen büyük yüzey yarıklarının açıldığı dönemde, yani yaklaşık 5 milyon yıl önce meydana gelmiştir ki, "Cerberus Palus" bölgesindeki "Elysium Planitia"’da hâlen görülebilen donmuş denizin bu olayın bir sonucu olduğu sanılmaktadır. Bununla birlikte bölgenin buz akıntılarını andıran lav akıntıları gölcüklerinin oluşabileceği bir morfolojiye de sahip olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Kısa zaman önce "Mars Global Surveyor"’daki "Mars Orbiter"’ın yüksek çözünürlüğe sahip kamerasıyla çekilen fotoğraflar Mars yüzeyindeki sıvı suyun tarihi hakkında daha ayrıntılı bilgiler sağlamıştır. İlginçtir ki, bu verilerde Mars’ta dev kanalların, ağacın dallanmasına benzeyen ağ biçimli geniş yolların bulunmasına karşın su akışlarını gösteren daha küçük ölçekli damar ve oluşumlara rastlanamamıştır. Bunun üzerine hava koşullarının bu küçük izleri zamanla yok etmiş olabilecekleri (erozyon) düşünüldü." Mars Global Surveyor" uzay gemisiyle edinilen yüksek çözünürlüklü veriler, kraterlerde ve kanyonların duvarları boyunca yüzlerce yarık bulunduğunu ortaya koymuştur. Araştırmalar bu oluşumların genç yaşta olduğunu göstermektedir. Dikkat çeken bir yarığın altı yıl arayla çekilen iki fotoğrafı karşılaştırıldığında yarıkta yeni tortul çökeltilerinin biriktiği fark edilmiştir. NASA’nın Mars Keşif Programı yetkili uzmanlarından Michael Meyer bu tür renkli tortul çökelti oluşumlarına ancak güçlü bir sıvı su akışının yol açabileceği görüşündedir. "Mars Reconnaissance Orbiter" (Mars Yörünge Kaşifi) uydusundan alınan veriler sonucu, Mars'ta sıcak aylarda tuzlu su akıntılarının oluştuğu belirlenmiştir. İster yağıştan (yağmurdan), ister yeraltı su kaynaklarından, ister başka bir kaynaktan kaynaklansın, sonuç olarak Mars'ta su mevcuttur. Öte yandan söz konusu çökelti oluşumlarına donmuş karbondioksitin veya gezegen yüzeyindeki toz akımlarının neden olduğunu ileri süren senaryolar da ortaya atılmıştır. Mars yüzeyinde geçmişte sıvı suyun bulunduğunun bir başka kanıtı da yüzeyde saptanan minerallerden gelmektedir: Hematit, goetit gibi mineraller genellikle suyun varlığını işaret eden minerallerdir (goetit serin topraklardaki yegane demir oksittir). Coğrafya. Ay’ın haritasının yapılmasında ilk çalışmalarda bulunanlardan biri olan Johann Heinrich Mädler on yıl süren gözlemlerinden sonra, 1840’ta da ilk Mars haritasını çizdi. İlk areografi uzmanları olan Mädler ve kendisiyle Ay haritasının yapımında da çalışmış arkadaşı Wilhelm Beer, Mars haritasındaki işaretlemelerde, isimler vererek belirlemek yerine, sade bir şekilde, harfler kullanmayı tercih ettiler. Mars’taki coğrafi oluşumlara Dünya coğrafyasından veya tarihsel ve mitolojik isimler verilmiştir. Mars’ın ekvatoru doğal olarak kendi çevresinde dönmesiyle belirlenmiştir, başlangıç meridyeni ise Dünya’daki Greenwich meridyeni gibi keyfi olarak, 1830’da ilk Mars haritalarının yapımı çalışmasında Mädler and Beer tarafından belirlenmiştir. 1972’de Mariner 9 uzay aracının Mars’le ilgili yeterince veri toplamasından itibaren, Sinus Meridiani’deki (Meridian Bay), sonradan Airy-0 olarak adlandırılan küçük bir krater, eski belirlemeyle uyuşacak tarzda 0.0° boylamı olarak seçildi (Beer ve Mädler tarafından “a” harfi ile işaretlenen boylam). Mars’ta deniz olmadığından Olimpos Dağı’nın yüksekliği “ortalama çekim yüzeyi” (İng. mean gravity surface) esas alınarak hesaplanmış ve yüksekliği 27 km olarak saptanmıştır. (Bir başka deyişle, Mars'ta irtifalar atmosfer basıncının 610,5 Pa (6.105 mbar) olduğu seviye esas alınarak hesaplanır. Bu da Dünya'daki deniz seviyesinde mevcut basıncın yaklaşık ‰ 6'sıdır.) Mars topoğrafyası ilginç bir ikilem göstermesiyle dikkat çeker. Kuzey yarımkürenin lav akıntılarıyla düzleşmiş ovalar içermesine karşın, güney yarımküre eski çarpışmalarla çukurlar ve kraterlerle oyulmuş haldeki bir dağlık arazidir. 2008'de yapılan araştırma ve incelemeler 1980'de ortaya atılmış, Mars'ın kuzey yarımküresine dört milyar yıl önce Ay'ın boyutunun %6,6'sı büyüklükteki bir cismin çarpmış olduğunu ileri süren teoriyi kanıtlar görünmektedir. Bu görüş doğru olduğu takdirde Mars'ın kuzey yarımküresinde 10.600 km uzunluğunda ve 8.500 km genişliğinde bir krater alanının açılmış olması gerekirdi ki, bu, Avrupa, Asya ve Avustralya toprakları bütününe denk bir alandır. Mars'ın yüzeyi Dünya'dan görünüşle, farklı albedo'su olan iki tür alana ayrılır. Kızılımsı demir oksit içeren tuz ve kumla kaplı soluk ovalar geçmişte Mars kıtaları olarak yorumlanmış ve bunlara Arabistan Ülkesi (Arabia Terra), Amazon Ovası (Amazonis Planitia) gibi adlar verilmiştir. Koyu renkli oluşumlar ise denizler olarak yorumlanmış ve bunlara "Mare Erythraeum", "Mare Sirenum" ve "Aurorae Sinus" adları verilmiştir. Dünya'dan görünüşe göre en koyu renkli coğrafi oluşum "Syrtis Major"’dur. Everest’in üç misli yüksekliğindeki Olimpos Dağı birçok büyük volkan içeren dağlık "Tharsis" bölgesindeki, yumuşak eğimli bir sönmüş volkandır. Mars aynı zamanda çarpma kraterlerinin gözlemlendiği bir gezegendir; yarıçapı 5 km ve daha büyük olabilen bu krater oluşumlarının toplam sayısı 43.000 olarak belirlenmiştir. En büyükleri hafif bir albedo oluşumuna sahip, Dünya’dan kolayca görülebilen "Hellas" çarpma havzasıdır ("Hellas Planitia"). Hacmi açısından, bir kozmik cismin Dünya’ya oranla daha küçük olan Mars’a çarpma olasılığı, Dünya’ya çarpma olasılığının yarısı kadardır. Bununla birlikte Mars’ın asteroit kuşağına daha yakın olması, bu kuşaktan gelen cisimlerle çarpışma olasılığını çok fazla artırmaktadır. Mars aynı zamanda kısa periyotlu (yörüngeleri Jüpiter’e uzanan) kuyruklu yıldızların çarpmalarına (veya süpürmelerine) da maruz kalmaktadır. Bununla birlikte Ay’ın yüzeyi ile kıyaslandığında, atmosferi kendisine küçük meteorlara karşı koruma sağladığından Mars yüzeyinde daha az krater görülür. Bazı kraterler meteor düştüğünde yerin nemli olduğunu gösteren bir morfolojiye sahiptir. "Valles Marineris" adlı ünlü büyük kanyon 4.000 km uzunluğunda ve 200 km genişliğinde olup, 7 km'ye varan bir derinliğe sahiptir. Yani uzunluğu Avrupa’nın uzunluğuna eş olup, gezegenin çevresinin beşte biridir. Büyüklüğünün devasa boyutlarının anlaşılması amacıyla Dünya’daki Büyük Kanyon'un boyutları göz önüne getirilebilir. (Büyük Kanyon 446 km uzunluğunda ve yaklaşık 2 km derinliğindedir.) Bir başka geniş kanyon olan "Ma'adim Vallis" 700 km uzunluğunda, 20 km genişliğinde ve yer yer 2 km derinliğindedir. Bu kanyonun geçmişte bir sıvı su baskınıyla oluştuğu sanılmaktadır. 2001 Mars Odyssey robotik uzay gemisindeki kısa adı THEMIS (Thermal Emission Imaging System) olan kamera sayesinde Arsia Mons volkanının yamaçlarında 7 muhtemel mağara girişi saptanmıştır. Bunlar günümüzde “yedi kızkardeşler” adıyla bilinmektedirler. Mağara girişlerinin genişliklerinin 100 m ile 252 m arasında değiştiği sanılmakta ve ışık genellikle mağaraların dibine kadar giremediğinden bu mağaraların yeraltında sanılandan daha derin ve geniş bir halde uzandıkları düşünülmektedir. Bunlar içinden tek istisna dibi görünen Dena adlı mağaradır. Mars'ın kuzey kutbu dairesine "Planum Boreum" ve güney kutbu dairesine "Planum Australe" adı verilmiştir. Atmosfer. Mars manyetosferini 4 milyar yıl önce kaybetmiştir. Böylece Güneş rüzgârları Mars'ın iyonosfer tabakasıyla doğrudan etkileşime girerek atmosferi ince halde tutmaktadır. "Mars Global Surveyor" ve "Mars Express"’in her ikisi de, iyonize atmosfer parçacıklarının uzaya sürüklendiklerini saptamışlardır. Mars atmosferi günümüzde nispeten incedir. Yüzeydeki atmosfer basıncı gezegenin en yüksek kısmında saptanan 30 Pa (0.03 kPa) ile en derin kısmında saptanan 1,155 Pa (1.155 kPa) arasında değişmektedir. Yani ortalama yüzey basıncı 600 Pa’dır (0.6 kPa) ki, bu da Dünya yüzeyinden 35 km yükseklikte rastlanan basınca eştir. Bir başka deyişle Dünya yüzey basıncının %1’inden daha düşük bir değerdir. Mars’taki düşük yerçekiminden dolayı da atmosferinin "ölçek irtifa"sı (İng. scale height) Dünya’nınkinden (6 km) daha yüksek olup, 11 km’dir. Mars yüzeyinde yerçekimi Dünya yüzeyindeki yerçekiminin %38’i kadardır. Mars atmosferi %95 karbondioksit, %3 nitrojen, %1,6 argondan oluşmakla birlikte, oksijen ve su izleri de taşımaktadır. 1,5 µm yarıçapındaki toz parçacıklarını içeren atmosferi tümüyle tozludur ki, bu, Mars yüzeyinden bakıldığında Mars gökyüzünün soluk bir turuncu-kahverengimsi renkte (İng. tawny) görülmesine neden olmaktadır. Birçok araştırmacı Mars atmosferinde hacim itibarıyla 30 ppb oranında metanın varlığını saptamışlardır. Metan morötesi ışınlarla bozunan ve Mars’ınki gibi bir atmosferde yaklaşık 340 yılda bozunacak kararsız bir gaz olduğundan, bu, gezegende güncel veya kısa zaman öncesine dek mevcut bir gaz kaynağının varlığını göstermektedir. Buna da ancak volkanik etkinlik, kuyruklu yıldız çarpmaları ve metanojenik mikroorganizma türleri neden olabilir. Bununla birlikte kısa zaman önce metanın biyolojik olmayan bir süreçle de üretilebileceği görüşü ortaya atılmıştır. Kutup bölgelerinde kışın sürekli bir karanlık ve yüzeyde dondurucu bir soğuk hakim olur, bu da atmosferin % 25–30 civarındaki kısmının yoğunlaşmasına ve karbondioksitin “kuru buz” (İng. dry ice) denilen halde katılaşmasına yol açar. Kutuplar kış mevsimi geçip yeniden Güneş ışıklarına maruz kalmaya başladığında, buzlaşmış karbondioksit, hızı saatte 400 km'ye ulaşan müthiş rüzgârlar yaratarak uçmaya başlar. Bu mevsimlik değişimler, büyük miktarlarda toz ve su buharı taşırlar ve Dünya'dakine benzer kırağı ve "sirüs bulutları"nın (saçakbulut) oluşmasına neden olurlar. Su-buzu bulutlarının fotoğrafı Opportunity tarafından 2004'te çekilmiştir. İklim. Gezegenler içinde mevsimleri Dünya'nınkilere en çok benzeyen gezegen, kendi çevresinde dönme ekseninin yörüngeye eğikliğinin Dünya'nınkine benzer olması nedeniyle, Mars'tır. Bununla birlikte Mars mevsimlerinin süreleri gezegenin Güneş'e daha uzak olması nedeniyle Dünya'nınkilerin iki mislidir ve “Mars yılı”nın süresi de iki Dünya yılı süresi kadardır. Mars’ın yüzey sıcaklıkları kutup kışı sırasındaki −140 °C (133 K) ile yaz sırasındaki 20 °C (293 K) arasında değişir. Sıcaklık farklarının büyük olması, ince atmosferinin Güneş ısısını yeterince depolayamaması, atmosfer basıncının düşük olması ve toprağın ısı kapasitesinin (İng. thermal inertia) düşük olması gibi nedenlerden ileri gelir. Mars Dünya’nınki gibi bir yörüngeye sahip olsaydı "eksen eğikliği"nin de benzeşmesi sayesinde, mevsimleri de Dünya'nınkilere daha benzer olacaktı. Bununla birlikte Mars yörüngesinin geniş eksantrikliği ilginç bir sonuç sağlamaktadır. Mars, güney yarımkürede yaz, kuzey yarımkürede kış olduğu zaman günberiye yakındır, güney yarımkürede kış, kuzey yarımkürede yaz olduğu zaman da günöteye yakındır. Bunun sonucunda da güney yarımkürede mevsimlerin daha aşırı farklar göstermesine karşın kuzey yarımkürede mevsimler olması gerekenden daha yumuşak geçerler. Böylece güneyde 30 °C ‘yi (303 K) bulan yaz sıcaklıkları kuzeydeki yaz sıcaklıklarına kıyasla biraz daha fazladır. Mars aynı zamanda Güneş Sistemi’ndeki en büyük “toz fırtınaları”na sahne olan gezegendir. Bu toz fırtınaları mahalli bir bölgedeki küçük fırtınalar biçiminde olabildiği gibi, tüm gezegeni kaplar büyüklükteki dev fırtınalar biçiminde de olabilmektedir. Bunlar özellikle Mars Güneş’e en yakın konumuna geldiğinde ve küresel sıcaklığın arttığı hallerde oluşmaya eğilimlidirler. Kutup dairelerinin her ikisi de esas olarak su buzundan oluşmaktadırlar. Ayrıca yüzeylerinde “kuru buz” da mevcuttur. Katılaşan karbondioksit olan “kuru buz” (İng. dry ice) kuzey kutup dairesinde yalnızca kışın yaklaşık bir metre kalınlıkta bir ince tabaka oluşturacak şekilde birikir; güney kutup dairesine ise bu tabaka kalıcıdır ve kalınlığı 8 m.'yi bulur. Kuzey kutup dairesinin yarıçapı kuzey yarımkürenin yazı sırasında 1000 km olup yaklaşık 1.6 milyon formula_1 buz içerir. (Grönland buz kitlesinin hacmi 2,85 milyon formula_1'tür.) Bu buz tabakasının kalınlığı 2 km'ye ulaşır. Güney kutbu dairesinin yarıçapı ise 350 km olup, buradaki buz kalınlığı 3 km'dir. Buradaki buz kitlesinin hacminin de kuzeydeki kadar olduğu sanılmaktadır. Her iki kutup dairesinde de diferansiyel güneş ısısından kaynaklandığı sanılan, buzların uçması ve su buharının yoğunlaşması olaylarıyla etkileşim içinde bulunan spiral oluşumlar gözlemlenmiştir. Her iki kutup dairesi de Mars mevsimlerinin ısı dalgalanmalarına bağlı olarak küçülüp büyürler. Evrimi. Mars'la ilgili son keşifler gezegenin tarihi boyunca çeşitli belirleyici anlar yaşamış olduğunu ortaya koymuştur. Örneğin sıvı su izleri gezegenin atmosferinin vaktiyle bugünkünden daha kalın olduğunu, Kuzey Havzası izleri de çok büyük kütleli bir cisimle büyük bir çarpışma geçirmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Gezegenin evrimiyle ilgili muhtemel açıklamalar şunlardır: Bu çarpışma bir yarımküresinin kabuğunun kalkmasına ve atmosfer tabakasının tahrip olmasına yol açmış olmalıdır. Mars'a geçmişte kuzey kutbu bölgesinden çarpan bu büyük cisim muhtemelen yörüngesi gelgit gücünün etkisiyle bozulmuş bir uydusu olabilir. Düşen uydunun artık gelgit etkisi olmadığından manyetik alan zayıflamış ve yüzeye çarpan güneş rüzgârları atmosferin yeniden oluşmasını engellemiş olmalıdır. Gezegende belirli bir kararlılığı sağlayan uydunun yokluğu beş milyon yıllık dengenin yalpalaması ya da bozulması demekti. Dengedeki bu bozulma, kutup bölgelerinin düzenli olarak ısınmasına, buzların bir parça erimesiyle sıvı suların oluşmasına ve dolayısıyla kutup dairesinde çizgilerin meydana gelmesine neden oldu. Yörünge ve kendi çevresinde dönüş. Mars'ın Güneş'ten ortalama uzaklığı yaklaşık 230.000.000 km (1,5 AU), yörünge süresi ise 687 Dünya günüdür. Mars günü Dünya gününden biraz daha uzun olup, tam olarak 24 saat, 39 dakika ve 35,244 saniyedir. Bir Mars yılı 1.8809 Dünya yılıdır, yani Dünya zaman birimiyle tam olarak 1 yıl, 320 gün ve 18,2 saattir. Mars'ın eksen eğikliği Dünya'nın eksen eğikliğine çok yakın olup, 25,19 derecedir. Dolayısıyla Mars'ta da Dünya'dakini andıran mevsimler meydana gelir. Fakat Mars mevsimlerinin süreleri Mars'ın yörünge süresinin uzunluğundan dolayı, Dünya mevsimlerinin sürelerinin iki katıdır. Mars Mayıs 2008'de günöteye Nisan 2009'de günberiye geçmiştir. Bir sonraki günöte tarihi Haziran 2010'dur. Mars'ın nispi olarak söylenebilecek yörünge eksantrikliği (eksenel kaçıklık, dışmerkezlik) 0,09'dur; Güneş Sistemi'nde yalnızca Merkür bundan daha büyük bir eksantrikliğe sahiptir. Bununla birlikte Mars'ın geçmişte bugünkünden daha dairesel bir yörünge çizdiği bilinmektedir. 1,35 milyon Dünya yılı öncesinde Mars'ın eksantrikliği yaklaşık 0,002 idi, yani Dünya'nın bugünkü eksantrikliğinden de daha azdı. Mars'ın eksantriklik devresi 96.000 Dünya yılıdır. Bununla birlikte Mars'ın 2,2 milyon yıllık bir eksantriklik devresi daha vardır. Son 35.000 yılda Mars'ın yörüngesinin eksantrikliği diğer gezegenlerin çekimsel etkileri dolayısıyla artmıştır. Mars ve Dünya'nın birbirlerine en yaklaştıkları zamanlarda aralarında bulunan mesafe gelecek 25.000 yılda biraz daha azalacaktır. Doğal uyduları. Mars'ın düzensiz biçimli, iki küçük doğal uydusu vardır. Kendilerine eski Yunan mitolojisindeki savaş ilahı Ares'e (Romalılar'da Mars) yardım eden çocuklarının adlarından esinlenerek Phobos ve Deimos adları verilmiş, gezegene çok yakın yörüngeler izleyen bu uydular muhtemelen bir Mars truva asteroidi olan 5261 Eureka gibi, gezegenin çekim alanına kapılarak uydu haline gelmiş asteroitlerdir. Fakat hava tabakası olmayan Mars'ın bu iki uyduya nasıl ve ne zaman sahip olduğu tam olarak anlaşılmış değildir. Üstelik bu büyüklükteki asteroitler çok nadirdir, özellikle ikili olanları. Bu büyüklükteki asteroitlere asteroit kuşağının dışında rastlanması durumu daha da garip kılmaktadır. Her iki uydu da 1877'de Asaph Hall tarafından keşfedilmiştir. Phobos ve Deimos'un hareketleri Mars yüzeyinden bizim 'ay'ımızın Dünya'dan görünüşüne kıyasla çok farklı olarak görünür. Phobos 11 saatte bir, batıdan doğar. Deimos ise, dolanım süresi 30 saat olmakla birlikte, 2,7 günde bir doğar. Her iki uydu da ekvatora yakın dairesel yörüngeler izlerler. Phobos'un yörüngesi Mars'tan kaynaklanan gelgit etkileri nedeniyle giderek küçülmektedir, bu yüzden Phobos yaklaşık 50 milyon yıl içinde Mars'a çarpacaktır. Yaşam. Evrende yaşamın Dünya'daki koşullara benzer koşullar altında ortaya çıkabileceği varsayımından hareketle, günümüzde bir gezegenin yaşanabilirlik (İng. planetary habitability) ölçüsü, yani bir gezegende yaşamın gelişebilme ve sürebilmesinin ölçüsü yüzeyinde su bulunup bulunmamasıyla yakından ilgili görülmektedir. Bu da bir güneş sistemindeki gezegenin güneşine uzaklığının gereken uygun uzaklıkta olup olmamasına bağlıdır. Mars'ın yörüngesinin Dünya'nın yer aldığı bu uygun kuşağın yarım astronomik birim kadar daha uzağında olması, ince bir atmosfere sahip bu gezegenin yüzeyinde suyun donmasına neden olmaktadır. Bununla birlikte gezegenin geçmişindeki sıvı su akışları Mars'ın yaşanabilirlik potansiyeli taşıdığını ortaya koymaktadır. Verilere göre, Mars yüzeyindeki sular yaşam için gerekenden çok daha tuzlu ve çok daha asitlidir. Gezegenin manyetosferinin olmayışı ve son derece ince bir atmosfere sahip oluşu büyük bir handikaptır. Yüzeyindeki ısı tranferi (İng. heat transfer) pek büyük değildir, meteorlara ve güneş rüzgârlarına karşı savunması hemen hemen yok gibidir ve suyu sıvı halde tutacak atmosfer basıncı yetersizdir (dolayısıyla su gaz haline geçer). Verilere göre gezegen geçmişte günümüzdeki haline kıyasla daha yaşanabilir haldeydi. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Mars'ta organizmaların olmadığı ya da hiç yaşamamış olduğu söylenemez. Nitekim 1970'lerdeki Viking Programı sırasında Mars toprağındaki mikroorganizmaların saptanması amacıyla Mars'tan getirilen örneklerde bazı pozitif görünen sonuçlar elde edildi. Fakat bu sonuçlar birçok bilim insanının katıldığı bir tartışmaya yol açtı ve kesin bir sonuca ulaşılamadı. Buna karşılık Viking Programı'yla edinilen verilerden yararlanan profesör Gilbert Levin, Rafaël Navarro-González ve Ronalds Paepe yeni bir taksonomik sistem hazırladılar ve bu sistemde Mars'taki yaşam türü "Gillevinia straata" adı altında ele alındı. Sonraki yıllarda Phoenix Mars Lander tarafından yürütülen deneyler Mars toprağında sodyum, potasyum ve klorür içeren bir alkali bulunduğunu gösterdi. Bu besleyici toprak yaşamı taşımaya gayet elverişliydi, fakat unutulmaması gereken bir sorun daha vardı: Yaşamın yoğun morötesi ışınlardan korunabilmesi. Nihayet Johnson Uzay Merkezi Laboratuvarı'nda Mars kökenli ALH84001 meteoru üzerinde organik bileşimler saptandı; varılan sonuca göre bunlar Mars üzerindeki ilk yaşam türleriydi. Öte yandan Mars yörüngesindeki uzay gemileri kısa zaman önce düşük miktarlarda metan ve formaldehit saptadılar ki, bunlar da yaşamın varlığını ima eden işaretler olarak yorumlandılar; zira bu kimyasal bileşimler Mars atmosferinde hızla çözünmektedirler. Mars'ta biyolojik kökenli oldukları ileri sürülen oluşumlardan en tanınmışları “koyu kumul lekeleri” adıyla bilinen oluşumlardır. İlk kez Mars Global Surveyor tarafından 1998-1999 yıllarında gönderilen fotoğraflarla keşfedilen “koyu kumul lekeleri” Mars'ın özellikle güney kutup bölgesinde (60°-80°enlemleri arasında) görülebilen, buz tabakasının üzerinde veya altında beliren, mahiyeti henüz anlaşılamamış oluşumlardır. Mars ilkbaharının başlarında belirmekte ve kış başlarında yok olmaktadırlar. Bunların kış boyunca buz tabakasının altında kalan fotosentetik koloniler, yani fotosentez yapan ve yakın çevrelerini ısıtan mikroorganizmalar oldukları ileri sürülmektedir. Ayrıca bilim insanları, Mars'ta yaşam koşullarını sağlayabilecek bir ortam oluşturmak amacıyla yapay fotosentez ile ilgili çalışmalar yapmaktadırlar. 28 Eylül 2015'te Mars'ta sıvı halde tuzlu su bulunduğu açıklanmıştır. Tuzlu suyun bulunması ile birlikte, bilim insanları Mars'ta yaşam bulma olasılığının da arttığını ifade etmişlerdir. Keşif. Mars'a günümüze dek, gezegenin yüzeyini, iklimini ve jeolojisini incelemek üzere, ABD, Avrupa ülkeleri, Japonya ve SSCB tarafından düzinelerce uzay gemisi (İng. spacecraft), uydu/yörünge aracı (İng. orbiter), iniş aracı/uzay gemisi (İng. lander) ve sonda/uzay keşif aracı (İng. rover) gibi çeşitli uzay araçları gönderilmiştir. Fakat bu uzay gemisi gönderme denemelerinin yaklaşık üçte ikisi araçlar ya görevlerini tamamlayamadan ya da görevlerine daha başlayamadan bilinen veya bilinmeyen nedenlerle başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Tamamlanmış keşif projeleri. Görevini tamamlama konusunda ilk başarı 1964'te NASA tarafından gönderilen Mariner-4'ten gelmiştir. Yüzeye ilk başarılı inişler ise SSCB'nin "Mars Probe" Projesi kapsamında 1971'de fırlattığı Mars-2 ve Mars-3 tarafından gerçekleştirilmiş, fakat her iki araçla irtibat, inişlerinden kısa bir süre sonra kesilmiştir. Sonraki yıllarda NASA Viking Projesi'ni başlattı ve 1975'te her biri birer "iniş aracı" taşıyan iki "uydu aracı" fırlatıldı. Her iki araç 1976'da başarıyla iniş yaptılar. Gezegende Viking-1 altı yıl, Viking-2 ise üç yıl kaldı. Bunlar Mars'ın ilk renkli fotoğraflarını gönderdiler; gezegenin yüzeyinin haritasının çıkarılması amacıyla gönderdikleri fotoğraflara günümüzde bile zaman zaman başvurulmaktadır. Sovyetler 1988'de Mars'a gezegeni ve doğal uydularını incelemek üzere Phobos-1 ve Phobos-2 adlı sonda araçları gönderdiler. Phobos-1'le irtibat Mars yolundayken kesilmiş olmasına karşın, Phobos-2 fotoğraflar göndermede başarılı oldu. Fakat Phobos-2'de tam Phobos adlı doğal uydunun yüzeyine iki iniş aracını salmak üzereyken başarısızlığa uğradı. "Mars Observer" uydusunun 1992'deki başarısızlığından sonra NASA tarafından 1996'da "Mars Global Surveyor" fırlatıldı. Görevinde tümüyle başarılı oldu. Harita çıkarma görevini 2001'de tamamladı. Kasım 2006'da üçüncü uzatılmış görevi sırasında sonda aracıyla irtibat kesildi, uzayda 10 yıl çalışır halde kalmayı başardı. NASA "Surveyorın fırlatılmasından bir ay sonra da "Mars Pathfinderı fırlattı. Bu, robotik bir keşif aracı olan "Sojourner"'ı taşıyordu. 1997 yazında Mars'taki "Ares Vallis" bölgesine iniş yaptı. Bu proje de başarıyla sonuçlandı. Mars'la ilgili son tamamlanmış görevde 4 Ağustos 2007'de fırlatılan iniş yeteneğine sahip Phoenix uzay gemisi kullanılmıştır. Araç 25 Mayıs 2007'de Mars'ın kuzey kutbu bölgesine iniş yaptı. 2,5 m.'ye uzanan robot koluyla Mars toprağını bir metre kazabilecek kapasitede olup, mikroskobik bir kamerayla donatılmıştı. Bu mikroskobik kamera insan saçının binde biri kadar inceliği ayırt edebilecek bir hassasiyete sahipti. 15 Haziran 2008'de indiği yerde su buzlarını keşfetti. Görevini 10 Kasım 2008'de tamamladı. Rusya ve Çin'in ortak projesi olan Phobos-Grunt projesiyle Mars'ın uydusu Phobos'tan örnekler toplanarak analiz için Dünya'ya geri getirilmesi planlanıyordu. Ancak bu sonda 9 Kasım 2011'de fırlatılmasının ardından bozulmuş, 15 Ocak 2012'de dünyaya düşerek imha olmuştur. Mars’ta astronomi gözlemleri. Çeşitli uydu araçlarının, iniş araçlarının ve sonda araçlarının Mars'taki varlıkları sayesinde günümüzde astronomi araştırmaları Mars gökyüzünden de yapılabilmektedir. Bunun pek çok yönden avantajları bulunmaktadır. Mars'ın doğal uydularından Phobos doğal olarak Mars'tan daha iyi gözlemlenebilmektedir (dolunayın üçte biri açısal çapta görülür). Diğer doğal uydu olan Deimos ise Mars yüzeyinden az çok bir yıldızı andırır tarzda görünür; Dünya'dan Venüs'ün görünüşüne kıyasla, Venüs'ten hafifçe daha parlaktır. Öte yandan Dünya'da iyi bilinen, kutup ışıkları, meteorlar gibi birçok fenomen artık Mars yüzeyinde de gözlemlenebilmektedir. Dünya'nın Mars ile Güneş arasına girecek ve Güneş üzerinde bir leke oluşturacak şekilde Güneş önünden geçişi Mars'tan 10 Kasım 2084'te izlenebilecektir. Mars'tan aynı şekilde Merkür ve Venüs’ün transit geçişi (bir kütlenin başka bir kütlenin önünden geçmesinin gözlemlenebildiği geçiş) ve Deimos’un kısmi güneş tutulmaları izlenebilir. Görünüş ve "karşı konum"lar. Çıplak gözle bakıldığında Mars genellikle, farklı olarak sarı, turuncu ya da kırmızımsı renklerde görünür. Parlaklığı da, yörüngesindeki yolculuğu sırasındaki konumlarına bağlı olarak, Dünya’dan görünen diğer gezegenlerden daha fazla değişiklik gösterir. Görünürdeki kadiri “kavuşum konumu"ndaki +1,8'den “günberi karşı konumu”ndaki −2,9 aralığında değişir. Kimi konumlarında güneşin güçlü ışığından dolayı görünmez hale gelir. 32 yılda iki kez – Temmuz ve Eylül sonunda – en uygun konuma gelir. Mars teleskopla bakıldığında bolca yüzey ayrıntısı sunan bir gezegendir, özellikle kutuplardaki buzul bölgeleri elverişsiz koşullarda bile belirgin olarak görülürler. Mars’ın Dünya’ya en yakın olduğu konum karşı konum olarak bilinir. “Kavuşum dönümü” (İng. synodic period) olarak bilinen iki “karşı konum” arasındaki süre Mars için 780 gündür. Yörünge eksantriklikleri nedeniyle bu sürede 8,5 güne varan oynamalar olabilir. Dünya'ya en yaklaştığı zamanlarda Dünya ile Mars arasındaki en kısa uzaklık, gezegenlerin eliptik yörüngelerine bağlı olarak 55.000.000 km ile 100.000.000 km arasında değişir. Önümüzdeki Mars “karşı konum”u 29 Ocak 2010’da meydana gelecektir. Mars “karşı konum” pozisyonuna yaklaştığında “geri devim “ (tersinir hareket, İng. retrograde motion) periyodu başlar. 27 Ağustos 2003 günü, saat 9:51:13'te (UT) Mars son 60.000 yıl boyunca Dünya'ya en yaklaştığı konuma geldi. Bu konumunda Dünya ile arasındaki uzaklık 55.758.006 km (0,372719 AU) idi. Bu olay Mars'ın karşı konumundan bir gün, günberisinden yaklaşık üç gün farkla meydana geldiğinden Mars Dünya'dan kolaylıkla izlenebildi. Yapılan hesaplamalara göre, Mars'ın Dünya'ya bu denli yaklaşmasının söz konusu olduğu son tarih M.Ö. 57.617 yılıdır, bir sonraki tarih ise 2287 yılıdır. 24 Ağustos 2208'deki yakınlaşmada ise iki gezegen arasındaki uzaklığın yalnızca 0.372254 AU olacağı hesaplanmıştır. Gözlem tarihi. Mars’ın eski uygarlıklarla başlayan gözlem tarihinin özellikle, her iki yılda bir meydana gelen, gezegenin Dünya’ya yaklaştığı ve dolayısıyla görünürlüğünün arttığı “karşı konum”larına dayandığı görülür. Ayrıca tarihsel kayıtlarda her 15-17 yılda bir meydana gelen, fark edilebilen günberi “karşı konum”larına da yer verildiği görülmektedir; çünkü Mars günberiye yaklaştığında Dünya’ya da yaklaşmaktadır. Batı tarihinde Mars gözlemlerine ilişkin pek fazla kayıt olduğu söylenemez. Aristo Mars gözlemlerini tarif eden ilk yazarlardan biri olmuştur. Mars’ın 13 Ekim 1590’da Venüs tarafından “örtülme”sini (İng. Occultation) Heidelberg’te M. Möstlin kaydetmiştir. Nihayet 1609’da Mars Galile tarafından gözlemlendi. Bu aynı zamanda Mars’ın bir teleskop aracılığıyla yapılan ilk gözlemiydi. Mars kanalları. 19. yy.’da teleskobun yaygınlaşması gök cisimlerinin tanımlanmasında belirli bir düzeye gelinmesini sağladı. 5 Eylül 1877’de Mars’ın bir günberi karşı konumu meydana geldi. O yıl İtalyan astronom Giovanni Schiaparelli Milano’da ilk ayrıntılı Mars haritalarını çıkarmak üzere 22 cm.’lik bir teleskop kullandı. Gözlemlerinde Mars yüzeyinde kendisinin “kanallar” adını verdiği, günümüzde kimilerince “optik illüzyon” olarak açıklanan birtakım oluşumlar saptadı ve bunları hazırladığı Mars haritalarına işaretledi. Mars yüzeyinde gözlemlediği bu uzun doğrusal hatlara Dünya'daki ünlü nehirlerin adlarını verdi. Bu gözlemlerden etkilenen şarkiyatçı Percival Lowell 300 mm. 450 mm.’lik teleskoplara sahip bir gözlemevi kurdu. Gözlemevi Mars’ın keşfine ağırlık verdi. Mars’ın pozisyonları bakımından 1894 yılı son uygun fırsattı. Lowell Mars ve Mars’ta yaşam üzerine kamuda büyük bir yankı uyandıran kitaplar yayımladı. “Kanallar” dönemin en büyük teleskoplarını kullanan Henri Joseph Perrotin ve Louis Thollon gibi başka astronomlarca da saptanmıştı. Sonraki yıllarda daha büyük teleskoplarla yapılan gözlemler sonucunda, boyları önceden belirtildiği kadar uzun olmamakla doğrusal kanalların bulunduğu doğrulandı. Fakat daha sonra, 1909'da Flammarion, 840 mm.’lik bir teleskopla yaptığı gözlemler sonucunda, düzensiz bazı izler gözlemlemekle birlikte sözü edilen kanallara rastlamadığını açıkladı. 1960’lı yıllara gelindiğinde farklı yaşam biçimleri olan Marslılar hakkında çeşitli senaryolar içeren bir sürü makale ve kitap yayımlanmış bulunuyordu. NASA’nın Mariner Projesi kapsamında gönderdiği uzay gemisinin Mars’a ulaşmasından sonra bu tür senaryolar azalmış ve şekil değiştirmiştir. Örneğin bu kez, Marslılar’in bir başka boyutta ya da frekansta oldukları, gezegenlerine inilse de algılanamayacakları yönünde yeni senaryolar üretildi. Kültürde. Mars’ın çeşitli adları. Bu gezegene Batı kültüründe Mars adının verilmesi, eski Yunan mitolojisinde savaş ilahı olan Ares’e Roma mitolojisinde tekabül eden ilahın adının Mars olmasından ileri gelir. Mars’a çeşitli dillerde verilmiş adlardan bazıları şunlardır: Mars’ın sembolü astrolojik sembolünden yararlanılarak hazırlanmış bir sembol olup, bir daire ve küçük bir oktan oluşur. Bu, aslında, savaş ilahı Mars’ın kalkan ve mızrağının stilize bir temsilidir. Biyolojide de eril cinsiyeti göstermede kullanılan bu sembol, simyada karakteristik rengi kırmızı olan Mars’ın hükmettiği demir elementini simgeler; Mars da kırmızımsı rengini demir oksite borçludur. “Zeki Marslılar”. Mars’ta zeki bir yaşam olabileceği konusunda 19 ve 20. yüzyıllarda, özellikle Mars’ın modern uzay araçlarınca incelenmesinden önce çeşitli iddialarda bulunulmuştur. Bu iddialardan bazıları şöyle özetlenebilir: Bilimkurgu. Bilimkurguda Mars kızıl renkte temsil edilmiş ve ilk zamanlardaki bilimsel spekülasyonlar doğrultusunda zeki canlılarca meskun olarak canlandırılmıştı. Marslılar'a ilişkin ilk bilimkurgu senaryoları içinde en tanınmışı H.G. Wells'in 1898'de yayımlanan, ölmekte olan gezegenlerinden kaçan Marslılar'ın Dünya'yı istila etmesini konu alan "Dünyalar Savaşı"'dır. Kitap, 1938'de radyoya, daha sonra sinemaya uyarlandı. Mars ya da Marslılar'a ilişkin diğer bilimkurgu eserlerinin arasında şunlar sayılabilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1562", "len_data": 39693, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.85 }
Işın izleme (İngilizce: "ray tracing"), gerçek dünyada ışığın ne şekilde hareket ettiğini göz önünde bulundurarak bir sahnenin görüntüsünü çizen bir grafik oluşturma yöntemidir. Ancak bu yöntemde işlemler gerçek yeryüzündeki yolun tersini izler. Gerçek dünyada ışık ışınları bir ışık kaynağından çıkar ve nesneleri aydınlatırlar. Işık, nesnelerden yansır ya da şeffaf nesnelerin içinden geçer. Yansıyan ışık gözümüze ya da kamera merceğine çarpar. Yansıyan ışık ışınlarının çoğu bir gözlemciye erişmediği için bir sahnedeki ışınları izlemek sonsuza dek sürebilir. Giriş. Günümüzde pek çok alanda bilgisayar kullanımı oldukça yaygınlaşmıştır. İlk zamanlarda sadece bazı hesaplamalar yapmak için kullanılan bilgisayarlar, kullanım alanları genişledikçe insan hayatında daha çok yer edinmiş, iletişim yetenekleri geliştikçe de insanla daha çok ortamı paylaşır hale gelmişlerdir. Bu bağlamda görüntünün güzel olması pek çok uygulama için gerekli olmakla beraber, güncel uygulamaların büyük kısmında gerçekçilik de büyük önem taşır. Örneğin oyunlar ve animasyonlar bilgisayar dünyasında oldukça popülerdir. Görüntünün gerçekçi ve güzel arasında, uygulanabilir, yakın olması, metodun gerçek dünyada "ışığın çevreyle olan etkileşimini modelleme"ye çalışmasıdır. Elbette hiçbir algoritma mükemmel değildir. uygulanması da hızın artmasını sağlayabilir. Phong aydınlatma modeline göre herhangi bir pikselin renk değeri belirlenirken üç bileşen kullanılır. Bunlar ortam (ambient), yaygın (diffuse) ve aynasal (specular) bileşenlerdir. Bu üç bileşen, toplamları 1'e eşit olan üç katsayı ile toplanarak, ilgili pikselin renk değeri hesaplanır. Klasik ışın izleme yöntemi, ambient değerini gerçekçi olarak modelleyememektedir. Örneğin tavanında bir lambanın bulunduğu bir odanın simülasyonu yapılmak istendiğinde, odanın tavanı neredeyse tamamen karanlık kalmaktadır. Ayrıca aynı odada bir masa olduğunu farz edersek, masanın altının da tamamen siyah olduğu görülür. Gerçek dünyada bazı yüzeylerin tamamen karanlık olmamasına rağmen, ışın izlemenin sonucunda tamamen karanlık olmasının nedeni, ışık kaynağından çıkan ışınlar tarafından doğrudan aydınlatılmayan yüzeylerin gerçekte aydınlık olmasıdır. Yani sahnede aydınlık görünmesine rağmen, ışık kaynağından çıkan ışınların direkt olarak çarpmadıkları yüzeyler bulunmaktadır. Bu yüzeyler kırılmalar veya yansımalar neticesinde aydınlanmaktadır. Bu işleme Dolaylı aydınlatma (Indirect Illumination) denir. Doğrudan aydınlatılmayan bu yüzeylerin renk değerlerinin hesaplanması, "derinliği önceden belirlenmiş özyinelemeli bir algoritma"yı gerekli kılar. Aksi takdirde görüntünün tamamen gerçekçi olması beklenemez. Elbette ki bu algoritmanın koşması, görüntünün daha da geç hesaplanmasına neden olacaktır. Bu nedenle algoritmanın optimum olması çok önemlidir. Işın İzleme Yöntemi. Işın İzleme Yöntemine Giriş. Işın izleme yöntemi, ışık kaynağından çıkan ışınların fiziksel davranışlarını modellemek üzere kurulmuştur. Gerçek yeryüzündeki cisimleri görebilmemiz için ışık kaynağından çıkan ışınların, cisimlere çarparak yansıması ya da cisimlerin içinden geçerek kırılması ve sonuçta da gözümüze ulaşması gerekir. Bilgisayar ortamında ise, gerçekçi 3B görüntüler üretebilmek için boyama ve görünmeyen yüzeylerin kaldırılması işlemleri gerçekleştirilmelidir. Boyama, 3B nesnelerin herhangi bir noktasındaki renk değerinin belirlenmesine denir. Bu renk belirleme işlemi ışıklandırma, gölgelendirme, geçirgenlik, yansıma ve kırılmaya bağlı olarak belirlenir. Görünmeyen yüzeylerin kaldırılması ise, gözlemci tarafından 3B nesnelere bakıldığında, manzaradaki cisimleri oluşturan yüzeylerden görünmeyenlerin kaldırılması, dolayısı ile görünenlerin belirlenmesi işlemine verilen addır. Işın izleme yöntemi hem görünmeyen yüzeylerin kaldırılması, hem de renk değerlerinin belirlenmesine ilişkin çözümler sunar. İleri Yönlü Işın İzleme (Forward Ray Tracing) Yöntemi. Işık kaynağından doğrusal olarak saçılan ışınların cisimlerden yansıması ya da kırılması sonucu göze ulaştığı kabul edilerek yapılan modellemeye İleri Yönde Işın İzleme (Forward Ray Tracing) yöntemi denir. Gerçek yeryüzündeki görme, bu modele uygun olarak gerçekleşmektedir. Gerçek dünyada ışık kaynağından saçılan milyarlarca fotonun çok az bir kısmı göze ulaşır. Bu model bilgisayar ortamında gerçeklenirken, göze ulaşamayan fotonlar için çok sayıda gereksiz hesaplama yapılacaktır. Bu nedenle ileri yönde ışın izleme yönteminin bilgisayar ortamında gerçeklenmesi oldukça zordur. Geri Yönlü Işın İzleme (Backward Ray Tracing) Yöntemi. Göze ulaşmayan ışınların sisteme getireceği yükten kurtulmak için, sadece göze ulaşan ışınlar için hesaplama yapılması istenir. Bu nedenle ışın izleme yönteminin bilgisayar ortamında gerçeklenmesi için Geri Yönde Işın İzleme (Backward Ray Tracing) modeli kullanılır. Bu modelde ileri yönde ışın izleme yönteminin tersine, ışınların gözden çıkarak cisimlere çarpıp yansıması ya da kırılması sonucu ışık kaynağına ulaştığı kabul edilir. Bu yaklaşım sayesinde ileri yönde ışın izleme yöntemindeki gibi ışık kaynağından çıkan tüm ışınlar için değil, sadece göze ulaşabilen ışınlar için hesaplama yapılmış olur. Geri yönde ışın izleme yönteminde, gözlemcinin belli bir noktadan, görüntü düzlemine dik olarak baktığı varsayılır. Bakış noktasından çıkıp görüntü düzleminden geçen ışınlar, cisimlere çarptıktan sonra kırılarak veya yansıyarak ışık kaynağına ulaşıyorsa, ilgili pikselin rengi ışık kaynağının konumuna, cisimlerin rengine, yansıtma ve geçirgenlik özelliklerine göre belirlenir. Eğer tüm yansımalar ve kırılmalar sonucunda, gönderilen ışın ışık kaynağına ulaşmazsa, ilgili piksel siyaha boyanır. Burada yapılan yansıma ve kırılma işlemleri için bir derinlik değeri belirtilmelidir. Aksi takdirde işlemler çok uzun zaman alabilir. Işının Tanımı. Işının matematiksel olarak ne ifade ettiğini belirtmek faydalı olacaktır. Işın, başlangıç noktası ve doğrultusu olan vektörel bir büyüklüktür. Başlangıç noktası R0 olan, Rd doğrultusu boyunca ilerleyen R vektörü aşağıdaki gibi tanımlanabilir: "R = R0 + t Rd, t > 0 (2.1) Burada t, Rd doğrultusu boyunca giden R ışınının R0 başlangıç noktasına uzaklığıdır. t değerinin R0 ile Rd arasındaki uzaklığa tam olarak eşit olması için Rd'nin boyu 1 olmalı, yani Rd normalize edilmelidir. Birincil Işınların Üretilmesi. Bakış noktasından yollanan ve görüntü düzlemindeki her pikselin merkezinden geçen ışınlara, Birincil Işınlar (Primary Rays) denir. Işın izleme yönteminin ilk adımı birincil ışınların oluşturulmasıdır. Birincil ışınlar cisimlere çarpıp yansıyarak ya da kırılarak ışık kaynağına ulaşırsa görüntü düzlemindeki ilgili pikselin rengi, bu birincil ışının çarpıp yansıdığı ya da kırıldığı cisimlerin fiziksel özelliklerine göre belirlenecektir. Birincil ışınların üretilebilmesi için, ilk olarak doğrultunun hesaplanması gerekir. Bunun için 2.1 ifadesi yeniden düzenlenir: Rd = (R - R0) / t (2.2) Anlaşılacağı gibi, birincil ışının doğrultusunun hesaplanması için iki noktaya ve bir uzaklık bilgisine ihtiyaç vardır. İki noktadan birincisi genellikle R0 = [ 0 0 0 ] olarak seçilen bakış noktasıdır. İkinci nokta ise, renk değeri hesaplanmak istenen pikselin koordinatlarıdır. t değeri hipotenüs teoreminden hesaplanabileceği gibi iki nokta arası uzaklık formülünden de bulunabilir. Ancak biz t değerini, kesişim testi neticesinde bulacağız. Bununla beraber, Rd'nin normalize edilmiş halini bulmak için X, Y ve Z koordinatlarını ayrı ayrı t'ye bölmek yeterlidir. Rd'nin bulunması ile birincil ışın üretimi bitmiş olur. Böylece başlangıç noktası ve doğrultusu bilinen bir vektör elde edilmiştir. Bu birincil ışın ile manzaradaki bir yüzeyin kesişip kesişmediğini tespit etmek için, başlangıç noktası R0'ın ve doğrultu vektörü olan Rd'nin bilinmesi yeterlidir. Kesişim testlerinde, ışın ile yüzeyin kesişimi araştırılır. Eğer kesişim varsa 0'dan büyük bir t değeri geri döndürülür. Aksi takdirde t değeri 0 olur. Hesaplanan bu t değeri sayesinde yüzey üzerindeki kesişim noktasının koordinatları belirlenir. Eğer ışın bu kesişim noktasından kırılarak veya yansıyarak yoluna devam edecekse, kesişim noktası yeni başlangıç noktası yani R0 olur. Yansıma veya kırılma doğrultusu belirlenerek yeniden kesişim testleri yapılır. Bu ışınlara İkincil Işın (Secondary Rays) denir. İkincil ışınlar istenen derinlik değerindeki bir özyinelemeli bir algoritma ile ışık kaynağına ulaşıncaya kadar yeniden hesaplanır. Gerçek Piksel Koordinatlarının Hesaplanması. Görüntü düzleminin her bir pikseline karşılık, manzarada birden çok piksel karşılık düşer. Örneğin 10 x 10 boyutunda ve bakış noktasından z doğrultusunda 5 birim uzakta bir görüntü düzleminin bulunduğunu varsayalım. Eğer manzaramızın çözünürlüğü 1024 x 768 olarak seçilirse, 10 x 10 birimlik görüntü düzleminin herhangi bir (X, Y, 5) noktasından geçen ışının gerçek piksel koordinatları: Bu ifadedeki (X0, Y0, 5 ) noktası, 10 x 10 birimlik görüntü düzleminin en üst sol köşesinin koordinatlarıdır. Görünmeyen Yüzeylerin Kaldırılması. Görünmeyen yüzeylerin kaldırılmasının, gözlemci tarafından 3B nesnelere bakıldığında, manzaradaki cisimleri oluşturan yüzeylerden görünmeyenlerin kaldırılması, dolayısı ile görünenlerin belirlenmesi işlemine verilen ad olduğunu belirtmiştik. Görünmeyen yüzeylerin kaldırılmasında kullanılan başlıca yöntemler Derinlik Tamponu (Z-Buffer) ve Işın İzleme (Ray Tracing) 'dir. Derinlik tamponu yönteminde üç boyutlu cisimlerin iki boyutlu görüntü düzlemine izdüşümü alınırken, ilgili pikselin renk değerinin yanı sıra cisimle kesişim noktasının Z değeri de saklanır. Aynı piksel için yeni bir cisim kesişimi algılandığında Z değerleri karşılaştırılır. Yeni Z değeri eskisinden küçükse bu pikselin rengi yeni cismin rengi ile değiştirilir ve Z değeri yenisiyle güncellenir. Işın izleme yöntemi ile görünmeyen yüzeyler kaldırılırken, bakış noktasına göre aynı doğrultuda bulunan yüzeylerden, t uzaklığı en küçük olanı seçilmelidir. İlgili pikselin renk değeri hesaplanırken, seçilen bu yüzey esas alınır, diğerleri göz ardı edilir. Dikkat edilirse, Z Buffer yöntemi ve benzeri tüm diğer yöntemlerde kullanılan çokgen türü üçgen olmasına rağmen, ışın izlemede işlemler yönteminde piksel mertebesinde gerçekleştirilir. Bu sayede eğrisel yüzeylerde bile iyi sonuçlar elde edilir. Diğer yöntemlerde bu derece gerçekçi sonuçlar elde etmek için çokgenlerin son derece küçük seçilerek bir piksel boyutuna indirilmesi gerekir ki oldukça zor, hatta imkânsız denilebilir. Arka Yüzeylerin Kaldırılması (Backface Culling). Görünmeyen yüzeylerle ilgili diğer bir konu da arka yüzeylerin kaldırılmasıdır. Arka yüzeyler, bakış noktasından bakıldığında asla görülemeyecek olan yüzeylerdir. Örneğin dik olarak bakılan bir küpün arka yüzeyi asla görülemez. Bu yüzeylerin kaldırılması ışın izleme yönteminin hızlanmasını sağlar. Bununla birlikte arka yüzeylerin kaldırılması ışın izleme yöntemi ile çok kolay gerçekleştirilebilir. Işın - Nesne Kesişim Testleri. Işın izleme yönteminin en temel özelliği, bakış noktasından gönderilen ışınların cisimlerle kesişip kesişmediğini anlamak üzere yapılan kesişim testleridir. Bu testlerde, kesişimi araştırılacak cismin matematiksel denklemi ile ışının başlangıç noktası ve doğrultusunun koordinatları kullanılır. Sonuçta, varsa, kesişim noktası ve bu nokta ile bakış noktası arasındaki t uzaklığı hesaplanır. Aynı doğrultuda birden fazla kesişim noktası bulunabilir. Bu durumda en küçük t değeri esas alınır. Böylece görünmeyen yüzeyler kaldırılmış olur. Bu kısımda ışın izleme yönteminde kullanılacak temel matematiksel işlemler için gerekli vektörel ifadeler ve işlemler anlatılacaktır. Işın İzlemede Kullanılan Temel Matematiksel İfadeler. Üç Boyutlu Uzayda Noktanın Tanımı. Üç boyutlu uzayda bir P noktası, kendine ait X, Y, Z koordinatları ile aşağıdaki gibi ifade edilebilir: P = [ x y z ] (2.4) Skaler Çarpım. İki vektörün skaler çarpım değeri karşılıklı olarak x, y ve z değerlerinin çarpımlarının toplamına eşittir. Skaler çarpımı * sembolü ile temsil edilirse V1 ve V2 vektörlerinin skaler çarpımı aşağıdaki gibi hesaplanır: V1 * V2 = (V1X * V2X) + (V1Y * V2Y ) + (V1Z * V2Z) (2.5) V1 ve V2 vektörlerinin boyunun 1 birim olduğu, yani her iki vektörün de normalize olduğu durumda, bu iki vektörün skaler çarpımı iki vektörün arasındaki açının kosinüs değerini verir. İki vektör arasındaki açının kosinüsü difüz aydınlatmada kullanılır. Vektörel Çarpım. Vektörel çarpım işlemini x sembolüyle temsil edersek V1 ve V2 vektörlerinin vektörel çarpımı aşağıdaki gibi hesaplanır: V1 x V2 = [ V1Y* V2Z - V1Z* V2Y V1Z* V2X - V1X* V2Z V1X* V2Y - V1Y* V2X ] (2.6) Vektörel çarpım, ışın izleme yönteminde üçgenlerin normalini bulmak için kullanılır. Yansıyan veya kırılan ışınların yeni doğrultularının hesaplanması için yüzeye dik olan vektörün, yani yüzey normalinin, bilinmesi gerekir. Difüz ve speküler aydınlatma yapılırken de yüzey normali kullanılır. Ayrıca arka yüzey kaldırmada da hangi yüzün arka yüzey olduğunu belirlerlerken yüzey normali esas alınır. Bakış noktası ile arasında 90°'den daha büyük açı bulunan yüzeyler, arka yüzey kabul edilir. Tüm bu işlemlerde kullanılacak olan yüzey normalinin birim vektör olması, yeni normalize olması, gerekir. Barisentrik Koordinatlar. Üçgenin bir köşesinden başlanıp, kenarları belli katsayılarla çarparak başlangıçta alınan köşeye eklenirse, üçgen içinde istenen bir noktaya ulaşmak mümkündür. Kenarların çarpıldığı katsayılara Barisentrik Koordinatlar denir. Üçgen içindeki herhangi bir noktanın barisentrik koordinatlar cinsinden gösterimi aşağıdaki gibidir: t (u, v ) = V0 + u (V1 – V0 ) + v (V2 – V0) (2.7) Bu ifadedeki u ve v değerleri barisentrik koordinatlardır ve aşağıdaki şartları sağlamalıdır: u ≥ 0 ve v ≥ 0 için u + v ≤ 1 Barisentrik koordinatlar bu çalışmada hızlı kesişim testleri gerçekleştirilirken kullanılmıştır. Tomas – Möller kesişim testinde Barisentrik koordinatlardan faydalanılarak daha kısa sürede kesişim testi yapılabilmektedir. Işın – Yüzey Kesişim Testi. Orijine olan uzaklığı D olan, Pn = [ A B C ] normaline sahip olan P yüzeyini denklemi aşağıdaki gibidir: Ax + By + Cz + D = 0 (2.8) Köşe koordinatları Vi (X, Y, Z ) olan üçgenin oturduğu yüzeyin denklemi aşağıdaki gibi hesaplanabilir: A * Vo, x + B * Vo, y + C * Vo, z + D = 0 (2.9) 2.9 ifadesinden D değeri bulunur. Eğer P yüzeyi ile R ışını kesişiyorsa, R'nin o noktaya karşılık gelen t değeri için yüzey denklemi sağlanmalıdır. A * (X0 + tXd) + B * (Y0 + tYd) + C * (Z0 + tZd) + D = 0 (2.10) 2.10 ifadesi t'ye göre yeniden düzenlenirse, başlangıç noktası ile yüzey arasındaki uzaklık belirlenmiş olur: t = - (A * X0 + B * Y0 + C * Z0 ) / (A * Xd + B * Yd + C * Zd ) (2.11) Eğer t < 0 ise kesişim yoktur. Eğer t > 0 ise kesişim vardır ve kesişim noktası I aşağıdaki gibi hesaplanabilir: I (X, Y, Z) = (X0 + tXd, Y0 + tYd, Z0 + tZd ) (2.12) Işın-Üçgen Kesişim Testleri. 3B nesneler genellikle üçgenlerden oluşacak şekilde modellenir. Bu sebeple kesişim testi algoritmalarının çoğu üçgenler üzerine yoğunlaşmıştır. Alan Hesabı İle Işın – Üçgen Kesişim Testi. Bu yöntem, ışın – üçgen kesişim testleri arasından en basit olanıdır. Öncelikle ışın – yüzey kesişim testi yapılmalıdır. Daha sonra ışın ve yüzeyi oluşturan üçgenin köşe noktaları görüntü düzlemine perspektif olarak izdüşürülür. Kesişim noktası ile üçgenin ikişer noktası sıra ile alınarak üç tane alt üçgen elde edilir. Bu üçgenlerin alanları hesaplanarak toplanır. Elde edilen toplam alan, kesişim testi yapılan üçgenin alanına bir ε kadar yakınsa ışın üçgenin içindedir yani ışın ile üçgen kesişmektedir denir. Açı Hesabı ile Işın -Üçgen Kesişim Testi. Işın düzlem kesişim testinden elde edilen kesişim noktasının üçgenin içerisinde olup olmadığının kontrolü için kullanılan diğer bir yöntem de açı testidir. Yine ilk olarak ışın – yüzey kesişim testi yapılmalıdır. Daha sonra ışın ve yüzeyi oluşturan üçgenini köşe noktaları görüntü düzlemine perspektif olarak izdüşürülür. Kesişim noktası ile üçgenin ikişer noktası sıra ile alınarak üç tane üçgen elde edilir. Bu üçgenlerin I noktasını merkez nokta kabul eden açıları hesaplanarak toplanır. Elde edilen toplam açı 360° ise ışın üçgenin içindedir yani ışın ile üçgen kesişmektedir denir. Tomas Möller Işın – Üçgen Kesişim Testi. Yukarıda anlatılan tekniklerin her ikisi de kesişim testi yapmadan önce ışın – yüzey kesişim testi yapılmakta, daha sonra perspektif izdüşümü yapılmaktadır. Böylece problem 3B'dan 2B'a indirgenmekte ve test esnasında 2B noktanın 2B üçgenin içinde olup olmadığı araştırılmaktadır. Ancak tüm bu işlemler için öncelikle yüzey denkleminin belirlenmesi, dolayısı ile normalin hesaplanması gerekmektedir. Elbette ki kesişim testine geçilmeden önce yapılan bu işlemler algoritmanın yavaş çalışmasına neden olmaktadır. Bunun yerine kullanılan Tomas – Möller kesişim testinde yüzey normalinin hesaplanması gerekmemektedir. Kesişim Testi Algoritması. Başlangıç noktası R0 olan ve Rd doğrultusu boyunca ilerleyen R vektörünü aşağıdaki gibi tanımlamıştık R = R0 + t Rd, t > 0 (2.1) Kesişim testi yapılacak olan üçgenin köşeleri Vi ise, üçgen üzerindeki herhangi bir t (u, v ) noktasının barisentrik koordinatlarını aşağıdaki gibi ifade etmiştik: t (u, v ) = V0 + u (V1 – V0 ) + v (V2 – V0) (2.7) R ışını, verilen üçgeni bir t (u, v ) noktasında kesiyorsa, aşağıdaki ifade sağlanmalıdır: R0 + t Rd = V0 + u (V1 – V0 ) + v (V2 – V0) (2.13) 2.13 ifadesi düzenlenirse, u, v ve t'ye bağlı bir lineer denklem sistemi elde edilir. Bu sistemin çözülmesi halinde u, v ve t bulunur. Görüldüğü gibi bu yöntemde yüzey normali ve perspektif izdüşüme gerek yoktur. Algoritmanın Uygulanması. Tomas – Möller yöntemine ilişkin yalancı dil kodu (pseudocode) aşağıda verilmiştir: IşınÜçgenKesişimi (o, d, vo, v1, v2 ) Gölgeler. Bir yüzeye ışığın gelmesini engelleyen başka bir yüzey varsa, ışığın ulaşamadığı yüzey gölgede kalmış olur. Gölge testi için, kesişim noktasından ışık kaynağına yollanan ışınlar ile diğer nesnelerin kesişimleri araştırılır. Eğer kesişim tespit edilirse yüzey gölgelenir. Gölgelemenin gerçekleşmesi için, test için gönderilen ışından elde edilen kesişim noktası ile testi yapılan yüzey arasındaki uzaklığın, yüzeyin ışık kaynağına olan uzaklığından daha küçük olması gerekir. Aynasal Yansıma. Diğer yöntemlerde çok zor tanımlanmasına rağmen, ışın izleme yönteminde yansıyan ve kırılan ışınlar mükemmel şekilde modellenebilir. Böylece son derece gerçekçi görüntüler elde edilebilir. Eğer bir yüzeyin yansıtıcılık özelliği varsa, bu yüzeye çarparak yansıyan ışın diğer bir yüzeye çarptığında, bu yüzeyin rengi yansıtıcılık özelliği bulunan yüzey üzerinde görülür. Elbette bu işlem için de derinliği belirlenmiş özyinelemeli bir algoritma koşulmalıdır. Yansıma değerinin belirlenmesi oldukça kolay bir işlemdir. Gerekli olan bir nokta ve bir doğrultudur. Nokta, ışın ile yansıtıcı yüzeyin kesişim noktasıdır ki artık yeni bir başlangıç noktası olmuştur. Bu noktadan yansıyacak olan ışının doğrultusu, gelen ışının doğrultusuna ve normale bağlıdır. Zira gelen ışın ile normal arasındaki açı, yansıyan ışın ile normal arasındaki açıya eşit olmalıdır. N ilgili yüzeyin normali, I gelen ışının olmak üzere Rref yansıma doğrultusu aşağıdaki gibi hesaplanır: Rref = I – 2 (I * N ) * N (2.14) POV-Ray gibi ışın izleme programları ise simüle edilen bir kamera ile başlarlar ve ışık ışınlarını sahneye yollarlar. Kullanıcı kameranın, ışık kaynaklarının, nesnelerin yerini ve bunların yüzey özelliklerini belirler, eğer isterse sahneye sis, duman, ateş gibi atmosferik etkiler de ekleyebilir. Sonuç görüntüdeki her piksel için bir ya da daha çok ışın kameradan sahneye yöneltilir ve sahnedeki bir nesne ile kesişip kesişmediğine bakılır. Kameradan çıkan bu ışının bir nesneyi kestiği her noktadaki yüzey rengi hesaplanır. Bunun için ışınlar sahnedeki her ışık kaynağına da yönlendirilir ve böylece kaynaklardan gelen ışık miktarı da hesaplanır. Benzer şekilde her yüzey noktasının gölgede kalıp kalmadığı hesaplanır. Yüzeyin şeffaf olup olmamasına göre de ne kadar ışığı geçirdiği ve ne kadar ışık kırılmasına yol açtığı da hesaplanarak nihai renk belirlenir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1571", "len_data": 20018, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.26 }
Türkgünü; 22 Mayıs 2004 tarihinde, Almanya’nın en önemli tarihi mekanlarından biri ve Berlin’in simgesi olan Brandenburger Tor önündeki alanda gerçekleşmiş, bir şenlik havasında kutlanan özel bir gün. Yarım yüzyıla yaklaşan bir süredir, toplumun genel dokusuna uyumlu olarak Almanya’da yaşamakta olan Türkler, günümüzde sanattan spora, edebiyattan medyaya, Alman ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal yaşamına önemli katkılarda bulunan, dinamizm getiren bir unsur haline gelmişlerdir. Türkiye’nin AB üyeliği bakımından belirleyici önemi haiz 2004 yılı içinde, bu olumlu yönlerin daha fazla gündeme getirilmesi, sadece Türkiye'nin etkin tanıtımı olmayacak, aynı zamanda Almanya’da yaşayan 2.5 milyonu aşkın Türk yurttaşına da moral ve özgüven vermştir. Bu anlayışla, geçtiğimiz yıllarda yürüyüş şeklinde gerçekleşen Türkgünü, edinilen tecrübeler ışığında 2004 yılında yeni bir anlayışla, genç ve profesyonel bir ekip tarafından tasarlanmıştır. Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi Mehmet Ali İrtemçelik’in himayesinde ve çok sayıda dernek ve kuruluşun etkin olarak yürüttüğü hazırlıklar çerçevesinde düzenlenmiştir. “Biz Avrupalıyız” temasının işlendiği şenliğin Alman ve Türk medyasında layıkıyla yer bulması için basın ve reklam çalışmaları iki aydan fazla sürmüştür. Sponsorlar. Dünyanın en büyük şirketlerinden T-Com ve Ford büyük maddi desteğin yanı sıra alan faaliyetlerine de promosyon ekipleriyle katkı sağlayarak ziyaretçilere renkli bir program sunmuştur. Ayrıca Öger Tours başta olmak üzere Almanya'da faaliyet gösteren pek çok Türk şirketi Türkgünü'ne destek vermiştir. Örneğin: Akbank, Denizbank, Türkiye İş Bankası, Oyak Anker Bank, Vakıfbank, Ziraat Bankası İnternational, ADA Immobilien, AS Steuerbüro, CABA İmmobilien, Concept Verlag, Gargi GmbH.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1575", "len_data": 1756, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.43 }
Reşadiye, (Eski adıyla İskefsir) Karadeniz'in orta kesiminde Kızılırmak yayı içinde kalan Kapadokya arazisi içerisinde yer alan bir Tokat ilçesidir. Kelkit Çayı'nın kenarında, kara yolu üzerindedir. Reşadiye; kuzeyinde Ordu, güneyinde Almus, batısında Niksar ve Başçiftlik, güneydoğusunda ise Sivas ile çevrilmişir. 2022 TÜİK verilerine göre toplam nüfusu 32.600'dür. Tarihi. Eski Kapadokya arazisi elden ele geçmiş, değişik milletler bu arazide medeniyetler kurmuşlardır. Sırasıyla Hititliler, Persler, Makedonyalılar, Pontus Krallığı, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Danişmendliler, Kadı Burhâneddin ve Akkoyunlular bu bölgede hüküm sürmüşlerdir. Sonraları da bu arazi Osmanlı İmparatorluğu'nun hakimiyetine geçmiş Reşadiye'nin eski ismi olarak bilinen "İskefser"in tarihi 15. yüzyıla kadar gitmektedir. Bu bölgeden geçerek Erzurum'a giden yine aynı güzergâhtan İstanbul'a dönen meşhur Türk gezgini Evliya Çelebi Seyahatname'sinde bu bölgeden bahsetmektedir. O yüzyıllarda Doğu ile Batı arasında kara ulaşımının yapıldığı Şark Yolu diye adlandırılan yolun Reşadiye'den geçtiği Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde belirtilmektedir. Bu yol üzerinde eskiden kalma büyük mezarlıklar hâlen mevcuttur. Reşadiye'nin coğrafi özellikler bakımından çam ormanlarıyla kaplı olması, kışın sert geçen iklim koşullarından fazla etkilenmemesi, köylerin konumuna göre merkezi bir yerde olması, sağlığa yararlı kaplıcalarının bulunması, Kelkit Vadisi üzerindeki Şark Yolunun buradan geçmesi ilçe merkezi olarak seçilmesini etkileyen nedenlerdir. 1939 yılında 26 Aralık'ı 27 Aralık'a bağlayan gece sabaha karşı tarihte 1939 Erzincan Depremi olarak da bilinen deprem Reşadiye ve köylerinde etkili olmuş ve bu depremde Reşadiye'de ayakta tek bir bina kalmamıştır. Bu haliyle ilçe merkezi ve köyleri uzun bir süre kendi kaderine terk edilmiştir. Köylerle birlikte toplam 2100 kişinin öldüğü resmî kayıtlarda mevcuttur. Zamanın Tokat valisi İzzeddin Çağpar, ilçe Kaymakamı Necati Gökmoğol ve oluşturulan kurulun uzun tartışmaları sonucu yeni Reşadiye'nin yerleşim yeri eski yerleşim yerinin kuzeyine dağ eteğine kaydırılmıştır. 1966 yılından sonra zamanın idarecilerinin yoğun çalışmaları ve Reşadiye halkının da katkılarıyla yeni bir atılım ve yapılanma ortaya çıkmış, önce maddi sorunlar aşılıp, günün şartları içinde son derece önemli yatırımlar gerçekleşmiş, 1970'li yıllarda ise tüm Türkiye'de olduğu gibi Reşadiye de yurt dışına çok sayıda işçi göndermiştir. Bu işçiler kazançlarını ilçelerine aktarmışlar böylece ilçe merkezi hızlı bir kentleşme sürecine girmiştir. ayrıca altıparmak köyü yakınında köyün güneyinde kalecik adlı bir mezranın bulundugu ama kalenin gün ışıgına çıkmamış kalıntıları ve yüksekligi gözler önündedir. Bugüne kadar Reşadiye'de Romalılara, Bizanslılara ve Türklere ait çeşitli seramik eşya, sikke, yayla ve köylere yayılmış tarihi mezarlar bulunmuştur. Köylerde yer yer bozulmuş kale kalıntılarına rastlanır. Çoğunun temel harabeleri kalmıştır. Göllüköy, Çamlıkaya, Saraydüzü, Kalecik, Mengen Kalesi, Kaledüzü, Kızılcaören, Turaç Köyü yaylasında Bizans dönemine ait olan ve sonraları Müslümanların da defnedildiği tarihi bir mezar alanı vardır. Danişmendliler Dönemi. Malazgirt Savaşı'ndan sonra Anadolu'nun kapıları Türkler'e açılmış, Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah'ın komutanlarından Dânişmend Gazi de Anadolunun fethinde görev almıştır. Melikşah, Dânişmend Gaziyi Sivas dolaylarına göndererek alacağı yerleri kendisine vereceğini vadetmiştir. Gazi Ahmet Dânişmend, Sivas ve yöresini alarak Anadolu'da ilk Türk Danişmendiye hükûmetini kurmuştur. 1080 yılında da Sivas'ı devlet merkezi yapmıştır. Gazi Ahmed Dânişmend, Türklerin Salur Boyundandır, Harizm'den gelmiştir. Dânişmend Gazi Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıçarslan'la birlikte Haçlılara karşı başarılı savaşlar çıkartmıştır. Coğrafi bilgiler. Reşadiye, Orta Karadeniz Bölgesi'nde yer alır. Doğusunda Koyulhisar ve Mesudiye; batısında Niksar ve Başçiftlik; kuzeyinde Aybastı ve Gölköy; güneyinde Almus ve Doğanşar ilçeleri bulunmaktadır. Coğrafi olarak 400 31' kuzey enlemleri ile 370 06' doğu boylamları arasında bulunmakta ve Kelkit Irmağı kıyısında kurulmuş bulunan Reşadiye'nin en yüksek tepesi 2.183 metre ile Erdem Baba Tepesi'dir. Bunu, Küçük Erdem Tepesi (2.113 metre), Kabaktepe (2.037 metre), Çal Tepesi (2.022 metre), Mektep Tepesi, Tömbül Tepesi ve Lalelik Tepesi izler. Bu yüksekliklerin tümü Günüş Dağı'nda bulunmaktadır. Zinav Gölü ilçe sınırlarında yer alır. İlçenin arazi yapısının dağlık olması nedeniyle geniş ovası bulunmamaktadır. Ancak ovacık, meydanlar, yazı ve düzlükleri ekim ve dikime müsaittir. Reşadiye ilçesi yaylalar yönünden oldukça zengindir. 44 yaylanın içerisinde en çok bilinen yaylaları Cimban, Selemen, Gedik, Hasanşeyh ve Batmış'tır. Kültür. Halk Oyunları Reşadiye, Tokat ili sınırları içerisinde ve Kelkit Vadisi'nde bulunmaktadır. Geleneksel oyun ve müzik kültürü açısından kendine özgü bir yapısı olan ve araştırılması gereken bir bölgedir. Bölgede genel olarak; halay, semah türü oyun ve müziklerinin icra edildiği bilinse de Doğu Karadeniz'e sınır olduğu için horon ve bar türü oyunlarında icra edildiği görülmektedir. Bu oyunların yöreye hangi tarihlerde ve nasıl geldikleri konusunda herhangi bir yazılı kaynak bulunmamaktadır. Yer şekilleri. Reşadiye, yer şekilleri bakımından çeşitlilik gösteren bir yerleşim merkezidir. İlçe, Tokat'ın diğer ilçeleriyle karşılaştırılırsa eğim ve engebenin burada oldukça fazla olduğu görülür. Arazi kırık; eğimi fazla ve yer yer platolarla çevrilidir. Ortalama yükseltisi 1.500 metrenin üzerindedir, ilçe merkezinin rakımı ise 450 metredir. Dağlar. Reşadiye Orta Karadeniz Bölgesiyle, İç Anadolu Bölgesi arasında bir geçiş alanı oluşturur. Karadeniz'in tamamının oluşumu gibi burası da üçüncü ve dördüncü jeolojik zamanda oluşmuş, yer yer oturmasını tamamlamamış bir bölümdür. Bu bölümdeki dağların büyük çoğunluğunu sıradağlar oluşturmaktadır. İlçe "Konale Fay Hattı" üzerinde yer alır. 1. Derece deprem kuşağı üzerindedir ve bu faylar hâlen diridir. Reşadiye'de yükseltinin en fazla olduğu yöre, Çamlıkaya sınırıları içerisinde yer alan "Erdem Baba Tepesi"dir (2.183 m). Bunu; Küçük Erdem Tepesi (2.113 m), Kabak Tepe (2.037 m), Çal Tepesi (2.022 m), Mektep Tepesi (2.002 m), Tömbül Tepesi (2.000 m), Lalelik Tepesi (1.922 m) izlemektedir. Mağaralar. Reşadiye'nin köylerinde gerek doğal oluşum, gerekse insan eliyle yapılmış mağaralara rastlanır. Başlıcaları şunlardır: İklim. İklim bakımından İç Anadolu ve Karadeniz Bölgelerinin geçiş noktasında bulunan Reşadiye'de, yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve sert geçmektedir. İlçe merkezinin kış aylarında fazla kar tutmamasına karşın yüksek rakımdan oluşan ilçe genelinde kış şiddetli geçmektedir. İlçede hava durumunun uzun yıllar içindeki seyri incelendiğinde şu genel özelliklerin ortaya çıktığı görülür: Turizm. Kaplıca turizmi. Reşadiye Belediyesi bünyesinde hizmete sunulan, şifa kaynağı olan kaplıca suyunun faydalı olduğu rahatsızlıkların başında romatizma, nevralji (sinir ağrıları), nefrit (böbrek iltihabı hastalıkları), kireçlenme, kırık-çıkık sekalleri ve cilt-kadın hastalıkları gelir. Bu sularda radon gazı bulunmamakta ve Türkiye'de radon gazının olmadığı tek su olup, debisi kaynağında 30 lt/sn'dir. Eğitim. İlçe merkezinde:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1576", "len_data": 7253, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.41 }
Tokat; Bizans dönemi adıyla Komana, Yunanca Τοκάτη - Tokáti", Ahameniş İmparatorluğu dönemi adıyla Kah-Cun, Selçuklu Devleti döneminde Dar Ün-Nusret, Moğollar döneminde Sobaru" adlarıyla Türkiye'nin Karadeniz Bölgesinde yer alan bir ildir. Kuzeyde Samsun, kuzeydoğuda Ordu, doğu ve güneyde Sivas, güneybatıda Yozgat ve batıda Amasya illeriyle komşudur. İlçelerinden Yeşilyurt, Sulusaray ve Artova İç Anadolu Bölgesinde kalır. 1943 yılında Erbaa, 1944'te Artova ve Turhal, 1954 yılında Almus, 1987 yılında Pazar ve Yeşilyurt, 1990 yılında ise Sulusaray ve Başçiftlik ilçeleri kurulmuştur. Şubat 2021 TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 12 ilçe, 37 belediye ile bu belediyelerde 315 mahalle ve ayrıca 613 köy vardır. İl merkezinin denizden yüksekliği 630 m'dir. Etimoloji. Yerleşim; Bizans dönemi adıyla Komana, Yunanca Τοκάτη, Ahameniş İmparatorluğu dönemi adıyla Kah-Cun, Selçuklu Devleti döneminde Dar Ün-Nusret, Moğollar döneminde Sobaru adlarıyla yer almıştır. Bizanslı coğrafyacı İeroklis Sinekdimos MS 6. yüzyılda Kapadokya'da "Eudokia" adlı bir kent yer aldığını bildirmiştir. Evliya Çelebi kentin adını Türkçe etimolojiyle arpası bol olduğu için atların doymasına karşılık "Tok-at", Osmanlı tarihçisi İsmail Hakkı Uzunçarşılı "surlu şehir" manasına gelen "Toh-kat" olarak açıklamış, Özhan Öztürk ise "Pontus" adlı çalışmasında Avestada "ülke, şatraplık" anlamına gelen ve ilk olarak MÖ 6. yüzyılda Ahameniş İmparatorluğu döneminde Kapadokya için kullanılan ""Dahyu" kelimesinin Rum ağzında bozulmuş formu "Dokeia"" kelimesinin zamanla "Tokat"'a dönüştüğünü iddia etmiştir. Tarih. İlk çağlarda Togayıtlar'ca kurulduğuna inanılan Tokat, Hititlerin, Asurluların, Hurrilerin ve Kimmerlerin egemenliğinde kaldıktan sonra sırasıyla Perslerin, Büyük İskender dönemi Makedonyalıların, Kapadokya Krallığının ve buraya "Comana Pontica" adını veren Pontus Krallığı'nın yönetimine geçti. MÖ 65'te Romalıların ve sonrasında Bizans Devletinin egemenliğine girmiştir. Bizans-Sasani ve Bizans-Arap savaşlarında kritik öneme sahip olan Tokat Kalesi, Malazgirt Zaferi'nden sonra Danişmentlilerin yönetimine (1071) daha sonra ise Anadolu Selçuklularının (1150) eline geçmiş kentin güneybatısında, 750 metre yüksekliğindeki Hisartepe üzerinde bulunmaktadır. Tokat Kalesi'ne ait en eski izler 5 ya da 6. yüzyıla ait olup kalenin bu yıllarda var olduğu bilinmektedir. İoannis Hrisostomos (Altın ağızlı Yuhanna, Aziz ve erken dönem Hristiyan Kilise babası), Konstantinopolis'ten sürgüne Aladağlar'da bulunan Cocysus şehrine giderken burada ölmüştür. Coğrafya. Deveci dağlarının orta kesiminin kuzey yamaçlarından doğarak soldan Yeşilırmak'a kavuşan bir akarsu vadisinin yamaçlarında kurulmuş olan kent, çok engebeli bir bölgede Orta Karadeniz kıyılarını ve İç ve Doğu Anadolu Bölgesine bağlayan önemli yolların kavşağında eski bir yerleşme Tokat; kuzeyinde Samsun, kuzeydoğusunda Ordu, güneyinde Sivas, güneybatısında Yozgat, batısında: Amasya ili ile çevrilidir. İlin toplam yüzölçümü: 10.071 km²'dır. Kapladığı alan açısından Türkiye topraklarının % 1,3'ünü kapsar. Denizden yükseltisi 623 metredir. Coğrafi Koordinatları: 39° 51' – 40° 55' kuzey enlemleri ile 35° 27'- 37° 39' Doğu boylamları arasındadır. Tokat'a bağlı Taşova ilçesi, 1953 senesinde Amasya'ya bağlanmıştır. Merkez ilçe dahil 12 ilçenin yanında 77 belde ve 632 köy mevcuttur. Merkeze bağlı 41 mahalle, 103 köy ve 9 belde bulunmaktadır. Yüzölçümü bakımından Tokat'ın en büyük ilçesi Zile'dir. En yüksek nüfusa sahip ilçe ise Erbaa'dır. Belli başlı akarsular Yeşilırmak, Tozanlı kolu, Kelkit kolu, Çekerek kolu, Tokat kolu, Kuruçay kolu, Güllin kolu, Darı Deresi kolu, Cırcır kolu olup bilinen dağlar arasında "Erdem Kırı" (2183), "Mamu" (1770 m), "Yaylacık" (1620 m), "Deveci" (1892 m), "Bugalı" (1945 m), "Dumanlı" (2200 m), "Çamlıbel" (2020 m) ve "Akdağ" (1900 m) bulunur. Yine bilinen ovalar Kazova, Omala Ovası (Gözova), Turhal Ovası, Niksar Ovası, Erbaa Ovası, Artova Ovası, Zile Ovası, Tokat Ovası, Pazar Ovası ve Yazıbaşı Ovası'dır. İklim. Tokat ili; İç Anadolu Bölgesi iklimi, İç-Doğu Anadolu iklimi, Karadeniz iklimi ve Orta Karadeniz iklimi arasında bir geçit özelliği gösterir. Uzun yıllar ortalamasına göre yıllık ortalama sıcaklık; en düşük 8,1 °C en fazla 14,2 °C'dir. Uzun yıllar ortalamasına göre ortalama yağış; 381,7 mm ile 586,2 mm arasındadır. Ortalama nispi nem; % 56 ile % 73 arasında değişmektedir. Yağışlar aylara göre farklılıklar göstermektedir. Yönetim. 4 Şubat 2020 TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 12 İlçe, 37 belediye, bu belediyelerde 315 mahalle ve ayrıca 613 köy vardır. İllerde protokolde ilk sırada yer alan vali, merkezi yönetimi temsil eder ve cumhurbaşkanı tarafından atanır. Büyükşehir dışındaki illerde yerel yönetim, şehirler düzeyindedir. Belediye başkanı, belediye sınırları içinde kalan seçmenin oy çokluğu ile seçilir. Aynı seçmen İlçe Belediye Meclisi için de oy kullanarak ilçelerin belediye meclislerini oluşturur. İldeki bütün seçmenler ayrıca İl Genel Meclisi için de oy kullanarak, İl Genel Meclisinin oluşumunu sağlarlar. İl Genel Meclisi ve Belediye Meclisi üyelikleri için yapılan seçimlerde, onda birlik baraj uygulamalı nispi temsil sistemi, belediye başkanlığı seçiminde ise çoğunluk sistemi uygulanır İl Genel Meclisi ve Belediye Meclisi üye sayıları ilçe nüfusuna göre, kontenjandan kalan sayıların partilere dağılımı ise D'Hondt sistemine göre belirlenir (Kanun:2972-Madde:23) İl Genel Meclisi, İl Özel İdaresinin karar organıdır, başkanını üyeleri arasından gizli oyla seçer. Ayrıca, İl Genel Meclisi kendi içinden gizli oyla bir yıl görev yapacak 5 kişilik İl Encümenini seçer. Merkezi yönetim, vali ve il müdürlerinden oluşur. İl Özel İdaresi (İl Genel Meclisi ve İl Encümeni) seçilmişlerden oluşur, ancak vali başkanlığında görev yapar. Yerel yönetim ise belediye başkanları ve belediye meclislerinden oluşur. Mevcut Tokat valisi, Abdullah Köklü'dür. 17.7.2024 tarihli 2024/217 sayılı kararla Bakırköy kaymakamı iken atanmıştır. Tokat Belediye Başkanı, 1982-Çorum/Alaca doğumlu Mehmet Kemal Yazıcıoğlu (Milliyetçi Hareket Partisi), 31 Mart 2024 seçimlerinde %54,86 oy oranıyla seçilmiştir. 2024 Türkiye yerel seçimleri sonuçlarına göre Tokat İl Genel Meclisi üye sayısı, 18 AKP, 15 MHP ve 7 CHP olmak üzere 40'tır. Tokat Belediye Meclisi ise 20 MHP, 10 AKP ve 1 CHP olmak üzere 31 üyeden oluşur. 2023 genel seçimleri sonucu, Tokat'ı temsilen TBMM'e AKP'den 3 milletvekili (Yusuf Beyazıt, Mustafa Arslan, Cüneyt Aldemir), CHP'den 1 milletvekili (Kadim Durmaz) ve MHP'den 1 milletvekili (Yücel Bulut) seçilmiştir. Nüfus. Güncel Nüfus Değerleri (TÜİK 6 Şubat 2025 verileri) Tokat ili nüfusu: 612.674'dir. Bu nüfusun % 80,97'si şehirlerde yaşamaktadır (2024 sonu). İlin yüzölçümü 10.044 km2'dir. İlde km2'ye 61 kişi düşmektedir. (Bu sayı merkezde 100'dür.) İlde yıllık nüfus % 0,95 oranında artmıştır. Nüfus artış oranı en yüksek ve en düşük ilçeler: Başçiftlik (% 36,87) ve Pazar'dır (-% 3,18). 06 Şubat 2025 TÜİK verilerine göre merkez ilçeyle beraber 12 İlçe, 43 belediye, bu belediyelerde 331 mahalle ve ayrıca 609 köy vardır. Ekonomi. Tokat halkı geçimini tarım, hayvancılık ve ticaretle sağlar. Büyük şehirlerin kalabalık nüfusu, yüksek binaları ve boğucu havalarının aksine Tokat insanı kendine bağlayan düzenli şehir yapısı, sayısız doğa güzellikleri, ekonomik alışveriş koşulları ile huzurlu bir yaşam için ideal bir şehirdir. Halkının büyük çoğunluğu Müslüman olup şehirde Sünni ve Aleviler yoğunluktadır. Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanan Tokat'ın ticaret ve sanayi ise il merkezinde yoğunlaşmıştır. Tokat Organize Sanayi Bölgesi şehrin tek sanayi faaliyetinin sürdürüldüğü alandır. Yine bulunduğu coğrafi konum ile tarıma yatkın bir şehirdir. Tarım üretiminde domates, biber, vişne, kiraz, patates, üzüm ve şekerpancarı bölge üretiminde en fazla payı alan ürünlerdir. Küçükbaş, büyükbaş hayvan varlığı ve arı kovanı sayısı bakımından önemli bir paya sahiptir. Tokat'ta nüfusun %5'i endüstri alanında çalışmaktadır. Yem, kereste, lastik ayakkabı, alüminyum fabrikalarının yanı sıra, bakır işleme atölyesi, ziraat aletleri imalathanesi ve sanayi kuruluşlarının faaliyet gösterdiği Tokat'taki en bilinen fabrikalar Dimes Meyve Suyu Fabrikası, Olca Salça Fabrikası, Eser Salça Fabrikası, Samaş Bentonit Fabrikası ve Turhal Şeker Fabrikası'dır. Sağlık. Tokat'ta toplam biri merkezi olmak üzere 15 hastane bulunmaktadır: Almus Devlet Hastanesi, Tokat Devlet Hastanesi, Tokat Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi, Tokat Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi, Reşadiye Devlet Hastanesi, Erbaa Devlet Hastanesi, Niksar Devlet Hastanesi, Zile Devlet Hastanesi, Turhal Devlet Hastanesi, Artova Entegre İlçe Hastanesi, Tokat Özel Medical Park Hastanesi, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Araştırma Hastanesi, Başçiftlik Entegre İlçe Hastanesi, Pazar Entegre İlçe Hastanesi, Yeşilyurt Entegre İlçe Hastanesi ve Sulusaray Entegre İlçe Hastanesi. Ulaşım. Tokat'a ulaşım, tren ve karayolu ile sağlanabileceği gibi, eski Tokat valilerinden Recep Yazıcıoğlu'nun girişimleriyle 1988-1990 tarihlerinde 1700 metrelik piste kavuşan Tokat Havalimanından da yapılabilmektedir. Tokat'a en önemli ulaşım biçimi Erbaa ile Reşadiye ilçe merkezleri içinden geçen, Tokat şehir merkezine bağlantısı olan yoludur. Tren yolu ulaşımının da önemli bir yere sahip olduğu ilde Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryollarının (TCDD) düzenlediği Samsun-Kalın demiryolu tren seferleri kuzeyde Samsun, güneyde Sivas'a uzanır. Kültür. Turistik yerler. Köklü tarihi, üzerinde birçok medeniyetin hüküm sürmesi ve insanlığın ilk yerleşim yerlerinden olmasından dolayı birçok turistik yerin yer aldığı kentin merkezinde yer alan Tokat Kalesi ile ilçesinde yer alan Zile, Niksar ve Turhal kaleleri yerli ve yabancı turistin uğrak yeri olup, Mustafa Kemal Atatürk'ün geçici olarak ulusal mücadele yıllarında konakladığı Latifoğlu Konağı müze evi, II. Abdülhamid'in tahta çıkışının 25. yılı şerefine yaptırılan tarihi Tokat Saat Kulesi, tarihi Gök Medrese kent merkezinde bulunur. Tokat il Merkezinde bulunan Anadolu'da yapılan ilk medrese olarak bilinen Yağıbasan Medresesi, ilk onarımı 1678 yılında yapılan Tokat Ulu Camii aynı adla Niksar ilçesinde bulunan diğer camii, Pazar ilçesinde bulunan tarihi Pazar Kervansarayı ve Ballıca Mağarası bulunur. Turhal ve Pazar ilçe sınırları dahilinde bulunan Kaz Gölü, yerli ve göçmen kuşların yuvalanma, kuluçkalaşma alanıdır. 108 çeşit kuş türü yaşam kaynağıdır. Sulusokak tokat ili eski kent merkezini ve ticaret merkezini oluşturan içerisinde tarihî eserleri barındıran önemli bir sokaktır. Sulusaray ileçesinde bulunan Sulusaray kaplıcalarında doğal termal su kaynağı bulunmaktadır. Suluhan tokat il merkezinde yer almaktadır. Günümüzde aşevi olarak kullanılıyor. Sunguriye Türbesi Tokat ili Niksar ilçesi Halil Efendi Sokağında bulunmaktadır. Sık Dişini Helası İl merkezinde yer almaktadır. Ayrıca Seyir Tepe Tesisleri de Tokat merkez de bulunmaktadır. Sen Timur Türbesi de 14.yy'a ait tarihi bir türbedir. Spor. 2018-2019 Sezonu sonunda, futbolda Tokatspor, 3.lige düşmüştür. Erbaaspor 3. Ligde, Turhalspor BAL'da kalmışlardır. Kadın futbol 3. Liginde 3 takımı vardır. Erkek voleybol süper Liginde Tokat Belediye Plevnespor lig 6.sı olmuştur. Niksar Belediyespor 1. Ligde yer alırken, kadın ve erkek voleybol 2. Liginde birer takımı daha vardır. Hentbol erkekler 1. Ligindeki takımı Tokat Gençlikspor'dur. 2.ligde bir takım daha vardır. Ziraat Türkiye Kupası'nda 3.turda Nazilli Belediyespor'a, Erbaaspor 4.turda MKE Ankaragücü'ne elenmiştir. Kupa Voley Erkekler'de Tokat Bld. Plevne, çeyrek finalde Galatasaray'a elenmiştir. Önemli spor tesisleri: Gaziosmanpaşa Stadyumu (5.762), Hüseyin Akbaş Spor Salonu (2.500), Ali Şevki Erek Yüzme Havuzu 750) ve IAAF Sertifikalı Atletizm Pisti. Medya kuruluşları. Tokat ilinin eskiden Türksat üzerinden yayınları gerçekleştirilen televizyon kanalı SRT ile hâlen merkezinde yerel yayın yapan Tokat Radyo TV'nin yanı sıra ilçelerinde de yerel yayın yapan kanallar var olup kentte yayınlanan belli başlı gazetelerin başında "Anadolu'nun Sesi", "Tokat Gazetesi", "Bakış Gazetesi", "Hürsöz Gazetesi" ve "Memleketim Tokat Gazetesi" gelir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1577", "len_data": 12100, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.56 }
Memet Fadıl Akgündüz (22 Ocak 1956), Türk mühendis, iş insanı ve siyasetçidir. Şirketinin adı sebebiyle Jet Fadıl diye de bilinir. Hayatı. 22 Ocak 1956'da Siirt'te doğdu. Arap asıllıdır. İlk ve orta öğrenimiyle liseyi Siirt'te bitirdi. 1980'de Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik-Elektronik Fakültesi Elektrik Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Devlet Yem Sanayi'inde 7 yıl Kontrol Mühendisi olarak çalıştı. 1987'de Jet Sürücü Kursu'nu açarak iş hayatına girdi. 1989'da kendisine ait olan Jetpa Holding'in ilk şirketini kurdu. Holding bünyesindeki pazarlama şirketi 700.000 aileye konut, otomobil, elektrikli ev ve ofis cihazları sattı. Özel sektör olarak Türkiye'nin ilk toplu konut projesi JETKONUT'u 1998'de hayata geçirdi. 300 milyon euroya mal olan "Türkiye'nin İlk Dünya Otomobili İmza Projesi"ni 1999'da uluslararası pazara sundu ve dünyanın birçok ülkesinden 300'den fazla distribütörlük talebi aldı. İmza projesi kapsamında Siirt, Diyarbakır, Batman, Mardin ve Şanlıurfa'da kurulacak beş otomobil fabrikasında yılda 1.250.000 otomobil üretilmesi ve bu fabrika yatırımlarıyla Güneydoğu Bölgesi'nde 264.000 kişiye iş imkânı sağlanarak yılda 12 milyar dolar tutarında ihracat yapılması planlandı. 1995'te Dünya'nın ilk İslami Otel konsepti ile Caprice Hotel'i dünya turizm pazarına sundu ve bununla ilgili olarak 2012 yılında Malezya'da düzenlenen 1. Uluslararası Dünya İslami Turizm Konferansı'nda dünyadaki ilk 5 Hilal ödülünü aldı. Avrupa'nın en büyük ve Dünya'nın tek 7 Hilalli oteli olan Caprice Gold Bayrampaşa İstanbul projesi % 87 seviyesine gelmiş olup binanın üzerine Kudüs'ten getirilen Kubbetü's-Sahre taç olarak giydirilmiştir. Jetpa Holding, pazarlama, inşaat, elektronik, medya, bankacılık gibi sektörlerde faaliyet gösterdi. Bu yaptıklarına ek olarak görünenin aksine arka planda sürekli hissedarları ve halk ile mali sorunlar da yaşamaktadır. Bir dönem hakkındaki Avrupa'da kurduğu İslami Titan oluşumuyla gurbetçilerin dini duygularını sömürerek zamanında yaklaşık 650 milyon mark toplayıp ortadan kaybolduğu iddiasıyla açılan davalar ve 600 milyonluk JetPa'nin mal varlığını 3 milyon liraya ablasına ve eniştesine devretmek suretiyle holdingin içini boşaltıp insanları mağdur ettiği ve son olarak günümüzde yaptırdığı Caprice Oteli'nde yarattığı hisse problemleriyle yine ülkesindeki insanların açtığı davalarla başı oldukça derde girmiştir. Kimi davaları devam etmekte ve alacaklılarının çok büyük bir kısmı hâla alacaklarını tahsil edememiştir. Ayrıca son günlerde cezaevinden bile devremülk satışı yaptığı ortaya çıkmıştır. "Almanya'daki bazı Türk vatandaşlarını yüksek kar payı vaadiyle kandırarak dolandırıcılık yaptığı" iddiasıyla 2003 yılında tutuklu olarak yargılanan Akgündüz, 15 ay sonra tutuksuz yargılanmak üzere kefaletle serbest bırakıldı. Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanan Fadıl Akgündüz Kasım 2006'da "Nitelikli dolandırıcılık" suçundan 4 yıl 2 ay hapis ve 10 bin 400 TL adli para cezasına çarptırıldı. Yargıtay'a gönderilen cezası 2 yıl sonra usulden bozulan Akgündüz, hakkındaki suçlamaların zaman aşımına girmesiyle yeniden yargılanmadı. 24 Mayıs 2009'da ikinci defa Siirtspor başkanı seçildi. Bu görevi 2 yıl kadar sürdüren Akgündüz başkanlığı bırakarak yerine Tanju Çolak'ı getirdi. "Capricegold Bayrampaşa Projesi" ve "Capricegold Maldivler Projesi"nde yatırımcılara verdiği sözü yerine getirmediği gerekçesiyle yapılan suç duyuruları üzerine hakkında soruşturma başlatılan Akgündüz, "Nitelikli dolandırıcılık" suçlamasıyla çıkarıldığı mahkemece 22 Aralık 2015 tarihinde tutuklandı. Akgündüz, 28 Mart 2017 tarihinde tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildi. 28 Nisan 2023 tarihinde, İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Fadıl Akgündüz'ü, "tacir veya şirket yöneticileri ile kooperatif yöneticilerin dolandırıcılığı" suçundan 2 bin 504 yıl 2 ay hapis ve 12 milyon 20 bin lira adli para cezasına çarptırdı. Siyasi yaşamı. Mehmet Fadıl Akgündüz, 3 Kasım 2002'de yapılan genel seçimlerde Türkiye Büyük Millet Meclisine 22. Dönem Siirt Milletvekili olarak seçildi. Siirt ilindeki seçimlerinin itiraz üzerine Yüksek Seçim Kurulu tarafından iptal edilmesi nedeniyle 9 Mart 2003 tarihinde yapılan ara seçiminde yeniden vekil seçilemedi ve milletvekilliği düştü. 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinde Siirt'ten bağımsız aday olan Akgündüz, aldığı oy sayısına göre milletvekili seçilemedi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1578", "len_data": 4332, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.14 }
Swing 1930'lu yıllarda ortaya çıkan caz akımı. 20. yüzyılın en popüler caz hareketlerinden biri. Swing, 1920'li yılların sonlarına doğru gelişmeye başlamış ve 1940'ların ortalarına kadar da etkisini sürdürmüştür. Bu dönem müzisyenleri müziklerine rahatlık hissi ve çok sıkı olmayan bir ritim anlayışı katmış, sekizlik nota kalıbını kullanmışlardır. Bütün bunlar da 'swing hissi' ni karakterize eden önemli unsurlardır. Dönemin eserlerinin çoğu orkestralar tarafından icra edildiğinden swing dönemi aynı zamanda caz orkestralarının 'altın çağı' olarak da düşünülebilir. Ritmik yapısından ötürü bu müzik pek çok dansçıyı da kendine çekmiştir. Dönemin özellikleri. Swing döneminin erken dönem cazına göre faklılıkları: Caz Orkestralarının Enstrüman Açısından Yapılanışı. Caz orkestraları on ya da daha fazla müzisyenden oluşmaktaydı ve müzisyenler de üç ana kategori altında toplanırdı : ritim, bakır sazlar ve saksofon grubu. Ritim kısmı piyano, gitar, bas / bas viyola ve davulu kapsardı. Bakır sazlardan oluşan kısım ise kendi için ikiye ayrılırdı: Trompet ve trombon grubu. Orkestradaki saksofon grubu (ham madde olarak bakır sazlarla aynı olsa da) bakır sazlardan ayrı bir gruptu. Burada şunu belirtmekte fayda var; saksofon gelişimi itibarıyla tahta üflemeli (woodwind) sınıfına girer çünkü klarinet, flüt ve obua gibi tahta üflemeli enstrümanlar saksofonun atası sayılmaktadır. Saksofon kısmı aynı zamanda "kamışlı saz" (reed instrument) grubu olarak da adlandırılır. Bunun nedeni saksofoncuların yeri geldiğinde klarinet de çalması ve adı geçen iki enstürmanın da kamışlı saz olmasıdır. Alto ve tenor, saksofon ailesinin orkestralarda en çok kullanılan üyeleri olmuştur. 30'ların sonuna doğru bu gruba bariton da dahil olmuştur. Soprano ve bas saksofon ise yaygınlaşamamıştır. Saksofon kısmında müzisyen sayısı üç ile beş arasında değişir. 40'ların sonuna doğru 2 alto 2 tenor 1 bariton standart yapılanma olarak karşımıza çıkar. Bu kısımdaki sanatçılar genelde tek enstrüman çalmazar. Saksofonculardan kendi enstürmanları dışında klarinet ve saksofon ailesinin diğer üyelerini çalmaları beklenir. Trompet kısmı da üç ile beş müzisyen arasında değişmektedir. 30'ların sonu 40'ların başında standart sayı üçtür. Trombon kısmı ise bir ile beş arasında değişir. İki veya üç tromboncu genelde standart olarak kabul edilmiştir. Orkestra aranjmanları. Caz orkestralarının artmasıyla beraber yazılı aranjmanların kullanımı da artmıştır. Az sayıda müzisyenden oluşan küçük gruplar için yazılı aranjman gerekli görülmüyordu. Ancak gruptaki eleman sayısı artıp büyüdükçe müzisyenlerin ellerinde yazılı bir aranjman olmadan doğaçlama yapmaları git gide zorlaştı. Öyle ki, bir müzisyen yazılı aranjmanlar kullanmayan bir gruba katıldığında çok zor adapte oluyordu. Aynı zamanda, müzisyenlerin iyi bir repertuvara sahip olabilmeleri için nota okuyup yazabilmeleri şart olmuştu. Aranjmanların çoğunda kompozisyonal yapı basitti. Melodiler bütün grup tarafından birlik ve uyum içinde çalınırdı. Bunu doğaçlama takip eder, doğaçlamalar ritim kısmının eşliği ve geri kalanların çaldığı figürler eşliğinde sürerdi. Melodiler ve eşlik sırasındaki müzikal figürler orkestra içindeki kısımlar arasında dönüşümlü çalınırdı. Bakır sazların çaldığını bir süre sonra saksofon kısmı alır, bakır sazlar da ritim kısmının çaldıklarını üstlenirdi. Bu da orkestra içinde müzikal bir çevrimdi. Kimi zaman aranjmanlar çalınan müzikal temanın varyasyonlarına dayanmaktaydı. İlginçtir ki, bazen bunların doğaçlamadan daha güzel bir hava yarattığını gözleriz. Kısa - karmaşık olmayan ve melodinin bir kısmını içeren yapılara "riff" denir. Riff'ler orkestraların stillerini yansıtmakta kullandığı önemli unsurlardan biridir. Farklı riff'ler farklı orkestra kısımları tarafından karşılıklı olarak çalınır. Hatta zaman zaman aranjmanların riff'ler üzerine inşa edildiği de görülür. Dönemin Önde Gelen İsimleri. Orkestra liderleri. Swing orkestraları arasında en iyileri Fletcher Henderson, Count Basie, Duke Ellington, Jimmie Lunceford ve Benny Goodman'ın liderlik ettikleri orkestralardır. Henderson ve Ellington orkestraları erken dönem caz ile swing arasında köprü olmuş ve aradaki boşluğu doldurmuştur. Her ikisi de 1920'lerin başlarında ortaya çıkmış ve zamanla büyüyüp gelişerek 30'ların sonunda 'ihtişamlı' bir yapıya kavuşmuştur. Fletcher Henderson Erken dönem cazındaki pek çok büyük isim ve swing döneminin doğaçlama yapabilen önemli müzisyenleri 1920'lerin başından 1930'ların sonuna kadar Fletcher Henderson ile çalışmıştır. Bundan ötürü Henderson orkestrası bir 'yıldızlar topluluğu' orkestrası olarak da nitelendirilebilir. Henderson'ın stili caz orkestraları içinde temel akım / anlayışlardan biridir. Ellington'ınki ise bir diğeridir. Aranjmanlarında saksofonlarla bakır sazları adeta 'kapıştıran' Henderson, 'block voice' tekniğini de mükemmelleştirmiştir. Burada melodik ses akor dizileri içindeki en üstteki sestir ve akordaki her nota başka bir enstrüman ya da enstrüman grubu tarafından çalınır. Hat armonize değilse kalın / yoğun bir ses elde edilmiş olur. Henderson'ın aranjmanlarının meşhur olmasının nedenlerinden biri de bunların aynı zamanda Benny Goodman tarafından kendi orkestrasında kullanılmasıdır. Jimmie Lunceford, swing hissini çok iyi yansıtabilen ve müzisyenlerin örnek bir displin yansıttığı mükemmel bir orkestranın liderliğini yapmıştır. Bu orkestranın swing'i aktarmasındaki başarı ve olduşturduğu pürüzsüz havanın nedeni orkestradaki kısımlar arasındaki tutarlılık ve sürekliliktir. Lunceford'un orkestrası dönemin çok iyi doğaçlama yapabilen müzisyenlerine de sahip olmuştur. Benny Gooodman 1930'lar ve 40'lar boyunca en çok popülariteyi elde etmiş olan caz orkestrasının lideri olmuştur. Pek çok zor parçanın üstesinden gelen orkestra, liderinin sahip olduğu kusursuz swing'i dinleyiciye aktarmıştır. Benny Goodman'ın lakabının "King of the Swing" olduğu düşünülürse böyle bir liderin orkestrasının da swing konusundaki başarısı hiç şüphesiz daha iyi anlaşılacaktır. Benny Goodman kendisinden sonra gelmiş geçmiş tüm klarnetçileri etkilemiştir. Goodman öyle bir popülarite kazanmıştır ki 1890 ile 1954 arasındaki plak satışlarında ilk 5'e girmiştir! Goodman sadece caz için değil genel anlamda müzik endüstrisi için de en önemli isimlerden biri olmuştur. Yapılan araştırmalara göre bugün Louis Armstrong ve Dave Brubeck ile birlikte en çok tanınan müzisyenler arasındadır. Goodman caz dünyasında sadece klarinetteki yetkinliğinden dolayı değil, aynı zamanda gruplarında yer verdiği müzisyenlerden dolayı da önemlidir. Bu müzisyenler arasında Teddy Wilson, Charlie Christian ve Lionel Hampton sayılabilir. Ritim Kısmı. Ritim kısmı genelde piyano, gitar, bas / bas viyola ve davulu kapsardı. Bascılar genel olarak parçada zamanı tutma görevine atanmışlardı. Bascının çaldıkları ya her dört vuruştan bir ve üçüncüsünde duyulurdu (ki buna two-beat style denir) ya da her vuruşta kendini gösterirdi (walking style). Bas. Bascılar görsel olarak arka planda kalmanın yanı sıra swing döneminde müzikal anlamda da arka planda kalmışlardır. Basın özelliklerinin adam akıllı ortaya konması ve bu enstrümanın müziğe ağırlığını koyabilmesi 50'lere değin ender olarak gerçekleşebilen bir durumdur (Duke Ellington'un basçısı Jimmy Blanton bu 'ender' durumları yaratabilmiş basçılardan biridir). İlginç olan noktalardan biri de şudur: Grupta kötü bir basçı varsa (ya da basçı yoksa) dansçılar ve de iyi dinleyiciler müziğin ritmik yapısındaki bu eksikliği hissederler. Ancak bu hissedenlerin çok azı eksikliğin / yanlışlığın neden kaynaklandığını fark edebilmiştir... Bu dönemde Jimmy Blanton'un yanı sıra üç önemli basçı daha ön plandadır: Walter Page, Slam Stewart ve Milt Hinton. Milt Hinton. Milt Hinton tanınmışlığı 1930'lardaki Cab Calloway orkestrasındaki çalışıyla elde etmiş, bununla beraber 90'lara kadar da caz dünyasından kopmamış ve farklı caz akımlarında da adından bahsettirmiştir. Kendinden emin şaşmaz temposu ve kocaman tonuyla kendisine 'Yargıç' ismi takılmıştır. Sebebi de parçanın temposunu belirlemesi ve bu temponun da parça boyunca hiç değişmemesidir. Slam Stewart zamanlaması iyi olan ve sorumluluk sahibi bir eşlikçi olarak Art Tatum'la çalarken kendini göstermiş bir basçıdır. Bununla beraber asıl yaratıcı solo yapabilme özelliğiyle göze batar. Bu bakımdan çalış stili basın sadece 'zaman tutma' işlevi olan bir enstrüman olarak algılanmasına karşı önemli bir yer tutar. Davul. Swing davulcularının çoğu, dinleyicilere ve dansçılara gerekli vuruşları sağlamakla yetinmiştir. Swing havasını dinleyiciye aktarmakta üstlerine düşen neyse onu yapmak davulcuların önemli bir kısmı için yeterliydi. Swing davulcularının öncelikleri bu saydıklarımızdır; erken dönem caz davulcularında gördüğümüz nefesli sazların melodik yapısına paralel ve onunla örtüşebilecek ritmik aktivite tutumu swing davulcuları için listenin alt sıralarında yer alır. Cymbal zili ve gong'un kattığı efektleri saymazsak, pek çok orkestra davulcusu bas davulda ilgili ritmi hissettirip vurgulamak ve zamanlama görevini üstlenmek dışında fazla bir şey yapmamıştır. Nefesli sazların arkasında yeni, üretken, kışkırtıcı ritimler çalmaktan kaçınmışlardır. Fakat bu durumdan ötürü sadece davulcuları suçlamak da doğru bir değerlendirme olmaz çünkü riff tabanlı orkestra müziği swing davulcularını kısıtlamaktaydı: çalacakları karmaşık ritmik kalıplar nefesli sazlar için yazılmış olan melodik ritimlerle çakışabiliyordu... Aynı zamanda dönemin müzik anlayışı içerisinde bir nevi orkestra içi metronom olarak algılanıyorlardı. Bundan dolayı 1930'ların swing davul stili gayet tutucuydu. Ana melodinin arkasında gelişen ritmik bir hat, doğaçlamada davulcuyla iletişim halinde olacak ve birbirinden beslenecek solist - davulcu ilişkisini görmek dinleyicilere ancak 1940'lardan başlayarak gelişen modern cazın ve davulun gelişimiyle nasip olacaktı. Gene Krupa. Peki bu tip oturmuş kurallara karşı çıkan alışılmadık davulcular yetiştirmemiş midir swing dönemi? Tabii ki yetiştirmiştir. Var olan standartlaşmış çalışa karşı kendi stilini ortaya koyan davulcuların başında Gene Krupa gelir. Çalış stilinin yanında tavırlarıyla da oldukça ilgi çekip popüler olan Krupa, adeta davulun gelecekte üstleneceği rol ile ilgili bazı sinyalleri aktarmıştır dinleyiciye. Önündeki melodik hattı bozmadan müziğe heyecan katmayı başarmış bir davulcudur. Kimi zaman eşlik olarak çaldığı bölümler başlı başına soloyu andırır. Bu açıdan erken caz dönemimdeki davulcu özelliklerini de taşımakta ve tipik swing anlayışı içinde sıkışıp kalmamaktadır. 1930'ların sonuna doğru Krupa'nın tam tersi bir davul yaklaşımı Count Basie'nin davulcusu Jo Jones tarafından sergilenmiştir. Krupa'nın "gürültülü", her vuruşta bas davul kullanan çalış tarzına karşın Jones genelde bas davul kullanmaktan kaçınmıştır. Jones'un high-hat zili üzerinde çalışı Krupa'ya göre çok daha esnektir. Belki de bundan dolayı, Jones'un çalışında süreklilik duygusu hakimdir. Jones'un çalışı aynı zamanda basçıyla da yüksek bir koordinasyon kurabilmesini sağlamış bu da ritim kısmının diğer orkestralardakine göre daha akıcı olmasını sağlamıştır. Trombon. Erken dönem caz tromboncuları aynı zamanda swing döneminin önemli tromboncuları arasında yer almıştır. Bu sanatçıların stilleri rafineleşmiş ve caz orkestralarında Dixieland gruplarına göre kendilerini daha çok gösterme fırsatı bulmuşlardır. Jack Teagarden ve Tommy Dorsey de buna dahildir. Tommy Dorsey 1930'lar, 1940'lar ve 1950'ler boyunca çok popüler olmuş olan dans orkestralarına liderlik etmiştir. Bunun yanı sıra saksofoncu kardeşi Jimmy Dorsey ile birlikte pek çok grubun liderliğini paylaşmıştır. Tommy Dorsey müzisyenler arasında çok iyi bilinen bir isimdir çünkü trombondan temiz ve yumuşak bir ton elde etmek için geliştirmiş olduğu bir tekniğe sahiptir. Aletindeki ustalık, sahip olduğu parlak ton ve tiz perdelerdeki çalışı Dorsey'în diğer tromboncular tarafından örnek alınmasının sebeplerindendir. Lawrence Brown bu anlamda bir diğer önemli isimdir. Erken caz döneminde bilinmeyip swing'in caza kazandırmış olduğu isimlerden biri Bill Harris'tir. Harris, 1940'larda Woody Herman orkestrasının bakır saz kısmındaki en orijinal ve etkileyici solistti. Kendisi aynı zamanda J.J. Johnson'dan önce modern caz trombonunun gelişmesinde önemli bir rol üstlenmiştir. Alışıldık soloların yanı sıra staccato'lu ve didikleyici yapıda figürler de kullanmıştır. Dönemine göre geniş bir ses aralığına sahip olan Harris'in tonu kalın ve geniştir. Trompet. Roy Eldridge. Trompetçi Roy Eldridge swing döneminin en ileri seviye doğaçlamacısıydı. O, swing ile modern caz arasında bir köprüdür adeta. Dizzy Gillespie kendi çalışının Roy Eldridge sayesinde şekillendiği söylemiş, Miles Davis de Eldridge'e olan hayranlığını dile getirmiştir. Roy Eldrige'in coşku dolu agresif bir stili ve eşine az raslanan bir teknik ustalığı vardır. Nota seçimindeki orijinalite ve saksofon tarzı müzikal cümleleriyle Louis Armstrong stili ile Dizzy Gillespie'nın öncülük ettiği modern yaklaşım arasındaki boşluğu doldurmuştur. Eldrige'in tonu kimi zaman temiz ve sıcak kimi zaman ise sert ve keskindir. Tiz perdelerde notaları kıvırırcasına çalmıştır. Roy Eldrige trompette uzun ve kuvvetli müzikal cümlelerin çalınabilmesinin mümkün olduğunu göstermiştir. Bu söylediğimiz saksofonda yapılması çok zor olmayan ancak mekaniği nedeniyle trompette uygulanması zor olan bir şeydir. Eldrige'in etkisiyle trompetçiler aletlerindeki ustalığı geliştirmek ve daha özgün doğaçlamalar yapabilmek için çaba harcadılar. Aynı zamanda bu, trompetin parça içinde doğaçlama süresinin de uzamasına imkân sağlamıştır. Eldrige'in etkisi 1950'lere kadar uzanır çünkü Gillespie kendi modern yaklaşımını Eldrige'in tiz perdelerdeki çalışı, geleneksel olmayan nota seçimi ve saksofon tarzı cümleleri üzerine inşa etmiştir. Swing alanının en meşhur trompetçilerinden biri de Bunny Berigan'dır. Berigan'ın stili Louis Armstrong üzerine kuruludur. Pürüzsüz tonu ve artikülasyonu ile oldukça usta bir trompetçidir. 1937'de "I Can't Get Started" parçasındaki solosu o kadar sevilmiş ve tutmuştur ki adı geçen parça trompetçilerin repertuvarında vazgeçilmezlerden biri olmuştur. Tommy Dorsey Orkestrası'nın 'Marie' kaydındaki etkileyici doğaçlaması da farklı aranjmanlarla diğer pek çok orkestra tarafından çalınmıştır. Saksofon. Coleman Hawkins. Caz tarihine bakıldığında ilk önemli tenor saksofoncunun Coleman Hawkins olduğu görülür. 1920'lerde caz arenasına dahil olmaya başladığında saksofon müzik için sadece bir 'yenilik' ya da biraz fazlası olarak algılanıyordu. Ancak Hawkins'in çalışıyla birlikte saksofon nefesli ailesi içinde 'ün' ve 'prestij' elde etti. Onun enstrümanına olan hakimiyeti ile geniş, derin, kuvvetli tonu diğer saksofonculara örnek teşkil etti. Bugün saksofon cazın en popüler enstrümanlarından biri (kimileri için ise cazın ta kendisi!) haline geldiyse bunun için teşekkür edileceklerin başında Coleman Hawkins gelir. Kendinden önceki saksofonculara kıyasla Hawkins akor ilerleyişine/değişimine (chord progression) büyük önem vermiştir. "Body and Soul" parçasındaki gibi komplike akor kullanım stili Hawkins'i betimlemekte önemlidir. Onun için melodik gelişme daha arka planda kalmaktadır. Bundan ötürü de dinleyicilerinden bir kısmı onu melodik değil armonik doğaçlamacı olarak gördüklerini belirtmiştir. Hawkins Fletcher Henderson Orkestrası'nda 1923'ten 1934'e kadar baş solist olarak yer almış daha sonra küçük gruplarla çalışmalarını sürdürmüştür. Her ne kadar swing dönemiyle bütünleşmiş olsa da, 1940'larda da yerini korumuştur. Teknik açıdan sağlam bir altyapıya sahip olduğundan yeni gelişen akımlara da ayak uydurabilmiştir. Caz tarihindeki en tutarlı ve ciddi solistler arasında yer alan Hawkins, sadece kendi dönemindekileri etkilemekle kalmamış, Sonny Rollins ve John Coltrane gibi saksofoncular tarafından da örnek alınmıştır. Hawkins, Coltrane ve Lester Young cazın en etkileyici tenorlarıdır. Don Byas. Don Byas, çağdaşı olan diğer swing saksofoncuların çoğundan daha ileri bir seviyedeydi. Bundan ötürü de 1940'ların modern müzisyenleri arasında da yer alır. Byas, ateşli çalışı, enstrümanındaki imrenilecek kontrol kabiliyeti ile armonik olgunluk ve melodik bir atılganlığa sahipti. Sebare çalmayı ve akordaki notaların altından girip üstünden çıkmayı seven bir saksofoncuydu aynı zamanda. Parçaların özgün yapısına yeni akorlar ekleyerek doğaçlamalarında her ikisinden de faydalanıyordu. Bu konuda piyanist Art Tatum'dan esinlenmiştir. Geniş ve kuvvetli çalışında Hawkins etkisi görülür, ancak Byas'ın çalışında swing'i yakalamak daha kolaydır. Bunun nedeni belki de Byas'ın geliştirdiği fikirlerin ritmik bazda daha az çeşitlilik göstermesidir. Byas'ın stili kendinden sonra gelen pek çok meslektaşı tarafından takdir edilmiştir. Onu kendisine örnek alan iki isim ise gerçekten önemlidir: Lucky Thompson ve Benny Golson. Benny Carter ve Johnny Hodges swing döneminin en önemli alto saksofoncularıdır. Carter'ın çalışında dinleyicileri ilk olarak etkileyen özellikler sanatçının aletindeki rahatlığı ve sıcak - parlak tonudur. Carter'ın zengin ve 'lüks' bir tonu vardır. Soloları akıcı ve hafiftir. Aynı zamanda iyi bir trompetçi, klarinetçi ve aranjördür de. Piyano. Art Tatum. Art Tatum caz tarihinin en çok takdir edilen piyanistleri arasında yer almıştır. 1940'lardan sonra ortaya çıkan üstün teknikli piyanistlerle kıyaslandığında bile yine de üst sıralarda yer almıştır. Doğaçlamalarıyla ve popüler melodileri parçaya monte ediş biçimiyle Tatum ne yapacağı tahmin edilemez bir müzisyendir. Müzik sürüp giderken aklına gelen fikirle cümlelerin yönünü aniden değiştirip yeni fikri doğrultusunda çalması Tatum'da görülen bir özelliktir. Tatum'un çalışı oldukça süslü, uzun ve bir o kadar da hızlıdır. Popüler melodileri çalarken aniden akor ekleme / değiştirme konusunda uzmandır (ki buna chord substition denir). Modern caz müzisyenleri Tatum'un akorlarla yaptıklarını kendi aletlerine adapte edip çalmak için uğraşmışlardır. Art Tatum'un caz tarihindeki etkisi muazzamdır. Klavyeye olan hakimiyeti diğer piyansitler için çıkış noktası olmuş, sololarındaki akor kullanım şekli tenor saksofoncu Don Byas ve altocu Charlie Parker tarafından adeta absorbe edilmiştir. Aynı zamanda modern cazın ilk günlerinde çok önemli yeri olan iki piyanisti de etkilemiştir: Bud Powell ve Lennie Tristano. Bu iki piyanistin vasıtasıyla Tatum'un etkisi dolaylı da olsa 1950'lerde de görülmüştür. Teddy Wilson da dönemin sivrilen piyanistleri arasındadır. Erken caz döneminde görülen ağır piyona sesini yumuşatmıştır. Bu vurgulu ağırlığın yerine akıcı ve yumuşak bir çalış stilini yerleştirmiştir. Wilson'ın sololarında sergilediği zarafet ve intizam dinleyicileri etkileyen unsurların başında yer alır. Dönemin üç büyük ismi olan Art Tatum, Earl Hines ve Teddy Wilson'dan Hines'ın etkileri 40'ların başındaki Nat Cole ve Errol Garner da kendini belli eder. Nat "King" Cole, nefesli sazların müzikal cümlelerini piyanoya taşıyanların başında yer alır. 1939 yılında Cole; piyano, gitar ve bastan oluşan bir trio kurmuş, bu trionun "hit" kayıtlatı ise 1943-49 yılları arasında olmuştur. Nat Cole'un caza etkisi pek çok insanın düşündüğünden fazladır : Oscar Peterson, Bill Evans ve Horace Silver gibi modern piyansitler kendi müzikal ifadelerini oluştururken Nat Cole'dan etkilendiklerini belirtmişlerdir. Peterson, Cole'un kendi piyano stilindeki ana etken olduğunu söylemiş ve Cole gibi piyano, bas, gitardan oluşan bir trio kurmuştur. Evans ise Cole'un melodik fikri alıp geliştirmesi ve sonra bunu doğaçlamalarının içine monte edişinden etkilenmiştir. Cole sesiyle popüler olup bir yıldız haline gelince piyano stili ve piyanoya olan yaklaşımı gittikçe daha az önemsenir olmuştur. Bu yüzde Nat Cole'un piyansitliği pek çok kişi tarafında maalesef 'es' geçilmiştir. Erroll Garner. Erroll Garner caz piyanosunda başlı başına farklı bir yerde durmaktadır. Garner kendine özgü, ana akımlardan farklı bir stil geliştirmiş; bundan ötürü tam olarak ne swing ne de bop dönemine dahil edilmesi mümkündür. Garner'ın tanınmaya başladığı yıllarda swing zaten zirvedeydi ve modern caz yaklaşımları da kendini göstermeye başlamıştı. Garner, izlenmesi kolay swing'i yansıtan bir stile sahiptir. Popüler şarkıları yorumlayan piyano triosu ile geniş ölçüde tanınmışlık elde etmiştir. Diğer porçaları yorumlamanın yanında kendi bestelerini de çalan Garner'ın "Misty" isimli bestesi kendisini 1950'ler boyunca en çok tanınan cazcılar arasına sokmuştur. Çalışının kökleri 1930'lardaki swing döneminden gelse de popülaritesini 1950'lerde kazanan Garner, Charlie Parker gibi modern cazın sembol isimlerinden biriyle de kayıt gerçekleştirmiştir. Garner'ın sağ eliyle çaldığı cümleler Earl Hines'ı hatırlatır. Ancak Garner'ın melodik anlayışı Hines'ınkine göre daha basittir. Hines'ı karakterize eden ritmik sürpriz yaratma anlayışı pek görülmez. Dikkati çeken bir diğer nokta da yıllar geçtikçe Garner'ın stilinin evrimleşip gelişmesidir. Garner'ın çalışı kimi zaman da zengin orkestral bir hava taşır. Armonik açıdan Fransız İzlenimcilik (Impressionistic) akımı temsilcilerinden Claude Debussy ve Maurice Ravel'i andırır. Garner parçalarını armonik yapıya dayandırmış, doğrudan melodiyi çalmamıştır. Bu da kendisinden sonra gelen piyanistlerin akora dayalı çalma yönünde Garner'ı incelemelerini sağlamıştır. Garner'dan etkilenen piyanistler arasında George Shearing ve Ahmed Jamal sayılabilir. Milt Buckner kilitli el tekniği stiliyle (locked-hands style) 1940'ların piyanistlerini etkilemiş bir şahıstır. Bu, akoru seslendirme biçimlerinden biri olup tepedeki nota melodi notası haline gelir. Bir elin melodik hattı diğer elin ise genellikle akorları çaldığı durumun tersidir. 1940'ların sonu 1950'lerin başında Lennie Tristano, George Shearing, Ahmed Jamal, Oscar Peterson bu tekniği kullanmıştır. Gitar. Swing döneminde gitar, daha yeni yeni 'metronom' görevi dışında başka görevleri de üstlenebilecek bir enstrüman olarak algılanmaya başlanmıştı. Django Reinhardt ortaya çıkana dek pek çok caz gitaristi düz, akora dayalı ve piyano ile nefesli sazlara kıyasla gayet sönük bir biçimde çalıyordu. Bu durum Charlie Christian ve Django Reinhardt ile birlikte değişti. Charlie Christian. Charlie Christian o zamana kadar keşfedilmemiş bir dünya olan 'elektrik gitar' alanında ustalığını sergilemiş bir müzisyendir. Uzun, swing içeren soloları gitarı nefeslilerin hegemonyasından kurtardı. Christian'ın kimi pasajları kendisine örnek aldığı saksofoncu Lester Young'dan esintiler taşır. Jazz-rock döneminden önce yetişmiş bütün caz gitaristlerinde şu ya da bu şekilde Charlie Christian etkisini görmek mümkündür. Hatta 1960'ların en önemli caz gitaristi olan Wes Montgomery de temelde Charlie Christian etkisi taşıdığından, Christian'ın etkisi dolaylı biçimde 1990'lara kadar uzanır. Django Reinhardt. Django Reinhardt, Fransa'da yaşamış olan bir Belçika çingenesidir. Çoğunlukla Avrupa'da çalmış, Amerika'ya sadece bir defa gitmiştir. Bununla beraber kayıtlarına Amerika'da ulaşılabiliyordu ve özellikle swing dönemi boyunca Reinhardt Amerikalı caz gitaristlerin en çok tuttuğu kişilerden biri olmuştur. Reinhardt'ın aletine olan hakimiyeti had safhadadır. Hız konusunda, teknik açıdan çalınması daha kolay enstrümanlarla yarıştığı bile söylenmektedir. Süslü - şatafatlı bir çalışı ve oldukça belirgin bir vibratosu vardır. Çingene müzik ruhu ile caz anlayışını bir potada eritmeyi başarmıştır. Bu iki gitaristi daha iyi tetkik etmek için yaklaşımlarını ve bu yaklaşımlardaki farklılıkları gözden geçirelim. Şarkıcılar. Billie Holiday. Billie Holiday 1930'ların başlarından itibaren caz arenasında etkisi en büyük olan şarkıcıdır. Pek çok vokal kariyerine Holiday'i taklit ederek başlamıştır. Pek çoğu da çıkardığı albümü ona adamıştır. Caz müzisyenlerine "ıssız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız kayıtlar hangileridir" diye sorulduğunda pek çoğu yanıtlarına Billi Holiday'i de dahil etmiştir. Caz müzisyenleri tarafından enstrümantal müziğin hemen her zaman vokale tercih edildiği de göz önünde bulundurulsa bu cevabın önemi daha iyi anlaşılır. Holiday'in sesi Bessie Smith kadar güçlü, Sarah Vaughan kadar zengin değildi. Ella Fitzgerald'in sahip olduğu ses aralığına ve hıza da sahip değildi. Buna rağmen Holiday'in bu kadar takdir edilmesinin sebebi neydi peki ? Öncelikle orijinal ve taze bir sesi vardı. Şarkı sözleri gerçeğe dönüşürdü adeta ve doğrudan dinleyiciyle konuşuyor havasını oluştururdu. Hüzünlü şarkılarda yansıttığı keder ve ıstırap dinleyiciyi ağlatabilecek seviyedeydi. Bununla beraber 1930'ların sonundaki bazı kayıtlarında çağdaşlarında raslanmayan umarsız bir neşe de görülür. Holiday'i bu kadar önemli yapan nedenlerden biri de sunduğu 'caz tadı' idi. Gerçek anlamda bir blues şarkıcısı olmadığından Holiday'in sesi ve yaklaşımı nefeslileri andırırdı. Caz enstrümantalistleri gibi şarkıyı doğrudan sunmaktan kaçınmış, ritimleriyle oynayarak şarkıları farklı şekillerde yorumlamıştır. Holiday; Artie Shaw, Benny Goodman ve Count Basie gibi kendi döneminin dev müzisyenleriyle turnelere çıkmış, kayıtlar yapmıştır. 1938 yılında Teddy Wilson, Lester Young ve Basie Orkestrası'ndan bazı müzisyenlerle birlikte yaptığı kayıtlar dönemin sivrilmiş çalışmaları arasındadır. 1937 kaydı "Carelessly" listelerde birinciliğe yükselmiş, 1945' kadar da toplam 35 kaydı ilk 1920'de kendine yer bulmuştur. Kimi dinleyiciler Holiday'in 1930'lar boyunca yaptığı kayıtların en iyileri olduğunu savunurken diğer bir kısım dinleyici ise 1950'lerde yaptığı kayıtların duygusal anlamda daha vurucu olduğunu belirtmektedir. 1972 yılında yapılmış olan "Lady Sings The Blues" filminin esin kaynağı olan Billie Holiday'in albümleri ölümünden yaklaşık 40 sene geçmesine karşın hâlâ pek çok müzik severe hitap etmekte, alıcı bulmaktadır. Ella Fitzgerald. Ella Fitzgerald 20. yüzyılın opera sanatçısı olmayan en etkileyici ve olağanüstü şarkıcısıdır. Adeta kusursuz bir tekniği vardır. Kıvraklığı ile dinleyiciyi etkiler. Swing'i yansıtmadaki başarısı ve senkoplardaki zamanlaması ile orkestra içindeki nefesli sazlardan biri gibidir (hem de en iyilerinden biri). Dönemin pek çok trompet ve saksofoncusu müzikal ifade açısından onun ulaşmış olduğu seviyeye ulaşamamıştır. 1930'ların ortalarında şöhret kazanmaya başlayan Fitzgerald, 1938 yılında Chick Webb'in grubuyla yaptığı "A-Tisket-A-Tasket" icrasıyla 1 numaraya yerleşmiştir. Bu grupla sonra daha pek çok kayıt gerçekleştirip turnelere çıkmış, Webb'in ölümünden sonra da yıllarca liderliğini üstlenmiştir. Ella Fitzgerald'ın tonu berrak ve esnektir. Ses aralığı ise 3 oktavdır ki buna pek rastlanmaz. Hangi tonda ve tempoda olursa olsun şarkılarında hep rahattır. Yaklaşımı genel olarak huzur ve sıcaklık duygusu taşır. Pek çok şarkıcının meyilli olduğu melodramik yaklaşımın aksine Fitzgerald neşeli ve coşkulu bir hava taşır. Pek çokları onun zirvede olduğu dönemin 1950'ler ve 1960'lar olduğunu söyler. Bununla beraber 1970'li 1980'li yıllarda da oldukça etkileyici performans sergilemiştir. Kendisi icat etmemiş olsa da "scat" tarzının en bilinen temsilcisidir. Ondan sonraki diğer tüm modern scat şarkıcıları kendilerini ilk etkileyen kişinin Fitzgerald olduğunu söyler. Scat tarzındaki bu etkisi onun sadece caz dinleyicileri tarafından sevildiği izlenimi uynadırmasın; şarkılara kattığı ruh ve gerçeklikten ötürü pek çok pop müzik dinleyicisi de Ella Fitzgerald'ı dinlemiş ve etkilenmiştir. Popülarite. Swing dönemindeki caz müzisyenleri bugünkü rock starlarına benzetilebilir. Benny Goodman, Count Basie, Duke Ellington 30'lar ve 40'lar boyunca herkesin bildiği isimlerdi. Halk onları caz müzisyeni olarak değil, dans orkestralarının liderleri olarak görüyordu. Bu müzisyenleri sahip oldukları ün daha sonra çok az caz müziyenine nasip olmuştur. O dönemde orkestralarının (meşhur ya da değil) fazlalığı müzisyen ihtiyacına neden olmuş bu da caz müzisyenleri için iş olanaklarının artmasını sağlamıştır. Fakat pek çok orkestra doğaçlamaya önem vermediğinden müzisyenlerin bu orkestralarda kendilerini ne kadar geliştirebildikleri tartışılır. 1950'lerdeki rock gruplarında olduğu gibi, swing gruplarının 1930'lar ve 1940'lardaki en önemli işlevi insanlara dans müziği sunmalarıydı. Popüler rock gruplarıyla swing orkestralarının bir diğer benzerliği de özenle hazırlanmış kıyafetler ve sahne şovlarıdır. Sergilenen performansın görselliği önemli sayıdaki dinleyici için başlı başına bir çekim oluşturmuştur. Bu yüzden swing döneminin popülaritesi kulağın yanı sıra göze de hitap etmesinden kaynaklanır. Peki bu popülariteyi elde etmiş olan swing dönemi caz müziğinin zirvelerinden biri midir ? Bu soruya cevap vermeden önce cazı nasıl tanımlayacağımız önem kazanıyor. Eğer swing'e 'caz geleneğine ve bütünlüğüne olan bağlılığı' açısından yaklaşırsak, evet, gerçekten de swing cazın zirvelerinden biridir. Ama daha katı bir tanım kullanıp, cazın doğaçlama içermesi gerektiği ve doğaçlamanın cazın olmazsa olmazlardan biri olduğunu söylersek swing için bir önceki cümledeki yargı geçerliliğini kaybeder. Çünkü dönemin dans orkestralarına göre caz kategorisine çok daha yakın olan orkestralarda dahi öncelikli amaç doğaçlama değildi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1579", "len_data": 29037, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.58 }
Eğitim; okullar, kurslar ve üniversiteler vasıtasıyla bireylere hayatta gerekli olan bilgi ve kabiliyetlerin sistematik bir şekilde verilmesi. Öğretmen, eğitmen, mentor, pedagoglar gerekli bilgileri öğrencilere verirler. Eğitim, bireyin doğumundan ölümüne süregelen bir olgu olduğundan ve politik, sosyal, kültürel ve bireysel boyutları aynı anda içinde bulundurduğundan, tanımının yapılması zor bir kavramdır. Bireylerin toplumun standartlarını, inançlarını ve yaşama yollarını kazanmasında etkili olan tüm sosyal süreçlerdir. Kişinin yaşadığı toplum içinde değeri olan, yetenek, tutum ve diğer davranış biçimlerini geliştirdiği süreçlerin tümüdür. Seçilmiş ve kontrollü bir çevrenin (özellikle okulun) etkisi altında sosyal yeterlilik ve optimum bireysel gelişmeyi sağlayan sosyal bir süreçtir. Eğitim, önceden saptanmış esaslara göre insanların davranışlarında belli gelişmeler sağlamaya yarayan planlı etkiler dizesidir. Eğitim, bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla kasıtlı olarak istedik değişme meydana getirme sürecidir. Genellikle resmi, yani kurumsal, eğitimle bir kullanıldığından bağlama göre öğretim, öğrenim gibi kavramlarla sıkça karıştırılmaktadır. Bu söylemde düşünüldüğünde eğitim kavramı iki genel çatıda tartışılabilir: toplumsal ve kurumsal eğitim. Örgün eğitim, devlet okulları gibi karmaşık bir kurumsal çerçevede gerçekleşir. Yaygın öğrenme de yapılandırılmıştır, ancak örgün eğitim sisteminin dışında gerçekleşirken, yaygın eğitim günlük deneyimler yoluyla yapılandırılmamış öğrenmedir. Örgün ve yaygın eğitim; erken çocukluk eğitimi, ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretimi kapsayan düzeylere ayrılmıştır. Diğer sınıflandırmalar öğretmen merkezli eğitim, öğrenci merkezli eğitim gibi öğretim yöntemine, fen eğitimi, dil eğitimi ve beden eğitimi gibi konuya odaklanır. "Eğitim" terimi aynı zamanda eğitimli kişilerin zihinsel durumlarına ve niteliklerine ve eğitim olaylarını inceleyen akademik alana da atıfta bulunabilir. Temel olarak eğitim, kültürel değer ve normları öğreterek çocukları topluma sosyalleştirir. Onları toplumun üretken üyeleri olmaları için gereken becerilerle donatır. Bu sayede ekonomik büyümeyi teşvik ederek yerel ve küresel sorunlara karşı farkındalığı artırır. Organize kurumlar eğitimin birçok yönünü etkiler. Örneğin hükûmetler okuldaki derslerin ne zaman yapılacağını, ne öğretileceğini ve kimlerin katılabileceğini veya katılması gerektiğini belirlemek için eğitim politikası belirler. UNESCO gibi uluslararası kuruluşlar, tüm çocuklar için ilköğretimin teşvik edilmesinde etkili olmuştur. Eğitimin başarılı olup olmadığını birçok faktör etkilemektedir. Psikolojik faktörler motivasyonu, zekayı ve kişiliği içerir. Sosyoekonomik durum, etnik köken ve cinsiyet gibi sosyal faktörler sıklıkla ayrımcılıkla bağlantılıdır. Diğer faktörler arasında eğitim teknolojisine erişim, öğretmen kalitesi ve ebeveyn katılımı yer almaktadır. Eğitimi inceleyen temel akademik alana eğitim çalışmaları denir. Eğitimin ne olduğunu, amaç ve etkilerinin neler olduğunu ve nasıl geliştirilebileceğini inceler. Eğitim çalışmalarının felsefe, psikoloji, sosyoloji, eğitim ekonomisi gibi birçok alt alanı vardır. Ayrıca karşılaştırmalı eğitim, pedagoji ve eğitim tarihi de tartışılmaktadır. Etimoloji. Eğitim terimi, Türkçede "eğitmek" fiilinden türemiştir. Türk Dil Kurumu’na göre eğitmek, "birinin akla uygun, fiziksel ve moral gelişmesi üzerine etki yaparak çeşitli davranış yatkınlıkları, bilgi ve görgü aşılayarak önceden tespit edilmiş amaçlara göre onun belirli bir yönde gelişmesini sağlamak" anlamına gelir. Batı dillerindeki karşılığı olan education (İng.) ve éducation (Fr.) sözcükleri ise Latince kökenli iki farklı fiile dayandırılır: "educare" ve "educere". "Educare", klasik Latincede “beslemek, yetiştirmek, inşa etmek, dikmek, ayağa kaldırmak” gibi anlamlar taşır. Bu kullanımda eğitim, bireyin şekillendirilmesini ve sistemli şekilde geliştirilmesini vurgular niteliktedir. Diğer yandan "educere", “dışarı çıkarmak, ortaya çıkarmak” anlamına gelir ve özellikle bireyin içsel potansiyelinin keşfi ve geliştirilmesi fikrine dayalı eğitim anlayışlarında öne çıkmaktadır. Osmanlı döneminde eğitimi karşılayan başlıca terimler "ta’lim" (öğretme), "tedris" (ders verme), "terbiye" (ahlaki olgunlaştırma) ve "maarif" (bilgi yayma) idi. Bu terimler hem bireysel gelişim hem de toplumsal düzenlemeyle ilişkilendirilirdi. Eğitim, çoğunlukla sıbyan mektebi ve medrese gibi kurumsal yapılarda yürütülürken, 19. yüzyılda kurulan Maarif Nezareti ile birlikte modernleşme süreci içinde Batılı anlamda örgün eğitim yapıları gelişmeye başlamıştır. Cumhuriyet döneminde ise Türk Dil Kurumu öncülüğünde bu sözcüklerin yerine “eğitim” kelimesi resmî terminolojiye dâhil edilmiştir. Yurt dışı eğitim. Yurt dışı eğitim, genellikle az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere yönelen bir öğrenci akımı olarak algılansa da, esasen kişinin kendi vatandaşı olmadığı, dini, dili ve kültürü farklı bir ülkede eğitim almasıdır. Öğrencilerin eğitim hayatlarının belirli bir bölümünü yurt dışında yaşayarak sürdürmesini kapsar. Bu eğitim türü; dil eğitimi, lisans ve lisansüstü programlar, mesleki sertifika programları gibi çeşitli kategorilerde incelenebilir. Yurt dışında eğitim almak isteyen öğrenciler, ilgili ülkenin konsolosluklarından öğrenci vizesi alarak belirli haklara sınırlı süreyle sahip olurlar. Türkiye'den yurt dışına yönelik en yaygın tercihler arasında Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Birleşik Krallık ve Kanada gibi ülkeler yer almaktadır. Öte yandan, Türkiye de yabancı öğrenciler için önemli bir eğitim merkezi hâline gelmiştir. 2023–2024 akademik yılında Türkiye'de yaklaşık 301.700 uluslararası öğrenci yükseköğretim düzeyinde eğitim görmüştür. Bu sayı bir önceki yıla göre yaklaşık %16 artış göstermiştir. Toplamda 198 ülkeden öğrenci Türkiye’de öğrenim görmekte olup, 2024 yılı itibarıyla bu sayı 350.000 seviyesine yaklaşmıştır. Gelen öğrencilerin büyük bir kısmı Suriye, Azerbaycan, İran ve Türkmenistan gibi ülkelerden gelse de, son yıllarda Afrika kıtasından da ciddi bir artış yaşanmıştır. Özellikle Nijerya, Somali, Kenya, Çad ve Liberya gibi ülkelerden gelen öğrenciler birçok üniversitede kayda değer oranda temsil edilmektedir. Toplumsal eğitim. Bireyin, toplumun bir parçası olarak ailede başlamak üzere çevresindeki sosyal yapıdan aldığı eğitimdir. Geleneklere, dine, sınıfa ve kültürel normlara bağlı olan bu eğitim, bireyin değer yargılarının yapısını oluşturur ve toplumun devamlılığını sağlar. Daha sonraki yaşamında bireyin kurduğu beşerî ilişkilerde, mesleki gelişiminde veya öğrencilik kariyerinde aldığı bu tür eğitim belirleyici bir rol oynar. Topluma yönelik eğitim faaliyetlerinin ortak noktası, okul dışı, bir başka ifadeyle örgün eğitimin dışında kalmasıdır. Bu nedenle, toplumsal eğitim sıklıkla yaygın eğitim ya da enformel eğitim biçiminde değerlendirilir. Sosyal pedagoji, bu bağlamda, mecburî eğitimini tamamlamış olan veya buna paralel olarak çeşitli sosyal risk gruplarında yer alan bireyler için genellikle kamu kurumları veya sivil toplum kuruluşları tarafından yürütülen planlı ve sistemli eğitim faaliyetlerinin bütünüdür. Bu faaliyetler bireylerin sosyal uyumunu artırmayı, topluma katılımını güçlendirmeyi ve yaşam kalitesini yükseltmeyi amaçlar. Toplumsal eğitimin taşıyıcıları arasında aile, akran grupları, dini kurumlar, iş yerleri, medya ve topluluk merkezleri gibi çeşitli sosyal aktörler yer alır. Özellikle geleneksel toplum yapılarında, dinî liderler ve yaşlılar önemli birer eğitim kaynağıdır. Modern toplumlarda ise belediyeler, halk eğitim merkezleri ve gönüllü kuruluşlar bu rolü üstlenmektedir. Ayrıca, gençlik kulüpleri, sosyal hizmet programları, yerel radyo ve televizyon programları da toplumsal eğitim ortamları arasında yer almaktadır. Toplumsal eğitim aynı zamanda kültür aktarımının bir aracıdır. Dilin, örf ve âdetlerin, ahlaki normların kuşaktan kuşağa aktarılması bu eğitim biçimiyle gerçekleşir. Emile Durkheim gibi klasik sosyologlar, toplumsal eğitimin bireyi topluma kazandırma ve toplumsal düzeni sağlama işlevine vurgu yapmışlardır. Paulo Freire gibi modern eğitim kuramcıları ise toplumsal eğitimi, bireyin eleştirel düşünceyle donatılması ve toplumsal eşitsizliklere karşı bilinç geliştirmesi yönünde değerlendirmiştir. Kurumsal eğitim. Kurumsal eğitim, bireylerin bilgi, beceri ve değerleri sistemli bir şekilde edinmesini sağlayan, yapılandırılmış ve düzenli bir öğrenme sürecidir. Genellikle devlet veya özel kuruluşlar tarafından sağlanır ve belirli bir müfredat, öğretim kadrosu, mekân ve değerlendirme sistemi içerir. Bu yönüyle kurumsal eğitim, resmî eğitimin en yaygın biçimini oluşturur. Kurumsal eğitimin tarihsel kökenleri, Platon’un Akademisi ve Aristoteles’in Likeion’una kadar uzanır. Modern anlamda kurumsal eğitim ise, sanayi toplumlarının ortaya çıkışıyla birlikte ulus devletlerin vatandaşlık, iş gücü yetiştirme ve toplumsal bütünleşme gibi hedeflerine hizmet edecek şekilde yaygınlaşmıştır. Kurumsal eğitim sistemleri, bireylerin yaşına ve akademik düzeyine göre yapılandırılmış kademelere ayrılır. Bu kademeler genellikle erken çocukluk eğitimi, ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretim olarak sıralanır. Kurumlar genellikle zorunlu eğitim yasaları ile düzenlenir ve kamusal ya da özel okullar aracılığıyla yürütülür. Eğitim ortamları, yalnızca bilgi aktarımı değil; aynı zamanda sosyalleşme, disiplin ve kültürel aktarım gibi işlevler de üstlenir. Kurumsal eğitim, resmî eğitim, yaygın eğitim ve enformel eğitim sınıflandırmaları içinde en formel yapıya sahip olanıdır. Programları genellikle bakanlıklar veya ilgili denetleyici kurumlar tarafından onaylanır ve öğretmenlerin mesleki nitelikleri belirli standartlara bağlıdır. Öğrencilerin başarısı çeşitli sınavlar, karne ve diploma gibi araçlarla belgelendirilir. Bu belgeler hem bir üst öğrenim kurumuna geçiş hem de mesleki yaşama giriş için ön koşul olabilir. Kurumsal eğitim aynı zamanda çeşitli eleştirilerin de odağındadır. Eğitimde standartlaşma ve merkeziyetçilik; bireysel farklılıkların, yaratıcılığın ve alternatif öğrenme biçimlerinin göz ardı edilmesine yol açabilir. Bu nedenle modern eğitim kuramlarında kurumsal yapının esnekleştirilmesi ve birey merkezli yöntemlerin artırılması önerilmektedir. Dünyada eğitimin tarihsel süreci ve yapısı. Eğitimin başlangıcı genel olarak söz edilecek olursa insanlık kadar eski olsa da bir bilim olarak çok yenidir. Avrupa'daki modern eğitim sisteminin kökleri Orta Çağ dönemine kadar gider. Orta Çağ'daki okullar öncelikli olarak kiliselere bağlıydı ve din adamı yetiştiriyordu. İlk üniversitelerin çoğu Hristiyan kökenliydi. Bununla birlikte 1088'de kurulan Bolonya Üniversitesi gibi laik üniversiteler de vardı. Günümüzdeki eğitim anlayışı ise Amerikan filozof, psikolog ve eğitim reformcusu John Dewey'nin (1859-1952) fikirlerinden ilham almıştır. William James ile birlikte Pragmatizm'in de kurucuları arasında yer alan Dewey, Rousseau ve Platon'un eğitim anlayışlarını eleştirmiş ve eğitimin köhnemiş, eski olguları tekrarla belletmeye değil öğrencinin bir kişi ve vatandaş olarak yaşamına uygulayabileceği bilgi ve becerileri kazandırma amacı gütmesi gerektiğini öne sürmüştür. Eğitim felsefesi. Eğitimin bugününü iyi anlamak için eğitimin tarihsel değişimini anlamakta yarar vardır. Tarih boyunca ortama ve uygulamalara göre değişik eğitim tanımları yapılmıştır. Günümüzde eğitimin insan faaliyetlerindeki etkisi bugüne kadar olan uygulamaların en karmaşık olanıdır. Genel bir bakışla eğitim bir takım becerilerin öğretim ve öğrenim şeması içerisinde; insan'ın bilgi, sezinleme ve akıl işlevlerini geliştiren faaliyetler ve kavramlar bütünü olarak ele alınmaktadır. Bu tanım çok soyut olup somut uygulamalar üzerinde anlayış geliştirmeye yardım etmemektedir. Eğitim felsefesi eğitimin amacı, doğası ve içeriğine ilişkin çalışmalarla ilgilenir. Bilginin kendisinin olduğu kadar bilen zihnin doğası ve otorite problemleri, eğitim ve toplum ilişkisi gibi konular eğitim felsefesinin konuları arasında yer alır. Rousseau'nun döneminden bu yana eğitim felsefesi gelişim psikolojisi ve gelişme teorileriyle bağlantılı olmaya devam etmiştir. Eğitimden beklenen temel amaçlar şunlardır: Sivil toplum sorumluluk, fikir ve girişimci eğitimli vatandaşlara dayalıdır. Her alandaki ilerleme okullaşmanın meydana getirdiği eğitimin kapasitesine bağlıdır. Bu durumda eğitim bireyin, toplumun ve gelecekteki insanlığın gelişim ve refahını güçlendirmeyi amaçlar. Uygulamalar. Eğitimin tek tanımlı (monolitik) olmadığı gerçeğinden dolayı eğitim kavramına birçok değişik boyuttan yaklaşılmaktadır. Birçok boyutun var olmasının temel nedenleri göz önünde bulundurulmasıdır. Bu bağlamda eğitim üzerine konuşulurken kavramlarını kullanarak hangi olgudan bahsettiğimizi belirtmeliyiz. Eğitim üzerine fikir oluştururken bu tanımlara dikkat edilmediğinde hatalar oluşmaktadır. Bir eğitim bakanının "Türk eğitiminde ezberciliği kaldırıyoruz" cümlesi Türk eğitim sisteminden "kuran kursunu kaldırıyoruz" diye yorumlanabilmektedir. Mesuliyet ve Ölçme-Değerlendirme. Eğitim rastgele oluşan bir faaliyet değildir. Eğitsel faaliyetlerin belli bir amacı vardır ve bu bağlamda planlı bir olgudur. Eğitimin planlı yapısının bir uzantısı Eğitimde Mesuliyet (accountability) kavramını gerektirir. Bu sebepden dolayı bu iki konunun aynı boyutlarda ele alınması gerekir. Ayrıca eğitimin amaçları doğrultusunda gelişip gelişmediğini anlamak için Eğitsel Ölçme ve Eğitsel Değerlendirme faaliyetleri eğitim yapısının bir parçasını oluşturur. Plan - Mesuliyet - Ölçme*Değerlendirme birbirlerin tamayesinde belirler. Eğitim Mesuliyeti eğitimde yeniden yapılandırma taraftarlarının üstünde durduğu en önemli konu olarak geçerliliğini devam ettirmektedir. Eğitim Mesuliyeti eğitimin bütün faaliyetlerini kapsamaktadır. Eğitim faaliyetlerinde etkisi olan birimlerin hangi amaç doğrultusunda sorumlu ve etkili olduğu tam olarak belirlenmesini içerir. Buna en güzel örnek okul tuvaletlerinde yaşanmaktadır. Tuvalet temizliğinde ortaya çıkan bir aksama için sorumluluk şeması Sorun -> hizmetli -> müdür yardımcısı -> müdür -> il eğitim müdürlüğü (birden fazla imza) -> millî eğitim bakanlığı (onlarca imza) -> eğitim bütçesi planlama koordinasyonu (onlarca imza) -> meclis (550 dolayında imza) maliye bakanlığı <- il eğitim müdürlüğü <- müdür <- alım satım <- Çözüm <- hizmetli <- olarak gerçekleşmektedir. Ölçme ve değerlendirme birbiriyle ilişkili ve çok boyutlu kavramlardır. Eğitsel değerlendirme Türkiye'de dar anlamı olan öğrencinin öğrenme seviyesi olarak algılanmaktadır. Geniş anlamıyla eğitsel değerlendirme eğitimin bütününü kapsamaktadır. Eğitsel Değerlendirme diğer karar verme mekanizmalarında olduğu gibi kalite kontrolü geçerlidir. Eğitsel değerlendirmemin kalite kontrolü eğitsel geçerlilik ve eğitsel güvenirlik (soru analizi..) yapıları için sunulan kanıtlarla sağlanmaktadır. Millî eğitim içinde en yaygın ölçme değerlendirme metodu olarak istatistiksel değerlendirme metotlar grubu kullanılmaktadır. Türk eğitim kurumlarında Klasik Ölçme Teorisi çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Öğrenci davranışlarını test kitapçığı bağlamında daha güvenilir olarak modelleyen Soru Cevap Teorisi üniversite seçme sınavında değerlendirmelerinde kullanılmaya çalışılmaktadır. Günümüzün en gelişmiş istatistiksel metodu olan Bireysel Test sistemi uygulamaları Türkiye de bulunmamaktadır. Müfredat. Geniş anlamıyla Müfredat planlı eğitsel faaliyetlerin bir okul tarafından önceden belirlenmiş bir alan içinde (okul binası, atletizm sahası, hastane gibi) yürütülmesi olarak tanımlanmaktadır. [Todd, E. A.(1965) Curriculum Development and Instructional Planning] Tyler [1949] Müfredatı tanımlarken 4 ana soru içinde çalışılması gerektiğini önermektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1607", "len_data": 15745, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 4.17 }
Matematikte doğrudan tanıtlama, verilen bir önermenin var olan matematiksel teoremlerden yararlanarak doğru olduğunu gösterme işlemidir. Bize verilen bilgileri ve daha önceden kabul ettiğimiz aksiyomları ya da önceden ispat etmiş olduğumuz eşitlikleri kullanarak doğrudan sonuca gideriz. En çok kullanılan ispat yöntemidir diyebiliriz. Belirtilen şartlar "p" olsun, bu şartlar altında doğru olacağı iddia edilen teorem "q" olsun. p⇒q olduğunu ispatlamamız gerekir. Örnek verelim. İddia1: 4'e tam bölünebilen bir sayı ile 2'ye tam bölünemeyen iki sayının toplamı tektir. İspat1: 4 ile tam bölünebilen sayı "a" olsun. 2 ile tam bölünemeyen sayı "b" olsun. Öyle x ve y tam sayıları vardır ki a=4x b=2y+1 sağlanır. (2x+y) = p olsun.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1608", "len_data": 729, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.92 }
Matematiksel tümevarım bir önermenin, genellikle tüm doğal sayılar için ya da bazen sonsuz bir sıranın tüm elemanları için, doğru olduğunu göstermek üzere kullanılan bir matematiksel kanıtlama yöntemidir. Matematiksel mantık ve bilgisayar bilimlerinde kullanılan daha genel bir tanıtlama biçimi değerlendirilebilen (hesaplanabilen) ifadelerin (dil için geçerli sözdizimlerinin) denk olduğunu gösterir. Buna yapısal tümevarım denir. Matematiksel tümevarımın en basit ve en sık kullanılan şekli bir önermenin tüm doğal sayılar "n" için doğru olduğunu gösterir ve iki adımda gerçekleştirilir: Bu iki adımın neden yeterli olduğunu anlamak için domino etkisi örneğini göz önünde bulundurmak yeterli olacaktır. Baş başa dizilmiş olan bir domino taşları sırası var ve Matematiksel tümevarım, kümeler için öngörülen İyi-sıralılık ilkesine denktir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1609", "len_data": 840, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.19 }
İyi-sıralılık ilkesi, küme kuramının bir önermesidir. Her küme iyi sıralı bir küme yapılabilir. Bu teorem sonluötesi tümevarımın her kümede uygulanabilmesini sağlar. İyi sıralılık ilkesi seçim aksiyomuna denktir. Georg Cantor iyi-sıralılık ilkesini "temel bir akıl yürütme kuralı" olarak kabul ediyordu. Buna karşın çoğu matematikçi örneğin formula_1 (Reel sayılar) kümesinin iyi-sıralı bir küme yapılabileceğinden kuşku duymaktaydı. Örneğin 1904 yılında Julius König bunu kanıtladığını düşünüyordu fakat Felix Hausdorff kısa bir süre sonra kanıtlamada bir hata buldu. Ernst Zermelo, iyi-sıralılık ilkesini tanıtlamak için seçim aksiyomunu "kuşku duyulmaz mantıksal bir ilke" olarak kabul etmiş ancak yine kısa bir süre sonra bu aksiyomun iyi-sıralılık ilkesine denk olduğu anlaşılmıştır. Seçim aksiyomu, dolayısıyla iyi-sıralılık ilkesi, Zermelo-Fraenkel-Küme-Kuramı'ndan bağımsızdır. Başka bir deyişle hem bu ilke hem de karşıtı, çelişki doğmadan doğru olarak kabul edilebilir. Doğal sayıların özelliği. Bazen iyi-sıralılık ilkesi doğal sayıların iyi sıralı olma özelliğini belirtir. Doğal sayıların boş olmayan her altkümesinde en küçük bir sayı bulunur. Bu durumdan bazen sonsuz düşüş yöntemini kullanan kanıtlamalarda yararlanılır: Bir "S" kümesinin tüm doğal sayıları içerdiğini tanıtlamak için tümünü içermediği varsayılabilir ve iyi-sıralılık ilkesi nedeniyle kümenin içermediği en küçük bir doğal sayı bulunur ("en küçük karşı örnek"). Bu aşamada daha da küçük bir karşı örnek bulunduğu gösterilirse bir çelişki ortaya çıkar. (alternatif şekilde her karşı örnek için daha küçük bir örnek sayı olduğu dolayısıyla sonsuz şekilde düşülebileceği gösterilebilir; fakat bu durum doğal sayılarda olanaklı değildir.) Bu tanıtlama yöntemi matematiksel tümevarımın tersidir fakat yine de doğal sayıların iyi-sıralılık özelliğine dayanır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1611", "len_data": 1836, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.3 }
Gitar, bazı istisnalar dışında genellikle perdeli ve tipik olarak altı veya on iki teli olan telli bir müzik aletidir. Genellikle çalan kişinin vücuduna düz bir şekilde tutulur ve baskın el ile telleri tıngırdatarak veya kopararak çalınırken, aynı anda diğer elin parmaklarıyla seçilen telleri perdelere bastırarak çalınır. Tellere vurmak için bir gitar penası da kullanılabilir. Gitarın sesi ya akustik olarak, gitar üzerindeki rezonanslı bir oyuk oda aracılığıyla ya da elektronik bir pikap ve bir amplifikatör ile güçlendirilerek yansıtılır. Gitar bir kordofon olarak sınıflandırılır, yani ses iki sabit nokta arasına gerilmiş titreşen bir tel tarafından üretilir. Tarihsel olarak gitar, telleri katgütten yapılmak üzere ahşaptan yapılmaktaydı. Çelik gitar telleri on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Amerika Birleşik Devletleri'nde kullanılmaya başlandı, ancak naylon ve çelik teller ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yaygınlaştı. Gitarın ataları arasında gittern, vihuela, dört kurslu Rönesans gitarı ve beş kurslu barok gitar yer alır ve bunların hepsi modern altı telli enstrümanın gelişimine katkıda bulundular. Üç ana modern gitar türü vardır: klasik gitar (İspanyol gitarı); çelik telli akustik gitar veya elektro gitar; ve Hawaii gitarı. Geleneksel akustik gitarlar arasında tipik olarak büyük bir ses deliğine sahip olan düz üst gitar veya bazen "caz gitarı" olarak adlandırılan arşitop gitar bulunur. Akustik gitarın tonu, tellerin titreşimiyle üretilir ve gitarın rezonans odası görevi gören içi boş gövdesi tarafından güçlendirilir. Klasik İspanyol gitarı genellikle solo bir enstrüman olarak, tıngırdatmak yerine her bir telin çalanın parmakları tarafından ayrı ayrı koparıldığı kapsamlı bir parmak stili tekniği kullanılarak çalınır. "Finger-picking" terimi aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri'nde folk, blues, bluegrass ve country gitar çalma geleneğine de atıfta bulunabilir. İlk patenti 1937'de alınan elektro gitarlar, enstrümanın duyulabilecek kadar yüksek ses çıkarmasını sağlayan bir pikap ve amplifikatör kullanırken, aynı zamanda rezonans odasına ihtiyaç duyan masif bir ahşap blokla gitar üretilmesini de mümkün kıldı. Reverb ve distorsiyon (veya "overdrive") dahil olmak üzere çok çeşitli elektronik efekt üniteleri mümkün hale geldi. Katı gövdeli gitarlar, 1960'lar ve 1970'lerde gitar piyasasına hâkim olmaya başladı; istenmeyen akustik geri beslemeye daha az eğilimlidirler. Akustik gitarlarda olduğu gibi, hollowbody gitarlar, archtop gitarlar (caz gitar, blues ve rockabilly'de kullanılır) ve rock müzikte yaygın olarak kullanılan katı gövdeli gitarlar da dahil olmak üzere bir dizi elektro gitar türü vardır. Bir gitar amfisi aracılığıyla çalınan elektro gitarın yüksek, güçlendirilmiş sesi ve sonik gücü, hem bir eşlik enstrümanı olarak (riffler ve akorlar çalarak) hem de gitar soloları çalarak blues ve rock müziğin gelişiminde ve özellikle heavy metal müzik ve punk rock olmak üzere birçok rock alt türünde önemli bir rol oynadı. Elektro gitarın popüler kültür üzerinde büyük bir etkisi bulunmaktadır. Gitar, dünya çapında çok çeşitli müzik türlerinde kullanılmaktadır. Blues, bluegrass, country, flamenko, folk, caz, jota, ska, mariachi, metal, punk, funk, reggae, rock, grunge, soul, akustik müzik, disko, new wave, new age, yetişkinlere yönelik çağdaş müzik ve pop gibi türlerde birincil enstrüman olarak kabul edilir ve zaman zaman hip-hop, dubstep veya trap müzikte bir örnek olarak kullanılır. Gitar türleri. Klasik gitar. Klasik gitar, tüm gitar türlerinin atası olarak tanımlanabilir. Gitarın gövdesinin ortasında "ses deliği" denilen yuvarlak bir boşluk bulunur. Gitarın telleri titreştiğinde gövdenin içinde bulunan hava titreşir ve tek çıkış noktası olan bu yuvarlak boşluktan dışarı ses olarak geri çıkar. Klasik gitarda; kalın 3 tel, ipek üzerine sarılmış çelik, ince 3 tel ise naylondur. Genellikle parmak ile çalınır. Klasik gitarda sağ elin görevi daha fazladır. Sağ eli kullanarak gitarda çok farklı ritim ve harmonikler oluşturulabilir. Genelde klasik ve flamenko tarzı müziklerde kullanılır. Akustik gitar. Görünüş itibarıyla klasik gitarı andıran akustik gitarın gövdesi, klasik gitardan biraz daha şişman ve basıktır. Daha dar bir sapa ve çelikten yapılmış tellere sahip olması, akustik gitarın klasik gitarla arasındaki en büyük farktır. Tellerin çelikten olması, akustik gitarın klasik gitardan daha basınçlı gergin bir sapa sahip olmasını ve sesinin klasik gitardan daha sert ve temiz çıkmasını sağlar. Genellikle akustik gitarların en kalın 4 teli sarımlı çelik, diğer 2 teli ise sarımsız çeliktir. Akustik gitarlar genellikle penayla çalınır. Rock, blues ve caz müzik türlerinde çok kullanılan bir gitar türüdür. Akustik-elektro gitar, çelik telli akustik gitar, dretnot gitar türleri bulunmaktadır. Elektro gitar. Elektrogitar çok basit bir tanımla tellerin titreşimini gövdesinde bulunan manyetikler sayesinde elektrik akımına çeviren ve bir amfi yardımıyla akımı yüksek seviyede sese dönüştürebilen gitar türüdür. Diğer gitarlarla elektrogitarın kısımları aynıdır. Ek olarak elektrogitar için birkaç bölüm daha eklenebilir. Bunlar: Tremolo kolu, manyetikler, ses ve ton ayarı, switch... Bas gitar. Çalışma prensibi elektrogitara benzer. Fakat sesi normal gitarlardan 1 oktav kalındır. Portede basgitar için "Fa" anahtarı kullanılır. Değişik çeşitlerde basgitarlar da bulunmaktadır: Genelde 4 telli, 12 telli, 6 telli, 7 telli, 5 telli, perdesiz, kafasız. Perdesiz gitar. Ara sesleri verebilmek için yapılmıştır. Normal gitara çok benzese de oldukça farklı bir ses rengine sahiptir. Perdesiz gitarı 1976 yılında Erkan Oğur, Türk müziği seslerine olan ihtiyacı için üretmiştir. Daha sonraları perdesiz elektrik gitar, 8 telli perdesiz gitar, çift saplı elektrik ve klasik perdesiz/perdeli gibi farklı modelleri üretilmiştir. Lap steel gitar. Hawaii yöresine ait bir gitardır. Gitar 6, 7 ve 9 telli olarak kullanılmaktadır. Gitar, çalınırken genellikle kucaktadır. Diğer gitarlardan farklı olarak, fretlere basılarak değil, gitaristin sol eline taktığı bir metal yardımıyla tellere dokunularak çalınır. 7 telli gitar. 7 telli gitar; klasik gitarda bulunan 6 ana telin (yukarıdan aşağı; mi, la, re, sol, si, mi) haricinde bir kalın veya ince tel daha eklenmesiyle oluşan bir gitar çeşididir. 12 telli gitar. 12 telli gitarlarda genellikle çelik teller kullanılır. Folk, blues ve rock and roll tarzlarında kullanılır. Weissenborn gitar. Weissenborn ya da diğer deyişle H. Weissenborn bir tür lap slide gitardır ve Los Angeles'ta 1920'ler ve 1930'larda Hermann Weissenborn tarafından üretilmiştir. 5000'den daha az sayıda orijinal enstrüman üretilmiştir ve kaç tanesinin hâlen sağlam kaldığı bilinmemektedir. Marka şu anda reprodüksiyon ürünleri için kullanılmaktadır. Caz gitar. Göbekli, boş veya yarı dolu gövdeli ve genellikle caz müzikte kullanılan geniş gövdeli gitar türü. Gitarın kısımları. Sap. Gitarın klavyesinin de bulunduğu kısımdır. Bu klavyede perdeler bulunur. Klasik gitardan hem kalınlık hem de genişlik açısından daha ince olan elektrogitar klavyesi ise genelde 18 ila 24 arasında perde sayısına sahiptir. Genellikle sapın içinden "truss rod" adı verilen bir metal ayar çubuğu geçer. Zamanla eğilebilen bu sap, bir vida yardımı ile eski hâline geri getirilebilir. Akort burguları en uçta bulunur ve genellikle metal bir aksama sahiptir. Köprü. Gitarda telleri gövdeye bağlayan kısımdır. Zamanla değişim geçirmiş olmakla beraber, değişik çeşitleri de mevcuttur. Köprü, sabit ya da oynar olabilir. Oynar köprülü gitarlarda köprü bir kol (tremolo kolu) yardımı ile ileri-geri hareket ettirilebilir. Bu ileri veya geri harekette köprüye bağlı olan teller gerilir ya da gevşer. Tellerin gerilip gevşemesi telden çıkan sesi etkileyeceğinden gitardan farklı notalar elde edilebilir. Köprüler genelde metalden yapılır. Köprünün baz ayarlarına dikkat edilmelidir, tellerden birinin kopması hâlinde elektrogitar geri dönüşü olmayan hasar görebilir. Eşik. Gitarın sapında, telleri akort burgularına gitmeden önce sonlandıran kısımdır. Genelde ucuz gitarlarda plastikten oluşur. Ayrıca kemikten veya farklı malzemelerden yapılanlar da mevcuttur. Manyetik. Elektrogitarda veya manyetik takılmış klasik ya da akustik gitarda teldeki titreşimlerin algılandığı kısımdır. Manyetik alanda telin titreşiminin içerideki bir sargıda akım oluşturması prensibi ile çalışır. Çift hâlinde (Humbucker) ya da tek (Single) olabilir. Bazı manyetikler amplifikatöre çıkış sağlamadan sinyali yükseltebilirler. Pasif Manyetikler. Ses titreşimlerinin, elektrik sinyaline herhangi bir elektronik değişime uğratmadan dönüşmesini sağlayan manyetik türüdür. En sık kullanılan manyetik türü olup, sesin tınısı (frekans cevabı) sadece manyetiğin bazı fiziksel özelliklerine (yüksekliğine, mıknatısına, sargısına) bağlıdır. Aktif Manyetiker. Bu manyetikler ses titreşimlerini bazı elektronik devreler ile bozulmaya uğratan manyetiklerdir. Sinyali, içerisindeki güç kaynağını (genelde bu bir pildir) kullanarak pre-amp ile güçlendiren, aktif filtrelerle ve gömülü equalizer'lar ile sinyalin özgününden farklı olarak enstrümandan çıkmasını sağlayan manyetiklerdir. Çalışma prensibine göre 3 tip manyetik vardır: Kafa (Headstock). Kafa kısmı (headstock) gitar sapının en ucundadır. Tellerin bitiminde akort burgularını içeren kısımdır. Kafa bölümü gitar için çok önemli bir işleve sahiptir. Gitara stabilite sağlar. Gitarın üst kısmındaki güçlü gerilime rağmen sağlam bir temel oluşturur. Farklı amaçlara hizmet eden 3 çeşit gitar kafası vardır. Tremolo kolu. Tremolo kolu, gitarın eşik bölümünün bitiminde bulunur. Bu kolu öne veya arkaya gevşeterek tellerden farklı ses çıkartılması sağlanır. Klavye yönüne doğru gevşetilerek kalın, eşik yönüne gevşetilerek daha ince seslerle efekt elde edilebilir. Akort. 6 telli bir gitarın standart akort dizisi: İnceden kalına doğru E(ince mi) B(Si) G(Sol) D(Re) A(La) ve E(Kalın Mi) dir. Gitarda standart akort dizisi dışında kullanılan bütün düzenlere drop-tone denir. Aşağıda, gitarda "standart akort dizisi" için üstteki sayılar perde numarası olmak üzere notaları verilmiştir. Daha düşük ayarlar (kalınlaştırma). Tellerin EADGBE akort dizisinden aynı derecede gevşetilmesiyle oluşan akort dizileri: Bütün teller standart diziden yarım perde gevşetilir. Kullanan müzisyenler: Guns N' Roses, Van Halen, Jimi Hendrix, Stevie Ray Vaughan, Yngwie Malmsteen ve Alice in Chains Bütün teller bir tam perde gevşetilir. Kullanan müzisyenler: Pantera, Death, Dream Theater ve Kreator. Nirvana'nın "Come As You Are" şarkısında duyulabilir. Teller 1 ve yarım adım gevşetilir. Kullanan müzisyenler: Behemoth Teller 2 adım gevşetilir. Kullanan müzisyenler: Queens of the Stone Age, Dethklok, In Flames, Kyuss Teller 2 adım ve 1 yarım adım gevşetilir. Kullanan müzisyenler: Entombed, Dismember, Five Finger Death Punch, Amon Amarth, Slipknot Teller 3 adım gevşetilir. Kullanan müzisyenler: Dream Theater, Breaking Benjamin Teller 3 adım ve 1 yarım adım gevşetilir. Teller 4 adım gevşetilir. Teller 4 adım ve 1 yarım adım gevşetilir. Teller 5 adım gevşetilir. Teller 5 adım ve 1 yarım adım gevşetilir. Teller 6 adım (bir oktav) gevşetilir. Bir basgitar ile aynı oktavdır. Kullanan müzisyenler: Kei Nakano
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1612", "len_data": 11178, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.84 }
Bilgisayar biliminin temel alanları bilgisayar programlama dillerini (sol üst), algoritmaların dizayn ve analizini (sağ üst), akıllı sistemlerin yapılmasını (sol alt) ve elektrik donanımları (sağ alt) kapsar. Bilgisayar bilimi, bilgisayarların tasarımı ve kullanımı için temel oluşturan teori, deney ve mühendislik çalışmasıdır. Hesaplamaya ve uygulamalarına bilimsel ve pratik bir yaklaşımdır. Bilgisayar bilimi; edinim, temsil, işleme, depolama, iletişim ve erişimin altında yatan yönteme dayalı prosedürlerin veya algoritmaların fizibilitesi, yapısı, ifadesi ve mekanizasyonunun sistematik çalışmasıdır. Bilgisayar biliminin alternatif, daha özlü tanımı "büyük, orta veya küçük ölçekli algoritmik işlemleri otomatikleştirme çalışması" olarak nitelendirilebilir. Bir bilgisayar bilimcisi, hesaplama teorisi ve hesaplama sistemlerinin tasarımı konusunda uzmanlaşmıştır. Alanları teorik ve pratik disiplinlere ayrılabilir. Bilgisayar grafikleri gibi alanlar, gerçek dünya görsel uygulamalarını vurgularken, hesaplamalı karmaşıklık teorisi (hesaplama ve zor olan sorunların temel özelliklerini araştıran) gibi bazı alanlar oldukça özeldir. Diğer alanlar sıklıkla hesaplamanın uygulanması konusunda karşılaşılan zorluklara odaklanmaktadır. Örneğin, programlama dili teorisi, hesaplamanın tanımlamasına yönelik çeşitli yaklaşımları ele alırken, bilgisayar programcılığının kendisi de programlama dili ve karmaşık sistemlerin kullanımının çeşitli yönlerini inceler. Bununla beraber insan-bilgisayar etkileşimi alanı; bilgisayarları ve hesaplamaları yararlı, kullanışlı ve evrensel olarak insanlara ulaştırmaya yönelik zorlukları tanımlamaya ve onları aşmaya çalışmaktadır. Tarihçe. Daha sonraları bilgisayar bilimi haline gelecek olgunun en eski temelleri, modern dijital bilgisayarın icadından önce gelmektedir. Abaküs gibi sabit sayısal işlemler için kullanılan hesap makineleri, antik çağlardan beri var olmuştur. Bunlar çarpma ve bölme gibi temel hesaplamalara yardımcı oluyordu. Ayrıca, hesaplamaları gerçekleştirmek için kullanılan algoritmalar, antik çağlardan beri, hatta gelişmiş bilgisayar ekipmanlarının geliştirilmesinden önce de var olmuştur. Blaise Pascal, 1642'de kendi ismini verdiği hesap makinesini tasarladı ve geliştirdi. 1673'te Gottfried Leibniz, "Stepped Reckoner" adında bir dijital mekanik hesap makinesi tasarladı. İlk bilgisayar bilimcisi ve bilgi teorisyeni olarak düşünebilir. Leibniz'i ilk bilgisayar bilimcisi olarak kabul etmemiz için diğer sebeplerin yanı sıra kendisinin, ikili sayı sisteminde belgeli ve sistemli biçimde çalışmış olması yeterlidir. Thomas de Colmar, 1820'de mekanik hesap makinesi endüstrisini başlattı ve basitleştirilmiş aritmometre'yi piyasaya sundu. Bu hesap makinesi, günlük olarak ofis ortamında kullanılabilecek kadar donanımlı ve güvenilir ilk hesap makinasıydı. Charles Babbage, 1822'de ilk "Otomatik çalışan mekanik hesap makinesi" olan Fark Makinesi'nin (İngilizce: Difference Engine) tasarımını başlattı ve bu çalışmalarının neticesinde ona ilk programlanabilir mekanik hesap makinesi fikri olan "Analitik Tabanlı Motor" ismini verdi. Bu makineyi 1834'te geliştirmeye başladı ve iki yıldan az bir sürede modern bilgisayarın göze çarpan özelliklerinin çoğunu çizmişti. 1843 yılında Ada Lovelace, "Analitik Motor" hakkındaki bir Fransız makalesinin çevirisi sırasında, içerdiği birçok nottan birinde, günümüzde ilk bilgisayar programı olarak düşünülen Bernoulli sayılarını hesaplamak için bir algoritma yazdı. 1885 civarında Herman Hollerith, istatistiksel bilgileri işlemek için delikli kartlar kullanan çizelgeleyiciyi (tabulator) icat etti; Sonunda çalışmaları kendi şirketi IBM'in bir parçası haline geldi. 1937'de, Babbage'ın imkânsız rüyasından yüz yıl sonra, Howard Aiken, her türden delikli kart ekipmanı üreten IBM'i ikna etti ve Babbage'ın Analitik Motor fikrinden yola çıkarak dev programlanabilir hesap makinesi geliştirmek için çalışmalar yaptı. Başarıyla yürüttüğü çalışmalarının sonucunda "ASCC / Harvard Mark I" hesap makinesini icat etti. Bu cihazda kartlar ve merkezi işlem birimi (CPU) kullanıldı. Makine çalışması bittiğinde, çevresindekiler "Babbage'nin hayali gerçeğe dönüştü!" diyerek Howard Aiken'i takdir ettiler. 1940'lı yıllarda, yeni ve daha güçlü bilgi işlem makineleri geliştirildiğinde, hesaplama terimi için insanlardan ziyade makinelere atıfta bulunulmaktaydı. Bilgisayarların sadece matematiksel hesaplamalardan daha fazlası için kullanılabileceği netleştikçe, bilgisayar bilimi alanı, genel olarak hesaplamayı incelemek üzere genişletildi. Bilgisayar bilimi, 1950'lerde ve 1960'ların başında ayrı bir akademik disiplin olarak kurulmaya başlandı. Dünyanın ilk bilgisayar bilimleri lisans programı olan Cambridge Bilgisayar Bilimleri diploması, 1953'te Cambridge Bilgisayar Laboratuvarı'nda verilmeye başladı. ABD'deki ilk bilgisayar bilimleri programı, 1962'de Purdue Üniversitesinde kuruldu. Pratik bilgisayarlar piyasaya çıktığından beri, birçok bilgisayar uygulaması, kendi sistemlerine sahip farklı birer çalışma alanları haline geldi. Başlangıçta pek çok insanın, bilgisayarın bilimsel bir çalışma alanı olmasının imkânsız olduğuna inanmasına rağmen, bilgisayarlar 1950'li yıllarda giderek daha fazla akademik nüfus arasında kabul gördü. Bu süre zarfında bilgisayar bilimleri devriminin bir parçasını oluşturan günümüzde geniş kitleler tarafından bilinen IBM markası sesini duyurmaya başladı. IBM (International Business Machines'in kısaltması), IBM 704 ve daha sonra bu tür cihazların arama periyodu boyunca yaygın olarak kullanılan IBM 709 bilgisayarlarını piyasaya sürdü. "Yine de bu ilkel IBM bilgisayarı ile çalışırken bir harfi yanlış yerleştirmiş olsaydınız sinir bozucu olurdu, çünkü program çökerdi ve bütün süreci yeniden baştan başlatmanız gerekirdi." 1950'lerin sonlarında bilgisayar bilimleri disiplini gelişim aşamasındaydı ve bu tür sorunlar sıradan olarak kabul görmekteydi. Zaman, bilgisayar teknolojisinin kullanışlılığında ve etkinliğinde önemli gelişmeler kaydetti. Modern toplumda, bilgisayar teknolojileri yalnızca uzmanlar ve profesyoneller tarafından değil, neredeyse her yerde bulunan kullanıcı tabanına ulaştı. Bilgisayar teknolojisi kullanıcılarında ciddi ve belirgin bir artış yaşandı. Başlangıçta, bilgisayarlar oldukça pahalıydı ve kısmen profesyonel bilgisayar operatörleri tarafından verimli bir şekilde kullanılmak için bir miktar insan yardımına yani teknik desteğe ihtiyaç vardı. Bilgisayarın geniş kitleler tarafından benimsenmesi ancak bilgisayarların daha geniş ve uygun fiyatlı hale gelmesiyle ve ortak kullanım için daha az insan faktörüne ve teknik desteğe ihtiyaç duyulduğunda mümkün hale geldi. Katkıları. Bilgisayar bilimi, resmi bir akademik disiplin olarak kısa geçmişine rağmen, bilime ve topluma bir takım önemli katkılar sağlamıştır. -özellikle elektronikle birlikte- Bilgi Çağında kurulan bir bilimdir ve insanlığın ilerlemesinde adeta bir şoför haline gelmiştir. İnsanlığın teknolojik ilerlemesinde büyük sıçrayış olarak görülen bilimsel bilgiye dayalı karar verme ve günümüzün bilgi toplumu ideallerinin temel yapı taşlarından birisi haline gelmiştir. Bu katkılar şunları içerir: Mevcut bilgi çağını ve İnternet'i içeren dijital devrimin başlangıcıdır. Hesaplamanın ve hesaplanabilirliğin biçimselleştirilmiş bir tanımıdır. Bilgisayar bilimi; hesaplanamaz, çözülemez ve zor olarak kabul edilmiş problemlerin çözülebileceğinin bir nevi kanıtıdır. Çeşitli soyutlama seviyelerinde metodolojik bilgilerin tam olarak ifade edilmesi için araç olan programlama dili kavramı türemiştir. Kriptografi alanında örneğin Enigma kodunu kırmak, İkinci Dünya Savaşı sırasında Müttefiklerin zaferine katkıda bulunan önemli bir faktördü. Bilgisayar uygulamaları sayesinde bilimsel hesaplama yöntemleri gelişmiştir. Böylelikle süreçlerin ve durumların pratik olarak değerlendirilmesi ve kısmi de olsa süreçleri kontrol edilebilir bir karmaşıklığa indirgenmesi mümkün hale gelmiştir. Aynı zamanda insan zihni üzerinde ileri düzeyde çalışmayı mümkün kıldı ve "İnsan Genomu Projesi" ile insan genomunun haritalandırılması mümkün oldu. Örneğin Folding@home gibi dağıtık bilgi işlem projeleriyle protein katlanması keşfedildi. Algoritmaya dayalı ticaret alanında yapay zekâ, makine öğrenimi, istatistiksel ve sayısal teknikler vb. bilgisayar bilimleri konuları kullanılarak finansal piyasalardaki verimlilik ve likidite arttı. Ayrıca yüksek frekanslı algoritmik ticaret de volatiliteyi artırmıştır. Bilgisayar grafikleri ve bilgisayar tarafından oluşturulmuş görüntüler, özellikle televizyon, sinema, reklam, animasyon ve video oyunlarında kullanılmış ve özetle modern eğlence dünyasında her yerde kullanılır hale gelmiştir. Hatta kullanılan tekniğe göre değişmekle beraber yapaylık içermeyen CGI teknolojili filmler genellikle dijital kameralar üzerinde filme alınmakta, dijital video düzenleyicisi kullanılarak düzenlenip veya post-processing tekniğiyle işlenebilmektedir. Bu sayede günümüz filmlerindeki efektler başarılı şekilde uygulanmaktadır. Akışkanlar dinamiği hesaplamalarında, fiziksel, elektriksel ve elektronik sistemlerde, devre tasarımlarında, toplumların yaşantısı, sosyal durumlar (özellikle savaş oyunları) ve ortak yaşam alanları gibi çeşitli süreçlerde bilgisayar simülasyonları kullanılmaktadır. Modern bilgisayarlar, uçak gibi özel tasarımların optimizasyonunu mümkün kılmaktadır. Elektrikli ve elektronik devre tasarımında dikkat çeken unsurlar SPICE ve yeni (veya değiştirilmiş) tasarımların fiziksel olarak gerçekleştirilmesi için yazılımlardır. Ayrıca, entegre devreler için gerekli tasarım yazılımının kullanılması da mümkündür. Yapay zekâ daha verimli ve karmaşık bir hal aldığından giderek önem kazanmaktadır. Yapay zekânın birçoğu evde görülebilen formdadır, örneğin robotik elektrikli süpürgeler gibi birçok yapay zekâ uygulaması vardır. Video oyunları, modern savaş teknolojilerinde dronlar ve füze savar sistemleri kullanılmaktadır. Ve ayrıca takım destekli robotlar da yapay zekanın kullanım alanlarına örnek olarak gösterilebilir. Etimoloji. İlk 1956'da önerilmiş olmasına rağmen "bilgisayar bilimi" terimi 1959'da ACM'nin İletişim Bildirisinde ortaya çıkar, çünkü Louis Fein 1921 yılında Harvard Business School'un yaratılışına benzer şekilde bilgisayar bilimleri için de bir enstitünün kurulmasını savunmaktadır. Yönetim bilimi (Management Science) gibi bir alanın akademik disipline özgü özelliklere sahip olarak tanınmasına rağmen pek çok konuda uygulanmış ve disiplinler arası bir nitelikte olan bilgisayar biliminin akademik yönlerini savunarak kendini haklı çıkarmıştır. Kendisinin bu yöndeki çabaları ve diğer pek çok sayısal analizci George Forsythe gibi isimlerin çabaları ödüllendirildi: Üniversiteler 1962'de Purdue'den başlayarak üniversitelerinin bünyesinde bu tür programlar açmaya başladı. Bu kabule rağmen kayda değer bir kitle de bilgisayar biliminin salt bilgisayardan ibaret olmadığını ve kelimenin yetersiz olduğunu savunmaktaydı. Bu nedenle birkaç alternatif isim önerildi. Büyük üniversitelerin bazı bölümleri, bu farkı tam olarak vurgulamak için bilgisayar bilimi terimini tercih etmektedir. Danimarkalı bilim insanı Peter Naur, bu bilimsel disiplinin yani bugün bilgisayar bilimleri olarak anılan alanın, veri ve veri işleme konuları etrafında şekillenmesi gerektiğini savunmaktaydı ve dataloji (datalogy) terimini önerdi; bu sayede bahsi geçen disiplinin uğraş alanına mutlaka bilgisayarların dahil olmadığı savunuluyordu. Bu terimi kullanan ilk bilimsel kurum, 1969'da kurulan Kopenhag Üniversitesi'nde Dataloji Bölümü'nden ve Peter Naur'un dataloji bölümünün ilk profesörü olmasından kaynaklanmaktadır. Terim ağırlıklı olarak İskandinav ülkelerinde kullanılmaktadır. Naur tarafından da önerilen alternatif bir terim veri bilimidir; ancak bu terim artık istatistik ve veritabanlarının dahil edildiği farklı bir veri analizi alanı disiplini için kullanılmaktadır. Ayrıca, bilgisayarlı hesaplamanın ilk dönemlerinde Communications of the ACM bünyesinde çalışan bazı pratisyenlerin birkaç kelimesi önerildi: "turingineer, turologist, flow-charts-man, applied meta-mathematician ve applied epistemologist." Üç ay sonra aynı dergide "comptologist" kavramı öne sürüldü ve ertesi sene bunu "hypologist" kelimesi takip etti. Sonraki çalışmalarda "computics" terimi de önerildi. Avrupa'da, "automatic information" ifadesinin (örneğin, İtalyancadaki "informazione automatica") sözleşmeli çevirileri yapılmasından sonra "information and mathematics" gibi kavramlar türetilmiş, örneğin; "informatique" (Fransızca), "Informatik" (Almanca), "informatica" (İtalyanca, Hollanda dili), informática (İspanyolca, Portekizce), "informatika" (Slav dilleri ve Macarca) veya Yunanca olarak "pliroforiki" (πληροφορική: bilişim anlamına gelir). Benzer kelime, Birleşik Krallık'ta (as in "the School of Informatics of the University of Edinburgh") kabul edilmiştir. "Bununla birlikte, ABD'de "informatics", uygulamalı bilgisayar bilimleriyle ilişkilidir veya bilgisayarlı hesaplama alanında çalışılan başka bir uğraş ile birlikte anılmaktadır." İlk kez Edsger Dijkstra tarafından formüle edilmemiş olmasına rağmen sıklıkla Dijkstra'ya atfedilen bir alıntıda kendisi bilgisayar bilimi için "teleskop ile kozmoloji ne kadar ilintiliyse, bilgisayar ile bilgisayar bilimleri de aynı şekilde ilintilidir." sözlerini belirtmektedir. Bilgisayarların, bilgisayar sistemlerinin tasarımı ve yerleştirilmesi genel olarak bilgisayar bilimleri dışındaki disiplinler olarak düşünülür. Örneğin, ticari bilgisayar sistemlerinin incelenmesi ve konuşlandırılmasına genellikle bilgi teknolojisi veya bilgi sistemleri denirken, bilgisayar donanımının çalışması genellikle bilgisayar mühendisliğinin bir parçası olarak düşünülür. Bununla birlikte, bilgisayar bilimi ile çeşitli disiplinler arasında ciddi bir etkileşim söz konusudur ve akademik çevrelerce göz ardı edilmemesi gerektiği düşünülmektedir. Bu nedenle bilgisayar bilimi araştırmaları; felsefe, bilişsel bilim, dilbilim, matematik, fizik, biyoloji, istatistik ve mantık gibi diğer disiplinleri de sıklıkla kesiştirir. Bilgisayar bilimleri ve etkileşimde bulunduğu disiplinler hakkında bazı gözlemciler, örneğin hesaplama alanının matematiksel bir bilim olduğunu savunarak, bilgisayar bilimlerinin birçok bilimsel disiplinden ziyade matematikle daha yakın bir ilişki kurduğunu düşünüyordu. Erken bilgisayar bilimi Kurt Gödel ve Alan Turing gibi matematikçilerin çalışmalarından büyük ölçüde etkilenmiştir ve matematiksel mantık, kategori teorisi, alan teorisi ve cebir gibi alanlar göz önünde bulundurulduğunda bilgisayar bilimi ve matematik arasında bilgilerin yararlı bir şekilde değişimi açıkça görülmektedir. Bilgisayar bilimi ve yazılım mühendisliği arasındaki ilişki ise tartışmalı bir konudur. "Yazılım mühendisliği" teriminin ne anlama geldiği ve bilgisayar biliminin nasıl tanımlandığına dair anlaşmazlıklar nedeniyle karışıklığa neden olur. Diğer mühendislik ve bilim disiplinleri arasındaki ilişkiden bir ipucu alarak David Parnas, yazılım mühendisliğinin temel odağının pratik nitelikli amaca ulaşmak için spesifik hesaplamalar dizayn etmek olduğunu, bilgisayar biliminin odak noktasının ise genel olarak hesaplama ve onun özelliklerini incelediğini iddia etti. Bu iki alanların ayrı ama birbirini tamamlayıcı disiplinler oldukları düşünülmekteydi. Bilgisayar biliminin akademik, politik ve finansman yönleri, bu bölümün matematiksel bir vurguyla veya bir mühendislik vurgusu ile oluşup oluşmadığına bağlıdır. Matematik ağırlıklı ve sayısal oryantasyona sahip bilgisayar bilimleri bölümleri, sayısal bilimlerle uyum sağlamayı yani entegrasyonu esas almaktadırlar. Mühendislik ya da matematik ağırlıklı bilgisayar bilimleri bölümlerinin her ikisi de kendi alanlarına eğitici nitelik kazandırmak için diğer bilimlerle bağlantı kurmak ve disiplinler arası bir eğitim modeli yaratmak için çaba harcamaktadırlar. Felsefe. Birtakım bilgisayar bilimcisi, bilgisayar bilimlerini üç ayrı paradigmaya ayırmak için fikir beyan ettiler. Peter Wegner, bu paradigmaların bilim, teknoloji ve matematik olduğunu savundu. Peter Denning'in çalışma grubu ise, bu paradigmaların teori, soyutlama (modelleme) ve tasarım olduğunu savundu. Amnon H. Eden ise "rasyonalist paradigma" (bu yaklaşım teorik bilgisayar bilimlerinde yaygın olarak kullanılan tümdengelim gibi konuların matematik kökenli olmasından dolayı bilgisayar bilimini matematiğin bir branşı olarak kabul etmektedir.) "teknokratik paradigma" (mühendislik yaklaşımlarını, belirgin olarak yazılım mühendisliğini bilgi işlem teknolojilerinde esas alma ve toplumda statülendirme) ve "bilimsel paradigma" (yapay zekânın bazı dallarında tanımlanabilen bilgisayarlarla ilgili çalışmalara doğal bilimin ampirik bakış açısıyla yaklaşmaktadır) ayrımlarından bahsetmiştir. Alanları. Bilgisayar bilimi, bir disiplin olarak, algoritmaların teorik çalışmalarından hesaplama ve hesaplama sınırları çalışmalarına, donanım ve yazılım alanlarında bilgisayar sistemlerinin uygulanmasına ilişkin pratik ve teorik olmak üzere bir dizi konuyu kapsar. Computing Sciences Accreditation Board (Bilgisayar Bilimleri Akreditasyon Kurulu) olarak adlandırılan ve Computing Machinery Association (ACM) ve IEEE Computer Society (IEEE CS) temsilcilerinden oluşan CSAB, bilgisayar disiplininde önemli olduğunu düşündüğü dört alanı şöyle tanımlamaktadır: CSAB ayrıca, bilgisayar bilimlerinin önemli alanları olarak; yazılım mühendisliği, yapay zekâ, bilgisayar ağı ve iletişim, veritabanı sistemleri, paralel hesaplama, dağıtık hesaplama, insan-bilgisayar etkileşimi, bilgisayar grafikleri, işletim sistemleri ve sayısal ve sembolik hesaplama gibi alanları tanımlamaktadır. Teorik bilgisayar bilimleri. Teorik bilgisayar bilimleri, matematiksel ve soyut olarak özetlenebilir, ancak motivasyonunu pratik ve günlük hesaplamalardan almaktadır. Amacı, hesaplamanın doğasını anlamak ve bu anlayışın bir sonucu olarak daha etkili metodolojiler geliştirmektir. Günümüzde matematiksel, mantıksal, standart kavram ve yöntemleri izah eden tüm makaleler, motivasyonlarının kaynağı olarak bilgisayar bilimi uygulamalarını net bir şekilde belirtip belirtmemesi ölçütünde kabul görmektedirler. Hesaplama teorisi. Peter Denning'e göre, bilgisayar bilimi altında yatan temel soru "Ne, verimlilik sağlayacak biçimde otomatikleştirilebilir?" Hesaplama teorisi, nelerin hesaplanabileceği ve bunları gerçekleştirmek için ne kadar kaynak harcanacağı gibi temel sorulara cevap vermeye odaklanmıştır. Birinci soruyu cevaplamak için, hesaplanabilirlik teorisi hesaplamanın çeşitli teorik modellerinde hangi hesaplama problemlerinin çözülebileceğini inceler. İkinci soru, çok sayıdaki hesaplama problemlerini çözmeye yönelik farklı yaklaşımlarla ilişkili zaman ve mekan maliyetlerini inceleyen hesaplama karmaşıklığı teorisi tarafından ele alınmaktadır. "Millennium Prize Problems" problemlerinden biri olan Ünlü P = NP? problemi, hesaplama teorisinde hâlâ açık ve çözülememiş bir sorundur. Bilgi ve kodlama teorisi. Bilgi teorisi, bilginin nicelleştirilmesi ile ilgilidir. Bu teori, veri sıkıştırması, verilerin depolanması ve iletilmesi gibi sinyal işleme operasyonlarının temel sınırlarını bulmak için Claude Shannon tarafından geliştirildi. Kodlama teorisi, kodların özelliklerinin incelenmesi (bilgileri bir formdan diğerine dönüştürmek için kullanılan sistemler) ve bunların belirli bir uygulama için uygunluğunu inceler. Kodlar veri sıkıştırma, şifreleme, hata algılama ve düzeltme ve daha yakın zamanda ağ kodlaması için de kullanılır. Kodlar, etkin ve güvenilir veri iletim yöntemleri tasarlamak amacıyla incelenir. Algoritmalar ve veri yapıları. Algoritmalar ve veri yapıları, Verinin nasıl depolanacağı ve bu depolanan verilerin işlenmesiyle ilgilidir. Ayrıca, yaygın olarak kullanılan hesaplama yöntemlerinin ve bunların hesaplama verimliliğinin incelenmesidir. Programlama dili teorisi. Programlama dili teorisi, programlama dillerinin tasarımı, uygulanması, analizi, karakterizasyonu ve sınıflandırılması ile tekil özellikleri ele alan bir bilgisayar bilimi dalıdır. Hem matematiğe, hem yazılım mühendisliğine hem de dil bilimine bağlı olan bu alan bilgisayar biliminin disiplini içine girmektedir. Çok sayıda akademik dergisi bulunan etkin bir araştırma alanıdır. Biçimsel yöntemler. Biçimsel yöntemler, yazılım ve donanım sistemlerinin spesifikasyonu, geliştirilmesi ve doğrulanması için matematik temelli bir tekniktir. Yazılım ve donanım tasarımı için biçimsel yöntemlerin kullanılması, diğer mühendislik disiplinlerinde olduğu gibi, uygun matematiksel analizlerin yapılması sayesinde geliştirilmekte olan bir tasarımın sağlamlığına ve güvenilirliğine katkıda bulunabileceği beklentisinden kaynaklanmaktadır. Yazılım mühendisliği için, özellikle emniyet veya güvenlikle ilgili önemli teorik bir temel oluşturmaktadır. Biçimsel yöntemler, hataları önlemeye yardımcı olduklarından ve sınama için bir çerçeve oluşturabildiklerinden, yazılım testi için kullanışlı bir yardımcıdır. Endüstriyel kullanım için ise takım desteği gereklidir. Bununla birlikte, biçimsel yöntemleri endüstride kullanmanın yüksek bedelinden ötürü, kullanım alanı genellikle güvenlik veya güvenliğin çok önemli olduğu, yüksek bütünlük gerektiren kritik yaşam sistemleri vb. alanların geliştirilmesi gibi uygulamalarla sınırlıdır. Biçimsel yöntemler en temel teorik bilgisayar bilimi konularının, özellikle mantık hesapları, biçimsel diller, otomata teorisi ve program semantiği gibi oldukça geniş bir çeşitliliğin uygulanması olarak tanımlanır; aynı zamanda, yazılım ve donanım özelliklerinde sorunların üstesinden gelmek için programlama dillerindeki tip sistemleri, cebirsel veri türleri ve doğrulama vb. alanları kullanmaktadır. Uygulamalı bilgisayar bilimleri. Uygulamalı bilgisayar bilimi, gerçek dünya problemlerini çözmede doğrudan kullanılabilecek bazı bilgisayar bilimi kavramlarını araştırmayı, tanımlamayı, modellemeyi ve geliştirmeyi amaçlamaktadır. Ses ve Görüntü İşleme. "Bilgi; görüntü, ses, video veya diğer multimedya biçimlerinde olabilir. Bilgi parçaları sinyaller aracılığıyla akıtılabilir. Bilgi işleme, bilişimdeki merkezi kavramdır; Avrupa'nın bilgi-işlem'e bakış açısı olan bilişim bilimi, bilgi işleme algoritmalarını bilgi taşıyıcının türünden bağımsız olarak (elektriksel, mekanik veya biyolojik olsun fark etmeksizin) inceler. Bu alan; bilgi teorisi, telekomünikasyon, veri mühendisliği açısından önemli bir role sahiptir ve tıbbi görüntüleme ve konuşma sentezi gibi alanlarda uygulamalara sahiptir. “Hızlı Fourier Dönüşümü Algoritmalarının karmaşıklığı için alt sınır nedir?” sorusu teorik bilgisayar biliminde çözülmemiş sorulardan biridir." Yapay zekâ. Yapay zekâ (Artifical Intelligence), insanlarda ve hayvanlarda bulunan problem çözme, karar verme, çevresel uyarlama, öğrenme ve iletişim gibi hedef odaklı süreçleri sentezlemeyi amaçlamaktadır veya bunları sentezlemek zorundadır. Sibernetik ve Dartmouth Konferansı'ndan (1956) sonra, nitelikli bir yapay zekâ araştırması için; matematik, sembolik mantık, göstergebilim, elektrik mühendisliği, zihin felsefesi, nörofizyoloji ve sosyoloji gibi uzmanlık alanları üzerine muhakkak disiplinler arası bir araştırma yapılması gerektiği sonucuna varılmıştır. Yapay zekâ, popüler düşüncede robotik gelişme ile ilişkilidir, ancak pratik uygulamada genelleştirilmesi ya da tanımlanması "hesaplama anlayışı gerektiren yazılım geliştirme alanlarında kullanılan gömülü bir bileşen" olmuştur. Yapay zekânın başlangıç noktası 1940'ların sonunda, Alan Turing'in "Bilgisayarlar düşünebilir mi?" sorusudur ve Turing testi hâlâ insan-istihbarat ölçeğindeki bilgisayar çıktılarını değerlendirmek için kullanılsa da, soru hâlâ etkili bir şekilde cevaplanmamıştır. Ancak, karmaşık formdaki gerçek dünya verilerini içeren bilgisayar uygulaması alanlarında; insan gözlemi ve müdahalesinin yerini alması nedeniyle değerlendirme, tahmini görevler ve otomasyon uygulamalarında gittikçe başarılı olmuştur. Bilgisayar mimarisi ve mühendisliği. Bilgisayar mimarisi veya dijital bilgisayar organizasyonu, bir bilgisayar sisteminin kavramsal tasarımı ve temel operasyonel yapısıdır. Büyük ölçüde merkezi işlem birimini. (CPU) dahili olarak nasıl çalıştığına ve hafızadaki adreslere erişim sistemine odaklanmaktadır. Bu çalışma alanı; işlevsellik, performans ve maliyet hedeflerini karşılayan bilgisayarlar oluşturmak için donanım bileşenlerini seçip entegrasyon çalışmaları yürüten bilgisayar mühendisliği ve elektrik mühendisliği disiplinlerini sık sık içerir. Bilgisayar performans analizi. Bilgisayar performans analizi; çıktıları iyileştirme, yanıt süresini kontrol etme, kaynakları verimli bir şekilde kullanma, tıkanıklığı ortadan kaldırma ve yoğun yüklenmelerde sistem performansı tahmin etme gibi genel hedefleri olan ve bunları iyileştirme çalışmaları yürütülen alandır. Bilgisayar grafikleri ve görselleştirme. Bilgisayar grafikleri, dijital görsel içeriğin incelenmesi ve görüntü verisinin sentezi ve manipülasyonu ile ilgilidir. Bu çalışmalar, bilgisayar bilimi, görüntü işleme ve hesaplama geometrisi de dahil olmak üzere bilgisayar bilimlerindeki diğer alanlarla da bağlantılıdır ve özel efektler ile video oyunları alanlarında yoğun bir şekilde uygulanmaktadır. Bilgisayar güvenliği ve kriptografi. Bilgisayar güvenliğinin amacı; sistemin, amaçlanan kullanıcılar için erişilebilirliğini ve kullanılabilirliğini korurken, yetkisiz erişim, bozulma veya harici modifikasyona karşı bilgilerin korunmasını içeren bir bilgisayar teknolojisi dalıdır. Kriptografi gizleme (şifreleme) ve dolayısıyla şifre kırma (ya da şifre çözme) bilgisinin uygulanması ve incelenmesidir. Modern şifreleme, büyük oranda bilgisayar bilimi ile ilgilidir, çünkü birçok şifreleme ve şifre çözme algoritmaları hesaplama karmaşıklığı alanına dayalıdır. Hesaplamalı bilim. Hesaplamalı bilim (veya bilimsel hesaplama), matematiksel modellemeler ve niceliğe dayalı analiz teknikleri oluşturmak ve bilimsel problemleri analiz etmek ve çözümlemek için bilgisayarı araç olarak kullanan bir çalışma alanıdır. Pratikte, bilgisayar simülasyonunun ve diğer hesaplama biçimlerinin, çeşitli bilim dallarındaki sorunlara uygulanması anlamına gelmektedir. Bilgisayar ağları. Bilgisayar bilimlerinin bu dalı, bilgisayarlar arasındaki ağları dünya çapında yönetmeyi ve problemleri aşmayı amaçlamaktadır. Eşzamanlı, paralel ve dağıtılmış sistemler. Eşzamanlılık, birçok hesaplamanın aynı anda ve potansiyel olarak birbiriyle etkileşime girdiği sistemlerin bir özelliğidir. Petri ağları, süreç hesapları ve Paralel Rastgele Erişim Makinesi modeli de dahil olmak üzere genel eşzamanlı hesaplama için bir takım matematiksel modeller geliştirilmiştir. Dağıtılmış bir sistem eşzamanlılık fikrini bir ağ üzerinden bağlanan birden fazla bilgisayara genişletir. Aynı dağıtılan sistem içindeki bilgisayarlar kendi özel belleğine sahiptir ve ortak bir amaç edinmek için bilgi kendi aralarında sıklıkla değiştirilir. Veritabanları. Veritabanı, büyük miktardaki veriyi kolayca organize etmek, depolamak ve transfer etmek için tasarlanmıştır. Sayısal veritabanları, veritabanı modelleri ve sorgu dilleri aracılığıyla veri saklamak, oluşturmak, korumak ve aramak için veritabanı yönetim sistemleri sıklıkla kullanılmaktadır. Özellikle finans, emniyet ve kamusal alanlarda kullanımı yaygındır. Yazılım mühendisliği. Yazılım mühendisliği, yüksek kalitede, ekonomik, bakıma açık ve hızlı geliştirmeyi sağlamak için yazılım tasarlama, uygulama ve değiştirme çalışmasıdır. Yazılım tasarımına sistematik ve bilimsel yaklaşım, mühendislik çalışmalarının yazılıma uygulanmasıyla mümkün hale gelmektedir. Yazılım mühendisliği, yazılımın organizasyonu ve analizi ile ilgilenmektedir-sadece yeni yazılımların oluşturulması veya üretimi ile değil, dahili bakım ve düzenleme ile de ilgilenmektedir. Her iki bilgisayar uygulamaları yazılım mühendisi ve bilgisayar sistemleri yazılım mühendisi, 2008-2018 yılları arasında en hızlı büyüyen meslekler arasında yer alması bekleniyor. Bilgisayar bilimlerindeki bazı büyük yaklaşımlar. Hesaplama filozofu Bill Rapaport "Great Insights of Computer Science" adlı eserinde bilgisayar bilimlerinde büyük yaklaşımların üçünü kaydetti: Gottfried Wilhelm Leibniz, George Boole, Alan Turing, Claude Shannon ve Samuel Morse'ın bilgisayar bilimlerine bakış açısı: "Bilgisayarın "herhangi bir şeyi" temsil etmek için kullanması gereken iki nesne var." "Hesaplanabilir bir problemle ilgili tüm bilgiler sadece 0 ve 1 (veya "açma / kapama", "mıknatıslanmış / mıknatıssız","yüksek gerilim / düşük gerilim" vb.) gibi kolayca ayırt edilebilir iki durum arasında geçiş yapabilen diğer dengeli çiftler kullanılarak temsil edilebilir." Ayrıca bkz: Dijital fizik Alan Turing'in anlayışı: "Bir bilgisayarın "herhangi bir şey" yapmak için gerçekleştirmesi gereken yalnızca beş eylem var." "Her algoritma, yalnızca beş temel talimattan oluşan bir bilgisayar için bir dilde ifade edilebilir:" "Bir yerden sola hareket et;" "Sağa herhangi bir yere git;" "Geçerli konumda sembolü oku;" "Geçerli konumda 0 yazdır;" "Geçerli konumda 1 yazdır." Ayrıca bkz: Turing makinesi Corrado Böhm ve Giuseppe Jacopini'nin yaklaşımı: Bir bilgisayarın "herhangi bir şey" yapabilmesi için gereken bu eylemleri (daha karmaşık olana doğru) birleştirmenin üç yolu vardır. Özetle herhangi bir temel talimat kümesini daha karmaşık olacak biçimde birleştirmek için yalnızca üç kural gereklidir: "Sıralama: önce şunu yapın, sonra bunu yapın;" "Seçim: Böyle bir durumda bunu yapın, daha sonraki durumda bunu yapın, bu durumlardan birisi değilse bunu yapın;" "Tekrarlama: Şöyle bir durumda şu şartlar sağlanıyor iken durumu tekrarla ve bu esnada şu işlemleri sırasıyla gerçekleştir." Akademi. Konferanslar bilgisayar bilimi araştırmaları için çok önemli olaylardır. Bu konferanslarda, kamu ve özel sektörde araştırmacılar yeni çalışmalarını sunmakta ve bir araya gelmektedirler. Diğer birçok akademik alanın aksine, bilgisayar bilimlerinde, konferans bildirilerinin prestijleri dergi yayınlarından daha yüksektir. Bunun için önerilen bir açıklamada; bilgisayar bilimleri dalının, diğer dallara nispeten hızlı bir şekilde geliştirilmesini, sonuçların hızlı bir şekilde incelenmesini ve dağılımını gerektirmesidir. Bu nitelikteki çalışmalar ise dergilerden ziyade konferanslar tarafından daha iyi ele alınmaktadır ve bu sayede verimlilik artmakta, kitlelere daha etkin ulaşılabilmekte ve yapılan işlerin performansı artmaktadır. Eğitim. Bilgisayar bilimi nispeten yeni bir alan olduğundan, okullarda ve üniversitelerde diğer akademik alanlar kadar yaygın şekilde öğretilmemektedir. Örneğin, 2014 yılında Code.org, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki liselerin yalnızca yüzde 10'unun bilgisayar bilimi eğitimi verdiğini tahmin ediyordu. Computing Machinery (ACM) ve Bilgisayar Bilimi Öğretmenleri Derneği (CSTA) tarafından düzenlenen 2010 raporunda, 50 eyaletten sadece 14'ünün lise bilgisayar bilimi için önemli eğitim standartlarını benimsediği ortaya çıktı. Bununla birlikte, bilgisayar bilimleri eğitimi her yıl artan bir şekilde büyümektedir. İsrail, Yeni Zelanda ve Güney Kore gibi bazı ülkeler halihazırda ulusal orta öğretim müfredatlarında bilgisayar bilimine yer vermektedirler. Birçok ülke de bu gelişmeyi takip ederek müfredatlarını değiştirmektedir. Türkiye'de de bu yönde yapılan çalışmalar 2015 yılında bakanlık tarafından duyurulmuştur. Çoğu ülkede bilgisayar bilimleri eğitiminde önemli bir cinsiyet farkı vardır. Örneğin, ABD'de 2012'de bilgisayar bilimleri derecelerinin yaklaşık %20'si kadına verildi. Türkiye'de bu oranlar ise %10 ila %30 civarında değişmektedir. Bu cinsiyet arasındaki uçurum diğer Batı ülkelerinde de bulunmaktadır. Bununla birlikte, dünyanın bazı yerlerinde, bu cinsiyet dağılımı dengesizliği küçük veya yok denecek kadar azdır. 2011'de, Malezya'daki bilgisayar bilimleri derecelerinin yaklaşık yarısı kadına verildi. 2001 yılında kadınlar, Guyana'daki bilgisayar bilimleri mezunlarının %54.5'ini oluşturuyordu.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1613", "len_data": 31814, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.65 }
Matematikte, bir "S" kümesinin boş olmayan her altkümesi için, en küçük bir eleman tanımlayan tam sıralara, "S" kümesi üzerinde tanımlı bir iyi-sıra denir. İyi-sıralılık özelliğine sahip bir "S" kümesi iyi sıralı bir kümedir. Örneğin doğal sayıların normal bir sırası iyi sıralıdır fakat ne tam sayıların ne de pozitif reel sayıların normal bir sırası iyi sıralı değildir. İyi sıralı bir "S" kümesinde sonsuz olarak azalan bir zincir bulunamaz, yani "S" kümesinde her "i" için formula_1 olacak bir formula_2 dizisi bulunamaz. Seçim aksiyomu kullanılarak bu özelliğin iyi sıralılık ilkesine denk olduğu gösterilebilir. Ayrıca bu özellik Zorn Lemma'sına da denktir. İyi sıralı bir kümede, mevcut olabilecek en büyük eleman dışındaki her "a" elemanının belirli bir ardılı bulunur: "a" elemanından daha büyük olan tüm elemanların altkümesinin en küçük elemanı. Bununla birlikte her elemanın bir öncel elemanı olmak zorunda değil. Örneğin doğal sayılar kümesinin iki kopyasını ele alalım ve bu kopyaların, ikinci kopyadaki her elemanın ilk kopyadaki her elemandan daha büyük olacak şekilde sıralı olduğunu varsayalım. Her kopyada normal sıralılık seçilirse her iki küme iyi sıralı bir kümedir ve formula_3 şeklinde gösterilir. Burada her elemanın bir ardıl elemanı bulunmasına karşın (yani en büyük bir eleman olmamasına karşın) öncel elemanı olmayan iki eleman bulunur: Birinci kopyanın sıfır sayısı (bu kümenin en küçük elemanı) ve ikinci kopyanın sıfır sayısı (ilk kopyanın her elemanı bu sayıdan daha küçüktür fakat alt kümede en büyük eleman yoktur). Bir küme iyi sıralı ise verili bir önermenin bu kümenin tüm elemanları için doğru olduğunu göstermek için, sonluötesi tümevarım tekniği kullanılabilir. (Tam tümevarım bu tekniğin özel bir durumudur.) Seçim aksiyomuna denk olan iyi-sıralılık ilkesi her kümenin iyi sıralı bir küme yapılabileceğini ifade eder.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1614", "len_data": 1859, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.33 }
Bilişim, bilişim bilimi ya da bilgisayar bilimi, bilgi ve hesaplamanın kuramsal temellerini ve bunların bilgisayar sistemlerinde uygulanabilmeleri sağlayan pratik teknikleri araştıran bir yapısal bilim dalıdır. Bilişimciler ya da bilgisayar bilimcileri bilgi oluşturan, tanımlayan ve dönüştüren algoritmik süreçler icat edip, kompleks sistemleri tasarlamak ve modellemek için uygun soyutlamalar formüle ederler. Bilişim Dünya'da hızla gelişmeye devam eden önemli bir teknolojidir. Tanım. Matematiğe benzer şekilde Bilişim Bilimi bilginin, özellikle elektronik makineler aracılığıyla, düzenli ve ussal biçimde işlenmesi bilimidir. Bunun yanı sıra bilişim bilimi bilgi işlemlerinde uygulanabilen (soyut) matematiksel yapıları da inceler. Amacı ve görevi bir yandan (saf matematiğin alt dalı olarak) temel aksiyomatik matematiksel kuramlar üretmek (Kuramsal Bilişim Bilimi), ikinci olarak -yardımcı bilim şeklinde- tüm diğer uzmanlık dallarının nesnelerini ve süreçlerini çözümleyip soyut matematiksel yapılara ve Algoritmalara dönüştürmek (Bilgisayar Bilimi) ve üçüncü olarak soyut matematiksel yapıların aktarılabileceği, saklanabileceği ve algoritmalarla otomatik olarak işlenebileceği matematiksel makineleri tasarlamaktır (Teknik Bilişim ya da Bilgisayar Mühendisliği). Köken. Bilişim kelimesi bilmek fiilinin bir türevi olan bilişmek fiilinden türetilmiş bir kelimedir ve ilk kez Aydın Köksal tarafından kullanılmıştır. Bilişim kelimesinin karşılığı olan , ve bunlardan türetilmiş olan Türkçe enformatik kelimeleri, ' ve ' gibi alanları kapsar. İskandinav ülkelerinde bilişim biliminin karşılığı olarak "datalogi" terimi kullanılmaktadır. Bilişim biliminin kökleri matematik, fizik ve elektrotekniktedir. Bir mühendislik alanı olarak bilişim, verileri aktarabilen, depolayabilen ve algoritmalar yardımıyla verileri işleyebilen matematiksel makineler tasarlar. Böylelikle bilişim özellikle gerçek süreçlerin simülasyonunu mümkün kılar. Bir "yardımcı bilim" olarak düşünüldüğünde bilişim diğer bilimlerdeki olguları soyutlaştırır ve algoritmalar yardımıyla işler. Veri işleme ve bununla ilgili iş alanları için genel bir kavram olarak İngilizce "information technology" (IT) yerine Türkçede bilişim teknolojisi (BT) kavramı kullanılmaktadır. Bilişim kısaca "Thales" tarafından ortaya çıkmıştır. Bilişimin çağdaş yaşamdaki önemi. Bilişim çağdaş yaşamın her alanında kendine yer edinmiş durumdadır. İnternetin yoğun kullanımı bu gelişmeyi güçlendirmiştir. Bilgisayarların dünya çapında ağlaşması firmaların iletişiminde, lojistikte, medyada, ev yaşamında ve daha birçok başka alanda devrim niteliğinde değişimler yaratmıştır. Bilişim, fark edilmese de çamaşır makinesi, fotoğraf makinesi, müzik sistemleri gibi pek çok aygıttaki gömülü sistemler (") vasıtasıyla günlük yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Elektroteknik cihazlarda çok gelişmiş yazılımlar görülebilmekte. Bilgisayarlar büyük veri yığınlarını kısa sürede yönetebilir, depolayabilir, paylaşabilir ya da işleyebilirler. Bunu sağlayabilmek için karmaşık donanım ve yazılım sistemleri gereklidir. Bu sistemlerin tasarımı ve geliştirilmesi de bilişim biliminin araştırma alanına girer. Vikipedi'nin kendi bu tip karmaşık bir sisteme örnek verilebilir. Bilgisayar sistemlerinin sağladığı fayda algoritmik işlemleri büyük veri yığınlarına yüksek bir hızda uygulayabilmeleridir. İnsan zekâsı buna karşılık bilişsel (") algılama (örneğin eksik bilgi ile karar alabilme, şekil, yüz vb. tanıma) bakımından bilgisayarlara göre çok daha üstündür. Buna benzer konular yapay zekâ alanında araştırılmaktadır. Bu araştırma alanlarının bazılarında önemli sonuçlar elde edilmiş olsa da henüz insan zekâsının tam bir simulasyonundan söz etmeye imkân yoktur. Bilişim bilimi ve bilgisayar mühendisliği kavramları. Bilişim bilimi genel olarak her tür mekanik hesap ve bilgi işlevleri inceleyen bir bilimdir. Önemli olan kuramsal bölümlerinden bazıları bunlardır: Bilgisayar bilimine bazen bilgisayar mühendisliği denilir ki, bunlar aynı değildir. Bilgisayar bilimi, diğer dillerde kullanılan "computer science" ya da "Informatik" (Bilişim) sözcüklerin manasına daha yakındır ve bilim olarak, mühendislikten genelde daha soyut konuları inceler. Bilişim bilimi hesaplama, bilgi verme ve yazılım ve donanım üzerindeki işlemler üzerine çalışmaktadır. Pratikte bilgisayarlarla ilgili konuları kapsar. Algoritmalar, formül yapıları, bilgisayar dilleri, yazılım ve bilgisayar donanımları bu konulardan belli başlı olanlarıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1616", "len_data": 4462, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.63 }
Akor, en az üç ayrı perdenin bir arada tınladığı ses kümesidir. Hangi perdelerin üst üste konulacağı, yapılan müziğin stiline veya müzikte o anda yaratılmak istenen etkiye göre belirlenir. Klasik tonal armonide akorlar, bir temel notanın üzerine üçlü aralıkların üst üste konulması ilkesiyle kurulurlar. Bu üçlülerin büyük (majör) veya küçük (minör) olmalarından doğan kombinasyonlarla da akorların cinsi belirlenir. Üç notadan oluşan akorlarda, birbirinden farklı dört çeşit akor tipi kurulabilir. Do sesini kök (karar) ses (ks) kabul edecek olursak: "DO" - C "RE" - D "Mİ" - E "FA" - F "SOL" - G "LA" - A "Sİ" - B 'dir. C gamı ses aralıkları(dizi aralıkları), gitar baz alındığında her "bir perde yarım sestir" ve buna göre; [ C <Bir Tam> D <Bir Tam> E <Bir Yarım> F <Bir Tam> G <Bir Tam> A <Bir Tam> B <Bir Yarım> C(oktav) ] şeklinde, yani; 2 tam, 1 yarım, 3 Tam, 1 Yarım kalıbındadır. Standart majör dizi bu şekilde oluşur. ÖRNEK: D gamına kaydıralım. 2 tam, 1 yarım, 3 tam, 1 yarım kalıbına göre; D - Em - F#m - G - A - Bm - C#m-5 kalın harflerle ifade edilenler notalar ve kalın-ince tamamını belirten ibareler de aldığı akorlardır. Ton 1 tam ses transpoze edilmiş D tonuna kaydırılmıştır. Tekrar belirtildiği üzere; majör gam kalıpları ve aldıkları akorlar bu standartta oluşturulurlar.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1618", "len_data": 1335, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.68 }
Ekonometri, iki veya daha fazla verinin, birbirleri arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkiden yola çıkarak, matematik, istatistik ve bilgisayar bilimi aracılığıyla ekonomik ilişkilerin ampirik bir biçimde değerlendirilerek, bu veriler arasındaki ilişkiyi inceleyen bilim dalıdır. Daha açık olmak gerekirse, "sonucu uygun metodlarla ilişkilendirilmiş, teori ve gözlemin eşzamanlı gelişimi tabanlı mevcut ekonomik olgunun nicel çözümlemesidir." Bir ekonomiye giriş ders kitabı ekonometriyi: "dağlarca verinin arasından basit ilişkileri çıkarmak için titizlikle araştırmak" olarak açıklamıştır. "Ekonometri" terimi ilk olarak Polonyalı ekonomist Pawel Ciompa tarafından 1910 yılında kullanılmıştır. Bugünkü kullanım şekline getiren ise Ragnar Frisch'dir. Günümüzde daha güçlü bilgisayar yazılımların varlığıyla ekonometrik analizlerin gücü artmıştır. Etimolojik olarak "ekonomik ölçüm" anlamına gelmektedir. Matematiksel İktisat, İstatistik ve Ekonomi Teorisi'nin bir birleşiminden oluşur. Ekonomik teorinin, ampirik analizle sınanmasını mümkün kılar. Örneğin, talep eğrisinin Ekonomi Teorisinin öngördüğü gibi aşağı doğru eğimli (negatif eğimli) olup olmadığı ekonometrik yöntemlerle test edilir. Ekonomi Teorisi eğim katsayısının kesin değeri hakkında bir yorumda bulunmazken, Ekonometri ile eğim katsayısının değeri kestirilmeye çalışılır. Talep eğrisi örneğinde bir malın fiyatında meydana gelen bir birimlik artışın, talep miktarında herhangi bir azalmaya yol açıp açmadığı, azalma oluyorsa belli bir aralıkta yaklaşık olarak ne kadar bir azalmayı beraberinde getirdiği ekonometri ile ölçülür. Ekonometrinin en çok kullanılan yöntemi Regresyon analizidir. Ekonometrik çözümlemeler iki ana dalda incelenebilir. Birincisi zaman serisi analizi, bir diğeri ise yatay kesit analizidir. Zaman serisi analizi değişkenlerin bir zaman aralığı üzerindeki değerlerini ve bu değerlerin farklı değişkenler için birbirleriyle karşılaştırılmasına dayanır. Yatay kesit analizi ise tek bir zaman noktasında farklı değişkenlerin incelenmesine dayanır. Örneğin 1990-2000 yılları arasında ekonomik büyüme ve istihdam arasındaki ilişki tek bir ülke için incelendiğinde zaman serisi analizi, 1990 yılı üzerinde farklı ülkelerin istihdam ve ekonomik büyüme rakamları incelendiğinde yatay kesit analizi yapılmış olur. Zaman serileri ve yatay kesit verileri bir arada kullanıldığında ise panel veri analizi denen yöntem uygulanır. Örneğe göre bu analiz 1990 ile 2000 yılları arasında 20 farklı ülkenin istihdam ve ekonomik büyüme rakamları analiz edildiğinde panel veri teknikleri kullanılır. Ekonometrik modeller. İki değişkenli tek denklemli doğrusal ekonometrik model. Yt = βo + β1Xt + ut Örneğin: Harcamalar ile gelir arasında doğrusal bir bağlantı olduğu kabul edilirse bu bağlantı için anakitle doğrusal model şöyle tanımlanabilir: Kişisel harcamalar = Sabit (otonom) harcama + Harcama eğilimi X Gelir + Tesadüfi bir hata değişkeni Y = β0 + β1t + ut Değişkenler: Regresyon katsayıları Böyle bir modelin regresyon katsayılarının klasik regresyon analizi en küçük kareler yöntemiyle kestirimi yapılabilir yani Y = b0 + b1t Burada olur. Bu katsayı kestirimleri kullanılması ile her bir gelir miktarı için yaklaşık ne kadar harcama yapılacağı hakkında tahminler elde edilebilir. Bu iki değişkenli doğrusal modelin sağlıklı tahmin vermesi için bu doğrusal modelin özellikle hata teriminin istenen temel varsayımlara sahip olması gerekir. Aksi takdirde yanıltıcı sonuçlar elde edilebilir. Çok değişkenli tek denklemli doğrusal ekonometrik model. Yt = βo + β1X1,t + β2X2,t + ... + βkXk, t + ut
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1619", "len_data": 3564, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 3.97 }
Scala, hem nesne yönelimli programlamayı hem de fonksiyonel programlamayı destekleyen, statik olarak yazılmış güçlü bir genel amaçlı programlama dilidir. Kısa ve öz olacak şekilde tasarlanan Scala'nın tasarım kararlarının çoğu Java eleştirilerini ele almayı amaçlıyor. Scala kaynak kodu Java bayt koduna derlenebilir ve bir Java sanal makinesinde (JVM) çalıştırılabilir. Scala ayrıca bir tarayıcıda veya doğrudan yerel bir yürütülebilir dosyada çalıştırılmak üzere JavaScript'e derlenebilir. JVM'de Scala, her iki dilde yazılmış kitaplıklara doğrudan Scala veya Java üzerinden ulaşılabilmesi için Java ile birlikte çalışabilirliği sağlar. Java gibi, Scala da nesne yönelimlidir ve C diline benzeyen küme ayracı olarak adlandırılan bir sözdizimi kullanır. Scala 3'ten beri, blokları yapılandırmak için girinti kullanma seçeneği de vardır ve kullanılması tavsiye edilir. Martin Odersky, bunun Scala 3'te sunulan en verimli değişiklik olduğunu söyledi. Java'dan farklı olarak Scala, , , ve dahil olmak üzere fonksiyonel programlama dillerinin (Scheme, Standard ML ve Haskell gibi) birçok özelliğine sahiptir. Ayrıca cebirsel veri türlerini, kovaryans ve kontravaryansı, (ancak değil), i, ni, isteğe bağlı parametreleri, , ve yalnızca deneysel bir istisnayı destekleyen gelişmiş bir tür sistemine sahiptir. Scala adı, ölçeklenebilirlik ve dilin bir portmanteau olup, kullanıcılarının talepleriyle büyümek üzere tasarlandığını ifade eder.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1622", "len_data": 1433, "topic": "CODING", "quality_score": 3.82 }
Hüsn-i hat, Arap harfleri çevresinde oluşmuş güzel yazı sanatıdır. "İnce, uzun, doğru yol, birçok noktanın birbirine bitişerek sıralanmasından meydana gelen çizgi, çizgiye benzeyen şeyler ve yazı" anlamlarına gelen hat; İslam kültüründe "yazı" ve "güzel yazı" (hüsn-i hat, hüsnü'l hat, el-hattu'l hasen) manalarında kullanılmıştır. Hat sanatkarına verilen isim olan "hattat" tahminen 4. - 5. yüzyıldan sonra kullanılmaya başlanmıştır. İlk hattat Ali, hat sanatını kullanarak Kur'an-ı Kerim'in güzel biçimde yazılmasını sağlamıştır. Hat türleri. Hat sanatının doğduğu dönemde ortaya çıkan başlıca yazı çeşitlerin Makîlı ve Kûfi'dir. Bu yazıların köşelenmesi ve yuvarlanıp yumuşatılması halinde ortaya çıkmış diğer yazı çeşitleri Muhakkak, Nesih, Rika, Reyhânî, Sülüs ve Tevkî gibi çeşitlerdir. Bunların geneline Aklam-ı Sitte denir. bunlar dışında Tâlik, Tomar, Divâni, Sümbüli, İcaze ve Gubarî gibi hat çeşitleri de vardır. Bölgelere göre hatlar Mağribî (Kayrevânî, Endülüsî, Fâsî, Mağribî, Sudanî), Tâlik (Tâlik, Nestâlik, Divanî, Şîkeste, Divanî Celî) ve Uzakdoğu (Sinî, Cavî) olarak da adlandırılabilecek çeşitleri vardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1628", "len_data": 1125, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.48 }
Ockham'ın usturası, Occam'ın usturası, Ocham'ın usturası (), tutumluluk yasası veya basitlik yasası (), "olasılıkların zorunluluk olmadan çoğaltılmaması gerektiği" prensibine dayanan problem çözme ilkesi. Fikir, ilahi mucizeler fikrini savunmak için basitliği tercih eden skolastik filozof ve teolog, İngiliz Fransisken rahibi Ockhamlı William'a ( 1287-1347) atfedilir. "En basit açıklama büyük olasılıkla doğru olandır" gibi ifadelerle çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Bu felsefi ustura, aynı tahminle ilgili rakip hipotezler sunulduğunda, en az varsayıma sahip çözümün seçilmesi gerektiğini savunur. Dolayısıyla, farklı tahminler yapan hipotezler arasında seçim yapmanın bir yolu değildir. Ockham'ın usturası, bilimde de aday modeller arasında katı bir belirleyici olmaktan ziyade teorik modellerin geliştirilmesinde kaçınıcı bir buluşsal yöntem olarak kullanılır. Bilimsel yöntemde Ockham'ın usturası, reddedilemez bir mantık ilkesi veya bilimsel bir sonuç olarak görülmez. Bilimsel yöntemde basitlik tercihi yanlışlanabilirliğe dayanmaktadır. Bir olgunun kabul edilen her açıklaması için çok ve anlaşılmaz sayıda olası karmaşık seçenekler olabilir. Başarısız olan açıklamalar, yanlışlanmalarını önlemek için her zaman "ad hoc" hipotezlerle temellendirilebileceğinden, daha karmaşık olanlara göre daha basit teoriler tercih edilir çünkü daha test edilebilirdirler. Tarihçe. "Ockham'ın usturası" kavramı, Ockhamlı William'ın 1347'de ölümünden birkaç yüzyıl sonrasına kadar ortaya çıkmadı. "Ruhun Hristiyan Felsefesi" eseriyle Libert Froidmont, kavramı kendisine mal etti. Ockham bu ilkenin kâşifi olmasa da kendi adıyla anılıyor oluşunun, onun bu kavramı sık ve etkili biçimde kullanmasından kaynaklanıyor olabileceği belirtilmektedir. Ockham, ilkeyi çeşitli şekillerde ifade etse de en popüler ifade olan "varlıklar zorunluluk olmadan çoğaltılamaz" (), İrlandalı Fransisken filozof John Punch tarafından, Duns Scotus'un eserleri üzerine yazdığı 1639 tarihli tefsirde belirtilmiştir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1631", "len_data": 1987, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.99 }
Makroekonomi, ekonomi biliminin; toplam tüketim, toplam üretim, toplam tasarruf, toplam yatırım, toplam gelir (millî gelir) ve istihdam gibi toplam büyüklüklerini inceleyen ve bunlar ile ilgili çözümleme ve çıkarımlar yapan alt dalı. Mikroekonomiden farklı olarak, ekonomiyi bir bütün olarak ele alarak, makro denge çözümlemeleri üzerinde çalışır. İşsizlik, enflasyon, toplam üretim ve tüketim, gelir dağılımı makroekonominin ana konuları olarak sayılabilir. Kurucusu John Maynard Keynes'dir. Keynes 1930 yılına kadar temel ekonomik karar birimleri (tüketici, firma ve endüstri) seviyesinden bakılan ekonomi bilimine yeni bir boyut kazandırmış, toplam talep kavramını gündeme getirerek işsizlik ve toplam üretim konularını bununla açıklamaya çalışmıştır. Modern makroekonomideki düşünce okullarından bazıları şunlardır: Kökeni. Klasik ve neoklasik iktisatçılar, piyasada otomatik olarak işleyen serbest rekabet ve fiyat mekanizmasının her şeyi görünmeyen bir el gibi kusursuz olarak düzenlediğine ve böylece ekonominin sürekli olarak, üretim faktörlerinin tümünün istihdam edildiği ve hiçbirinin atıl kalmadığı tam istihdam durumunda dengede bulunacağına kabul ederler. Bu denge durumunun kimi zaman küçük sarsıntılar geçirebileceğine ve dengenin, bu mekanizmaların işlemesiyle kendiliğinden kısa sürede yeniden kurulacağına kabul ettikleri için, ekonominin tümünü ilgilendiren konulara yani makro ekonomik analizler üzerinde durmamışlar ve daha çok ekonomiyi oluşturan karar birimleri ile ilgili mikro ekonomik analizlere yer vermişlerdir. Bununla beraber, ilk iktisatçılardan sayılan fizyokratlar ve daha sonraları bir kısım klasik iktisatçılar az da olsa makro analizler yapmışlardır. Klasik iktisatçıların iddia ettikleri gibi ekonominın her zaman kendiliğinden tam istihdamda dengeye gelmemesi ve yine klasiklerce önemsiz ve geçici olarak kabul edilen krizlerin hiç de sanıldığı gibi kolayca atlatılamaması, konunun önemini ortaya çıkarmıştır. Makro ekonomik çalışmalar, İngiliz iktisatçısı John Maynard Keynes'in 1936 yılında yayınladığı "İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi (The General Theory of Employment, Interest and Money)" adlı eseri ile kısa zamanda yaygınlaşmıştır. Makro Ekonomi kavramı ilk defa 1933 senesinde Ragnar Frisch tarafından kullanılmıştır. Frisch 1933 yılında yayınlanan çalışmasında ekonominin devrevi hareketlerini incelemiş ve makro ekonomi kavramını ilk kez kullanmıştır. Frisch'in bu ve bunu izleyen makaleleri ekonometrik model oluşturmak bakımından öncülük yapmıştır. Analitik değerlendirmeler. Makroekonomide iki farklı temel teori vardır. Bunlardan birincisi Keynesçi Ekonomi, diğeri ise Yeni Klasik Ekonomidir. Keynesçi Ekonomi, ekonomideki hareketliliğin talepler doğrultusunda gerçekleştiğini savunurken, Yeni Klasik Ekonomiye göre ekonomiyi değerlendirebilmek için piyasadaki arz miktarını bilmek gerekmektedir. Makroekonomik politikalar. Ekonomik krizlerden, istikrarsızlıktan, işsizlikten, yüksek enflasyondan kurtulmak için hükûmetler makroekonomide iki farklı politika izlerler:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1632", "len_data": 3028, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 4.16 }
MP3 (okunuşu Türkçe: me-pe-üç veya İngilizce: em-pi-tri, açılımı MPEG-1 Audio Layer III) (Film Uzmanlar Grubu Ses Katmanı 3) olan sıkıştırılmış ses biçimi ve bu biçimde kaydedilen seslere verilen ad. Fraunhofer-Institute tarafından geliştirilmiştir. Sayısal hale getirilmiş sesler üzerinden insan kulağının duyamayacağı titreşimlerin silinmesi yöntemine dayanır. MP3 kelimesi, MPEG Layer 3'ün kısaltmasından oluşmuştur. (MPEG=Motion Pictures Experts Group). MP3 formatı disk alanından tasarruf sağlanması amacıyla ortaya çıkmıştır. Sıkıştırma algoritmaları geliştirilmeden önce bilgisayarlarda ses örnekleri .wav, .pcm, .voc, .au, .snd gibi biçimlerde saklanırdı ki bu formatlar sesi depolarken insan kulağının işitemeyeceği ses frekanslarını da depolayarak dosyanın şişmesine yol açarlar. Bu biçimlerde CD kalitesinde 3-5 dakikalık bir ses kaydının saklanabilmesi için 50 ila 70 megabayt arasında bir sabit disk alanı gerekmektedir. Sıkıştırma. MP3, sıkıştırma türü olarak "lossy" yani "kayıplı" bir başlığı altındadır. Bit aralığına bağlı olarak ses kalitesi değişiklik gösterir. 128 kbit/s ayarındaki bir sıkıştırma ile alandan yaklaşık 1:11 oranında tasarruf edilebilir. oluştururken önemli bir konu da değişken bit aralığı kullanmaktır. Bir mp3 VBR (variable bit rate) adı verilen dinamik sıkıştırma yöntemi ile sıkıştırılırsa, kaybın önemli olmadığı bölümlerde düşük bit sıklığı, önemli olduğu bölümlerde ise yüksek bit sıklığı kullanılır. Bu sayede sıkıştırılmış olan mp3, standart bir sıkıştırma oranıyla işlenmiş parçadan daha az yer kaplar. Ayrıca bakınız.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1633", "len_data": 1569, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.99 }
Mikroekonomi, ekonomiyi tüketiciler, firmalar ve endüstriler düzeyinde inceleyen disiplindir. Yunanca mikros (μικρος) kelimesinden türetilen mikro iktisatta, iktisadi mesele ile etkinlik üzerinde durulur; ne üretilecek, nasıl üretilecek, kimler için üretilecek, dağılımda-üretimde-bölüşümde etkinlik var mı soruları incelenmeye çalışılır. Aslında gerek mikro iktisatta gerek makro iktisatta bir ekonomideki karar birimlerinin, tüketicilerin ve firmaların, nasıl karar aldıkları ve piyasada birbirlerini nasıl etkiledikleri analiz edilir. Fırsat maliyeti, arz ve talep, elastikiyet gibi konuları inceler. Genelde bireyin ve firmanın davranışlarıni incelemekle beraber aynı zamanda da (bazı iktisat düşünürlerine göre) sağlam bir Makro İktisadi analizin yapılmasının da temelini oluşturur. Birey ekonomik bir karar verirken nasıl davranır? Sorusuna cevapla başlar ama bu cevap sanıldığı kadar kolay değildir. Karar vericilerin rasyonel davrandıkları ve Rasyonel bireylerin en doğru kararı vereceğini söylese de bu karar verme sürecinin incelemesi olan mikroekonomi biliminin sanıldığı kadar kolay olmadığı bilinen bir gerçektir. Girişimci karar verirken kendi çıkarlarını göz önünde bulundurur. Bu yüzden genel olarak iktisat bilimi hep varsayımlar üzerine kuruludur. Mikro ekonomi aynı zamanda kaynakların rasyonel kullanımı ile de ilgilidir. Fiyat teorisiyle ilgilenir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1634", "len_data": 1369, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 4.18 }
Müzik bilimi ya da müzikoloji, müziği bilimsel açıdan ele alan ve inceleyen bilim dalı. Tarihi. Müzikolojinin ilk olarak "müzik bilimi" anlamındaki kelimenin geçtiği "Jahrbuch für musikalische Wissenschaft" (1863) adlı eseriyle Friedrich Chrysander tarafından kurulduğu kabul edilir (Randel, The new Harvard Dictionary of Music, s. 521). Müzikolojinin o sıralarda henüz kendine özgü bir araştırma metodu yoktu. Eski yöntemlerle araştırmalarını yapıyordu. Üniversitelerde, konservatuvarlarda ve özel okullarda müzikoloji öğretimi başlayınca kendine özgü bilimsel metotlar geliştirdi. Büyük müzikbilimi okulları yöntemleriyle birbirinden ayrılırlar. Büyük Britanya Organoloji, Fransa arşiv çalışmalarına, tarihlemeye, Almanlar daha çok uslup karşılaştırması, biçimsel çözümleme (analiz), estetik ve yayınlar konusuna ağırlık vermişlerdir. Bu şekilde İtalya ve İngiltere gibi diğer Avrupa ülkelerinin de müzikolojik çalışmalara farklı eğilimleri vardır. Müzikolojinin kurulmasını sağlayan Germen ülkeleri müzik biliminde önemli eserler hazırladılar. A. W. Ambros (1816-1876) ve H. Riemann (1849-1919), "Guido Adler" (1855- 1941), F. Blume (1893-1975) önemli müzikbilimi eserleri, külliyatlar hazırladılar. Adler müzikolojinin metotları, amaçları, sistemleştirilmesi gibi konularda önemli fikirleri ileri sürmüştür. XIX. yy. bilginleri arasında August Wilhelm Ambros, "Geschichte der Musik" (5 cilt, Leipzig 1862-82) adlı geniş çaplı bir eser yazmış ayrıca Bach, Händel gibi bestekârların eserlerini de düzenlemiştir. F. Blume'nin yöneticiliğinde yapılan "Die Musik in Geschichte und Gegenwart" (geçmişte ve günümüzde müzik) adlı eseri Alman müzikolojisinin gurur kaynağıdır. Almanlar müzik estetiğinde Stutgart ekolünü oluşturmuşlardır. Fransa'da ilk büyük müzik biyograficisi, bibliyografici ve eleştirmen François J. Fetis'dir (1784-1871). Daha sonra Raphael Kiesewetter'in müzik tarihi, Albert Lavignac (1846-1942) ansiklopedik çalışmaları ile A. Pierro (1869-1943) modern Fransız müzikolojisinin kurucusu olarak bilinirler. İtalya'da G. M. Gatti (1892-1973) İtalyanca müzik sözlüğü, C. Sa (1904-1975), müzikoloji eseriyle D. Stevens (1922-), bir müzik tarihi ile birlikte müzik yazmaları üzerine çalışmalarıyla bilinen G. Reaney (1924-) burada çalışan büyük müzikologlardır. G. Grove'nin (1820-1900) müzik ve müzikçiler sözlüğü ölümünden sonra da yenilenerek birçok kez basılmıştır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra ABD'ye göçen Alman müzikologlar yeni teknik olanaklarla bilimsel müzikolojiyi ABD'ye taşımışlardır (Randel, The New Harvard Dictionary of Music, s. 522). ABD'de müzikolojinin kurucusu Kongre Kütüphanesi'in müzik bölümünü ve The Musical Quarterly dergisini yöneten Oscar G. T. Sonneck'tir (1873-1928). Amerikan müziği üzerine bibliyografya ve katalog çalışması yapmıştır. Harvard üniversitesi için bir müzik sözlüğü hazırlayan (Randel, The New Harvard Dictionary of Music, s.522) müzikolog Don Michael Randel'e göre ABD'de müzikoloji Cornell Üniversitesinde 1930'da Otto Kinkeldey tarafından kurulmuştur. Amerikalı müzikolog Baary S. Brook birçok müzikolojik çalışmanın yöneticiliğini yapmıştır. Bununla birlikte müzikoloji sahasında önemli adımlar atan başkaları da olmuştur. Babillilerin (Sümerlerin) müzik ve çalgılarını Galpin gün ışığına çıkarmıştır. Orta Çağ müzik anlayışını modern zamana göre açıklayan Cousmaker'dır. Müziğin simgeleri üzerinde önemli çalışmaları ve çözümlemeleri Max Schneider yapmıştır. Bütün bu müzikologlar geniş bir kültürle birlikte bilim araştırmalarını seven ve sebep-sonuç ilişkisini sentez yapabilen kişilerdir. Bugün gelinen noktada ise genel kabule göre Müzikoloji, bağımsız bir bilim dalıdır. Müzik tarihi, müzik teorisi gibi alt dallara müzik mitolojisine kadar varan araştırma alanına sahiptir. Bazıları "Etnomüzikoloji"yi "müzik tarihi"nin içinde bir araştırma alanı olarak kabul etmektedirler. Bununla birlikte "Dünya müzikleri", "Karşılaştırmalı müzikoloji", "Kültürel müzikoloji" gibi adlandırılan alanlar da yine müzikolojinin alt dalı olan başlıklardır. Filiz Ali, A. Adnan Saygun, Ahmet Yürür, Rauf Yekta, Vural Yıldırım, Seyit Yöre, Yalçın Tura vd. bu alanda çalışan isimlerdir. Kültürel müzikoloji. Kültürel müzikoloji, insan toplumunda müzik ve kültür ilişkisini inceler. Bu yaklaşımla kültürel müzikoloji tarih, edebiyat, sosyoloji, psikoloji, antropoloji ve müzikolojinin metotlarından yararlanır. Müzikoloji ana biliminin alt dallarından biridir. Disiplinlerarası bir bilim alanıdır. Müzikoloji ve Etnomüzikolojinin alanlarını incelemeyi temel alan Ayten Kaplan, eserini "kültürel müzikoloji" başlığı altında yayınlamıştır. Bu bilim, kapsadığı geniş inceleme alanıyla etnomüzikolojiyi gölgede bırakmaktadır. Müzikoloji ve Kaynakları kitabında da bu konuya yer verilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1635", "len_data": 4732, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.76 }
Müzik kuramı terimi genel olarak iki farklı ama birbiriyle ilgili anlamda kullanılır: İlk anlamdaki müzik kuramı, müziğin temel yapıtaşlarını tanımlar (porte, nota, artikülasyon, anahtarlar, ton, gam, ritim, melodi, armoni vb.) Diğer bir deyişle müzik dilinin kurallarını belirler ve bunların kullanılışlarını açıklar. İkinci anlamdaki müzik teorisi 1950'lerden sonra özellikle Kuzey Amerika kıtasında müzikolojiden özerkleşerek kendi başına müziği inceleyen bir bilim dalı haline gelmiştir. Müzikoloji (veya tarihsel müzik) ve etnomüzikolojiden farklı olarak pozitif bilimleri (matematik, fizik vb.) de kullanması gerekçe olarak gösterilmektedir. Kıta Avrupası'nda ise müzik teorisi, müzik tarihi gibi müzikolojinin bir alt dalı olarak kabul edilmektedir, dünyada yaygın olan kanaât de budur. Müziğin yapıtaşlarının tüm müzisyenler tarafından öğrenilmesi her durumda aranılan bir nitelik olsa da müziğin bilimsel olarak incelenmesi özel olarak müzik kuramcıları tarafından gerçekleştirilir. Doğu müziğinde genellikle Edvarlar müzik kuramı eserleridir. Tarih. Müzik teorisinin Pisagor'dan başlayan çok eski ve uzun bir tarihi vardır. Doğu müziğinde ise teori tarihi Kindi ile başlar. Anadolu'da ilk müzik teorisi 15. yüzyıl başlarında Yusuf Kırşehri tarafından yazılmıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1636", "len_data": 1273, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 4.12 }
Levent Altındağ (d. 6 Mayıs 1954, İstanbul, ö. 9 Nisan 2021) Türk müzisyen. Küçük yaşlarda, müzisyen olan babası Erdoğan Altındağ'ın teşviki ile mandolin çalarak müziğe başladı. Onno Tunç, Şerif Yüzbaşıoğlu, İsmet Sıral, Emin Fındıkoğlu, Neşet Ruacan, Süheyl Denizci, Okay Temiz, Erkan Oğur, Arto Tunç, Nükhet Ruacan ile çalışmalar yaptı. Fahir Atakoğlu, Federico Ramos ve dünyanın en iyi davulcularından biri olan Horacio El Negro ile İzmir Caz Festivali'nde çaldı. Yine dünyaca ünlü vurmalı çalgılar ustası Nana Vasconcelos ile Brezilya ve Türkiye'de çalışmalar yaptı. 7. Uluslararası İstanbul Caz Festivali'nde sahne alan Aşkın Arsunan Ethno Karma Project'e konuk müzisyen olarak katıldı. Yurt içi ve yurt dışında birçok festivale katılan Altındağ, ayrıca yüzlerce müzik albümünün stüdyo kayıtlarında yer alarak, sayısız sanatçıya eşlik etti. Stüdyo müzisyenliğinin yanında Türkiye'nin önemli müzisyenlerinden kurulu olan Habbecik ile CD ve konser çalışmaları yapan Levent Altındağ, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarında Sanatçı Öğretim Elemanı olarak görev yaptı ve İstanbul Superband, Habbecik ve Passiflora gruplarında tenor, soprano sax ve flüt çalmaktaydı.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1641", "len_data": 1173, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.44 }
Ricky Ford (d. 4 Mart 1954 Boston, Massachusetts) Müziğe davul ile başlayan Ford daha sonra Rahsaan Roland Kirk'ten etkilenerek 15 yaşında saksofon çalmaya başladı. Müzisyeni Boston'daki bir kulüpte dinleyip etkilenen Ran Blake, Ford'u New England Konservatuvarı'nda eğitim alması için ikna etti. (Blake daha sonra Ford'u "Rapport", "Short Life Of Barbara Monk" ve "That Certain Feeling" gibi pek çok albümde çalması için de davet etti). 1974 yılında Ford, Mercer Ellington yönetimindeki Duke Ellington Orkestrası'na katıldı ve 1976 yılında da Charles Mingus'un grubunda George Adams'ın yerini aldı. Bu grupla birlikte "Three Or Four Shades of Blue" ve "Me Myself An Eye"ı kaydetti. 1970'lerin sonu 1980'lerin başında Dannie Richmond, Mingus Dynasty, George Russell, Beaver Harris, Lionel Hampton ve Adbullah Ibrahim'in Ekaya grubu ile çaldı. Ancak 1977'de çıkış yaptığı ilk albümünden sonra daha çok lider olarak çalıştı, Jimmy Cobb ve eski Ellington üyelerinden James Spaulding ile kayıtlar yaptı. Son kayıtlarında kendisine New England Konservatuvarı'nda hocası olan Jaki Byard da eşlik etmiştir. Güçlü ve otoriter bir tenor saksofoncu olan Ford'un modern cazın birçok yapısındaki yetkinliğinin kendine özgü bir duyum yaratmasını engellediği iddia edilebilir. Ricky Ford, 2001 - 2006 yılları arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü'nde de saksofon, kompozisyon, doğaçlama ve ansamble dersleri vermiştir. Halen Paris'te yaşamakta ve çalışmalarına devam etmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1642", "len_data": 1476, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.62 }
Matematikte soyutlama, matematiksel bir kavramın, başlangıçta ilişkili olabileceği herhangi bir gerçel dünya nesnesine olan bağımlılığı ortadan kaldırıp genelleştirerek daha geniş bir uygulama alanı sağlamak için, özünü çıkarma işlemidir. Matematikteki birçok araştırma alanı -alan için geçerli olan kurallar ve kavramlar soyut yapı olarak anlaşılmadan önce- gerçel dünya sorunlarının incelenmesi ile başlamıştır. Örneğin geometrinin kaynağı gerçel dünyadaki mesafelerin hesaplanmasına dayanmaktadır. İstatistik, şans oyunlarındaki olasılıkların hesaplanmasından doğmuştur ve cebir aritmetik problemlerinin çözme çabalarından ortaya çıkmıştır. Soyutlama matematik biliminde sürekli ilerleyen bir olgudur ve birçok matematiksel konunun gelişimi somuttan soyuta doğru bir ilerleme içerisindedir. Örneğin geometri dalının tarihsel gelişimini ele alacak olursak: Geometrinin soyutlaştırılması konusundaki ilk adım eski Yunanlar tarafından gerçekleştirilmiştir ve (bildiğimiz kadarıya) Öklid, düzlemsel geometrinin aksiyomlarını ortaya koyan ilk kişi olmuştur. 17. yüzyılda Descartes kartezyen koordinatlarını tanımlayarak analitik geometrinin kurulmasına olanak tanımıştır. Soyutlaştırma yolundaki diğer adımlar Lobachevsky, Bolyai ve Gauss tarafından geometrinin Öklitçi olmayan geometrilere genelleştirilmesiyle sağlanmıştır. Daha sonra 19. yüzyıl matematikçileri geometriyi daha da soyutlaştırarak 'n' boyutlu geometri, projektif geometri, afin geometri ve sonlu geometri gibi kavramlar ortaya koymuştur. Son olarak Felix Klein'in "Erlangen programı" tüm bu geometrilerin ana temasını ortaya koyarak bu dalları, belirli bir simetriler grubu altında değişmeyen özelliklerin incelenmesi şeklinde tanımlamıştır. Bu düzeydeki soyutlama geometri ile soyut cebir arasındaki derin bağlantıları açığa çıkarmıştır. Modern matematiğin en yüksek derecede soyut alanları kategori teorisi ve model teorisidir. Soyutlama yapmanın yararları: Soyutlamanın ana zorluğu, yüksek derecede soyut kavramları öğrenmenin güçlüğü ve özümsenmeden önce belirli bir matematiksel olgunluk ve deneyime gereksinim duyulmasıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1645", "len_data": 2095, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.27 }
Albert Einstein (; ; 14 Mart 1879, Ulm - 18 Nisan 1955, Princeton), en çok görelilik kuramını geliştirmesiyle tanınan Almanya doğumlu teorik fizikçi ve bilim insanı. Einstein, kuantum mekaniğine de önemli katkılarda bulundu. Özel görelilikten kaynaklanan kütle-enerji denkliği formülü E = mc2, “dünyanın en ünlü denklemi” olarak adlandırıldı. Teorik fiziğe yaptığı hizmetlerden ve özellikle fotoelektrik etki yasasını keşfetmesinden dolayı 1921'de Nobel Fizik Ödülü'nü aldı. Alman İmparatorluğu'nda doğan Einstein, 1895 yılında İsviçre'ye taşındı ve ertesi yıl Alman vatandaşlığını bıraktı. 1897 yılında, on yedi yaşındayken Zürih'teki İsviçre Federal Politeknik Okulu'nda matematik ve fizik öğretmenliği diploma programına kaydoldu ve 1900 yılında mezun oldu. Bir yıl sonra İsviçre vatandaşlığına geçti ve ardından Bern'deki İsviçre Patent Ofisi'nde kalıcı bir pozisyon elde etti. 1905 yılında Zürih Üniversitesi'ne başarılı bir doktora tezi sundu. 1914'te Prusya Bilimler Akademisi ve Berlin Humboldt Üniversitesi'ne katılmak üzere Berlin'e taşındı ve Kaiser Wilhelm Fizik Enstitüsü'nün müdürü oldu. 1933 yılında Einstein, Amerika Birleşik Devletleri'ni ziyaret ederken Almanya'da Adolf Hitler iktidara geldi. Yahudi dostlarına yönelik Nazi zulmünden dehşete düşen Einstein, ABD'de kalmaya karar verdi ve 1940 yılında Amerikan vatandaşlığına kabul edildi. İkinci Dünya Savaşı arifesinde Başkan Franklin D. Roosevelt'e bir mektup yazarak onu potansiyel Alman nükleer silah programı konusunda uyardı ve ABD'nin de benzer araştırmalara başlamasını tavsiye etti. 1905 yılında, "annus mirabilis" (mucize yılı) olarak da tanımlanan çığır açan dört makale yayınladı. Bu makaleler fotoelektrik etki teorisinin ana hatlarını çizdi, Brown hareketini açıkladı, özel görelilik teorisini tanıttı ve özel teori doğruysa kütle ve enerjinin birbirine eşit olduğunu gösterdi. 1915 yılında mekanik sistemini kütleçekimi de içerecek şekilde genişleten bir genel görelilik kuramını ortaya attı. Ertesi yıl yayınladığı kozmolojik bir makale, evrenin bir bütün olarak yapısının ve evriminin modellenmesi için genel göreliliğin sonuçlarını ortaya koydu. 1917'de Einstein, spontane emisyon ve uyarılmış emisyon kavramlarını tanıtan, ikincisi lazer ve mazerin arkasındaki temel mekanizma olan ve daha sonra kuantum elektrodinamiği ve kuantum optiği gibi fizikteki gelişmeler için faydalı olacak bir bilgi hazinesi içeren bir makale yazdı. 1935'te fizikçi Nathan Rosen ile ortak bir makalede solucan deliği kavramını ortaya attı. Fizikçi Leó Szilárd ile birlikte, hareketli parçası olmayan ve girdi olarak sadece ısı kullanan bir buzdolabı icat etti. Yaşamı. Alman İmparatorluğu'nun Ulm kentinde, Aşkenazi Yahudi bir ailede dünyaya gelen Einstein, yaşamının ilk yıllarını Münih'te geçirdi. Lise eğitimini ve yüksek eğitimini İsviçre'de tamamladı; fakat bir üniversitede iş bulmada yaşadığı zorluklar nedeniyle bir patent ofisinde müfettiş olarak çalışmaya başladı. 1905 yılı Einstein için bir mucize yıl oldu ve o dönemde kuramları hemen benimsenmemiş olsa da ileride fizikte devrim yaratacak olan dört makale yayımladı. 1914 yılında Max Planck'ın kişisel ricası ile Almanya'ya geri döndü. 1921 yılında fotoelektrik etki üzerine çalışmaları nedeniyle Nobel Fizik Ödülü'ne layık görüldü. Nazi Partisi'nin iktidara yükselişi nedeniyle 1933'te Almanya'yı terk etti ve Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşti. Ömrünün geri kalanını geçirdiği New Jersey eyaletinin Princeton ilçesinde ölmüştür. Albert Einstein, özel görelilik ve genel görelilik kuramları ile iki yüzyıldır Newton mekaniğinin hakim olduğu uzay anlayışında bir devrim yaratmıştır. Sadece matematik hesaplamalar ve denklemler ile oluşturduğu kuramları sonradan deneysel olarak defalarca doğrulanmıştır. E = mc2 denklemi ile formüle ettiği kütle-enerji eşdeğerliği yıldızların nasıl enerji oluşturduğuna açıklama getirmiş ve nükleer teknolojinin önünü açmıştır. Fotoelektrik etki ve Brown hareketine getirdiği matematiksel açıklamalar, modern fiziğe diğer katkıları arasındadır. Ömrünün büyük bir kısmını bütün kuramları birleştiren bir birleşik alan kuramı yaratmaya çalışarak geçirmiş ama bu çabaları sonuçsuz kalmıştır. Einstein kuantum mekaniğinin bazı sonuçlarına, özellikle belirsizlik ilkesine oldukça şüpheci yaklaşmış fakat bu yaklaşımlar ileride geniş kabul görmüştür. Einstein, Nazilerin nükleer bomba geliştirmesi endişesiyle ABD başkanı Franklin D. Roosevelt'e bir mektup göndermiş, ABD'nin nükleer çalışmalara başlamasını tavsiye etmiştir. Holokost sonrası Yahudilerin kendi ülkelerine sahip olması gerektiği fikrini savunmuş, İsrail'in kuruluşuna destek vermiştir. Çeşitli söyleşilerinde Yahudilik dinine ve diğer kutsal kitaplara inanmadığını belirtmiş, sosyalizme sempati duyan bir makale yayımlamıştır. Bertrand Russell ile birlikte nükleer silahlara karşı bir manifesto da yayımlamıştır. 1999'un sonlarında 100 ileri gelen fizikçiyle gerçekleştirilen milenyum oylamasında Einstein, tüm zamanların en iyi fizikçileri arasında 1. sırayı almıştır. Einstein, hayatı boyunca 300'den fazla bilimsel makale yayımlamıştır, ayrıca 150'den fazla bilim dışı çalışmaları da olmuştur. Başarıları ve eserleri nedeniyle Einstein sözcüğü, “dâhi” ile eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Çocukluğu ve eğitimi. Albert Einstein 14 Mart 1879'da Almanya'nın Ulm kasabasında dünyaya geldi. 1880 yazında ailesi Münih'e taşındı. Münih'te babası Hermann Einstein ve amcası Jakob bir elektrik şirketi kurdular. Annesi Pauline Einstein yetenekli bir piyanistti. Albert iki buçuk yaşındayken kız kardeşi Maja dünyaya geldi. Okula başlamadan önce konuşma zorlukları yaşıyordu, annesi ve babası kaygılanarak onu doktora götürmüşlerdi. Dört beş yaşlarında hasta bir şekilde yataktayken babası neşelendirmek için ona manyetik bir pusula vermişti. Pusula ibresinin hareketini o yaşta oldukça gizemli bulmuştu ve kendinde büyük bir merak uyandırmıştı. Hermann ve Pauline Einstein Yahudi kökenli bir çiftti fakat dindar değillerdi. Yapılması gereken dini etkinliklerinden daha çok çocuklarının eğitimini düşünüyorlardı. Einstein beş yaşına geldiğinde onu evlerinin yakınlarında daha iyi eğitim verdiğini düşündükleri bir Katolik Hristiyan ilkokuluna yazdırdılar. Einstein okula başladıktan sonra okuldaki sıkı disiplinden ve ezberci anlayıştan rahatsız olmaya başlamıştı. Ama okul ile hoşnutsuzluğuna rağmen yüksek notlar alıyordu. Birinci sınıfı atlamıştı ve çoğu dönemde sınıfında birinci olmuştu. Einstein'ın annesi Pauline çocuklarının erken yaşta müzik ile tanışmalarını istiyordu. Pauline Albert'ı keman derslerine, kız kardeşi Maja'yı ise piyano derslerine göndermişti. Albert keman derslerine altı yaşında başladı ve on dört yaşına kadar devam etti. Mozart'ın sonatlarını çok beğendi ve onları çalabilmek için tekniğini geliştirmek istedi. Sonunda iyi bir amatör kemancı olmuştu ve Mozart, Beethoven sonatları çalmaktan hoşlanıyordu. Einstein dokuz buçuk yaşındayken Katolik ilkokulundan ayrıldı ve Luitpold Gymnasium'da eğitim görmeye başladı. Gymnasium Antik Yunanca ve Latinceye büyük önem veriyordu. Müfredatta ayrıca modern diller, coğrafya, edebiyat ve matematik de bulunuyordu. Einstein Latince ve matematikteki keskin mantığı seviyor ve bu derslerde en yüksek notları alıyordu. Gymnasium ilkokuldan çok daha sıkı bir disipline sahipti. Einstein burada otoriter öğretmenler ile sürekli çatışıyordu ve öğretmenleri Einstein'ın bağımsız, isyankar kişiliğinden hiç hoşlanmıyordu. Einstein'ın ailesi, eski bir Yahudi geleneği olarak yoksul bir öğrenciyi evlerinde yemeğe davet ediyordu. Max Talmud isminde yoksul bir Yahudi üniversite öğrencisi her hafta bir akşam yemeğine katılıyordu. Talmud'un ziyaretleri Einstein on yaşındayken başlamıştı ve beş yıl boyunca sürmüştü. Einstein kendinden büyük bir üniversite öğrencisi ile konuşmaktan hoşlanıyordu ve Talmud kısa sürede Einstein'ın sıradan bir çocuk olmadığını sezmişti. Birlikte bilim, matematik ve felsefe konuşuyorlardı. Einstein on üç yaşındayken, Talmud Immanuel Kant'ın "Saf Aklın Eleştirisi" kitabını getirdi. Einstein o yaşta kitabı anlamakta hiç zorlanmamış ve okulunda sürekli Kant hakkında konuşmaya başlamıştı. Talmud, Einstein'a sürekli çeşitli popüler bilim kitapları getiriyordu ve Einstein hepsini büyük bir heves ile inceliyordu. Bir keresinde Talmud, Öklid'in "Elemanlar" kitabını getirdi. Einstein kitaptaki problemler üzerinde çalışmaya başladı. Yaz bitmeden önce Einstein sadece bütün problemleri çözmek ile kalmamış, ayrıca teoremlere alternatif ispatlar da bulmuştu. Einstein on bir yaşındayken Yahudi geleneği olarak evde din dersleri almaya başlamıştı. Einstein bu dönemde büyük bir dini istek duymaya başladı ve bütün dini gerekleri yerine getirerek dindar olmayan ailesine örnek olmak istiyordu. Şabat günü dinleniyordu, sadece Yahudiler için helal olan gıdaları yiyordu, kendi başına dini şarkılar yazmıştı. Ama Einstein'ın dini isteği uzun sürmedi. Bir yıl içerisinde okuduğu bilimsel kitapların kutsal kitaplar ile çeliştiğini gördü. Sonrasında her çeşit otoriteden kuşku duymaya başladı ve kuşkucu bir tavır geliştirdi. 1891 yazında mühendis amcası Jakob kendine bir cebir kitabı getirmişti. Einstein o yaz cebir kitabına çalışmaya karar verdi ve amcasından çözmek için problemler istedi. Einstein en zor ve karmaşık problemleri bile çözebiliyordu. O yaz, Einstein Pisagor teoreminin tekrar bir ispatını yaptı. Cebir ve geometriden sonra Einstein kalkülüse yöneldi. On altı yaşına geldiğinde kendi başına diferansiyel ve integral hesaplamaları ile analitik geometriyi öğrenmişti. 1894'te Einstein'ın babası ve amcasının şirketi 14 yılın ardından iflas etti. İki aile birlikte İtalya'ya gitmek ve şanslarını orada denemek istediler. Ailesi Albert'ın Münih'te kalıp okulunu Gymnasium'da bitirmesine karar verdi. Bu sırada Einstein on beş yaşındaydı ve liseyi bitirmesine daha üç yıl vardı. Münih'te tek başına altı ay geçirdikten sonra Einstein bunalıma girdi ve gerginleşmeye başladı. Aile doktorunu ikna ederek sinir sorunları nedeniyle kendinin ailesinin yanında bulunması gerektiğini belirten bir rapor aldı. Einstein ailesine haber vermeden Gymnasium'dan ayrıldı ve İtalya'daki ailesinin yanına geldi. İsviçre'deki eğitimi. Einstein, İtalya'ya geldiğinde teknik olarak bir lise terk olsa da, eğitimini yarıda bırakma niyeti yoktu. Ailesine Zürih, İsviçre'deki Federal Politeknik Okulu'na girmek için tek başına ders çalışacağına söz verdi. Politeknik kabul için bir lise diploması istemiyordu. Einstein'ın tek yapması gereken kabul sınavlarını geçmekti. Einstein için İtalya'da yaşam oldukça rahattı. Ders çalışmayı İtalya'yı gezmek ile birleştirdi, pek çok müze ve sanat galerisi gezdi. Einstein, Almanya'nın militarizminden ve sıkı disiplininden hiç hoşlanmıyordu, zorunlu askerlik yapmak da istemiyordu. Babasına Almanya vatandaşlığından çıkmak istediğini ve İsviçre vatandaşı olmak istediğini söyledi. Babası biraz tereddüt ile onayladı ve gerekli kâğıtları imzaladı. 28 Ocak 1896'da Einstein kendini Almanya vatandaşlığından çıkaran resmi kâğıtları aldı ama 1901 yılına kadar İsviçre vatandaşlığını almadı. Beş yıl boyunca Einstein vatansızdı. Einstein, 1895 Ekim'inde Zürih'e gitti ve Politeknik'te kabul sınavına girdi. Sınava girmek için on sekiz yaş üstü olmak gerekiyordu ve on altı yaşında girebilmesi için özel bir izin almıştı. Einstein babasının tavsiyesine uyarak mühendislik bölümüne başvurdu. Kabul sınavında matematik ve fizikte çok üstün dereceler aldı ama diğer bölümlerde başarısız olmuştu. Politeknik'in yöneticisi Einstein'ın potansiyelini görmüştü ve onun bir İsviçre lisesinde diploma alıp tekrar başvurmasını tavsiye etti. Einstein'ın ailesi Politeknik'in önerisini kabul ederek Einstein'ı İsviçre'nin Aarau bölgesinde bir liseye gönderdiler. Bu yıllar belki de Einstein'ın gençliğinin en güzel yıllarıydı. Zürih'ten 30 km uzaklıktaki bir köyde bulunan lise Einstein için idealdi. Saygı duyulan, açık fikirli bir öğretmen olan Jost Winteler tarafından yönetiliyordu. Okulda rahat bir ortam vardı ve öğrencilerin bağımsız düşünmesi teşvik ediliyordu. Bu yaklaşım Einstein'ın kişiliğine uyuyordu. 1896'da Aarau okulunda yüksek notlar ile final sınavlarını geçti. Einstein mezun oldu ve gerekli yaştan altı ay küçük olmasına rağmen Politeknik'e kabul edildi. Einstein ile birlikte yaklaşık bin yeni öğrenci o sene Politeknik'te eğitime başlamıştı. Çoğu öğrenci mühendislik okullarına katılmıştı ama Einstein fiziği tercih etti. Fizik departmanı büyük ve modern bir binadaydı ve çok iyi ekipmana sahipti. Fakülte dünya standartlarındaydı. Adolf Hurwitz ve Hermann Minkowski gibi ünlü matematikçiler, Einstein'ın profesörleri arasındaydı. Einstein'ın o dönemdeki yaşamı tipik bir Avrupalı üniversite öğrencisi hayatıydı. Kafeler ve barlarda uzun saatler harcıyordu. Kahve içerek arkadaşları ile bilim ve felsefe tartışıyordu. Hangi derslere odaklanması gerektiği konusunda seçiciydi. Eğer konuyu ya da profesörü beğenmiyorsa o derslere girmiyordu. Politeknik'te öğrenciler dört sene boyunca sadece iki dönem sonunda sınavlara giriyordu. Bunlar dışında not kaygısı ya da yoklama kaygıları yoktu. Einstein aldığı dersler ile hiçbir alakası olmayan, sadece ilgi duyduğu kitapları çalışıyordu. Politeknik'te profesörlerin her biri araştırmacıydı ve ders kitapları yerine kendi araştırmalarını izliyorlardı. Ders notu hiç tutmayan Einstein, hayat boyu arkadaşı kalacak olan Marcel Grossman'ın titizlik ile tuttuğu ders notları sayesinde sınavları başarılı bir şekilde geçebilmişti. Einstein Politeknik'te ileride eşi olacak olan Mileva Marić ile tanıştı. 1896'da bir dönem eczacılık okuduktan sonra fizik bölümüne geçmişti. Einstein'ın ilk senesinde sınıf arkadaşıydılar ve bu dönemde ikisi arasında romantik bir ilişki başlamıştı. Üniversitedeki son senelerinde evlenmeye karar verdiler. Einstein ve Mileva çoğu zaman birlikte fizik çalışıyor, kitaplar inceliyor ve tartışıyorlardı. Mileva Maric'in Einstein'ın ilerideki makalelerine katkıları olduğu iddia edilmiş olsa da bu iddialara yönelik kanıt bulunamamıştır. Çiftin üçüncü senesinde Einstein, Profesör Heinrich Weber'in elektroteknik laboratuvarı dersini aldı. Derste sadece zorunlu deneyleri değil, kendi tasarladığı deneyleri de yapıyordu. Sadece laboratuvarda kendi çalışmalarını yapmak için başka bazı derslere girmediği oluyordu. Einstein Weber'in fiziğe giriş derslerini beğeniyordu ama daha ileri fizik konularındaki derslerini yetersiz bulmuştu. Weber Maxwell’in elektromanyetik kuramı hakkında hiç konuşmuyordu. Einstein bu dönemde saygısız ve ukala olmaya başlamıştı ve bu tavrının cezasını mezuniyet sonrası çekecekti. Weber Einstein’ın üniversitede akademik bir pozisyona yerleşmesine engel olmuştu. Weber’in elektrik ve manyetizma derslerinden hayal kırıklığına uğrayan Einstein, bu konuları kendi başına çalışmaya karar verdi. Elektromanyetizma konusunda pek çok kitap edindi ve bunları kendi başına çalıştı. Bu dönemde Einstein ayrıca o dönemde oldukça yaygın olan esir fikri hakkında kuşkucu bir şekilde düşünüyordu. 1900 yılında Einstein üniversiteden fizik diploması ile mezun oldu. Üniversitede bir asistanlık pozisyonu bulmak istiyordu, böylece doktorası için araştırma yapabilecekti. Fakat üniversite yıllarında pek çok profesörünü isyankar tavırları ile kızdırmıştı. Profesörleri ayrıca Einstein’ın derslere girmemiş olmasından, kendi istediği konuları çalışmasından hoşlanmamıştı. Profesörler tavsiye mektuplarını yazdıktan sonra Einstein Politeknik’te bir pozisyon bulamadı. Başka üniversitelerde, kendi araştırma makalelerini göndererek pozisyonlar aradı ama hiç olumlu yanıt alamadı. Bern Patent ofisi. Mezun olduktan sonra Einstein iki yılını sıkıntılı bir şekilde bir öğretmen işi bulmak için harcadı. Eski bir sınıf arkadaşının babası kendine Bern’de bir patent ofisinde, asistan müfettiş olarak iş buldu. Elektromanyetik cihazlar için patent başvurularını inceledi. Patent ofisinde işinin büyük kısmı elektrik sinyallerinin aktarımı ve elektriksel-mekanik zaman eşgüdümü ile ilgili sorular hakkındaydı. İki teknik soru hakkında yaptığı düşünce deneyleri, Einstein’ın ışığın doğası ile zaman, uzay ve zamanın ilişkisi hakkında kökten sonuçlara varmasını sağlamıştır. Bern’de tanıştığı birkaç arkadaşı ile adını mizahi bir şekilde “The Olympia Academy” koydukları küçük bir tartışma grubu oluşturmuş, bilim ve felsefe hakkında tartışmak için düzenli olarak buluşuyorlardı. Okudukları arasında Henri Poincare, Ernst Mach ve David Hume vardı; bu adlar kendinin bilimsel ve düşünsel bakış açısını oldukça etkilemişlerdir. 1909'da patent ofisindeki işinden ayrılmış ve Zürih Üniversitesi'nde kuramsal fizik profesörü olmuştur. Mileva Maric ile evliliği. Politeknik'ten sınıf arkadaşı Mileva, hamile olduğu için eğitimini yarım bırakmak zorunda kalmış ve 1902'de Novi Sad'a ailesinin yanına giderek bir kız çocuğu dünyaya getirmişti. Lieserl adı verilen kızlarının akıbeti meçhuldür; hastalanarak ölmüş veya evlatlık verilmiş olabilir. Albert Einstein Bern Patent ofisinde çalışmaya başladığı sırada Mileva yanına geldi ve çift evlendi (1903). Bu evlilikten Hans Albert (d. 1905) ve Eduard (d.1909) adlarında iki oğlu dünyaya geldi. Einstein'in 1912'de teyzesinin kızı Elsa Loewenthal ile yaşamaya başladığı ilişki üzerine Mileva ile evliliği bozuldu; 1914'te ayrı yaşamaya başlayan eşinden 1919'da boşandı. Annus Mirabillis. 1905, Einstein'ın hayatının en verimli yılı olmuştur ve bu yıla "annus mirabillis" (Latince: "mucizevi yıl") denmektedir. Bir yıl içerisinde "Annalen der Physik" (Fizik Yıllıkları) dergisinde yayımladığı dört makale, modern fizik anlayışında devrim yaratmıştır. Bu makaleler: Akademik kariyeri. 1908'de artık oldukça tanınmış, büyük bir bilim insanı olarak tanınıyordu ve Bern Üniversitesine öğretim üyesi olarak atanmıştı. Sonraki sene patent ofisindeki işinden ve öğretim üyeliğinden ayrıldı ve Zürih Üniversitesinde fizik doçentliğine başladı. 1911 yılında Prag'da Karl-Ferdinand Üniversitesinde (günümüzde Prag Üniversitesi) profesörlük unvanı aldı. 1914 yılında Almanya'ya döndü, Kaiser Willhelm Fizik Enstitüsü'nde yönetici, Berlin Humboldt Üniversitesinde profesör oldu. Bu işlerindeki sözleşmelerinde öğretmenlik görevlerini oldukça azaltan maddeler vardı. Prusya Bilim Akademisinin bir üyesi olmuştur. 1916 yılında Einstein "Deutsche Physikalische Gesellschaft" (Alman Fizik Derneği)'ın başkanı olmuştur (1916-1918). 1911 yılında, yeni genel görelilik kuramına göre, başka bir yıldızın ışığının güneş tarafından kırılacağını hesaplamıştır. Bu tahmini sonradan Arthur Stanley Eddington'un 1919'daki güneş tutulması gözleminde doğrulanmıştır. Bu olayın uluslararası basında haberleşmesi, Einstein'ı dünyaca ünlü yapmıştır. 1921 yılında Einstein Nobel Fizik Ödülü'ne layık görülmüştür. O dönemde görelilik hâlâ tartışmalı görüldüğü için, ödül fotoelektrik etkisini açıklaması nedeniyle verilmiştir. 1925 yılında da Royal Society tarafından Copley Medal almıştır. Elsa Einstein ile evliliği. Mileva Maric ile evliliği sırasında kuzeni Elsa ile bir aşk ilişkisi yaşayan Einstein, 1919'da Mileva'dan boşandıktan birkaç ay sonra onunla evlendi. Çiftin çocukları olmadı ama Einstein Elsa'nın önceki evliliğinden olma Ilse ve Margot adlı iki kızını kendi kızları olarak benimsedi. Aile, ABD'ye göçene kadar Berlin'de yaşadı; yazları ise Potsdam yakınındaki yazlıklarında geçirdi. Amerikan vatandaşlığı ve Princeton, New Jersey. Einstein, Nisan 1933'te Amerikan üniversitelerini ziyaret ederken, Alman hükûmetinin Yahudileri üniversitelerde öğretmenlik dahil bütün resmi konumlardan men ettiğini öğrendi. Bir ay sonra Naziler kitap yakma kampanyalarına başladı ve Einstein'ın eserleri de yakılanlar arasındaydı. Einstein bu gezisinde Almanya'ya bir daha geri dönmeyeceğini söyledi. Mart 1933'te Avrupa'ya döndüğünde birkaç ay Belçika'da kaldı, sonrasında geçici olarak İngiltere'ye geçti. Aynı yıl ABD'ye göç etmeye karar verdi. Princeton, New Jersey'de, Institute for Advanced Study'de görev aldı ve 1955'te ölümüne kadar burada kaldı. Burada kendi bir birleşik alan kuramı geliştirmeye ve kuantum fiziğinin kabul edilmiş yorumlarını çürütmeye çalıştı. Bu iki girişimi de başarısız oldu. Manhattan Projesi. 1939 yılında, fizikçi Leo Szilard dahil bir grup Macar bilim insanı Nazilerin atom bombası araştırmaları konusunda Washington'u uyardı. Grubun uyarısı ciddiye alınmadı. 1939 yazında, Avrupa'da İkinci Dünya Savaşı başlamadan birkaç ay önce, Einstein prestijini kullanarak Leo Szilard ile birlikte, Başkan Roosevelt'e, Nazi Almanya'sının atom bombası tehlikesine karşı uyarı mektubu gönderdi. Aynı mektupta Amerikan hükûmetinin uranyum araştırmaları ve zincir reaksiyonları ile ilgili araştırma yapması tavsiye ediliyordu. Einstein ve diğer mülteci arkadaşları “Alman bilim adamlarının atom bombası yarışını kazanabileceği ve Hitler'in bu silahı kullanmak için oldukça istekli olacağı” konusunda uyarıyordu. Mektubun ABD hükûmetinin savaş öncesi nükleer silahlar hakkında yoğun araştırma yapmasının önemli bir tetikleyicisi olduğu düşünülmektedir. Başkan Roosevelt, Hitler'in önce atom bombasına sahip olması riskini üstlenemezdi. Einstein'ın mektubu ve buluşmaları sonucu ABD bombayı geliştirme yarışına girdi. Savaş sırasında ABD bombayı geliştirebilen tek ülke oldu. 1954 yılında, ölümünden bir yıl önce, bu konuda arkadaşı Linus Pauling'e şunları söylemiştir. “Hayatımda tek bir büyük hata yaptım. Başkan Roosevelt’e atom bombası tavsiyesini yapmak. Ama yine de bir nedeni vardı. Almanların daha önce yapması tehlikesi”. Ölümü ve beyninin çalınması. 18 Nisan 1955'te, Albert Einstein iç kanama geçirdi. İsrail'in kuruluşunun yedinci yıl dönümü nedeniyle bir televizyon konuşmasının taslağını hazırlıyordu ama bu çalışmasını bitiremeden öldü. Einstein ameliyatı şu sözlerle reddetti, “İstediğim zaman gitmek istiyorum. Hayatı yapay bir şekilde uzatmak tatsız. Ben payımı kullandım, şimdi gitme zamanı ve bunu zarif bir şekilde yapmak istiyorum”. 76 yaşında, Princeton Hastanesi'nde gece saat 01.55'te öldü. Otopsisi sırasında Princeton Hastanesi patolojisti Thomas Stoltz Harvey o gece nöbetteydi ve Einstein'ın ölüm nedenini belirlemesi gerekiyordu. Beyni kafatasından çıkardıktan sonra kendi kendine "Bu dünyamız hakkında her şeyi değiştiren beyindir" demiştir. Einstein öldükten sonra vücudunun putlaştırılarak tapılmasını istemiyordu. Fikirlerine ve bilime olan katkısına odaklanması gerektiğine inanıyordu. Bunun için ailesi tarafından öldükten sonra yakılması fikri ortaya atıldı. Harvey bedeni yakılması için hazırladı. Beyni ise kendi sefer tasına koydu ve evine götürdü. Böylece Einstein'ın beyni çalınmış oldu. Beyni çalınan Einstein'ın ailesi şoktaydı. Hükûmet yetkileri ve Harvey'in meslektaşları ise çileden çıkmıştı. Herkes beynin iade edilmesini istiyordu ancak Harvey bunu kabul etmedi. Bu nedenle de işinden oldu. Ancak Harvey beyni bilimsel araştırmalarda kullanılacağına yemin edince, ailesi bu isteğinden vazgeçti. Daha sonra Einstein'ın kalıntıları ailesi tarafından yaktırıldı ve külleri bilinmeyen bir yere serpildi. Beyni ise Harvey tarafından 1985 yılına kadar hayatının anlamı oldu ve bu yılda beynin bir kısmını o yıllarda beyinle uğraşan bir uzmana gönderdi. Gönderdiği uzman tarafından bulunanlar ise basında bir sansasyona neden oldu. Çalışmalar Einstein'ın beyninde bulunan ve beyin nöronlarını besleyen glial hücrelere odaklanmıştı. Einstein'ın beyninde normal bir insana nazaran daha fazla glial hücre bulunuyordu. Fakat bu konuda bilim adamları farklı fikirler ortaya attılar. Einstein'ın beyni 53 yıl sonunda çalındığı Princeton Hastanesi'ne geri döndü. Harvey bundan 3 yıl sonra hayatını yitirdi. Bilimsel çalışmaları. Özel görelilik kuramı. 19. yüzyılın sonlarında Michelson-Morley deneyi, ses ve başka dalga olaylarının tersine, ışık hızının referans sistemine göreceli olmadığını göstermişti. O dönemde sesin hava aracılığıyla yayıldığı gibi ışığın da esir denen gizemli bir ortamda yayıldığı düşünülüyordu. Einstein, ışık hızının sabit olduğunu ve ışığın yayılması için esir ortamının gerek olmadığını ve mekan zaman ve hareketin izafi olaylar olduğunu düşündü. Çalışmalarının sonucuna varırken iki ilkeyi varsaydı: görelilik ilkesi sabit hızla hareket eden bütün gözlemciler için geçerlidir ve ışığın hızı bütün gözlemciler için c'dir. Einstein'ın kuramı ile sabit hızla hareket eden iki gözlemcinin matematik hesap ile aynı olayın gözlemcilere göre yer ve zamanı belirlenebiliyor. Bu kuram, Newton'un her yerde aynı işleyen, herkes için aynı "mutlak zaman" fikrini yıkıyordu. E=mc² düşüncesinin kökeni bu kuramdır. Genel görelilik kuramı. Özel görelilik kuramı düzgün, doğrusal ve ivmesiz hareket eden sistemlerle sınırlıydı. Genel görelilik kuramı ise birbirine göre ivmeli hareket eden sistemleri de kapsıyordu. Birinci kuram, kapsamı daha geniş olan ikinci kuramın özel bir hali sayılabilir. Genel görelilik, gravitasyon kavramına yeni bir bakış açısı getirdi. Klasik mekanikte gravitasyon, kütlesel nesneler arasında çekim gücü olarak algılanıyordu. Örneğin dünyayı yörüngede tutan, kütlesi daha büyük Güneş'in çekim gücüydü. Genel görelilik kuramına göre ise gezegenleri yörüngelerinde tutan, yörüngenin yer aldığı uzay kesiminin Güneş'in kütlesel etkisinde kavisli bir yapı oluşturmasıdır. Genel kuram ayrıca gravitasyon ile eylemsizlik ilkesini "gravitasyon alanı" adı altında birleştirdi. Kütle-enerji eşitliği. Albert Einstein, enerjinin ışık hızının karesiyle maddenin kütlesinin çarpımına eşit olduğunu bularak kendine kadar süregelen bir yargıyı yıkarak bilim dünyasında yeni bir çığır açmıştır. Ondan öncesinde kütle ile enerji arasında bir bağlantı kurulmamıştır ve ayrı olgular oldukları varsayılmıştır. 19. yüzyılda kimyagerlerin hassas aygıtları olmadığı için kimsenin dönüşüm sonrası kütle kaybından haberleri yoktu. Basit tepkimeler sonrası oluşan kütle kaybı fark edilememişti. Einstein ise bütün bilinenleri yıkarak çağdaş bilimin temel taşlarını atmıştır. Ona göre her şey enerjidir, yani maddeler de çok yoğun enerjilerdir. Kimyasal reaksiyonlar sonrası küçük de olsa kütlenin bir kısmı enerjiye dönüşmektedir. Bu durumu açıklamak için eşitliğin az farklı formülasyonu E=mc² ilk defa Albert Einstein tarafından 1905'te ünlü makalelerinde yayımlanmıştır. Aynı yıl önermiş olduğu özel görelilik kuramının bir sonucu olarak türetmiştir. Fotoelektrik etki. Einstein öncesinde ışık, kimi bilim adamları tarafından tanecikler akımı, kimileri tarafından da dalga devinimi olarak nitelendirilmişti. 19. yüzyılın başlarında Young'la başlayan, Fresnel ve daha sonra Faraday ve Maxwell'in çalışmalarıyla pekişen deneyler dalga kuramına belirgin bir üstünlük sağlamıştı. Einstein'ın fotoelektrik çalışması, bu gelişmeyi tersine çevirmiş, hem de Planck'ın 1900'de ortaya sürdüğü kuantum teorisini de çarpıcı bir biçimde doğrulamıştır. Üzerine ışık düşen bazı maddeler elektron salıyorlardı. Parlak ışıklar daha fazla elektron salıyor fakat enerjileri artmıyordu. Sarı ve kırmızı ışıklar pek az elektron salıyorlardı. Klasik fizik bu durumu dalga kuramı ile açıklayamıyordu. Einstein bu soruna Planck kuramını uyguladı. Sonradan foton adı verilen belirli enerjili bir kuanta, maddenin atomu tarafından soğrulmakta, böylece belirli enerjide bir elektron atomdan alınmaktadır. Einstein bu çalışması sayesinde 1921 yılında Fizik Nobel Ödülünü kazanmıştır. Brown hareketi ve istatistiksel fizik. 1850'lerde İngiliz botanikçisi Robert Brown, mikroskoplarla polenleri incelerken, taneciklerin su içinde rastgele sıçramalarla devinim içinde olduğunu gözlemledi; fakat bu gözlem 1905'e dek açıklamasız kaldı. Molekül kavramı yeni değildi; ancak en güçlü mikroskop altında bile görülemeyecek kadar küçük olan moleküllerin varlığı, ilk kez bu açıklamayla kanıtlanmış oldu. Brown'a göre asıltının içinde bulunduğu su, Maxwell ve Boltzman kinetik kuramı çerçevesinde hareket eden moleküllerden oluşuyorsa asıltı parçacıklar gözlendiği gibi titreşirler. Su içindeki bütün cisimler her yönden ve sürekli olarak moleküllerle itilirler. Einstein hareket ile molekül büyüklüğü arasındaki matematik ilişkiyi saptamış ve böylece molekül ve atomların büyüklüğünü hesaplamak mümkün olmuştu. Bu açıklamadan üç yıl sonra Perrin, Brown hareketi üzerinde deneyler yaparak Einstein'ın hesaplarını doğruladı. Bose-Einstein istatistiği. Einstein ve Hint fizikçi Nath Bose, 1925'te yoğun bir gaz kütlesinin mutlak sıfır sıcaklığına düşürüldüğünde, atomlar kendi özelliklerini kaybedecek, bir bütün halinde dev bir tek atoma dönüşecekleri sonucuna vardılar. Bose'un fotonlar için kullandığı metotları ayırt edilemez parçacıklar için genelleştiren Einstein, yaptığı çalışmalarda etkileşmeyen parçacıklardan oluşan bozon gazının tek bir kuantum durumuna yoğuşabileceğini göstermiştir. Kuantum fiziği ve belirsizlik ilkesi. 1930 yılında belirlenemezlik ilkesinin zaman ve enerjinin aynı anda ve doğru olarak saptanamayacağı anlamına geldiğini fakat bunun bir deney ile geçersizliğinin gösterilebileceğini açıklıyordu. Bunu dinleyen Bohr, uykusuz bir geceden sonra Einstein'ın düşünüşündeki hataları bularak “belirsizlik ilkesinin” yaygın olarak kabulünü sağlıyordu. Niels Bohr ile tartışmaları. Fotoelektrik olayını açıklayan Einstein kuantum kuramının gelişimine büyük katkıda bulunmuştu ama kuramın geliştiği yönden hiç memnun değildi. Heisenberg'in belirlenemezlik ilkesini kabul etmiyor, Tanrı zar atmaz diyordu. Niels Bohr da kuantum kuramının gelişmesinde önemli rol oynamış fizikçilerden birisiydi ve Einstein'ın bu fikirlerine katılmıyordu. Einstein ve Bohr arasında birbirine saygılı bir biçimde, dostça bir tartışma sürdü. Einstein çeşitli düşünce deneyleri ile kuantum kuramının belirlenemezlik ilkesini çürütmeye çalışıyordu fakat Bohr bu eleştirilere tutarlı cevaplar vererek Einstein'ı ve dünyayı ikna ediyordu. Einstein sonradan belirsizlik ilkesini çürütmeye çalışmaktan vazgeçmiş ve kuantum mekaniğinin fiziksel gerçekliği anlatmakta yetersizliği fikrini savunmaya başlamıştır. 1927 yılında Solvay Konferansında Einstein ile Bohr arasında geçen o sıcak tartışmaların özünde temel kuram ve yasalar bulma saplantısı, yani son bilgi saplantısı yatıyordu. Bu çaba mutlak olanı bulma çabasıydı. Kozmoloji. Einstein evrenin sabit olduğunu düşünüyordu ve parametreler arasındaki çelişkiyi çözmek için kuramına kozmolojik sabit eklemişti. Einstein sonradan belirsizlik ilkesini çürütmeye çalışmaktan vazgeçmiş ve kuantum mekaniğinin fiziksel gerçekliği anlatmakta yetersizliği fikrini savunmaya başlamıştır. Sonrasında evrenin sürekli genişlediği anlaşılınca Einstein bu sabiti "en büyük hatam" olarak nitelemiş ve denklemlerinden çıkarmıştır. Birleşik alan kuramı. Einstein, Princeton'da fizik çalışmalarını sürdürürken, genel göreliliği elektromanyetik kuramına bağlayan bir birleşik alan kuramı üzerinde çalışmış ama başarılı olamamıştır. Görüşleri. Politik görüşleri. Einstein Almanya'da doğmuş bir Yahudi olarak Nazilerin yükselişi, iktidarı ve Holokost döneminde yaşamıştı. Bu nedenle ABD'ye göç etmiş ve büyük bir Nazi karşıtı görüş geliştirmiştir. Bilim adamlarına Nazi baskısının artması üzerine 1933 yılında Atatürk'e mektup yazarak Türkiye'ye kabul edilmelerini istemiştir; bunun sonucunda gelen yüzlerce Yahudi bilim insanı Türk üniversitelerine büyük katkı sağlamıştır. Yine ABD başkanına mektup yazarak ABD'nin Almanya'dan önce nükleer silah geliştirmesi gerektiği tavsiyesinde bulunmuştur. Yahudilerin kendi ülkelerine sahip olması gerektiğine inanmış ve İsrail'in kuruluşunu desteklemiştir. Ama bu devletin sınırları ve bir ordusu olmasına karşı çıkmış ve Araplar ile birlikte iki uluslu bir ülke olması gerektiğini savunmuştur. Einstein, sosyalizm hakkında övgü dolu sözler söylemiş ve bütün dünyanın tek bir hükûmet altında toplanması fikrini ifade etmiştir. Soğuk Savaş'ın başlaması ile ABD'deki anti-komünist politikalarını ifade özgürlüğünü kısıtlayacak derecede olmaları nedeniyle eleştirmiştir. Kendisi ayrıca Bertrand Russell ile birlikte bir anti-nükleer manifesto yayımlamıştır. Niçin Sosyalizm yazısında kapitalizmi şu şekilde eleştirmiş ve sosyalizmi savunmuştur. Dini görüşleri. Einstein çeşitli röportajlarında ve mektuplarında hiçbir dine inanmadığını ve bütün dinleri çocukça batıl inançlar olarak gördüğünü söylemiştir. Fakat kendini bir ateist ya da panteist olarak tanımlamayıp değişik zaman dilimlerinde agnostik veya deist görüşler belirtmiştir. Katı bir determinizme inanan Einstein, evrenin yasalarını anlamayı bir tür dini duyguya benzetmiştir. Ancak kendinin dini fikirleri konusunda tartışmalar hâlen devam etmektedir. Kendisi bir kitabında dini şu şekilde tanımlamıştır: Albert Einstein, kendi Tanrı görüşünü de şu şekilde dile getirmiştir: 50. yaş gününde, George Sylvester Viereck'e verdiği bir röportajda Tanrı ve din ile ilgili fikirlerini şu şekilde özetlemiştir: Popüler kültürde Einstein. Albert Einstein, pek çok popüler kültür ürünü için konu veya bir ilham kaynağı olmuştur. Einstein'ın 72. yaş gününde, UPI fotoğrafçısı Arthurr Sasse kendini kameraya karşı gülümsetmeye çalışıyordu. Einstein o gün defalarca kameralara gülümsedikten sonra bu sefer dilini çıkardı. Bu fotoğraf Einstein'ın en ünlü fotoğraflarından biri olmuştur. 19 Haziran 2009'da orijinal fotoğraf bir açık arttırmada 74,324 dolara satılmış ve Einstein'ın en pahalı fotoğrafı olmuştur. 1999'da, Einstein'ın ileri gelen fizikçiler tarafından tarihin en büyük fizikçisi seçilmesinin de etkisiyle, Einstein kelimesi, dâhileri tanımlamak için kullanılan bir kelimeye de dönüşmüştür. Einstein ayrıca kurgu eserlerde çılgın bilim insanı tipleri için de bir model olmuştur. Aşırı ifadeli suratı ve farklı saç modeli çoğunlukla taklit edilmiş ve abartılmıştır. "Time" Dergisinin yazarı Frederic Golden'a göre Einstein "bir çizgi romancının gerçeğe dönüşmüş hayaliydi". 31 Aralık 1999'daki ayrı bir sayıda "Time", Albert Einstein'ı "" olarak seçmiştir. Eserleri. Bu liste tam bir liste değildir ve göreceli olarak önemli eserlerini içermektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1647", "len_data": 33741, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.76 }
Empati şu anlamlara gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1841", "len_data": 30, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 1.41 }
Astral seyahat terimi okültizmde ve teozofide kullanılan bir terim olup kişinin uyku gibi hâllerde parapsikolojiye inanan kişilerce esîrî beden ya da astral beden (spiritüalizmde duble) ya da "süptil madde"lerden oluştuğu söylenen "bedeniyle" fiziksel bedeni dışında, yine bu kişiler tarafından iddia edildiğine göre bilinci yerinde olarak başka mekânlarda dolaşmak üzere yaptığı yolculuğa ve bu bedeniyle geçirdiklerini söyledikleri deneyimlere denir. Astral seyahat, uyanık olarak LSD gibi psikedelik maddelerin etkisi altında yapılabildiği söylenmektedir. Parapsikolojide bu "beden-dışı deneyim" anlamındaki "" (OBE) olarak metapsişikte ise "şuur projeksiyonu" olarak adlandırılır. İrâdî olarak gerçekleştirilebildiği iddiası ve deneyim sırasında bilinçli olunması sebebiyle diğer bedendışı deneyimler arasında özel bir yeri vardır. Astral beden için duvar gibi fiziksel nesneler ve uzaklık bir engel oluşturmayacağı ileri sürülür. Yani, iddialara göre kişi bu bedeniyle bir anda kıtalararası yolculuk yapabilir ve maddî engellerin içinden geçebilir. Fiziksel bedenden çıkıldığında öte-âlem varlıklarının görülebileceği de ileri sürülmektedir. Uyku sırasında yapılan astral seyahatın fiziksel bedene dönüldüğünde bir rüya tarzında anımsandığı söylenmektedir. Astral seyahatin okült ve teozofik kaynaklarda ve birçok araştırmacının çalışmalarında "irâdî olarak fiziksel bedenden ayrılma" şeklinde tanımlanmasına karşın (Dr. Scott Rogo, Leaving The Body, 1983), İngiliz parapsikolog Celia Gren bir ayrım yapmış ve “fiziksel bedendışı deneyimler”den kendiliğinden (iradedışı) oluşanları için ekzomatik deneyim () terimini ortaya atmıştır. Konu hakkında en fazla araştırma yapmış kişilerden biri araştırmalarını "Journeys Out of Body" adlı kitabında aktaran Robert Monroe'dur. Hâlen Amerika Birleşik Devletleri'nde Monroe Enstitüsü adıyla bilinen bir kurum, bu konuda çalışmalarını sürdürmektedir. Astral seyahat yaptığını söyleyen kişiler yaşadıkları deneyimi dış dünyadan bağımsız öznel bir bilinç durumu olarak tanımlamanın ötesinde bu olgunun gözlemlenebilir maddî yaşamla etkileşime imkân tanıyan bir niteliğe sahip olduğunu savunurlar. (Örneğin ameliyat esnasında tıbben bilinçsiz bir durumdayken bedenden ayrılıp kendisine yapılan operasyonu yukarıdan gözlemlemek ya da iddia edilen fizikötesi varoluş içerisinde herhangi bir kişinin gerçek yaşamda bulunduğu konuma giderek gerçek durumuna şahit olabilmek.)
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1843", "len_data": 2413, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 3.86 }
Commodore 64, tüm zamanların en çok satan kişisel bilgisayar (Home Computer) modeli. Ocak 1982'de Commodore Business Machines tarafından ilk olarak tanıtıldı. İsmindeki 64, 64 kilobyte'lık RAM'inden gelmektedir. Genellikle C64 olarak ifade edilir ve bazen Commodore şirket logosuna benzetmek için C=64 olarak yazılır. CBM 64 (Commodore Business Machines Model number 64) ya da VIC-64 (bu isim bazı kullanıcılar, dergi yazarları, 3. parti reklamlar ve İsveç'teki Commodore tarafından kullanılır) olarak da bilinir. Ağustos 1982'de 595$ fiyat ile piyasaya sunuldu. Fiyatı 1983'ün sonlarında 200$'a kadar indirildi. 64 KB RAM belleğiyle, ses ve görüntü performansıyla o zamanların IBM uyumlu bilgisayarlarına göre daha üstün bir sistem sunuyordu. Commodore 64'ün yaşam süresi boyunca (1982'den 1994'e) toplamda yaklaşık olarak 17 milyon cihaz satıldı. Commodore 64 için geliştirme araçları, ofis uygulamaları ve oyunları dahil yaklaşık 10.000 tane ticari yazılım hazırlandı. Ayrıca demoscene'in popüler olmasında önemli rol oynamıştır. C64, bugün hâlâ bazı bilgisayar meraklıları tarafından kullanılıyor; ve emülatörler (fonksiyonelliği ve taklit başarı derecesi değişmekle beraber) sayesinde modern bilgisayarlarda (hatta akıllı telefonlarda) bu uygulamaların çalıştırılması sağlıyor. Genellikle C64, 1980'li yılların bir simgesi olarak görülür. Örneğin adlı oyunun tanıtım görüntüsünde C64 ekranı belirir. Tarihi. Ocak 1981'de MOS Technology Inc. (C64'ün çip tasarımı yapan yan kuruluşu) yeni nesil video oyun konsollarında kullanılacak görüntü ve ses çipleri tasarlamak için bir proje başlattı. Görüntü için MOS Technology VIC-II isimli, ses için MOS Technology SID isimli çiplerin tasarım işlemleri Kasım 1981'de tamamlandı. Daha sonra Commodore, Yashi Terakura tarafından tasarlanan yeni çipleri (Ultimax, Commodore Max Machine) kullanan bir oyun konsolu projesi başlattı. Sonunda, Japon piyasası için üretilen birkaç makineden sonra bu proje iptal edildi. O sıralarda Robert Russell (VIC-20'nin sistem programcısı ve mimarı) ve Robert Yannes (SID'in tasarımcısı) bir ürün üzerinde çalışıyorlardı. VIC-20'nin devamı olan bu ürün, Al Charpentier'ın (VIC-II'nin tasarımcısı) ve Charles Winterble'ın (MOS Technology'nin yöneticisi) desteğiyle Commodore CEO'suna (Jack Tramiel) sunuldu. Tramiel, makinenin 64 KB RAM belleğinin olması gerektiği söyledi. Bu büyüklükteki DRAM'in o sıralar 100$ olmasına rağmen, O zamanla bu fiyatın kabul edilebilir bir seviyeye düşüceğini biliyordu. Kasım ayında Tramiel, 1982 elektronik fuarı (Consumer Electronics Show) ile aynı zamana rastlasın diye Ocak'ın ilk haftası için bir teslim tarihi koydu. VIC-40 kod adlı bu ürün VIC-20'nin varisiydi. Bu çipi yapan takımda Robert Russell, Robert Yannes and David A. Ziembicki vardı. Takım, Noel ve Şükran Günü'nde bile bıkmadan çalıştıktan sonra dizayn, prototipler ve örnek yazılımlar fuar için zamanında bitirilmişti. VIC-40 sunulacağı zaman ismi, o zamanki Commodore iş ürünleri ailesinde kullanılan isimlere (P128, B256) uyması için C64 olarak değiştirildi. C64 etkileyici bir başlangıç yaptı. Üretim mühendisi David A. Ziembicki şöyle diyor : " Atari'ciler standımızda ağızları açık vaziyette duruyorlardı ve bunu 595$'a nasıl yapabildiniz diyorlardı". Cevap, Commodore'un MOS Technology'nin çip üretim tesislerine sahip olmasında saklıydı. Her bir C64'ün tahmini üretim maliyeti 135$ idi. Fakat ucuz üretim teknikleri üretim sorunlarıyla sonuçlandı. İlk zamanlardaki ürünlerin çoğunda bulanıklığa sebep olan görüntü sorunları vardı. Bu, alfanümerik karakterlerin okunmasını zorlaştırıyordu. Pazar savaşını kazanması. Ağustos 1982'de rakiplerinin karşısına çıktı. Düşük ücreti ve gelişmiş donanımıyla kısa sürede birçok rakibini geride bıraktı. ABD'deki en büyük rakipleri Atari 8bit 400/800, IBM PC ve Apple II idi. Atari 400 ve 800 donanım bakımından C64'e bayağı benziyordu ama üretimi pahalıydı. IBM PC ve Apple II ailesinin en yeni ürünleri C64'ten daha yüksek çözünürlük modlarına sahiptiler. Ama renk desteğinin zayıflığından dolayı nadiren kullanılıyorlardı. Sonuçta, uygulamada C64'ün 16 renkli grafik ve ses yetenekleri diğerlerini geride bıraktı. Ama IBM PC ve Apple II, C64'te olmayan dahili genişletme slotlarına sahiptiler. 1982/83 yıllarında 4 makine de benzer hafıza konfigürasyonuna sahiptiler. Apple II+ 48K, IBM PC 64K, Atari 800 48K hafızaya sahipti. IBM PC ve Apple II 1200$'ın üzerinde, Atari 800 ise 900$ civarındaydı. Commodore'un başarısının anahtarlarından biri de pazarlama taktikleridir. Commodore, C64'ü sadece yetkili satıcılar üzerinden değil, büyük mağazalarda, indirimli satış mağazalarında, oyuncakçı dükkânlarında da sattı. Kompozit video çıkışına sahip olduğu için özel bir monitöre gereksinim duymuyordu ve doğrudan televizyona bağlanabiliyordu. Bu özellik, Atari 2600 gibi oyun konsollarıyla da yarışabilmesine imkân sağlıyordu. 1984'te Commodore Commodore Plus/4 adlı modeli piyasaya sürdü. Plus/4 daha fazla rengi destekleyen bir görüntü ve BASIC'in daha yeni sürümünü (sürüm 3.5) sunuyordu. Ama Commodore, Plus/4'ü C64 ile uyumsuz yaparak büyük bir stratejik hata yapmıştı. Birleşik Krallık'ta (UK), C64'ün en büyük rakipleri Sinclair ZX Spectrum ve Amstrad CPC 464 idi. C64'ten birkaç ay önce üretilen Spectrum, düşük ücretiyle kısa sürede pazar lideri oldu. 1983'ün başlarında Spectrum 175£ iken C64 399£ idi. C64'ün Spectrum karşında işi zordu. Ama C64, 1980'lerin ikinci yarısında popülerlikte Spectrum ile rekabet edecekti ve Kasım 1990'da üretimine son verilen Spectrum'dan daha fazla yaşayacaktı. Commodore birkaç kere C64'ün üretimine son vermeyi düşündü. Ama talepler yüzünden sonlandıramadı. 1988'de dünya çapında 1,5 milyon C64 satıyordu. 1990'da ABD'de taleplerin düşmesine rağmen İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinde popülerliğini korudu. Mart 1994 CeBIT (Hanover, Almanya) fuarında C64'ün üretiminin 1995'te durdurulacağı duyuruldu. Commodore, C64'ün disket sürücünü üretmenin C64'ün kendisini üretmekten daha pahalıya mal olduğunu söylüyordu. Tarihin 1995 olarak planlanmasına rağmen şirket 1 ay sonra Nisan 1994'te iflas etti. C64 ailesi. 1982'de Commodore, Commodore MAX Machine'i Japonya'da üretti. ABD'de buna Ultimax, Almanya'da ise VC-10 dendi. Max, sınırlı hesaplama kapasiteli bir oyun konsolu olarak tasarlanmıştı. Tutulmadığı için piyasaya çıkışından birkaç ay sonra üretimine son verildi. 1984'te C64'ün taşınabilir sürümü SX-64 üretildi. SX-64, ilk tam renkli taşınabilir bilgisayardı. 5 inçlik (127 mm) bir CRT ekrana ve 1541 disket sürücüsüne sahipti. Kaset konnektörü yoktu. 1986: Commodore 64C (C64C) üretildi. İşlevsellik bakımından C64'ün aynısıydı. Ama kasası yeniden tasarlanmıştı. SID, VIC ve I/O çiplerinin çekirdek voltajı 12'den 5'e düşürülmüş yeni sürümleri kullanılmıştı. Daha sonra daha ufak olan 1541-II ve 800KB 3,5” lik 1581 disket sürücüleri üretildi. 1990: C64, C64 Games System (C64GS) denen oyun konsolu şeklinde üretildi. C64C'nin anakartına yapılan ufak bir modifikasyonla kartuşları yukarıdan takılabilecek hale getirildi. ROM'da da değişiklik yapılmıştı. Böylece cihaz açıldığında BASIC yorumlayıcısı yerine kullanıcının kartuş takmasını söyleyen uyarı geliyordu. C64GS, Commodore için diğer bir ticari başarısızlıktı. Avrupa'nın dışında hiç piyasa sürülmedi. C64'ün gelişmiş varisi Commodore 65 (C64DX) projesi başlatıldı. Ama 1991'de Commodore'un yönetici Irving Gould tarafından proje iptal edildi. C65'in teknik özellikleri 8 bitlik bir bilgisayara göre gayet iyiydi. Örneğin OCS tabanlı Amiga'lar sadece 64 renk gösterebilirken, C65 256 renk gösterebiliyordu. C64 klonları. C64'ün piyasadan çekilmesinden 10 yıl sonra 2004'ün ortalarında PC üreticisi Tulip Computers BV, C64 Direct-to-TV (C64DTV) isimli cihazı duyurdu. ROM'unda 30 oyun bulunan joystick'li bir C64 idi. Jeri Ellsworth tarafından tasarlandı. ABD'de QVC'de 2004 tatil sezonu için tanıtıldı. Bazı kullanıcılar bu ürüne, 1541 disket sürücü, ikinci bir joystick ve klavye takarak C64'e benzettiler. C64 hayrnaları hâlâ Ethernet kartları, Flash kart arabirimleri gibi yeni donanımlar geliştiriyor. C64 ve demoscene. C64 üretildiğinde onun grafik ve ses yetenekleriyle boy ölçüşebilecek tek bilgisayar 8 bitlik Atari ailesiydi. O zamanlar IBM bilgisayarlar sadece yazı tabanlı yeşil ekran monitörlere ve biplerden oluşan seslere sahipti. Dönemin ünlü oyun firmaları ardı arkasına Commodore 64 için oyunlar piyasaya sürmekteyken bazı yetenekli gençler bu büyük firmaların yayınladığı oyun ve programları "crack" edip piyasa sürmeyi başarıyordu. Bu gençler zamanla bir araya gelip gruplar oluşturdular. Oluşturdukları gruplar oyun ve programları kopyalamak dışında programcılık yeteneklerini ve yaratıcılıklarını "demo" denilen kendi yazdıkları görsel işitsel öğeler barındıran programlarla insanlarla paylaşmaya başladılar. Günümüzde Fairlight, Crest, TRSI, Triad gibi demo grupları hâlen aktif olarak C64 platformunda demo yapan gruplar arasındadır. Türkiye'de ise Bronx, Clique gibi gruplar Türkiye'de "demoscene" alt kültürünün oluşmasına yardımcı olmuşlardır. Gelişmiş grafik ve sesinden dolayı Demoscene isimli bilgisayar alt kültürünün yaratıcısı olarak görülür. 16 bitlik Atari ST ve Commodore Amiga 1985'te çıktığında, C64, demo programcıları arasında zirvedeki yerini kaybetti. Ama 1990'ların başına kadar popülerliğini sürdürdü. 2000'li yıllarda C64 hâlâ bir demo makinesi olarak kullanılıyor. Özellikle müzik için (ses çipi PC'ler için özel ses kartlarında bile kullanıldı). Ne yazık ki PAL ve NTSC modlu C64'ler arasındaki farklar uyumluluk problemi yarattı. Demo'ların büyük çoğunluğu yalnız PAL makinelerde çalışır. Donanım. Grafik ve ses. C64, 8 bitlik 6510 mikroişlemcisini kullanır. Bu işlemci 6502'den temel farkı 6 bitlik dahili I/O portu eklenmiş olmasıydı. 64KB RAM'e sahiptir. Bunun 38 KB'ını Commodore BASIC 2.0 kullanır. Ancak, istenildiğinde Commodore BASIC 2.0 'ın kullandığı RAM alanını da kullanmak mümkündür. Grafik çipi VIC-II 16 renk, 8 sprite desteği (yazılım teknikleriyle artırmak mümkün) ve 2 bitmap grafik modu sunuyordu. Standart text modunda 40 kolon destekleniyordu. Ses çipi SID, her biri kendi ADSR envelope üreticisine ve çeşitli dalga formları, ring modülasyonu, filtre özelliklerine sahip 3 kanal içeriyordu. Zamanına göre oldukça gelişmiş bir model olan bu çip Bob Yannes tarafından tasarlanmıştı. Yannes diğer bilgisayar ses çiplerini “ilkel...belli ki müzik hakkında hiçbir şey bilmeyenler tarafından tasarlanmış” diyerek eleştiriyordu. SID çipinin 2 sürümü vardır. İlk sürüm tüm orijinal breadbox C64'lerde, C64C'nin ilk sürümlerinde ve Commodore 128'de bulunan 6581 çipidir. Daha sonra 1987'de 8580 çipiyle değiştirildi. 6581'deki ses daha temizdi. Bu yüzden birçok C64 fanı hâlâ onun sesini tercih ediyor. 6581 ve 8580 arasındaki ana fark voltaj beslemesiydi. 6581 12v kullanırken 8580 9v kullanıyordu. SID çipinin meraklıları tarafından unutulamayan kendine has bir sesi vardır. 1999'da İsveçli firma Elektron, 6581 çipini kullanan SidStation isimli synthesizer modülünü üretti. Birkaç grup bu cihazı müziklerinde kullanıyor. Donanımda değişiklikler. Üretim maliyetinin düşürülmesi Commodore'un sıkı rekabet içinde hayatta kalabilmesi için çok önemliydi. C64'ün orijinal anakartında önemli değişiklikler yapıldı. VIC-II, SID ve PLA çiplerinin yerleri değişti. Diyot, direnç gibi devre elemanlarının sayısı azaltılarak maliyet düşürüldü. Böylece devrenin boyutları da ufaldı. C64 harici bir güç kaynağı kullanıyordu. Bu sayede kasanın ufak olmasını sağlayan güç kaynağı C64'ün güç gereksinimlerini ancak karşılıyordu. Aşırı ısınmadan zarar görebilen bu güç kaynağının yerine bazı kullanıcılar daha güçlü, daha iyi soğutmalı üçüncü parti güç kaynakları satın alıyorlardı. 1541-II ve 1581 disk sürücüleri kendi güç kaynaklarıyla geliyorlardı. Sonraki yıllarda ek RAM üniteleri eklendiğinde üçüncü parti güç kaynakları daha önemli hale geldi. C64 Yazılımıyla ilgili notlar. C64'e gömülü olarak gelen BASIC V2 bazı durumlarda çökebiliyordu: PRINT””+-x (x herhangi bir tam sayı) komutunun çalıştırılması, başlangıç satır numarası 350720, 353279 sayıları arasında olan BASIC programlarını yaratma denemeleri. C64'te sürpriz yumurta (Easter Egg) ya da ekran koruyucu denebilecek bir durum vardı. RUN/STOP ve RESTORE tuşlarına birlikte bastıktan ve POKE781,96:SYS58251 satırını girdikten sonra aktif oluyor. VIC çipinin ekranın üst, alt ve yanlarında kenarlık göstermesini engellemek donanım register'larında yapılacak değişiklik ile mümkün.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1845", "len_data": 12425, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.42 }
Nirvana, 1987'de Aberdeen, Washington'de kurulmuş Amerikan grunge müzik grubudur. Gitar ve vokalde Kurt Cobain, bas gitarda Krist Novoselic ve bateride Dave Grohl bulunmaktaydı. 1989 yılında çıkardığı ilk albüm "Bleach'le" sesini pek duyuramayan grup, 1991 yılında çıkardığı "Nevermind" albümü ile müzik dünyasında tam anlamıyla bir çığır açtı ve X kuşağının ana figürlerinden bir grubu hâline geldi. Billboard 200 number-one albüm listesinde Michael Jackson'ın milyon dolarlık albümünü tahtından indirdi. Albümün ilk single'ı "Smells Like Teen Spirit" ilk çıktığı yıllarda dev bir hayranlık kitlesi oluşturdu ve kısa zamanlarda dünyanın en popüler şarkılarından biri hâline geldi. Yarattığı etkiyle Amerika'da hair metalin popülaritesini bitirmiştir. 4/4'lük ritim kalıplarıyla, yalın fakat akılda yer tutan melodileriyle ve vurucu sözleriyle kendine özgün bir tarz oluşturan solist Kurt Cobain, aynı zamanda çalkantılı yaşamı ve uyuşturucu bağımlılığı ile de gündeme gelmiştir. 1993 yılında "In Utero" albümünü çıkaran grup başarısını sürdürmüştür. 1994 yılında Kurt Cobain'in ölümüyle grup dağılmıştır. Nirvana 1990'ların başında "Nevermind" albümüyle alternatif rock tarzında yeni bir müzik çağı başlatmıştır. 2009 verilerine göre dünya çapında 75 milyondan fazla albüm satışı elde etmiştir. "Rolling Stone", 2004 yılında grubu "Tüm Zamanların En İyi 100 Sanatçısı" listesine ekledi. 2014'te dünya çapında önemli yer edinmiş Rock/Metal türündeki sanatçı ve grupların dahil olduğu Rock and Roll Hall of Fame kulübüne dahil edildiler. Nirvana her ne kadar üç ana üyesiyle meşhur olsa da Kurt Cobain'in intiharından kısa süre önce grubun çektirdiği bir stüdyo fotoğrafında beş üye olarak görülmektedir. Pat Smear ikinci gitarist olarak gruba 1993'te katılım yaptı. Çellist Lori Goldston da Pat Smear gibi 1993'te gruba katılmıştır. Bu ikili 1993-1994 yılları arasında MTV Unplugged performansı dahil olmak üzere grubun dağılmadan önceki son 70 konserine katkı sağlamıştır. Tarihçe. Kuruluş ve ilk yıllar (1987-1988). Şarkıcı ve gitarist Kurt Cobain ve basçı Krist Novoselic, Washington eyaletindeki Aberdeen Lisesi'nde okurken tanıştılar. Çift, Melvins'in çalışma alanını sık sık ziyaret ederken yakın arkadaş oldular. Cobain, Novoselic'e bir grup kurma önerisi verse de, ancak Novoselic uzun süre bu öneriye sıcak bakmadı. Cobain, ona sonra Fecal Matter adını verdiği amatör grubunun bir demo kasetini verdi. Novoselic demoyu dinledikten sonra Cobain'in grup önerisini kabul etti. İkili bir araya geldikten sonra grubun adını Sellouts olarak değiştirdiler. Bu grup bir Creedence Clearwater Revival cover grubuydu. Grup daha sonra davula Bob McFadden'i aldılar, ancak bir ay sonra proje başarısız oldu. 1987'nin başlarında, Cobain ve Novoselic davulcu Aaron Burckhard'ı gruba aldı. Cobain'in Fecal Matter grubundan kayıt ettiği riffleri tekrar derlediler. Cobain ve Novoselic bir taşra şehri olan Aberdeen'de müzik kariyerlerini ilerletemeyeceklerini anlayınca, 1987'de kız arkadaşları Tracy Marander ve Shelli Hyrkas ile beraber üniversiteli gençlerin yoğunlukta olduğu Aberdeen'in komşu şehri Olympia'ya taşındılar. Olympia'da çeşitli bateristlerle barlarda performans gösterdiler. Aynı zamanda kendi parçalarını da üretmeye devam ediyorlardı. Grup, bu süre zarfında "Skid Row", "Pen Cap Chew" ve "Ted Ed Fred" gibi bir dizi isimden geçti. Ürettikleri parçaları albüme dökmek isteyen ikili bir türlü düzenli çalışacak bir baterist bulamıyordu. Sonunda Aberdeen'den de tanıdıkları Melvins grubunun bateristi Dale Crover'dan albüm kaydı için yardım istediler. Crover yardım teklifini kabul edip grubun 10 Ocak 1988'de ilk demo kayıtlarına yardım etti. Grup adının hikâyesi. İkili 1987'de Olympia'ya taşındıklarında sınıfsal zorluklar çektiler. Aberdeen, Olympia'ya nazaran geri kalmış bir taşra şehriydi. Aberdeen'den Olympia'ya yoğun bir göç vardı. Çoğunluğu üniversiteli gençlerden oluşan Olympia, Aberdeen'den gelenlere pek sıcak bakmayıp ve sıklıkla aşağılıyorlardı. Bu sınıfsal tepkiden Cobain ve Novoselic de nasibini alıyordu. Bir üniversite partisi için konser daveti alan grup, baterist Aaron Burckhard'ın giyiminden dolayı partideki gençlerin alayı hâline gelmişlerdi. Bu sınıfsal tepkiler Kurt Cobain'in gruba Nirvana adını verdiği düşünülmektedir. Cobain grup adı için verdiği bir röportajda şunları söyledi;"Angry Samoans punk grup adları gibi kaba, şehvetli bir serseri adı yerine biraz güzel, zarif ve hoş bir isim seçmeyi tercih ettim" 1988'in başlarında, Crover ikiliye kayıt yardımı yaptıktan sonra San Francisco'ya gitti, ancak davulcu olarak ikiliye Dave Foster'ı önerdi. Lakin Foster'ın Nirvana'daki görev süresi yalnızca birkaç ay sürdü; Foster bir olaydan ötürü hapis cezası alınca, ikili tekrar Burckhard'ı gruba aldı. Burckhard, Cobain'e bir gün antrenman yapamayacak kadar akşamdan kalma olduğunu söyledikten sonra tekrar ayrıldı. Cobain ve Novoselic, Seattle müzik yayını olan "The Rocket'e" davulcu arayan bir ilan verdiler, ancak tatmin edici yanıtlar alamadılar. Bu arada bir arkadaşları onları davulcu Chad Channing ile tanıştırdı. Channing, Cobain ve Novoselic ile birlikte çalmayı kabul etti; ancak Channing'in sonradan yaptığı bir açıklamaya göre, "Aslında hiçbir zaman 'tamam, varsın' demediler." dedi. Channing, Mayıs 1988'de devraldığı bateri görevini, 1991'e kadar Dave Grohl'a devretti. İlk single ve albüm yayınları: "Bleach" (1988–1990). 1988'de demo kayıtlarını bitiren grup bu parçaları artık albüme basmak istedi. Demoları plak şirketlerine göndermelerine rağmen hiçbirinden dönüş alamadılar. Plak şirketleri yeni kurulmuş bu gruba yanaşmıyordu. Grup sonunda, albüm için ekseriyetle yeni gruplarla çalışan Sub-Pop plak şirketinin kapısını çaldı. Sub-Pop grubun demosunu dinledikten sonra grupla bir kontrat imzaladı. Firma 1988 Kasım'da grubun ilk single'ı olan Shocking Blue parçası olan Love Buzz parçasını cover'layıp yayınladı, ancak ilerleyen yıllarda firma vaatlerini yerine getirmedi. Albüm için grubu 1.5 yıl oyaladı. Anlaşamadıkları kısımlar albüm kayıt ücreti ve şarkı seçimleri üzerineydi. İlk Seattle macerası. Nirvana, albümü beklerken aynı zamanda konser sıkılığını da arttırıyordu. Olympia'daki çoğu barda konser veren grup, Olympia'nın komşu şehri Seattle'da da konser vermek istediler. Olympia'ya göre müzik kültürü daha sağlam olan Seattle'ın asi gençliğini tatmin etmek kolay olmadı. Nirvana'nın ilk bireysel Seattle macerası facia ile sonuçlandı. Seattle'ın büyük barlarına hakim olamayan Nirvana, ilk bireysel konserlerinde kitlenin negatif tepkisini aldı. Kötü performanstan ötürü konser ortasında Seattle gençliği barı terk etti. Olaydan sonra grup bir süreliğine Seattle'dan uzak durdu. Öncü grunge gruplarıyla ilk etkileşim. Nirvana, albüm için tekrar Sub-Pop'a uğradı. Sub-Pop albümü yayınlamada ağır davransa da Nirvana'ya konser jestleri yapmaya karar verdi. 1988'lerde Sub-Pop'ın bünyesinde Seattle'da kendini kanıtlamış olan Soundgarden, Mudhoney, Sonic Youth, Green River, Scratch Acid gibi grunge türünün öncü grupları vardı. Bireysel konserlerde özgüven sorunu yaşayan Nirvana, Sub-Pop'ın aracılığıyla bu büyük grupların konserlerinde ön grup oldular. Yoğunluk Seattle olmak farklı şehirlerde konser elde etme şansı yakaladılar. 1988-1990 arasında birkaç konserde Alice in Chains ile de orta konser verme fırsatı yakaladılar. Sahnede gitar kısımlarında yetersiz olduğunun farkına varan Cobain, gruba ikinci gitarist olarak Jason Everman'ı aldı. Bleach albümünün yayınlanması. Maddi nedenlerden ötürü bir türlü yayınlanamayan albüm Nirvana'yı pes ettirdi. Grup sonunda 606.17$ kayıt ücretini cebinden ödemeyi kabul etti. Nihayetinde 1.5 yıllık bekleyişin ardından albüm Haziran 1989'da yayınlandı. Albümün prodüktörü, hem Skin Yard gitaristi hem de Soundgarden ve Mudhoney gibi grupların da prodüktörü olan Jack Endino idi. Albümün çıkışının sağlanmasında büyük rol oynayan gitarist Jason Everman, albüm sonrasında grubun ikinci gitaristi olarak gruba katıldı.Albüm müzikal olarak Melvins'in heavy dirge-rock, Mudhoney'in 80'ler punk ve Black Sabbath'ın 70'ler heavy soundunu taşıyordu. Günümüz müzik perspektifine göre yorumlanırsa, albümün genel aurası Sludge Metal havasındadır. Sözler ise günlük yaşantıdan, film ve dizilere atıfta bulunuyordu. "Floyd the Barber" parçası biri dizi karakterinden esinlemeydi. Albümün hit parçası "About a Girl" ise soyut bir aşk parçası olup Kurt Cobain'in 80'lerde sevgilisi olan Tracy Marander için yazılmıştı. Parça o kadar soyuttu ki Tracy ilk yıllarda parçanın kendisine yazıldığını bilmiyordu. Parçanın kendisi için yazıldığını Kurt'ün intiharından sonra yayınlanan bir kitap aracılığıyla öğrendi. Albüm kapağı ise, Nirvana'nın 80'lerde verdiği bir bar konserinde Cobain'in sevgilisi Tracy Marander tarafından çekilmiş bir renkli fotoğraf siyah beyaz negatif edilerek kullanıldı. Tracy Marander yıllar sonra fotoğrafın orijinal renkli halini gazetecilerle paylaştı. Nirvana; Soundgarden, Mudhoney ve Sonic Youth ile beraber verdiği konserler sayesinde canlı performans tecrübelerini ilerletmişti. Bu başarı dinleyici ve radyo yayıncılarının da dikkatini çekmişti. Albümün tüm kopyaları satılıp radyolarda yayınlanmaya başladı. Sub-Pop albümden 40.000 kopya bastı. Albüm tamamen satılmasına rağmen Nirvana, Sub-Pop'tan bir ödeme alamadı. Albüm adı, 1980'lerde artan AIDS vakalarına azaltmak için ABD Halk Sağlığı Merkezinin bir afişine atıfta bulunmaktadır. Soundgarden ile etkileşim. 88-90 arası konserler sayesinde Nirvana; Soundgarden, Mudhoney ve Sonic Youth üyeleriyle bir yakınlaşma yakaladı. 90 öncesi fotoğraflarda Kurt Cobain'in üzerinde Sonic Youth ve Mudhoney t-shirt'leriyle fotoğraflanırken, Chris Cornell ise Nirvana t-shirt'ü ile fotoğraflanmıştır. Bu yakınlaşma üye değişimine kadar ilerledi. Nirvana, grubun ikinci gitarist Jason Everman'ın artık hevesli olmadığının farkına vardı. Jason Everman sonra kendi isteğiyle Nirvana'dan ayrıldı. Aynı yıllarda Soundgarden, süre gelen bas gitarist sıkıntısı yaşıyordu. Soundgarden üyeleri Jason Everman'ın konserlerdeki performanslarından etkilenip, Everman'ı Soundgarden'a elektro gitar yerine bas gitarist olarak davet etti. Everman teklifi kabul etmesine rağmen, Soundgarden ile bir ritim yakalamayıp Soundgarden'dan ayrıldı. Popüler olmaya doğru: Diğer grunge gruplarının akıbeti (1990-1991). Yıllar 1990 olduğunda Nirvana müzikal altyapısını yeni oturtmuşken diğer grunge devlerinden Soundgarden ve Alice in Chains, popülarite olarak Nirvana'nın çok ötesindeydi. Bu iki grup artık ana akım müzik piyasasına girip parçaları tv'lerde rotasyona girmişti. İlk büyük atılımı Alice in Chains yapmıştı, 1990 yılında dünya çapındaki plak şirketlerinden Columbia Records ile kontrat imzaladılar. İlk albümleri Facelift ABD'de 6 ay içinde 400.000 adet sattı. Parçaları MTV'de dönmeye başladı. Soundgarden ise bir başka plak şirketi devlerinden A&M Records kontrat imzalayıp 1991'de çıkacak olan Badmotorfinger albümünün kayıtları üzerinde çalışıyordu. Bir diğer öncü grunge grubu Mother Love Bone, overdose uyuşturucudan ölen vokali Andrew Wood'tan sonra 1990'da grubu dağıtmışlardı. Daha sonra grubun üyeleri Chris Cornell'in önerdiği Eddie Vedder ile tanışıp Pearl Jam grubunu kurmuşlardı. Bu grup da ünlü Epic Records ile kontrat imzalayıp 1991'de çıkacak olan Ten albümlerinin hazırlığına girişmişti. Nirvana ise 1990'da yeni parçalar üzerinde çalışmaya yeni başlamıştı ana henüz büyük firmayla kontratları yoktu. Nevermind'ta tamamladıkları ilk parça In Bloom oldu. Bu parçayı konserlerde de çalmaya başladılar. Parça dinleyicilerden olumlu tepki alıyordu. Soundgarden'ı elinden kaçıran Sub-Pop firması Nirvana'yı elinden kaçırmak istemedi. Yeni bir kontrat Nirvana'ya önerdiler. Kurt Cobain önlerine verilen kontratın içeriğini pek anlamadı. Büyük bir firma ile kontrat imzalamış olan Chris Cornell ile iletişime geçip tavsiye istedi. Grunge gruplarını popüler eden menajer: "Susan Silver". Susan Silver, 1983'te müzik menajerliğine amatör giriş yapmış olan bir menajerdi. 1985'te Soundgarden ile tanıştı, 1986'da grubun menajerliğini üstlendi. 2 yıl sonra ise edindiği çevreyle Soundgarden'ı dünya çapındaki A&M Records ile kontrat imzalamasını sağladı. Amatör olan Soundgarden'ı A&M Records'a taşıyan Silver menajerler arasında dikkat çekmişti. 1988'de Susan Silver, iki ortak menajer olan Kelly Curtis ve Ken Deans ile tanıştı. Curtis ve Deans menajerleri olduğu grupları Susan Silver'a gösterip büyük firmalara tanıtmasını istediler. Menajeri olduğu gruplardan biri de Seattle'lı amatör grunge grubu Alice in Chains'ti. Alice in Chains'in demosunu dinleyen Silver, gruptaki cevherin farkına varmasına rağmen Curtis ve Deans'e belli ettirmedi. Silver'dan olumlu dönüş alamayan Curtis ve Deans, menajeri olup da popülerlik ışığı taşımayan grupların menajerliğini bırakıyordu. Menajerliğini bıraktıkları gruplardan biri de Alice in Chains'ti. Alice in Chains'in menajer olarak boşa çıktığını gören Silver, Alice in Chains ile bir menajerlik sözleşmesi imzaladı ancak A&M Records, Soungarden'a nazaran gitar tonları sert olan Alice in Chains ile kontrat imzalamadı. Pes etmeyen Susan Silver, Columbia Records ile bağıntı yakaladı. Alice in Chains'in demosunu Columbia Records'a dinlettirdi. Columbia Records'tan olumlu cevap alan Silver, Alice in Chains'i Columbia Records'a taşıdı. Daha sonra bir MTV bağıntısı yakalayan Silver, grubun video kliplerini MTV'de rotasyona soktu. Alice in Chains 1990'da 6 ayda 400.000 albüm satışı elde etti. 1990'da Nirvana Sub-Pop'tan gelen kontrat önerisi için, popülerlik basamaklarını hızlıca tırmanan Chris Cornell'den tavsiye istedi. Chris Cornell, Nirvana üyelerini Susan Silver ile tanıştırdı. Susan Silver ile tanışan Nirvana üyeleri, kontratı Silver'a gösterdi. O yıllarda Chris Cornell ile sevgili olmasına rağmen Silver, Cornell'in önerdiği bu grubu A&M Records ve Columbia Records'a önerme zahmetine girmedi. Aynı yıl Pearl Jam'in de menajerliğini üstlendiği için Silver Nirvana'ya sıcak bakmadı. Zamanının çoğunu Alice in Chains, Soundgarden ve Pearl Jam'e ayırıyordu. Nirvana'nın menajerliğini üstlenmeyen Silver yine de Sub-Pop'ın Nirvana'ya önerdiği kontratı inceledi. Kontratı inceledikten sonra Nirvana üyelerini kesinlikle Sub-Pop'tan uzak durmalarını önerdi. Yeni grupların kontratlarında uzmanlaşmış menajer olan Alan Mintz'e yönlendirdi. Silver'ın tavsiyesini dikkate alan Nirvana üyeleri, Sub-Pop ile kontrat imzalamadı, Alan Mintz ile iletişime geçti. Nirvana'nın demolarını alan Alan Mintz, bu demoları plak şirketlerine göndermeye başladı. 1990'da Nirvana yeni plak şirketi ararken o esnada yeni parçalar üretmeye devam ediyordu. Üretimini tamamladıkları parçalardan biri de Smells Like Teen Spirit idi. Bu parçayı albüm yayınlanmadan önce konserlerde çalmaya başlamışlardı. Daha albüm çıkmadan yavaştan Seattle dışında da dikkat çekmeye başladılar. Sürpriz bir şekilde Alan Mintz'e, himayesinde Elton John ve Lynyrd Skynyrd gibi dünya çapında sanatçı ve grupları barındıran MCA Records olumlu dönüş yaptı. MCA Records, Nirvana ile kontrat imzalamaya hazır olduklarını söyledi. Nirvana MCA Records ile kontrata hazırlanırken, amatör dönem konser arkadaşları olan Sonic Youth'tan bir öneri geldi. Sonic Youth da 1990'da Sub-Pop'tan ayrılıp Geffen Records'un bir alt kuruluşu olan DGC Records ile anlaşmıştı. Nirvana'yı da DGC Records'a gelmeleri yönünde öneriler verdiler. Nirvana üyeleri Sonic Youth üyelerinin önerisine uyup DGC Records ile kontrat imzaladı. DGC Records, Nirvana'nın yeni albümü için geçmişinde The Smashing Pumpkins olan prodüktör Butch Vig'i atadı. Nirvana 1991 Nevermind albümüyle popüler olunca Susan Silver Nirvana ile iletişime geçip grubun menajerliğini üstlenmek istedi. Nirvana bu menajerlik teklifini kabul etti. Silver 1991-1992 arasında kısa süreliğine menajerliği üstlendi. Nirvana popüler olurken belli bir zamandan sonra; dergi, tv ve gazeteler Kurt Cobain'in müzik dışı özel yaşamına odaklandı. Kurt Cobain ve Courtney Love'ın uyuşturucu kullanımına yönelik magazin haberleri artık ABD'de ana haber bültenlerine konu oluyordu. Bir dergide Cobain ve Courney Love hakkında çok detaylı haberler çıkınca, Cobain bu haberlerin yakın çevresinden birileri tarafından sızdırıldığının farkına vardı. O dönem Susan Silver konser ayarlamaları nedeniyle sık sık Cobain'in evinde kalıyordu. Cobain ve Love, bu haberlerin Susan Silver tarafından Nirvana'yı diğer üç grunge grubun gölgesine düşürtmek için kasten sızdırıldığının kanısına vardı. Nihayetinde 1992'de Cobain, Susan Silver'ın bu haberlerin kurbanı ilan edip grup ile menajerliğini feshetti. Olaydan sonra Nirvana, diğer üç büyük grunge grubuyla arasında sert bir mesafe koydu. Alice in Chains, Soundgarden ve Pearl Jam 1990-1995 arasında üye değişimleri ve süper gruplar (Temple of the Dog, Mad Season) kurarken, Nirvana bu olaylara çok uzak durdu. Nirvana üyeleri 2014 yılında Rock and Roll Hall of Fame gecesinde Nirvana geçmişinde Nirvana'ya katkıları olan tüm kişilere teşekkür etti. Novoselic ise geçmişteki Cobain ve Susan Silver arasındaki bu tatsızlığa rağmen konuşmasında Susan Silver'a onları müzik endüstrisine düzgün bir şekilde yönlendirip tanıttığı için teşekkür etti. Baterist Chad Channing'in gruptan kovulması, Dave Grohl'un katılışı (1990). 1990 senesinde prodüktör Butch Vig ile birlikte yeni albüm üzerinde çalışmaya başlayan Nirvana, yapılan ilk kayıtlardan sonra davulcu Channing ile de yollarını ayırma kararı aldı. Melvins aracılığıyla tanıştıkları Scream grubunun davulcusu Dave Grohl'u kadrosuna ekledi.Yıllar sonra gruptan kovduğu baterist Chad Channing için açıklama yapan Kurt Cobain; Channing'i gruptan kovduğu an için "Bir adam öldürmüş gibi hissettim." yorumunu yaptı.Dave Grohl ise gruba ilk katıldığı an için yıllar sonra Q dergisine şu açıklamayı yaptı;"Onlarla aynı odada olduğum ilk an için şunu düşünmüştüm; 'Ne?! Bu Nirvana mı? Şaka mı yapıyorsunuz?' diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çünkü Bleach albümlerinin kapaklarında psikopat odunculara benziyorlardı ... 'Ne, Nirvana bu küçük adam ve bu büyük orospu çocuğundan mı oluşuyor? Şaka bu her halde! dedim. "2014 yılında Rock and Roll Hall of Fame gecesi Dave Grohl, Chad Channig için şu açıklamayı yaptı;Ben gruba katılmadan önce Nevermind'ın hitlerinden biri olan In Bloom'un bateri partisyonları Chad tarafından tamamlanmıştı. Chad Channing, Nirvana tarihindeki en iyi bateristtir. Kurt Cobain intiharından birkaç hafta önce yoğun uyuşturucu kullanımından dolayı rehabilitasyona girmişti. Tedaviyi tamamlamadan Cobain tedavi merkezinden kaçmıştı. Dönüş uçağında Guns 'n Roses bas gitaristi Duff Mckagan'a denk geldi. Mckagan o uçuş anısıyla ilgili sonradan bir röportaj vermişti. O açıklamalardan biri de Dave Grohl ile ilgiliydi;"Tesadüfi bir şekilde Kurt Cobain ile beraber aynı uçağa bindik. Sonra Cobain ile sohbet etmeye başladık. Sohbet esnasında bir dergideki Nirvana ile ilgili bir kısmı Cobain'e gösterdim. Baterist Dave Grohl'ün bir röportajıydı. Kurt Cobain bu röportajı okuyunca çok sinirlendi ve şöyle dedi; "Bu röportajdan haberim yoktu. Rehabilitasyon dönüşü bu röportajı verdiği için Dave Grohl'ü gruptan atacağım."Rehabilitasyonu tamamlamadan merkezden kaçan Kurt Cobain hiçbir müzikal faaliyete katılmadan birkaç gün sonra intihar etti. İkinci albüm Nevermind'ın kaydı ve yayınlanması (1991). DGC Records ile kontrat imzaladıktan sonra grup ilk büyük plak şirketi ile "Nevermind'ı" kaydetmeye başladılar. Gruba bir dizi prodüktör teklif edildi, ancak grup Butch Vig için ısrar etti. 1990'da Vig'in Madison stüdyosunda kayıt yapmak yerine, prodüksiyon Van Nuys, Los Angeles, California'daki Sound City Stüdyolarında kaydı tamamlandı. Grup iki ay boyunca çeşitli şarkılar üzerinde çalıştı. "In Bloom " ve "Breed" gibi bazıları yıllardır Nirvana'nın repertuvarında yer alırken, "On a Plain" ve "Stay Away" gibi diğerleri kayıt sürecinin ortasına kadar bitmiş sözlerden yoksundu. Kayıt seansları tamamlandıktan sonra, Vig ve grup albümünü mixlemek için yola çıktı. Bununla birlikte, kayıt oturumları programın gerisinde kalmıştı ve ortaya çıkan karışımlar tatmin edici sayılmazdı. Slayer'ın albümlerinde de miksleme görevi olan Andy Wallace son miks işlemini oluşturmak için getirildi. Albümün yayınlanmasından sonra Nirvana üyeleri, mikserin "Nevermind'a" verdiği parlak sesten duydukları memnuniyeti dile getirdi. Başlangıçta, DGC Records, "Sonic Youth'tun Goo" albümü ile elde ettikleri gibi ", Nevermind'ın" da 250.000 kopya satmasını umuyordu. Bununla birlikte, ilk single " Smells Like Teen Spirit'in MTV'de rotasyona girmesiyle beraber albüm büyük çapta hızla ivme kazandı. Grup, 1991 sonlarında Avrupa'yı turlarken, konser biletlerinin tehlikeli bir şekilde aşırı satıldığını, televizyon ekiplerinin sahnede sürekli var olmaya başladığını ve Smells Like Teen Spirit'in radyo ve müzik televizyonunda neredeyse her yerde mevcut olduğunu gördü. 1991 "Noel'ine" gelindiğinde Nevermind, ABD'de haftada 400.000 kopya satıyordu. Ocak 1992'de albüm, Michael Jackson'ın "Dangerous'unu" "Billboard" albüm listelerinde bir numaradan indirip zirveye çıktı ve diğer birçok ülkede listelerin başında yer aldı. Albüm sonunda Amerika Birleşik Devletleri'nde 7 milyondan fazla sattı dünya çapında. ise 30 milyondan fazla sattı. Nirvana'nın ani başarısı, alternatif rock'ı popüler hale gelmesine ve 80'lerin hair metal hakimiyetini sona ermesine neden oldu. Grup üyeleriyle telif problemi. Nirvana yorgunluğu neden gösterip Nevermind'ı desteklemek için başka bir Amerika turuna çıkmamaya karar verdi, bunun yerine o yıl içinde sadece birkaç konser vermeyi tercih etti. Mart 1992'de Cobain, eşi Courtney Love'ın kışkırtmalarıyla müziklerin çoğunu kendisinin yazdığını, grubun şarkı telif ücretlerini (bu noktaya kadar eşit olarak bölünmüştü) yeniden düzenlemeye çalıştı. Grohl ve Novoselic itiraz etmediler, ancak Cobain anlaşmanın "Nevermind'ın" yayınlamasından geri bir tarihe dönük olmasını istediğinde, iki taraf arasındaki anlaşmazlıklar grubu parçalamaya yaklaştırdı. Bir haftalık gerginliğin ardından Cobain, telif ücretlerinden %75 gibi büyük bir payla geriye dönük bir pay aldı. Durumla ilgili kötü duygular daha sonra grup içinde kaldı. MTV ödül gecesinde "Rape Me" şarkısı krizi. Grubun Cobain'in sağlığı nedeniyle dağılacağına dair söylentiler artınca, Nirvana bu söylemlere tepki olarak İngiltere'nin 1992 Reading Fesitvali'ne headliner olarak katıldı. Cobain konseri kişisel olarak programladı. Nirvana'nın Reading'deki performansı basın tarafından genellikle grubun kariyerinin en unutulmazlarından biri olarak görülür. Birkaç gün sonra Nirvana, MTV Video Müzik Ödülleri'nde sahne aldı; Ödül gecesi öncesi yeni albümleri için hazırladıkları "Rape Me " şarkısını çalacaklarını söyledi. MTV izin vermemesine rağmen , Cobain "Lithium " a girmeden önce şarkının ilk birkaç barını çaldı ve söyledi. Grup, En İyi Alternatif Video ve En İyi Yeni Sanatçı kategorilerinde ödül aldı. Derleme albüm: "Incesticide" (1992). 1992 yılında DGC Records Nirvana'nın üçüncü stüdyo albümü üzerinde hazırlanıyordu. O esnada Nirvana'nın eski plak şirketi Sub-Pop, Nirvana ünlü olup patlama yapınca arşivlerini karıştırıp Nirvana'ya ait demoları aradılar. Sub-Pop arşivlerinde birkaç yeni parça ve Nirvana'nın daha önce albüme almadıkları konser parçalarını buldu. Bunları derleyip derleme albüm olarak yayınlamak istedi. İzin için Nirvana'nın kapısını çaldıklarında, Nirvana'dan olumlu yanıt geldi. Ancak halihazırda Nirvana DGC Records ile anlaşmalı olduğu için, firmadan onay gelmedi. Tartışmalar sonunda Sub-Pop ve DGC Records albümü ortak olarak yayınladılar. Albümde 15 parça vardı. Albümden Sliver ve Aneurysm çok beğeni topladı. Albüm kapağı bizzat Kurt Cobain tarafından hazırlanan bir kolaj çalışmasıydı. Albüm adı ise kelime oyunlarından oluşuyordu; "böcek öldürücü" anlamına gelen "insecticide" kelimesindeki harflerin yerleri değiştirilerek içinde "ensest öldürücü" anlamı da çıkacak şekilde "Incesticide" olarak düzenledi. Üçüncü stüdyo albümü: "In Utero" (1993). Üçüncü albüm hazırlıkları devam ederken Şubat 1993'te Nirvana, The Jesus Lizard grubu ile birlikte "Puss" / "Oh, the Guilt" şarkısını çıkardı. Bu arada grup, üçüncü albümünü kaydetmek için Amerikan indie müzik sahnesinde ilkeli ve fikir sahibi bir kişi olarak ün yapmış Steve Albini'yi seçti. Grubun Albini'yi yer altı kimlik bilgileri(uyuşturucu) nedeniyle seçtiği spekülasyonları varken, Cobain, Albini'nin sesinin Nirvana'nın her zaman sahip olmasını istediği ses olduğu konusunda ısrar etti: stüdyo hilesi katmanları içermeyen "doğal" bir kayıt çıkacağına inanıyordu. Nirvana, o şubat ayında albümü kaydetmek için Minnesota, Cannon Falls'daki Pachyderm Studio'ya gitti. Albini ile oturumlar verimli ve hızlıydı ve albüm iki hafta içinde 25.000 $ 'a kaydedildi ve mikslendi. Kayıt seanslarının tamamlanmasından birkaç hafta sonra "Chicago Tribune" ve "Newsweek'" dergileri, DGC'nin albümü kayıt açısındna "yayınlanamaz" olarak değerlendirdiğini iddia eden haberler yayınlandı. Haberler sonrası hayranlar, grubun yaratıcı vizyonunun plak şirketleri tarafından tehlikeye atılabileceğine inanmaya başladı. DGC'nin albümü rafa kaldırmasıyla ilgili hikâyeler doğru olmasa da, grup aslında Albini'nin mix'lerinin bazı yönlerinden memnun değildi; bas seviyelerinin çok düşük olduğunu düşündüler, Cobain " Heart-Shaped Box " ve " All Apologies " in kulağa "mükemmel" gelmediğini hissetti. Uzun zamandır REM prodüktörü olan Scott Litt, bu iki şarkıyı tekrar mikslemek için çağırdı. Cobain iki parçaya ek enstrümantasyon ve destek vokalleri ekleyerek öyle albüme ekledi. "In Utero", hem Amerikan hem de İngiliz albüm listelerinde zirveye ulaştı. "In Utero" Amerika Birleşik Devletleri'nde 5 milyondan fazla satış elde etti. O Ekim ayında Nirvana, Half Japanese ve Breeders gruplarıyla beraber iki yıl aradan sonra Amerika Birleşik Devletleri tekrar turneye çıktı. Grup, turneye punk rock grubu Germs'ten Pat Smear'ı ikinci gitarist olarak ekledi. 1993 Kasım ayında Nirvana, "MTV Unplugged" televizyon programı için bir performans kaydetti. Smear ve viyolonsel sanatçısı Lori Goldston tarafından zenginleştirilen grup, en tanınmış şarkılarını çalmamayı seçerek yine bir sansansiyona imza attı. Popüler parçaları yerine, birkaç cover yaptılar ve Meat Puppets'ten Cris ve Curt Kirkwood'u üç Meat Puppets şarkısının yorumlanması için onlara katılmaya davet ettiler. Gecede en dikkat çeken cover ise anonim parça olan Where Did You Sleep Last Night? parçası oldu. Kurt Cobain'in intiharına giden süreç ve ölümü. 1994'ün başlarında Avrupa turnesine çıkan grup, katıldığı konserlerde oldukça başarılı performanslar sergiledi. Ancak Kurt Cobain, özellikle turnenin İtalya ayağında şovlardan ve konserlerden sıkıldığının izlenimi veriyordu. Nitekim Mart ayında Cobain'in eşi Courtney Love, kocasını baygın olarak buldu ve hastaneye kaldırdı. Doktorlar Cobain'in alkol zehirlenmesi geçirdiğini ifade ederken, Nirvana turnenin bir sonraki bölümünü iptal etmek zorunda kaldı. Hastanede beş gün kaldıktan sonra, Cobain serbest bırakıldı ve Seattle'a döndü. Love daha sonra olayın Cobain'in ilk intihar girişimi olduğunu belirtti. 18 Mart 1994'te eşi Courtney Love, Seattle polisine telefon ederek Cobain'in intihara meyilli olduğunu ve kendisini bir odaya silahla kilitlediğini bildirdi. Polis geldiğinde Cobain'in yanında biraz hap ve silah gördü. Cobain daha sonra polislere "intihara kalkışmadığını, eşi Love'dan uzak durmak için kendini odaya kilitlediğini söyledi. Love, 25 Mart 1994'te Cobain'in uyuşturucu kullanımına ilişkin yakın çevresinden arkadaşlarını çağırarak, Kurt'ün evinde bir toplantı yaptı. İlgili on kişi arasında müzisyen arkadaşları, plak şirketi yöneticileri ve Cobain'in en yakın arkadaşlarından biri olan Dylan Carlson da vardı . Cobain öfkeyle, aşağılayarak ve katılımcıları küçümseyerek tepki verdi ve sonunda kendini üst kattaki yatak odasına kilitledi. Ancak günün sonunda Cobain bir detoks programına girmeyi kabul etti. Cobain, 30 Mart 1994'te Los Angeles'taki Exodus Rehabilitasyon Merkezi'ne geldi. Personel, Cobain'in depresyon geçmişinden ve intihar girişimlerinden habersizdi. Arkadaşları tarafından ziyaret edildiğinde, Cobain'in herhangi bir olumsuz ruh hali içinde olduğuna dair hiçbir gösterge yoktu. Günü, uyuşturucu kullanımı ve kişisel sorunları hakkında danışmanlarla konuşarak, kızı Frances ile mutlu bir şekilde oynayarak geçirdi. Bu etkileşimler, Cobain'in kızını en son gördüğü anlardı. Ertesi gece, Cobain bir sigara içmek için dışarı çıktı ve tesisten çıkmak için altı fit yüksekliğindeki bir çitin üzerinden tırmanıp tedavi merkezinden firar etti. Los Angeles Havaalanına bir taksiye bindi ve Seattle'a geri döndü. Uçuşta Guns N ' Roses'tan Duff McKagan'ın yanına oturdu. Cobain'in Guns N 'Roses'a karşı düşmanlığına rağmen, Cobain, McKagan'ı gördüğüne sevinmişti. McKagan daha sonra "tüm içgüdülerimden bir şeylerin yanlış olduğunu" bildiğini söyledi. Çünkü 92-94 arasında Nirvana ile Gun 'n Roses arasında büyük bir çekememezlik vardı. Bir ortak konser esnasında grup üyeleri arasında tartışma kavgaya dönüştü. Gun 'n Roses'ın iki üyesi Novoselic ve Courtney Love'a saldırmıştı. Love saldırı aldığı zamanlar hamileydi. Cobain'in firarından sonra çoğu arkadaşı ve ailesi onun nerede olduğundan habersizdi. 2 ve 3 Nisan'da Cobain, Seattle çevresinde birçok yerde görüldü. 3 Nisan'da Love, özel dedektif Tom Grant ile temasa geçti ve Cobain'i bulması için onu işe aldı. Cobain ertesi gün de görülmedi. 7 Nisan'da, Nirvana'nın dağıldığına dair söylentiler arasında, grup 1994 Lollapalooza festivalinden çekildi. 8 Nisan'da Cobain'in cesedi, bir güvenlik sistemi kurmak için gelen elektrikçi Gary Smith tarafından Lake Washington Bulvarı'ndaki evinde bulundu. Cobain'in kulağından çıkan az miktarda kan dışında, elektrikçi görünür bir travma belirtisi görmediğini bildirdi ve başlangıçta Cobain'in çenesini işaret eden tüfeği görene kadar uyuduğuna inandı. Cobain'in çocukluk hayalî arkadaşı Boddah'a hitaben bir intihar notu bulundu. Vücudunda yüksek konsantrasyonda eroin ve diazepam izleri de bulundu. Cobain'in cesedi günlerdir oradaydı; Adli tıp raporuna göre 5 Nisan 1994'te 27 yaşında öldü. 10 Nisan 1994'te Seattle Center'daki bir parkta yaklaşık yedi bin kişi toplanıp cenaze merasimi gerçekleşti. Merasimin sonuna doğru Love, kalanlara Cobain'in giysilerinin bir kısmını dağıttı. Grohl, Cobain'in ölüm haberinin "Muhtemelen hayatımda başıma gelen en kötü şey" olduğunu söyledi. Ondan sonraki gün uyandığımı ve gittiği için kalbim kırıldığını hatırlıyorum. Sadece 'Tamam, bu yüzden bugün uyanacağım ve bir gün daha geçireceğim ve o da olmayacak' dedim. " Grohl, Cobain'in erken yaşta öleceğini bildiğine inanıyordu, "bazen birini kendilerinden kurtaramazsın" diyordu. Kısa bir süre için Cobain'in üvey babası olan Dave Reed, "Kendisi olmak için cesareti değil çaresizliği vardı. Kurt için başkalarının onu sevmesi önemli değildi; kendini yeterince sevmedi. " 31 Mayıs 1999'da Cobain için annesi tarafından son bir tören düzenlendi ve hem Love hem de eski sevgilisi Tracy Marander katıldı. Kızı Frances Bean, Cobain'in küllerini "gerçek sanatsal ilham perisini bulduğu" Olympia'daki McLane Creek bölgesinde bir nehre döktü. Seattle Polis Departmanı, 20 yıl boyunca Nirvana hayranlarının "Cobain'in intiharı yeniden incelensin" mektuplarını aldı. Mart 2014'te olay üzerinden 20 yıl geçtiği için Polis Departmanın bazı olay yeri fotoğraflarının yayınlama iznini aldı ve Polis Departmanı Kurt Cobain'in bazı intihar fotoğraflarını ve kan inceleme raporlarını yayınladı. Sivil bir dedektif olan Mike Ciesynski fotoğrafları kan tahlilleri raporunu incelediğinde, olayın bir cinayet değil intihar olduğunu açıkladı. Kurt Cobain'in intiharından sonraki albüm sürümleri ve grubun miras kavgası. Canlı bir albüm olan "Verse Chorus Verse", ölümünden kısa bir sonra yayınlanacakken, Novoselic ve Grohl'un Cobain'in ölümünün travmasını hâlen atlatamadıklarını anlayıp projeyi iptal ettiler. Bunun yerine, Kasım 1994'te DGC ", MTV Unplugged in New York adıyla" "MTV Unplugged" performansını "yayınladı;" "Billboard" listelerinde bir numaradan giriş yaptı ve Nirvana'ya En İyi Alternatif Müzik Albümü dalında Grammy Ödülü kazandırdı. "1996'da, " adlı canlı albümü ", Billboard" albüm listesinin zirvesinde yer alan arka arkaya üçüncü Nirvana albümü oldu. 1994'te Grohl yeni bir grup olan Foo Fighters'ı kurdu. Novoselic gruba katılmamaya karar verdi; Novoselic, yeniden birlikte çalışmanın kendileri için "gerçekten doğal" hissedeceğini, ancak diğer grup üyeleri için rahatsız olacağını ve Grohl'a daha fazla baskı uygulayacağını söyledi. Novoselic dikkatini siyasi aktivizme çevirdi. Kurt Cobain'in ölümünden sonra başlayan miras savaşı (1994-2006). Kurt Cobain 27 yıllık yaşantısının büyük kısmını yoksullukla geçirdi. Küçük yaşlarda anne babası boşanınca Cobain bir aile travması yaşadı, yemek ve konsantrasyon problemi belirdi. 15 yaşında liseyi bitiremeyip eğitimini yarıda bıraktı. 15-17 yaş arasında Novoselic ile beraber köprüaltı ve terk edilmiş evlerde konakladı. 1987'de Aberdeen'i terk edip Olympia'ya yerleşti. 1987-1991 arasında Kurt Cobain amatör müzik kariyeri boyunca büyük yoksulluklarla cebelleşti. İyi beslenemedi, turne günlerinde otelde kalacağı parası olmadığı için grubun minibüsünde yatıyordu. 4 yıllık amatör döneminde soğuk ve kötü beslenmeden ötürü intihar mektubunda bile değindiği mide problemleri yaşadı. 1992'de Nevermind albümünün Michael Jackson'ı zirveden indirdiği gün Kurt Cobain henüz DGC Records'tan ödeme alamamıştı. Albümün zirveye çıktığı gece Kurt konaklayacak ev bulamayınca geceyi eski dökük arabasında geçirdi. Dünya çapında milyonlarca albüm satışı elde eden Kurt Cobain yüklü miktarda parayı ancak 1992'nin ortalarında alabildi. 1,5 yıl sonra ise intihar etti. İntiharından kısa süre sonra eşi Courtney Love, grup üyeleri Novoselic, Grohl ve Cobain'in anne ve ablasının bulunduğu üçlü blok arasında miras kavgası başladı. Mirasa ilk itiraz Cobain'in annesi ve ablasından geldi. Cobain'in annesi, "Courtney Love'ın bir uyuşturucu bağımlısı ve kızı Frances Cobain'e bakamayacak durumda olduğunu" mahkemeye bildirdi. Mahkemeden torunu Frances Cobain'in velayetinin kendisine verilmesini istedi. Böylelikle Nirvana üzerinde büyük bir hisseye sahip olacaktı. Ancak Courtney Love'ın para sevdası ağır basıp uyuşturucuya uzun bir ara verdi. Sıklıkla mahkemeye kan örneği verip kızı Frances'in velayet davasını kazandı. Tarihler 1997'yi gösterdiğinde Love bu sefer Novoselic ve Dave Grohl ile miras kavgasına tutuştu. Mahkemeye gitmeden uzlaşıya vardılar. Love, Novoselic ve Grohl; Nirvana'yı grup statüsünden çıkarıp şirket yapmaya karar verdiler. Nihayetinde Nirvana LLC adında bir şirket kurdular. Bu şirket adıyla Nirvana'nın popüler eserlerini stüdyoda kaydedip ancak albümlere eklemediği tüm parçalar yayınlanacaktı. Şirket kurulduktan sonra 45 parçadan oluşacak bir box set albüm yayınlama projesine başladılar. Derleme albümde Kurt Cobain'in ölümünden 4 ay önce kaydettiği, söz müziği Kurt Cobain'e ait olan "You Know You're Right" adında yeni bir parça da vardı. Courtney Love bu parçanın yüksek hit değerinde olduğunu ve derleme albüm yerine The Beatles'ın yaptığı gibi tek bir CD olarak özel yayınlanmasını istedi. Aksi durumda parçanın derleme albüm arasında boşa harcanacağını söyledi. Novoselic ve Grohl fikri saçma bulup karşı çıktı. Bu ufak anlaşmazlık yüzünden Love, Nirvana LLC şirketini feshedip Grohl ve Novoselic'i mahkemeye verdi. Daha da ileri gidip dava çözülene kadar herhangi bir yeni Nirvana ürününün yayınlamasını engelleyen bir ihtiyati tedbir çıkarıldı. Mahkeme 4 yıl sürüp 2001 yılında sonuçlandı. Mahkeme Grohl ve Novoselic'i haklı gördü ama albüm şirket adıyla değil 2002 yılında grup adıyla yayınlandı. Albümde 45 parça yerine 14 parçaya yer verildi. Tartışmalı You Know You're Right parçası da eklendi. Nirvana ile aynı adı taşıyan albüm dünya çapında 4 milyona yakın sattı. 2002 yılı verilerine göre Courtney Love, Nirvana üzerindeki %75'lik hissedarlık ile 150 milyon dolar miras elde etmişti. Love'ın ileriki yıllarda yaptığı maddi hamleleri Nirvana hayranlarını daha da kızdırıyordu. Nisan 2006'da Love, 50 milyon dolar olarak tahmin edilen bir anlaşmayla Nirvana şarkı kataloğundaki hissesinin yüzde 25'ini sattığını duyurdu. Bu hisseler Virgin Records'un eski CEO'su Larry Mestel tarafından kurulan Primary Wave Music tarafından satın alındı. Nirvana'nın "Rock and Roll Hall of Fame"'e daveti-2014. 2014 yılında Kurt Cobain, Novoselic ve Grohl Rock and Roll Hall of Fame'e müzesi galerisine alındı. Törene Nirvana üyeleri, Courtney Love, kızı Frances Cobain ve Cobain'in annesi ve ablası da katıldı. Eski üyelerden de Jason Everman da katıldı. Giriş töreninde Novoselic, Grohl ve Smear konuk vokalistler Joan Jett, Kim Gordon, St. Vincent ve Lorde ile dört şarkılık bir set seslendirdi. Novoselic, Grohl ve Smear daha sonra Jett, Gordon, St. Vincent, J Mascis ve John McCauley ile Brooklyn'deki St. Vitus Bar'da konuk vokalist olarak tam bir gösteri gerçekleştirdi. Törende Grohl, Nirvana'da geçirdikleri zaman için Burckhard, Crover, Peters ve Channing'e teşekkür etti. Novoselic özel olarak Susan Silver'a teşekkür etti. 2014'ten sonra orijinal Nirvana kadrosu birkaç defa daha bir araya geldi. 2016'da Grammy ödül öncesi partide, 2018'de Cal Festival'de, Ocak 2020'de bir etkinlikte tekrar bir araya geldiler. Müzikal tarz. Cobain'in müzik tarzları hakkında birbirinden farklı beyanları vardır. Cobain, Nirvana'nın ilk soundunu Gang of Four and Scratch Acid gruplarını birleşimi olarak tanımladı. Nirvana biyografi kitabının yazarı Michael Azerrad'a göre Nirvana soundunu Sub-Pop firmasına borçludur. 1988-1989 yılları arasındaki albüm krizinde Sub-Pop maddi problemlerinin yanında grubun soundunu da problem etmişti. Bir başka röportajda ise şunu açıklamıştır, "Bir şekilde tamamen Led Zeppelin olmak ve sonra tamamen aşırı punk rock olmak ve sonra gerçek cılız pop şarkıları yapmak istedim." Cobain'in power chordlara düşük notalı riffler verip ve gevşek bir sol el tekniğine dayanan ritim gitar stili grubun şarkılarının temel bileşenlerini içeriyordu. Cobain genellikle başlangıçta bir şarkının nakarat riffini temiz bir tonda çalar, ardından parçayı tekrarladığında distortion gitar tonlarını devreye alırdı. Bazı şarkılarda gitar, davulların ve bas gitarın vokalleri desteklemesine izin vermek için nakaratlarda tamamen yer almaz veya sadece "Smells Like Teen Spirit" te kullanılan iki notalı model gibi seyrek melodiler çalar. Cobain nadiren standart gitar soloları çalardı. Şarkının melodisinin varyasyonlarını tek nota satırları olarak çalmayı tercih ederdi. Grubtaki hiçbir üyenin resmi bir müzik eğitimi yoktu. Cobain'in bilinen tek gitar eğitimi; 14 yaşında dayısının bir arkadaşı tarafından aldığı 3 aylık kısa temel gitar eğitimiydi. Gitar bilgisi için Kurt Cobain şu açıklamayı yapmıştır;"Nasıl müzisyen olunacağını bilme fikrim yok. Gitar 101'i bile geçemedim. Cobain genellikle şarkı sözlerini kaydetmeden dakikalar önce yazardı. Cobain, "Bir şarkı yazdığımda sözler en az önemli konulardan biridir. Bir şarkıda iki veya üç farklı konuyu inceleyebilirim ve parça adı kesinlikle hiçbir şey ifade etmez ".
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1846", "len_data": 39033, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.35 }
Mızrap ya da tezene, telli çalgıları çalmaya yarayan, kemik, maden, plastik veya özellikle kiraz ağacından yapılan alettir. Mızrap genelde diğer bir telli enstrüman olan ud çalmada kullanılır. Uzun, elastik olan mızrabın, kartal tüyü gibi, plastikten daha kıymetli olan materyallerden yapılanları da mevcuttur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1848", "len_data": 310, "topic": "CULTURE_ART", "quality_score": 3.61 }
Fransa, resmî adıyla Fransız Cumhuriyeti (, Fransızca telaffuz: ), Batı Avrupa'da bulunan ve dünyanın pek çok bölgesinde denizaşırı toprakları olan bir ülkedir. Fransa'nın Avrupa kıtasındaki komşuları Belçika, Lüksemburg, Almanya, İsviçre, İtalya, İspanya, Monako ve Andorra'dır. Akdeniz'de İtalya'ya ait Sardinya Adası'ndan sadece 12 km uzaktaki Korsika adası da Fransa'ya aittir. Sahip olduğu denizaşırı illerde de, Fransız Guyanası aracılığıyla Brezilya ve Surinam'a, Saint Martin Adası aracılığıyla da Hollanda Antilleri'ne sınırı vardır. Fransa, Manş Denizi'nde deniz yüzeyinin altından geçen Manş Tüneli'yle Birleşik Krallık'a bağlanmaktadır. Fransa, yönetimde yarı başkanlık sisteminin uygulandığı üniter bir devlettir. Ülkenin başlıca ilkeleri İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nde açıklanmıştır. Fransa, güneyde Akdeniz'den kuzeyde Manş Denizi ve Kuzey Denizi'ne, doğuda Ren Nehri'nden batıda Atlas Okyanusu'na kadar yayılan topraklarda yer alır. Fransızlar, ülkelerini topraklarının biçiminden ötürü "Altıgen" (Fransızca: "L'Héxagone", okunuşu: "l'e-gza-gon") olarak adlandırırlar. Fransa, 17. yüzyılın ikinci yarısından bu yana dünya genelinde uluslararası ilişkiler alanında önde gelen ülkelerden olmuştur. 18 ve 19. yüzyıllar arasında, Fransa dönemin en büyük sömürge imparatorluklarından birini kurmuştur. Bu dönemlerde Fransa'nın sınırları Batı Afrika'dan, Güneydoğu Asya'ya kadar uzanmış, etki ettiği bölgelerdeki toplumların kültür ve siyasetlerinde belirgin izler bırakmıştır. Dünya sıralamasında 6. sırada bulunan nominal gayrisafi yurt içi hasılası ve 7. sırada yer alan satın alma gücü paritesi ile ileri bir ekonomiye sahiptir ve gelişmiş ülkeler sınıfında yer almaktadır. İş gezileri için gelenler dâhil, ülkede yirmi dört saatten az kalanlar hariç tutulmak üzere, yıllık olarak ağırladığı yaklaşık 82 milyon turistle Fransa, dünyada en çok ziyaret edilen ülkedir. Fransa, Avrupa Birliği adlı siyasi ve ekonomik örgütlenmenin kurucu üyelerinden biridir ve birlik üyesi ülkeler içinde yüzölçümü en büyük olanıdır. Ülke, bunun yanında Birleşmiş Milletler'in de kurucu üyelerinden; Frankofon, G8 Zirveleri, Latin Birliği ve NATO'nun da katılımcılarındandır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin beş daimî üyesinden biridir. 360 etkin savaş başlığı ve 59 nükleer santraliyle önemli bir nükleer güçtür. Etimoloji. "Fransa" adı, "Frankların yurdu" anlamına gelen "Francia" sözcüğüne dayanır. Ancak frank sözcüğünün kökeniyle ilgili pek çok farklı iddia vardır. Bunlardan biri, bu sözcüğün kökeninin ön Cermen dillerinde "cirit, kargı, mızrak" gibi anlamlara gelen "frankon"a dayandığı yönündedir. Bir başka köken varsayımı da frank teriminin eski Cermen dillerinde "özgür" anlamına gelen "frei" sözcüğünden geldiğidir. Frank sözcüğü çağdaş Fransızcada "franc" biçiminde hâlâ yaşamaktadır ve 2000 yılında euro, Fransa'nın resmî para birimi olana dek Fransa'da kullanılan parayı adlandırmak için de kullanılmıştır. Çağdaş Almancada Fransa bugün bile "Frankreich" (Türkçe: "Frank İmparatorluğu") olarak adlandırılır. Ancak bunu Charlemagne yani Şarlman'ın Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'ndan ayırt edebilmek için eski olan krallığa "Frankenreich" (Türkçe: Frankların İmparatorluğu) denir. Frank sözcüğü, Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden Orta Çağ'a kadar daha az yaygın biçimde kullanılagelmiş ancak Hugh Capet'in Fransa Kralı olarak taç giymesinin ardından yaygın biçimde, gelecekte Fransa olarak anılacak Fransa Krallığı'nı anlatmak için kullanılmaya başlanmıştır. Tarihi. Antik ve Orta Çağ. Günümüz Fransa'sının sınırları hemen hemen eskiden Kelt Galyalıları (Fransızca: Celte Gaulois, okunuşu: selt golwa) tarafından yurt edinilen Antik Galya'nın (Fransızca: Gaule, okunuşu: gol) sınırlarıyla aynıdır. Galya, MÖ 1. yüzyılda Roma İmparatoru Julius Caesar tarafından ele geçirilince Galya halkları yavaş yavaş Roma kültürünü ve Roma dilini benimsediler. Daha sonra zamanla bu dil kendi içinde değişerek çağdaş Fransızcanın temellerini oluşurdu. Fransa topraklarında Hristiyanlık ilk olarak MS 2 ve 3. yüzyıllarda görüldü ve sonraki iki yüzyıl içinde öylesine hızlı yayılma olanağı buldu ki, Aziz Jerome yazılarında Galya'nın "sapkınlıktan kurtulmuş" olan tek bölge olduğunu yazdı. MS 4. yüzyılda, Galya'nın Ren Nehri kıyısındaki doğu sınırları Cermen boyları tarafından yönetiliyordu. Bu topluluklar içinde en etkili olanı, Fransa'ya antik "Francie" adını da veren Franklardı. Günümüzde kullanılan Fransa adıysa Paris dolaylarında bulunan Capet krallarının yönettiği derebeyliğin bulunduğu bölgenin adından gelir. Roma İmparatorluğu'nun düşüşünden sonra, Avrupa topraklarında yayılan Cermen boyları içinde Franklar, Aryanizm'e değil de, Katolikliğe giren ilk topluluklardı. Bu nedenle Fransa'ya “Kilisenin en büyük kızı” ("La fille ainée de l’Église") sıfatı verilmiş, Franklar da buna dayanarak kendilerini “Fransa'nın en iyi Hristiyanları” olarak adlandırmışlardır. Ayrı bir ülke olarak Fransa tarihinin başlamasıysa 843 tarihli Verdun Antlaşması uyarınca Karolenj İmparatorluğu'nun Doğu Frank Krallığı, Batı Frank Krallığı ve Orta Frank Krallığı olarak üçe ayrılmasıyla başladı. Batı Frank Krallığı hemen hemen bugünkü Fransa topraklarını kaplıyordu ve nitekim çağdaş Fransa'nın temelleri bu krallık üzerine kuruldu. Karolenj Hanedanı Fransa'yı 987 yılında Fransa Dükü ve Paris Kontu Hugh Capet'nin, Fransa kralı olarak taç giymesine kadar yönetti. Onun soyundan gelenler ile Valois ve Bourbon hanedanları da aşamalı bir dizi savaşla ülkede birliği sağladılar. Erken modern dönem. Krallık yönetimi 17. yüzyılda ve kral XIV. Louis'nin döneminde zirvelerini yaşıyordu. Bu süreçte Fransa, Avrupa kıtasının en kalabalık ülkesi hâline geldi ve Avrupa kültürü, politikaları ve ekonomisi üzerinde en etkili güçlerden biri oldu. Fransızca dönemin diplomasi dili oldu ve uzun süre bu niteliği koruyarak kaldı. Aydınlanma çağı da büyük ölçüde Fransız entelektüel çevrelerinde gerçekleşti. Fransız bilim insanları 18. yüzyılda büyük bilimsel buluşların altına imzalarını attılar. Ayrıca Fransa bu dönemlerde Afrika, Amerika ve Asya kıtaların da birçok denizaşırı toprak edindi. Fransız Devrimi, Cumhuriyet ve Fransız İmparatorlukları (1789-1914). Fransa'da krallık sistemi 1789 yılında gerçekleşen Fransız Devrimi'ne dek hüküm sürdü. Fransız Devrimi sırasında dönemin Fransa Kralı XVI. Louis ve eşi Marie Antoinette ile onlara yakınlığı olduğu düşünülen yüzlerce Fransız vatandaşı öldürüldü. Kısa süreli bir dizi yönetim denemesinden sonra Napolyon Bonapart 1799'da cumhuriyetin kontrolünü ele aldı ve kendini önce "Birinci Konsül", daha sonra, günümüzde Birinci İmparatorluk (1804-1814) adıyla anılan devletin imparatoru ilan etti. Napolyon Savaşları olarak bilinen bir dizi savaşın ardından, Bonaparte ailesinin yardımıyla Napolyon kıta Avrupası'nın büyük bölümünü ele geçirdi. Yeni elde edilen bu topraklara daha sonra Bonaparte ailesinin üyeleri Fransa'ya bağlı kral olarak atandı. 1815 yılında yapılan Waterloo Savaşı'nda Napolyon'un son yenilgisinden sonra Fransa'da krallık yönetimine geri dönüldü. Ancak bu kez kralın yetkilerine anayasal kısıtlamalar ve daraltmalar getirildi. 1830 yılında çıkan bir sivil ayaklanma olan Temmuz Devrimi ile Bourbon Hanedanı tümüyle kaldırılarak anayasal krallığa dayanan Temmuz Monarşisi getirildi. Bu yönetim biçimi 1848 yılına dek sürdü. Bu arada kurulan İkinci Cumhuriyet oldukça kısa süreli oldu ve 1852 yılında III. Napolyon İkinci İmparatorluğu kurunca yıkıldı. 1870 yılında başlayan Fransa-Prusya Savaşı'nda yenilen III. Napolyon bunun üzerine tahttan indirildi ve bu yönetim rejimi de Üçüncü Cumhuriyet'in kurulmasıyla feshedildi. Modern dönem (1914-günümüz). Fransa 17. yüzyıldan başlayarak 1960'lara dek bir sömürge devleti kimliğiyle var oldu. 19. ve 20. yüzyıllarda dünyanın dört bir yanında edindiği sömürge toprakları Fransa'yı İngiltere'den sonra ikinci büyük sömürge imparatorluğu haline getirdi. 1919 ve 1939 yılları arasında gücünün doruklarındayken Fransız Sömürge İmparatorluğu'nun yüzölçümü 12.347.000 kilometrekareye erişti. Fransa'nın Avrupa'daki toprakları da işin içine katılınca 12.898.000 kilometrekareye ulaşan Fransız egemenlik sahası dünya topraklarının %8.6'sını kaplar durumdaydı. I. Dünya Savaşı'ndan da, II. Dünya Savaşı'ndan da galip taraf olarak çıkmasına karşın Fransa büyük bir insan kaybına ve maddi zarara uğramış, Avrupa'daki toprakları her iki savaşta da yer yer ya da tümüyle Alman güçlerince işgal edilmiştir. 1930'lu yıllara Halk Cephesi Hükûmeti'nin yaptığı toplumsal yenilikler Fransa'ya damgasını vurmuştur. II. Dünya Savaşının sonrasında Dördüncü Cumhuriyet kurulmuş ve Fransa'nın dünya siyasi ve ekonomik politikalarında etkili bir güç olarak kalabilmesi için ülkenin mevcut durumunun korunmasına çalışılmıştır. Fransa o zamana dek elinde bulundurduğu sömürge topraklarını korumaya çalışmışsa da daha sonra bu konuda sorunlar yaşamıştır. 1946'da Çinhindi'nin yönetimini yeniden ele geçirmek için yapılan harekât Birinci Çinhindi Savaşı'nın çıkmasına neden olmuş ve 1954 yılında Dien Bien Phu Çarpışması'nda Fransız güçleri bölgesel güçlere karşı yenilerek bölgeden çekilmişlerdir. Bundan yalnızca birkaç ay sonra, Fransa Cezayir halkının başlattığı bağımsızlık savaşında yine, hatta daha sert bir direnişle karşı karşıya kalmıştır. O dönemde Pied-noir adı verilen milyonlarca Avrupa kökenli sakini olan Cezayir'in kontrolünü bırakıp bırakmamak konusunda Fransa'da büyük tartışmalar yaşanmış ve ülke bir iç savaşın eşiğine gelmiştir. 1958 yılında istikrarsız ve zayıf durumda bulunan cumhuriyetin yerine, yeni bir anayasa oluşturulması öngörülerek cumhurbaşkanının yetkilerini artıran ve günümüzde de hâlâ süren Beşinci Cumhuriyet'in kurulması kararına varılmıştır. Kurulan bu son cumhuriyetin başkanlığına Charles de Gaulle gelmiş ve Gaulle Cezayir'deki savaşı bitirecek önlemleri alırken ülkeyi de birlik içinde tutmayı başarmıştır. Cezayir Bağımsızlık Savaşı, Cezayir'in başkenti Cezayir'de yapılan barış görüşmeleriyle 1962'de çözümlenmiş ve bu olay Cezayir'in bağımsız bir ülke olmasıyla son bulmuştur. Son yarım yüzyıl içinde Fransa'nın Almanya'ya karşı yürüttüğü barışçıl tutum ve iş birliği ilişkileri Avrupa Birliği'nin ekonomik bütünleşmesinde esas teşkil etmiştir. Bu olumlu havanın en önemli sonucu Ocak 1999'da avronun birlik üyesi ülkeler arasında ortak para birimi olarak kabul edilmesi olmuştur. Avrupa Birliği'nin önde gelen güçlerinden olan Fransa'da seçmenler Avrupa Birliği Anayasası oluşturmak için hazırlanan antlaşmayı halkoylamasında reddetmişse de, bu anayasa taslağının kapsadığı hükümleri bir antlaşma içinde uygulamaya sokmayı öngören Lizbon Antlaşması, Şubat 2008'de Fransız Parlamentosu'nda kabul edilmiştir. Coğrafya. "Metropolitan Fransa" olarak adlandırılan, ülkenin Avrupa sınırları içinde bulunan bölümü, kıtanın batı bölümünde yer almaktadır. Ancak Fransa; Kuzey Amerika, Karayipler, Güney Amerika, Hint Okyanusu, Büyük Okyanus ve Antarktika'ya yayılan geniş bir coğrafyada çok sayıda il ve özel bölgeye de sahiptir. Bunlardan doğrudan Fransa'ya ait olanlar denizaşırı iller; kendi içlerinde bağımsız, savunma konusunda Fransa ile anlaşmalı olan ortak ülkeler ise "collectivités d'outre-mer" kısaca "COM" (Türkçe: "Denizaşırı Topluluklar") olarak adlandırılır. Fransa'nın Avrupa kıtasındaki toprakları 547.030 kilometrekarelik bir alan kaplar. Bu alanla Fransa, Avrupa Birliği içinde İspanya'dan biraz farkla toprak bakımından en büyük ülke sıfatını taşır. Fransa toprakları, batıda ve kuzeyde kıyı ovalarından, güneydoğuda Alp dağ zincirine, iç Fransa'da Massif Central olarak anılan yüksek bölgelere ve güneybatıda Pirenelere kadar uzanan değişik bölgelerde, farklı yer şekillerine sahiptir. Alplerde yer alan ve Batı Avrupa'yla Avrupa Birliği'nin en yüksek noktası olan 4807 metre yüksekliğindeki Mont Blanc, Fransa ile İtalya sınırında yer almaktadır. Kıta Fransası ayrıca Loire Nehri, Garonne Nehri, Seine Nehri ve Rhône Nehri gibi büyük ve karmaşık bir akarsu ağıyla örülmüştür. En alçak noktası deniz yüzeyinin iki metre altında bulunan Camargue deltası içinde yer almaktadır. Yüzölçümü 8.680 kilometrekare olan Korsika adası ise Akdeniz kıyısındaki Nice kentine 128 deniz mili uzaklıktadır. Denizaşırı iller ve ortak topraklar da işin içine katıldığında Fransa'nın toplam yüzölçümü 674.843 kilometrekaredir. (Antarktika, Adélie Toprağı hariç) Bu hâliyle Fransa yeryüzünün %0.45'ini kaplar. 11 milyon kilometrekareyle Fransa, Amerika Birleşik Devletleri'nin ardından dünyanın en büyük ikinci münhasır ekonomik bölgesine de sahiptir. Kıta Fransası, Avrupa ana karasının batısında, 41 ile 51 kuzey paralelleri arasında yer alır. Kuzey ve kuzeybatı kesimlerinde ılıman iklim egemendir ve denizselliğin etkisi iç bölgelerin de iklimlerini biçimlendirmektedir. Güneydoğuda ise Akdeniz iklimi egemendir. Batı kesimler okyanusal iklim etkisi altındadır ve yüksek miktarda yağış alır. Bu bölgelerde kışlar ılık ve yazlar serin geçer. İç kesimlerde sıcak, fırtınalı yazlar ve soğuk ama kurak kışlar görülür. Alplerde ve ülkenin diğer yüksek kesimlerinde Alp iklimi yaşanır. Bu soğuk bölgelerde yılın belirli dönemlerinde sıcaklıklar sıfırın altında seyreder ve yağan kar altı ay yerde kalır. Çevre. Fransa, 1971'de bir çevre bakanlığı kuran ilk ülkelerden biriydi. Dünyanın en sanayileşmiş ülkelerinden biri olmasına rağmen, Fransa, karbondioksit emisyonları açısından Kanada veya Avustralya gibi ülkelerin gerisindedir. Bunun nedeni, şu anda elektrik üretiminin yüzde 75'ini oluşturan ve daha az kirlilikle sonuçlanan 1973 petrol krizinden sonra ülkenin nükleer enerjiye yaptığı ağır yatırımdır. Yale ve Columbia tarafından yürütülen 2020 Çevresel Performans Endeksi'ne göre Fransa, dünyanın çevreye en duyarlı beşinci ülkesiydi. Tüm Avrupa Birliği devlet üyeleri gibi, Fransa da karbon emisyonlarını 2020 yılına kadar 1990 seviyelerinin en az %20'si oranında azaltmayı kabul etti, ABD'nin emisyonları 1990 seviyelerinin %4'ü oranında azaltma planına kıyasla. 2009 itibarıyla, Fransa'nın kişi başına düşen karbondioksit emisyonları Çin'inkinden daha düşüktü. Ülke, 2009'da salınan ton karbon başına 17 avroluk bir karbon vergisi uygulamaya kararlıydı, bu da yılda 4 milyar avro gelir elde edecekti. Ancak, Fransız işletmelerine yük olacağı korkusuyla plandan vazgeçildi. Ormanlar, Fransa'nın yüzölçümünün yüzde 31'ini oluşturuyor - Avrupa'daki dördüncü en yüksek oran - 1990'dan bu yana yüzde 7'lik bir artışı temsil ediyor. Fransız ormanları, Avrupa'daki en çeşitli ormanlardan bazılarıdır; Fransa topraklarında 140 tan fazla ağaç türü yaşar. Fransa'nın 2018 Orman Peyzaj Bütünlüğü Endeksi ortalama puanı 4.52/10 olup, 172 ülke arasında küresel olarak 123. sırada yer almaktadır. Fransa'da dokuz milli park ve 46 doğal park var, hükûmet, Münhasır ekonomik bölgesinin %20'sini 2020 yılına kadar Deniz koruma alanına dönüştürmeyi planlıyor. Bölgesel bir doğa parkı (Fransızca: "parc naturel régional" veya PNR), Fransa'da yerel yönetimler ile ulusal hükûmet arasında manzarayı ve mirası korumak için olağanüstü güzelliğe sahip yerleşik bir kırsal alanı kapsayan bir bölgede sürdürülebilir ekonomik kalkınmayı sağlar. Bir PNR, her parkın benzersiz peyzajı ve mirasına dayalı olarak yönetilen insan yerleşimi, sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve doğal çevrenin korunması için hedefler ve yönergeler belirler. Parklar, doğa bilimlerinde ekolojik araştırma programlarını ve halk eğitimini teşvik eder. 2019 itibarıyla Fransa'da 54 PNR var. Yönetim birimleri. Fransa, toplamda 26 yönetimsel bölgeye ayrılmıştır. Bunlardan 22'si metropolitan Fransa olarak anılan, Fransa'nın Avrupa'da kalan toprakları içinde yer alır. 22 bölgeden ana kara dışında kalan tek bölge Korsika Adası'dır. Geri kalan 4 bölge ise denizaşırı ildir. Fransa'da yer alan tüm bu bölgeler ayrıca illere ayrılmıştır. Bu iller genelde alfabetik sıraya göre numaralandırılmıştır. Bu numaralar posta kodlarında ve araç plakalarında kullanılır. Fransa'da "département" adı verilen 100 il vardır ve bu illerde toplam sayıları 342'yi bulan ilçelere ("arrondissement"), bunlar da sayıları 4.032 olan kantonlara ayrılmıştır. Fransa'nın en küçük ölçekteki yönetimsel birimi seçilmiş birer başkanca yönetilen ve köy olarak adlandırılabilecek olan lerdir. Komünler hiyerarşide kantonların ardından gelirler. Fransa'da yer alan komünlerin sayısı 36.680'dir. Bu bölgeler, iller ve komünler birer yerel meclise sahiplerdir ve bir yönetici tarafından yönetilirler. Arrondissement adı verilen ilçeler ve kantonlar ise yalnızca belediye çapında yönetilmektedir. Ancak durum geçmişte böyle değildi. 1940'a dek ilçelerin de bir meclisi oluyordu ancak bu uygulama Vichy rejiminde askıya alındı ve Dördüncü Cumhuriyet'in kurulmasıyla 1946 yılında tümüyle ortadan kaldırıldı. Denizaşırı topraklar. Fransa'nın 100 ili arasından 4'ü; Fransız Guyanası, Guadeloupe, Martinik ve Réunion denizaşırı topraklardır ve hepsi birlikte Fransa Cumhuriyeti'nin ve aynı zamanda Avrupa Birliği'nin birer parçasıdır. Kıta Fransasında yer alan iller ile eşit durumdadırlar. 26 bölge ve 100 ilin yanı sıra, Fransa Cumhuriyeti'nin 6 adet daha denizaşırı aidiyeti vardır. Bunlar, Fransız Polinezyası, Mayotte, Saint Barthélemy, Saint Martin, Saint Pierre ve Miquelon ile Wallis ve Futuna'dır. Bağımsız bir ülke ile Fransız toprağı arası bir konumda yer alan ve dünyada başka örneği bulunmayan (sui generis) Yeni Kaledonya, Fransa Güney ve Antarktika Toprakları ve Büyük Okyanus'taki Clipperton Adası da büyük Fransa'yı oluşturan topraklardır. Bu yerler Fransız toprağı olmasına karşın, Fransa'nın üyesi olduğu Avrupa Birliği'nin dışında yer alırlar. Fransa'nın Büyük Okyanus'taki topraklarında para birimi olarak frank kullanımı sürmektedir ve değeri euronunkine göre ayarlanmaktadır. Ancak Avrupa Birliği içine dâhil olan 4 denizaşırı il, frank yerine avro kullanmaya geçmiştir. Siyaset. Fransa Cumhuriyeti, yarı başkanlık sistemiyle yönetilen, köklü bir demokrasi geçmişine sahip üniter bir devlettir. Beşinci Fransa Cumhuriyeti olan günümüz Fransa'sının Anayasası 28 Eylül 1958 tarihinde yürütülen bir halk oylaması sonucu onaylanmıştır. Bu anayasa parlamentoya oranla devlet başkanının yetkilerini arttıran yasalar içerir. Fransa'da devlet yönetiminin iki kanadı vardır: Fransa Cumhurbaşkanı ve Hükûmet. Ülkenin cumhurbaşkanı ülke çapında 18 yaşını doldurmuş ve oy kullanma hakkı olan tüm seçmenler tarafından beş yıllık dönem için (eskiden yedi yıl) seçilir. Hükûmet ise cumhurbaşkanı tarafından atanan bir başbakan tarafından yönetilir. Fransız Parlamentosu iki meclisli bir yasama organıdır: Fransa Ulusal Meclisi ("Assemblée Nationale") ve Senato ("Sénat"). Ulusal meclisteki milletvekilleri geldikleri yerel seçim bölgesini temsil ederler ulusal seçimlerde 5 yıllık süre için seçilirler. Seçilen 577 milletvekili Bourbon Sarayı'nda toplanır. Ulusal meclisin Bakanlar Kurulunu düşürme yetkisi vardır. Bu nedenle partiler arası koltuk dağılımı hükûmetin kararına doğrudan etki eder. 343 senatör ise tüm Fransa çapında halk tarafından seçilmiş olan belediye meclisi üyelerinden, il (département) yerel meclis üyelerinden, Bölge (Région) yerel meclis üyelerinden oluşan seçmenler tarafından 6 yıllık bir süre için seçilir ve her üç yılda bir yapılan seçimlerde yarısı yenilenir. Senato Lüksemburg Sarayı'nda (Palais du Luxembourg) toplanır. Senatonun yasama gücü sınırlıdır: Senato ile ulusal meclis arasında anlaşmazlık olması durumunda son söz Ulusal Meclise aittir. Meclisin gündemini belirlemede hükûmetin büyük etkisi vardır. Ulusal Meclis ve Senato birlikte, Versay Şatosu'nda toplanıp Fransa Parlamentosunu oluştururlar. Yalnızca anayasa değişikliğiyle ilgili olarak ve uluslararası bazı anlaşmaları onaylamak amacıyla toplanırlar. Fransa politikaları iki ana politik görüş çevresinde şekillenir: sol görüşlü politikacılar Sosyalist Parti etrafında, sağ görüşlü politikacılar Cumhuriyetçiler etrafında örgütlenmişlerdir. Meclisin yürütme kanadında Sosyalist Partiye mensup vekiller çoğunluktadır. Hukuk. Fransa, çoğunluğu yazılı hükümlerden oluşan bir yazılı hukuk sistemi kullanır. Hukukun üstünlüğü olgusunun temel ilkeleri, I. Napoléon tarafından oluşturulan 1804 tarihli Fransız Medenî Kanunu'nda bulunur. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi hükümlerince yasalar yalnızca topluma dokuncası bulunan eylemleri yasaklayabilir. Fransız hukukuna göre yasaklara yalnızca gereksinim duyulması hâlinde başvurulur. Fransız hukuku; özel hukuk ve kamu hukuku olmak üzere iki temel doktrinsel ayrımda incelenir. Özel hukuk, özellikle medenî hukuk ve ticaret hukukunu kapsar. Kamu hukuku ise idare hukuku, ceza hukuku ve anayasa hukuku konularıyla ilgilenir. Fransa, dinî hukuk kurallarının devlet yönetiminde referans alınmamasını gerektiren laik bir devlet yapılanmasına sahiptir. Bu bağlamda Fransız yasaları hazırlanırken herhangi bir dinî inanç ya da değere göre hareket edilmez. Fransa'da tanrıya ya da dinlere sövmenin ve 1791'de de cinsel eylemleri kısıtlayan yasaların kaldırılmasıyla Fransa hukukunda dinle ilintili herhangi bir yasa kalmamıştır. Ancak genel ahlâk kurallarına aykırı eylemler ("contraires aux bonnes mœurs") ve kamu düzenini bozacak eylemler zaman zaman yaptırımlara tâbi tutulmaktadır. Fransa'da makabline şamil yasalar yasaktır ve hazırlanan yasaların yürürlüğe girmesi için Fransa Resmî Gazetesi'nde (Fransızca: "Journal Officiel de la République Française") yayınlanmış olması gerekmektedir. Dış ilişkiler. Fransa, Birleşmiş Milletler'in kurucu üyelerindendir ve elinde bulundurduğu koşulsuz veto hakkıyla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin de daimi üyelerinden biri konumundadır. Dünya Ticaret Örgütü, Pasifik Topluluğu ve Hint Okyanusu Komisyonu'nun da üyesidir. Karayip Ülkeleri Birliği'nin işbirlikçi üyesi ve tümüyle ya da kısmen Fransızca konuşan ülkelerin oluşturduğu Uluslararası Frankofoni Örgütü'nün başta gelen katılımcılarındandır. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü'nün (OECD), UNESCO'nun, Interpol'ün, Uluslararası Ağırlıklar ve Ölçüler Bürosu'nun genel merkezlerine ev sahipliği yapar. Fransa 1953 yılında Birleşmiş Milletler'den ülkeyi uluslararası düzeyde simgeleyecek bir arma seçmesi için bir talep almış bunun üzerine günümüzde de Fransız pasaportlarının üstünde kullanılmakta olan simge kabul edilmiştir. Fransa'nın dış ilişkileri büyük ölçüde kurucu üyesi olduğu Avrupa Birliği politikalarınca şekillenmektedir. Avrupa'da her zaman etkili bir güç olan Fransa, 1960'larda Birleşik Krallık'ın Avrupa Birliği'ne girmemesi için politika gütmüş, 1990'larda ise yeniden birleşen Almanya'yla yakın ilişkiler geliştirme yoluna gitmiştir. NATO üyesi de olan Fransa, cumhurbaşkanı Charles de Gaulle döneminde alınan kararla NATO'nun askerî kanadından çıkmıştır. NATO'nun askeri kanadına Nicolas Sarkozy döneminde yeniden katılmıştır. Yine 1990'larda Fransız Polinezyası'nda yaptığı yeraltı nükleer denemelerden ötürü uluslararası alanda büyük eleştirilere maruz kalmıştır. Ülke, 2003 yılında Irak'ın Amerika Birleşik Devletleri'nce işgal edilmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Geçmiş dönemde Afrika'da bulunan sömürgeleri üzerinde günümüzde de çok büyük etkisi bulunmaktadır ve Fildişi Sahili ile Çad'a barış gücü askerleri de göndermiştir. Askeri Gücü. Fransa, askeri alanda hâlen dünyanın ve Avrupa'nın en güçlü ülkelerindendir. Yüzyıllara uzanan bir dönem boyunca yerkürenin dört bir yayındaki askeri mevcudiyetiyle dünyanın en güçlü ülkelerinden biri gözüyle bakılan Fransa'nın II. Dünya Savaşı'nda Alman ordusu karşısında yalnızca altı haftalık bir direnişten sonra teslim olması, sadece bu gücün sürekliliğini sekteye uğratmakla kalmamış aynı zamanda Fransa'nın müttefiklerini de korkutmuş ve Fransa'yı işgalden kurtarma seferberliği başlatmalarına önayak olmuştur. Günümüzde Fransa; ABD, Rusya ve Çin'den sonra dünyanın en büyük dördüncü nükleer gücünü elinde bulundurmaktadır. Fransa, 350 bin kişilik askerî personele sahiptir. 31 Temmuz 2007'de Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Danıştay üyelerinden Jean-Claude Mallet'e Fransa'nın savunmasına yönelik geniş kapsamlı bir gözden geçirme planı üzerinde çalışacak 35 üyeli bir komisyon kurulması direktifini vermiştir. Komisyon ilk çalışma taslağını 2008 başlarında yayınlamıştır. Komisyonun tavsiyeleri doğrultusunda Cumhurbaşkanı Sarkozy, 2008'in yaz aylarından itibaren Fransız savunma siyaseti ve yapılanmasında kökten değişiklikleri başlatmıştır. Avrupa siyasetinde ve güç dengelerinde Soğuk Savaş sonrası meydana gelen değişimlere ayak uydurmak amacıyla, Fransız ordusunun geleneksel odağındaki bölgesel toprakların savunulması doktrini küresel tehdit ortamındaki sorunların üstesinden gelme gayretlerine yöneltilmiştir. Yeniden yapılanma kapsamında, gerek Fransa'nın kent merkezlerinde gerekse Afrika'nın Fransızca konuşulan bölgelerinde tedhiş ağlarının tanımlanması ve imhası Fransız ordusunun birincil görevi haline getirilmiştir. Aynı kapsamda, Fransız güçlerinin yeniden yapılanması ve küresel müdahale kabiliyetine sahip olması için gerekli mali kaynakların sağlanması amacıyla ihtiyaç fazlası üslerin kapatılması ve yeni silah sistemlerine ilişkin projelerin askıya alınması da gündeme gelmiştir. Ayrıca, Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı General Charles de Gaulle'ün Mart 1966 tarihinde ülkeyi NATO'nun komuta yapısından çıkarması ve ABD askerlerinin Fransa topraklarından çekilmesini istemesinden 43 yıl sonra, yürürlüğe konan bu tarihi değişim planı çerçevesinde, Sarkozy Mart 2009'da Fransa'nın ittifakın askeri kanadına tam üye sıfatıyla dönme niyetini de açıklamıştır. Ekonomi. Fransa, Avrupa'nın iktisadi açıdan güçlü ülkelerinden olmakla birlikte, yakın dönemde uygulanmaya başlanan iktisadi dünya pazarına uygulama siyasetinde güçlüklerle karşılaştığını 1971-1976 dönemi arasında ticaret bilançosunun 1986 yılı dışında sürekli açık vermiş olması da kanıtlamaktadır. Bu olumsuz nokta bir yana bırakılırsa Fransa, tarım ürünleri bolluğu ve çeşitliliği ile Avrupa Ekonomik Topluluğu içinde birinci sırada, süt ürünleri açısından da dünyada dördüncü sırada (nitekim Fransa tarım- besin sanayi ürünleri dışsatımında dünya ikincisidir) yer almasının yanı sıra, sanayisi de çok güçlü bir ülkedir. Endüstri, ülke gelirinin çeyreğini ve ticaret kazancının %80'inden fazlasını karşılar. Devlet 1990'ların başından beri Fransa Telecom, Fransız Havayolları ve bankalar gibi diğer endüstrilerdeki hisselerini elden çıkarmaya başlamıştır. Yüksek orandaki işsizlik hâlâ Fransa için sorun işgal etmektedir. Fransa, geniş refah imkânlarını ve muazzam devlet bürokrasisini kesmekten kaçınmış ve bütçe açığını kapatmak için savunma harcamalarını kesmeyi ve vergileri yükseltmeyi tercih etmiştir. Fransa, 1 Ocak 1999'daki Euro sistemi referandumuna diğer on Avrupa ülkesi ile birlikte katılmıştır. Ülkedeki satın alma gücü paritesi 1.871- trilyon $ olup, reel büyüme oranı %3.1'dir. Ülkenin %3.3'ü tarım, %26.1'i sanayi, %70.6'sı hizmet sektöründe çalışmaktadır. Enflasyon oranının tüketici fiyatlarında %2.3 olduğu ülkede iş gücü 27.88 milyon civarındadır. Ülkedeki işsizlik oranı %9.1'dir. Bununla beraber sanayi, makine, kimyasal ürünler, otomobil, metalürji, uçak, elektronik, tekstil, gıda ürünleri, turizm üzerine dayalıdır. Sanayinin büyüme oranı yaklaşık %1.5'tir. Ülkedeki tarım ürünleri buğday, tahıl, şeker pancarı, patates, üzüm, sığır, süt ürünleri, balık gibi alt bölümlere ayrılmaktadır. Ülkede ihracat miktarı 490 milyar $ olup, ülke; makine ve taşımacılık araçları, uçak, plastik ürünler, kimyasallar, eczacılık ürünleri, demir-çelik ve meşrubat gibi ürünler satmaktadır. Ülkenin en çok ihracat yaptığı ortakları, Almanya %14.7, İspanya %9.7, İtalya %8.7, Birleşik Krallık %8.3, Belçika %7.1, ABD %7.1 şeklindedir. Aynı şekilde ülkedeki ithalat miktarı 529.1 milyar $ olup, ülke; makine ve parçaları, araçlar, ham petrol, uçak, plastik ürünler, kimyasal ürünler almaktadır. Ülkenin ithalat ortakları Almanya %18.9, Belçika %10.7, İtalya %8.3, İspanya %7, Hollanda %6.6, Birleşik Krallık %5.9, ABD %5.1 şeklindedir. Ülkenin dış borç tutarı 3.461 trilyon $ kadardır. Para birimi Euro olan ülkenin mali yılı takvim yılına göre hesaplanmaktadır. Tarım. Fransa tarihsel olarak büyük bir tarım ürünleri üreticisiydi. Geniş ve verimli toprakları, modern teknolojinin uygulanması ve AB sübvansiyonları birleşerek Fransa'yı Avrupa'nın tarımda üçüncü sırada (özellikle tahıllar ve tarım-gıda sektöründe) tarım ürünleri üreticisi ve ihracatçısı (AB'nin tarımsal üretiminin % 20'sini temsil eder) ve dünya'nın en büyük üçüncü tarım ürünleri ihracatçısı yaptı. Buğday, kümes hayvanları, süt ürünleri, sığır eti ve domuz etinin yanı sıra uluslararası kabul görmüş işlenmiş gıdalar Fransa'nın başlıca tarımsal ihracatlarıdır. Roze şarapları öncelikle ülke içinde tüketilir ancak şampanya ve Bordeaux şarabı dünya çapında tanınan başlıca ihracat ürünleridir. Fransa'ya AB'nin tarım sübvansiyonları son yıllarda azaldı ancak yine de 2007'de 8 milyar $'a ulaştı. Aynı yıl, Fransa 33.4 milyar euro dönüştürülmüş tarım ürünü sattı. Hemen hemen tamamı Martinik, Guadeloupe ve Réunion gibi denizaşırı bölgelerde bulunan şeker kamışı bazlı içki fabrikaları aracılığıyla Fransa rom üretir. Fransız romlarının listesi. Tarım, Fransa ekonomisinin önemli bir sektörüdür: Aktif nüfusun% 3,8'i tarımda istihdam edilirken, toplam tarım-gıda endüstrisi 2005 yılında Fransız GSYİH'sinin % 4,2'sini oluşturdu. Turizm. 2018'de 89 milyon uluslararası turistle Fransa, dünyanın en çok turist çeken destinasyonudur ve İspanya (83 milyon) ve Amerika Birleşik Devletleri'nin (80 milyon) önündedir. Ancak daha kısa ziyaret süresi nedeniyle turizmden elde edilen gelirde üçüncüdür. Yıllık ziyaretçi sayısına en popüler turistik yerler şunlardır: Eyfel Kulesi (6,2 milyon), Château de Versailles (2,8 milyon), Museum national d'Histoire naturelle (2 milyon), Pont du Gard (1,5 milyon), Zafer Takı (1,2 milyon), Saint-Michel Dağı (1 milyon), Sainte-Chapelle (683.000), Château du Haut-Kœnigsbourg (549.000), Puy de Dôme (500.000), Musée Picasso (441.000) ve Carcassonne (362.000). Fransa özellikle de Paris, 5,7 milyon ziyaretçisiyle dünyanın en çok ziyaret edilen sanat müzesi Louvre, Musée d'Orsay (2,1 milyon), çoğunlukla İzlenimciliğe adanmış Musée de l'Orangerie (1,02 milyon), Claude Monet tarafından yapılmış sekiz büyük Nilüfer duvar resimlerine ve çağdaş sanat'a adanmış Centre Georges Pompidou (1,2 milyon) da dahil olmak üzere dünyanın en büyük ve en ünlü müzelerinden bazılarına sahiptir. Disneyland Paris, 2009'da tatil beldesindeki Disneyland Park ve Walt Disney Studios Park'a 15 milyon toplam ziyaretçi ile Avrupa'nın en popüler tema parkıdır. Yılda 10 milyondan fazla turistle, Güneydoğu Fransa'daki Fransız Rivierası (Fransızca: "Côte d'Azur"), Paris bölgesinden sonra ülkenin ikinci önde gelen turizm merkezidir. Fransız Rivierası, yılda 300 gün güneş ışığıyla, 115 km sahil şeridi ve plajları, 18 golf sahası, 14 kayak merkezi ve 3.000 restoranıyla çekici turistik bir bölgedir. Her yıl "Côte d'Azur" dünyanın süper yat filosunun %50'sini barındırır. Yılda 6 milyon turistle, Loire Vadisi şatoları ve Loire Vadisi Fransa'nın önde gelen üçüncü turizm merkezidir bu Dünya Mirası Alanı, tarihi kentlerindeki mimari mirasıyla ama özellikle Châteaux d'Amboise, de Chambord, d'Ussé, de Villandry, Chenonceau ve Montsoreau şatolarıyla dikkat çeker. Üçü de Paris yakınlarında bulunan Château de Chantilly, Versailles ve Vaux-le-Vicomte da ziyaretçilerin uğrak yerleridir. Fransa'da UNESCO'nun Dünya Mirası Listesine kayıtlı 37 sit alanı ve yüksek kültürel önemli şehirleri, plajları ve deniz kenarı tatil köyleri ve kayak merkezlerinin yanı sıra çoğu kişinin güzelliği ve huzuruyla (yeşil turizm) keyif aldığı kırsal bölgeleri vardır. Küçük ve pitoresk Fransız köyleri "Les Plus Beaux Villages de France" (kelimenin tam anlamıyla "Fransa'nın En Güzel Köyleri") derneği aracılığıyla tanıtılır. "Remarkable Gardens" etiketi, Kültür Bakanlığı tarafından sınıflandırılan 200'den fazla bahçe listesidir. Bu etiket, dikkat çekici bahçeleri ve parkları korumayı ve tanıtmayı amaçlar. Fransa ayrıca inanç turizmi ile de ön plana çıkar. Aziz James Yolu veya Hautes-Pyrénées'deki Lourdes kasabasını her yıl birkaç milyon hacı ziyaret eder. Enerji. Fransa, dünyanın en büyük onuncu elektrik üreticisidir. Çoğunluğu Fransız hükûmetine ait olan Électricité de France (EDF), ülkenin ana elektrik üreticisi ve dağıtıcısıdır ve dünyanın en büyük elektrik şirketi şirketlerinden biridir ve dünya çapında gelir bakımından üçüncü sıradadır. 2018'de EDF, Avrupa Birliği'nin elektriğinin yaklaşık beşte birini, esas olarak nükleer enerji'den üretti. 2021 itibarıyla Fransa, çoğunlukla İngiltere ve İtalya'ya olmak üzere Avrupa'nın en büyük enerji ihracatçısıydı ve dünyanın en büyük net elektrik ihracatçısıydı. Ulaşım. 31.840 kilometrelik uzunluğuyla Fransa demiryolu ağı, Batı Avrupa'nın en gelişmişidir. Fransa'da demiryolları "Fransa Ulusal Demiryolları Kurumu" (Fransızca: "Société Nationale des Chemins de fer français", "SNCF") tarafından işletilir. Fransız yüksek hızlı trenleri Thalys, Eurostar ve 320 kilometre hıza çıkabilen TGV'dir. Eurotunnel Shuttle ile birlikte Eurostar, Manş Tüneli'nde işleyerek Fransa ile Birleşik Krallık'ı birbirine bağlar. Bunun yanı sıra Fransa, Andorra dışındaki tüm komşularına demiryolu ağıyla bağlıdır. Şehir içi ve şehirlerarası ulaşımda da yeraltı demiryolu sistemleri ve otobüs hatlarını tamamlayan tramvay hatları oldukça gelişmiştir. Demiryollarının bu denli gelişmiş olmasının başlıca nedeni şehirlerarası yolcu taşımacılığının SNCF'in tekelinde olması, yani özel otobüs firmalarının olmamasıdır. Fransa'da ayrıca uzunluğu toplamda 893.300 kilometreyi bulan bir karayolu ağı da bulunmaktadır. Başkent Paris ve çevresi en yoğun yol ve otoyol ağıyla örülmüş durumdadır ve ülkenin hemen her köşesiyle doğrudan bağlantısı bulunmaktadır. Fransa'daki yollarda ayrıca komşu ülkeler Belçika, İspanya, Andorra, Monako, İsviçre, Almanya ve İtalya'daki kentlerden gelen yoğun bir de uluslararası trafik vardır. Araçlar için yıllık ruhsat kayıt ücreti ya da yol vergisi alınmamaktadır ancak otoyollara girişlerde gişeler aracılığıyla ücret toplanmaktadır. Yeni araba pazarı büyük ölçüde yerli markaların egemenliğindedir: Renault %23 (Fransa'da 2003 yılında satılan arabalara oranı), Peugeot (%20.1) ve Citroën (%13.5). Fransa dünyanın en uzun köprüsü olan Millau Viyadüğü'ne ev sahipliği yapmaktadır ve ülkede Normandiya Köprüsü gibi pek çok önemli köprü daha bulunur. Fransa'da yaklaşık olarak 478 adet havaalanı bulunmaktadır. Paris dolaylarındaki Charles de Gaulle Uluslararası Havalimanı ülkedeki en işlek ve en önemli hava ulaşım merkezidir. Bu havalimanı ülkenin emtia ve yolcu ulaşımında en yoğun trafiği üstlenen merkezidir ve Paris'i dünyanın hemen hemen tüm büyük kentlerine bağlar. Air France, ülkenin ulusal ve resmî havayolu kurumu olmasına karşın ülkede pek çok sayıda yerli ve yabancı ulaşım firması da faaliyet gösterir. 10 adet büyük ölçekli limana sahip olan Fransa'nın en büyük limanı Marsilya'da bulunur ve bu liman aynı zamanda Akdeniz'deki en büyük liman olma özelliğini taşır. 14.932 kilometre uzunluğundaki su yolu ağı Fransa'da ulaşımın bir başka türüdür. Midi Kanalı aracılığıyla Akdeniz ve Atlas Okyanusu, Garonne Nehri'nden birbirine bağlanır. Demografi. Tahminî 65,1 milyonluk nüfusuyla Fransa, dünyada en yüksek nüfusa sahip on dokuzuncu ülke ve Avrupa Birliği içinde Almanya'dan sonra ikinci kalabalık ülkedir. Ülkenin en büyük kentleri, Paris, Marsilya, Lyon, Lille, Toulouse, Nice ve Nantes'dir. 2004 yılında Fransa'nın yıllık nüfus artış hızı %0,68 olarak belirlenmiş ve doğum ve kadın başına düşen çocuk sayısı oranları 2005 yılında da artmayı sürdürmüştür. 2006 yılında, toplam ölümlere karşın 300 bin yeni doğum olmuştur. 2002 yılında kadın başına düşen çocuk sayısı 1,88 iken, 2008 yılında bu sayı 2,02'ye yükselmiştir. 2004 yılında, toplamda 140.033 kişi dış ülkelerden Fransa'ya göç etmiştir. Bunlardan 90.250'si Afrika ülkelerinden, 13.710'u ise Avrupa ülkelerinden gelmiştir. Daha sonraki yıl, 2005'te, dışarıdan alınan göç 135.890'a gerileyerek ufak bir azalma göstermiştir. Fransa'da uzun yıllardan beri tartışılagelen bir konu da ülke içinde kırsal bölgelerden büyük kentlere yönelik göçtür. 1960-1999 yılları arasındaki süreçte kırsal kesim illerinden on beşi nüfus kaybı yaşamıştır. Bunun en çarpıcı örneği nüfusunun %24'ünü iç göçle yitiren Creuse ili olmuştur. Etnik gruplar. Fransa, etnik açıdan geniş çeşitlilik gösteren bir ülkedir. Ülkede yaklaşık 6 milyon Mağripli ve tahminî 2,5 milyon kadar da siyahî yaşamaktadır. Günümüzde, Fransa nüfusunun yaklaşık olarak %40'ının tarihin çeşitli dönemlerinde yaşanan göç dalgalarıyla ülkeye gelenlerden oluştuğu düşünülmektedir. "Fransa Ulusal Ekonomik Çalışmalar ve İstatistik Enstitüsü" (kısaca) INSEE'nin yaptığı anketlere göre Fransa'da 4,9 milyon yabancı ülkelerde doğmuş göçmen vardır ve bunların 2 milyonu Fransız vatandaşlığı hakkı almışlardır. Fransa ayrıca Batı Avrupa'da en çok sığınma hakkı veren ülkedir. 2005 yılında Fransa'ya yaklaşık 50 bin sığınma isteminde bulunulmuştur. Fransa'nın üyesi olduğu Avrupa Birliği'nin serbest dolaşım özgürlüğü, diğer üye ülkeler arasında olduğu gibi Fransa'yı da kapsamaktadır ancak Fransa birlik üyesi Doğu Avrupa ülkelerden gelecek göçü frenlemek için bir takım girişimlerde bulunmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Yurt dışı İşçi Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün resmî verilere göre 31 Aralık 2006 tarihi itibarıyla çifte uyruklu vatandaş sayısı dahil olmak üzere 423.471[, Fransa'nın 2006 sayımlarına göre ülkede 400.000 civarında Türk vatandaşı yaşamaktadır. Din. Fransa, inanç özgürlüğünün anayasal olarak güvence altına alındığı laik bir ülkedir. Ocak 2007'de yürütülen bir anket çalışmasının sonuçlarına göre Fransızların %51'i kendilerini Hristiyanlığın Katolik mezhebi ile ilişkilendirmiş, %31'i Agnostik ya da Ateist olduğunu belirtmiş, %10 başka dinlere inandığını dile getirmiş, %4'ü İslam inancına mensup olduğunu, %3'ü Protestan mezhebinden geldiğini, %1'i Yahudi, %1'i de Budist olduğunu söylemiştir. Avrupa ülkelerinde istatistiksel araştırmalar Avrobarometre adlı kuruluşun yürüttüğü daha güncel bir çalışmaya göre, Fransız halkının %34'ü bir tanrının varlığına inandığını,%27'si bir tür yaşam gücü ya da kutsal varlığa inandığını, %33'ü ise herhangi bir tanrının varlığına inanmadığını ortaya koymuştur.Fransa'da yaşayan Müslümanların sayısı konusundaki varsayımlar oldukça değişkendir. 1999 yılında yapılan nüfus sayımı verilerine göre Fransa'da yaşayan ve Müslüman olması olası kişilerin sayısı 3,7 milyon olarak hesaplanmıştır. (O dönemki nüfusun %6,3'ü) Ancak 2003 yılında Fransa İçişleri Bakanlığı'nın yayınladığı ülkedeki tahminî Müslüman sayısı 5-6 milyon olarak açıklanmıştır. Müslüman nüfusu çoğunlukla Arap, Mağrip, Siyahî kökenliler ve Türkler oluşturmaktadır. (Nüfusun %8 ilâ 10'u) Fransa'da yaşayan Yahudilerin toplam sayısı ise 600 bindir ve Avrupa'daki en büyük Yahudi diasporasıdır. Fransa'daki laiklik olgusu 1905 yılından bu yana Fransız hükûmetinin herhangi bir dini tanımasına engel olmaktadır. Bunun yerine Fransız hükûmeti yalnızca dinî kurum, dernek ve örgütlenmeleri tanır ve mevcut yasalar uyarınca bu oluşumların politikaya müdahale etmesine engel olur. Scientology, Tanrı'nın Çocuğu, Moon Tarikatı ve Güneş Tapınağı gibi dinî akımlar Fransa'da tarikat olarak görülür ve diğer dinler ile aynı eşit statüye sahip değillerdir. Tarikatlar ise Fransa'da hoş karşılanmayan oluşumlardır. Dil. 1992 yılında alınan kararla, Fransa Cumhuriyeti anayasasının 2. maddesi uyarınca, Fransızca Fransa'nın tek resmî dilidir. Bu durumda Fransa Batı Avrupa'da yalnızca bir resmî dili olan tek ülkedir (Mikrodevletler hariç). Fransızca Hint-Avrupa dil ailesinin Latin dilleri koluna bağlıdır. Latin harfleri ile yazılır ancak özel işaret almış pek çok ekleme harf barındırır. Zengin bir sözcük dağarcığına sahiptir. "Académie française" adıyla anılan Fransız Akademisi tarafından düzenlenir. Fransızca Avrupa Birliği'nin, Afrika Birliği'nin ve Birleşmiş Milletler'in de resmî dillerinden biridir. Toplam sayıları 77'yi bulan pek çok yöresel dil, lehçe ve azınlık dili Kıta Fransası'nda ve denizaşırı illerde konuşulmaktadır. Bu dilleri konuşanlar çoğunlukla Fransızcayı da akıcı biçimde konuşan iki-dilli kimselerdir. Bunlardan pek çoğu Fransızca ile yakın akrabadır. Ancak Baskça ve bazı azınlık dilleri tümüyle Fransızcadan farklı olup geniş ölçüde ülkede konuşulmaktadır Portekizce, İtalyanca, Mağrip Arapçası ve Berber dilleri en çok konuşulan azınlık dillerindendir. Yakın zamana dek Fransız hükûmeti ve ulusal eğitim sistemi bu dillerin öğrenimine olanak vermemekteydi ancak günümüzde bu diller kimi okullarda çeşitli düzeylerde öğretilmektedir. Sağlık. Fransa verilen sağlık hizmetleri, 1997 yılında Dünya Sağlık Örgütü tarafından birinci sırada gösterilmiştir. Sağlık hizmetleri, AIDS, kanser ve kistik fibrozis gibi kronik hastalıkları olan yurttaşlar için genelde ücretsizdir. Fransa'da ortalama beklenen yaşam süresi 79,73'tür. 2007 yılı itibarıyla Fransa'da yaşayan kişilerin 140 bininde HIV/AİDS virüsü bulunmaktadır. Bu da toplum nüfusun %0,4'üne denk gelmektedir. Tüm diğer Avrupa Birliği üyesi ülkeler gibi Fransa da Avrupa Birliği'nin çevre konusunda hazırladığı yönergeler uyarınca hassas bölgelere yapılan kanalizasyon salınımı belli bir düzeye kadar azaltmak durumundadır. Ancak 2006 yılında Fransa ulaşması gereken noktanın yalnızca %40'ını gerçekleştirebilmiş ve Avrupa Birliği içinde bu kriterlere en az uyan ülkelerden biri olmuştur. Fransa'da ötanazi yasaktır, ancak kanser hastası Chantal Sébire'in 21 Mart 2008 tarihinde ölümünün ardından otopsi bulgularındaki kuşkular, ülkede ötanazi tartışmalarını yeniden alevlendirmiştir. Kültür. Fransa kültürü, ülkenin bulunduğu coğrafi konum, komşu uluslarla geliştirilen yoğun ilişkiler ve tarihin çeşitli dönemlerinde yaşanan göç dalgalarıyla şekillenmiştir. Özellikle başkent Paris, ülkenin kültür ve sanat merkezi olma görevini üstlenmiş ve gerek Avrupa'nın gerekse dünyanın en önde gelen kültür merkezlerinden biri olmuştur. Fransız sanatçılar, edebiyatçılar, modacılar günümüzde pek çok alanda önemli yapıtlar vermektedirler. Fransa'nın dışarıdan aldığı yoğun göç ve göçmenlerin ülkelerinden taşıdığı kültür ile Fransa'da günlük yaşamda önemli değişiklikler göze çarpmaktadır. Mutfak ve edebiyat alanlarında öne çıkan bu değişikliklerle Fransa her geçen gün daha çeşitli gelenekler doğmaktadır. Sanat. Fransız sanatının kökenleri, Rönesans döneminde Flaman sanatı ve İtalyan sanatı tarafından çok etkilenmiştir. Orta Çağ'ın en ünlü Fransız ressamı Jean Fouquet, İtalya'ya ilk seyahat eden ve Erken Rönesans'ı ilk elden deneyimleyen kişi olduğu söylenir. Rönesans resim sanatı Fontainebleau Okulu, her ikisi de Fransa'da çalışan Primaticcio ve Rosso Fiorentino gibi İtalyan ressamlardan doğrudan esinlenmiştir. Barok dönem zamanının en ünlü Fransız sanatçılarından ikisi Nicolas Poussin ve Claude Lorrain İtalya'da yaşıyordu. 17. yüzyıl, Fransız resminin klasisizm yoluyla öne çıktığı ve kendini bireyselleştirdiği dönemdi. Başbakan Jean-Baptiste Colbert, bu sanatçıları korumak için 1648'de Louis XIV himayeleriyle Kraliyet Resim ve Heykel Akademisi’ni kurdu; 1666'da İtalyan sanatçılarla doğrudan ilişki kurabilmek için hâlâ aktif olan Roma'daki Fransız Akademisi‘ni de oluşturdu. Fransız sanatçılar 18. yüzyılda rococo stilini eski barok tarzın daha samimi bir taklidi olarak geliştirdiler, saray onaylı sanatçılar Antoine Watteau, François Boucher ve Jean -Honoré Fragonard ülkenin en tanınmış temsilcileridir. Fransız Devrimi büyük değişiklikler getirdi çünkü Napolyon Jacques-Louis David gibi neoklasik tarz sanatçıları tercih etti ve son derece etkili Académie des Beaux-Arts Akademizm olarak bilinen tarzı tanımladı. Bu dönemde Fransa bir sanatsal yaratım merkezi haline gelmişti ve 19. yüzyılın ilk yarısında birbirini izleyen iki hareketin egemenliği altındaydı; ilk başta Théodore Géricault ve Eugène Delacroix ile Romantizm ve ardından Camille Corot, Gustave Courbet ve Jean-François Millet ile Realizm ve sonunda Naturalizm haline gelen bir stil. 19. yüzyılın ikinci yarısında, Empresyonizm ve Sembolizm gibi yeni resim stillerinin gelişmesiyle Fransa'nın resim üzerindeki etkisi daha da önemli hale geldi. Dönemin en ünlü empresyonist ressamları Camille Pissarro, Édouard Manet, Edgar Degas, Claude Monet ve Auguste Renoir idi. İkinci nesil izlenimci tarzda ressamlar Paul Cézanne, Paul Gauguin, Toulouse-Lautrec ve Georges Seurat ‘ın yanı sıra fauvist sanatçılar Henri Matisse, André Derain ve Maurice de Vlaminck ‘da sanatsal evrimlerin avangardındaydı. 20. yüzyılın başında Kübizm, Paris'te yaşayan Georges Braque ve İspanyol ressam Pablo Picasso tarafından geliştirildi. Vincent van Gogh, Marc Chagall, Amedeo Modigliani ve Wassily Kandinsky gibi diğer yabancı sanatçılar da Paris'e yerleşti ve çalıştı. Fransa'daki birçok müze tamamen veya kısmen heykellere ve resim çalışmalarına ayrılmıştır. 18. yüzyıldan önce veya 18. yüzyıl boyunca yaratılan büyük bir eski başyapıt koleksiyonu, "La Joconde" olarak da bilinen "Mona Lisa" gibi devlete ait Louvre müzesi ‘nde sergilenir. Louvre Sarayı uzun süredir müze iken, d'Orsay müzesi 1986 yılında, 19. yüzyılın ikinci yarısından Fransız resimlerini bir araya getirmek için (özellikle Empresyonizm ve Fovizm hareketleri) eski tren istasyonunda d'Orsay Garı ‘nda ulusal sanat koleksiyonlarının büyük bir yeniden düzenlenmesiyle açıldı. D'Orsay müzesi, 2018'de dünyanın en iyi müzesi seçildi. Modern eserler, 1976'da Centre Georges Pompidou 'ya taşınan Musée National d'Art Moderne' de sunulmaktadır. Devlete ait bu üç müze, yılda yaklaşık 17 milyon insanı ağırlar. Resimlere ev sahipliği yapan diğer ulusal müzeler arasında Grand Palais (2008'de 1.3 milyon ziyaretçisi oldu ancak aynı zamanda şehirlerin sahip olduğu birçok müze de vardır ve en çok ziyaret edilenler Musée d'Art Moderne de la Ville de Paris (2008'de 0.8 milyon giriş), çağdaş eserlere ev sahipliği yapar. Paris'in dışında, tüm büyük şehirlerde Avrupa ve Fransız resmine ayrılmış bir bölümü olan bir Güzel Sanatlar Müzesi vardır. En iyi koleksiyonlardan bazıları Liyon Güzel Sanatlar Müzesi, Lille Güzel Sanatlar Sarayı, Rouen Güzel Sanatlar Müzesi, Diyon Güzel Sanatlar Müzesi, Rennes Güzel Sanatlar Müzesi ve Grenoble Müzesi ‘dir. Mimari. Teknik olarak "Fransız mimarisi" olarak adlandırılabilecek özgün bir mimari türü bulunmasa da tam olarak doğru değildir. Gotik mimari ilk ortaya çıktığında bu şekilde adlandırılmış ancak Gotik teriminin ortaya atılmasıyla bu kullanım daha yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Genel olarak Fransa'da mimari eserler Roma döneminden başlar ve Romanesk (10. yüzyıl), Gotik (Orta Çağ), Barok (18. yüzyıl), Neoklasik (19. yüzyıl) ve çağdaş mimari olarak farklı kategorilerde incelenir. Eyfel Kulesi, Louvre Müzesi, Notre Dame Katedrali, Chartres Katedrali, Sacré-Cœur Bazilikası, Zafer Takı, Panthéon gibi binalar Fransa'nın en tanınmış mimari yapıtlarıdır. Edebiyat. Fransız edebiyatı, dünyanın en zengin ve en etkileyici edebiyatlarından biridir. Fransız yazarlar başta epik şiir, lirik şiir, drama ve kurgu olmak üzere yazın türlerinin tümüne katkıda bulunmuşlardır. Fransız edebiyatı birçok ülkedeki yazarların çalışmalarını derinden etkilemiştir. 1600´larda, Klasisizm denilen Fransız kültürel hareketi tüm Avrupa edebiyatından önemli etki bırakmıştır. 1700´lerin Fransız yazarları Avrupa edebiyatını kontrol altına almışlardı. 1800´ler boyunca, Gerçekçilik (Realizm) ve Sembolizm, birçok dilde yazan yazarların çalışmalarını şekillendirmesine yardımcı olmuştur. 1900´lerde ise, Gerçeküstücülük (Sürrealizm) ve Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk) Fransa sınırlarının dışına çıkarak diğer yazarlar, sanatçılar ve düşünürlerin çalışmalarını geniş ölçüde etkilemiştir. Fransız yazarların birçoğu, biçim, dil, tarz ve geleneğe önem vermiştir ve diğer dillerin yazarlarından daha fazla kurallar ve modellere bağlı kalmıştır. Genelde, Akılcılık (rasyonalizm) Fransız yazınını elinde tutmuştur. Akılcılık, insan eylemlerinde nedenselliği temel alır. Akılcılık; temiz, kendi kendini kontrol edebilen ve sanatsal ustalığa ulaşmış bir yazın yaratmıştır. Her ne kadar akılcılık Fransız edebiyatında hayatî bir rol oynadıysa da güçlü bir deneysel nitelik zamanla Fransız yazınında öne çıkmıştır. Örneğin 1800´lerin başındaki Romantizm hareketi gibi dönemlerde, bu deneysellik duygu dolu ve bazen de tutkulu bir sanat yaratabilmiştir. Felsefe. Orta Çağ felsefesi, Rönesans'ta Hümanizm ortaya çıkana kadar Skolastisizm tarafından yönetildi. Modern felsefe 17. yüzyılda Fransa'da René Descartes, Blaise Pascal ve Nicolas Malebranche felsefesiyle başladı. Descartes, antik çağlardan beri seleflerinin çalışmalarını temel almak yerine sıfırdan bir felsefi sistem kurmaya çalışan ilk Batı filozofu idi. Onun ""İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar" 'ı" felsefi düşüncenin birincil nesnesini değiştirdi ve Spinoza, Leibniz, Hume, Berkeley ve Kant gibi yabancılar için en temel sorunlardan bazılarını gündeme getirdi. Fransız filozoflar Aydınlanma Çağı'nın en önemli siyasi eserlerinden bazılarını ürettiler. ""Yasaların Ruhu"nda" Baron de Montesquieu, ilk olarak Amerika Birleşik Devletleri'nde uygulandığından beri tüm liberal demokrasilerde uygulanan kuvvetler ayrılığı ilkesini teorize etti. Voltaire, özgür yargılanma hakkı ve din özgürlüğü gibi sivil özgürlükleri savunarak Aydınlanma'yı somutlaştırmaya başladı. 19. yüzyıl Fransız düşüncesi, Fransız Devrimi'ni izleyen toplumsal rahatsızlığa yanıt vermeyi hedef alındı. Yeni bir sosyal doktrin çağrısı yapan Victor Cousin ve Auguste Comte gibi rasyonalist filozoflara, geleneksel düzenin rasyonalist reddini suçlayan Joseph de Maistre, Louis de Bonald ve Félicité Robert de Lamennais gibi gerici düşünürler karşı çıktı. De Maistre, İngiliz Edmund Burke ile birlikte Avrupa muhafazakarlığının kurucularından biriydi. Comte, Émile Durkheim'ın sosyal araştırmanın temeli olarak yeniden formüle ettiği pozitivizm'in kurucusuydu. 20. yüzyılda, kısmen pozitivizmin algılanan aşırılıklarına tepki olarak Fransız ruhçuluğu Henri Bergson gibi düşünürlerle gelişti ve Amerikan pragmatizmi ve Whitehead'in proses felsefesi versiyonunu etkiledi. Bu arada Jules Henri Poincaré, Gaston Bachelard, Jean Cavaillès ve Jules Vuillemin ile Fransız epistemolojisi önde gelen düşünce okulu haline geldi. Alman fenomenoloji ve varoluşçuluk'tan etkilenen Jean-Paul Sartre felsefesi, II. Dünya Savaşı'ndan sonra güçlü etki kazandı ve 20. yüzyılın sonlarında Fransa, Jean-François Lyotard, Jean Baudrillard, Jacques Derrida ve Michel Foucault ile postmodern felsefe'nin beşiği oldu. Eğitim. Fransız eğitim sistemi üç ana okul çağına ayrılmıştır: ilköğretim ("enseignement primaire"), ortaöğretim ("enseignement secondaire") ve yükseköğrenim ("enseignement supérieur"). İlk ve orta derecede öğrenim büyük ölçüde parasızdır ancak ülkede özel okullar da bulunmaktadır. Özellikle ülkenin dört bir yanına yayılmış durumda olan Katolik okulları bu özel okulların başını çekmektedir. Cumhuriyetçi geleneğin etkisi sonucu eğitim sistemi Fransız Devrimi ile ilan edilen dört temel ilke üzerine kuruludur: Eğitim örgütü, hiyerarşik ve merkezi bir yapıdadır. Eğitim kurumlarının örgütlenişi, ders saatleri, sistem ve programları Fransa Millî Eğitim Bakanlığı tarafından düzenlenir. Fransa'da okuryazarlık oranı %99'dur. Kıta Fransası'nda bu oran %100'e yakın seyretmektedir. 6,7 milyonu ilköğretimde ve 4,8 milyonu ortaöğretimde olmak üzere Fransa'da toplam 15 milyon öğrenci bulunmaktadır. Fransa'da her yıl eğitime genel bütçeden 64,6 milyon avro ayrılmaktadır. Spor. Fransa'da spor ilgi odağındadır. Özellikle futbol, ülkede en çok tercih edilen spor dalıdır. FIFA yüzyılın oyuncuları listesinde, Fransa, ülke olarak Brezilya'nın hemen ardında, ikinci sırada yer almaktadır. Ülke bu sporun dışında hemen hemen her türlü sporda gelişmiştir. Örneğin ragbi, özellikle Paris ve Fransa'nın güneyinde futbolunkine yakın bir popülerliğe sahiptir. Millî ragbi takımı her Ragbi Dünya Kupası'na katılmış ve Altı Ulus Şampiyonası'na katılmaktadır. Fransa millî takımı on altı kez Altı Ulus Şampiyonası'nı kazanmış ve Ragbi Dünya Kupası'nda bir kez finale ulaşmıştır. Ekim 2007'de Ragbi Dünya Kupası Paris'te sunulmuştur. Fransa'da düzenlenen ve dünyanın en önemli bisiklet yarışlarından biri olan "Tour de France" (Fransa Bisiklet Turu) da ülkenin en çok izlenen spor olaylarından biridir. Fransa'da Paris Masters ve dört Grand Slam turnuvasından biri olan Fransa Açık dahil olmak üzere birçok büyük tenis turnuvası düzenlenmektedir. Fransız dövüş sanatları arasında Savate ve Eskrim bulunur Mutfak. Fransız mutfağı dünyanın en iyilerinden biri olarak bilinir. Farklı bölgelerin farklı stilleri vardır. Kuzeyde tereyağı ve krema yaygın malzemelerdir, oysa Güney'de zeytinyağı daha yaygın olarak kullanılır. Fransız mutfağının kökeni Orta Çağlara uzanır. Fransa mutfağı Fransız Devrimi sonrasında Kolonileşme döneminde dünya sahnesindeki kazandığı gücüyle orantılı olarak gelişmiştir. Napolyon Bonapart döneminde ün kazanmış Marie-Antoine Carême (1784-1833) gibi aşçılar "haute cuisine" (yüksek aşçılık sanatı) denilen özenli bir yemek tarzını geliştirerek Fransız mutfağına büyük katkılarda bulunmuşlardır. Fransız mutfağı Fransa'nın bölgelerine göre büyük farklılıklar gösterir. Kırmızı etten, deniz ürünlerine ve süt ürünlerine kadar çok değişik türlerde besin Fransız mutfağını biçimlendirir. Fransız mutfağının öne çıkan ögeleri şarap ve peynirdir. Fransa her yıl dünyaca ünlü şaraplarını ihraç ederek ekonomisine katkıda bulunduğu gibi tescillenmiş 1000'i aşkın peynir türüyle de dünyanın en önde gelen peynir üreticilerindendir. Fransa'da bağcılık ve şaraplarıyla ön plana çıkan bölgeler Alsace, Bordeaux, Burgonya, Champagne, Korsika, Jura, Languedoc-Roussillon, Loire, Provence, Rhône ve Savoy'dur. Fransa'nın en ünlü peynirleriyse Brie, Camembert ve Rokfor'dur. Fransız mutfağının dünyaya mâl olmuş ya da dünyaca tanınan diğer yemekleri arasında kruvasan, salyangoz yemeği, baget ekmeği, kaz ciğeri ve crème brûlée (krem brule) sayılabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1857", "len_data": 53844, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.46 }
John Maynard Keynes (5 Haziran 1883, Cambridge - 21 Nisan 1946, Sussex, İngiltere), radikal düşünceleriyle ekonomide yeni bir akım başlatan Britanyalı iktisatçı. Ekonomik durgunlukla mücadelede müdahaleci para ve maliye politikalarını savunmasıyla tanınır. Bu düşünceleri daha sonra Keynesci ekonomi akımı içinde biçimlenmiştir. Temel politika önermesi talep yönlü makroekonomik politikalardır. Yatırımları faiz ve sermayenin marjinal etkinliği yardımıyla açıklamaktadır. Ekonomi daima tam istihdam denge düzeyinde bulunmamaktadır. Ekonomide eksik istihdam ve atıl kapasite vardır. Ekonomideki işsizlik gayri iradi işsizlik olarak adlandırılmaktadır. Keynes'in en ünlü eseri 1936 yılında yayınlanmış olduğu, "İstihdamın, Paranın ve Faizin Genel Teorisi" (The General Theory of Employment, Interest and Money) ya da kısa adıyla "Genel Teori" diye bilinen kitaptır. Bu kitabıyla C.H. Douglas, Karl Marx ve Silvio Gesell'in teorilerini derlemiş, klasik İktisatçıların öne sürdüğü teorileri kabul etmekle beraber, Klasik istihdam teorisine karşı çıkmıştır. Klasikçilerin öne sürdüğü ekonominin kendiliğinden eski haline gelme görüşünü imkânsız bulmaktadır I. Dünya Savaşı sonunda toplanan Paris Barış Konferansı'na İngiltere Hazinesi'ni temsilen katılmıştır. Savaş sonrasında danışmanlık ve gazetecilik yapan Keynes, II. Dünya Savaşı'nın bitmesine az kala, 1944 yılında toplanan Bretton Woods Konferansı'nda Britanya Heyeti'ne başkanlık yapmıştır. Keynes, Amerika Birleşik Devletleri tezlerine karşı Britan tezlerinin savunucusu olmuş ve konferansta kendi adı ile anılan, "Keynes Planı"nı sunmuştur. Keynes, piyasa kurumunun üretim faktörlerinin sektörler arasında dağılımını yönlendirmeye, yani üretim bileşimini toplumun tercihlerine göre değiştirmeyi başardığını kabul etmektedir. Buna karşılık piyasa ekonomisinde işgücünün tam istihdamını ve üretim kapasitesinin tam kullanımını sağlayacak bir mekanizma olmadığını öne sürmüştür. Ekonomide üretilen tüketim ve yatırım mallarını massedecek tüketim ve yatırım harcaması yapılmadığında firmaların üretimi kısacağını, bunun da iktisadî daralmaya ("resesyona") yol açacağını izah etmiştir. Keynes, bir daralma baş gösterdiğinde firma yöneticilerinin kötümserleşip yatırım yapmaktan çekinmeleri hâlinde (19. yüzyıl sonlarında ve 1930'lu yıllardaki gibi) ortaya çıkan düşük millî gelir - düşük istihdam dengesinin uzun sürebileceğini belirtmiştir. Keynes'e göre böyle bir durgun ekonomide devlet para arzını artırarak faiz haddini düşürmek suretiyle yatırım harcamalarını teşvik edebilir. Bu politika yatırımları artırmakta etkili olmazsa, devlet kendi harcamaları ile (cari harcamaları ve yatırım harcamaları ile) millî geliri artırabilir. Özetle, devlet para politikası ile veya maliye politikası ile harcamaları artırarak millî geliri artırmayı ve yüksek işsizlik oranını azaltmayı başarabilir. 1970'lerde stagflasyon (durgunluk içinde görülen enflasyon) tecrübesi, Keynes'in gözlemediği bir makroiktisadî olay olduğundan, Keynes'in kuramında buna bir açıklama yoktu. 1970'li yıllardan itibaren gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkan yeni görüşler işsizliği toplam harcamalardaki yetmezlikten değil, refah devletinde işçilerin iş disiplinini yitirmesinden kaynaklandığını öne sürünce Keynes'in telkin ettiği tam istihdamı hedefleyen makroiktisat politikalarından vazgeçildi. Ancak Keynes'in millî geliri toplam harcamaların belirlediğine ilişkin teorisi hâlen genel kabul gören bir kuram olarak kalmıştır. Keynes, bir ateistti. İlk yılları ve eğitimi. John Maynard Keynes Cambridge, Cambridgeshire, İngiltere'de üst orta sınıf bir ailede dünyaya gelmiştir. Babası John Neville Keynes, bir ekonomist ve Cambridge Üniversitesinde bir tinsel bilimler öğretim üyesi; annesi Florence Ada Keynes ise bir yerel sosyal reformcuydu. Keynes üç çocuğun ilkidir, kardeşi Margaret Neville Keynes 1885'te, Geoffrey Keynes ise 1887'de doğmuştur. Geoffrey bir cerrah olmuş ve Margaret da, Eglantyne Jebb başta olmak üzere birçok kadınla ilişkisi olmasına rağmen, Nobel ödüllü fizyolog Archibald Hill ile evlenmiştir. Ekonomi tarihçisi ve biyografi yazarı Robert Skidelski'ye göre Keynes'in ebeveynleri müşfik ve özenliydiler. Cemaat kilisesine katılmış ve çocuklarının döndüklerinde daima içtenlikle ağırlandıkları evde ömürleri boyunca yaşamışlardı. Keynes, burs sınavlarını geçmesi için profesyonel mentörlük ve gençliği ile Büyük Buhran'ın başlangıcında malvarlığının neredeyse tamamının tükendiği dönemde finansal destek de dahil olmak üzere babasından hatrı görülür ölçüde destek aldı. Keynes'in annesi çocuklarının çıkarlarını kendine mal etti ve Skidelski'ye göre "çocuklarıyla birlikte büyüyebildiğinden çocukları hiçbir zaman evlerini bırakmadı." Ocak 1889'da beş buçuk yaşındayken haftada beş günlüğüne Perse Kız Okulunda anaokuluna başladı. Kısa sürede aritmetikteki kabiliyeti ortaya çıktı fakat sağlığı uzun süreli devamsızlıklara sebep oluyordu. Evde bir mürebbiye, Beatrice Mackintosh ve annesinden ders aldı. Ocak 1892'de sekiz buçuk yaşındayken St. Faith's hazırlık okulunda tam gün eğitime başladı. 1894'te Keynes sınıf birincisiydi ve matematikte sivrilmişti. 1896'da St. Faith's'in müdürü, Ralph Goodchild, Keynes'in "okuldaki tüm çocuklardan fersah fersah ileride" olduğunu yazmıştı ve Keynes'in Eton'dan burs kazanabileceğine emindi. 1897'de Keynes başta matematik, klasik çalışmalar ve tarih olmak üzere pek çok derste başarı gösterdiği Eton Koleji'nden Kral Bursu kazandı. 1901'de matematik için Tomline Ödülü'ne layık görüldü. Eton'da Keynes "hayatının ilk aşkını" Dan Macmillan'da, gelecekteki İngiliz başbakanı Harold Macmillan'ın ağabeyi, yaşadı. Orta sınıf geçmişine rağmen üst sınıf öğrencilere karışmakta zorluk çekmedi. 1902'de Keynes matematik okuması için aldığı bir burs ile birlikte King's College, Cambridge'e girmek için Eton'dan ayrıldı. Alfred Marshall, Keynes'in eğilimlerinin onu felsefeye, özellikle de G.E. Moore'un ahlak sistemine, yöneltmesine rağmen Keynes'e ekonomist olması için yalvardı. Keynes Üniversite Pitt Kulübü'ne seçilmişti ve çoğunlukla parlak öğrencilerden oluşan yarı gizli Cambridge Apostles cemiyetinin etkin bir üyesiydi. Birçok öğrenci gibi Keynes de mezun olduktan sonra kulüple bağlarını korudu ve hayatı boyunca ara sıra çeşitli tartışmalara katıldı. Cambridge'ten ayrılmadan önce Cambridge Union Society ve Cambridge University Liberal Club'ın başkanı oldu. Ateist olduğu söylenirdi. Mayıs 1904'te matematikten birinci sınıf lisans derecesi aldı. Tatillerde aile ve arkadaşlarıyla geçen birkaç ayın yanı sıra sonraki iki yılında üniversiteyle meşgul oldu. Tartışmalarda yer aldı, felsefe tahsili gördü ve lisansüstü öğrencisi olarak bir dönem boyunca ekonomi derslerine girdi -bu ekonomi alanında aldığı tek resmi eğitimdi. 1906 yılında memuriyet sınavlarına girdi.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1860", "len_data": 6769, "topic": "FINANCE_ECONOMY", "quality_score": 4.21 }
İtalya (), resmî adıyla İtalyan Cumhuriyeti (), Güney Avrupa'da, büyük ölçüde İtalya Yarımadası üzerinde yer alan bir ülke. Akdeniz'in en büyük iki adası Sicilya ve Sardinya da İtalyan topraklarıdır. Yüzölçümü 301.340 km2 olan ülkenin kuzeyde Alpler bölgesinde Fransa, İsviçre, Avusturya ve Slovenya'yla kara sınırı vardır. Bağımsız iki Avrupa ülkesi olan Vatikan ve San Marino da İtalya'nın yarımadadaki toprakları içine sıkışmış anklav (bir başka ülkeyle tümüyle kuşatılmış) ülkelerdir. İtalya'nın ayrıca biri İsviçre (Campione), diğeriyse Tunus (Lampedusa) tarafından kara ve deniz sınırlarıyla kuşatılmış iki eksklavı bulunur. Nüfusu 58 milyon olan İtalya, Avrupa Birliği'nin en kalabalık üçüncü ülkesidir. Başkenti ve en büyük şehri Roma, yüzyıllar boyunca Batı uygarlığının merkezi olmuş, mimaride barok üslûbunun doğuşuna tanıklık etmiş ve eskiden beri Katolik Kilisesi'nin merkezi olmuştur. Güney Avrupa ve Akdeniz'deki merkezi konumu nedeniyle İtalya yüzyıllar boyunca çeşitli Avrupa uygarlıklarına ev sahipliği yapmıştır. Günümüz İtalya topraklarına yayılmış en önemlileri Hint-Avrupa kökenli ve ülkeye de ismini vermiş olan İtalikler olan antik toplulukların ardından, Klasik Antik Çağ'dan başlayarak Fenikeliler ve Kartacalılar, Sicilya ve Sardinya'da koloniler kurdular; Yunanlar ise Güney İtalya'da "Magna Graecia" adını verdikleri bölgede yerleşimler oluşturdular. Etrüskler ve Keltler de Orta ve Kuzey İtalya'yı yurt edindiler. İtalik bir kavim olan Latinler, MÖ 8. yüzyılda ileride Roma Senatosu ve Halkı tarafından yönetilecek bir cumhuriyete dönüşecek Roma Krallığı'nı kurdular. Roma Cumhuriyeti kısa sürede İtalya Yarımadası'ndaki komşularını ele geçirdi, bunu Avrupa, Kuzey Afrika ve Asya'daki fetihler izledi. MÖ 1. yüzyıla gelindiğinde Roma İmparatorluğu, Akdeniz Havzası'nın hakim gücü haline geldi ve bölgenin önde gelen kültürel, siyasi ve dini merkezi oldu. Böylece 200 yıldan uzun süre İtalya'da hukuk, teknoloji, ekonomi, sanat ve edebiyatın atılım gösterdiği Pax Romana dönemi başladı. İtalya Romalıların anavatanı olmaya devam etse de imparatorluğun kültür, yönetim, yazı ve Hristiyanlık dini üzerindeki etkisi tüm dünyaya ulaşmıştır. Erken Orta Çağ'da İtalya Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşü ve Kavimler Göçü'ne şahitlik etti. 11. yüzyılda çoğunlukla Kuzey ve Orta İtalya'da olmak üzere birçok şehir devleti ve denizci cumhuriyet kuruldu. Ticaret ve bankacılık ile zenginlik kazanan bu devletler modern kapitalizmin erken örneklerini oluşturdular ve Avrupa-Asya ticaret merkezleri olarak işlev gördüler, ayrıca merkezi bir yönetime bağlı olmamaları sebebiyle Avrupa'daki büyük feodal monarşilerden çok daha demokratik yönetimlere sahiplerdi. Bu dönemde Orta İtalya'nın bir bölümü teokratik Papalık Devleti'nin kontrolündeydi, Güney İtalya ise Bizans, Arap, Norman, Anjou ve Aragonlu fetihleri sebebiyle 19. yüzyıla dek feodal kalmaya devam etti. Rönesans hareketi İtalya'nın Toskana bölgesinde doğdu ve tüm Avrupa'ya yayıldı, bu dönemde hümanizm, bilim, keşif ve sanat alanında yeni bir ilgi ortaya çıktı. İtalyan kültürü canlandı, ünlü bilim insanları, sanatçılar ve hezârfenler yetişti. Orta Çağ'da İtalyan kaşifler Uzak Doğu ve Yeni Dünya'ya rotalar keşfettiler, bu keşifler Avrupa'da Coğrafi Keşifler'in başlamasına önayak oldu. Tüm bunlara karşın İtalya'nın ticari ve siyasi gücü Akdeniz'i pas geçen ticaret yollarının açılmasıyla önemli ölçüde sönümlendi. Yüzyıllar süren yabancı ülke müdahale ve fetihleri ile şehir devletlerinin kendi aralarında süregelen rekabet ve savaşlar (örneğin 15 ve 16. yüzyıllardaki İtalya Savaşları) ülkenin siyaseten parçalanmış yapısının devam etmesine yol açtı. 19. yüzyıl ortalarında yükselen İtalyan milliyetçiliği ve bağımsızlık çağrıları bir devrim dönemi başlattı. Yüzyıllar süren yabancı hakimiyeti ve bölünmüşlüğün ardından İtalyan devletleri 1861'de birleşti ve İtalya Krallığı kuruldu. 19. yüzyıl sonlarından 20. yüzyıl başlarına dek İtalya'nın özellikle kuzeyi hızlı bir şekilde sanayileşti ve dünya çapında sömürgeler elde etti, ancak güney bu sanayileşmenin dışında bırakıldı ve yoksul kalmaya devam etti. Bu durum dünya çapındaki İtalyan diasporasının oluşmasına zemin hazırladı. I. Dünya Savaşı'nın sonunda dört ana İtilaf devletinden biri olmasına rağmen, İtalya bir ekonomik kriz ve çalkantı dönemi yaşadı. 1922'de ülke faşist diktatörlük yönetimi altına girdi. II. Dünya Savaşı'na Mihver Devletleri safında katılan İtalya; mağlubiyet, ekonomik yıkım ve İtalyan İç Savaşı'yla yüzleşti. Ülkenin Alman işgalinden kurtarılması ve İtalyan direniş hareketinin güçlenmesini takiben monarşi lağvedildi, demokratik bir cumhuriyet kuruldu ve uzun süreli bir ekonomik büyüme dönemi yaşandı. Böylece İtalya yüksek gelişmişlik seviyesine ulaştı. Günümüzde İtalya, parlamenter demokrasi ile yönetilmekte olan üniter bir cumhuriyettir ve ülkelerin kişi başına nominal gayrisafi yurt içi hasıla sıralamasında yirminci, insanî gelişme endeksi sıralamasında yirminci, yaşam kalitesi endeksinde sekizinci sırada yer alan gelişmiş bir ülkedir. Beklenen yaşam süresi, yaşam kalitesi, sağlık hizmetleri ve eğitimde ön sıralardadır. Uluslararası ilişkilerde hem bölgesel, hem de büyük güç kabul edilen İtalya, bölgesel ve küresel ekonomik, askerî, kültürel ve diplomatik ilişkilerde önemli bir role sahiptir. İtalya, 1957 yılında başkent Roma'da imzalanan Roma Antlaşması'yla kurulan ve daha sonra Avrupa Birliği ismini alacak olan Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun kurucu ve lider üyelerindendir. G8, NATO, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü, Avrupa Konseyi ve Schengen Antlaşması'nın da katılımcılarındandır. İtalya tarih boyunca birçok icat ve keşfe kaynaklık etmiş; küresel bir sanat, müzik, edebiyat, felsefe, bilim, teknoloji ve moda merkezi olmuştur. Sinema, mutfak, spor, hukuk, bankacılık ve ticaret alanlarını derinden etkilemiştir. Kültürel zenginliğinin bir yansıması olarak 55 adet ile en çok Dünya Mirası'na sahip olan ülkedir. Ayrıca en çok ziyaret edilen ülkeler sıralamasında beşinci sıradadır. Etimoloji. "İtalya" sözcüğünün kökeni (İtalyanca: "Italia") Latince "Italia" sözcüğüne dayanmaktadır. Ancak başlı başına bu sözcüğün ne anlama geldiği belirsizdir. Yaygın biçimde inanılan savlardan biri, "İtalya" sözcüğünün antik dönemlerde Campania bölgesinin kuzeyinde yaşayan toplumların dili aracılığıyla Antik Yunancadaki "Víteliú" (anlam olarak "genç sığır", Latince: "vitulus", "buzağı") sözcüğünden geldiğini öne sürmektedir. Víteliú sözcüğü ise hayvanlar tanrısı Mars adına verilmiştir. Büyük olasılıkla bununla ilgili olarak "boğa" figürü uzun yıllar güneydeki İtalyan boylarının simgesi olmuş ve çoğunlukla Roma'nın kurt figürünü boynuzlarken betimlenmiştir. Bu betimlemeler bağımsız İtalya'nın simgesi olarak Samnit Savaşları'nda sık sık kullanılmıştır. "İtalya" adı önceleri yalnızca, bugünkü İtalya'nın güneyindeki bir bölgeyi anlatmak için kullanılıyordu. Sirakuzalı Antiochus'a göre bu ad Calabria yarımadasının (o dönemki adıyla "Bruttium") güney kesimleri için kullanılıyordu. Zamanla "İtalya" adı çevre bölgeleri de kapsayacak biçimde geniş bir kullanım alanı edindi. Antik Yunanistanlılar da bu adı daha geniş bir bölge için kullandılarsa da bu adın tüm yarımadayı anlatacak biçimde kullanılması ancak Romalıların bölgeyi ele geçirmesiyle oldu. Tarihçe. Tarih Öncesi ve Antik çağ. Monte Poggiolo'dan 850,000 yıl öncesine dayanan binlerce Alt Paleolitik eser ele geçirildi. İtalya Yarımadasındaki Neanderthal insan varlığının izleri bu İtalik kavimlerin yarımadaya ulaşmalarından önce, 200,000 yıl öncesi Yeni Taş Çağı'na (Orta Palaeolitik dönem) kadar dayanır. Modern insanlar ise yaklaşık 40,000 yıl önce Riparo Mochi'de ortaya çıktı. Bu döneme ait arkeolojik sit alanları arasında Addaura mağarası, Altamura, Ceprano ve Gravina in Puglia yer alır. Lombardiya'daki Val Camonica vadisinde MÖ 8,000 yılında kayalara oyulmuş resimler bulunmuştur. MÖ 1,500-1,100 yılları civarında kuzey İtalya'da izlerine rastlanan Terramare kültürü ise Tunç Çağına ait balta, kılıç ve hançer gibi cisimlerle günümüze kadar ulaşmıştır. Demir Çağının örnekleri ise MÖ 11.-7. yüzyıllar arasında Toskana civarında yerleşmiş Villinova kültürüne aittir. MÖ 800 yılından sonra ortaya çıkan Etrüskler İtalya yarımadasında Antik Roma kültüründen önce ortaya çıkmış en önemli kültürdür. Etrüsklerin kökeni hakkında birçok değişik hipotez mevcuttur. Konuştukları dilin bir Hint-Avrupa dili olmadığı bilinmektedir. Roma öncesi İtalya'nın Antik halkları - Umbrianlar, Latinler (Romalılardan ortaya çıkan), Volsci, Oscanlar, Samnitler, Sabinler, Keltler, Ligurler, Veneti, Iapygianlar ve diğerleri – Proto Hint-Avrupalı halklarıydı, bunların çoğu özellikle İtalikler grubuna aitti. Muhtemel Hint-Avrupalı olmayan veya Hint-Avrupa öncesinin mirası başlıca tarihi halklar, orta ve kuzey İtalya'nın Etrüskleri, Elymianlar ve Sicilya'daki Sicani ve Nurajik uygarlığını doğuran tarih öncesi Sardinyalılardı. Belirsiz dil ailelerinden ve olası Hint-Avrupa kökenli olmayan diğer eski topluluklar arasında Raetialı halkı ve dünyadaki en büyük tarih öncesi petroglif koleksiyonları olan Valcamonica Kaya Resimleri ile bilinen Cammuni yer alır. 1991'de Güney Tirol'in Similaun buzulunda 5,000 yaşında (MÖ 3400 ile 3100 arasında, Bakır Çağı) olduğu belirlenen Buz Adam Ötzi olarak bilinen iyi korunmuş bir doğal mumya keşfedildi. İlk yabancı sömürgeciler, Sicilya ve Sardunya kıyılarında başlangıçta sömürgeler ve çeşitli emporiumlar kuran Fenikeliler'di. Bunlardan bazıları kısa sürede küçük şehir merkezleri haline geldi ve antik Yunan kolonilerine paralel olarak geliştirildi; ana merkezler arasında Sicilya'daki Motya, Zyz (modern Palermo), Soluntum ve Sardunya'daki Nora, Sulci ve Tharros şehirleri vardı. İÖ 17. ve 11. yüzyıllar arasında Miken Yunanları İtalya ile temaslar kurdu ve İÖ 8. ve 7. yüzyıllarda Magna Graecia olarak bilinen İtalya Yarımadasının güney kısmında ve Sicilya'nın tüm kıyılarında birkaç Yunan kolonisi kuruldu. İyonyalı yerleşimciler Elaia, Kyme, Rhegion, Nakşa, Zankles, Hymera ve Katanya'yı kurdular. Dorik koloniciler Taras, Siraküza, Megara Hyblaia, Leontinoi, Agrigento, Gela kurdu; Siraküzalılar Ankón ve Adria'yı kurdu; megarese Selinunte'yi kurdu. Akalar Sybaris, Poseidonia, Kroton, Lokroi Epizephyrioi ve Metapontum kurdu; tarantini ve thuriotlar Herakleia'yı buldu. Yunan kolonizasyonu, İtalik halkları demokratik yönetim biçimleriyle ve yüksek sanatsal ve kültürel ifadelerle ilişkiye soktu. Antik Roma. Roma, MÖ 753'te kurulmuş, orta İtalya Tiber nehri sığlığının çevresinde bir yerleşimdir. 244 yıl boyunca Roma'nın monarşik sistemi önce Latin ve Sabine kökenli hükümdarlar, sonra da Etrüsk krallarınca yönetildi. Geleneğe göre yedi kral gelmiştir: Romulus, Numa Pompilius, Tullus Hostilius, Ancus Marcius, Tarquinius Priscus, Servius Tullius ve Lucius Tarquinius Superbus. MÖ 509'da Romalılar son kralı kovdu onun yerine Senato ve Halk (SPQR) hükûmetini tercih ederek oligarşik cumhuriyet kurdu. Roma kentinin kendi Etrüsk topraklarına dâhildi. MÖ 396 yılında Etrüsklerin en büyük kenti olan Veio kentinin Romalılar tarafından istila edilmesiyle sona eren bu uygarlık Roma kültürüne damgasını vurmuş, Roma kültürü, mimarisi ve sanatına büyük bir etki yapmıştır. 8. ve 7. yüzyıllarda İtalya Yarımadası'nın güney kıyılarında ve Sicilya Adası'nda Yunan sömürge şehirleri kurulmuş ve bu bölgelere yoğun olarak Yunanlar yerleşmiştir. Daha sonraları bu nedenle Romalılar bu bu bölgeye "Magna Graecia" (Türkçe: "Büyük Yunanistan") adını vermişlerdir. Antik Roma MÖ 8. yüzyılda küçük bir tarım köyü olarak kurulmuş ancak yüzyıllar geçtikçe büyüyerek bütün Akdeniz'i çevreleyen muazzam bir uygarlık hâlini almıştır. Ele geçirdiği bölgelerde hâkim olan Yunan kültürüyle Roma kültürü birleşerek ortak bir uygarlık oluşturmuş; hukuk, devlet yönetimi, sanat ve felsefede bugün çağdaş Avrupa uygarlığının temelini oluşturan bir zemin yaratmıştır. Yaklaşık 12 yüzyıl boyunca varlığını sürdürmüş olan Roma uygarlığı bir monarşiden oligarşi ve cumhuriyetin bileşimi bir demokrasiye ve daha sonra da otokratik bir imparatorluğa dönüşmüştür. Roma İmparatorluğu zaman içinde düşüşe geçmiş ve çökmüştür. Hispania, Galya ve İtalya'yı içine alan batı imparatorluğu 5. yüzyılda bağımsız krallıklara bölündü. Batı imparatorluğunun 476 yılında sona ermesi Roma'nın yıkılışı ve Orta Çağın başlangıç tarihi kabul edilir. Orta Çağ. Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşü'nden sonra, İtalya Odoacer krallığı'nın egemenliği altına girdi ve ardından Ostrogotlar tarafından ele geçirildi. 6. yüzyılda Bizans İmparatoru Justinianus tarafından İtalya‘nın kısa süreli yeniden fethinden sonra İtalya içlerine yeni bir Germen boyu dalgası başladı. Aynı yüzyılın sonlarında başka bir Germen kabilesi, Lombardlar'ın işgali Bizans varlığını Ravenna Eksarhlığı'nın arka bölgesine indirdi ve sonraki 1,300 yıl boyunca yarımadanın siyasi birliğinin bitişini başlattı. Yarımadanın işgalleri, barbar krallıklarının düzensiz bir şekilde birbirini takip etmesine ve "karanlık çağlar" olarak adlandırılmasına neden oldu. Lombard krallığı daha sonra 8. yüzyılın sonlarında Şarlman tarafından Frank Krallığı'na katıldı. Franklar ayrıca orta İtalya'da Papalık Devletleri'nin oluşumuna da yardımcı oldular. 13. yüzyıla kadar, İtalyan siyasetine Kutsal Roma İmparatorları ile Papalık arasındaki ilişkiler hakimdi, İtalyan şehir devletlerinin çoğu anlık kazanç için ilkinin (Ghibellinolar) veya ikincisinin (Guelfolar) yanında yer aldı. Yüzyıllar boyunca Bizans orduları, Arapların, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nun ve Papalık Devleti'nin birleşik bir İtalyan Krallığı kurmasını engelleyecek güçteydi. Ancak Bizans aynı zamanda Roma İmparatorluğu'nun eski topraklarını yeniden ele geçirecek güçten de yoksundu. Yine de Orta Çağ boyunca İtalya üzerindeki güç dengeleri çeşitli devlet ya da hanedanlar arasında değişkenlik gösterdi. İtalya'nın bölgeleri 19. yüzyıla kadar ya bağımsız yönetimler olarak kaldı ya da komşu devletlerin yönetimleri altındaydı. Bu otorite boşluğu sırasında İtalyan şehirlerinde anarşik koşullar hüküm sürüyordu ve şehirler derebeylik düzenine göre birbirlerinden ayrılmış biçimde yönetiliyordu. İtalya bu dönemde ticaret cumhuriyetleriyle ünlenmişti. Bu şehir devletleri oligarşiye göre yönetilen tüccarların ayrıcalık sahibi olduğu yönetimlerdi. Venedik, Cenova, Pisa Amalfi ve Ankona bu dönemin deniz ticareti konusunda öne çıkan şehirleridir. Özellikle Venedik ve Cenova ticarette Avrupa'nın Doğu'ya açılan kapılarıydı. Venedik, yöreye özgü bir tür camın üretilmesi ile ünlüydü. Floransa, ipek, yün, bankacılık ve mücevheratın önde gelen merkezlerindendi. Denizcilikte ileri bu şehir devletleri ayrıca Doğu'ya düzenlenen Haçlı Seferlerinde de başı çeken güçlerdi. İtalya, Avrupa'da ticari devrime yol açan büyük ekonomik değişiklikleri ilk kez hissetti: Venedik Cumhuriyeti, Bizans İmparatorluğu'nu yenmeyi başardı ve Marco Polo'nun Asya'ya yaptığı yolculukları finanse etti; ilk üniversiteler İtalyan şehirlerinde kuruldu ve Thomas Aquinas gibi akademisyenler uluslararası üne kavuştu; Sicilyalı I. Frederick, İtalya'yı geçici olarak Kutsal Roma İmparatorluğu ve Kudüs Krallığı'nı içeren bir saltanatın siyasi-kültürel merkezi yaptı; Kapitalizm ve bankacılık aileleri, Dante ve Giotto"nun 1300 civarında aktif olduğu Floransa'da ortaya çıktı. Kara ölüm olarak da anılan 1348 tarihli veba salgını, İtalya nüfusun neredeyse üçte birini yok ederek İtalya'nın tarihine damgasını vurdu. Bu salgının yaralarının sarılmasının ardından İtalyan şehirleri gerek ticaret gerekse ekonomi alanında büyüdü. Bu iyileşme durumu daha sonra gerçekleşen hümanizm ve Rönesans hareketine ortam hazırladı. Erken Modern. Orta Çağ'ın sonlarında İtalya daha da küçük şehir devletlerine ve bölgelere bölündü: Napoli Krallığı İtalya'nın güneyinde etkili olan bir güçtü, Floransa Cumhuriyeti ve Papalık Devleti orta İtalya'yı yönetmekteydi, Cenova ve Milano kuzey ile batıda söz sahibi olan güçlerdi, Venedik ise doğu İtalya'da etkiliydi. 15. yüzyıl İtalya'sı Avrupa'nın en yoğun nüfuslu bölgelerindendi ve sanatta Rönesans hareketinin de doğum yeridir. Dante Alighieri (1265-1321), Francesco Petrarch (1304-1374) ve Giovanni Boccaccio (y. 1313-1375)'nun yazıları ve Giotto di Bondone (1267-1337)'nin resimleriyle özellikle de Floransa bu kültür-sanat hareketinin merkezi olarak görülmektedir. Bu dönemde Niccolò de' Niccoli ve Poggio Bracciolini gibi düşünürler kütüphanelerde Platon, Aristoteles, Öklid, Ptolemaios, Cicero ve Vitruvius gibi ünlü Antik Yunan filozoflarının yapıtlarını incelemişlerdir. 1494 yılında Fransa Kralı VIII. Charles, İspanya'yı ele geçirebilmek amacıyla 16. yüzyıla dek sürecek olan saldırı dizisinin ilk ayağını başlattı. Bu saldırılar ve rekabet sonunda İspanya Cateau-Cambrésis Antlaşması'yla galip taraf oldu. Böylece İspanya, Milan Düklüğü ve Napoli Krallığı üzerinde egemen güç durumuna geldi. Daha sonra İtalya üzerindeki etkili güç olma durumu, Utrech Antlaşması'yla Avusturya'ya geçti. Avusturya etkisi altında İtalya'nın kuzeyinde güçlü bir ekonomik dinamizm ve entelektüel canlılık oluştu. Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları (1796-1815) İtalyanlar arasında eşitlik, demokrasi, hukuk ve ulus olma bilinci gibi düşünceler uyandırdı. Birleşme. 19. yüzyılın ilk yıllarında İtalya I. Napolyon tarafından işgal edilerek Fransız etkisi altına girdi. Viyana Kongresi İtalya'nın Fransız işgalinden önce yöneten hanedanlara geri verilmesini öngörüyordu. Böylece Papalık Devleti, Sardinya-Piemonte Krallığı, Toskana Grandüklüğü, Modena Düklüğü ve Lombardiya-Venedik Krallığı tekrar kuruldu. Ancak Carbonari adı verilen gizli dernekler İtalya'nın birleşmesi için çalışmaya başladılar. Giuseppe Mazzini ve Giuseppe Garibaldi birleşme hareketinin öncüleri arasında yer alıyorlardı. Ayrıca Sardinya kralı II. Vittorio Emanuele de bu birleşme hareketini destekleyenler arasındaydı. 1848 yılında Lombardiya Avusturya'nın elinde bulunuyordu. İtalya'yı birleştirmek konusunda Fransa'nın desteğini almayı başaran İtalya, 1859'da Fransa ile birlikte Avusturya'yı mağlup etti ve 11 Kasım 1859'da Avusturya ile Piemont arasında Zürih'te barış antlaşması yapıldı. Buna göre; Avusturya, Lombardiya'yı Piemont'ye verdi. Venedik dâhil olmak üzere diğer İtalyan Devletleri arasında bir konfederasyon oluşturulması ve konfederasyonun fahri başkanının papa, fiilî başkanının Piemont olması kabul edildi. Bir süre sonra Kuzey İtalya'daki küçük devletler de Piemont'ye katılma kararı aldılar. Böylece bütün Kuzey ve Orta İtalya Piemont'ye katılmış oldu. 1870'te Roma ve 1886'da Venedik, İtalya birliğine dâhil oldular. Bunların da katılımı sonucu İtalyan Millî Birliği tamamlanmış oldu. İtalya Krallığı kuruldu. Liberal dönem. Yeni İtalya Krallığı Büyük güç elde etti. 1848 tarihli Sardinya Krallığı Anayasası Albertine Tüzüğü, 1861'de tüm İtalya Krallığını kapsayacak şekilde genişletildi ve yeni devletin özgürlüklerini sağladı. Ancak seçim yasaları mülksüz olanlara ve eğitimsiz sınıflara oy kullanma hakkı vermedi. Yeni krallık hükûmeti, liberal güçlerin hakim olduğu parlamenter anayasal monarşi çerçevesinde kuruldu. Kuzey İtalya hızla sanayileşirken, Güney ve Kuzey'in kırsal bölgeleri az gelişmiş ve aşırı nüfuslu kaldı. Bu durum milyonlarca insanı yurt dışına göç etmeye zorlyarak büyük ve etkili bir diaspora'yı ateşledi. İtalyan Sosyalist Partisi geleneksel liberal ve muhafazakar düzene meydan okuyarak sürekli olarak gücünü artırdı. 19. yüzyılın son yirmi yılından başlayarak İtalya, Doğu Afrika'da Eritre ve Somali, Kuzey Afrika'da Trablusgarp ve Sirenayka (daha sonra Libya kolonisinde birleşti) ve On iki ada'yı yönetimi altına alarak bir sömürge gücü haline geldi. 2 Kasım 1899'dan 7 Eylül 1901'e kadar İtalya, Çin'deki Boxer Ayaklanması sırasında Sekiz Devlet İttifak kuvvetlerine katıldı. 7 Eylül 1901'de Tientsin'deki imtiyaz ülkeye devredildi ve 7 Haziran 1902'de imtiyaz İtalyanların mülkiyetine alındı ve bir konsolos tarafından yönetildi. 1913'te erkeklere genel oy hakkı kabul edildi. Giovanni Giolitti'nin 1892 ve 1921 yılları arasında beş kez başbakanlık yaptığı savaş öncesi dönem, İtalyan toplumunun ekonomik, endüstriyel ve politik-kültürel modernleşmesiyle nitelendi. İtalya, ulusal birliği tamamlamak amacıyla 1915'te I. Dünya Savaşı'na girdi: bu nedenle askerî eylemleri 1848 devrimleri sırasında Birinci İtalyan Bağımsızlık Savaşı ile başlayan, ikincisinde İtalya'nın birleşmesi'nin sonucunu tanımlayan tarihyazımsal bir perspektifte, Birinci Dünya Savaşı'na İtalyan müdahalesi aynı zamanda Dördüncü İtalyan Bağımsızlık Savaşı olarak kabul edilir. Alman İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Üçlü İttifak'a katılan İtalya, 1915'te Batı İç Karniola, eski Avusturya Littoral, Dalmaçya ve yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu'nun bazı bölgeleri de dahil olmak üzere önemli toprak kazanım vaadi'yle İtilaf Devletleri'yle birlikte I. Dünya Savaşı'na girdi. Ülke, "Dört Büyük" üst düzey müttefik güçten birisi olarak zafere katkı yaptı. İtalyan ordusu Alpler'de uzun bir yıpratma savaşında sıkışıp kalmış, çok az ilerlemeyle ağır kayıplar vermişti bu yüzden başlarda İtalyan Cephesi'ndeki savaş sonuçsuz kaldı. Ancak, ordunun yeniden düzenlenmesi ve '99 Boys'un (Ragazzi del '99, 1899 doğumlu ve 18 yaşına giren tüm erkekler) askere alınması, İtalya'nın Monte Grappa gibi büyük savaşlarda ve Piave nehrindeki birçok savaşta daha etkili zaferler kazanmasına yol açtı. Sonunda Ekim 1918'de İtalyanlar, Vittorio Veneto'nun zaferiyle sonuçlanan büyük bir saldırı başlattı. Bollettino della Vittoria ve Bollettino della Vittoria Navale tarafından ilan edilen İtalyan zaferi, İtalyan Cephesindeki savaşın sonunu işaret ederek, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun dağılmasını sağladı ve Birinci Dünya Savaşı'nın iki haftadan kısa bir süre sonra sona ermesinde esasen etkili oldu. İtalyan silahlı kuvvetleri Afrika cephelerinde, Balkan cephelerinde, Ortadoğu cephelerinde ve ardından İstanbul'un İşgali'nde yer aldı. Savaş sırasında 650.000'den fazla İtalyan askeri ve bir o kadar da sivil öldü ve krallık iflasın eşiğine geldi. Saint-Germain Antlaşması (1919) ve Rapallo Antlaşması (1920), Trentino-Alto Adige/Südtirol/Südtirol, Julian March, İstirya, Kvarner ve Dalmaçya şehri Zadar'nın ilhakına izin verdi. Sonraki Roma Antlaşması (1924), Rijeka şehrinin İtalya'ya ilhakına yol açtı. İtalya, Londra Antlaşması (1915) tarafından vadedilen diğer bölgeleri almadı. Bu nedenle bu sonuç kötü bir zafer olarak kınandı. Parçalanmış zafer retoriği Benito Mussolini tarafından benimsendi ve İtalyan faşizminin yükselişine yol açarak Faşist İtalya'nın propagandasında kilit nokta oldu. Tarihçiler, parçalanmış zaferi faşistler tarafından İtalyan emperyalizmini körüklemek ve I. Dünya Savaşı sonrasında liberal İtalya'nın başarılarını karartmak için kullanılan bir "siyasi efsane" olarak görürler. İtalya ayrıca Milletler Cemiyeti'nin yürütme konseyinde daimi bir sandalye kazandı. Faşist rejim. I. Dünya Savaşı'nın neden olduğu yıkımdan sonra oluşan karışıklık ortamında, 1917 Ekim Devrimi'nin ateşlediği hareketlilik anarşi ve kargaşa ortamı yarattı. Sosyalist bir devrimden kaygı duyan liberal görüşler Benito Mussolini önderliğinde Ulusal Faşist Parti'yi kurdular. Ekim 1922'de faşistler krala karşı bir darbe girişiminde bulundu. Kral, ordularına darbeci güçlere karşı koymamaları yönünde buyruk verdi ve Mussolini ile iş birliği yapma yoluna gitti. Bunu izleyen birkaç yıl içinde Mussolini tüm siyasi partileri kapattı ve birtakım kişisel özgürlükleri kısıtlayarak kendi diktatörlük rejimini ilân etti. 1935'te İtalya Habeşistan'ı görece uzun süren bir direniş sürecinin ardından işgâl edince Milletler Cemiyeti olaya müdâhil oldu. Buna karşılık Faşist İtalya, Nazi Almanyası ile anlaşma ve iş birliği yoluna gitti. Nazi Almanyası ile ilk antlaşma 1936 yılında yapıldı. Ardından 1938'de Çelik Paktı geldi. İspanya İç Savaşı'nda İtalya, Franco'yu sonuna kadar destekledi. Avusturya'nın ve Çekoslovakya'nın Almanya'ya bağlanması girişimlerinde de Hitler'e destek verdi. İtalya, 1940'ta savaşa katıldı. Kuzey Afrika'da başarılı oldular ancak Yunanistan'ın işgalinde İtalyan birlikleri Yunan direnişçilere karşı yenilgiler aldı. Macaristan Başbakanı Miklós Kállay 4 Nisan 1943'te Mussolini'yi ziyaret etmiş ve ona Mihver İttifakı üyeleri olan İtalya, Finlandiya ve Macaristan'ın Almanya'dan daha bağımsız bir çizgi belirleyebilmek için işbirliği yapmalarını önermişti. Mussolini bu öneriyi reddetti. Amerikan ve İngiliz birlikleri 1943'te Sicilya'ya çıktı. Aynı yıl İtalya'nın güneyini ele geçirdiler ve Mussolini, başbakanlık görevinden alınarak hapsedildi. Alman paraşütçüler Mussolini'yi kurtardı ve Mussolini İtalya'nın kuzeyinde İtalyan Sosyal Cumhuriyeti'ni kurdu. 1945'te İtalya'nın kuzeyi de kaybedildi ve bunun üzerine Mussolini İtalya'dan kaçmaya çalıştı ancak komünist partizanlarca yakalanarak kurşuna dizildi. Cesedi daha sonra Milano'ya götürüldü ve burada herkesin görmesi ve öldüğünü teyit etmesi için bir benzin istasyonuna baş aşağı asıldı. Düşmanlıklar, 29 Nisan 1945'te İtalya'daki Alman kuvvetleri teslim olmasıyla sona erdi. Çatışmada yaklaşık yarım milyon İtalyan (siviller dahil) öldü, toplum bölündü ve İtalyan ekonomisi neredeyse tamamen yok edildi; 1944'te kişi başına düşen gelir, 20. yüzyılın başından bu yana en düşük noktasındaydı. 2. Dünya Savaşı'nın sonuçları, son yirmi yıldır Faşist rejimi onaylayan monarşiye karşı İtalya'yı da kızdırdı. Bu hayal kırıklıkları, İtalyan cumhuriyetçi hareketinin yeniden canlanmasına katkıda bulundu. Cumhuriyet dönemi. İtalya, "Festa della Repubblica" olarak kutlanan 2 Haziran 1946'da yapılan 1946 İtalya anayasa referandumu günü sonrasında cumhuriyet oldu. Bu, İtalyan kadınlarının ulusal düzeyde ilk kez ve bazı şehirlerde birkaç ay önce yapılan yerel seçimler dikkate alındığında genelde ikinci oy kullanmasıydı. III. Vittorio Emanuele'ün oğlu II. Umberto tahttan çekilmek zorunda kaldı ve sürgüne gönderildi. Cumhuriyet Anayasası 1 Ocak 1948'de onaylandı. 1947 İtalya ile Barış Antlaşması uyarınca, İstirya, Kvarner, Julian March'ın çoğu ve Dalmaçya şehri Zadar Yugoslavya tarafından ilhak edildi. Bu ilhak, 230.000 ila 350.000 yerel etnik İtalyan (İstrian İtalyanlar ve Dalmaçyalı İtalyanlar) ve diğer etnik Sloven, etnik Hırvat ve etnik İstro-Rumenlerden oluşan ve İtalyan vatandaşlığında kalmayı seçmesine neden olan Istrian-Dalmaçya göçüne neden oldu. Daha sonra, Trieste Serbest Bölgesi iki vilayet arasında bölündü. İtalya ayrıca tüm sömürge mülklerini kaybetti ve İtalyan İmparatorluğu'nu sona erdi. 1950'de İtalyan Somalisi, 1 Temmuz 1960'a kadar İtalyan yönetiminde Somali İtalyan Vesayet Bölgesi haline getirildi. Bugün geçerli olan İtalya sınırı, Trieste'nin İtalya'ya resmen yeniden ilhak edildiği 1975'ten beri vardır. Olası bir komünist iktidarı ele geçirme korkusu, Alcide De Gasperi liderliğindeki Hıristiyan Demokratların ezici zafer kazandığı 18 Nisan 1948'deki ilk genel seçim sonucunda çok önemliydi. Sonuçta 1949'da İtalya NATO'ya üye oldu. Marshall Planı 1960'ların sonlarına kadar genellikle "Ekonomik Mucize" denilen sürekli ekonomik büyüme dönemi yaşayan İtalyan ekonomisinin canlanmasına yardım etti. 1950'lerde İtalya, 1952'de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'nun kurulmasının ve ardından 1958'de Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu'nun oluşturulmasının ardından Avrupa Topluluklarının altı kurucu ülkesinden biri oldu. 1993 yılında, bunlardan eski ikisi Avrupa Birliği'ne dahil edildi. 1960'ların sonundan 1980'lerin başına kadar ülke, özellikle 1973 petrol krizinden sonraki ekonomik kriz, yaygın sosyal çatışmalar ve ABD'nin ve Sovyet istihbaratı'nın da dahil olduğu iddia edilen aşırılık yanlısı gruplarca gerçekleştirilen terörist katliamlarla tanımlanan Kurşun Yılları dönemini yaşadı. Kurşun Yılları 1978'de Hristiyan Demokrat lider Aldo Moro'nun öldürülmesi ve 1980'de 85 kişinin öldüğü Bologna tren istasyonu katliamıyla doruğa çıktı. 1980'lerde, 1945'ten beri ilk kez, iki hükûmete Hristiyan-Demokrat olmayan başbakanlar başkanlık etti: bunlardan birisi cumhuriyetçi Giovanni Spadolini diğeri de sosyalist Bettino Craxi idi; Ancak Hristiyan Demokratlar ana hükûmet partisi olarak kaldı. Craxi hükûmetinde ekonomi toparlandı ve İtalya, 1970'lerde Yedili Grup'a girdikten sonra dünyanın en büyük beşinci sanayi ülkesi oldu. Ancak harcama politikalarının sonucunda, Craxi döneminde İtalyan ulusal borcu fırladı ve kısa süre sonra ülkenin GSYİH'sının %100'ünü geçti. İtalya, 1992 ile 1993 yılları arasında, "Maxi Davası" sırasında verilen birkaç müebbet hapis cezasının ve hükûmetin başlattığı yeni mafya karşıtı önlemlerin sonucunda Sicilya mafyasıınca yapılan birkaç terör saldırısıyla karşı karşıya kaldı. 1992'de iki büyük dinamit saldırısında yargıçlar Giovanni Falcone (23 Mayıs'ta Capaci bombalamasında) ve Paolo Borsellino (19 Temmuz'da Via D'Amelio bombalamasında) öldürüldü. Bir yıl sonra (Mayıs-Temmuz 1993), Floransa'daki Via dei Georgofili, Milano'daki Via Palestro ve Laterano'daki Piazza San Giovanni ve Roma'daki Via San Teodoro gibi turistik yerler saldırıya uğradı, 10 kişi öldü 93 kişi yaralandı ve Uffizi Galerisi gibi kültürel mirasa ciddi zarar gördü. Katolik Kilisesi Mafyayı açıkça kınadı ve Roma'da iki kilise bombalandı ve Mafya karşıtı bir rahip vurularak öldürüldü. Coğrafya. İtalya Güney Avrupa'da (batı Avrupa'nın bir parçası olarak kabul edilir) 35° ve 47° K ve boylamları 6° ve 19° D arasındadır. İtalya, kuzeyinde Fransa, İsviçre, Avusturya ve Slovenya ile sınır komşusudur ve kabaca Alp havzası ile sınırlandırılmış olup Po Vadisini ve Venedik Ovası'nı çevreler. İtalya, güneyde ise İtalya Yarımadasının tamamı ile birçok küçük adaya ek olarak iki Akdeniz adası Sicilya ve Sardunya'yı kapsar. Mikrodevletler olarak anılan San Marino ve Vatikan şehir'lerinin egemen devletleri tümüyle İtalya içindeki özerk devletlerdir ve tek komşuları İtalya'dır. Benzer şekilde İtalya'nın da İsviçre içinde kalan Campione d'Italia ise İsviçre'deki bir İtalyan özerki'dir. Campione d'Italia yaklaşık 1.5 kilometrekare büyüklüğünde ve 2,500 nüfusludur. Ülkenin toplam yüzölçümü olup, bunun kara ve sudur. Adalar da dahil olmak üzere İtalya'nın Adriyatik, İyon ve Tiren denizlerinde 7600 km boyunda kıyı şeridi vardır. İtalya Fransa ile (488 km), Avusturya ile (430 km), Slovenya ile (232 km) ve İsviçre ile (740 km) ortak sınırı paylaşır. San Marino (39 km) ve Vatikan şehri (3.2 km) her iki özerk yerleşim bölgesi de geri kalanı oluşturur. İtalya topraklarının %35'inden fazlası dağlıktır. Apenin Dağları yarımadanın omurgasını oluşturur ve İtalya'nın en yüksek noktası Mont Blanc'ın (Monte Bianco) (4,810 m) olduğu Alpler ülkenin kuzey sınırının çoğunu oluşturur. Alpler, İsviçre ile İtalya arasındadır. İtalya'da dünya çapında bilinen diğer dağları arasında Batı Alplerde Matterhorn (Monte Cervino), Monte Rosa, Gran Paradiso ve doğu yakası boyunca Bernina, Stelvio ve Dolomitler vardır. İtalya'nın en uzun nehri olan Po (652 km), Fransa ile batı sınırındaki Alplerden başlayarak Padan Ovası'nı geçer ve Adriyatik Denizi'ne sularını boşaltır. Po Vadisi, ile İtalya'nın en büyük ovasıdır ve ülkedeki toplam ova alanının %70'inden fazlasını temsil eder. İtalya, Güney Avrupa'da anakaradan Akdeniz'e çıkıntı yapan uzun, çizme biçimindeki İtalya Yarımadası ile bu yarımada ve Alpler arasındaki topraklardadır. İtalya Yarımadası ile Sicilya Adası'nı Messina Boğazı ayırır. En büyük beş göl, küçülme sırasına göre şöyle sıralanır: Garda (), Maggiore (, küçük kuzey kısmı İsviçre'dir), Como (), Trasimeno () ve Bolsena (). İtalya'da ayrıca pek çok aktif volkan bulunur. Bunlardan Etna Avrupa kıtasındaki en büyük yanardağdır. İtalya'nın diğer önemli yanardağları Vezüv, Stromboli ve Vulcano'dur. Sular. Akdeniz'deki İtalyan Yarımadası'nı üç taraftan dört farklı denizler çevreler: doğuda Adriyatik Denizi, güneyde İyon Denizi, ve batıda Ligurya Denizi ve Tiren Denizi. Adalar dahil İtalya'nın 8000 km üzerinde kıyı şeridi vardır. İtalyan kıyıları, Amalfi Sahili, Cilento Sahili, Tanrıların Sahili, Kosta Verde, Riviera delle Palme, Riviera del Brenta, Costa Smeralda ve Trabocchi Sahili'ni kapsar. İtalyan Rivierası, Ventimiglia yakınlarındaki Fransa sınırından doğuya doğru La Spezia Körfezi'nin doğu ucunu gösteren Capo Corvo'ya kadar uzanan Ligurya kıyı şeridinin neredeyse tamamını içerir. Apeninler, suları iki zıt tarafa bölerek yarımadanın tüm uzunluğu boyunca uzanır. Öte yandan, yağışların göreceli bolluğu ve kuzey İtalya'da kar alanları ve buzullarla Alp zincirinin varlığı nedeniyle nehirler çoktur. Temel su havzası Alpler ve Apeninler sırtını takip eder ve nehirlerin aktığı denizlere karşılık gelen beş ana eğimi sınırlar: Adriyatik, İyonik, Tiren, Ligurya ve Akdeniz kıyıları. Kökenleri dikkate alındığında, İtalya nehirleri iki ana gruba ayrılabilir: Alp-Po nehirleri ve Apenin-ada nehirleri. İtalya nehirlerinin çoğu Po, Piave, Adige, Brenta, Tagliamento ve Reno gibi Adriyatik Denizi'ne veya Arno, Tiber ve Volturno gibi Tiren'e dökülür. Bazı sınır belediyelerinden (Lombardiya'daki Livigno, Innichen ve Trentino-Alto Adige/Südtirol'deki Sexten) suları Tuna'nın bir kolu olan Drava havzasından Karadeniz'e akar ve Lombardiya'daki Lago di Lei'den gelen sular Ren havzası aracılığıyla Kuzey Denizi'ne akar. En uzun İtalyan nehri Po'dur, ya 652 km ya da 682 km akar (Maira nehri sağ kıyı kolunun uzunluğu) ve membaları, Monviso'nun kuzeybatı yüzünün altındaki Val Po'nun başındaki düz bir yer olan Pian del Re'deki taşlı bir yamaçtan sızan bir kaynaktır. Po'nun etrafındaki geniş vadiye ülkenin ana sanayi bölgesi Po Ovası (İtalyanca: "Pianura Padana" veya "Val Padana") denir; 2002'de burada 16 milyondan fazla insan yaşıyordu, o zamanlar bu nüfus İtalya nüfusunun yaklaşık ⅓'siydi. İkinci en uzun İtalyan nehri, Resia Gölü yakınlarında doğan ve Chioggia yakınında bir kuzey-güney rotası yaptıktan sonra Adriyatik Denizi'ne dökülen Adige'dir. Ülkenin kuzeyinde, genellikle İtalyan Gölleri denilen bir dizi büyük denizaltı buzultaş barajlı göl vardır. İtalya'da 1000'den fazla göl vardır, en büyüğü Garda'dır (). Diğer iyi bilinen denizaltı gölleri, en kuzeydeki kısmı İsviçre'nin bir parçası olan Maggiore Gölü (212,5 km²), Avrupa'daki en derin göller'den biri olan Como (), Orta, Lugano, Iseo ve Idro'dür. İtalya yarımadasındaki diğer önemli göller Trasimeno, Bolsena, Bracciano, Vico, Varano ve Gargano'daki Lesina ve Sardunya'daki Omodeo'dır. İtalya kıyıları boyunca, kuzey Adriyatik'te Venedik, Grado Lagünü ve Marano lagünleri ve ve Toskana kıyısındaki Orbetello lagünü dahil olmak üzere lagünler vardır. Geçmişte İtalya'nın geniş düz alanlarını kaplayan bataklıklar ve göletler, son yüzyıllarda büyük ölçüde kurumuştur; Emilia-Romagna'daki Comacchio vadileri veya Sardunya'daki Stagno di Cagliari gibi kalan birkaç sulak alan korunan doğal ortamlardır. Biyoçeşitlilik. İtalya, tüm Avrupa faunasının üçte birinden fazlasını temsil eden 57.000'den fazla türle Avrupa'daki en yüksek faunal biyolojik çeşitliliğe sahiptir. İtalya'nın çeşitli jeolojik yapısı, yüksek iklim ve habitat çeşitliliğine katkıda bulunur. İtalyan yarımadası, Akdeniz'in merkezinde yer alır ve Orta Avrupa ile Kuzey Afrika arasında bir koridor oluşturur ve 8.000 km kıyı şeridine sahiptir. İtalya ayrıca Balkanlar, Avrasya ve Orta Doğu'dan türler alıyor. Alpler ve Apeninler, Orta İtalya ormanlık alanları ve Güney İtalya dahil olmak üzere İtalya'nın çeşitli jeolojik yapısı Garigue ve Maquis çalılıkları da yüksek iklim ve habitat çeşitliliğine katkıda bulunur. İtalya faunası 4.777 endemik hayvan türü içerir bunlar arasında Sardunya uzun kulaklı yarasası, Sardunya kızıl geyiği, gözlüklü semender, kahverengi mağara semenderi, İtalyan semenderi, İtalyan kurbağası, Apennine sarı karınlı kurbağa, İtalyan duvar kertenkelesi, Aeolian duvar kertenkelesi, Sicilya duvar kertenkelesi, İtalyan Aesculapian yılanı ve Sicilya gölet kaplumbağası gibi türler bulunur. İtalya'da 119 memeli türü, 550 kuş türü, 69 sürüngen türü, 39 amfibi türü, 623 balık türü ve 37.303 böcek türü olmak üzere 56.213 omurgasız tür vardır. İtalya florasının geleneksel olarak yaklaşık 5.500 vasküler bitki türünden oluştuğu tahmin edilmektedir. Bununla birlikte, 2005 itibarıyla, "İtalyan vasküler florasının Veri bankasında" 6.759 tür kaydedilmiştir. İtalya'da 1.371 endemik bitki türü ve alt türü vardır, bunlar arasında Sicilya göknarı, Barbaricina columbine, Deniz kadife çiçeği, Lavanta pamuğu ve Ucriana menekşesi bulunur. İtalya, Avrupa Yaban Hayatının ve Doğal Yaşam Ortamlarının Korunmasına İlişkin Berne Sözleşmesi ve Habitatlar Direktifi'ne taraftır. Her ikisi de İtalyan fauna ve florasına koruma sağlar. İtalya, bazıları ülke dışındanda bilinen birçok botanik bahçesine ve tarihi bahçeye sahiptir. İtalyan bahçesi biçimsel olarak simetriye, eksenel geometriye ve doğaya düzen dayatma ilkesine dayanır. Bahçıvanlık tarihini, özellikle Fransız bahçelerini ve İngiliz bahçelerini etkiledi. İtalyan bahçesi, Roma bahçelerinden ve İtalyan Rönesans bahçelerinden etkilenmiştir. İtalyan kurdu İtalya'nın ulusal hayvanıdır, ülkenin ulusal ağacı ise çilek ağacıdır. Bu seçimin nedenleri, Apenin Dağları ve Batı Alpler'de yaşayan İtalyan kurdunun, Roma'nın kuruluş efsanesi gibi Latin ve İtalyan kültürlerinde belirgin bir şekilde yer almasıyla ilgilidir. İklim. İtalya'da iklim özellikleri son derece çeşitlidir ve bölgenin coğrafi özelliğine göre ülkenin büyük bölümünde egemen olan tipik Akdeniz ikliminden büyük farklılıklar gösterebilir. Örneğin Torino, Milano ve Bologna gibi şehirlerin bulunduğu İtalya'nın iç kuzey bölgeleri Köppen iklim sınıflandırmasında "Cfa" kategorisinde yani ılıman dönencealtı iklim bölgesi olarak gösterilir. Ligurya Bölgesi'nin kıyı kesimleri ve Floransa'nın güneyinde kalan bölgeler genel olarak Akdeniz iklimine uysa da yarımadanın kıyı kesimleriyle yüksek rakımlı iç bölgeler ve vadiler arasındaki büyük iklim farklılıkları göze çarpar ve karasal iklim görülür. Özellikle kış ayları boyunca yüksek yerler soğuk, yağışlı ve çoğu zaman da karlı olur. Bunun yanında kıyı kesimlerinde ise serin ve bol yağışlı kışlar ile sıcak ve az yağışlı yazlar geçirilir. Siyaset. İtalya'nın yönetim biçimi çok partili ve parlamenter demokrasi ile işleyen cumhuriyettir. İtalya'nın politikaları bu bağlamda oluşturulur. Yürütme erki, bakanlar kurulunun elindedir ve bu kurula ülkenin başbakanı başkanlık eder. Yasama organı, ulusal meclis ve bakanlar kurulu tarafından ortaklaşa yürütülür. Yargı, yasama ve yürütme erklerinden bağımsızdır. İtalya 2 Haziran 1946'dan bu yana demokratik cumhuriyet olarak yönetilmektedir. Bunun öncesinde ülkede bulunan kraliyet sistemi halkoylaması sonucu kaldırılmıştır. İtalyan Anayasası ise 1 Ocak 1948 tarihinde yürürlüğe girmiştir. İtalyan Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı (İtalyanca: "Presidente della Repubblica") her yedi yılda bir ulusal meclis ve az sayıda bölgesel temsilci tarafından seçilir. İtalya'da cumhurbaşkanları tarafsız bir biçimde ülkenin birlik ve bütünlüğü simgelemekle yükümlüdürler. Daha önceleri İtalya krallarına verilen hakların büyük bölümünü elinde bulundurur. Cumhurbaşkanı, yasama, yürütme ve yargı erklerinin ortasında tüm bunların işlerliğini sağlamakla görevlidir. Yöneticileri atamak, yargıya başkanlık etmek ve ülke ordusunun başkomutanı olmak gibi görevleri de yürütmektedir. Seçim ile işbaşına gelmiş partiler içinden çıkacak başbakanı da cumhurbaşkanı atar ve başbakana kabineyi kurma görevi verir. Kabinenin onaylanması ulusal mecliste yürütülen güven oylamasına bağlıdır. İtalya'da iki meclisli sistem uygulanmaktadır ve bu meclisler halk tarafından oylama yöntemiyle seçilir. Halk meclisinde 630 sandalye varken senatodaki sandalye sayısı 315'tir. Senatoda bunun yanı sıra az sayıda ömür boyu katılım hakkına sahip olan temsilci de yer alır. İtalya'da halk meclisine katılacak temsilcileri seçmek için yapılan oylamalara 18 yaşını doldurmuş olan her İtalyan vatandaşı katılabilir. Ancak senato üyelerini seçerken oy kullanma yaşı alt sınırı 25 olarak belirlenmiştir. Her iki meclis de 5 yıllık süreler için seçilir. Ancak cumhurbaşkanının bazı olağanüstü hâllerde meclisi feshetme hakkı vardır. Bu durumun örnekleri 1972, 1976, 1979, 1983, 1994, 1996 ve 2008 yıllarında yaşanmıştır. İtalyan Parlamentosu'nun kendine özgü (sui generis) özelliklerinden biri de İtalya'nın kalıcı olarak yurt dışında yaşayan İtalyan vatandaşlarına da temsil hakkı vermesidir. Günümüzde çoğunluğu eski sömürge ülkelerinde olan 2,5 milyon yurt dışında yaşayan İtalyan vatandaşı vardır. 630 ulusal meclis temsilcisi içinde 12, 315 senato temsilcisi içindeyse 6 kişi yurt dışındaki İtalyan vatandaşları arasından seçilmiştir. Bu olay ilk kez Nisan 2006'da yaşanmıştır ve bu milletvekillerine İtalya'dan seçilenler ile eşit haklar verilmektedir. İtalyan hukuk sistemi büyük ölçüde Roma hukuku üstüne kuruludur. İtalya Anayasa Mahkemesi yasaların anayasaya uygunluğunu ve anayasanın korunmasını denetler. İtalya'da anayasa mahkemesi II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yeniliklerdendir. Dış ilişkiler. İtalya, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), şimdiki Avrupa Birliği (AB) ve NATO'nun kurucu üyesidir. İtalya 1955'te Birleşmiş Milletler'e kabul edildi ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD), Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması /Dünya Ticaret Örgütü (GATT/WTO), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), Avrupa Konseyi ve Orta Avrupa Girişimi (CEI) gibi çok sayıda uluslararası kuruluşun üyesi ve güçlü bir destekçisidir. 2018'de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, 2017'de G7 ve Temmuz'dan Aralık 2014'e kadar AB Konseyi dönüşümlü başkanlık görevlerini de yürüttü. İtalya aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi'nin en son 2017'de tekrarlanan daimi olmayan üye'sidir. İtalya, Birleşmiş Milletleri ve uluslararası güvenlik faaliyetlerini onaylayarak çok taraflı uluslararası siyaseti güçlü şekilde destekler. 2013 yılında İtalya, dünyanın 25 ülkesinde 33 BM ve NATO misyonunda görev alan 5,296 askeri yurt dışında konuşlandırdı. İtalya Somali, Mozambik ve Doğu Timor'daki BM barışı koruma görevlerine desteklemek için asker gönderdi ve Bosna, Kosova ve Arnavutluk'taki NATO ve BM operasyonlarına destek sağlıyor. İtalya, Şubat 2003'ten itibaren Afganistan'da Sürekli Özgürlük Operasyonu'nu (OEF) desteklemek için 2,000'den fazla asker konuşlandırdı. İtalya, Irak'ı yeniden inşa etmek ve istikrara kavuşturmak için uluslararası çabaları destekledi ancak 2006 yılına kadar yaklaşık 3,200 askerden oluşan askeri birliğini geri çekmiş yalnızca insani yardım operatörlerini ve diğer sivil personeli korumuştu. Ağustos 2006'da İtalya, Birleşmiş Milletler'in barışı koruma görevi UNIFIL için Lübnan'da yaklaşık 2,450 asker konuşlandırdı. İtalya, Filistin Ulusal Yönetimi'nin en büyük finansörlerinden biridir ve yalnızca 2013'te 60 milyon € katkıda bulunmuştur. Savunma. İtalyan silahlı kuvvetleri, İtalyan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı tarafından başkanlık edilen "Yüksek Savunma Konseyi"'nin komutasındadır. 2008 yılında ordu 186.798 kişilik personelden oluşmaktadır. Bunun yanı sıra 114.778 kişilik bir jandarma ekibi de görev yapmaktadır. İtalya'da askerlik görevi 2003 yılından bu yana zorunlu olmaktan çıkarılmıştır. 18 yaş ve üstü kişiler "istedikleri takdirde" orduya katılabilirler. İtalya'nın 2007 yılı askerî harcaması 33,661 milyar dolar olmuştur. (ulusal gelirin %1,8'i) Ordu. İtalyan ordusu (İtalyanca: "Esercito Italiano") İtalyan Cumhuriyeti'nin savunma birimleri içinde en temel olanıdır. Ülkede, 2003 yılından bu yana katılımın isteğe bağlı olduğu profesyonel ordu görev yapmaktadır. 2019 yılında İtalyan ordusunun asker sayısı 165.500 olarak bildirilmiştir. İtalya'nın elinde bulundurduğu önemli savunma araçları içinde Dardo piyade savaş aracı, Centuaro tank imha edici, Ariete tanklar; hava savunma araçları içindeyse A-129 taktik taarruz saldırı helikopteri bulunmaktadır. İtalyan ordusu pek çok kez Birleşmiş Milletler kararları uyarınca dünyanın çeşitli yerlerinde görev yapmıştır. Donanma. İtalya Donanması (İtalyanca: "Marina Militare") 2008 yılı itibarıyla 65 gemi ve uçak gemisi, muhrip, fırkateyn, denizaltı ve daha küçük boyutlu araştırma gemisine sahiptir. "Marina Militare" olarak anılan donanma son dönemlerde daha yüksek kapasiteli uçak gemileri, muhripler, denizaltılar ve çok amaçlı fırkateynler ile donatmaktadır. ("Cavour gibi"). İtalyan donanması NATO'nun bir üyesi olan İtalya adına dünyanın çeşitli bölgelerinde görevler yürütmüştür. Hava kuvvetleri. İtalyan Hava Kuvvetleri (İtalyanca: "Aeronautica Militare") İtalyan ordusunun en önemli ve gelişmiş birimlerinden biridir. İtalyan havacılık tarihi 1884 yılına kadar uzanmaktadır ve İtalya, 1911 yılında Osmanlı Devleti ile İtalya arasında yapılan Trablusgarp Savaşı'nda uçağı dünya üzerinde ilk kez savaş aleti olarak kullanarak tarihe geçmiştir. Çağdaş İtalyan havacılık kuvvetleri ise 28 Mart 1923 tarihinde kurulmuş ve bugün 466 bin personel ve 7.644 hava aracıyla hizmet vermektedir. İtalya 29 adet hava üssüne ve kendi ürettiği çok sayıda patentli hava savaş aracına sahiptir. Jandarma. İtalyan jandarma askerlerine Carabinieri adı verilir. Bunlar asker donanımına sahip polis ekipleridir. Ülkede sivil güvenliğin sağlanmasından sorumlulardır. İtalyan jandarmasının geçmişi Savoy dükü I. Victor Emmanuel'e dayanmaktadır. Mussolini iktidarı dönemi faşist İtalya'da jandarma askerleri her türlü karşı eylem ve gösteriyi bastırmak için kullanılmıştır. Jandarma askerlerinin üniformaları lacivert renkli bir takım, yaka ve manşetlerde gümüşî şeritler ile gümüş rengi apoletlerden oluşmaktadır. Bu birimin kullandığı araçlar bölgeye göre değişen gereksinimler doğrultusunda otomobil, motosiklet, zodyak bot ya da unimoglar olabilir. İdari bölümler. İtalya, 20 adet bölgeye ayrılmıştır (çoğul: "regioni", tekil "regione"). Bunların beş tanesi, yerel sorunları çözmek için yasalar uygulayabilmelerine izin veren özerk statüye sahiptir; bu bölgeler, aşağıdaki tabloda bir yıldız (*) işareti ile etiketlenmiş. Ek olarak ülke toplam 96 il ("province") ve 8.047 kömün'e ("comuni") bölünmüştür. Demografi. 2008 yılının sonunda, İtalya'nın toplam nüfusu 60 milyonu aştı. Bu sayılar ışığında, İtalya günümüzde Avrupa Birliği içinde Almanya ve Fransa'dan sonra üçüncü, dünya genelindeyse yirmi üçüncü en kalabalık ülkedir. İtalya'da kilometrekareye düşen kişi sayısı 199,2'dir ve bu yoğunluk da İtalya'yı Avrupa Birliği içinde en yoğun nüfuslu beşinci ülke yapar. Ülkenin en yoğun nüfuslu bölgesi Kuzey İtalya'dır ve ülkenin yüzölçümünün yaklaşık üçte birini oluşturan bu bölge, ülkenin toplam nüfusunun ise neredeyse yarısını barındırmaktadır. II. Dünya Savaşı'nın sonrasında İtalya, uzun süreli bir ekonomik yükseliş sürecine girmiş ve bu dönemde ülkenin kırsal kesimlerinden büyük kentlere göç patlaması yaşanmıştır. Bunun yanı sıra ülke göç ile nüfus yitiren bir ülke olmaktan çıkmış, göçmen kabul eder hâle gelmiştir. Bu ekonomik canlılık ve atılım süreci 1970'lere dek sürmüştür. Buna karşın, son yirmi yılda İtalya'nın aldığı yoğun dış göç sayesinde İtalya 2000'li yıllarda yeni doğum oranlarında gözle görülür bir artış yaşamaktadır. Bu artış özellikle uzun süredir düşük oranlarda seyreden kuzey bölgelerinin nüfuslarında görülmektedir. Kadın başına düşen çocuk sayısı da gerek göçmen annelerin, gerekse İtalyan kadınlarının dünya getirdikleri çocuklarla geçen yıllara oranla artış göstermiştir. 2005 yılında kadın başına düşen çocuk sayısı 1,32 iken, 2008 yılında bu sayı 1,41'e kadar çıkmıştır. Metropolitan alanlar. OECD raporlarına göre İtalya'daki metropoller şunlardır: Göçler. 2016'da İtalya'da yaklaşık 5,05 milyon yabancı vardı ve toplam nüfusun %8,3'ünü oluşturuyordu. Rakamlar, İtalya'da yabancı uyruklulara (ikinci nesil göçmenler) doğan yarım milyondan fazla çocuğu içerir, ancak sonradan İtalyan vatandaşlığı alan yabancı uyrukluları hariç tutar; 2016'da yaklaşık 201.000 kişi İtalyan vatandaşı oldu. Resmi rakamlar ayrıca 2008 itibarıyla sayılarının en az 670.000 olduğu tahmin edilen yasadışı göçmenleri hariç tutar. Avrupa Birliği'nin son yıllarda gerçekleştirdiği genişleme girişimleri sonucu İtalya'ya yapılan en yeni göç dalgası komşu Avrupa Birliği üyesi ülkeler ve Doğu Avrupa ülkelerinden gelmiştir. Önceden en yoğun göçün alındığı Kuzey Afrika'nın yerine günümüzde öne çıkan gruplar Asyalı göçmenlerdir. İtalya'da en büyük göçmen grup resmî olarak kayıtlı yaklaşık 800 bin kişiyle Rumenlerdir. Rumenler son yıllarda Arnavutları ve Faslıları sayıca geçerek İtalya'daki en büyük azınlık durumuna gelmişlerdir. Bazı gayriresmî varsayımlar ve savlar, İtalya'da yaşayan Rumenlerin sayısının belirtilen rakamdan iki katı kadar hatta daha fazla olduğunu öne sürmektedir. 2009 yılı itibarıyla İtalya nüfusu içinde yurt dışında doğmuş olanların sınıflandırılması şöyledir: Avrupa (%53,5), Afrika (%22,3), Asya (%15,8), Amerika (%8,1) ve Okyanusya (%0,06). İtalya'da yaşayan göçmenlerin ülke içindeki dağılımı ise oldukça dengesizdir. Ülkedeki göçmenlerin %87,3'ü ülkenin ekonomik olarak en gelişmiş yerleri olan kuzey ve orta kesimlerinde yaşarken, yalnızca %12,8'i yarımadanın güney kesimlerinde yaşar. İtalyan diasporası. 1800'lerin sonunda İtalya topraklarında ulusal birliğin sağlanmasının ardından İtalya'da yurt dışına verilen kitlesel göçler başladı. 1898 ve 1914 yılları arasında tüm dünya ülkelerinde İtalyan diasporası kayde değer ölçüde büyüdü. Bu süreçte her yıl yaklaşık 750 bin İtalyan yurt dışına göç etti. İtalyan toplulukları, önceleri İtalya'nın eski Afrika sömürgelerinde büyüme gösterdi. Bu dönemde Eritre'de (İkinci dünya savaşı başladığındaki sayıları 100 bin), Somali'de ve Libya'da (150 bin nüfusla toplam ülke nüfusunun %18'ini oluşturuyorlardı) pek çok sayıda İtalyan bulunuyordu. Ancak Libya'da yaşayan İtalyanlar 1970 yılında tümüyle ülkeden uzaklaştırıldılar. II. Dünya Savaşı sonrasında geçen on yıllık dönemde yaklaşık 350 bin İtalyan kökenli kişi Yugoslavya'yı terk etti. Geçmişte İtalyanların göç ettikleri bölgelerde bugün onların soyundan gelen milyonlarca insan bulunmaktadır: Brezilya (25 milyon), Arjantin (20 milyon), Amerika Birleşik Devletleri (17,8 milyon), Uruguay (1,5 milyon), Kanada (1,4 milyon), Venezuela (900.000) ve Avustralya (800.000). Tanınan etnik azınlıklar. İtalya'da pek çok etnik grup hükûmet tarafından resmî olarak tanınmakta ve bu gruplara azınlık hakları çerçevesinde bazı ayrıcalıklar verilmektedir. Bu haklar uyarınca kimi azınlıkların dilleri, yaşadıkları bölgelerde ikinci bir resmî dil olarak kabul edilebilmektedir. Söz konusu bu bölgelerde hazırlanan resmî belge ve tabelalar ve trafik levhaları iki dillidir. Latincenin konuşulduğu bölgelerde ise üç dilli olarak da hazırlanabilmektedir. Azınlık okullarının bulunduğu yerlerde azınlık dillerinde eğitim görme olanağı bulunabilmektedir. Din. Hristiyanlığın Katolik mezhebi İtalya'daki en önemli dinî inançtır. Geçmişte Katolik Kilisesi İtalya'nın resmî dini olarak kabul görmüşse de 18 Şubat 1984'te hazırlanıp 25 Nisan 1985'te yürürlüğe giren bir konkordato (Kilise ile yapılan antlaşma) ile İtalya laik devlet yapılanması geliştirmiştir. İtalya'da önemli ölçüde mensubu bulunan diğer Hristiyanlık mezhepleri Ortodoksluk, Pentakostalizm ve Evangelizm'dir. Ülkedeki en eski dinî azınlık grubu ise Yahudilerdir. Geçmişte İtalya'nın en büyük Hristiyan olmayan azınlığı olarak anılan Yahudilerin bugün İtalya'daki sayısı ortalama 45.000 kadardır. Son yıllarda Orta Doğu ve Kuzey Afrika'dan aldığı yoğun göçler sayesinde ülkede 825 bin kişiden oluşan Müslüman bir azınlık oluşmuştur. Müslümanlar İtalya nüfusunun %1'ini oluşturur ama bunların içinden yalnızca 45.000'ini İtalyan vatandaşıdır. Ülkede ayrıca 50 bin kadar budist, 70 bin kadar Sih ve 70 bin kadar da Hindu yaşamaktadır. Eğitim. İtalya'da eğitim, altı ila on altı yaşları arasında ücretsiz ve zorunludur ve beş aşamadan oluşur: anaokulu ("scuola dell'infanzia"), ilkokul ("scuola primaria"), ortaokul ("scuola Secondaria di primo grado"), lise ("scuola Secondaria di Secondo Grado") ve Üniversite ("università"). İlköğretim sekiz yıl sürer. Öğrencilere İtalyanca, İngilizce, matematik, doğa bilimleri, tarih, coğrafya, sosyal bilgiler, beden eğitimi ile görsel ve müzik sanatları alanlarında temel eğitim verilmektedir. Orta öğretim beş yıl sürer ve farklı akademik düzeylere odaklanan üç geleneksel okul türünü içerir: lise, öğrencileri klasik veya bilimsel bir müfredatla üniversite eğitimine hazırlarken, "istituto tecnico" ve "Istituto professionale", öğrencileri mesleki eğitime hazırlar. 2018 yılında İtalya orta öğretimi OECD ortalamasının altında olarak değerlendirildi. İtalya, okuma ve bilimde OECD ortalamasının altında ve matematikte OECD ortalamasının yakınında puan aldı. İtalya'da ortalama performans okuma ve bilimde düştü ve matematikte sabit kaldı. Trento ve Bolzano, okumada ulusal ortalamanın üzerinde puan aldı. Diğer OECD ülkelerindeki okul çocukları ile karşılaştırıldığında, İtalya'daki çocuklar sınıflardaki devamsızlık ve disiplinsizlik nedeniyle daha fazla miktarda öğrenmeyi kaçırdılar. İtalya ortalamasına yakın performans gösteren okullar ve Güney'deki okullar çok daha kötü sonuçlara sahipti. İtalya'da yüksek öğretim, devlet üniversiteleri, özel üniversiteler ve Scuola Normale Superiore di Pisa gibi prestijli ve seçkin yüksek lisans okulları arasında bölünmüştür. 33 İtalyan üniversitesi, 2019'da dünyanın en iyi 500'ü arasında yer aldı ve Birleşik Krallık ve Almanya'dan sonra Avrupa'nın en büyük üçüncü üniversitesi oldu. 1088'de kurulan Bologna Üniversitesi, sürekli faaliyette olan en eski üniversitedir ve ayrıca İtalya ve Avrupa'nın önde gelen akademik kurumlarından biridir. Bocconi Üniversitesi, Università Cattolica del Sacro Cuore, LUISS, Torino Politeknik Üniversitesi, Milano Politeknik Üniversitesi, Roma Sapienza Üniversitesi ve Milano Üniversitesi de dünyanın en iyileri arasında yer almaktadır. Sağlık. Ülkede ortalama yaşam süresi erkeklerde 80, kadınlarda 85 olup, ülkeyi ortalama yaşam süresi açısından dünyada 5. sıraya yerleştirmektedir. Diğer Batı ülkeleri ile karşılaştırıldığında, Akdeniz diyetinin çeşitli sağlık yararları olduğu için İtalya'da yetişkin obezite oranı nispeten düşüktür (%10'un altında). Her gün sigara içenlerin oranı 2000'deki %24,4'ten 2012'de %22'ye düştü, ancak yine de OECD ortalamasının biraz üzerinde. Barlar, restoranlar, gece kulüpleri ve ofisler gibi halka açık yerlerde sigara içmek 2005'ten beri özel olarak havalandırılan odalarla sınırlandırılmıştır. 2013'te UNESCO, İtalya (promotör), Fas, İspanya, Portekiz, Yunanistan, Kıbrıs ve Hırvatistan'ın İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirasının Temsili Listesine Akdeniz diyetini ekledi. İtalyan devleti 1978'den beri evrensel bir halk sağlığı sistemi yürütmektedir. Bununla birlikte, sağlık hizmetleri tüm vatandaşlara ve bölge sakinlerine kamu-özel karma bir sistem tarafından sağlanmaktadır. Kamu kısmı, Sağlık Bakanlığı bünyesinde düzenlenen ve devredilmiş bir bölgesel temelde yönetilen "Servizio Sanitario Nazionale'dir." Sağlık harcamaları 2020'de GSYİH'nın %9,7'sini oluşturuyordu. İtalya'nın sağlık sistemi sürekli olarak dünyanın en iyileri arasında gösteriliyor. Ekonomi. İtalya, yılı itibarıyla dünyanın . (nominal) veya . (SAGP) büyük ekonomisine sahiptir. G7, Avrupa Birliği, Euro Bölgesi ve OECD'nin kurucu üyesi olan ülke, dünyanın en sanayileşmiş ülkelerinden biridir. Dünya ticareti ve ihracatında lider ülkelerdendir. . İnsani Gelişme Endeksi'ne sahip, ileri seviye gelişmiş bir ülkedir. Ülke, yaratıcı ve yenilikçi işletmeleri, büyük ve rekabetçi tarım sektörü (dünyanın en büyük şarap üretimine sahip) ve etkili, yüksek kaliteli otomobil, makine, gıda, tasarım ve moda endüstrisi ile tanınmaktadır. İtalya dünyanın altıncı en büyük imalat ülkesidir. İtalya, 2016 yılında dünyanın 7. en büyük ihracatçısı oldu. En yakın ticari bağları, toplam ticaretinin yaklaşık %59'unu gerçekleştirdiği Avrupa Birliği ülkeleriyle. Pazar payına göre en büyük AB ticaret ortakları Almanya (%12,9), Fransa (%11,4) ve İspanya'dır (%7,4). Geride bırakılan son 10 yıl içinde ülke ekonomisinin yıllık ortalama büyümesi %1,23 olmuştur. Bu sayı Avrupa Birliği ortalaması için %2,28'dir. Son yıllarda yaşadığı ekonomik durgunluk, siyasi çalkantılar ve reform programlarını uygulamadaki aksaklıklar nedeniyle basın tarafından "Avrupa'nın hasta adamı" biçiminde anılmaktadır. Ancak yapılan son istatistiksel araştırmalar ışığında İtalyanların satın alım gücünün Avrupa Birliği ortalaması değerlerine yakın olduğu gözlenmektedir. İtalyan otomotiv endüstrisi'nde 144.000 firma bulunmaktadır. 2015 yılı itibarıyla neredeyse 485.000 kişi istihdam edilmektedir. Fiat Chrysler Automobiles şu anda dünyanın yedinci en büyük otomobil üreticisidir. Ülke, Brand Finance tarafından dünyanın en güçlü markası olarak derecelendirilen Maserati, Lamborghini ve Ferrari gibi lüks süper arabaların bulunduğu geniş bir ürün yelpazesine sahiptir. İtalya, 500 milyondan fazla tüketiciye sahip Avrupa pazarının bir parçasıdır. Ülkenin ticaret politikaları, Avrupa Birliği (AB) üyeleri arasındaki anlaşmalar ve AB mevzuatı tarafından belirlenir. İtalya, 2002 yılında ortak Avrupa para birimi olan Euro'yu kullanıma başladı ve aynı zamanda Euro Bölgesi'nin bir üyesidir. Para politikası Avrupa Merkez Bankası tarafından belirlenir. İtalya, ülkenin yapısal sorunlarını şiddetlendiren 2007-08 Mali krizinden çok etkilendi. 1950'lerden 1970'lerin başına kadar yıllık %5-6'lık güçlü bir GSYİH büyümesi gerçekleştiren İtalya 1980-90'larda giderek artan bir yavaşlamaya girdi. 2000'lerde ise ekonomi neredeyse durgunlaştı. Hükûmetin harcamalarıyla büyümeyi canlandırmaya yönelik siyasi çabalar 2017'de GSYİH'nın %131,8'ini aşan kamu borcunda ciddi bir artışa neden oldu ve borç büyüklüğünde AB'de Yunanlardan sonra ikinci sırada yer aldılar. Tüm bunlara rağmen, İtalyan kamu borcunun en büyük kısmı ulusal konulara aittir. İtalya ile Yunanistan arasında büyük bir fark vardır, İtalyan hanehalkı borç seviyesi OECD ortalamasından çok daha düşüktür. İtalya'da genel olarak ülkenin coğrafi yapısından kaynaklanan nedenlerden ileri gelen yapısal sorunlar vardır. Hammadde eksikliği ve enerji kaynaklarının azlığı da öne çıkan başka sorunlardır. Ülkenin coğrafi yapısı genel olarak dağlıktır. Bu nedenle yoğun tarım yapılabilecek topraklar oldukça kısıtlıdır. Enerji sektöründe büyük ölçüde dışa bağımlılık söz konusudur. 2006 yılı verilerine göre ülkede tüketilen toplam enerji miktarının %86'sı dış kaynaklardan sağlanmıştır. (katı yakıtların %99,7'si, petrolün %92,5'i, doğalgazın %91,2'si ve elektriğin %15'i.) İtalya ekonomisi ayrıca altyapı yatırımlarının gelişmemesi, pazara yönelik reformların uygulanamaması ya da yapılmaması ve araştırma konusunda yatırımlar yapılmaması nedeniyle güç yitirmektedir. Dünya Ekonomik Özgürlük Endeksi, 2008 yılında yayınladığı çalışmada ülkenin sırasını dünyada 64. Avrupa'da ise 29. olarak belirlemiştir. Böylece İtalya, avro alanı içinde en son sıraya yerleşmiştir. Dünya Bankası'na göre İtalya iş kurma, yatırım yapma ve ticaret konularında oldukça uygun ülkeler arasında gösterilmektedir. Buna karşın, ülkede bürokrasi alanında, mülkiyet haklarının korunması ve yüksek vergilendirmeler konusunda sorunlar göze çarpmaktadır. Bununla birlikte son yapılan araştırmalarda İtalya'nın 2006 yılında araştırma ve geliştirme konularına ayırdığı bütçe gayrisafi millî hasılanın %1,14'üyle sınırlı kalmış ve böylece, %1,84'lük Avrupa Birliği ortalamasının ve %3'lük Lizbon Stratejisi hedeflerinin oldukça altında kalınmıştır. İtalya ekonomisinin büyüklüğündeki diğer ülkelerde karşılaştırıldığında İtalya'da oldukça az sayıda dünya çapında çokuluslu şirket vardır. Buna karşın İtalya'daki küçük ve orta ölçekteki şirket sayısı oldukça fazladır. Bu durum İtalya'da üretim sektöründe tek bir ürünün öne çıkmasına neden olmuştur. İtalya'nın dışsatımını yaparak ekonomisini canlı tuttuğu lüks tüketim malları son dönemlerde Çin gibi yükselmekte olan ve işgücünün ucuz olduğu ülkelerle rekabet içine girmektedir. İtalya'nın dışarıya sattığı ürünler içinde en önde gelenler motorlu araçlar (Fiat Group, Aprilia, Ducati, Piaggio); kimyasal ve petrokimyasal ürünler (Eni); enerji ve elektrik mühendisliği sistemleri (Enel, Edison, Prysmian); elektrikli ev gereçleri (Candy, Indesit); uzay ve savunma teknolojileri (Alenia, Agusta, Finmeccanica); ateşli silahlar (Baretta); moda ve tekstil ürünleri (Armani, Valentino, Versace, Dolce & Gabbana, Robert Cavalli, Benetton, Prada, Luxottica); gıda ürünleri (Ferrero, Barilla, Martini & Rossi, Campari, Parmalat) ve lüks arabalar ((Ferrari, Maserati, Lamborghini, Pagani, Alfa Romeo ile yatlardır (Ferretti, Azimut) İtalya'da turizm ise ülkede en hızlı gelişen ve en çok kâr getiren sektörlerdendir. Her yıl 43,7 milyon turist ülkeyi ziyaret etmekte ve ülkeye 4,7 milyar dolar bırakmaktadır. İtalya dünya sıralamasında en çok ziyaret edilen beşinci ülke, turizmden en çok kazanan dördüncü ülkedir. Tarım. Son ulusal tarım sayımına göre, 2010 yılında 12,7 milyon hektarı kapsayan (%63'ü Güney İtalya'da bulunan) 1,6 milyon çiftlik vardı (2000'den beri −%32,4). Büyük çoğunluğu (%99'u) aileler tarafından işletilen küçük ve ortalama sadece 8 hektar büyüklüğündedir. Tarımsal kullanımda (ormancılık hariç), tahıl tarlaları %31, zeytin ağacı bahçeleri %8,2, bağlar %5,4, narenciye bahçeleri %3,8, şeker pancarı %1,7 ve bahçecilik %2,4'dür. Kalan kısım öncelikle otlaklara (%25,9) ve yemlik tahıllara (%11,6) ayrılmıştır. İtalya, dünyanın en büyük şarap üreticisi dir ve zeytinyağı, meyvelerden (elma, zeytin, üzüm, portakal, limon, armut, kayısı, fındık, şeftali, kiraz, erik, çilek ve kivi) ve sebzelerden (özellikle enginar ve domates) de en önde gelen üretici ülkelerdendir. En ünlü İtalyan şarapları muhtemelen Toskana Chianti ve Piyemonteli Barolo'dur. Diğer ünlü şaraplar Barbaresco, Barbera d'Asti, Brunello di Montalcino, Frascati, Montepulciano d'Abruzzo, Morellino di Scansano ve köpüklü şarap Franciacorta ve Prosecco‘dur. İtalya'nın uzmanlaştığı kaliteli ürünler özellikle daha önce bahsedilen şaraplar ve bölgesel peynirler, genellikle kalite güvence etiketleri DOC/DOP altında korunur. Avrupa Birliği tarafından atfedilen bu coğrafi işaret sertifikası, düşük kaliteli seri üretim ersatz ürünleri ile karıştırılmayı önlemek içindir. Ulaşım. Kara ulaşımı. 2004 yılında İtalya'da ulaşım sektörü, yaklaşık 119,4 milyon avroluk iş hacmine ulaştı ve ulaşım alanında hizmet veren 153.700 şirkette 935.605 kişiye istihdam sağlandı. Ulusal yol ağı açısından bakıldığında, 2002 yılında İtalya'da faal durumda toplam 668.721 kilometre uzunluğunda karayolu vardı. Bunun 6.487 kilometresi bir özel şirket olan Atlantia tarafından işletilen devlet yollarıydı. 2005 yılında İtalya'da 34.667.000 otomobil (Her bin kişiye 590 otomobil) ve 4.015.000 yük taşıtı kayıtlıydı. Demiryolu ulaşımı. Devlete ait olan ve Rete Ferroviaria Italiana (FSI) tarafından işletilen ulusal demiryolu ağı, 2008 yılında toplam 16.529 km'ye (10.271 mil) ulaştı ve bunun 11.727 km'si (7.287 mil) elektriklidir. Demiryollarında 4.802 lokomotif ve vagon çalışmaktadır. Yüksek hızlı trenlerin kamu işletmecisi, FSI'nin bir parçası olan Trenitalia'dır. İtalya'daki yüksek hızlı trenler üç kategoriye ayrılır: Frecciarossa (Türkçe: kırmızı ok) trenleri özel yüksek hızlı raylarda maksimum 300 km/s hıza ulaşır. Frecciargento (Türkçe: gümüş ok) trenleri, hem yüksek hızlı hem de ana hat raylarında maksimum 250 km/s hızla çalışır; ve Frecciabianca (Türkçe: beyaz ok) trenleri, yüksek hızlı bölgesel hatlarda maksimum 200 km/s hızla çalışır. İtalya'nın komşu ülkelerle Alp dağları üzerinde 11 demiryolu sınır kapısı vardır. Fréjus Demiryolu Tüneli, Alpleri aşarak ülkeyi Fransa ile bağlayarak demiryolu ulaşımında önemli bir yer tutmaktadır. Yapımı sürmekte olan Brenner Tüneli ise Avusturya ile İtalya'yı demiryolu ile birbirine bağlayacaktır. Deniz ulaşımı. Ulusal sınırlar içinde kalan akarsu ağı genelinde toplam uzunluğu 1.477 kilometreyi bulan ırmak ve kanallarda ulaşım ve taşımacılık yapılabilmektedir. Ülkede ayrıca 2004 yılı itibarıyla büyük çapta havalimanlarının sayısı 30, büyük limanların sayısı ise 43 idi. Cenova limanı İtalya'nın en büyük, Akdeniz'in ise ikinci büyük limanıdır. 2005 yılında İtalya'da 389 bin birimlik sivil havacılık filosu ve 581 gemilik ticaret filosu vardı. Hava ulaşımı. İtalya 2011'de yaklaşık 148 milyon yolcu veya Avrupa toplamının yaklaşık %10'u ile hava taşımacılığı yolcu sayısına göre Avrupa'da beşinci sıradaydı. 2022'de İtalya'da Milano'daki Malpensa Uluslararası Havaalanı ve Roma'daki Leonardo da Vinci Uluslararası Havaalanı'nın iki merkezi dahil olmak üzere 45 sivil havaalanı vardı. Ekim 2021'den bu yana İtalya'nın bayrak taşıyıcı havayolu ITA Airways, iflasının ardından markayı, IATA biletleme kodunu ve eski bayrak taşıyıcı Alitalia"ya ait birçok varlığı devraldı. İtalya yüzyıllardır İpek Yolu'nun nihai varış noktası olmuştur. Özellikle Süveyş Kanalı'nın inşası, 19. yüzyıldan itibaren Doğu Afrika ve Asya ile deniz ticaretini yoğunlaştırdı. Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve artan Avrupa entegrasyonundan bu yana, 20. yüzyılda sıklıkla kesintiye uğrayan ticari ilişkiler yeniden yoğunlaşmış ve Akdeniz'in en kuzeyindeki derin su limanı Trieste gibi kuzey İtalya limanları Orta Avrupa ve Doğu Avrupa'ya olan kapsamlı demiryolu bağlantıları, bir kez daha devlet sübvansiyonlarının ve önemli yabancı yatırımların hedefi haline geldi. Enerji. Son on yılda İtalya, dünyanın en büyük yenilenebilir enerji üreticilerinden biri haline geldi ve Avrupa Birliği'nde ikinci, dünyada dokuzuncu sırada yer aldı. Rüzgar enerjisi, hidroelektrik ve jeotermal enerji de ülkedeki önemli elektrik kaynaklarıdır. İtalya'da üretilen tüm elektriğin %27,5'ini yenilenebilir kaynaklar oluşturuyor; tek başına hidroelektrik %12,6'ya ulaşıyor, ardından %5,7 ile güneş, %4,1 ile rüzgar, %3,5 ile biyoenerji ve %1,6 ile jeotermal geliyor. Ulusal talebin geri kalanı fosil yakıtlar (%38,2 doğal gaz, %13 kömür, %8,4 petrol) ve ithalatla karşılanmaktadır. Eni79 ülkede faaliyet gösteren, dünyanın yedi " Süper Büyük " petrol şirketinden biri ve dünyanın en büyük sanayi şirketlerinden biri olarak kabul ediliyor. Tek başına güneş enerjisi üretimi, 2014 yılında ülkedeki toplam elektrik üretiminin yaklaşık %9'unu oluşturdu ve bu da İtalya'yı dünyada güneş enerjisinden en yüksek katkıyı sağlayan ülke haline getirdi. 2010 yılında tamamlanan Montalto di Castro Fotovoltaik Santrali, 85 MW ile İtalya'nın en büyük fotovoltaik elektrik santralidir. İtalya'daki diğer büyük PV tesislerine örnek olarak San Bellino (70,6 MW), Cellino san Marco (42,7 MW) ve Sant' Alberto (34,6 MW) gösterilebilir. İtalya, elektrik üretmek için jeotermal enerjiden yararlanan dünyadaki ilk ülkeydi. İtalya, 1980'lere kadar dört nükleer reaktör yönetmişti. Ancak, İtalya'da nükleer enerji 1987 referandumunun ardından (Sovyet Ukrayna'daki 1986 Çernobil felaketinin ardından) terk edildi, ancak İtalya hâlâ yabancı topraklardaki İtalya'nın sahip olduğu reaktörlerden nükleer enerji ithal ediyor. Turizm. İnsanlar yüzyıllardır İtalya'yı ziyaret ettiler, ancak yarımadayı turistik nedenlerle ilk ziyaret edenler, 17. yüzyılda başlayan ve 18. ve 19. yüzyıllarda gelişen Büyük Tur sırasında aristokratlardı. Bu, çoğu İngiliz olan Avrupalı aristokratların, İtalya'nın ana varış noktası olduğu Avrupa'nın bazı bölgelerini ziyaret ettikleri bir dönemdi. İtalya için bu, antik mimariyi, yerel kültürü incelemek ve doğal güzelliklere hayran olmak içindi. İtalya, 2016'da toplam 52,3 milyon uluslararası gelişle uluslararası turizmde en çok ziyaret edilen beşinci ülke idi. Seyahat ve turizmin GSYİH'ya toplam katkısı (yatırımdan, tedarik zincirinden ve teşvik edilen gelir etkilerinden daha geniş etkiler dahil) 2014'te 162,7 milyar Euro'ydu (GSYİH'nın %10,1'i) ve 2014'te doğrudan 1.082.000 iş yarattı (toplam istihdamın %4,8'i). İtalya'da turistlerin ilgisini çeken unsurlar başta kültür, mutfak, tarih, moda, mimari, sanat, dini yerler ve rotalar, doğal güzellikler, gece hayatı, sualtı yerleri ve kaplıcalardır. Kış ve yaz turizmi Alpler ve Apeninler'deki birçok yerde mevcuttur, Akdeniz'in kıyı bölgelerinde deniz kenarı turizmi yaygındır. İtalya, Akdeniz'in önde gelen kruvaziyer turizmi destinasyonudur. Turistik konaklama işletmelerinde geçirilen gecelerle ölçülen İtalya'nın en çok ziyaret edilen bölgeleri Veneto, Toskana, Lombardiya, Emilia-Romagna ve Lazio'dur. Roma, 2017'de 9,4 milyon ziyaretçi ile Avrupa'nın en çok ziyaret edilen 3. ve dünyanın 12. şehri olurken, Milano 6,8 milyon turistle dünya çapında 27. şehirdir. Venedik ve Floransa da dünyanın ilk 100 turistik yeri arasındadır. İtalya aynı zamanda dünyada en fazla UNESCO Dünya Mirası alanlı ülkedir (58). İtalya'nın 58 miras alanından 53'ü kültürel ve 5'i doğaldır. İtalya'da 1 ile 5 yıldız arasında değişen çeşitli oteller vardır. ISTAT'a göre 2017 yılında 1.133.452 oda ve 2.239.446 yataklı 32.988 otel vardı. Otel dışı tesislere gelince (kamp alanları, turistik köyler, kiralık konaklama yerleri, tarım turizmi vb.), 2017'de sayıları 2.798.352 yatak ile 171.915 idi. Kültür. İtalya, 1861 yılında ulusal birliğini sağlayana dek tek bir ülke değildi. İtalya topraklarındaki küçük devlet ve krallıklar birbirleri arasında farklılık gösterebilen kendi kültürlerini geliştiriyorlardı. Bu nedenle günümüzde İtalyan geleneği ya da İtalyan kökenli olarak adlandırılan şeyler bölge ve kökenlerine göre ayrılabilir. İtalya'nın Avrupa'nın kültürel ve tarihî mirasına katkısı çok büyüktür. Roma İmparatorluğu gibi dünyanın köklü devletlerine ev sahipliği yapmış olması ve Hristiyanlığın en önemli merkezi Vatikan'ı içinde bulundurması nedeniyle kültürel miras ögeleri bakımından son derece zengindir. İtalya, günümüzde UNESCO'nun 44 Dünya Kültür Mirası alanına ev sahipliği yaparak birinciliği elinde bulundurmaktadır. Mimarlık. İtalya, antik Roma döneminde kemerler, kubbeler ve benzeri yapıların inşası, 14. ve 16. yüzyıllar arasında Rönesans mimari hareketi'nin kurulması, Neoklasik mimari gibi hareketlere ilham veren Palladyanizm yapı tarzının anavatanı ve 17. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında başta İngiltere, Avustralya ve ABD'de olmak üzere tüm dünyada soyluların kır evlerinin etkileyici tasarımları gibi önemli mimari başarılarıyla bilinir. Tarih öncesi mimarinin yanı sıra, İtalya'da bir dizi tasarımı gerçekten başlatan ilk insanlar klasik Roma'ya ilerleyen, ardından Rönesans sırasında klasik Roma döneminin canlanmasına ve Barok çağa evrilen Yunanlar ve Etrüsklerdi. Erken Orta Çağ'a hakim kilise mimarisi tarzı olan Bazilikanın Hristiyan kavramı Roma'da icat edildi. Bazilikalar Hemen hemen antik Roma tarzında inşa edilmiş, genellikle mozaikler ve süslemeler açısından zengin, uzun ve dikdörtgen binalar olarak biliniyorlardı. İlk Hristiyanların sanatı ve mimarisi de büyük ölçüde pagan Romalılarınkinden esinlenmiştir; heykeller, mozaikler ve resimler tüm kiliselerini süsledi. Orta Çağ Romanesk tarzındaki ilk önemli binalar, 800'lü yıllarda İtalya'da inşa edilen kiliselerdi. Bizans mimarisi de İtalya'da yayılmıştı. Bizanslılar, Roma'nın mimari ve sanat ilkelerini canlı tuttular ve bu döneme ait en ünlü yapı Venedik'teki San Marco Bazilikası'dır. MS 800'den MS 1,100'e kadar giden Romanesk hareket, Piazza dei Miracoli'deki Eğik Pisa Kulesi ve Milano'da inşa edilen Sant'Ambrogio Bazilikası gibi birkaç başyapıtla İtalyan mimarisinin en verimli ve yaratıcı dönemlerinden biridir. Roma kemerleri, vitray pencereleri ve genellikle revaklarda bulunan kavisli sütunları kullanmasıyla biliniyordu. İtalyan Romanesk mimarisinin ana yeniliği, Batı mimari tarihinde daha önce hiç görülmemiş olan tonozdu. İtalyan mimarisinin çiçeklenmesi Rönesans sırasında gerçekleşti. Filippo Brunelleschi, antik çağlardan beri gerçekleştirilemeyen bir mühendislik başarısı olan Floransa Katedrali için yaptığı kubbe ile mimari tasarıma katkıda yaptı. İtalyan Rönesans mimarisinin popüler başarısı, orijinal olarak Donato Bramante tarafından 16. yüzyılın başlarında tasarlanan Aziz Petrus Bazilikası idi. Ayrıca Andrea Palladio, 16. yüzyılın ortalarında ve sonlarında tasarladığı villa ve saraylarla Batı Avrupa'daki mimarları etkilemiş; Palladio tarafından tasarlanan yirmi üç binasıyla Vicenza şehri ve yirmi dört Veneto'daki Palladyan Villaları, UNESCO tarafından Vicenza Şehri ve Veneto'daki Palladyan Villaları adlı Dünya Mirası Alanı parçası olarak listelenmiştir. Barok dönem 17. yüzyılda özellikle kiliseleriyle tanınan birkaç seçkin İtalyan mimar çıkardı. Geç Barok ve Rokoko mimarisinin en özgün eseri, 18. yüzyıla tarihlenen Palazzina di caccia di Stupinigi'dir. Luigi Vanvitelli 1752'de Kraliyet Caserta Sarayı inşaatına başladı. Bu büyük komplekste görkemli Barok tarz iç mekanlar ve bahçeler daha sade bina kaplamasına karşı çıkar. 18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında İtalya, Neoklasik mimari hareketten etkilendi. Villalar, saraylar, bahçeler, iç mekanlar ve sanat, Roma ve Yunan konularına dayandırılmaya başlandı. Faşist dönemde, Gio Ponti ve Giovanni Muzio gibi şahsiyetlerle, imparatorluk Roma'sının yeniden keşfine dayanan "Novecento hareketi" gelişti. İtalya'daki birçok şehrin kentsel dönüşümlerinden sorumlu olan ve Roma'daki tartışmalı Via della Conciliazione için hatırlanan Marcello Piacentini, basitleştirilmiş Neoklasizm biçimi tasarladı. Görsel sanatlar. İtalyan görsel sanatlarının tarihi, Batı resim tarihi için önemlidir. Roma sanatı Yunanistan'dan etkilenmiştir ve kısmen eski Yunan resminin soyundan geldiği kabul edilebilir. Roma resminin kendine has özellikleri vardır. Hayatta kalan tek Roma resimleri, çoğu Güney İtalya'daki Campania'daki villalardan gelen duvar resimleridir. Bu tür resimler dört ana "stil" veya dönem halinde gruplandırılabilir ve trompe-l'œil, sahte perspektif ve saf manzaranın ilk örneklerini içerebilir. Romanesk döneminde, Bizans ikonalarının yoğun etkisi altında pano boyama daha yaygın hale gelir. 13. yüzyılın ortalarına doğru Orta Çağ sanatı ve Gotik resim, İtalya'da Cimabue ve ardından onun öğrencisi Giotto di Bondone ile hacim ve perspektif tasvirine olan ilginin başlamasıyla daha gerçekçi hale geldi. Giotto'dan itibaren resimde kompozisyonun işlenmesi çok daha özgür ve yenilikçi hale geldi. Birçok kişi tarafından resmin altın çağı olduğu söylenen İtalyan Rönesansı, kabaca 14. yüzyıldan 17. yüzyılın ortalarına kadar uzanan ve modern İtalya sınırlarının dışında da önemli bir etkisi vardır. İtalya'da Paolo Uccello, Fra Angelico, Masaccio, Piero della Francesca, Andrea Mantegna, Filippo Lippi, Giorgione, Tintoretto, Sandro Botticelli, Leonardo da Vinci, Michelangelo Buonarroti, Raphael, Giovanni Bellini ve Titian gibi sanatçılar perspektif kullanımı, insan anatomisi ve orantı çalışması ve rafine çizim ve boyama tekniklerinin geliştirilmesi yoluyla resim yapmayı daha yüksek bir düzeye çıkardı. Michelangelo, 1500'den 1520'ye kadar bir heykeltıraş olarak aktifti; eserleri arasında "Davut", "Pietà", "Musa" vardır. Diğer Rönesans heykeltıraşları arasında Lorenzo Ghiberti, Luca della Robbia, Donatello, Filippo Brunelleschi ve Andrea del Verrocchio sayılabilir. 15. ve 16. yüzyıllarda Yüksek Rönesans, Maniyerizm olarak bilinen stilize bir sanatın doğmasına neden oldu. 16. yüzyılın şafağında sanatı niteleyen dengeli kompozisyonlar ve perspektife rasyonel yaklaşım yerine, Maniyeristler istikrarsızlığı, yapaylığı ve şüpheyi aradılar. Piero della Francesca ve Raphael'in sakin Bakirelerinin bozulmamış yüzleri ve jestleri, Pontormo'nun sıkıntılı ifadeleri ve El Greco'nun duygusal yoğunluğu ile yer değiştirdi. 17. yüzyılda, İtalyan Borok'un en büyük ressamları arasında Caravaggio, Annibale Carracci, Artemisia Gentileschi, Mattia Preti, Carlo Saraceni ve Bartolomeo Manfredi vardır. Daha sonra 18. yüzyılda İtalyan Rokoko, esasen Fransız Rokoko'dan ilham aldı çünkü Fransa, Giovanni Battista Tiepolo ve Canaletto gibi sanatçılarla birlikte bu tarzın kurucu ulusuydu. İtalyan Neoklasik heykeli, Antonio Canova'nın çıplakları ile hareketin idealist yönüne odaklandı. 19. yüzyılda, başlıca İtalyan Romantik ressamları Francesco Hayez, Giuseppe Bezzuoli ve Francesco Podesti idi. İzlenimcilik, Giovanni Fattori ve Giovanni Boldini tarafından yönetilen "Macchiaioli" tarafından Fransa'dan İtalya'ya getirildi; Realizm, Gioacchino Toma ve Giuseppe Pellizza da Volpedo tarafından getirildi. 20. yüzyılda, Fütürizm ile, özellikle Umberto Boccioni ve Giacomo Balla'nın çalışmaları aracılığıyla, İtalya resim ve heykelde sanatsal evrim için yeni ufuklar açan bir ülke oldu. Fütürizmin ardından, Sürrealistler ve Bruno Caruso ve Renato Guttuso gibi sonraki nesiller üzerinde güçlü bir etki bırakan Giorgio de Chirico'nun metafizik resimleri geldi. İtalya'da resim sanatı tarihin hemen her döneminde gelişim göstermiştir.Tiziano Vecellio ve Caravaggio İtalyan resminin en seçkin erken örneklerini vermişlerdir. İtalyan ressamların işlerinde çoğunlukla dinî figürler öne çıkmıştır. Bunda ülkenin Vatikan ile olan yoğun ilişkisi etkili olmuştur. İtalya'da resim sanatında verilen yapıtlar çoğu zaman Avrupa'nın en önde gelen sanat eserleri olmuştur. Bu dönemlerden sonra İtalya dış güçler tarafından sürekli baskılarla maruz kalmış ve bu da ülkede ilginin sanattan, daha çok politik sorunlara kaymasına neden olmuştur. Tüm bunlar sonucunda İtalya Avrupa'da sanat alanında elde ettiği otoriteyi yitirmiştir. Edebiyat. İtalyan dilinin temelleri, 1300'lü yıllarda Floransalı şair Dante Alighieri tarafından atılmıştır. İtalyan yazınının en erken ve önemli temsilcileri arasında sayılan Dante'nin İlahî Komedya adlı yapıtı Orta Çağlarda Avrupa'da üretilen en önemli yazınsal eserlerden biridir. Bunu dışında Giovanni Boccaccio, Giacomo Leopardi, Alessandro Manzoni, Torquato Tasso, Ludovico Ariosto ve Francesco Petrarca gibi ünlü İtalyan edebiyatçıları yüzyıllar boyu Avrupa yazınına katkıda bulunmuşlardır. Felsefe alanında öne çıkan düşünürler arasında Giordano Bruno, Marsilio Ficino, Niccolò Machiavelli ve Giambattista Vico sayılabilir. 19. yüzyılın sonlarında, "Verismo" adlı gerçekçi edebiyat akımı İtalyan edebiyatında önemli rol oynadı. Bu akımın önde gelen savunucuları Giovanni Verga ve Luigi Capuana idi. Aynı dönemde, aksiyon-macera korsanlarının (ing: swashbucklers) yazarı ve bilimkurgu öncüsü Emilio Salgari "Sandokan" serisini yayınladı. 1883'te İtalyan yazar Carlo Collodi'nin yazdığı en ünlü çocuk klasiği ve dünyanın en çok çevrilen, dini olmayan kitaplarından "Pinokyo'nun Maceraları" adlı romanını da yayımladı. Fütürizm adı verilen hareket, 20. yüzyılın başlarında İtalyan edebiyatını etkiledi. Filippo Tommaso Marinetti, makine çağının hızını, dinamizmini ve şiddetini yücelten dil ve mecazların kullanılması çağrısında bulunan Fütürizm Manifestosu'nu yazdı. Çağdaş İtalyan yazınını temsilcileri arasında ise pek çok Nobel ödüllü yazar bulunur. Nobel ödülü almış İtalyan edebiyatçılar şunlardır: ulusalcı şair Giosuè Carducci (1906)'da, realist yazar Grazia Deledda (1926)'da, çağdaş tiyatro yazarı Luigi Pirandello (1936)'da, şair Salvatore Quasimodo (1959)'da, Eugenio Montale (1975'te), satirist tiyatro yazarı Dario Fo (1997'de). İtalyan tiyatroları sanatı incelenecek olursa, kökenleri Yunan tiyatrosu etkisinde kalmış Roma tiyatrosuna kadar indirilebilir. Roma dönemi drama yazarları genelde Yunanca oyunları çevirmişlerdir. 16. yüzyılda ve 18. yüzyıla kadar Commedia dell'arte akımı doğaçlama tiyatronun bir dalı olarak kalmıştır ve bugün bile İtalya sahnelerinde görülebilmektedir. İtalya'da yaygın olan bir başka tiyatro geleneği de canovaccio adı verilen gezici tiyatro truplarıdır. Bu truplardaki sanatçılar gittikleri yerlerde açık hava sahneleri kurarlar ve kabataslak bir senaryo çerçevesinde hokkabazlık ve akrobasi ile karışık eğlence şovları düzenleyerek tiyatro yaparlar. Felsefe. İtalyan felsefesi ve edebiyatının, Yunanlar ve Romalılardan başlayarak Batı felsefesi, Rönesans hümanizmi, Aydınlanma Çağı ve modern felsefe üzerinde etkisi olmuştur. Felsefe İtalya'ya Crotone'deki İtalyan felsefe okulunun kurucusu Pisagor tarafından tanıtıldı. Yunan döneminin İtalyan filozofları arasında Ksenophanes, Parmenides, Zenon, Empedokles ve Gorgias yer alır. Romalı filozoflar arasında Cicero, Lucretius, Genç Seneca, Musonius Rufus, Plutarkhos, Epiktetos, Marcus Aurelius, Augustinus ve Boethius bulunmaktadır. İtalyan Orta Çağ felsefesi esas olarak Hristiyandı ve doğal teolojinin en önde gelen klasik savunucusu ve Aristoteles felsefesini Hristiyanlığa yeniden sokan Thomizm'in babası Thomas Aquinas gibi filozofları ve teologları içeriyordu. Önemli Rönesans filozofları arasında Batı dünyasının önemli bilimsel figürlerinden biri olan Giordano Bruno, Dönemin en etkili hümanist filozoflarından Marsilio Ficino ve modern siyaset biliminin kurucularından biri olan Niccolò Machiavelli yer alır. Machiavelli'nin en ünlü eseri "Prens"dir; siyasi düşünceye katkısı siyasi idealizm ile siyasi gerçekçilik arasındaki temel kopuştur. İtalya aynı zamanda Rönesans'ın bir sonucu olan Aydınlanma hareketinden de etkilendi. Padua, Bologna ve Napoli gibi üniversite şehirleri, Giambattista Vico gibi filozofların bulunduğu bilim merkezleri olarak kaldı. Cesare Beccaria önemli bir Aydınlanma figürüydü ve hem klasik suç teorisi hem de modern penoloji'nin babalarından biriydi. Beccaria, işkence ve ölüm cezasına yönelik ilk belirgin kınamalardan biri olan ve dolayısıyla ölüm cezası karşıtı felsefede dönüm noktası niteliğindeki bir çalışma olan "Suçlar ve Cezalar Üzerine" (1764) adlı eseriyle tanınır. Bilim. Yüzyıllar boyunca, İtalya'dan pek çok bilim insanı yetişti. Bu bilim insanlarının çeşitli alanlarda insanlığa kazandırdıkları buluşlar ile kendilerinin ve ülkelerinin adını duyurdular. Bunlar içinde en bilinen isimlerden biri de Leonardo da Vinci'dir. Da Vinci, biyolojiden teknolojiye pek çok alanda çağdaş bilime rehberlik eden buluşlara imza attı. Aynı şekilde Galileo Galilei fizik, matematik ve astronomi alanlarında çalışan ve pek çok buluşa imza atan bir başka İtalyan bilim insanıdır. Galilei teleskobun geliştirilmesine önemli katkılarda bulunmuş ve bir bölümünü kendi gerçekleştirdiği sayısız astronomik buluşa olanak sağlamıştır. Nobel ödülü de kazanan fizikçi Enrico Fermi dünyanın ilk nükleer reaktörünü oluşturan gruba önderlik etmiş, kuantum teorisinin oluşturulmasına verdiği destek ve fizik alanındaki diğer önemli çalışmalarıyla adını duyurmuştur. İtalya'da bilim alanında önemli katkılar veren araştırmacılar arasında Güneş Sistemi ile ilgili pek çok buluşa imza atan gök bilimci Giovanni Domenico Cassini, pili bulan fizikçi Alessandro Volta, matematikçiler Lagrange, Fibonacci ve Gerolamo Cardano, mikroskobik anatominin kurucusu doktor Marcello Malpighi, hücre teorileri, hayvan üremesi ve insan bedeninin işlevleri konusunda yeni bilgiler ortaya çıkarak biyoloji araştırmacısı Lazzaro Spallanzani, kendiyle aynı adla anılan golgi aygıtını bularak Nobel ödülü kazanan bir diğer İtalyan bilim insanı Camillo Golgi ve radyoyu icat ederek, yine Nobel kazanan bir başka İtalyan olan Guglielmo Marconi sayılabilir. Müzik. İtalyan folk müziğinden Avrupa klasik müziğine kadar, müzik her zaman İtalya kültüründe önemli bir rol oynamıştır. Opera'ya hayat veren İtalya, klasik müziğin temellerinin atıldığı yerdir. Piyano ve violin gibi klasik müzikle ilgili çalgılarında ortaya çıkış yeri İtalya'dır. Senfoni, konçerto ve sonata da köklerini İtalya'da 16. ve 17. yüzyıllarda gelişen akımlardan alan müzik türleridir. İtalya'nın en önde gelen bestecileri arasında, Rönesans dönemi bestecisi Giovanni Pierluigi da Palestrina ve Claudio Monteverdi, Barok besteciler Alessandro Scarlatti, Arcangelo Corelli ve Antonio Vivaldi, klasik dönem besteciler Niccolò Paganini ve Gioachino Rossini ile romantik besteciler Giuseppe Verdi ve Giacomo Puccini sayılabilir. Çağdaş İtalyan besteciler Luciano Berio ve Luigi Nono elektronik müzik konusunda önemli eserler vermişlerdir. Ülkede çok sayıda işler hâlde opera evinin bulunmasından dolayı ülkede klasik müziğin hâlâ tutunmakta olduğu görülmektedir. Milano'daki La Scala ve Napoli'deki San Carlo operaevleri ve Maurizio Pollini ile Luciano Pavarotti dünyaca ünlü tenörler İtalya'nın klasik müzik alanındaki başarı ve egemenliğinin birer göstergesidir. 1920'lerin başında ortaya çıkan caz, İtalya'da özellikle güçlü bir yer edindi ve Faşist rejimin yabancı düşmanı kültürel politikalarına rağmen popülerliğini korudu. Bugün İtalya'daki caz müziğinin en önemli merkezleri Milano, Roma ve Sicilya'dır. Daha sonra İtalya, Premiata Forneria Marconi (PFM), Banco del Mutuo Soccorso, Le Orme, Goblin ve Pooh gibi gruplarla 1970'lerin progresif rock ve pop hareketinin ön saflarında yer aldı. Aynı dönemde İtalya sineması'nda çeşitlilik görüldü ve Cinecittà filmleri Ennio Morricone, Armando Trovaioli, Piero Piccioni ve Piero Umiliani gibi bestecilerin karmaşık müziklerini içerdi. 1980'lerin başında, İtalyan hip hop sahnesinden çıkan ilk yıldız şarkıcı Jovanotti idi. İtalyan metal grupları arasında Rhapsody of Fire, Lacuna Coil, Elvenking, Forgotten Tomb ve Fleshgod Apocalypse yer alır. İtalya, fütüristik sesi ve önde gelen sentezleyici ve davul makine'leri kullanımıyla tanınan Italo disko ile, en eski elektronik dans türlerinden biri ve Euro disko dışında (daha sonra Eurodans ve Nu-disko gibi çeşitli türleri etkilemeye devam etti) Avrupa disko biçimleri olarak disko ve elektronik müziğin gelişimine katkıda bulundu. 1990'ların ikinci yarısında Eurodans'ın Italo dansı denilen bir alt türü ortaya çıktı. Italo disko ve Italo evinden etkilenen Italo dansı, genellikle sentezleyici riffleri, melodik sesi ve ses kodlayıcıların kullanımını içeriyordu. Önemli İtalyan DJ'ler ve remiksçiler arasında Gabry Ponte (Eiffel 65 grubunun üyesi), Benny Benassi, Gigi D'Agostino ve Tacabro üçlüsü bulunmaktadır. Müziğiyle üç Akademi Ödülü ve dört Altın Küre kazanan Giorgio Moroder gibi yapımcılar elektronik dans müziği'nin gelişmesinde etkili oldular. Bugün, İtalyan pop müziği her yıl Eurovision Şarkı Yarışması'na ilham kaynağı olan Sanremo Müzik Festivali ve Spoleto'daki İki Dünya Festivali ile temsil edilmektedir. Pop müzik sanatçısı Mina, Andrea Bocelli, Laura Pausini, Eros Ramazzotti, Mango, Sfera Ebbasta, Fabio Rovazzi ve Fedez İtalya'nın son dönemlerde uluslararası düzeyde sükse yapmış sanatçılarıdır. Gigliola Cinquetti, Toto Cutugno ve Måneskin, sırasıyla 1964, 1990'da ve 2021 Eurovision Şarkı Yarışma'larını kazandılar. Sinema. İtalyan sinema tarihi, Lumière Kardeşlerin hareketli resimler ile sinema tekniğini bulmasının kısa süre sonra başladı. İlk İtalyan filmi, dönemin papası XIII. Leo'nun kameraya karşı kutsama yapan görüntüsünden oluşan birkaç saniyelik, oldukça kısa bir kayıttı. Gerçek anlamda İtalyan sinema endüstrisi 1903 ve 1908 yılları arasında kurulan Società Italiana Cines, Ambrosio Film ve Itala Film adlarında üç film şirketiyle doğdu. Daha sonra Milano ve Napoli'de de film şirketler boy göstermeye başladı. Kısa süre içinde bu şirketler büyüyerek nitelikli işler çıkartmaya başladılar ve İtalyan filmleri dışarıya da gönderilmeye başlandı. İtalya'da sinema Benito Mussolini iktidarı döneminde bir tür siyasi propaganda aracı olarak da kullanıldı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra İtalyan filmlerinin yıldızı parladı ve 1980'lerde televizyonun yaygınlaşmaya başlamasıyla İtalyan sineması bir gerileme sürecine girdi. Dünyaca tanınmış İtalyan film yönetmenleri arasında Vittorio De Sica, Federico Fellini, Sergio Leone, Pier Paolo Pasolini, Michelangelo Antonioni ve Dario Argento sayılabilir. Tatlı Hayat, İyi, Kötü ve Çirkin, Bisiklet Hırsızları gibi eski dönem İtalyan filmleri dünya sinemasında yer etmiş yapımlardır. Daha yakın geçmişte çekilen ve uluslararası düzeyde sükse yapan İtalyan filmleri arasında Roberto Benigni tarafından yönetilen Hayat Güzeldir ve Massimo Troisi'nin başrolünde oynadığı Postacı vardır. Spor. İtalya'da yapılan popüler sporlar futbol, basketbol, voleybol, sutopu, eskrim, ragbi, bisiklet ve motor yarışları ile buz hokeyidir. (Çoğunlukla Milano, Trentino-Alto Adige/Südtirol ve Veneto bölgelerinde yapılır) İtalya'nın bireysel sporlarda da uzun ve başarılı bir geleneği vardır. Bisiklet yarışları ülkede tanınmış bir spordur. İtalyanlar, Belçika hariç UCI Dünya Şampiyonasında diğer tüm ülkelerden daha fazla madalya kazandı. Giro d'Italia, her yıl Mayıs ayında düzenlenen bir bisiklet yarışıdır ve üç Büyük Tur'dan biridir. Coğrafi koşulların elverişli olmasından dolayı kuzey bölgelerde en yaygın sporlar kış sporlarıdır. İtalyanlar kış sporları kategorilerinde yapılan yarışma ve karşılaşmalarda öne çıkmaktadırlar. İtalyan şehirlerinden Torino 2006 Kış Olimpiyatları'na ev sahipliği yapmıştır. İtalya'da spor türleri, çoğu zaman festivallerle birleştirilir. Bir tür at yarışı olan palio Palio di Siena festivalinde, gondol yarışları da her eylül ayının ilk pazar günü Venedik'te gerçekleşir. İtalyan sporu Antik Roma'da gladyatör dövüşlerinin yapıldığı Kolezyum'dan, çağdaş Roma'da futbol kulüplerinin yarıştığı çağdaş Olimpiyat Stadyumu'na varan uzun bir yol katetmiştir. İtalya'da en çok oynanan spor türü futboldur. İtalyan futbolunun en üst ligi olan Serie A, yalnızca ülke içinde değil tüm dünyada ilgiyle izlenmektedir. İtalya millî takımı, bugüne dek kazanmış olduğu 4 FIFA Dünya Kupası ile dünyanın en başarılı ikinci takımıdır. İtalya millî takımının kazandığı ilk dünya kupası 1934 yılındadır. Kriket de İtalya'da yeniden önem kazanmaya başlamış olan ve hızla popülerlik kazanan bir spor dalıdır. İtalya'da kriket sporu "İtalya Kriket Federasyonu" (İtalyanca: "Federazione Cricket Italiana") tarafından düzenlenmektedir ve İtalyan Millî Kiriket Takımı dünya sıralamasında 27. sırada yer almaktadır. Moda ve tasarım. İtalyan modasının uzun bir geleneği vardır. Milano, Floransa ve Roma, İtalya'nın başlıca moda başkentleridir. Global Language Monitor tarafından hazırlanan "Top Global Fashion Capital Rankings" 2013'e göre, Milano onikinci iken Roma dünya çapında altıncı sıradaydı. Daha önce 2009'da Milano, Global Language Monitor'ün kendi tarafından "dünyanın moda başkenti" ilan edilmişti. Birkaç isim vermek gerekirse Gucci, Armani, Prada, Versace, Valentino, Dolce & Gabbana, Missoni, Fendi, Moschino, Max Mara, Trussardi ve Ferragamo gibi büyük İtalyan moda markaları dünyanın en iyi moda evleri arasında sayılır. Bvlgari, Damiani ve Buccellati gibi kuyumcular İtalya'da kuruldu. Ayrıca moda dergisi Vogue Italia, dünyanın en prestijli moda dergilerinden biri olarak kabul edilir. Trieste'deki ITS genç moda tasarımcısı yarışmasında olduğu gibi genç, yaratıcı moda yetenekleri de desteklenir. İtalya ayrıca tasarım alanında, özellikle iç tasarım, mimari tasarım, endüstriyel tasarım ve kentsel tasarım alanında da öne çıkar. Ülke, Gio Ponti ve Ettore Sottsass gibi bazı tanınmış mobilya tasarımcıları yetiştirmiştir ve "Bel Disegno" ve "Linea Italiana" gibi İtalyanca ifadeler mobilya tasarımı sözlüğüne girmiştir. Klasik İtalyan parçalarının beyaz eşya ve mobilya parçalarının örnekleri arasında Zanussi'nin çamaşır makinesileri ve buzdolabıları, Atrium'un "New Tone" kanepeleri ve Ettore Sottsass'ın, Bob Dylan'ın "Stuck Inside of the Mobile with the Memphis Blues Again"den ilham alan post-modern kitaplığı vardır. Günümüzde Milano ve Torino, mimari tasarım ve endüstriyel tasarım alanlarında ülkenin liderleridir. Avrupa'nın en büyük tasarım fuarı Fiera Milano, Milano şehrindedir. Milano’da ayrıca "Fuori Salone" ve Salone del Mobile gibi tasarım ve mimariyle ilgili önemli etkinlikler ve mekanlar vardır ve Bruno Munari, Lucio Fontana, Enrico Castellani ve Piero Manzoni gibi tasarımcıları da barındırmıştı. Mutfak. İtalyan mutfağı, MÖ 4. yüzyıla kadar uzanan kökleri ile yüzyıllar boyunca süren sosyal ve politik değişimlerle gelişmiştir. İtalyan mutfağının kendi içinde Etrüsk, antik Yunan, antik Roma, Bizans ve Yahudi mutfaklarından önemli derecede etkilenmiştir. Yeni Dünya'nın keşfedilmesiyle patates, domates, dolmalık biber ve mısır gibi artık mutfağın merkezinde olan ancak 18. yüzyıla kadar olmayan öğelerin gelmesiyle önemli değişiklikler oldu. İtalyan mutfağı dünyanın en zengin mutfaklarından biridir ve karakteristik özellikleriyle öne çıkmaktadır. İtalyan mutfağı bölgelere göre büyük farklılıklar gösterir. Sebze ve hamur işleri ağırlıktadır. Peynir ve şarap İtalyan mutfağının önemli ögeleri arasındadır. Geniş bir kahve çeşitliğine sahip olan İtalyan mutfağında özellikle espresso önemli bir yer tutar. İtalyan mutfağının dünyaya mâl olmuş yemekleri arasında pizza, spagetti ve bazı makarnalar ile bunların kendilerine özgü sosları, risotto, parmesan peyniri, lazanya ve tiramisu sayılabilir. İtalyan mutfağı büyük ölçüde geleneksel ürünlere dayanır; ülkede AB yasaları kapsamında korunan çok sayıda geleneksel spesiyaliteler vardır. Peynir, soğuk etler ve şarabı, birçok bölgesel sapma ve Korumalı Menşe İsmi veya Korumalı Coğrafi İşaret etiketleri ile İtalyan mutfağının merkezinde yer alır ve kahve (özellikle espresso) ile birlikte İtalyan gastronomik kültürünün bir parçasını oluşturur. Tatlılar, turunçgiller, fıstık ve badem gibi yerel lezzetleri mascarpone ve ricotta gibi tatlı peynirlerle veya kakao, vanilya ve tarçın gibi egzotik tatlarla birleştirme konusunda uzun bir geleneğe sahiptir. Gelato, tiramisù ve cassata, İtalyan tatlıları, kekleri ve pastanelerinin en ünlü örnekleri arasındadır. İtalyan tarım-gıda ürünlerinin taklidi pazarlama fenomeni "İtalyan Sesli" (İngilizce:Italian Sounding) adıyla bilinir. Resmi tatiller, festivaller ve folklor. İtalya'da kutlanan resmi tatiller dini, ulusal ve bölgesel kutlamalardır. İtalya Milli Günü, "Festa della Repubblica" ("Cumhuriyet Günü"), her yıl 2 Haziran'da kutlanır. Esas kutlama Roma'da yapılır ve 1946'da İtalyan Cumhuriyeti'nin doğuşu anılır. Roma'da düzenlenen etkinlik töreni, İtalya cumhurbaşkanı tarafından Altare della Patria'daki İtalyan Meçhul Asker anısına defne çelengi bırakılması ve Roma'daki Via dei Fori Imperiali'deki askeri geçit töreni'ninden oluşur. 13 Aralık'ta kutlanan Aziz Lucy Günü, Noel Baba'ya benzer rol oynadığı bazı İtalyan bölgelerinde çocuklar arasında sevilir. Buna ek olarak, İtalya'daki Epifani, 5 ile 6 Ocak arası gecede iyi çocuklara hediyeler ve tatlılar, kötü çocuklara kömür veya kül torbaları getiren süpürgeye binen yaşlı kadın Befana'nın halk figürü ile ilişkilendirilir. Meryem'in göğe yükselişi, uzun bir hafta sonu veya ayın büyük kısmı olabilen yaz tatili dönemi 15 Ağustos'ta "Ferragosto" 'ya denk gelir. 4 Ekim'deki İtalyan ulusal koruyucu günü, Aziz Francis ve Catherine'i kutlar. Her şehir veya kasaba, yerel koruyucu azizinin bayramı vesilesiyle resmi tatil yapar örneğin: 29 Haziran'da Roma (Aziz Peter ve Paul), 7 Aralık'ta Milano (Aziz Ambrose), 19 Haziran'da Napoli Eylül günü (Aziz Januarius), 25 Nisan'da Venedik (Evangelist Aziz Markos) ve 24 Haziran'da Floransa (Vaftizci Aziz John)'u kutlar. İtalya'da birçok festival ve şenlik vardır. Palio di Siena at yarışı, Kutsal Hafta ayinleri, Arezzo'lu Saracen Joust, Gubbio'daki Aziz Ubaldo günü, Foligno'daki Giostra della Quintana ve Calcio Fiorentino bunlardan bazılarıdır. 2013 yılında UNESCO, Varia di Palmi, Viterbo'daki Macchina di Santa Rosa, Nola'daki Festa dei Gigli ve Sassari'deki "faradda di li candareri" gibi bazı İtalyan festival ve pasolarını (İtalyanca "macchine a spalla") somut olmayan kültürel miras'a dahil etti. Diğer festivaller arasında Venedik, Viareggio, Satriano di Lucania, Mamoiada ve çoğunlukla Portakal Savaşı ile tanınan Ivrea'daki karnavalları vardır. "Altın Aslan"la ödüllendiren ve 1932'den beri her yıl düzenlenen Venedik Uluslararası Film Festivali dünyanın en eski film festivalidir ve Cannes ve Berlin ile birlikte "Üç Büyükler"den biridir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1871", "len_data": 95113, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.71 }
Apache OpenOffice, Apache Yazılım Vakfı önderliğinde özgür yazılım topluluklarınca geliştirilen, özgür ve ücretsiz bir ofis yazılımları ailesidir. Kelime İşlemci, Hesap Tablosu, Sunum, Çizim, Formül ve Veritabanı bileşenlerini içerir. Özgür Apache Lisansı ile lisanslanmış olup herkes tarafından (ticari, devlet kurumları, belediyeler ve eğitim kurumları vb.) kullanılabilir, istenildiği kadar sayıda bilgisayara tamamen ücretsiz olarak kurulabilir. Microsoft Windows, Linux ve Mac OS işletim sistemlerini destekler. Apache OpenOffice'in ilk sürümü OpenOffice.org temel alınarak geliştirilmeye başlanmış, sonraki sürümde IBM Lotus Symphony kodları temel alınarak geliştirilmeye devam etmiştir. Hem OpenOffice.org hem de IBM Lotus Symphony, ilk sürümü 1985'te yayınlanan StarOffice'e dayanır. Apache OpenOffice, ISO onaylı uluslararası tekbiçimlere dayalı belge biçimi olan ODF (Open Document Format) biçiminin yanı sıra, Microsoft Office tarafından öntanımlı kullanılan OOXML biçimindeki dosyaları da kullanabilmektedir. Tarihçesi. Apache OpenOffice'in ilk sürümü 2012 yılında OpenOffice.org temel alınarak geliştirilmeye başlanmış, sonraki sürümde IBM Lotus Symphony kodları temel alınarak geliştirilmeye devam etmiştir. Hem OpenOffice.org hem de IBM Lotus Symphony, ilk sürümü 1985'te yayınlanan StarOffice'e dayanır. 1999 - 2010 yılları arasında Sun Microsystems tarafından geliştirilen açık kaynaklı ve özgür lisanslı OpenOffice.org, 2010 yılında Sun Microsystems'in Oracle'a satılması ile Oracle'a devredildi. Bu satışın üzerine OpenOffice.org'un kaderi üzerine tartışmalar başladı ve proje bir süre belirsizliğe girdi Hatta bu dönemde OpenOffice.org'un özgürlüğü ve geleceğinden endişe eden katkıcıları tarafından OpenOffice.org çatallaması olarak özgür LibreOffice ofis yazılım seti geliştirilmeye başlandı. Oracle ilk başta OpenOffice.org'u geliştirmeye devam edeceğini açıkladı ve "Oracle OpenOffice" adı ile yazılımın 3.3 nolu sürümünü yayınladı. Ancak OpenOffice.org topluluğunda projenin gidişatı ile ilgili tartışmalar üzerine Oracle 1 Haziran 2011 tarihinde OpenOffice'i Apache Yazılım Vakfı'na devrettiğini açıkladı. Özellikler. Desteklenen platformlar. Apache OpenOffice, aralarında Linux, Solaris, BSD, Microsoft Windows, OpenVMS, OS/2 and IRIX gibi ortamlarında bulunduğu çok sayıda platformu desteklemektedir. Eklentiler. Eklenti sayfası üzerinden çeşitli eklentiler temin edilerek ek özellikler kazandırılabilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1878", "len_data": 2432, "topic": "CODING", "quality_score": 3.51 }
Avusturya (), resmî adıyla Avusturya Cumhuriyeti (), Orta Avrupa'da denize kıyısı olmayan, dokuz eyaletten oluşan ülke. Batıda Lihtenştayn ve İsviçre, güneyde İtalya ve Slovenya, doğuda Macaristan ve Slovakya, kuzeyde ise Almanya ve Çekya ile komşudur. Avusturya'nın yüzölçümü 83.879 km2dir ve yaklaşık 9 milyonluk bir nüfusa sahiptir. Avusturya Almancası ülkenin resmi dili olsa da, birçok Avusturyalı gayri resmi olarak çeşitli Bavyera lehçelerinde konuşmaktadır. Avusturya başlangıçta 976 yılı civarında Avusturya Markgraflığı olarak tarih sahnesine çıktı ve daha sonra bir dükalık ve arşidüklük haline geldi. 16. yüzyılda Avusturya, Habsburg Monarşisi'nin kalbi ve tarihin en etkili kraliyet hanedanlarından biri olan Habsburg Hanedanı'nın küçük bir kolu tarafından yönetilen bir devlet olarak hizmet vermeye başladı. Bir arşidüklük olarak, Kutsal Roma İmparatorluğu'nun önemli bir parçası ve idari merkeziydi. Avusturya, 19. yüzyılın başlarında büyük güçlerden biri olan ve Alman Konfederasyonu'nu yöneten kendi imparatorluğunu kurdu ancak 1866'da Avusturya-Prusya Savaşı'ndaki yenilginin ardından diğer Alman devletlerinden ayrılarak kendi yolunu izledi. 1867 yılında Macaristan ile anlaşmaya varılarak Avusturya-Macaristan İkili Monarşisi kuruldu. Avusturya-Macaristan tahtının olası veliahtı Arşidük Franz Ferdinand'ın bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından Avusturya, İmparator Franz Joseph yönetiminde bu olayın ardından başlayan I. Dünya Savaşına dahil oldu. Monarşinin yenilmesi ve dağılmasından sonra, Almanya ile birleşme niyetiyle Alman-Avusturya Cumhuriyeti ilan edildi. Ancak yeni kurulan devlet İtilaf Devletleri tarafından desteklenmedi ve tanınmadan kaldı. 1919'da Birinci Avusturya Cumhuriyeti, Avusturya'nın yasal halefi oldu. 1938'de, Alman Reich'ının Şansölyesi olan Avusturya doğumlu Adolf Hitler, Avusturya'nın ilhakını sağladı. 1945'te Nazi Almanyası'nın yenilgisi ve uzun bir Müttefik Devletler işgali döneminin ardından Avusturya, İkinci Cumhuriyet olarak bilinen egemen ve kendi kendini yöneten demokratik bir ulus olarak yeniden kuruldu. Avusturya, devlet başkanı olarak doğrudan seçilmiş bir Federal Başkan ve federal hükûmetin başı olan bir Şansölye tarafından yönetilen bir parlamenter temsili demokrasidir. Avusturya'nın başlıca büyük kentleri arasında Viyana, Graz, Linz, Salzburg ve Innsbruck şehirleri gelmektedir. Avusturya, kişi başına düşen GSYİH açısından sürekli olarak dünyanın en zengin 20 ülkesi arasında yer almaktadır. Ülke yüksek bir yaşam standardına sahip olarak 2018'de İnsani Gelişme Endeksi açısından dünyada 20. sırada yer aldı. Viyana, yaşam kalitesi göstergelerinde sürekli olarak uluslararası alanda en üst sırada yer almaktadır. İkinci Cumhuriyet, 1955'te dış siyasi meselelerde daimi tarafsızlığını ilan etti. Avusturya, 1955'ten beri Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği üyesidir. AGİT ve OPEC'e ev sahipliği yapmakta ve OECD ve Interpol'ün kurucu üyesidir. Avusturya ayrıca 1995'te Schengen Anlaşması'nı imzalayan ülkelerden biri oldu ve 1999'da Euro para birimini kullanmaya başladı. Etimoloji. Avusturya'nın yerel ismi olan Almanca "Österreich" ismi "doğu ülkesi" anlamına gelir ve ilk olarak 996 tarihli "Ostarrîchi belgesinde" yer alan Eski Yüksek Almanca "Ostarrîchi" kelimesinden türemiştir. Bu kelime muhtemelen Orta Çağ Latincesi'nde Avusturya Markgraflığı anlamına gelen "Marchia orientalis" kelimesinin yerel (Bavyera) lehçeye çevrilmiş formudur. Avusturya, Bavyera'nın 976 yılında kurulan bir vilayetidir. "Avusturya" kelimesi, Almanca isminin romanizasyonudur ve ilk olarak 12. yüzyılda kaydedilmiştir. O zamanlar, Avusturya'nın Tuna havzası (Yukarı ve Aşağı Avusturya) Bavyera Düklüğü'nün en doğusuydu. Tarihçe. Orta Avrupa ülkesi olan Avusturya, Roma öncesi zamanlarda çeşitli Keltik kabileler tarafından kuruldu. Noricum Kelt krallığı daha sonra Roma İmparatorluğu’uncs sahiplenilip eyalet yapıldı. Doğu Avusturya'daki günümüz Petronell-Carnuntum, Yukarı Pannonia eyaleti denilen yerde başkente dönüşen önemli bir ordu kampıydı. Carnuntum’da yaklaşık 400 yıl boyunca 50.000 kişi yaşıyordu. Orta Çağlar. Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra bölge Bavyeralılar, Slavlar ve Avarlar tarafından işgal edildi. Frank Kralı Şarlman MS 788'de bölgeyi fethetti, kolonizasyonu teşvik etti ve Hristiyanlığı yaydı. Doğu Frank Krallığı'nın parçası olarak, günümüz Avusturya'sını kapsayan çekirdek bölgeler Babenberg'in evine miras bırakıldı. Çok eski tarihlerden beri insanların yaşadığı bu ülke, M.Ö. 100 yıllarında Romalılar tarafından işgal edildi. Bölge "marchia Orientalis" olarak bilinirdi ve 976'da Babenberg'li Leopold'a verildi. Almanya ile beraber olan Avusturya'ya 803 senesinde Şarlman tarafından "Doğu Marklığı" unvanı verildi. Böylece Germen İmparatorluğu'nun bir parçası olarak kurulmuş oldu. Daha sonraları başa geçen Habsburg Hanedanı, ülkenin sınırlarını genişletmişlerdir. 15. yüzyılda Avrupa'nın ve Hristiyanların en güçlü devletlerinden biri haline gelen Avusturya, Osmanlılara karşı arkası kesilmeyen saldırılara liderlik etmiştir. 16. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti çeşitli seferler ile 1529'da Macaristan'ı, daha sonra 1540'ta Avusturya'yı yendi. İmparator I. Ferdinand, Macaristan'ın Osmanlı Devleti'ne bırakılması ve senede 30.000 duka altın vergi vermek şartları ile bir antlaşma imzaladı. Böylece Osmanlı saldırıları son buldu. Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları sonucunda Osmanlı Devleti'nden ayrılan Macaristan ile birleşerek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nu kurdular. I. Dünya Savaşı'nda parçalanan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'ndan ayrılan Avusturya harp sonunda Almanya ile birleşmek istemesine rağmen, galip devletler buna müsaade etmediler. Bağımsız bir devlet olarak kurulan Avusturya Cumhuriyeti, Hitler tarafından 1938'de Almanya'ya katıldı. II. Dünya Savaşı'nın sonunda Almanya'nın yenilmesi ile Avusturya; Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa tarafından işgal edildi. 1955'te bu devletlerle bir antlaşma yapıldı ve Avusturya bağımsızlığını elde etti. Coğrafya. Avusturya batıda Konstans Gölü'nden doğuda Neusiedl Gölü'ne kadar uzanır. En doğu noktasından en batı noktasının uzaklığı 570 kilometre, en kuzey noktasından en güney noktasının uzaklığı yaklaşık 300 kilometredir. Doğu Alpler üzerinde kurulmuş bulunduğundan ülkenin aşağı yukarı dörtte üçü dağlık arazidir. Kuzeyde ülkeyi batıdan doğuya kateden Tuna Nehri'nin ülkedeki uzunluğu 350 kilometredir. Bu kısımlar en alçak yerlerdir. Alpler Avusturya'da ülkeyi batıdan doğuya doğru üç sıra halinde kaplamışlardır. Ülkenin en yüksek dağı 3798 m ile "Grossglockner"dir. Göller bakımından çok zengin olmasına rağmen bu göller çok küçüktür. En büyük gölü Neusiedl Gölü'dür ki, yüzölçümü 320 km² dir. Bunun bir kısmı da Macaristan'a aittir. İklim. Avusturya'nın büyük bölümü, karasal ve okyanus etkileri gösteren, Orta-Avrupa geçiş ikliminin etkisi altındadır. Yoğun yağış ve Batı rüzgarı iklimi etkileyen önemli etkenlerdir. Alp bölgesinin kendine ait bir iklim özelliği vardır. Bu bölgede yazlar serin, kışlar bol kar yağışlıdır. Burada yıllık yağış 3000 mm seviyesine ulaşır. Ülkenin kuzey ve batısını etkisi altına alan okyanus etkisi nedeniyle bu bölgelerde yağışlar daha düşük (yıllık 2000 mm) ve yıl içinde sıcaklık farklılaşmaları daha stabildir. Kışlar bu bölgelerde göreceli olarak yumuşak ve yazlar da sıcak geçer. Salzburg'da ortalama sıcaklık Ocak ayında -2 °C Temmuz'da 18 °C'dir. Ülkenin doğusunda karasal iklim egemendir. Bu bölgede kışlar çok sert ve yağışlı geçer. Yağışlar genellikle kar şeklinde olup, alçak yerlerde yağmur halinde olur. Hava sıcaklığı kışın genellikle 0 °C'ın altında bulunur. Bu zamanda dahi hava açık ve berrak olduğundan kış sporlarına elverişlidir. Ortalama sıcaklık Ocak ayında -4 °C, Temmuz ayında 18 °C'dir. Bu bölgede yıllık yağış oranı 600 mm civarındadır. Tuna Nehri kış aylarında donduğundan, ulaşımın aksamaması için buz kırma çalışmaları devamlı yapılır. Yükseklerde fırtınalar bazen çok şiddetli olur. Kara iklimi özelliğinden dolayı yaz ayları sıcak geçer. Sıcaklık ortalaması 20 °C'ın üzerindedir. Bu mevsimde az miktarda da olsa yağış görülür. Bitki örtüsü ve hayvanlar. Ülkenin toplam alanının yarıya yakını ormanlıktır. Kuzey Alpler'in ön bölgesini daha çok meşe ve kayın ağaçlarının hakim olduğu ormanlar kaplar. Waldviertel ve Hausruck bölgeleriyle merkezi Alpler'in doğu kısmı kayın, meşe, akçaağaç, ladin ağırlıklıdır. Avusturya'nın en önemli çevre sorunu sanayi, turizmin yol açtığı yoğun trafik ve çevre ülkelerin çevre kirliliğinin büyük katkıda bulunduğu asit yağmurudur. Ormanlık alanın dörtte biri bu problemden etkilenmektedir ve kimi bölgelerde ağaç sayısında hızlı bir azalma gözlenmektedir. Yoğun tarım, elektrik enerjisi elde etmek üzere yapılan barajlar ve ormanların azalmasıyla ortaya çıkan erozyon ülkenin diğer önemli çevre sorunlarıdır. Avusturya'nın hayvanlar dünyası Orta Avrupa'nın çeşitliliğini gösterir. Dağlık bölgelerin tipik türleri dağ keçileri ve dağ sıçanlarıdır. Ormanlarda ayrıca karaca, alageyik ve yaban domuzları da yaşar. Ülkede 1997 yılından beri koruma altında bulunan iki düzine kadar özgür kahverengi ayı yaşamaktadır. Ülkenin doğusunda tarla faresi ve tarla sincabına rastlanır. Ülkenin toplam alanının %24'ü doğal koruma altındadır. Avusturya'da üç doğal park, yüzlerce de koruma alanı ve doğal park bulunur. Doğal kaynaklar. Ülkenin aşağı yukarı %47'si ormanlarla kaplıdır. Orta Avrupa'nın en fazla ormana sahip ülkesidir. Alpler'in 2150 metreye kadar olan yüksekliklerinde mevcut olan ormanların büyük bir kısmı özel şahıslara aittir. Madenler bakımından oldukça zengin sayılan Avusturya'da demir, magnezyum, grafit ve kömür elde edilir. Dünyada en çok grafit üreten ülkedir. Petrol ve doğal gaz üretiminde Avrupa'da dördüncü sıradadır. Bunlardan başka bakır, çinko, kurşun, antimon, boksit ve tungsten madenleri de kâfi miktarlarda üretilmektedir. Nüfus. Etnik Yapı. 8,60 milyon (2019) olan nüfusun yaklaşık %93'ü Avusturyalıdır. Türkler, Almanlar, Slavlar, Hırvatlar ve Macarlar (özellikle Burgenland'da), Slovenler (özellikle Karintiya'da), Çekler (özellikle Viyana'da) ve daha küçük sayıda da İtalyanlar, Sırplar ve Rumenler ülkenin diğer azınlık gruplarıdır. Nüfusun %18,6'sını 1-14 yaş grubu, %61,6'sını 15-59 yaş grubu, %19,8'ini de 60 yaşından yukarısı teşkil etmektedir. Halkın %68'i şehirlerde yaşar. Ülkenin nüfus yoğunluğu kilometrekare başına 99 kişidir. Bununla birlikte nüfus ülke geneline asimetrik dağılmıştır. Alplerin geniş bölgelerinde yerleşim yoktur. Yıllık nüfus artışı 2004 yılına göre yüzde 0,14 seviyesindedir. Ortalama yaşam süresi erkeklerde 76,4, kadınlarda 82,1 yıldır. Din. 2021 nüfus sayımında, ülke nüfusunun %67,2'si Hristiyan'dır. Katolik Kilisesi'nin kendisine göre, 2021 yılı itibarıyla, Katoliklerin sayısı nüfusun %55,2'sine düştü. Buna karşılık, göç nedeniyle Avusturya'da Müslümanların sayısı son yıllarda arttı; 2001 yılında nüfusun %4.2'si kendisini Müslüman olarak tanımlıyordu; 2010'da yaklaşık %5 ila %6.2'ye, 2021'de ise %8'1'e yükseldi. Dil. Avusturya'da standart Avusturya Almancası konuşulur, ancak öncelikle eğitimde, yayınlarda, duyurularda ve web sitelerinde kullanılır. Çoğunlukla Almanya'nın Standart Almancası ile aynıdır, ancak bazı kelime farklılıkları vardır. Bu Standart Almanca dili, Almanya, Avusturya, İsviçre ve Lihtenştayn'ın yanı sıra Almanca konuşan önemli azınlıklara sahip olanlar arasında resmi bağlamlarda kullanılır: İtalya, Belçika ve Danimarka. Bununla birlikte, Avusturya'nın ortak konuşulan dili okullarda öğretilen Standart Almanca değil, Bavyera-Avusturya dilidir: bir Yukarı Almanca Avusturyalı olmayan Alman lehçelerini konuşanların yanı sıra kendi aralarında ve farklı derecelerde güçlükle anlaşılan yerel dil veya lehçeler topluluğu. Kolektif bir bütün olarak ele alındığında, Alman dilleri veya lehçeleri, Avusturya'da ikamet eden %2,5'lik Alman doğumlu vatandaşları içeren nüfusun %88,6'sı tarafından yerel olarak konuşulmaktadır, ardından Türkçe (%2,28), Sırpça (%2,21), Hırvatça (%1,63), İngilizce (%0,73), Macarca (%0,51), Boşnakça (%0,43), Lehçe (%0,35), Arnavutça (%0,35), Slovence (%0,31), Çekçe (%0,22), Arapça (%0,22) %) ve Rumence (%0,21) gelmektedir. Avusturya'nın Karintiya ve Steiermark federal eyaletleri, Slovence konuşan önemli bir yerli azınlığa ev sahipliği yaparken, en doğudaki eyalet olan Burgenland'da (eskiden Avusturya-Macaristan'ın Macar kısmının bir parçasıydı ), Macarca ve Hırvatça konuşan önemli azınlıklar var; Avusturya'nın bu eyaletlerinde Almancanın yanı sıra Hırvatça, Macarca ve Slovence de resmi dil olarak kabul edilmektedir. Statistik Austria tarafından 2001 yılı için yayınlanan nüfus sayımı bilgilerine göre Avusturya'da toplam 710.926 yabancı uyruklu yaşıyordu. Bunların en büyüğü, açık farkla eski Yugoslavya'dan 283.334 yabancı uyrukludur (bunların 135.336'sı Sırpça; 105.487 Hırvatça; 31.591 Boşnakça – yani toplamda 272.414 Avusturya'da ikamet eden anadili, artı 6.902 Slovence ve 4.018 Makedonca konuşur). İkinci en büyük dilsel ve etnik grup nüfusu, şu anda Avusturya'da yaşayan 200.000 ila 300.000 kişilik Türklerdir (azınlık Kürtler dahil). Bir sonraki en büyük dilsel ve etnik grup nüfusu, Avusturya dışından gelmelerine rağmen anadili Almanca konuşan 124.392'dir (çoğunlukla Almanya'dan, bazıları İsviçre'den, İtalya'daki Güney Tirol'den, Romanya'dan veya eski Sovyetler Birliği'nden.) Eyaletler ve şehirler. Federal bir cumhuriyet olan Avusturya, dokuz eyaletten oluşur: Avusturya'nın en büyük şehirleri Viyana (1,71 milyon), Graz (261 bin), Linz (189 bin), Salzburg (148 bin) ve Innsbruck'tur (120 bin). Tabiat şartları icabı kış sporlarının merkezi durumundadır. Dolayısıyla turizm ve kış sporları çok gelişmiştir. Okuma-yazma oranı oldukça yüksektir [%98 (1983)]. Ülkedeki eğitim kurumları Avrupa'nın en eski eğitim kurumlarındandır. Meselâ Viyana Üniversitesi 1365'te kurulmuştur. Ülkede mevcut dört üniversite ve buna bağlı çeşitli fakülte ve üniversite seviyesinde akademiler vardır. Kilisenin eğitim ve öğretimde büyük bir ağırlığı vardır. Avrupa'nın kavşak noktası olduğu için taşımacılık ve ulaşım çok gelişmiştir. Siyaset. Avusturya anayasasına göre ülke demokratik federal bir cumhuriyettir. Burgenland, Karintiya, Aşağı Avusturya, Yukarı Avusturya, Salzburg, Steiermark, Tirol, Vorarlberg ve Viyana olmak üzere dokuz eyaletten oluşmaktadır. Yürütme. Devlet Başkanı, Federal Cumhurbaşkanı sıfatı taşır. Anayasa, altı yıllık bir devre için devlet başkanının halk tarafından seçilmesini şart koşmuştur. Federal Cumhurbaşkanı dış meselelerde devleti temsil eder. Anlaşma ve kanunları imzalar, şansölye, yardımcı şansölye, bakan ve diğer yetkilileri tayin eder. Başkan aynı zamanda meclisi toplar, fesheder ve tatile sokabilir. Yasama. Parlamento iki kamaralıdır: Bundesrat (Eyaletler Meclisi), eyalet parlâmentoları tarafından seçilen 62 milletvekilinden; Nationalrat (Millî Meclis) ise nisbi temsil ile doğrudan seçilen 183 üyeden oluşmaktadır. Nationalrat adaylarının en az 19 yaşını doldurma şartı vardır. Bundesrat'ta hangi eyaletin kaç parlamenterle temsil edileceği, eyaletin nüfusuna bağlı olarak belirlenir. Bu meclis sadece danışman fonksiyonuna sahip olmasına karşın, kimi yasaların çıkmasını geciktirebilir. Avusturya'da oy kullanma yaşı 16'dır. Ekonomi. Avusturya ekonomisi, sanayi, turizm ve tarıma dayanmaktadır. Tarıma elverişli toprakları azdır. Bol ürün alabilmek için modern tarım II. Dünya Savaşı'ndan sonra hızla gelişmiştir. Ülkenin alçak bölgelerinde bulunan çayırlık alanlarda hayvancılık gelişmiştir. Ekonomisinin ana kaynağını meydana getiren sanayi dalında, pik demir ve ham çelik, alüminyum üretimi ön sıralarda yer alır. Kağıt, kimyasal madde ve plastik diğer sanayi ürünleridir. Avusturya, dünyanın önde gelen tabii magnezit üreticisidir. Schwechat'taki büyük petrol rafinerisi, ülkenin toplam petrol ve petrol ürünleri tüketiminin dörtte üçünü karşılar. Geniş ormanlarından elde edilen kerestenin sadece bir bölümü ülkede işlenir. İşlenmemiş kereste ülkenin başlıca ihraç ürünleri arasında yer alır. En önemli ihraç ürünlerini; makineler, elektronik araçlar, maden ürünleri, kâğıt, elektrik enerjisi, gıda maddeleri meydana getirir. Kültür. Sanat ve mimari. Avusturyalı sanatçılar ve tasarımcılar arasında ünlü ressamlar Ferdinand Georg Waldmüller, Rudolf von Alt, Hans Makart, Gustav Klimt, Oskar Kokoschka, Egon Schiele, Carl Moll ve Friedensreich Hundertwasser, ünlü fotoğrafçılar Inge Morath ve Ernst Haas ve ünlü mimarlar Johann Bernhard, Fischer von Erlach, Otto Wagner, Adolf Loos ve Hans Hollein (1985 Pritzker Mimarlık Ödülü sahibi) gibi isimler yer alır. Çağdaş sanatçı Herbert Brandl önemli sanatçılardan biridir. Edebiyat. Avusturya, sanatçılar ve bilim insanları ülkesi olarak tanınmasına uygun biçimde her zaman şairler, yazarlar ve romancılar ülkesi olmuştur. Roman yazarları Arthur Schnitzler, Stefan Zweig, Thomas Bernhard ve Robert Musil, şairler Georg Trakl, Franz Werfel, Franz Grillparzer, Rainer Maria Rilke, Adalbert Stifter, Karl Kraus ve çocuk edebiyatı yazarı Eva İbbotson Avusturya'nın ünlü edebiyatçıları arasında yer alır. Ünlü çağdaş oyun yazarları ve romancılar arasında Nobel Edebiyat Ödülü bulunan Elfriede Jelinek, Peter Handke ve Daniel Kehlmann yer almaktadır. Turizm. Avusturya'nın dağları, ormanları ve vadileri yaz ve kış aylarında ideal tatil yerleridir. Göller, dağlar ve vadiler, çeşitli sporları ile ünlüdür. Viyana ise müzik, güzel sanatlar ve tarihî eserlerin merkezidir. Operalar, sanat galerileri bale gösterilerinin verildiği salonlar başşehirde toplanmıştır. Kış aylarında binlerce ziyaretçi, kayak yapmaya Avusturya'ya gelmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1879", "len_data": 17566, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.55 }
Biçimsel dil kuramı, teorik bilişimin temel dallarından biridir. Bir biçimsel dil, abece denilen belli bir küme Σ üzerinde kurulan dizilerden oluşur. Biçimsel dilleri tanımlamak için ifadeler, gramerler ya da tanımlanan dile ait olan dizileri kabul eden otomatlar kullanılır. Bunun yüzünden otomat kuramı ile ilişkisi çok önemlidir. Biçimsel diller, Chomsky sınıflandırmasına göre 4 sınıfa ayırılır: Her sınıf, daha küçük sayılı sınıfların bir alt kümesidir. Tip 0 en genel sınıftır, Turing makine ve bilgisayar programıyla sayılanan her dilli kapsar. Bu sınıflandırma (hiyerarşi), dillerin dizilerini türeten gramer ya da kabul eden makinaların hesaplama gücüne göre yapılmıştır. Uygulama. Teorik bilişim bilimi bakımından önemli olan bu madde "pratikte" programlama dilleri kullanarak bilgisayar programları üretilmesini sağlayan derleyici ve yorumlayıcı yazılımlarının hazırlanmasında önemli bir rol oynar. "Biçimsel dil kuramı", sıfırdan bir programlama dili geliştirmek isteyen bir bilgisayar programcısının ilk öğrenmesi gereken konulardan biridir. Mesela alttaki Tip 2 grameri Java, C, C++ dillerinde kullanılan kayan nokta (İngilizce: floating point) sayılarından oluşan biçimsel dili tanımlar; bu dil 3.1415 ya da 1.40239846e-45f gibi sayıların yazılış şekillerini gösterir. FloatingPointLiteral: Digits . [Digits] [ExponentPart] [FloatTypeSuffix] . Digits [ExponentPart] [FloatTypeSuffix] Digits ExponentPart [FloatTypeSuffix] Digits [ExponentPart] FloatTypeSuffix Digits: Digit Digits Digit Digit: 0 | 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 ExponentPart: ExponentIndicator SignedInteger ExponentIndicator: one of e E Si gnedInteger: [Sign] Digits Sign: one of FloatTypeSuffix: one of f F d D
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1887", "len_data": 1717, "topic": "EDUCATION_ACADEMIA", "quality_score": 3.65 }
Portekiz, resmî adıyla Portekiz Cumhuriyeti, Güneybatı Avrupa'da İber Yarımadası üzerinde yer alan bir ülkedir. Kıta Avrupası'nın en batısında yer alan Portekiz, kuzeyinde ve doğusunda Avrupa Birliği içerisindeki en uzun kesintisiz sınırı paylaştığı İspanya ile komşudur; güneyinde ve batısında Kuzey Atlantik Okyanusu, batısında ve güneybatısında ise Portekiz'e bağlı iki özerk bölge olan Azorlar ve Madeira'nın bulunduğu Makaronezya takımadaları yer alır. Başkenti ve en büyük şehri Lizbon'dur, onu diğer tek metropoliten alanı olan Porto takip eder. Geçen 3.100 yıl boyunca Portekiz toprakları, ülkenin kültürünü, tarihini, dilini ve etnik yapısını etkileyen ve içlerinde Fenikeliler, Yunanlar, Romalılar, Cermenler ve Endülüs Emevileri'nin de bulunduğu çeşitli medeniyetlerin geçişine tanık olmuştur. 5. yüzyılda Portekiz ülkesi Douro Nehri'nin ağzındaki "Portu" (günümüzdeki Porto şehri) ile "Cale" (günümüzdeki Vila Nova de Gaia) şehirlerine istinaden Latince Terra Portucalis diye anılıyordu. 1093 yılında Kastilya ve Leon Kralı VI. Alfonso, krallığının güneybatısındaki toprakları Henrique de Borgonha'ya vererek "Portus Cale Kontluğu"'nu kurdu. "Comes Portucalensis" denen bu kontluk sonraki yıllarda bağımsız bir krallığın doğuşuna sahne olmuştur. 15. ve 16. yüzyıllarda Brezilya'dan Filipinler'e uzanan Portekiz İmparatorluğu dünyanın önde gelen ekonomik, politik ve kültürel güçlerinden biriydi. 20. yüzyılda imparatorluğun sona ermesiyle birlikte Portekiz Avrupa'ya dönmüştür ve günümüzde dengeli demokratik yapısıyla Avrupa Birliği'nin bir parçasını oluşturmaktadır. Tarihçe. Portekiz, 5 Ekim 1143'te Kastilya ve León Kralı VII. Alfonso'nun Portekiz Kontluğu'nun bağımsızlığını tanıması ve I. Afonso'yu Portekiz Kralı olarak kabul etmesiyle bağımsız bir ülke olarak kurulmuştur. Günümüzdeki topraklarının yarısı kadar bir alanda kurulduktan sonra Afonso ve kendisinden sonra gelen krallar Hristiyan tarikatlarının askerî desteğiyle Endülüslüler'den daha fazla toprak koparabilmek için sürekli güneye doğru ilerlemişlerdir. 1249 yılında Algarve'nin güney kıyılarına ulaştıktan sonra Portekiz Reconquistası (Fetih) sona ermiştir. 1383 yılında erkek vâris bırakmadan ölen Portekiz Kralı'nın kızıyla evli olan Kastilya Kralı Portekiz tahtında hak iddia edince ortaya çıkan halk ayaklanması 1383-1385 Krizi'ne yol açtı. Sonradan I. João olarak Portekiz tahtına geçen Avizli João ve general Nuno Álvares Pereira yönetimindeki bir kısım soyludan ve halktan oluşan birlikler Aljubarrota Savaşı'nda Kastilya birliklerini yendi. Bu savaş hâlâ komşu İspanya ile olan bağımsızlık mücadelesinin bir sembolü olarak görülmekte ve Portekiz tarihinin en ünlü savaşı olarak değerlendirilmektedir. 1373 yılında İngiltere ile yapılan ittifak günümüzde de devam etmekte ve muhtemelen tarihin en uzun ittifakı sayılmaktadır. Bu ittifakı izleyen yıllarda Portekiz Dünya'nın keşfi için öncülük yapmış ve "Keşif Çağı"'nı başlatmıştır. Kral I. João'nun oğlu Prens Infante Henrique o Navegador (Denizci Henrique), bu çağın başlangıcında büyük rol oynamış ve keşif gezilerinin ana destekleyicisi olmuştur. 1415 yılında bir Portekiz filosunun Kuzey Afrika'daki zengin ticaret merkezi Ceuta'yı ele geçirmesiyle Portekiz İmparatorluğu başlamıştır. Bunu Atlas Okyanusu'ndaki ilk keşifler izlemiş, Azorlar ve Madeira'nın keşfiyle ilk sömürgecilik hareketleri başlamıştır. 15. yüzyıl boyunca Portekizli kâşifler, Avrupa'da çok aranan değerli baharatların ülkesi Hindistan yolunu ararken Afrika kıyıları boyunca güneye doğru seyahat ettiler ve yol boyunca ticaret noktaları kurdular. Sonunda 1498 yılında Vasco da Gama deniz yoluyla Hindistan'a ulaştı ve günümüzün onda biri olan bir milyon nüfusa sahip Portekiz için refah dönemi başladı. 1500 yılında Brezilya'ya ayak basan Pedro Álvares Cabral burayı Portekiz topraklarına kattı. On yıl sonra Afonso de Albuquerque, Hindistan'daki Goa'yı, Basra Körfezi'ndeki Hürmüz'ü ve günümüz Malezya'sındaki Malakka'yı işgal etti. Dolayısıyla Portekiz İmparatorluğu Hint Okyanusu ve Güney Atlas Okyanusu’ndaki ticaret yollarının egemenliğini eline geçirdi. 1580 yılından 1640 yılına kadar Portekiz'in bağımsızlığı bir süre sekteye uğradı. Fas’taki Osmanlı Fas kuvvetleriyle yaptığı Vadisseyl Muharebesi sırasında ölen Portekiz Kralı I. Sebastião ardında erkek vâris bırakmayınca İspanya Kralı II. Felipe taht üzerinde hak iddia etti ve Portekiz Kralı I. Filipe olarak tahta geçti. Bu savaş Portekiz'i büyük devletler sınıfından çıkardığı gibi Kuzey Afrika'ya ve Fas'a tehdidi ortadan kaldırmış, Osmanlı devletini Kuzey Afrika'nın tartışmasız hakimi haline getirmiştir. Ancak bundan hoşnut kalmayan Portekiz soylularının desteğiyle ayaklanma başlatan IV. João 1640 yılında kral ilan edilerek Bragança hanedanını başlattı. Aynı dönemde Büyük Britanya ve Hollanda, Portekiz İmparatorluğu'nun denizaşırı topraklarını ele geçirmek için saldırmaktaydı ve Portekiz özellikle 1822'de Brezilya'nın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte, 20. yüzyıla kadar sürecek olan bir çöküş dönemine girdi. 5 Ekim 1910 tarihindeki cumhuriyetçi devrim Portekiz monarşisini ortadan kaldırdı. Ama devam eden kaos ortamı ve I. Dünya Savaşı'na askerî katılımın artırdığı önemli ekonomik problemler 28 Mayıs 1926'daki askerî darbeye neden oldu. Bu darbe sonucunda António de Oliveira Salazar ekonomik dengeyi ve toplumsal düzeni sağlayarak 1933 yılına kadar sürecek olan sağ eğilimli askerî diktatörlük tarafından başa getirildi. Gelenekçi otoriter bir rejim olan ve faşizme yakınlığıyla tanınan Estado Novo (Yeni Devlet) yeni bir anayasanın kabulüyle Salazar tarafından kuruldu. II. Dünya Savaşı'nda İttifak Devletleri'ne yaptığı yardımlar nedeniyle bu rejim ayakta kalmaya devam etti. 1961 yılında Angola'da, 1963 yılında Portekiz Ginesi'nde ve 1964 yılında Mozambik'te başlayan bağımsızlık hareketleri Portekiz Sömürge Savaşları'na yol açarak yönetimdeki rejimi zayıflattı. 1968 yılında Salazar yönetimden ayrıldı ve yerine Marcelo Caetano geçti. 25 Nisan 1974 tarihindeki kansız solcu askerî darbe Afrika sömürgelerine bağımsızlıklarını verdiği gibi günümüzün demokratik rejiminin kurulmasına da önayak oldu. Avrupa Birliği'ne tam üyeliğe 1986 yılında kabul edilen Portekiz 1999 yılında da Euro para birimini kullanmaya başladı. Devlet yapısı. Portekiz 1976 yılında kabul edilen anayasaya göre yönetilen demokratik bir cumhuriyettir. Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet Meclisi ("Assembleia da República"), Hükûmet ve Mahkemeler; Portekiz devletinin dört ana organını oluşturur. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılığı; Portekiz Anayasası'nda temel alınmıştır. Beş yıllık görev süresi için halk oylamasıyla seçilen Cumhurbaşkanı'nın yürütme görevi yoktur ve Devlet Başkanlığı görevini yerine getirir. Cumhuriyet Meclisi; dört yıllık görev süresi için halk oylamasıyla seçilen 230 milletvekilinden oluşan yasama organı görevini icra eden parlamentodur. Yürütme organı olan hükûmet; kendi Bakanlar Kurulunu ve onların müsteşarlarını seçen başbakan tarafından yönetilir. Ulusal ve bölgesel hükûmetlerde iki siyasi partinin çoğunluğu görülmektedir: Sosyalist Parti ve Sosyal Demokrat Parti. Mahkemeler; ceza, idari ve malî olarak üçe ayrılır. Yüksek Mahkeme, temyiz kararlarında son karar verici mekanizmadır. Dokuz üyeli Anayasa Mahkemesi, yasaların anayasaya uygunluğunu gözetir. Uluslararası ilişkiler ve askerî yapı. Portekiz 1949 yılından beri NATO’ya, 1986’dan beri Avrupa Birliği’ne ve 1996’dan itibaren de Portekizce Konuşan Ülkeler Topluluğu’na üyedir. Brezilya ile dostluk ve çifte vatandaşlık antlaşması vardır. Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık ve Çin ile (Makao nedeniyle) olduğu gibi Latin Avrupa ülkeleriyle (İspanya, İtalya, Fransa ve Romanya) de iyi ilişkilere sahiptir. Fas ile yüzyıllardan beri süregelen yakın diplomatik bağları bulunur. Portekiz’in tek uluslararası anlaşmazlığı, Badajoz Antlaşması sonucunda 1801 yılında İspanya buyruğu altına giren Olivenza belediyesi ile ilgilidir. 1814-1815 yılları arasında yapılan Viyana Kongresi’ne istinaden Portekiz tarafından bu belediye geri alınmak istenmektedir. Yine de Avrupa Birliği üyesi iki ülke arasındaki ilişkiler gergin değildir. Portekiz Silahlı Kuvvetleri üç ana kuvvetten oluşur: Ordu, Donanma ve Hava Kuvvetleri. Portekiz 20. yüzyılda iki önemli askerî harekâta katılmıştır: I. Dünya Savaşı ve Sömürge Savaşı (1961-1974). Portekiz kendi sınırları dışında birçok barış gücüne asker göndermiştir: Doğu Timor, Bosna, Kosova, Afganistan, Irak ve Lübnan. Zorunlu askerlik hizmeti 2003 yılında kaldırılmıştır. İdarî yapı. Portekiz idarî yapısı temel olarak 308 belediyeye (Portekizce: "concelho") dayanır. Bu belediyeler bucak adı verilen (Portekizce: "freguesia") 4.000'den fazla bölüme ayrılır. Belediyeler idarî açıdan alt bölge ve bölgelere bağlanır. 1976 yılından beri en üst idarî yapı “Anakara Portekizi” ile Azorlar ve Madeira özerk bölgeleridir. Coğrafya. Portekiz toprakları, İber Yarımadası üzerindeki alanı (Portekizlerin çoğu tarafından "kıta" olarak anılır) ve Atlantik Okyanusu'ndaki iki takımadayı içerir: Madeira ve Azor takımadaları. Portekiz, 30° ve 42° K enlemleri ile 32° ve 6° B boylamları arasındadır. Azor Adaları ve Madeira Orta Atlas Okyanusu üzerindedir. Bu adaların bazıları 1957 yılı gibi yakın geçmişe kadar volkanik olarak etkindi. Portekiz'in anakaradaki toprakları, en büyük nehri olan Tejo Nehri ile ikiye bölünür. Kuzey kısmı içeride düzlükler barındıran ve dört yerde kesintiye uğrayarak tarıma elverişli alanlar yaratan dağlık bir bölgedir. Tejo Nehri ile Algarve arasındaki güney kısmı genelde serin ve yağmurlu bir iklime sahip kuzeyden daha ılık ve kuru bir iklime sahip ovalardan oluşur. Alentejo'dan dağlarla ayrılan Algarve bölgesi ise Fas ve Güney İspanya'ya benzer bir Akdeniz iklimine sahiptir. Portekiz'in en yüksek noktası Pico Adası'nda bulunan 2.351 m. yüksekliğinde eski bir yanardağ olan Pico Dağı'dır. İklim. Portekiz, Akdeniz iklimine sahiptir. Avrupa'nın en sıcak ülkelerinden biri olan Portekiz'in ana karadaki topraklarında yıllık ortalama sıcaklık kuzeyde 15 °C ve güneyde 18 °C'dir. Madeira ve Azor Adaları sıcaklık aralığı daha dardır. Bahar ve yaz mevsimlerinde güneşli, sonbahar ve kış mevsimlerinde yağmurlu ve rüzgârlıdır. Toplamda, ülke yüzölçümü 92.090 km² kapsar. Ekonomi. Portekiz 1986 yılında Avrupa Birliği'ne katıldı ve kararlı bir ortamda uyum çalışmalarına başladı, sağlıklı bir büyüme düzeyine erişti. Hükûmetler reformlar uygulayarak birçok devlet teşekkülünü özelleştirdi ve ekonominin önemli alanlarını liberalleştirdi. Portekiz 1999 yılında Euro kullanımına geçen ülkelerden biridir. Başlıca endüstriler içinde petrol rafinerileri, çimento, otomotiv, kâğıt, tekstil, ayakkabı, koltuk ve şişe mantarı üretimi (Dünya lideri) sayılabilir. Tarım artık ekonominin en büyük kısmını oluşturmasa da Portekiz şarapları, özellikle Porto şarabı ve Madeira şarabı dünya çapında pazarlanmaktadır. Özellikle Algarve ve Madeira bölgelerinde turizm de önemli bir geçim kaynağıdır. Turizmden önemli derecede gelir elde edilmesinin yanında, Portekiz tarım ve sanayi gibi alanlarda diğer Avrupa ülkelerine oranla çok daha düşük verim alabilmektedir. AET ülkeleri arasında en yoksul ülke olan Portekiz'de, özellikle tarımda geleneksel yöntemlerin kullanılmaya devam edilmesi ve hâlâ son teknoloji aletlerine geçilememesi tarımdan verim alma şansını düşürmektedir. Ülkedeki malların çoğu ithal bulunmaktadır. Özellikle Güney Amerika ülkelerinden bölgeye özgü meyve ve sebze çeşitlerinin ithali gerçekleşmektedir. Portekiz'de pirinç, buğday, mısır, patates gibi ürünler yetiştirilir. iklimine rağmen incir, badem, portakal gibi ürünler de yetiştirilir. En çok ekilen tarım ürünleri ise mısır, üzüm, çavdar ve zeytindir. Akdeniz bölgesine özgü kültür bitkileri ise buğdaydır. Ayrıca Portekiz'de dış satımı en çok olan ürün porto şarabıdır. F.F.F. kelimeleri Portekiz'in kısaca ünlü olan şeylerini özetler. 1. F FADO SADNESS SONGS 2. F FUTBALL 3. F DE FİESTA Portekiz Golden Visa programı, yabancı yatırımcılara yönelik sunulan bir yatırım programıdır ve ayrıca ARI (Authorization for Residency by Investment) olarak da bilinir. Program, AB vatandaşı olmayan yatırımcılara Portekiz'de oturma izni sağlar ve Ekim 2012'de başlatılmıştır. Programın amacı, 2008 krizinden sonra Portekiz'e uluslararası sermaye çekmektir. Program, başlangıcından bu yana 6 milyar Euro'dan fazla yatırım çekmiş ve sürdürülebilirliği ve başarısı kanıtlanmıştır. Portekiz Golden Visa programının en büyük avantajlarından biri, başvuranlara ve aile bireylerine Portekiz'de yaşama, çalışma ve eğitim alma hakkı sağlamasıdır. Ayrıca program, beş yıl sonra Portekiz vatandaşlığına başvurma olanağı da sunar. 16 Şubat 2023'te Portekiz hükûmeti, ülkedeki konut kriziyle mücadele etmek için Golden Visa programının revize edilmesini veya olası olarak sona erdirilmesini içeren bir dizi önlemleri açıkladı. Enerji, ulaşım ve iletişim. 2006 yılı verilerine göre Portekiz, enerji üretiminin %55'ini kömür ve petrol ile çalışan enerji santrallerinden sağlamaktadır. Kalan %40 barajlar ve %5 de rüzgâr enerjisi ile sağlanmaktadır. Hükûmet rüzgâr ve güneş enerjisi gibi alternatif enerji kaynakları üzerine yatırım yapmaya çalışmaktadır. Giderek artan otomobil kullanımı ve sanayileşme nedeniyle ulaşım 1990'larda öncelik kazanmıştır. Ülkenin 68.732 km.'lik karayolu ağının 2.000 km.'sini 44 otoyol oluşturmaktadır. İki büyük şehirde, her biri 35 km.'yi geçen metro sistemi bulunmaktadır: Lizbon Metrosu ve Porto Metrosu. 2008 yılında yapımına başlanacak olan ve günümüzde kullanılan Pendolino trenlerinin yerine geçecek yüksek hızlı TGV tren hattı Porto'yu Lizbon'a ve Lizbon'u Madrid'e bağlayacaktır. Ota'ya Lizbon şehri için yeni bir havaalanı da inşa edilecektir. Portekiz dünyanın en yüksek cep telefonu kullanım oranına sahiptir. Mart 2006 verilerine göre evlerin %30'unda yüksek hızlı internet hattı, şirketlerin %78'inde de internet bağlantısı vardır. Portekizlilerin büyük çoğunluğu televizyon kanallarını kablo üzerinden seyretmektedir (Haziran 2004: evlerin %73.6'sı). En önemli havaalanları Lizbon'daki Portela Havaalanı, Faro, Porto'daki Francisco Sá Carneiro Havaalanı, Funchal (Madeira) ve Ponta Delgada'dır (Azorlar). Nüfus yapısı. Portekiz, dil ve din açısından oldukça bağdaşık yapıda bir ülkedir. Portekiz halkı değişik etnik grupların karışımından oluşur: Roma öncesi İber ve Kelt kabileleri ile Eski Romalılar ve Cermen halkları. 2001 nüfus sayımı sonucunda %51,7'si kadın olan Portekiz'in nüfusu 10.356.117 olarak belirlenmiştir. 2003 yılı sonunda nüfusun %4,2'sini yasal göçmenler oluşturmaktaydı. En büyük göçmen toplulukları Ukrayna, Brezilya, Yeşil Burun Adaları ve Angola gibi ülkelerden olsa da Güney Amerika ve Doğu Avrupa'nın diğer ülkelerinden de göçmenler bulunmaktadır. Portekiz nüfusunun büyük çoğunluğu Katoliktir. En büyük metropolitan alanları Lizbon, Porto, Braga, Coimbra ve Aveiro'dur. 2010 yılında Portekiz'de eşcinsellere evlilik izni verildi ve böylece Portekiz, eşcinsel evliliğin yasal olduğu dünyanın sekizinci ülkesidir. Eğitim. Portekiz'deki eğitim sistemi dört basamakta toplanır: Portekiz üniversiteleri 1290 yılından beri eğitim vermektedir. Üniversiteler fakültelere bölünmüştür. 2011 yılından itibaren geçerli olmak üzere Bologna süreci uygulamasına geçilmektedir. Emeklilik. 2020'den itibaren Portekiz'de emeklilik yaşı hem erkekler hem de kadınlar için 66 yıl 5 aydır. Hukuk sistemi. 19. yüzyılın sonuna kadar başlıca Fransız yasalarından etkilenen hukuk sistemi o zamandan beri daha çok Alman yasalarından etkilenmeye başlamıştır. Başlıca yasalar arasında Anayasa (1976), Medeni Kanun (1966) ve Ceza Kanunu (1982) sayılabilir. Kültür. Portekiz Akdeniz'den geçen çeşitli medeniyetlerin ve Keşif Çağı'nda dünyanın değişik bölgelerinde etkileştiği medeniyetlerin etkisiyle kendine özgü bir kültür geliştirmiştir. Portekiz edebiyatı yazılı eserler ve şarkılarla gelişmiş olup Batı medeniyetinin en erken edebiyatlarından birini oluşturur. 1350 yılına kadar Portekizli ve Galiçyalı gezgin ozanlar tüm İber Yarımadası'na edebî etkilerini yaymıştır. Gil Vicente (1465 (?) - 1536 (?)) hem Portekiz hem de İspanyol drama geleneğinin kurucularındandır. Maceraperest ve şair Luís de Camões (yak. 1524 - 1580) "Os Lusíadas" adlı epik şiirini Virgil'in "Aeneid" adlı eserini temel alarak yazmıştır. Modern Portekiz şiirinin temeli, Fernando Pessoa'nın (1888 - 1935) eserlerinde görüldüğü üzere neoklasik ve çağdaş tarzlardadır. Günümüz Portekiz edebiyatının uluslararası alanda tanınmasında önde gelen edebiyatçılar arasında şu isimleri sayabiliriz: Almeida Garrett, Camilo Castelo Branco, Eça de Queirós, Sophia de Mello Breyner Andresen, António Lobo Antunes ve 1998 yılında Nobel Ödülü kazanan José Saramago. Portekiz müziği çeşitli tarzları barındırır. En tanınanı, genellikle Portekiz gitarı ile anılan ve "saudade" yani özlem ve hasret duyma duygusuyla özdeşleşen, melankolik şehir müziği Fado’dur. Fado’nun uluslararası alanda tanınmış yorumcuları arasında Amália Rodrigues, Mariza, Mísia ve Madredeus’u sayabiliriz. Fado ve halk müziğinin yanı sıra Portekiz gençliği rock, pop ve Portekiz’deki büyük Afrikalı toplulukları tarafından yapılan hip-hop tuga gibi çağdaş müziklere de ilgi duymaktadır. Portekiz’de her yıl çeşitli müzik festivalleri düzenlenir: Zambujeira do Mar, Paredes de Coura, Rock in Rio Lisboa, 2005 yılında MTV Europe Music Awards. Portekiz geleneksel mimarisi çeşitli etkilenmelerle ortaya çıktığı için farklılık taşır. Günümüzde Eduardo Souto de Moura ve Álvaro Siza Vieira gibi dünya çapında ünlü mimarları vardır. Görsel sanatlarda da dünya çapında adı duyulmuş Vieira da Silva ve Paula Rego adlı ressamlar sayılabilir. 1990’lardan beri, 1956’da kurulan Calouste Gulbenkian Vakfı’na Lizbon’daki Belém Kültür Merkezi ile Porto’daki Serralves Vakfı ve Müzik Evi’ni katarak kamuya açık kültürel kurumlarını artırmıştır. Mutfak. Portekiz mutfağı, pirinç, patates, ekmek, et, deniz ürünleri ve balık kullanılan çeşitli tariflerle zengin bir mutfaktır. Portekizlilerin özellikle Morina balığından yapılmış yemekleri çok sevdikleri ve Portekiz'de "bacalhau" denen bu yemeklerin yılın her günü için farklı olmak üzere 365 değişik şekilde pişirildiği söylenir. "Pastéis de Bacalhau", "Bacalhau à Brás" ve "Bacalhau à Gomes de Sá" en popüler tariflerdir. Diğer iki popüler balık tarifi ızgara sardalye ve soğan, sarımsak, defne yaprağı, patates, domates, biber, maydanoz veya kişniş karışımı ile birkaç balık türünden yapılan domatesli bir çeşit güveç olan caldeirada'dır. Portekiz pasta sanatının kökeni ülkeye yayılmış birçok Orta Çağ Katolik manastırındadır. Çok az malzeme (çoğunlukla badem, vanilya, tarçın, un, yumurta ve biraz likör) kullanan bu manastırlar, olağanüstü geniş yelpazede farklı hamur işleri yaratmayı başardılar ki bunlardan Lizbon’un pastéis de Belém (veya "pastéis de Nata") ve Aveiro’nun "Ovos-Moles" gibi tatlı ve kekleri çok revaçtadır. Yumurtalı Portekiz turtası olarak da bilinen Pastéis de Nata'nın tarihi 17. yüzyıla kadar uzanır. Bu tatlı Jerónimos Manastırı'ndaki rahipler tarafından bulunmuştur. Portekiz’in kendine özgü "fast-food" tarzı yemeği ise Porto’nun "Francesinha"‘sı (Frenchie), yine Porto'dan geleneksel yemek "Tripas à moda do Porto" ve "bifanas" (ızgara domuz) veya ülke çapında iyi bilinen "prego" (ızgara dana eti) sandviç'ler yer alır. Sığır, domuz, kuzu, keçi veya tavuktan yapılan tipik Portekiz et tarifleri arasında et, pirinç, patates ve diğer sebzelerin haşlanmasıyla yapılan "Cozido à Portuguesa", et ve sosis parçaları ile kuru fasulyeden yapılan ve beyaz pirinçli pilav ile servis edilen "Feijoada", "Frango de churrasco", "Leitão" (süt domuzu kızartması), "Chanfana" ve "Carne de porco à alentejana" ve "Espetadas" bulunur. Çok popüler bir kuzey yemeği Dobrada, beyaz fasulye ve havuçlu güveçli işkembedir ve genellikle buğulanmış beyaz pirinçle servis edilir. Peri-peri tavuk, pilav ve sebzelerle servis edilen, Portekiz'in her yerinde sevilen ancak en çok Algarve bölgesinde yaygın olan baharatlı bir közde tavuk yemeğidir. Portekiz şarapları, Portekiz'i tanrıları Bacchus ile özdeş tutan Romalıların zamanından beri uluslararası olarak tanınmıştı. Günümüzde şarapseverler tarafından çok iyi tanınan birçok şarap çeşidi, uluslararası ödüller kazanmıştır. Tanınmış birçok Portekiz şarabı dünyanın en iyi şarapları arasında sayılır: Vinho Verde, Vinho Alvarinho, Vinho do Douro, Vinho do Alentejo, Vinho do Dão, Vinho da Bairrada ve tatlı Porto şarabı, Madeira şarabı ile Setúbal’ın Moscatel şarabı ile Favaios (Douro). Porto ve Madeira, özellikle dünya çapında çok çeşitli yerlerde takdir edilmektedir. Dünyada yaygın pazarlanan Porto şarabını Vinho Verde izler. Artan uluslararası talebe cevap verecek şekilde Vinho Verde ihracatı artış göstermektedir. Portekiz mutfağı çok çeşitlidir ve farklı bölgelerin kendi geleneksel yemekleri vardır. Portekizliler iyi yemek kültürüne sahiptir ve ülke genelinde sayısız iyi restoran ve tipik küçük "tasquinhalar" vardır. Spor. Futbol Portekiz'de en popüler spor dalıdır. Ekim 2011 itibarıyla Portekiz millî futbol takımı, FIFA üyesi 208 ülke millî takımları arasında, FIFA Dünya Sıralaması'nda 8. sıradadır. Efsanevi Eusébio hâlâ Portekiz futbolunun unutulmaz sembolüdür. Luís Figo, FIFA tarafından 2001'de yılın oyuncusu seçilmiştir. Rui Costa ve Cristiano Ronaldo önemli oyuncular arasında sayılır. Vítor Baía tüm Avrupa kulüpler kupaları dahil olmak üzere tarihte en çok kupa kazanmış oyuncudur. Ayrıca José Mourinho futbol tarihinin en başarılı ve en çok kazanan teknik direktörlerinden sayılır. Portekiz'in en üst düzey futbol karşılaşmaları Superliga'da yapılmaktadır. Önemli futbol kulüpleri arasında Benfica, Porto ve Sporting sayılabilir. “2004 Avrupa Futbol Şampiyonası”'na ev sahipliği yapan Portekiz neredeyse kupayı da kazanıyordu. Final maçında Yunanistan sürpriz bir galibiyet kazanarak ilk defa Avrupa kupasını kazandı. Portekiz millî futbol takımı FIFA Dünya Kupası'nda iki kere yarı finale kaldı. İlki Eusebio'nun 9 golle gol kralı olduğu 1966'da, ikincisi de 2006'dadır. 2006 yılı yarı finalinde Fransa'ya yenilen Portekiz, daha sonra Almanya'ya da yenilerek dördüncü olabilmiştir. Son olarak 2016 yılında Fransa'da düzenlenen Euro 2016 turnuvasında ev sahibi Fransa'yı yenerek şampiyonluğa ulaşmıştır. Futboldan başka basketbol, yüzme, atletizm, tenis, jimnastik, futsal, paten hokeyi (rink hokeyi), hentbol, voleybol ve ragbi gibi birçok branşta profesyonel spor karşılaşmaları ve şampiyonalar düzenlenmektedir. En önemli yarışı “Volta a Portugal” (Portekiz Bisiklet Turu) ile bisiklet sporu ve atletizm en popüler sporlar arasındadır. Paten hokeyinde Portekiz, 15 Dünya ve 20 Avrupa şampiyonluğuyla dünyanın en çok kupa kazanan ülkesidir. Ragbi'de de birçok kupa kazanan Portekiz Temmuz 2006 itibarıyla 5 Avrupa şampiyonası kazanmıştır. Güneşli Algarve bölgesinde yapılan "Algarve Open" golf turnuvası da önemli spor etkinliklerindendir. Lizbon yakınındaki Estoril'de bulunan Autódromo Fernanda Pires da Silva, içlerinde Dünya Motosiklet Şampiyonası ile A1 Grand Prix gibi birçok motor sporunun yapıldığı en önemli yarış pistidir. Portekiz Rallisi ve Madeira Rallisi ile birlikte Baja Portugal 1000 ve Lizbon-Dakar off-road yarışları da uluslararası alanda tanınır. Triatlon dalında Dünya Kupası lideri Vanessa Fernandes sayesinde önemli adımlar atılmaktadır. Judo ve boks branşlarında da Portekiz uluslararası karşılaşmalarda madalyalar kazanmıştır. Ülkede "Jogo do Pau" (Portekiz Sopa Dövüşü) diye bilinen eski bir dövüş sanatı vardır. Kendini koruma amacıyla yapılan bu spor, genellikle genç kadınlar için çıkan anlaşmazlıkları çözmek isteyen delikanlıların yaptıkları düellolarda kullanılırdı. Doğuşu Orta Çağ'a dayanan Jogo do Pau'da silah olarak tahta sopalar kullanılır. "Jogos Populares" gibi diğer geleneksel sporlar da zevk için hâlâ yapılmaktadır. Festivaller ve bayramlar. Portekiz'de yaz mevsiminde festivaller önemli yer tutar. Her şehrin ve kasabanın kendi festivali vardır. Özellikle Haziran ayı festivalleri çok popülerdir. Bu aydaki festivaller "Santos Populares" (popüler azizler) diye bilinen üç azize, Padovalı Antonio, Vaftizci Yuhanna ve Simun Petrus'a adanır ve tüm Portekiz'de yapılır. Pagan gelenekten gelen bu festivallerin azizlerle nasıl birleştirildiği bilinmemektedir. Büyük olasılıkla Hristiyanlık bölgeye yayılmadan önce bu eğlenceler Roma tanrıları ya da yerel tanrılar adına yapılmaktaydı. Festivallerin ortak özellikleri şarap, "água-pé" (bir çeşit sulandırılmış şarap), geleneksel ekmek ve sardalya, düğünler, geleneksel sokak dansları, ateş, havai fişekler ve kutlamalardır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1894", "len_data": 24488, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.52 }
Dünya Çapında Ağ Konsorsiyumu ("World Wide Web Consortium" ya da kısaca "W3C"), Ekim 1994'te Ağ'ın mucidi Tim Berners-Lee tarafından MIT ve CERN bünyesinde kurulmuş olan uluslararası Dünya Çapında Ağ (WWW) standartlarını belirleyen örgüttür.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1896", "len_data": 241, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.52 }
Ada, çevresi bütünüyle sularla çevrili kara parçasına verilen addır. Yeryüzündeki adaların bütünü on milyon kilometrekarelik bir yer kaplar. Adalar, tek tek olabileceği gibi, gruplar halinde de olabilir. Bu şekildeki adalara “takımada” adı verilir. Yarımada ise suyla çevrili, ancak bir tarafından ana kara parçasına bağlı bulunan coğrafi şekildir. Yer bilimi açısından adalar, kıtasal adalar ve okyanus adaları olmak üzere temelde ikiye ayrılır. Yüzen adalar ise yeni bir yer bilimi konusudur. Kıtasal Adalar. Kıtasal adalar, komşu kıta kütlelerinin bir uzantısıdırlar. Tektonik hareketler, kara kütlesinin yer değişmesi sonucu komşu kıtadan ayrılarak ya da denizin ya da karanın yer bilim zamanlarındaki alçalması ya da yükselmesiyle oluşurlar. Örneğin Madagaskar adası; birinci zamanda “Avustralya-Hint-Madagaskar” kıtasının bir parçasıdır; kara kütlesinin yer değiştirmesi sonucu oluşmuştur. Denizin ya da karanın alçalması ya da yükselmesiyle oluşan karasal adalara Grönland, Büyük Britanya ve New Foundland örnek verilebilir. Bunlarda, ada ve komşu kıta, birbirlerinden oldukça sığ bir deniz kesimiyle ayrılmışlardır. Tortul birikintilerin göl, ırmak ve denizlerde kıta sahanlığı boyunca oluşturduğu deltalar da karasal adalar sınıfındadır. Okyanus Adaları. Okyanus adaları, tektonik hareketlere dayalı volkanik kökenlidirler. Volkanik adalar, püskürmeyle biriken maddelerin okyanus yüzeyinde yükselmesiyle oluşurlar. Tipik örneği, Polinezya, Melanezya ve Mikronezya takım adalarının çoğu yüzeyden az çok uzak bir denizaltı tabanının üzerindeki volkanik akıntıların sonucudur. Yeni Zelanda, Yeni Gine ve Melanezya'nın bazı adaları dağlık yüzey şekillerini ve bugünkü biçimlerini toprak hareketleri sonucunda almıştır. Kıvrılmalar ve kırılmalar genellikle çok yenidir ve bu adalarda sık sık deprem olur. Ayrıca aşınan ve çöken yanardağ konilerinin çevresinde mercanlar tarafından oluşturulan sığ kayalıklara da mercan adaları (Atol) denmektedir. Örneğin, Avustralya'nın kuzeydoğusundaki Büyük Set Resifi. Fakat, Yeni Zelanda'da Avustralya'nın güneyinde ve bazı takım adalarda mercan kayalıkları yoktur. Örneğin, Markiz Adaları. Üstelik denizaltı sığlıkları bazı mercan oluşumlarına taban yerine geçmiş ve bazı takımadalar tamamıyla atollerden oluşmuştur. Örneğin, Tuamotu, Gilbert vb. Volkanik kökenli adalar, uzun, dar ve genellikle kıvrılan sıralar biçimi aldıklarında “ada yayı” diye adlandırılırlar. Ada yayları yer kabuğunun tektonik dilimlerinin birbirine yaklaştığı yerde oluşurlar. Bir dilim diğerinin altına kayar; kayan bölge, ada yayına paralel bir bir derin deniz kırığı biçiminde belirir; alta kayan dilim, eriyip, magmayı oluşturur; magma da, yayın yanardağları arasından yeniden yukarı fışkırır. Yay ile kırık arasında kalan bölgede, kayan dilimin parçacıkları ve yayda oluşan aşınma, denizde tortulların birikmesine yol açar. Birçok yay, kayan dilimin bulunduğu bölgeye doğru kabararak kıvrılır. Böylece ada oluşur. Tipik örnekleri: Aleut Adaları ve Kuril Adalarıdır. Ama Tonga, Kermadec ve Mariana adaları ise bu oluşumdan farklı olarak iki dilim arasında yer almaktadırlar. Çeşitli birikme aşınma süreçleri sonunda bazı ada yayları kıta kütlesi içerisinde kalabilir. Güney Amerika Andları ve Kuzey Amerika'nın batısındaki Cascade Dağları tipik örneğidir. Avustralya'yı dört tarafı denizlerle çevrili olduğu için ada olarak nitelemek yanlıştır. Çünkü bir kara parçasını ada olarak tanımlamak için o kara parçasının bir anakaraya bağlı olması gerekir. Avustralya bir anakaraya bağlı olmadığı için bir kıta olarak nitelendirilmiştir. Örneğin: Grönland adası Kuzey Amerika anakarasına, Japonya adaları Asya anakarasına bağlı olduğu için ada olarak nitelendirilmiştir. Yüzen Adalar. Deniz, göl ya da akarsuların üzerinde akıntının ve rüzgarın etkisi ile hareket edebilen ve etrafı su ile çevrili kara parçalarına yüzen ada denilir. Yüzen ada oluşumu ve kullanımları açısından yeni bir yer bilimi konusudur. Bilinen başlıca yüzen adalar. Meksika’daki Xochimilco Gölü üzerindeki Chinampa denilen yüzen adalar; kuraklık nedeniyle gölün sularının çekilmesi sonucu bu adaların sayısı oldukça azalmıştır. İtalya’da bulunan Roma yakınlarındaki Göl üzerindeki 1 km2 lik yüzen ada koruma altındadır; kuşları ve bitki örtüsüyle dünyanın sayılı ekolojik bölgeleri arasındadır. Peru Bolivya sınırı yakınındaki Peru'nun Puno şehrinde Titikaka Gölü üzerindeki Uros Yüzenadası üzerinde yerleşim de vardır. Ortalama ömrü altı sene olan bu ada zamanla kendini yenileyebilmektedir. Denizin üzerindeki yüzen adalara en tanınmış örnek: Sargassum Yüzen adasıdır. Kuzey Atlantik’in ortasında akıntılar nedeniyle, Sargassum denilen bir cins su yosununun birikmesi sonucu oluşmuştur. Kristof Kolomb tarafından bulunmuştur. Bugün deniz biyologlarınca çok ilginç bulunmakta ve yüzen bir hayvanat bahçesi olarak değerlendirilmektedir. Sargassum'un kolları arasında her cins balık, küçük yengeçler, karidesler ve binlerce çeşit küçük canlı yaşamını sürdürür. Su yosunlarından oluşan bir başka yüzen ada da Pasifik'te Kaliforniya açıklarında bulunmaktadır. "Macrocystis" adlı dev su yosunundan endüstride çok kullanılan ‘algin’ adlı bir madde çıkarılır. Türkiye’deki yüzen adalar. Solhan ilçesi Hanzarşah Köyü Aksakal Gölü ortasında, hareket eden üç ada vardır. Adalar göl içinde bağımsızdır. Üstüne binildiği zaman sal gibi her tarafa ağır ağır hareket etmektedir. Adanın üzerinde 4-5 tane bodur ve dış budak ağacı mevcuttur. Çevredeki bitkiler gölün mevcut suyu ile beslenmektedir. Ada üzerinde bulunan ot kökleri sarılıcı olması nedeniyle toprak tamamen bitki kökleri ile kaynamış ve yapışmış durumdadır. Ayrıca Göl'ün ortasında bulunan adanın yapısı incelendiğinde çayır, ayrık ot ve suda yetişen çeşitli bitkilerin ada üzerinde mevcut olduğu görülmektedir. Erzurum - Olur İlçesi Ormanağzı Köyü Sülüklü Göl'de bir tane yüzen ada bulunmaktadır. Adıyaman - Çat Baraj Gölü'nde sular kabarınca yüzenadalar ortaya çıkmaktadır. Kayseri - Sultansazlığı'ndaki gölcüklerde yüzen sazadaları ortaya oluşmuştur. Denizli - Işıklı Gölü'nün değişik kesimlerinde "hopa" denilen adalar, İçel - Gülnar İlçesi Demirözü Köyü Adalıgöl'e ismini veren ada, Afyonkarahisar - Eber Gölü'ndeki, Konya - Akşehir Gölü'ndeki birer ada bilinen yüzen adalardır. Erzincan'a bağlı Ahmetli Köyü'nün güneydoğusunda, Ahmediye Gölü'ndeki, Ahmediye yüzen adasının boyu 48 metre, eni ise 1.5 metre ile 5 metre arasında değişmekte, kalınlığı 30 ile 60 santimetre arasındadır. Yüzenadanın yüzölçümü yaklaşık 105 metrekaredir. Ada tamamen bitkisel kökenli organik artıkların uygun şartlarda birikmesiyle oluşmuştur. Ayrıca Kızılırmak Kanyonu üzerinde de yüzen adalar vardır. Uluslararası hukukta ada. Uluslararası hukukta adaların durumu bulundukları yere göre değişir: Etimoloji. Türkçe "ada" sözcüğünün Eski Türkçe "ātaġ" sözcüğünden geldiği ve bu sözcüğün Farsçaya da "ādāġ" şeklinde geçmiş olduğu belirtilir. Türkçede ada anlamında "aral", "cezire" (<Arapça) ve "simek" sözcükleri de çeşitli sözlüklerde kayıtlıdır. Bunlardan aral sözcüğü bazı sözlüklerde takımada anlamında kayıtlıdır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1898", "len_data": 7045, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.14 }
ABD, Amerika Birleşik Devletleri'nin kısaltmasıdır. ABD ya da Abd şu anlamlara da gelebilir:
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1900", "len_data": 92, "topic": "POLITICS", "quality_score": 2.71 }
Güneş Sistemi, Güneş'in kütleçekim kuvvetiyle yörüngede tutulan ve çeşitli gök cisimlerinden oluşmuş bir sistemdir. Güneş ve 8 gezegen ile onların doğruluğu onaylanmış 150 uydusu, 5 cüce gezegen (Ceres, Plüton, Eris, Haumea, Makemake) ile onların bilinen toplam 8 uydusu ve çok sayıda küçük Güneş Sistemi cisminden oluşur. Küçük cisimler kategorisine asteroitler, Kuiper Kuşağı cisimleri, kuyruklu yıldızlar, gök taşları ve gezegenler arası toz girer. Güneş Sistemi; Güneş, dört karasal iç gezegen; küçük, kaya ve metal içerikli asteroitlerden oluşan bir asteroit kuşağı; dört dev dış gezegen ve Kuiper Kuşağı denen buzsu cisimlerden oluşan ikinci bir kuşaktan ibarettir. Kuiper Kuşağı'nın ötesinde ise seyrek disk, gündurgun ("") ve en son olarak da varsayımsal Oort Bulutu bulunur. Güneş'ten olan uzaklıklarına göre gezegenler sırasıyla Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün'dür. Bu sekiz gezegenin altısının çevresinde doğal uydular döner. Ayrıca dış gezegenlerin her birinin toz ve diğer parçacıklardan oluşan halkaları vardır. Dünya dışındaki tüm gezegenler adlarını Yunan ve Roma mitolojisinin tanrılarından alır. Beş cüce gezegen ise Kuiper Kuşağı'nda yer alan Plüton, Haumea, Makemake, asteroit kuşağındaki en büyük cisim olan Ceres ve dağınık diskte yer alan Eris'tir. Plüton bilinen en büyük cüce gezegendir. Terimler. Güneş etrafındaki bir yörüngede dolanan cisimler genel olarak üçe ayrılır: Gezegenler, Cüce Gezegenler ve Küçük Güneş Sistemi Cisimleri. Güneş'in etrafında dolanan, kendine küresel bir biçim verecek kadar kütlesi olan ve yörüngesinin yakın çevresini (doğal uyduları dışında) temizlemiş gök cisimlerine gezegen denir. Bilinen sekiz gezegen vardır: Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün. 24 Ağustos 2006'da Uluslararası Astronomi Birliği (IAU), Plüton'u gezegen tanımı dışında bırakacak biçimde "gezegen" teriminin tanımlamasını değiştirmiştir. Plüton, Eris, Ceres, Haumea ve Makemake birer "cüce gezegen" olarak yeniden tanımlandı. Cüce gezegenler, kütleçekimleri dairesel bir şekle sahip olmalarına yeten fakat yörüngeleri etrafındaki diğer cisimleri temizlemeye yetmeyen gök cisimleridir. Cüce gezegen sınıflamasına aday gösterilen gök cisimleri ise Vesta, Pallas, Hygiea ve Charon'dur. (IAU tarafından Charon'un uydu mu yoksa ikili bir sistemin parçası mı olduğuna henüz karar verilmemiştir. IAU'da Charon'un cüce gezegen olduğuna dair görüşler daha fazla olduğu için, söz konusu karar netleştiğinde Charon da cüce gezegen olarak sınıflandırılacaktır.) Plüton, 1930 yılındaki keşfinden 2006 yılına kadar geçen sürede Güneş Sistemi'nin dokuzuncu gezegeni olarak kabul edilmiştir. Ancak 20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında Plüton'a benzer birçok gök cismi keşfedilmiştir. Bu cisimlerin arasında en çok dikkati çeken Plüton'dan az küçük olan Eris'tir. Bunların dışında kalan ve Güneş'in etrafında dolanan gök cisimlerine "Küçük Güneş Sistemi Cisimleri" denir. Doğal uydular ya da aylar Güneş'in çevresinde değil de gezegenlerin, cüce gezegenlerin ya da küçük Güneş Sistemi cisimlerinin etrafında dolanan gök cisimleridir. Bir gezegenin Güneş'ten olan uzaklığı kendi yılı boyunca değişir. Güneş'e en çok yaklaştığı duruma günberi, en uzak olduğu duruma da günöte denir. Gök bilimciler, Güneş Sistemi içindeki uzaklıkları genellikle astronomi birimi (AB) ile ölçer. Bir AB, Güneş ile Dünya arasındaki yaklaşık uzaklıktır ve kabaca 149.598.000 km'dir. Plüton Güneş'ten yaklaşık 38 AB uzaktayken Jüpiter kabaca 5,2 AB uzaklıktadır. Yıldızlararası uzaklık birimlerinin en bilineni olan bir ışık yılı kabaca 63.240 AB'dir. Güneş Sistemi bazen gayri resmî olarak farklı bölgelere ayrılır. İç Güneş Sistemi, dört Yer benzeri gezegenden ve asteroit kuşağından oluşur. Bazıları Dış Güneş Sistemi tanımını asteroitlerin ötesindeki her şey olarak yapar. Diğerleri ise dört gaz devini "orta bölge" olarak tanımlayıp Dış Güneş Sistemi'ni Neptün ötesi bölge olarak nitelendirir. Yapısı. Güneş Sistemi'nin asıl bileşeni sistemin bilinen kütlesinin %99,86'sını oluşturan ve çekim kuvveti ile sistemi bir arada tutan anakolda yer alan G2V tipi bir sarı cüce olan Güneş'tir. Sistemin kalan kütlesinin %90'ından fazlasını da Güneş'in etrafında dolanan en büyük iki gök cismi olan Jüpiter ve Satürn oluşturur. Güneş etrafında dolanan büyük gök cisimlerinin çoğu Dünya'nın yörüngesinin tutulum adı verilen düzleminde bulunur. Gezegenler tutuluma çok yakın bulunurken kuyruklu yıldızlar ve Kuiper kuşağı gök cisimleri tutulum çemberi ile büyük açılar yapar. Gezegenlerin hepsi ve diğer gök cisimlerinin çoğu, Güneş'in kuzey kutbunun üzerindeki bir noktasından bakıldığında, Güneş'in çevresindeki yörüngede saat yönünün tersinde dolanmaktadırlar. Ancak Halley kuyruklu yıldızı gibi istisnalar bulunur. Gök cisimleri Güneş'in çevresinde Kepler yasalarına uygun olarak devinirler. Her gök cismi, odak noktalarından birinde Güneş'in bulunduğu yaklaşık bir elips yörünge üzerinde hareket eder. Güneş'e daha yakın olan gök cisimleri daha hızlı hareket eder. Gezegenlerin yörüngeleri hemen hemen daireseldir ama birçok kuyruklu yıldız, asteroit ve Kuiper kuşağı gök cisimleri oldukça dar eliptik yörüngeler izler. Güneş Sistemi gösterimlerinde çok büyük uzaklıkları tasvir etme zorluğuna karşı, yörüngeler genellikle eşit uzaklıkta gösterilir. Gerçekte, birkaç istisna dışında bir gezegen ya da kuşağın Güneş'e olan uzaklığı arttıkça bir önceki yörünge ile olan uzaklığı da büyür. Örneğin Venüs, Merkür'den 0,33 AB daha dışarıdadır, Satürn ise Jüpiter'den 4,3 AB daha uzaktadır. Neptün de Uranüs'ten 10,5 AB daha uzaktadır. Bu yörünge uzaklıkları arasında bağıntı kurmaya çalışan Titius-Bode yasası gibi bazı girişimler olmuş ama kabul gören bir teori çıkmamıştır. Oluşumu ve evrimi. Güneş Sistemi'nin ilk olarak Emanuel Swedenborg tarafından 1734 yılında öne sürülen, daha sonra Immanuel Kant tarafından 1755 yılında genişletilen bulutsu varsayıma uygun olarak oluştuğuna inanılmaktadır. Benzer bir teori Pierre-Simon Laplace tarafından bağımsız olarak 1796'da üretilmiştir. Bu teoriye göre Güneş Sistemi 4,6 milyar yıl önce dev bir moleküler bulutun çökmesi sonucu oluşmuştur. Bu ilk bulutun birkaç ışık yılı genişliğinde olduğu ve birkaç yıldızın doğumuna sebep olduğu sanılmaktadır. Çok eski gök taşlarının incelenmesi sonucunda; ancak çok büyük patlayan yıldızların merkezinde oluşabilecek kimyasal elementlere rastlanması Güneş'in bir yıldız kümesi içinde ve birkaç süpernova patlamasının yakınında oluştuğuna işaret eder. Bu süpernovalardan gelen şok dalgası çevrede bulunan bulutun içinde yüksek yoğunluk bölgeleri oluşturarak iç gaz basıncını yenecek ve içe çöküşe neden olacak kütleçekimsel kuvvetlerin oluşmasına izin vererek Güneş'in oluşmasını tetiklemiş olabilir. Sonradan Güneş Sistemi olacak olan ve "Güneş öncesi bulutsu" olarak bilinen bölge 7.000 ile 20.000 AB çapında ve Güneş'in kütlesinden biraz daha fazla bir kütleye sahipti (0,1 ile 0,001 Güneş kütlesi kadar). Bulutsu içe doğru çöktükçe açısal momentumun korunması nedeniyle daha da hızlı dönmeye başladı. Bulutsunun içindeki maddeler yoğunlaştıkça içindeki atomlar artan frekanslarla çarpışmaya başladı. Hemen hemen kütlenin tamamının toplandığı merkezin sıcaklığı, etrafındaki diske göre giderek daha da arttı. Kütleçekimi, gaz basıncı, manyetik alanlar ve dönüş, küçülen bulutsuyu etkiledikçe kabaca 200 AB çapında, kendi etrafında dönen gezegen öncesi bir diske dönüştü ve merkezde sıcak ve yoğun bir önyıldız oluştu. Güneş'in evriminin bu dönemine benzeyen, genç, birleşme öncesi Güneş kütlesine sahip T Tauri yıldızları üzerine yapılan incelemeler sıklıkla gezegen oluşumu öncesi disklerin bu tür yıldızlarla bir arada bulunduğunu gösterir. Bu diskler birkaç yüz astronomik birim genişliğe ve en sıcak oldukları noktada ancak bin kelvin sıcaklığa ulaşırlar. Yaklaşık 100 milyon yıl sonra içeri çöken bulutsunun merkezinde bulunan hidrojenin yoğunluğu ve basıncı önyıldızın nükleer füzyona başlamasına yetecek miktara gelmişti. Termal enerjinin kütleçekimsel daralmaya karşı durabildiği hidrostatik dengeye ulaşana kadar bu artış devam etti. İşte bu noktada Güneş artık tam bir yıldız olmuştu. Geride kalan gaz ve tozdan ibaret Güneş bulutsusundan çeşitli gezegenler oluşmuştur. Bu oluşumun kaynaşma süreciyle olduğuna inanılmaktadır. Kaynaşma; gezegenlerin merkezde yer alan önyıldız çevresinde dönen toz taneleri olarak başlamaları, yavaş yavaş bir ile on metre çapında topaklar hâline gelmeleri, daha sonra çarpışarak 5 km çapında gezegenciklere dönüşmeleri ve sonraki birkaç milyon yıl boyunca çarpışmalara devam ederek her yıl kabaca 15 cm kadar büyümeleri sürecidir. İç Güneş Sistemi, su ve metan gibi uçucu moleküllerin yoğunlaşmasına izin vermeyecek kadar çok sıcaktı, dolayısıyla oluşan gezegencikler gezegen öncesi diskin yalnızca %0,6 kütlesinden ibaretti ve genel olarak silikatlar ve metaller gibi yüksek erime noktasına sahip olan kimyasal bileşiklerden oluşmuşlardı. Bu kayasal gök cisimleri sonunda Yer benzeri gezegenler oldu. Daha ötelerde Jüpiter'in kütleçekimsel etkisi gezegen öncesi gök cisimlerinin bir araya gelmesini engelledi ve geride asteroit kuşağı kaldı. Daha da ötede, donma hattının gerisinde, daha uçucu olan buzlu bileşiklerin katı kalabileceği yerde, Jüpiter ve Satürn gaz devi hâline geldi. Uranüs ve Neptün daha az madde yakalayabildi ve çekirdeklerinin hidrojen bileşiklerinden oluşan buzdan meydana geldiğine inanıldığı için buz devi olarak bilinirler. Genç Güneş enerji üretmeye başladıktan sonra Güneş rüzgârı gezegen öncesi diskte bulunan gaz ve tozu yıldızlararası uzaya doğru gönderdi ve böylece gezegenlerin oluşumunu durdurdu. T Tauri yıldızları daha kararlı ve eski yıldızlara nazaran daha güçlü yıldız rüzgârlarına sahiptir. Gök bilimciler Güneş Sistemi'nin Güneş anakoldan uzaklaşmaya başlayıncaya kadar bugünkü hâliyle kalacağını tahmin etmektedir. Güneş hidrojen yakıtını yaktıkça geride kalan yakıtı yakabilmek için giderek ısınır, dolayısıyla da daha hızlı yakmaya devam eder. Sonuç olarak kabaca her 1,1 milyar yılda bir yüzde on oranında parlaklığı artmaktadır. Tahminlere göre bugünden yaklaşık 6,4 milyar yıl sonra Güneş'in çekirdeği o kadar sıcak olacak ki daha az yoğun olan üst katmanlarda da hidrojen kaynaşması oluşmaya başlayacak. Bunun sonunda Güneş şu anki çapının kabaca 100 katı kadar genişleyecek ve bir Kırmızı dev olacaktır. Sonra da oldukça artmış olan yüzey alanı nedeniyle soğumaya başlayacak ve parlaklığını yitirecektir. En sonunda Güneş'in dış katmanları ayrılacak ve geride olağanüstü derecede yoğun bir gök cismi olan beyaz cüce kalacaktır. Bu beyaz cüce Güneş'in ilk kütlesinin yarısına sahip olacak ancak büyüklüğü Dünya kadar olacaktır. Güneş. Güneş, Güneş Sistemi'nin ana yıldızı ve en önemli öğesidir. Büyük kütlesi nükleer kaynaşmayı sürdürmek için yeterince yüksek bir iç yoğunluk sağlar. Nükleer kaynaşma çok büyük miktarlarda enerji açığa çıkarır ve bu enerjinin çoğu görünür ışık gibi elektromanyetik ışımalarla dış uzaya yayılır. Güneş bir sarı cüce olarak sınıflandırılır ancak galaksimizde bulunan diğer yıldızlarla kıyaslandığında bu isim yanıltıcı olabilir çünkü Güneş ortalama büyüklük ve parlaklıkta bir yıldızdır. Yıldızlar, parlaklıkları ve yüzey sıcaklıklarına göre yerleştirildikleri Hertzsprung-Russell diyagramı ile sınıflandırılır. Genel olarak daha sıcak olan yıldızlar daha parlaktır. Bu modele uyan yıldızlar anakolu oluşturur ve Güneş anakolun tam ortasında yer alır. Ancak Güneş'ten daha parlak ve sıcak yıldızlara az rastlanırken, daha az parlak ve soğuk yıldızlara sıkça rastlanır. Güneş'in anakoldaki konumunun bir yıldızın yaşamının en güzel dönemi olduğuna inanılmaktadır. Henüz nükleer kaynaşma için kullandığı yakıt olan hidrojen kaynaklarını tüketmemiştir. Güneş gittikçe daha parlaklaşmaktadır, yaşamının başlarında şu ankinden %75 daha az parlaktı. Güneş'in içinde bulunan hidrojen ve helyum oranlarının hesaplanması sonucunda yaşam süresinin yarısında olduğu ortaya çıkmaktadır. Sonunda anakoldan uzaklaşacak ve daha büyük, daha parlak ama daha soğuk olacak, kızıllaşarak yaklaşık beş milyar yıl içinde de kırmızı dev hâline gelecektir. Bu noktada parlaklığı şu anki değerinin birkaç bin katı olacaktır. Güneş Öbek I yıldızıdır; yani Evren'in gelişiminin son dönemlerinde doğmuştur. Daha yaşlı olan Öbek II yıldızlardan daha fazla miktarda, hidrojen ve helyumdan ağır elementler (gök bilimsel anlamda "metaller") barındırır. Hidrojen ve helyumdan daha ağır olan elementler eski ve patlayan yıldızların çekirdeklerinde oluşmuştur. Yani Evren'de bu elementlerin bulunabilmesi için ilk kuşak yıldızların ölmesi gerekmiştir. En eski yıldızlarda çok az miktarda metal varken, daha sonra doğan yıldızlarda daha fazla metal vardır. Bu yüksek metallik oranının Güneş'in gezegen sistemi oluşturmasında çok önemli olduğuna inanılmaktadır çünkü gezegenler bu metallerin kaynaşmasından oluşmuştur. Gezegenlerarası ortam. Güneş, ışığın yanı sıra plazma denen yüklü parçacıklardan oluşan Güneş rüzgârını da ışıma yoluyla uzaya yayar. Bu parçacık akımı dışarı doğru saatte yaklaşık 1,5 milyon kilometre hızla yol alır ve günküre denen, Güneş Sistemi'nin içine yaklaşık 100 AB kadar giren seyrek bir atmosfer oluşturur. Buna aynı zamanda "gezegenlerarası ortam" adı da verilir. Güneş'in 11 yıllık Güneş çevrimi, sıklıkla oluşan Güneş parlamaları ve koronal kütle atımı günküreyi karıştırarak uzayda bir hava durumu oluşturur. Güneş'in dönen manyetik alanı gezegenlerarası ortamı etkileyerek Güneş Sistemi'nde en büyük yapı olan günküresel akım katmanını oluşturur. Dünya'nın manyetik alanı atmosferini, Güneş rüzgârı ile etkileşime girmekten korur. Venüs ve Mars'ın manyetik alanı yoktur dolayısıyla da Güneş rüzgârı bu gezegenlerin atmosferinin yavaş yavaş uzaya doğru kaçmasına neden olur. Güneş rüzgârının Dünya'nın manyetik alanıyla etkileşime geçmesi sonucunda manyetik kutuplar yakınlarında gözlemlenen kutup ışıkları oluşur. Kozmik ışınlar Güneş Sistemi dışı kaynaklıdır. Günküre Güneş Sistemi'ni kısmen korur, ayrıca gezegenlerin manyetik alanları (eğer varsa) da koruma sağlar. Yıldızlararası ortamda bulunan kozmik ışınların yoğunluğu ve Güneş'in manyetik alanının kuvveti çok uzun zaman dilimleri içinde değişiklik gösterir. Dolayısıyla da Güneş Sistemi içinde kozmik ışıma düzeyi değişiklik gösterir ama bunun ne kadar olduğu bilinmemektedir. Gezegenlerarası ortamda en az iki disk tipi kozmik toz bölgesi bulunur. Birincisi iç Güneş Sistemi'nde yer alan ve zodyak ışıklarına neden olan zodyak toz bulutudur. Büyük bir olasılıkla, gezegenler arasındaki etkileşim nedeniyle asteroit kuşağında meydana gelen çarpışmalar sonucunda oluşmuştur. İkincisi 10 AB ile 40 AB arasında uzanır ve büyük bir olasılıkla Kuiper kuşağında meydana gelen benzer çarpışmalar sonucunda oluşmuştur. İç Güneş Sistemi. İç Güneş Sistemi, Yer benzeri gezegenlerin ve asteroit kuşağının bulunduğu bölgeye verilen addır. Asıl olarak silikatlar ve metallerden oluşan bu bölgedeki gök cisimleri Güneş'e oldukça yakındır. Bu bölgenin yarıçapı, Jüpiter ile Satürn arasındaki uzaklıktan küçüktür. Eskiden bu bölgeye iç uzay, asteroit kuşağının ötesindeki bölgeye de dış uzay denmekteydi. İç gezegenler. Dört iç gezegen yoğun, kayaç bir yapıya sahiptir. Doğal uyduları ya çok azdır ya da hiç yoktur. Gezegen halkaları bulunmaz. Yüksek ergime noktasına sahip olan minerallerden oluşmuştur. Silikatlar katı taşküreyi ve yarı akışkan mantoyu oluşturur. Demir ve nikel gibi metaller ise gezegenlerin çekirdeğini oluşturur. İç gezegenlerden üçünün (Venüs, Dünya ve Mars) önemli birer atmosferi vardır. Hepsinde gök taşlarının oluşturduğu kraterler ve yanardağlar ile yarık vadiler gibi tektonik yüzey şekilleri bulunur. Asteroitler asıl olarak kaya ve uçucu olmayan minerallerden oluşan küçük, Güneş Sistemi gök cisimleridir. Ana asteroit kuşağı Mars ile Jüpiter arasında, Güneş'ten 2,3 ile 3,3 AB uzaklıktadır. Güneş Sistemi'nin oluşumundan kaldıkları ve Jüpiter'in kütleçekim gücü nedeniyle bir araya gelip bir gezegen oluşturamadıkları düşünülmektedir. Asteroitlerin büyüklüğü birkaç yüz kilometreden mikroskobik boyutlara kadar değişmektedir. En büyükleri olan Ceres dışında hepsi Güneş Sistemi küçük gök cismi olarak sınıflandırılır; ancak Vesta, Pallas ve Hygiea gibi bazı asteroitler hidrostatik dengeye ulaştıkları kanıtlanırsa cüce gezegen olarak yeniden sınıflandırılabilirler. Asteroit kuşağı içinde çapı bir kilometreyi geçen onbinlerce belki de milyonlarca gök cismi bulunur. Buna rağmen ana asteroit kuşağının toplam kütlesinin Dünya'nın kütlesinin binde birini geçmesi pek olası değildir. Ana kuşak çok yoğun değildir ve uzay sondaları sorunsuz olarak buradan geçebilmektedir. Çapları 10 ile 10−4 m arasında kalan asteroitler gök taşı olarak adlandırılır. Truvalı asteroitler Jüpiter'in Lagrange noktaları olan L4 ve L5 noktalarının (bir gezegenin yörüngesinde kütleçekimsel olarak kararlı bölgeler) her iki yanında yer alır. "Truvalı" terimi ayrıca diğer gezegen ve uyduların Lagrange noktalarında bulunan küçük gök cisimleri içinde kullanılır. Hilda ailesi Jüpiter ile 2:3 yörüngesel rezonans içindedir, yani Jüpiter'in Güneş etrafında dolandığı her iki turda Hilda ailesi asteroitleri üç tur atar. İç Güneş Sistemi içinde ayrıca birçok başıboş asteroit de bulunur. Bunların yörüngeleri iç gezegenlerin yörüngeleri ile kimi zaman çakışır. Dış Güneş Sistemi. Güneş Sistemi'nin dış bölgeleri, dev gezegenlere ve onların sahip oldukları büyük uydulara ev sahipliği yapar. Bu bölgede ayrıca, centaurlar ve birçok kısa dönemli kuyruklu yıldız da yörüngededir. Dış Güneş Sistemi'ndeki katı cisimler, Güneş'ten daha uzakta yer almaları nedeniyle iç bölgelerdekilere kıyasla daha yüksek oranda uçucu maddeler içerir. Bu uçucu maddeler, su, amonyak ve metan gibi bileşikleri kapsar. Düşük sıcaklıklar sayesinde bu bileşikler katı halde kalır ve önemli ölçüde süblimleşme (donma noktasında katı halden gaz hale geçme) yaşamazlar. Dış gezegenler. Dört dış gezegen ya da gaz devi Güneş'in çevresindeki yörüngede dönen kütlenin %99'unu oluşturur. Jüpiter ve Satürn'ün atmosferleri asıl olarak hidrojen ve helyumdan oluşur. Uranüs ve Neptün'ün atmosferlerinde yüksek yüzdelerde su, amonyak ve metan "buz"u bulunur. Bazı gök bilimciler bu iki gezegenin "buz devi" adı verilen başka bir sınıfta değerlendirilmesini önermiştir. Gaz devlerinin dördünün de gezegen halkaları vardır ancak sadece Satürn'ün halkaları Dünya'dan kolaylıkla gözlemlenmektedir. Kuyruklu yıldızlar. Kuyruklu yıldızlar, yalnızca birkaç kilometre büyüklüğünde olan, asıl olarak uçucu buzlardan oluşan Güneş Sistemi küçük gök cisimleridir. Oldukça fazla dışmerkezli yörüngeleri bulunur. Genellikle günberileri iç gezegenlerin yörüngeleri yakınında, günöteleri de Plüton'un ötesindedir. Bir kuyruklu yıldız iç Güneş Sistemi'ne girdiğinde Güneş'e yakınlığı nedeniyle buzdan yüzeyleri süblimleşerek iyonize olur ve çıplak gözle görülebilen gaz ve tozdan oluşan uzun kuyruklu yıldız saçını (koma) oluşturur. Kısa periyotlu kuyruklu yıldızlar iki yüz yıldan az süren yörüngelere sahiptir. Uzun periyotlu kuyruklu yıldızların yörüngesi binlerce yıl sürer. Kısa periyotlu kuyruklu yıldızların Kuiper kuşağında, Hale-Bopp kuyruklu yıldızı gibi uzun periyotlu kuyruklu yıldızların da Oort bulutunda doğduklarına inanılır. Kreutz grubu gibi birçok kuyruklu yıldız grubu tek bir ana kuyruklu yıldızın parçalanmasıyla oluşmuştur. Hiperbolik yörüngeye sahip bazı kuyruklu yıldızlar Güneş Sistemi dışından gelmiş olabilir ancak bunların yörüngelerini belirlemek oldukça zordur. Uçucu bileşenlerinin çoğu Güneş'e yaklaştıklarında oluşan ısınma nedeniyle artık tamamen kaybolmuş olan eski kuyruklu yıldızlar sıklıkla asteroit olarak sınıflandırılır. Neptün ötesi bölge. Neptün'ün ötesindeki alan ya da "Neptün ötesi bölge", hâlâ büyük oranda keşfedilmemiş durumdadır. En büyüğü Dünya'nın beşte biri kadar bir çapa ve Ay'dan daha küçük bir kütleye sahip, çoğunlukla kaya ile buzdan oluşmuş, oldukça çok sayıda küçük gezegencikten meydana geldiği görünmektedir. Bu bölge bazen Dış Güneş Sistemi olarak ifade edilmekteyse de bazıları bu terimi asteroit kuşağının ötesi için kullanır. Kuiper kuşağı. Kuiper kuşağı bölgenin ilk oluşumudur ve asteroit kuşağına benzer şekilde büyük bir enkaz halkasıdır ancak büyük ölçüde buzdan oluşmuştur. Güneş'ten 30 ile 50 AB uzaklıktadır. Bu bölgenin kısa periyotlu kuyruklu yıldızların doğduğu yer olduğu düşünülmektedir. Genel olarak küçük Güneş Sistemi cisimlerinden oluşmuştur fakat Quaoar, Varuna, (136108) 2003 EL61, (136472) 2005 FY9 ve Orcus gibi Kuiper kuşağının en büyük cisimleri cüce gezegenler olarak tekrar sınıflandırılabilir. Çapı 50 km'nin üzerinde 100.000'den fazla Kuiper kuşağı gök cismi olduğu tahmin edilmektedir ancak Kuiper kuşağının toplam kütlesinin Dünya'nın kütlesinin onda biri hatta yüzde biri olduğu düşünülmektedir. Birçok Kuiper kuşağı gök cisminin birden fazla doğal uydusu vardır. Çoğunun yörüngesi tutulum çemberinin dışına çıkar. Kuiper kuşağı kabaca "rezonant" kuşak ve "klasik" kuşak olarak ikiye ayrılabilir. Rezonant kuşak, yörüngesi Neptün'ün yörüngesine bağlı olan gök cisimlerinden oluşur. Örneğin Neptün'ün her üç dönüşü için iki kere dönen ya da her iki dönüşü için bir kere dönen gök cisimleri gibi. Rezonant kuşak aslında Neptün'ün yörüngesi içinde başlar. Klasik kuşakta Neptün ile rezonans hâlinde olmayan gök cisimleri bulunur ve kabaca 39,4 AB ile 47,7 AB arasında yer alır. Klasik Kuiper kuşağının ilk keşfedilen üyeleri (15760) 1992 QB1'in isminden ötürü "cubewano" olarak adlandırılır. Seyrek disk. Seyrek disk Kuiper kuşağı ile örtüşür ama daha da dışarıya doğru uzanır. Seyrek diskte bulunan gök cisimlerinin Kuiper kuşağından geldiğine inanılır. Bu gök cisimleri Neptün'ün oluşum aşamasındaki dışarı doğru hareketi sırasında meydana gelen kütleçekimsel etkiler sonucunda kararsız yörüngelere saçılmışlardır. Seyrek diskteki gök cisimlerinin çoğunun günberisi Kuiper kuşağı içindedir ama günötesi 150 AB kadar uzaktadır. Bu gök cisimlerinin yörüngeleri tutulum düzlemi ile oldukça eğimlidir ve hatta kimi zaman diktir. Bazı gök bilimciler seyrek diskin Kuiper kuşağının bir bölgesi olarak değerlendirir ve buradaki nesneleri "seyrek Kuiper kuşağı nesneleri" olarak tanımlarlar. Daha öte bölgeler. Güneş Sistemi'nin bitip yıldızlararası uzayın başladığı nokta tam olarak tanımlanmamıştır; çünkü dış sınırlar iki ayrı kuvvet tarafından, Güneş rüzgârı ve Güneş'in kütleçekimi tarafından şekillenir. Güneş rüzgârının yaklaşık olarak Plüton'un uzaklığının dört katı kadar uzaklıkta yıldızlararası ortama yenik düştüğüne inanılır. Ancak Güneş'in Roche küresinin yani kütleçekimsel etkisinin, etkin menzilinin bin kat daha öteye uzandığına inanılır. Gündurgun (Heliopause). Günküre iki ayrı bölgeye ayrılır. Güneş rüzgârı azami hızıyla Plüton'un yörüngesinin üç katı uzaklığa yani yaklaşık 95 AB öteye kadar uzanır. Bu bölgenin kıyısı Güneş rüzgârının yıldızlararası ortamdan gelen rüzgârlarla çarpıştığı noktadır. Burada rüzgâr yavaşlar, yoğunlaşır ve daha türbülanslı hâle gelir. Bir kuyruklu yıldızın kuyruğu gibi görünen ve davranan, "günkını" diye bilinen büyük oval bir yapı oluşur ve yıldız rüzgârı yönünde 40 AB kadar, aksi yönde de bunun birçok katı kadar uzanır. Günkürenin dış sınırına "gündurgun" adı verilir. Bu bölge Güneş rüzgârının tamamen sona erdiği ve yıldızlararası uzayın başladığı noktadır. Günkürenin dış kenarının şekli, hem yıldızlararası ortam ile olan etkileşimlerin akışkanlar dinamiğine göre hem de güneye doğru yönelen Güneş'in manyetik alanıyla belirlenir. Örneğin, kuzey yarıkürede, güney yarıküreye göre 9 AB daha öteye uzanır. Gündurgunun ötesinde yaklaşık 230 AB'nde Güneş'in Samanyolu içinde yol alırken geride bıraktığı plazma dalgası bulunur. Henüz gündurgunun ötesine hiçbir uzay aracı geçmemiştir bu nedenle de yerel yıldızlararası uzayın koşullarını kesin olarak bilmek mümkün değildir. Günkürenin Güneş Sistemi'ni kozmik ışınlardan nasıl koruduğu tam olarak anlaşılamamıştır. Bunu anlamak için günkürenin ötesine bir görev uçuşu düzenlenmesi önerilmiştir. Oort bulutu. Varsayımsal Oort bulutu bir trilyon kadar buz gök cisminden oluşan, tüm uzun periyotlu kuyruklu yıldızların doğduğu yer olduğuna inanılan, Güneş Sistemi'ni 50 AB'den çevrelemeye başlayarak kabaca 1 ışık yılı, 50.000 AB uzaklığa kadar yayılan ve 100.000 AB'e kadar (1,8 ışıkyılı) uzanması olası olan büyük bir kütledir. Dış gezegenlerle olan kütleçekimsel etkileşimler sonucunda iç Güneş Sistemi'nden dışarı doğru atılmış gök cisimlerinden oluştuğuna inanılır. Oort bulutu gök cisimleri çok yavaş hareket eder ve çarpışmalar, geçen bir yıldızın kütleçekimsel etkileri ya da galaktik gelgit gibi sık rastlanmayan olaylardan etkilenir. Sınırlar. Güneş Sistemi'mizin çoğu hâlâ bilinmemektedir. Güneş'in kütleçekim alanının yaklaşık iki ışık yılı (125.000 AB) uzaklığa kadar olan çevredeki yıldızların kütleçekim kuvvetlerine baskın çıktığı tahmin edilmektedir. Buna karşın Oort bulutunun dış kısmı 50.000 AB'nin ötesine geçemez. Sedna gibi buluşlara rağmen, Kuiper kuşağı ile Oort bulutu arasındaki onbinlerce AB yarıçaplı alanın hemen hemen hiç haritası çıkarılamamıştır. Aynı zamanda Merkür ile Güneş arasındaki bölge hakkında da çalışmalar devam etmektedir. Güneş Sistemi'nin haritalanmamış bölgelerinde yeni gök cisimleri hâlâ keşfedilebilir. Samanyolu içindeki yeri. Güneş Sistemi, yaklaşık 100.000 ışık yılı çapında olan ve içinde 200 milyar civarında yıldız barındıran Samanyolu gök adasında yer alır. Güneşimiz Samanyolu'nun Orion kolu diye bilinen dış spiral kollarından birinin içindedir. Güneş'in gök ada merkezinden uzaklığı yaklaşık 30,000 ışık yılıdır ve gök ada içinde hızı yaklaşık 220 km/s'dir, öyle ki tam bir turu her 225-250 milyon yılda bir atmaktadır. Bu tur Güneş Sistemi'nin gök adasal yılı olarak bilinir. Güneş Sistemi'nin gök ada içindeki konumu, Dünya üzerinde yaşamın oluşmasında büyük olasılıkla etken olmuştur. Yörüngesi hemen hemen daireseldir ve kabaca spiral kollarla aynı hıza sahiptir, yani çok nadiren spiral kolların içinden geçer. Spiral kollar potansiyel olarak tehlikeli olan süpernovaların daha yoğun olarak bulunduğu bir bölge olduğu için, bu özellik Dünya üzerinde yaşamın oluşabilmesi için çok uzun süreli yıldızlararası kararlılık periyotları sağlamıştır. Güneş Sistemi aynı zamanda gök ada merkezinin yıldızlarla dolu ortamından da uzaktadır. Merkezde, yakındaki yıldızlardan gelen kütleçekimsel etkiler Oort bulutunda bulunan gök cisimlerini rahatsız edebilir ve iç Güneş Sistemi'ne birçok kuyruklu yıldız gönderebilirdi. Bu da Dünya üzerindeki yaşamı sona erdirecek potansiyeli olan çarpışmalara neden olabilirdi. Gök ada merkezinin yoğun ışıması da karmaşık yaşamın gelişmesini engelleyebilirdi. Bazı bilimadamlarının görüşüne göre, Güneş Sistemi'nin şimdiki konumunda bile, yakın geçmişte oluşmuş süpernovalar radyoaktif toz tanecikleri ve kuyruklu yıldız benzeri gök cisimlerini Güneş'e doğru göndermek suretiyle, son 35.000 yıl içinde Dünya'daki yaşamı ters yönde etkileyebilirlerdi. Yakın çevre. Güneş Sistemi'nin gök adadaki yakın çevresi, Yerel Yıldızlararası Bulut olarak bilinir, Yerel kabarcık içerisindeki yaklaşık 30 ışık yılı genişliğinde yoğun bir bulut alanıdır. Yerel Kabarcık, yıldızlararası ortam içinde bulunan, kum saati şeklinde ve yaklaşık 300 ışık yılı genişliğinde bir boşluktur. Kabarcık yakın geçmişte oluşmuş çeşitli süpernovaların ürünü olan yüksek sıcaklıkta plazma ile kaplanmıştır. Güneş'in yıldızlararası uzayda izlediği yol üzerindeki solar apex Lyra takımyıldızının en parlak yıldızı olan Vega'nın mevcut konumu yönünde Herkül takımyıldızına yakındır. Güneş'e on ışık yılı (95 trilyon km) yakınlıktaki alanda nispeten az yıldız bulunur. En yakını 4,4 ışık yılı uzaklıkta bulunan üçlü yıldız sistemi Alpha Centauri'dir. Alpha Centauri A ve Alpha Centauri B Güneş benzeri, birbirine yakın bir çift yıldızdır. Aynı zamanda Proxima Centauri olarak da bilinen küçük kızıl cüce Alpha Centauri C bu çift yıldıza 0,2 ışık yılı uzaklıktaki yörüngede döner. Bunlardan sonra 5,9 ışık yılı uzaklıkta kızıl cüce Barnard Yıldızı, 7,8 ışık yılı uzaklıkta kızıl cüce Wolf 359 ve 8,3 ışık yılı uzaklıkta kızıl cüce Lalande 21185 yer alır. On ışık yılı yakınlıkta bulunan en büyük yıldız, Güneş'in iki katı kütleye sahip parlak bir anakol yıldızı olan Sirius'dur. Bu yıldızın yörüngesinde Sirius B denen beyaz cüce döner. Sirius 8,6 ışık yılı uzaklıktadır. On ışık yılı içinde bulunan diğer yıldız sistemleri 8,7 ışık yılı uzaklıktaki ikili kızıl cüce sistemi Luyten 726-8 ve 9,7 ışık yılı uzaklıkta yer alan tekil kızıl cüce Ross 154'tür Güneş'e benzer en yakın tekil yıldız 11,9 ışık yılı uzakta bulunan Tau Ceti'dir. Kütlesi Güneş'in kütlesinin yüzde seksenidir ancak parlaklığı yalnızca yüzde altmışı kadardır. Güneş'e en yakın gezegen sistemine sahip yıldız sistemi, 10,5 ışık yılı uzakta yer alan ve Güneş'ten daha az parlak ve daha çok kızıl olan Epsilon Eridani yıldız sistemidir. Varlığı kanıtlanan tek gezegeni Epsilon Eridani b'nin kütlesi kabaca Jüpiter'in 1,5 katıdır ve yıldızının çevresinde her 6,9 yılda bir tur atar. Keşif ve araştırma. Binlerce yıl boyunca birkaç istisna haricinde insanoğlu Güneş Sistemi'nin varlığına inanmadı. İnanışlara göre Dünya, Evren’in merkezinde sabit olarak durmaktaydı ve gökyüzünde bulunan kutsal göksel nesnelerden de farklı bir kategorideydi. Mikolaj Kopernik ve Hint gök bilimci Aryabhata ile Yunan filozof Samoslu Aristarchus gibi öncülleri kozmosun Güneş merkezli düzeni hakkında kuramlar geliştirmişlerdi. Galileo Galilei, Johannes Kepler ve Isaac Newton tarafından önderlik edilen 17. yüzyılın kavramsal ilerlemeleri aşama aşama yalnızca Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğü fikrinin değil aynı zamanda diğer gezegenlerin de Dünya’nın uyduğu aynı fiziksel kurallara uyduğu dolayısıyla da tinsel değil maddesel varlıklar olduğu fikirlerinin de Kabul edilmesini sağlamıştır. Teleskobik gözlemler. Güneş Sistemi’nin ilk araştırması, gök bilimcilerin çıplak gözle görülemeyecek kadar sönük olan gök cisimlerinin haritasını çıkarmaya başladıklarında teleskoplarla yapıldı. Galileo Galilei, Güneş Sistemi’nin üyeleri hakkında fiziksel bulguları keşfeden ilk kişidir. Ay yüzünde kraterler olduğunu Güneş’in üzerinde Güneş lekeleri bulunduğunu ve Jüpiter’in yörüngesinde dört uydusu olduğunu keşfetmiştir. Galileo’nun keşifleri takip eden Christiaan Huygens Satürn'ün uydusu Titan’ı ve Satürn’ün halkalarının şeklini keşfetmiştir. Giovanni Domenico Cassini, Satürn’ün dört uydusunu, Satürn’ün halkaları arasında yer alan Cassini ayrımını ve Jüpiter’in Büyük Kırmızı Leke’sini keşfetmiştir. Edmond Halley 1705 yılında bir kuyruklu yıldızın farklı zamanlarda görülen kayıtlarının aslında her 75-76 yılda bir düzenli olarak geri gelen bir gök cismine ait olduğunu fark etti. Bu Güneş’in çevresinde gezegenlerin dışında gök cisimlerinin de yörüngede olduğuna dair ilk kanıttı. Bu sıralarda (1704) “Güneş sistemi” terimi ilk olarak kullanılmaya başlandı William Herschel 1781 yılında Taurus takımyıldızında bir ikili yıldız sistemini incelerken yeni bir kuyruklu yıldız olduğunu sandığı bir gök cismiyle karşılaştı. Aslında bu gök cisminin yörüngesi yeni bir gezegen olduğunu kanıtladı. Uranüs keşfedilen ilk gezegendir. Giuseppe Piazzi 1801 yılında Mars ile Jüpiter arasında başlarda yeni bir gezegen olduğuna inanılan Ceres'i keşfetti. Ancak aynı bölgede ardı ardına gelen küçük dünyaların keşfi sonucunda yeni bir sınıflama olan asteroit ortaya çıkmıştır. Uranüs'ün yörüngesi üzerindeki tutarsızlık 1846 yılında daha uzaktan büyük bir gezegenin çekim gücünün etkisi olabileceği kanısını uyandırdı. Urbain Le Verrier'nin hesaplamaları sonucunda Neptün'ün keşfi mümkün oldu. Merkür'ün yörüngesinin aşırı günberi devinimi Le Verrier'yi 1859 yılında Merkür ötesinde Vulkan adında bir gezegen olduğunu önermeye itti ama sonradan bunun doğru olmadığı anlaşıldı. Güneş Sistemi'nin tam olarak ne zaman keşfedildiği tartışma konusu olsa da 19. yüzyılda gerçekleştirilen iki gözlem Güneş Sistemi'nin doğasını ve Evren'deki yerini şüphe götürmeyecek şekilde ortaya koymuştur. Bunlardan birincisi 1838 yılında Friedrich Wilhelm Bessel'in başarılı bir şekilde Dünya'nın Güneş etrafındaki hareketinin neden olduğu, bir yıldızın konumunda olan görünen kaymayı, yıldız ıraklık açısını ölçmesidir. Bu Güneş merkezliliğin ilk doğrudan deneysel kanıtı olmasının ötesinde Güneş Sistemimiz ile diğer yıldızlar arasında engin uzaklıkların var olduğunu da açığa çıkarmıştır. İkinci olarak da 1856 yılında Peder Angelo Secchi, yeni icat edilen spektroskop kullanarak Güneş'in ve diğer yıldızların tayf izlerini birbiriyle karşılaştırdı ve hemen hemen aynı olduklarını ortaya çıkardı. Güneş'in bir yıldız olduğunun farkına varılması, diğer yıldızların da kendi sistemleri olacağı varsayımını doğurdu ancak bunun kanıtlanması için 140 yıl geçmesi gerekti. Dış gezegenlerin yörüngelerinde olan diğer tutarsızlıklar Percival Lowell'ı daha da ötede bir başka gezegen daha olması sonucuna itti. Ölümünden sonra Lowell Gözlemevi'nin sürdürdüğü araştırma sonucunda Clyde Tombaugh 1930 yılında Plüton'u keşfetti. Ancak Plüton dış gezegenlerin yörüngelerini bozamayacak kadar küçüktü ve buluşu dolayısıyla tesadüfidir. Ceres gibi Plüton'da önceleri gezegen olarak sınıflandırıldı ancak yakınlarında benzer gök cisimlerinin bulunması üzerine UAB tarafından 2006 yılında cüce gezegen olarak tekrar sınıflandırıldı. Kendi gezegen sistemimizin dışında 1992 yılında PSR 1257+12 atarcasının yörüngesinde gezegen sisteminin varlığına dair ilk kanıtlar bulundu. Üç yıl sonra ilk Güneş Sistemi dışında güneşbenzeri bir yıldızın etrafında dönengezegen olan 51 Pegasi b keşfedildi. 2008 yılı itibarıyla 221 gezegen sistemi bulunmuştur. Gök bilimciler David Jewitt ve Jane Luu 1992 yılında (15760) 1992 QB1'yı keşfetti. Bu Kuiper kuşağı diye bilinecek olan, Plüton ve Charon gibi buz gök cisimlerinin bulunduğu ve asteroit kuşağı benzeri bölgede bulunan ilk gök cismiydi. Mike Brown, Chad Trujillo ve David Rabinowitz 2005 yılında Plüton'dan daha büyük olan, Neptün'ün keşfinden sonra, Güneş etrafında dolanan en büyük gök cismi Eris'i keşfetti. Uzay araçları ile gözlemler. Uzay Çağı'nın başlangıcından beri önemli ölçüde araştırma, çeşitli uzay araştırma kurumları tarafından düzenlenen misyonlarda robot uzay araçları tarafından gerçekleştirildi. Güneş Sistemi'nde bulunan tüm gezegenler Artık Dünya'dan fırlatılan uzay araçları ile ziyaret edilmiştir. İnsansız gerçekleştirilen bu misyonlarda tüm gezegenlerin yakından çekilmiş fotoğrafları elde edilmiş ve yüzeye inildiği durumlarda toprak ve atmosfer analizleri kısmen gerçekleştirilebilmiştir. Uzaya gönderilen insan yapısı ilk nesne 1957'de fırlatılan ve bir yılı aşkın bir süre yörüngede kalan Sovyet uydusu "Sputnik 1" ‘dir. Uzaydan Dünya'nın resmini ilk olarak 1959'da fırlatılan ABD uzay sondası "Explorer 6" çekmiştir. Alçaktan uçuşlar. Güneş Sistemi'nde bulunan gök cisimlerinin üzerinden alçaktan uçmayı başaran ilk sonda 1959 yılında Ay görevinde bulunan "Luna 1" ‘dir. Aslında Ay yüzüne çarpması planlanan sonda hedefini kaçırmış ve Güneş'in çevresinde yörüngeye giren ilk insan yapısı nesne olmuştur. "Mariner 2" 1962 yılında Venüs'ün yakınından geçerek başka bir gezegene yaklaşan ilk sonda olmuştur. Mars yakınından yapılan ilk başarılı uçuş 1964'te "Mariner 4" iledir. Merkür'ün yakınından ise 1974'te "Mariner 10" ile geçilmiştir. Dış gezegenleri inceleyen ilk sonda 1973 yılında Jüpiter'in yakınından geçen "Pioneer 10" olmuştur. Satürn'ü ilk olarak 1979'da "Pioneer 11" ziyaret etmiştir. "Voyager" programından yer alan sondalar 1977'de fırlatıldıktan sonra dış gezegenler etrafında çizdikleri büyük turlarını tamamlamıştır. Her iki sonda da Jüpiter'in yanından 1979'da, Satürn'ün yanından da 1981'de geçmiştir. "Voyager 2" daha sonra 1986'da Uranüs'e ve 1989'da Neptün'e yakınlaştı. "Voyager" sondaları şu anda Neptün'ün ötesinde güneşkını ve gündurgun bölgelerini bulup incelemek için yoldadırlar. NASA'ya göre her iki "Voyager" sondası da bitiş şokuyla Güneş'ten yaklaşık 93 AB uzaklıkta karşılaşmıştır. Bir kuyrukluyıldızın yakınından ilk olarak 1985 yılında ICE (International Cometary Explorer) sondası geçmiştir. İncelenen kuyrukluyıldız Giacobini-Zinner kuyrukluyıldızıdır. Asteroitlerin yakınından yapılan ilk uçuşlar ise "Galileo" uzay sondası tarafından yapılmıştır. Jüpiter'e giderken yol üzerinde 1991'de 951 Gaspra ve 1993'te 243 Ida resimlenmiştir. Henüz hiçbir Kuiper kuşağı gök cismine uzayaracıyla ulaşılamamıştır. 19 Ocak 2006'da fırlatılan "New Horizons" (Yeni Ufuklar) uzay sondası bu bölgeyi araştıracak ilk insan yapımı uzay aracı olma yolunda ilerlemektedir. Bu aracın Plüton2un yanından Temmuz 2015'te geçmesi planlanmaktadır. Eğer uygun olursa misyon diğer Kuiper kuşağı gök cisimlerini gözlemlemek için uzatılabilecektir. Yörünge, iniş ve gezginci robotlar. 1966 yılında Ay, yörüngesinde insan yapımı bir yapay uydu bulunan ("Luna 10") ilk gök cismi olmuştur. Bu uyduyu 1971 yılında, Mars gezegeninin yörüngesine giren "Mariner 9", 1975 yılında Venüs'ün yörüngesine giren "Venera 9", 1995'te Jüpiter'in yörüngesine giren "Galileo"), 2000 yılında asteroit 433 Eros'un yörüngesine giren "NEAR Shoemaker" ve 2004 yılında Satürn'ün yörüngesine giren "Cassini–Huygens" izlemiştir. MESSENGER uzay sondası 2011 yılında Merkür'ün yörüngesine girmek üzere yoldadır. 2011 yılında Vesta asteroitinin yörüngesine, 2015 yılında da cüce gezegen Ceres'in yörüngesine "Dawn" uzay aracı girecektir. Bir diğer Güneş Sistemi gök cismine iniş yapan ilk sonda Sovyet yapımı "Luna 2" uzay sondasıdır ve 1959 yılında Ay'a çarpmıştır. Bu tarihten sonra giderek daha da uzaktaki gezegenlere ulaşılmıştır. 1966 yılında Venüs'ün yüzeyine "Venera 3", 1971'de Mars'ın yüzeyine "Mars 3", 2001 yılında asteroid 433 Eros'un yüzeyine "NEAR Shoemaker", 2005 yılında Satürn'ün doğal uydusu Titan yüzeyine "Huygens" ve kuyruklu yıldız Tempel 1'in yüzeyine "Deep Impact" inmiş ya da çakılmıştır. "Galileo" yörüngeden 1995 yılında Jüpiter'in atmosferine bir sonda göndermiştir. Jüpiter'in fiziksel bir yüzeyi olmadığı için aşağı indikçe artan sıcaklık ve basınç sonucu sonda yok olmuştur. Günümüze kadar yalnızca Ay ve Mars üzerine gezginci robotlar indirilmiştir. Bir gök cismini gezen ilk gezginci robot 1970 yılında Ay yüzeyine inen Sovyet "Lunokhod 1" ‘dir. Bir başka gezegen yüzeyine ilk inen ise 1997'de Mars'ın yüzeyinde 500 metre kadar hareket eden "Sojourner" gezginci robotudur. İnsan tarafından kullanılan tek gezginci araç ise NASA'nın 1971 ve 1972 yılları arasında Apollo 15, 16 ve 17 misyonlarında yer alan Ay aracıdır. İnsanlı araştırmalar. Güneş Sistemi'nin insanlı araştırılması Dünya'nın yakın çevresi ile sınırlı kalmıştır. Uzaya ulaşan ilk insan, yani yerden 100 km. yüksekliği geçen ve Dünya'nın yörüngesinde dolaşan 12 Nisan 1961'de Vostok 1 uzay aracı içinde fırlatılan Sovyet kozmonot Yuri Gagarin'dir. Bir başka Güneş Sistemi gök cisminin yüzeyinde yürüyen ilk insan ise Apollo 11 görevi sırasında 21 Temmuz 1969'da Ay üzerinde yürüyen Amerikalı Neil Armstrong'dur. ABD'nin uzay mekiği tekrar tekrar yörüngeye giren başarılı fırlatmalarda kullanılan tek uzay aracıdır. Birden fazla kişiyi barındırabilen ilk uzay istasyonu NASA'nın Skylab uzay istasyonudur. 1973 ile 1974 yılları arasında içinde üç kişi barınmıştır. Uzay'daki ilk insan yerleşimi ise 1989'dan 1999'a kadar yaklaşık on yıl boyunca açık kalan Sovyet uzay istasyonu Mir'dir. 2001 yılında görevden alınan bu istasyonun yerine Uluslararası Uzay İstasyonu geçmiştir ve o zamandan beri sürekli olarak içinde insan barındırmıştır. 2004 yılında SpaceShipOne özel olarak finanse edilen ve yörünge altı uçuşla uzaya çıkabilen ilk özel uzay aracı olmuştur. Görsel özet. Bu bölüm Güneş Sistemi cisimlerinin, büyüklüğüne ve görüntü kalitesine göre örneklemesidir. Hacme göre sıralanmıştır. Bazı atlanmış nesneler burada yer alanlardan daha büyüktür. Özellikle Eris yüksek kalitede görüntüsünün olmamasından dolayı listede yer almamıştır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1904", "len_data": 39804, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.69 }
Periyodik tablo ya da periyodik cetvel, kimyasal elementlerin sınıflandırılması için geliştirilmiş tablodur. Bu tablo bilinen bütün elementlerin artan atom numaralarına (buna proton sayısı da denir) göre sıralanışıdır. Periyodik cetvelden önce de bu yönde çalışmalar yapılmış olmakla birlikte, mucidi genelde Dmitri Mendeleyev kabul edilir. 1869'da Mendeleyev atomları artan atom ağırlığına göre sıraladığında belli özelliklerin tekrarlandığını fark etti. Özellikleri tekrarlanan elementleri alt alta yerleştirdi ve buna grup adını verdi. Yapısı. Bir atom çekirdeğindeki proton sayısı, o atomun farklı özelliklere sahip olmasına yol açar. Çekirdeğinde farklı proton sayısına sahip olan atomlar, farklı elementlerin ortaya çıkmasına yol açar. Çekirdekteki proton sayıları, her bir elementin atom numarasına ("Z") denk gelir. Elementlerin belli bir düzene göre sıralandığı ve sınıflandırılmasıyla periyodik tablo oluşur. Her bir element, bir ya da iki harften oluşan birer simgeye sahiptir. Çekirdeklerindeki nötronlar, atomların kimyasal özelliklerini etkilemezken kütlesini değiştirirler. Proton sayısı aynı, nötron sayısı farklı atomlar, aynı elementin izotopudur. Doğada oluşan elementler genellikle, her birinin farklı bolluğa sahip olmasından ötürü farklı izotoplarının karışımı şeklinde görülür. Standart periyodik tabloda elementler, atom numarası az olandan çok olana doğru sıralanır. Periyot olarak adlandırılan yatay sıraların her biri, yeni bir elektron kabuğunun ilk elektronuna sahip olmasıyla başlar. Grup olarak adlandırılan sütunlar, atomların elektron dizilimlerine göre belirlenir ve belli bir kabukta aynı sayıda elektrona sahip elementler, aynı grupta yer alır. Benzer kimyasal özelliklere sahip elementler genellikle aynı grupta yer alsa da, bazı periyotlardaki elementler benzer özellikler gösterir. Elementlerin, değerlik orbitallerinin türüne göre gruplandığı periyodik tablo kısımları ise blok olarak adlandırılır. Keşfedilen 118 elementten ilk 94'ü, Dünya'da doğal olarak mevcuttur. 95 atom numaralı amerikyum ile 118 atom numaralı oganesson arasındaki kalan 24 element, yalnızca laboratuvarlarda sentezlenen yapay elementlerdir. Doğada meydana gelen 94 elementten 83'ü ilksel, 11'i ise yalnızca ilksel elementlerin bozunma zincirinde ortaya çıkar. Bu 11 elementten teknesyum (43. element), prometyum (61. element), astatin (85. element), neptünyum (93. element) ve plütonyum (93. element); doğada bulunmalarından önce laboratuvarda sentezlenmiş ve bunların daha sonra doğada var oldukları tespit edilmiştir. Aynştaynyumdan (99. element) ağır elementlerin hiçbiri ile astatin (85. element), makroskopik niceliklerde saf hâlde gözlemlenmemişken fransiyum (87. element) ise yalnızca mikroskopik niceliklerde yalnızca ışık yayan hâliyle fotoğraflanmıştır. Doğal elementlerin sekizinin kararlı birer, birinin (bizmut) neredeyse kararlı (evrenin yaşından bir milyardan fazla kata tekabül eden 2,01×1019 yıllık yarı ömre sahip) bir izotopu vardır. Toryum ile uranyumun da, Dünya'nın yaşıyla kıyaslanabilecek yarı ömürlere sahip izotopları bulunur. Kararlı elementlere ek olarak bizmut, toryum ve uranyum, Dünya'nın oluşumundan beri var olan 83 ilksel elementtir. Grup adları ve numaraları. Periyodik cetveldeki gruplar, soldan başlayarak 1'den 18'e kadar numaralandırılmıştır. F blokundaki gruplar, numaralandırmaya dahil edilmemiştir. Gruplar, aynı zamanda ilk elementlerinin adıyla da anılır. Gruplar, daha önceleri Roma rakamlarıyla adlandırılıyordu. Amerika Birleşik Devletleri'nde, s ya da p blokunda yer alan gruplar için Roma rakamlarından sonra "A", d blokunda yer alanlar için de "B" harfi ekleniyordu. Avrupa'da ise 1'den 7'ye kadar olan gruplarda "A", 11'den 17'ye kadar olan gruplarda "B" kullanılıyordu. Her iki sistemde de 8, 9 ve 10. gruplar tek bir grup olarak kabul edilerek VIII şeklinde numaralandırılmıştı. 1988'de, IUPAC tarafından günümüzde kullanılan grup numaralandırma sisteminin kabul edilmesiyle birlikte önceki kullanımlar terk edildi. Kullanım biçimleri. 32 sütun 18 columns Periyodik tablo, daha az yer kaplamasından ötürü genelde f blok elementlerinin olması gerektiği yerden kesilip tablonun ana gövdesinin altına yerleştirildiği bir biçimde gösterilir. Bu sayede sütun sayısı 32'den 18'e iner. F blokunun ana gövdeye dahil olduğu kullanım biçimi, 32 sütunlu ya da uzun biçim; bu blokun ana gövdenin altına yerleştirildiği biçim ise 18 sütunlu ya da orta-uzun biçim olarak adlandırılır. Her iki biçim de doğru olup bilimsel açıdan herhangi bir fark olduğu anlamı taşımaz. Elektron dizilimleri. Periyodik tablo, elementlerin özellikleri ile atom yapılarının, atom numaralarının birer periyodik fonksiyonu olduğunu söyleyen periyodik kanunun grafiksel bir gösterimidir. Elementlerin periyodik tablodaki konumları, elektron dizilimlerine göre belirlenir. Farklı gösterimleri. 1. periyot. Modern periyodik tablonun görünümü standart olsa da, 1. periyot elementleri hidrojen ile helyumun konumları arasında bazı farklı görüşler öne sürülür. Elektron dizilimleri sırasıyla s1 ve s2 şeklinde olan bu elementlerden hidrojenin 1. gruba, helyumun ise 2. gruba konulduğu bir kullanım önerilir. Hidrojenin 1. gruba konulduğu kullanım standart olmakla birlikte, helyum neredeyse her zaman 18. gruba yerleştirilir. Buradaki görüş farklılığı, elementlerin periyodik tabloya yerleştirilirken hangi kimyasal ya da elektriksel özelliklerinin baz alınması gerektiğine yönelik görüş farklılıklarından kaynaklanır. 1. gruptaki metaller gibi hidrojenin de en dış kabuğunda bir elektron bulunur ve reaksiyona girdiklerinde genellikle tek elektronu da kaybeder. Bazı özellikleri metallerinkine benzeyen hidrojen, bazı metalleri tuzlarından ayırabilir. Sıcaklık ve basınç için standart koşullarda, reaktif katı metal hâlindeki alkali metallerden farklı olarak, iki atomlu ametal bir gaz hâlindedir. Bu durumun yanı sıra elektron alarak hidrür oluşturması -H+ iyonuna kıyasla H- oluşturması daha nadir gözükse de- hidrojeni, aynı davranışı gösteren halojenlerin özelliklerine daha yakın hâle getirir. Bununla birlikte, en hafif iki halojen olan flor ile klor, hidrojene benzer bir şekilde, standart sıcaklık ve basınçta gaz hâlindedir. Hidrojen, ne güçlü bir yükseltgen ne de güçlü bir indirgen olup suyla da reaksiyona girmez. Bu özelliklerinden ötürü element, hem alkali metallere hem de halojenlere benzer özellikler taşır ve her iki gruba da girmeye tam anlamıyla uygun değildir. Elektronuna göre genellikle 1. grupta gösterilirken, görece nadir kaynaklarda 17. grupta, bazılarında hem 1. hem 17. grupta, bazılarında ise tüm gruplardan ayrı bir şekilde gösteilir. Helyum, elektron yapısıyla uyumsuz bir şekilde periyodik tabloda konumlanan tek elementtir. En dış kabuğunda iki elektron olmasına rağmen, sekizer elektronun olduğu 18. grupta yer alır ve bu gruptaki diğer elementlerin aksine bir p bloku değil s bloku elementidir. Standart koşullarda reaktif olmaması ve en dış kabuğunun dolu olmasından ötürü 18. gruptaki diğer elementlerle benzerlik gösterir. Bununla birlikte 2. gruptaki elementlerin tamamı reaktiftir. Bu nedenlerden ötürü neredeyse tüm kaynaklar tarafından, özelliklerinin en çok benzediği 18. grupta gösterilir. Bununla birlikte katı helyumun altıgen sıkı istifli bir yapıda kristalleşmesi, 2. gruptaki berilyum ve magnezyumla benzerlik gösterirken 18. gruptaki hiçbir elementte bu durum görülmez. Diğer yandan helyum, neondan daha fazla reaktiftir ve berilyum bileşiğinin analogu (HeO)(LiF)2 oluşturur (ancak bu bileşiğin neon analogu yoktur). Bunlardan ötürü element, zaman zaman 2. grupta gösterilir Helyumun 2. grupta yer almasına yönelik bir teklif 1988 yılında IUPAC tarafından reddedilmiştir. Periyodik tablodaki birinci sıra anomalisinden ötürü de helyumun 2. grupta yer alması gerektiğine yönelik görüşler de vardır. Tarihi. İlk dönemler. Elementlerin sınıflandırmasına yönelik ilk girişimi 1817'de Johann Wolfgang Döbereiner gerçekleştirdi. 1829'da Döbereiner, bazı elementleri, birtakım benzer özelliklerine göre üçlü gruplara ayırdı. Bu sisteme göre brom, iyot ve klor; kalsiyum, strontiyum ve baryum; lityum, sodyum ve potasyum ile kükürt, selenyum ve tellürden ibaret üçlü gruplar oluşturulmuştu. Günümüzde bu gruplar, sırasıyla halojenler, toprak alkali metaller, alkali metaller ve kalkojenlerin parçasıdır. İlerleyen dönemde Döbereiner'ın çalışmalarına çeşitli kimyagerler tarafından devam edilerek bazı elementlerin birtakım özellikleri arasında daha fazla ilişki tespit edilse de tüm elementlerin sistematik bir şekilde yer aldığı bir düzen ortaya çıkarılamadı. John Newlands, Şubat 1863'te elementlerin tekrarlanan özellikleri üzerine bir makale yayımladı. 1864 tarihli makalesinde ise Newlands, elementlerin atom ağırlıklarına göre sıralanırlarsa, ardışık sayılara sahip olanlar sıklıkla ya aynı gruba aitti ya da farklı gruplarda benzer konumlarda bulunuyordu. Bilinen elementleri toplamda yedi adet sekizli gruba ayıran Newlands, bu gruplardaki elementlerin benzer davranışlar gösterdiğini tespit etmişti. Ancak bu gruplandırma, yalnızca belli başlı elementler için geçerliyken kalan birçok element için doğru değildi. Lothar Meyer, elementlerin bazı fiziksel ve kimyasal özelliklerinin periyodik aralıklarla tekrarlandığını tespit etti. Meyer'e göre, atom ağırlıkları ile atom hacimleri birbirine dikey olacak şekilde sıralandığında, birtakım maksimum ve minimumların yer aldığı eğride, en elektropozitif elementler bu eğirinin zirvelerinde yer alıyordu. 1864'te yayımlanan kitabında yer alan periyodik tablonun ilk sürümlerinden birinde 28 element, değerliklerine göre altı gruba ayrılmıştı. Bu sayede elementler ilk kez değerliklerine göre gruplandırılmıştı. 1868'de, tablosunu gözden geçirse de bu yeni sürüm, ancak 1895'teki ölümünün ardından bir taslak olarak yayımlanabildi. Mendeleyev'in çalışmaları. 17 Şubat 1869'da Dmitri Mendeleyev, elementleri atom ağırlıklarına göre sıralamaya ve kıyaslamaya başladı. Tekrarlanan özelliklerine göre alt alta sıralayarak ilk iki periyodu yedişer, sonraki üç periyodu ise onyedişer element içeren bir tablo hazırladı. Mayıs 1869'da yayımlanan bu çalışmada bazı yerler, henüz keşfedilmemiş elementler olduğunu düşünülerek boş bırakmıştı. 1871'deki bir makalesinde Mendeleyev, tablosunun güncellenmiş bir sürümünün yanı sıra henüz bilinmeyen bazı elementlere dair öngörülerine yer verdi. 1875'te Paul-Émile Lecoq de Boisbaudran, Mendeleyev'in öngörülerinden habersiz bir şekilde gerçekleştirdiği çalışmalar sonucunda galyum olarak adlandırdığı elementi izole ederek özelliklerini belirlemeye başladı. De Boisbaudran'ın makalesini inceleyen Mendeleyev, kendisine bir mektup göndererek kendisinin öngördüğü eka alüminyum ile galyumun aynı element olduğunu belirtti. De Boisbaudran da bu iddiayı doğruladı. 1879'da Lars Fredrik Nilson, skandiyum adını verdiği ve Mendeleyev'in tablosunda eko bor olarak yer alan elementi keşfetti. Germanyum olarak adlandırılan eka silisyum 1886'da, Clemens Winkler tarafından keşfedildi. Galyum, skandiyum ve germanyumun özellikleri, Mendeleyev'in öngörüleriyle uyuşuyordu. 1895 yılında John William Strutt, yeni bir soygaz (argon) keşfettiğini bildirdi. Bu element periyodik tabloda bilinen hiçbir yere oturtulamadı. 1898 yılında William Ramsay bu elementin klor ile potasyum arasında bir yere konulabileceğini önerdi. Helyum da aynı grubun bir üyesi olarak düşünüldü. Bu grup elementlerinin değerliklerinin sıfır olması nedeniyle sıfır grubu olarak adlandırıldı. Mendeleyev'in periyodik tablosu her ne kadar elementlerin periyodik özelliklerini gösterse de neden özelliklerin tekrarlandığı konusunda herhangi bir bilgi vermemektedir. Atom numarası. 1913'te Antonius van den Broek, elementlerin periyodik tablodaki konumlarının çekirdek yüküne göre belirlendiğini gözlemledi. Ernest Rutherford, bu yükü "atom numarası" olarak adlandırdı. Van den Broek'in bu makalesinde ayrıca, elementlerin elektron sayılarına göre düzenlendiği ilk periyodik tablonun bir gösterimi de yer alıyordu. Henry Moseley, X ışını spektroskopisini kullanarak van den Broek'in öne sürdüğü görüşü deneysel olarak ispatladı. Moseley, alüminyum ile altın arasındaki elementlerin tamamının çekirdek yükünü tespit ederek Mendeleyev'in sıralamasının aslında elementlerin çekirdek yüklerine göre olduğunu belirledi. Bir elementin çekirdek yükünün, proton sayısına eşit olduğunu tespit ederek bu değeri atom numarası ("Z") olarak adlandırdı. Atom numarasının keşfiyle, atom ağırlığı ile kimyasal özellikler arasındaki tutarsızlıklar giderildi. Moseley'in ölümünün ardından kendisinin çalışmalarını devam ettiren Manne Siegbahn, o güne kadar keşfedilen en yüksek atom numarasına (92) sahip element uranyuma kadar olan elementlerin atom numaralarını tespit etti. Moseley ve Siegbahn'ın araştırmalarına dayanılarak 43, 61, 72, 75, 85 ve 87 atom numarasına sahip elementler keşfedilmeyi bekliyordu. 75 atom numaralı element aslında Masataka Ogawa tarafından 1908'de bulunmuş ve "nipponyum" olarak adlandırılmıştı ancak bu elementin atom numarasını hatalı bir şekilde 43 olarak tespit etmişti. 1925'te Walter Noddack, Ida Tacke ve Otto Berg, Ogawa'nın çalışmalarından bağımsız bir şekilde bu elementi yeniden keşfederek renyum olarak adlandırdı. Elektron kabukları. Niels Bohr, Max Planck'ın kuantumlanma fikrinden yola çıkarak elektronların enerji seviyelerinin kuantumlandığını ve yalnızca belirli bir kararlı enerji durumlarına sahip oldukları sonucuna vardı. Elementlerin elektron dizilimleri ile periyodik olarak tekrarlanan özellikleri arasında bir bağ kuran Bohr, 1913 yılındaki makalesinde elementlerin kimyasal özelliklerinin iç elektronlar tarafından belirlendiğini tespit etti. "Halka" olarak adlandırdığı elektron kabuklarını bulmyş ve bunların her birinde en fazla sekiz elektronun olabileceğini belirlemişti. Aynı yıl, bir kuantum atomuna dayanak ilk elektron periyodik tablosunu oluşturdu. Bohr'un teorisindeki kimyasal özellikleri sistematik bir biçimde geliştiren ve düzelten ilk kişi, 1914 ve 1916 yıllarındaki çalışmalarıyla Walther Kossel oldu. Kossel, dış kabuğa elektronların eklenmesiyle periyodik tablodaki yeni elementlerin oluşturabileceğini öne sürmüştü. 1919'daki bir makalesinde Irving Langmuir, "hücre" olarak adlandırdığı orbitallerin varlığından bahsederek bunların sekizer elektron barındırdığını ve günümüzde kabuk olarak adlandırılan "eşit aralıklı katmanlarla" düzenlendiğini belirtti. Bununla birlikte, ilk kabuğun iki elektrondan ibaret olduğunu ifade etmişti. 1921'de Charles Bury, bir kabuktaki sekiz ve on sekiz elektronun kararlı dizimler meydana getirdiğini ve geçiş elementlerindeki elektron dizilimlerinin, dış kabuklarındaki değerlik elektrona bağlı olduğunu öne sürdü. Bu makalesiyle Bury, geçiş metalleri için "geçiş" tanımını kullanan ilk kişi olmuştu. Bohr'un teorisi, Georges Urbain'in "seltiyum" adını verdiği bir nadir toprak elementi olan 72. elementi keşfettiğini duyurmasıyla kanıtlansa da Bury ve Bohr, 72. elementin bir nadir toprak elementi olamayacağını ve zirkonyumun homoloğu olması gerektiğini öngörmüştü. Dirk Coster ile Georg von Hevesy, zirkonyum cehverlerinde yaptıkları araştırmalar sonucunda 72. elementi bularak hafniyum adını verdi. Urbain'in elde ettiği elementin ise saflaştırılmış lutesyum (71. element) olduğu belirlendi. Bu bağlamda, keşfedilen son kararlı elementler hafniyum ile renyum olmuştu. Wolfgang Pauli, Bohr'un elektron dizilimine dair çalışmalarını devam ettirerek 1923'te, iki elektronun aynı dört kuantum numarasına sahip olmayacağını işaret eden bir ilke tanımladı. Bu sayede, her bir kabuğun içerebileceği elektron sayılarına karşılık gelen periyodik tablodaki periyotların uzunlukları (2, 8, 18 ve 32) belirlenmiş oldu. 1925'te Friedrich Hund, modern olanlara yakın elektron dizilimlerini tespit etti. Bu çalışmaların ardından periyodiklik, elementlerin değerlikleri yerine kimyasal olarak etkin ya da değerlik elektron sayısına göre sıralanmaya başladı. Elementlerin elektron dizilimlerini tanımlayan Aufbau ilkesi ilk olarak 1926'da Erwin Madelung tarafından gözlemlense de, ilk olarak Vladimir Karapetoff tarafından 1930'da yayımlandı. 1961'de Vsevolod Kleçkovski, orbitallerin artan "n" + ℓ düzeninde dolduklarını öngören Madelung kuralının ilk kısmını ortaya attı. Bu kuralın tamamı 1971'de Yuri N. Demkov and Valentin N. Ostrovski tarafından tanımlandı. Yapay elementler. 1936 itibarıyla, hidrojen ile uranyum arasındaki tanımlanmamış dört element; 43, 61, 85 ve 87 atom numaralarına sahip olan elementler kalmıştı. 1937'te Emilio Segrè ve Carlo Perrier, önceki elementlerin aksine doğada keşfedilmeden, nükleer reaksiyonlarla sentezlenen ilk element olan 43. elementi elde ederek elemente teknesyum adını verdi. 87. element olan fransiyum, 1939'da Marguerite Perey tarafından keşfedildiğinde, doğada bulunan son element olmuştu. 85. (astatin) ve 61. (prometyum) elementler de sırasıyla 1940 ve 1945 yıllarında yapay olarak sentezlendi. Tamamı yapay olarak sentezlenen uranyum ötesi elementlerden ilki olan 93 atom numaralı neptünyum, Edwin McMillan ve Philip Abelson tarafından 1940'ta, uranyum atomlarının nötron bombardımanına maruz bırakılmasıyla keşfedildi. Glenn T. Seaborg ile ekibi, Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuvarında gerçekleştirdiği çalışmalarla 1941'de plütonyumla başlayan süreçte uranyum ötesi element keşiflerine devam etti ve sanılanın aksine, aktinyumdan sonraki elementlerin geçiş metallerinden çok lantanitlere benzer olduğunu saptayarak bunları aktinit olarak adlandırdı. Bu görüşü daha önceleri Henry Bassett (1892), Alfred Werner (1905) ve Charles Janet (1928) bu düşünceyi daha önceleri dile getirdiyse de fikirleri genel bir kabul görmemişti. 1955'e gelindiğinde, 101. element olan mendelevyuma kadar olan elementlerin tamamı sentezlenmişti. 1960'lar ve 1970'lerde, 102 ile 106 atom numaraları arasındaki elementlerin keşifleri ve adlandırmaları konusunda, Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuvarı ile Ortak Nükleer Araştırma Enstitüsü arasında birtakım çekişmeler yaşandı. Bu elementler, aktinitlerin hafif iyonlarla bombardımana uğratılması sonucu sentelezlenmişti. Uluslararası Temel ve Uygulamalı Kimya Birliği (IUPAC) ile Uluslararası Temel ve Uygulamalı Fizik Birliği (IUPAP) ortaklığında 1985 yılında kurulan Fermiyum Ötesi Çalışma Grubu (TWG), element keşifleri için bazı kriterler belirleyerek bunları 1991'de yayımladı. Bu elementlerin adları, 1997 yılında belirlendi. Fermiyum Ötesi Çalışma Grubu'nun kriterleri, Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuvarı ile Ortak Nükleer Araştırma Enstitüsünün yanı sıra GSI Helmholtz Ağır İyon Araştırma Merkezi ve RIKEN'in sonraki dönemde keşfettiğini duyurduğu elementler için belirleyici oldu. Kriterlere uyduğu belirlenen keşiflerle ilgili olarak kâşiflerin element için ad sunmaları istendi. 2016 itibarıyla, 118. elemente kadar bu durum devam ederek periyodik tablonun ilk yedi sırası tamamlandu. Yuri Oganesyan'ın Ortak Nükleer Araştırma Enstitüsünde geliştirdiği soğuk füzyon (kurşun ve bizmutun ağır iyonlarla bombalanması) yöntemiyle, 1981-2004 yılları arasında 107 ile 112 arasındaki elementler GSI Helmholtz Ağır İyon Araştırma Merkezinde, 113. element RIKEN'de keşfedildi. Oganesyan'ın başında bulunduğu Ortak Nükleer Araştırma Enstitüsü ekibi 1998-2010 yılları arasında, 114 ile 118 arasındaki elementleri sıcak füzyon (aktinitlerin, kalsiyum iyonlarıyla bombalanması) yöntemiyle keşfetti. Grup, periyot ve bloklar. Grup. Dış katman elektron dizilimi aynı olan elementlerin oluşturduğu birliğe grup denir. Gruplar periyodik tablodaki sütunlardır. Aynı gruptaki elementlerin kimyasal özellikleri benzerdir. Gruplar iki şekilde adlandırılır. Birincisi IUPAC'ın önerdiği 1'den 18'e kadar olan sayılardır. İkincisi ise daha sık kullanılan harf (A, B) ve rakamlardan oluşan adlandırmadır. Periyot. Periyodik tablodaki satırlara periyot denir. Toplam yedi periyot vardır. Altıncı periyot 32 elemente sahip uzun bir periyottur, bu periyodun 14 elementi aşağıya taşınmıştır. Bunlara lantanit denir. Aynı şey yedinci periyot için de geçerlidir. Yedinci periyottan ayrılan bölümlere ise aktinit denir. (Periyodik tablonun altında bulunan 2 periyot şeklinde olan yer) Blok. Elementler (hidrojen ve helyum dışında) değerlik orbitallerine göre s, p, d ve f olmak üzere dört ana bloğa ayrılır. s ve p ana grup, d ve f yan grup olarak bilinir. Düzenli değişimler. Periyodik tabloda soldan sağa ya da yukarıdan aşağı gidildikçe düzenli değişen birtakım özellikler vardır. Atom yarıçapı. Atomların büyüklüğü ölçülürken Van der Waals yarıçapı dikkate alınır. Çekirdekle dış katmanlarda bulunan elektronlar arasındaki çekim kuvveti ne kadar büyük olursa atom yarıçapı da o kadar küçük olur. Örneğin ikinci periyot elementlerinden lityumun son katman elektronu 3 protonla çekilirken, florunki 9 proton tarafından çekilir. Bu yüzden soldan sağa gidildikçe yarıçap azalır. Yukarıdan aşağı gidildikçe dış katman elektronları çekirdekten daha uzakta bulunur. Atom yarıçapı artar. İyonlaşma enerjisi. Gaz halde bulunan bir atomdan bir elektron koparmak için gereken enerjiye iyonlaşma enerjisi denir. Soldan sağa gidildikçe çekirdekle son katman elektronları arasındaki çekim kuvveti artacağından iyonlaştırmak için daha fazla enerjiye gerek vardır. O yüzden soldan sağa gidildikçe düzenli olarak artış beklenir ancak 2A ve 5A elementlerinin küresel simetrik özelliğinden dolayı sıralamada yerleri farklıdır. Bir elektronu uzaklaştırmak için gereken enerji, elektronun çekirdekten uzaklığına bağlıdır. Bu sebeple yukarıdan aşağı inildikçe atom yarıçapı arttığından iyonlaşma enerjisi azalır. Elektronegatiflik. Elektronegatiflik, bir atomun kimyasal bağdaki elektronları kendine doğru çekme yeteneğinin bir ölçüsüdür. Doğrudan bir ölçümü yoktur, ancak iyonlaşma enerjisi ve elektron ilgisinin aritmetik ortalaması olarak düşünülebilir. Soldan sağa doğru iyonlaşma enerjisi ve elektron ilgisi arttığından elektronegatiflik artar. Yukarıdan aşağı ise azalır. Diğer özellikler. Bir periyotta soldan sağa doğru gidildikçe; Bir grupta yukarıdan aşağıya inildikçe;
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1908", "len_data": 21924, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.89 }
Plüton (küçük gezegen tanımı: 134340 Pluto; sembolleri: veya ), Kuiper Kuşağı'nda bulunan bir cüce gezegendir. Güneş Sistemi'nde bilinen en büyük cüce gezegen ve Neptün ötesi cisim ve doğrudan Güneş etrafında dolanan en büyük on altıncı cisimdir. 2006 yılına dek gezegen olarak sınıflandırılmaktaydı. Plüton, bünyesinde birçok cisim barındıran Kuiper Kuşağı'nın en belirgin üyelerinden biridir. Plüton, diğer Kuiper Kuşağı üyelerine benzer biçimde taş ve buzdan oluşmaktadır ancak bu kuşaktaki cüce gezegenlere nispeten oldukça küçüktür. Kütle ve hacim olarak Ay'ın yaklaşık olarak beşte biri kadardır. Plüton, eksenindeki dış merkezli eğim sayesinde yörüngesinin yaklaşık olarak 1/6'lık bir kısmında Güneş'e Neptün'den daha yakındır. Plüton, 1930'da keşfedildiğinden 2006 yılına kadar, Güneş Sistemi'nin dokuzuncu gezegeni olarak değerlendirilmiştir. 1970'li yıllardan sonra Güneş Sistemi'nin dışında bir cüce gezegen olan 2060 Chiron saptanana kadar küçük bir gezegen olarak düşünülen Plüton'un gezegenlik durumu tartışılmaya başlanmıştır. 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başlarında Güneş Sistemi'nin dışında Plüton'a benzeyen birçok nesne gözlemlenip 2005'te buna, o sırada Plüton'dan yaklaşık %27 daha büyük olarak değerlendirilen Eris de eklenmiştir. 24 Ağustos 2006'da, Uluslararası Astronomi Birliği (IAU ya da UAB) Güneş Sistemi'nde bir gezegen olmanın koşullarını tanımlamıştır. Bu tanımlamaya göre Plüton kendi komşu bölgesini gezegenimsilerden temizleyemediği için gezegenlikten çıkartılmış, Eris ve Ceres ile birlikte yeni bir küme olan "Cüce Gezegenler" diğer bir adıyla "Kuiper Kuşağı" sınıfına dahil edilmiştir. Böylece Plüton yeniden sınıflandırılmış, küçük gezegenler dizinine eklenmiş ve astronomik adı yani numarası 134340 olarak değiştirilmiştir. Plüton, bazı araştırmacılar tarafından hâlâ gezegen olarak onaylanmaktadır. Plüton'un en büyük uydusu Charon, Plüton'un yarısı büyüklüğündedir ve bazı bilim insanlarınca ikili sistem olarak gösterilir, çünkü yörüngesi başka bir ağırlık merkezinin içinde yer almaz. IAU tarafından Plüton cüce gezegen sınıfına alınana dek geçen sürede, Charon, Plüton'un uydusu olarak kabul edilmiştir. Plüton'un bilinen iki küçük uydusu daha vardır, bunlar Nix ve Hydra'dır. Bu uydular 2005'te saptanmıştır. Ayrıca New Horizons uzay aracı Plüton'un dağlarının 3.500 metre olduğunu bulmuştur ve uydunun içinde Plüton'u bulan kişinin (Clyde Tombaugh) külleri vardır. Bunun nedeni ise bu kişinin Plüton'a giden uydunun fırlatılışını görmeden önce ölmesidir. Keşfi. 1840'ta, klasik mekaniğin kullanılmasıyla, Urbain Le Verrier tarafından Uranüs'ün yörüngesindeki kuşkular analiz edildi ve henüz saptanmamış bir gezegen olan Neptün'ün konumu tahmin edildi. 19. yüzyıldan sonra yapılan gözlemlerde, Uranüs'ün yörüngeleri üzerindeki kuramlar, Neptün'ün ayrı bir gezegen olarak kabul edilmesi konusunu tartışmaya açtı. 1894'te, varlıklı bir Bostonlı olan Percival Lowell, Lowell Gözlemevi'ni kurdu, Lowell'in 1894'te Flagstaff, Arizona'da başladığı astronomik arayışlar sonucunda, Neptün'ün gözlenmesi imkânlı hale geldi ve Neptün Lowell tarafından "X Gezegeni" olarak düşünüldü. Ancak yeni bir X gezegeninin (bilinmeyen gezegen) varlığından daha şüphe ediliyordu. 1909'da, Lowell ve William H. Pickering böyle bir gezegen için çeşitli gök koordinatları önerdi. Lowell'in 1916'daki ölümüne dek yapılan çalışmalardan bir sonuç alınamadı. 19 Mart 1915'te, Lowell Gözlemevi'nde Plüton'un iki fotoğrafının çekilmesine rağmen, bu yeni cisim fark edilemedi. Lowell'in ardından, Constance Lowell'in Percival'le on yıl süren miras hukuku mücadelesi nedeniyle, milyon dolarlık gözlemevi işleyemez duruma geldi. Özetle X Gezegeni 1929'a kadar aranamadı. Bu tarihten sonra Vesto Melvin Slipher, Clyde Tombaugh'a Plüton'u saptama görevini verdi. Kansas'tan gelen Tombaugh, Lowell Gözlemevi'nde Slipher'in yaptığı çizimlerden etkilendi. Tombaugh iki hafta arayla çekilmiş fotoğraf çiftlerinde sistematik imajlama yoluyla, fotoğrafları karşılaştırarak, herhangi bir nesne değişikliği olup olmadığını araştırdı. Araştırmalarında pırıldaklı karşılaştırıcı kullanıyordu. Bu sistem levhaları hızla aşağı ve yukarı yönlerde değiştirerek değişiklikleri saptama metoduna göre işliyordu ve böylece fotoğraflar arasında konum ve görünüşü değişmiş olan herhangi bir nesnenin deviniminin sanal görüntüsü yaratılabiliyordu. 18 Şubat 1930'da Tombaugh, aynı yılın Ocak 23 ve 29'unda çektiği iki imaj arasında önemli bir görüntü devinimi olduğunu fark etti. 21 Ocak'ta çekilen çözünürlüğü iyi olmayan bir fotoğraf da bu yeni cismi onaylıyordu. Daha sonra yapılan dikkatli gözlemler de bu yeni cismi onayladı ve 13 Mart 1930'da Harvard Üniversitesi Gözlemevi Plüton'un saptandığını duyurdu. Adlandırılışı. Bu keşif tüm dünyada yankı uyandırdı. Bu yeni cismi adlandırma hakkına sahip olan Lowell Gözlemevi'ne Atlas'tan Zymal'e kadar 1000'i aşkın isim önerisi geldi. Tombaugh başka bir isim bulunup kalıplaşmadan, bu yeni cismin adlandırılması gerektiğini Slipher'e bildirdi. Slipher önce Zeus adını teklif etti, ardından Percival ve son olarak da kendi ilk adı olan Constance'yi önerdi. Bu öneriler kabul görmedi. Plüton adı o dönemde on bir yaşında Oxfordlu bir öğrenci olan Venetia Burney (1918-2009) tarafından ortaya atıldı. Venetia, gök bilimin yanı sıra klasik mitolojiyle de ilgileniyordu. Plüton'un da muhtemelen karanlık ve soğuk bir gök cismi olduğunu düşündüğü için bu yeni cisme klasik mitolojide "yer altı dünyasının tanrısı" olarak kabul edilen "Plüton" adını önerdi. Bu fikir Oxford Üniversitesinde eski bir kütüphaneci olan dedesi Falconer Madan ile yaptığı bir sohbet sırasında aklına gelmişti. Madan bu düşünceyi, Profesör Herbert Hall Turner'e aktardı. Turner de bu düşünceyi ABD'deki meslektaşlarına aktardı. Cisim resmî olarak 24 Mart 1930'da kabul edildi. Lowell Gözlemevinin her üyesine üç isimden oluşan küçük bir liste sunuldu ve bu listeden bir ismi seçmeleri istendi. İsim adayları Minerva (başka bir astroitin ismi olarak kabul edildi), Kronos (döneminde pek sevilmeyen bir astronom olan Thomas Jefferson Jackson See tarafından önerildiği için değer yitirdi) ve Plüton'du. Plüton oy birliğiyle seçildi. Bu ad 1 Mayıs 1930'da duyuruldu. Bu duyurunun üzerine dedesi Madan, Venetia'ya 5 paund ödül verdi. Yörünge ve dönme. Plüton'un yörüngesi görece dış merkezlidir. Tutulum düzlemiyle 17 derecelik bir açı yapar ve günberide 29,7 AB'den (Neptün'ün yörüngesi içinde) günötede 49,5 AB'ye kadar uzanır. Plüton kendi ekseni etrafında 6,39 Dünya gününde döner. Plüton'un ekseni Uranüs ile benzerlik gösterir, yörüngesel eğimi 120° kadardır. Bu yüzden Plüton'daki mevsimsel değişim uç noktalara ulaşır. Plüton'da gün dönümlerinde yüzeyin dörtte biri aydınlıkken kalan kısım karanlıktır; dörtte üçü aydınlıkken ise dörtte biri karanlıktır. Gezegendeki bir yıl 248,3 Dünya yılına karşılık gelir, yani Plüton'un Güneş'in etrafındaki dönüşü yaklaşık 248 Dünya yılı sürer. X Gezegeni ve Plüton'un gezegen olduğu düşüncesinin ortadan kalkması. Plüton'un küçük oluşu ve yörüngelerindeki çözümsüzlük, Lowell'in X Gezegeni düşüncesi üzerinde kuşkuların ortaya çıkmasına neden oldu. 20. yüzyıl boyunca Plüton'un kütlesi gözden geçirildi. 1978'de, Plüton'un uydusu olan Charon'un keşfiyle Plüton'un kütlesinin ölçümü olası hale geldi. Plüton'un kütlesi Uranüs'ün yörüngelerindeki tutarsızlıklar nedeniyle net hesaplanamasa da kabaca Dünya'nın kütlesinin %0,2'si olarak kabul edildi. Sonraki dönemlerde, X Gezegeni üzerinde Robert Sutton Harrington tarafından önemli çalışmalar yapıldıysa da bu araştırmalar başarısızlıkla sonuçlandı. 1992'de Myles Standish, Voyager 2'nin 1989'da Neptün'e yaptığı uçuşta elde ettiği bilgileri kullanarak Uranüs'ün çekim gücünün Plüton'a etkisini saptadı ve bu bulgu Plüton'un kütlesinde %0,5'lik bir değişime gidilmesi gerektiğini gösterdi. Bu bilgiler, Güneş Sistemi'nde yeni bir X gezegeni olması gerektiği düşüncesini ortadan kaldırdı. Bugüne geldiğimizde, önemli bilim insanlarının çoğu, "X Gezegeni"ni kabul etmemektedir. Bunun yanında, Lowell'in 1915'te konumlandırdığı X Gezegeni'nin verileri; bugün Plüton'un konumlandırılışı ile tutarlılık göstermekte olsa da Ernest W. Brown bunun bir rastlantıdan ibaret olduğunu ortaya koymuştur. Sonuç olarak, "X Gezegeni" Güneş Sistemi'ndeki olması varsayılan "dokuzuncu" gezegeni ifade eder. Plüton'un yörüngesinin Neptün'e tabii oluşu ve bu gezegenin diğer gezegenlere oranla oldukça küçük olması nedeniyle gezegen olarak görülmemesi, X Gezegeni fikrinin ortadan kalkmasına katkı sağlamıştır. Ayrıca Kuiper Kuşağı'nda 70.000'e yakın plütonsu gök cisminin bulunuşu da Plüton'u yalnızca Kuiper'in bir üyesi olarak görmek gerekliliğini doğurmuştur. Hatta 2005'te keşfedilen Eris adlı cismin, Plüton'dan daha büyük olduğu sonucuna varılmıştır. Tüm bunlardan sonra Plüton, 2006 yılında Prag'da gerçekleştirilen Uluslararası Astronomi Birliği toplantısında gezegenlikten çıkarılmış ve cüce gezegen sınıfına koyulmuştur. Plüton, 2008'de alınan yeni bir kararla bu sınıftan da alınarak Plütonumsu sınıfına yerleştirilmiştir. Fiziksel özellikler. Plüton'un yörünge hızı 4,666 km/s ve kütlesi 1,305×1022 kg'dır. Yüzey sıcaklığı yaklaşık -238 C'dir. Plüton'un yüzeyinin bu denli soğuk olmasının sonucunda; zaman zaman sahip olduğu ince atmosfer dahi buz tutar. Plüton'un görsel kadri ortalama 15,1 olup, günberide bu rakam 13,65 olur. Plüton'u görüntülemek için yaklaşık 30 cm diyaframlı için teleskoplar kullanılır; çünkü açısal çapı yalnızca 0,11"'dir. Bugün bile, gelişkin teleskopların Plüton'un yüzey ayrıntılarını tam anlamıyla sunduğu söylenemez. Plüton'dan alınan ilk görseller, 1980'li yıllardan sonra gerçekleşmiştir. Plüton'un büyük bir uydusu olan Charon'un keşfi, bu konudaki çalışmaların önünü açmıştır. Böylece Plüton-Charon sistemindeki tutulmalar sırasında, ortalama parlaklığın değişimi gözlenerek, analizler yapılmıştır. Plüton'da parlak bir ışın noktası yayılımı, tutulma sonrası oluşan karanlıktan daha büyük bir ışın farkı doğurur. Bilgisayarlarla yapılan gözlem işlemlerinin birçoğunda, ışın haritaları yaratılır ve bu yöntem sayesinde değişen parlaklık değerleri takip edilebilir. Günümüzde bilgisayar destekli uzay gözlemlerinin önemli bir bölümü, güncel olarak en yüksek görsel çözünürlük kalitesini sunan Hubble Uzay Teleskobu tarafından yapılmakta, bu sayede birçok ayrıntı önemli oranda görüntülenebilmektedir. Bu haritalar, Hubble'nin çektiği görsellerden en uygun piksellerin seçilip, karmaşık bilgisayar işlemleriyle uyarlanmasıyla oluşturulmuştur. Plüton'un yüzeyi 1994 ve 2003-4 yılları arasında değişime uğramış; kuzey kutup bölgesi aydınlanıp, güney kutup bölgesi kararmıştır. Bunun yanında, Plüton'daki kırmızılık derecesi 2000-2002 arasında önemli ölçüde artmıştır. Bu değişimlerin kaynağının -bir yılı 248 Dünya yılına denk gelen bir cisimdeki- mevsimsel değişimlere bağlı olduğu düşünülmektedir. Plüton'un yörünge eğikliğinin ve yörüngesindeki dış merkezliliğin fazla oluşu; bu mevsimsel değişimin hızlanmasını sağlamıştır. Plüton üzerinde yapılan çalışmalar, cisim yüzeyinin yaklaşık %98'ini karbon monoksit ve metanın da eklenmesiyle, nitrojen buzlarının oluşturduğunu ortaya koymuştur. Plüton'un Charon'a bakan yüzeyi daha çok buz haline gelmiş metan içerirken; diğer yüzü daha çok nitrojen ve karbon monoksit buzlarıyla kaplıdır. Yapı. Hubble Uzay Teleskobu ile yapılan gözlemler sonucunda, Plüton'un yoğunluğunun 1,8 ilâ 2,1 g/cm3 arasında değiştiği; yapısının %30-%50 arasında buz kütlelerinden, %50-%70 arasında ise kayalardan oluştuğu tahmin edilmektedir. Radyoaktif minerallerin ısı sonucunda ayrışmasıyla kayalarının çözünmesi, buz kütlelerinin oluşmasını sağlamıştır. Bilim insanlarına göre Plüton'un iç yapısı farklılıklar göstermektedir. Kayalıklar, buz örtüsüyle çevrilmiş yoğun bir yer çekirdeğinin etrafını sarmaktadır. Yani Plüton'da manto tabakası buzullardan oluşmaktadır. Yer kabuğunun merkezini oluşturan çekirdeğin çapıysa yaklaşık 1.700 km kadardır. Plüton yüzeyindeki ısınımın devam etmesiyle, manto-çekirdek sınırında 100-180 kilometre kadar kalın; bir yeraltı okyanus tabakası oluşmuştur. Kütle. Plüton'un kütlesi 1.31×1022 kg'dır. Bu rakam Dünya'nın yaklaşık 0,002'sine tekabül eder; ayrıca çapı 2.306 (+/- 20) km olan Plüton; bu değerde Ay'ın %66'sı kadardır. Plüton'un atmosferi; katı kütlenin küçüklüğünden dolayı kesin olarak tahmin edilememektedir. Önceleri astronomlar, Plüton'un X Gezegeni olduğunu varsaymıştır. Bunun bir sonucu olarak, başlangıçta Plüton'un kütlesi; Uranüs ve Neptün ile olan etkisi çerçevesinde hesaplanmaya çalışılmıştır. 1955'ten başlayarak Plüton'un kütlesiyle ilgili çeşitli veriler ortaya koyulmuş; 1971'deki çalışmalarda Plüton'un kütlesinin kabaca Mars'tan daha küçük olduğu sonucuna varılmıştır. Ayrıca 1976'da, Dale Cruikshank, Carl Pilcher ve David Morrison'un yaptıkları bir araştırmada, ilk kez Plüton'un yansıtabilirlik derecesini belirlemiştir. Bu da Plüton'un zemin sentezindeki metan buzu faktörünü ortaya çıkarmıştır. Bu, Plüton'un parlak bir gezegen olması anlamına gelmiş, bundan dolayı Plüton'un kütlesinin Dünya'nın kütlesinin %1'inden fazla olamayacağı anlaşılmıştır. -Plüton'un yansıtabilirlik derecesi Dünya'nınkinden 1,3-2,0 kat daha büyüktür. 1978'de Plüton'un uydusu olan Charon'un gözlenmesiyle Kepler'in gezegensel hareket yasalarından yararlanılarak, Plüton-Charon sisteminin kütlesinin hesaplanması olanaklı hale gelmiştir. Böylece Charon'un kütleçekim etkisi hesaplanarak, Plüton'un gerçek kütlesi saptanmıştır. Charon'un keşfi uyarlamalı optik çalışmalarına da izin verdiğinden; Plüton'un gerçek çapının hesaplanmasında da önemli rol oynamıştır. Plüton, Güneş sistemi'ndeki karasal gezegenler dikkate alındığında küçük bir kütleye sahiptir. Hatta gezegenlere ait yedi uydudan da daha hafiftir. Kütlece Plüton'dan büyük olan uydular: Ganymede, Titan, Kalisto, İo, Ay, Europa ve Triton'dur. Plüton'un çapı bir cüce gezegen olan Ceres'ten yaklaşık iki kat daha uzundur. Bu oran, iki cismin kütlesel orantısında da yaklaşık olarak geçerlidir. 2005'te keşfedilen bir cüce gezegen olan Eris'in mi, yoksa Plüton'un mu çapının daha büyük olduğu tartışmalı bir konu olmakla birlikte; kütlesel olarak Plüton'un Eris'ten bir miktar büyük olduğu saptanmıştır. Atmosfer. Plüton'un atmosferi; yüzeyindeki buz kütlelerini oluşturan nitrojen, karbon monoksit ve metan gazlarıyla çevrilidir. Plüton'un yüzey basıncı 6,5-24 μbar değerleri arasında değişmektedir. Cismin yörüngesi; atmosferi üzerinde büyük bir etki yaratır. Bunun bir sonucu olarak, Plüton'un Güneş'e olan uzaklığı arttıkça, atmosferinde buz kütleleri oluşur; hatta oluşan bu kütleler yüzeye doğru düşer. Plüton Güneş'e yaklaştıkça, cismin katı yüzeyinin sıcaklığı artar. Böylece buzlar süblimleşmiş gazlar haline gelir. Yani sera etkisinin tersinde bir hareket oluşur ve yüzeydeki buharlaşma sonucu atmosferde yoğunluk meydana gelir. Oluşan süblimleşme sonucunda ise cismin yüzeyi soğur. Araştırmacılar, bu soğumayla Plüton'daki sıcaklığın 43 K (−230 °C) kadar olduğunu saptamıştır. Güçlü bir sera gazı olan metanın varlığıyla, Plüton atmosferinde oluşan sıcaklık terselmesi sonucunda; Plüton yüzeyinden 10 km yukarı çıkıldığında sıcaklık yaklaşık 36 K daha fazla ölçülür, bununla birlikte cismin alt atmosferindeki metan yoğunluğu, üst atmosferinden daha fazladır. Uydular. Plüton beş adet doğal uyduya sahip olduğu bir uydu sistemi bulunmaktadır. Uydulardan ilk keşfedileni Charon 1978'de James W. Christy tarafından keşfedilmiştir. Diğer küçük uyduları olan Niks ve Hidra ise 2005'te saptanmıştır. Ayrıca, Plüton-Charon sistemi Güneş Sistemi'nin birkaç ikili sisteminin en büyüğü olması bakımından dikkate değerdir. 2011 Temmuz'unda Hubble Uzay Teleskobu tarafından çapı 13 ile 34 km arasında olan Kerberos adında 4. uydu keşfedilmiştir. 7 Temmuz 2012'de Styx isimli 5. uydu da keşfedilmiştir. Çapı yaklaşık 10–25 km. arası olarak tespit edilmiştir. Plüton'un uyduları, diğer gözlemlenen sistemler göz önüne alındığında Plüton'a oldukça yakındır. Bu özelliğinden dolayı Plüton sistemi, araştırmacılar tarafından: "Son derece yoğun ve büyük ölçüde boş" bir sistem olarak nitelendirilir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1909", "len_data": 16060, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.68 }
Venus, Veneridae familyasına bağlı bir hayvan cinsidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1910", "len_data": 55, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 2.74 }
Venüs, Güneş Sistemi'nde Güneş'e uzaklık bakımından ikinci sıradaki, sıcaklık bakımından ise birinci sıradaki gezegendir. Güneşe uzaklık bakımından ikinci sırada olmasına rağmen en sıcak gezegen olmasının nedeni de atmosferinin gelen güneş ışınlarının dışarı çıkmasına izin vermemesidir. Ayrıca Zühre, Çolpan veya Çoban Yıldızı olarak da bilinir. Bu gezegen adını Eski Roma tanrıçası Venüs (Eski Yunan Mitolojisi'nde Afrodit)'ten almıştır. Venüs'ün astronomik sembolü ise kadınlık sembolü ile aynıdır. Venüs, kendi ekseni etrafında, Güneş Sistemi'ndeki diğer tüm gezegenlerin aksi istikametinde döner. Güneş etrafındaki dönüşünü 224,7 Dünya gününde tamamlar. Büyüklüğü açısından Dünya ile benzerlik gösterdiğinden Dünya ile kardeş gezegen veya dünyanın ikizi olarak da bilinmektedir. Gökyüzünde Güneş'e yakın konumda bulunduğundan ve yörüngesi Dünya'nınkine göre Güneş'e daha yakın olduğundan, yeryüzünden sadece Güneş doğmadan önce veya battıktan sonra görülebilir. Bu yüzden Venüs, Akşam Yıldızı, Sabah Yıldızı veya Tan Yıldızı olarak da isimlendirilir. Çoban Yıldızı da denmektedir. Görülebildiği zamanlar, gökyüzündeki en parlak cisim olarak dikkat çeker. Venüs'ün tanınmasının tarihçesi. Venüs, Ay, Güneş, Merkür, Mars, Jüpiter ve Satürn ile birlikte, görünür hareketlerinin diğer yıldızlardan farklılığıyla tanınan 7 gök cisminden biri olarak gösterilir. Bu yönüyle, antik gök bilim için olduğu kadar astroloji açısından da önem taşıyan gezegen, birçok dilde haftanın yedi gününe adını veren gök cisimlerinden biri olarak, tarih öncesinden günümüze insan kültüründe yerini korumuştur. Günümüze ulaşan en eski gök bilimsel belge olan ve MÖ 7. yüzyıla ait olduğu sanılan Ammi-Şaduqa Venüs tabletinde Babillilerin MÖ 1700-1400 yılları arasında yaptıkları Venüs gözlemlerinden söz edilir. Eski Mezopotamya, Orta Amerika ve Uzak Doğu kültürlerinde Venüs'ün önemli bir yeri olmuştur. Eski Yunan'da sabah yıldızı olarak görüldüğünde 'Phosphorus', akşam yıldızı olarak görüldüğünde ise 'Hesperus' olmak üzere iki ayrı ad taşımaktaydı. Pisagor sayesinde bu iki yıldızın aslında aynı gök cismi olduğunu öğrenen ilk çağ dünyası, Venüs ve Merkür'ün Güneş çevresinde döndüğünü ileri süren Herakleitos ile ilk kez güneş merkezli görüş ile tanıştı. Venüs'e gönderilen uzay araçları. Mariner 10, Merkür gezegenine doğru yolculuğuna devam ederek bu gezegeni ziyaret eden ilk ve tek uzay aracı oldu. Yörünge değişikliği amacıyla bir gezegenin kütleçekim yardımından yararlanan ve aynı zamanda art arda iki gezegeni başarı ile ziyaret eden ilk uzay sondası olma özelliğini kazandı. Şu anda Güneş çevresinde yörüngede dolanmaktadır. Adlandırma. Bir tanrıçanın adını taşıyan tek gezegen olması nedeniyle, Venüs ile ilgili adların, kadın adları arasından seçilmesine özen gösterilmektedir. Bu yaklaşıma tek istisna, gezegen üzerindeki en yüksek dağa İskoç bilim insanı James Clerk Maxwell'in adının verilmiş olmasıdır. Uluslararası Gökbilim Birliği'nin (IAU), Venüs üzerindeki yüzey şekillerinin adlandırılmasında uyulmasını önerdiği kurallar şöyledir: Gözlem koşulları. Venüs, Güneş çevresinde yaklaşık 224 gün süren dolanma süresine karşın yörüngesinin Dünya yörüngesine yakınlığı nedeniyle 584 gün gibi uzun bir kavuşum dönemine sahiptir. Gökyüzündeki görünür hareketini tamamlaması bir buçuk yılı geçer. Bir alt gezegen olması nedeniyle her zaman Güneş'e yakın konumdadır ve gözlenmesi için en uygun saatler gün doğumundan önce ya da gün batımından sonradır. 'Sabah yıldızı' ve 'akşam yıldızı' adları bu nedenle verilmiştir. -4,4 kadir derecesine varabilen parlaklığı ile en parlak yıldızlardan ve diğer tüm gezegenlerden çok daha parlaktır. Güneş ve Ay'dan sonra gökyüzünün en parlak cismidir. Bu nedenle güneş ışınlarının Venüs'ün görülmesine izin vermediği alt ve üst kavuşum dönemleri dışında yılın büyük bir kısmında rahatlıkla izlenir. Merkür'e oranla çok daha yüksek uzanımlara (en uygun koşullarda 48°) çıkabildiği için gün içinde izlenebildiği süre de daha uzundur ve uygun dönemlerde akşam gün battıktan sonra veya sabah gün doğmadan önce 4 saat kadar ufkun üzerinde kalabilir. En parlak dönemlerinde güneş ufkun üzerinde iken bile görülmesi mümkündür, hatta alışkın gözler gün ortası saatlerinde dahi Venüs'ü yakalayabilir. Aysız gecelerde, kent ışıklarından yeterince uzaklaşılabilirse, insan gözünün Venüs ışığının çevreye verdiği aydınlığı hissedebildiği ve yarattığı gölgelerin fark edilebildiği de söylenir. Venüs'ün dünyaya en yakın olduğu dönemlerde 1 yay dakikayı geçen görünür çapı insan gözünün ayırma gücü sınırındadır ve duyarlı gözlerin gezegenin hilal evresini ayırt edebilmesi olasıdır. Tam güneş tutulmaları çok kısa süre için de olsa, Venüs'ün güneşe çok yakın konumda olduğu kavuşum dönemleri civarında bile gezegenin gün ortasında çıplak gözle izlenebilmesine olanak sağlar. 1999 tam güneş tutulması sırasında bu durum gerçekleşmiştir. Evreler. Bir teleskop ile izlendiğinde Venüs'ün Ay gibi evreleri olduğu görülür. Gezegenin Güneş'in arkasında ve yeryüzüne en uzak durumda olduğu üst kavuşum anında, görünen yüzeyinin tümü aydınlandığından ışıklı bir daire şeklinde 'dolun' evresi söz konusudur. Bu aynı zamanda uzaklık nedeniyle Venüs'ün görünür çapının en az olduğu dönemdir. En yüksek uzanım anında gezegen bir yarım daire şeklinde görülür. Güneş ile yer arasında kaldığı dönemlerde ise karanlık yüzünü göstererek bir 'hilal' şekli alır. Hilalin en ince olduğu dönemler gezegenin Dünya'ya en yakın olduğu ve görünür çapının en büyük olduğu dönemlerdir; ancak bu esnada güneş ışınları gezegenin görülmesini engeller. Parlaklık. Bir alt gezegen olması nedeniyle Venüs'ün yeryüzünden izlenebilir parlaklığı iki değişkenin ilişkisi ile belirlenir: Venüs Dünya'ya en yakın konumda iken dünyaya dönük yüzünün tümüyle karanlıkta kalması, aydınlanan yüzünün tamamının görülebildiği 'dolun' evresinde ise, en uzak dolayısıyla en küçük görünür boyutta olması nedeniyle yeterince parlak değildir. Gezegenin gözlemciye en fazla ışık gönderebildiği konumu, görünür aydınlık yüzeyin en fazla olduğu %30 aydınlık (hilal ile yarım evre arası) evresidir. Venüs atmosferinin neden olduğu gözlem özellikleri. Gündüz-gece çizgisi üzerinde kalan Venüs atmosferinin güneş ışınları ile aydınlanması, gezegenin evresinin beklenenden daha büyük olarak algılanmasına neden olur. Venüs'ün herhangi bir dönemde Güneş'le yaptığı açıya dayanarak hesaplanan evre ile gözlenen evresi arasındaki bu 'faz kayması' bazen 3 günü bulur ve Schröter etkisi olarak adlandırılır. Venüs'ün karanlık yüzünün yeryüzüne dönük olduğu alt kavuşum anında, arkadan aydınlanan atmosferin, ortası karanlık bir halka şeklinde görülebildiği saptanmıştır. Yine alt kavuşum anına yakın günlerde gezegenin karanlık yüzünde çok hafif bir aydınlanma hissedilebilir. 'Küllenmiş ışık' adı verilen bu olay, 1640'lardan bu yana bilinmektedir. Bugüne dek çok değişik açıklamalar getirilmiş olmasına rağmen nedeni bilinmeyen bu atmosfer aydınlanmasının, elektriksel etkinliklerle veya kutup ışıklarına benzer bir mekanizma ile ortaya çıkabileceği öne sürülmüştür. Venüs atmosferi gaz küreler gibi diferansiyel dönme (Kutup ve Eşlek-ekvator- bölgelerinin farklı hızlarda dönmesi) gösterir. Venüs'ün atmosferinde sürekli olarak devam eden asit yağmurları yağmaktadır. Genellikle Venüs kükürt nedeniyle çok sıcak bir iklime sahiptir. Venüs'ün Güneş geçişleri. Venüs yaklaşık 20 ayda bir alt kavuşum konumundan geçtiği halde, yörüngesinin tutulum düzlemine 3,39 derecelik bir açı yapması nedeniyle güneş diskinin önünden geçişi nadiren gerçekleşir. Venüs yörüngesinin tutulum düzlemini kestiği noktalar, yani yörüngenin çıkış ve iniş düğümleri ile Güneş ve Yer'in düz bir çizgi üzerinde yer almasını gerektiren bu durum yaklaşık her yüzyılda 2 kez, 8 yıl aralıklı çiftler şeklinde gözlenir. (1761-1769, 1874-1882, 2004-2012, 2117-2125 gibi). Tüm geçişler, düğümlerin Yer yörüngesindeki izdüşümlerine denk gelen Haziran ve Aralık ayları içinde olur. Daha yakından incelendiğinde geçişlerin düzenlerinin 243 yıllık bir döngü içerisinde yinelendiği dikkati çeker. İçinde bulunduğumuz binyılda, bu döngü 113,5-8-121,5-8 yıllık aralıklar şeklinde tekrarlanmaktadır. Venüs'ün geçişi, Güneş diski üzerinde küçük bir siyah beneğin ilerlemesi şeklinde izlenir ve en fazla 7 saat kadar sürer. Güneş Sistemi'nde Venüs'ün özel yeri. Bazı özellikleri, Venüs'ü eşsiz kılmaktadır: Venüs kendine ait fizistrospedi parçalama özelliğine ve trospinakolitan perazmına sahiptir Atmosferindeki hayat olasılığı. Venüs'ün bulutlarında çok dirençli mikroorganizmalar olabileceğine dair bazı göstergeler bulunmaktadır. El Paso'daki Texas Üniversitesinden Dirk Schulze-Makuch ve Louis Irwin'e göre bunlar, diğer şeylerin yanı sıra bazı gazların yokluğunu veya varlığını açıklayabilir. Ayrıca Pioneer-Venus 2'nin büyük daldırma sondası, Venüs'ün bulutlarında bakteri boyutunda parçacıklar buldu. Cardiff Üniversitesinden Profesör Jane Greaves yönetimindeki ekibin Venüs atmoserindeki fosfin miktarı ile ilgili akademik makaleleri, 14 Eylül 2020'de Nature Astronomy dergisinin websitesinde yayınlandı ve bu dergideki makaleye gönderme yaparak The Royal Astronomical Society tarafından aynı gün açıklandı. Prof Greaves ve ekibi, Hawaii'deki James Clerk Maxwell Teleskobu ile yaptıkları gözlemlerde Venüs atmosferinde yüksek miktarda fosfin molekülüne rastladıktan sonra, bu gözlemin öneminden dolayı Şili'deki Atacama Large Millimeter/submillimieter Array (ALMA) tesisindeki 45 teleskopla gözlemlerini kontrol etme imkanı buldular. Bu gözlem, fosfin gazının özelliklerinden dolayı önemliydi: Fosfin gazı, canlı içermeyen süreçlerde (endüstriyel bir üretim yoksa) ancak çok az miktarda üretilebiliyordu. Bu yüzden de eldeki veriler daha detaylı incelemeye tabi tutuldu. Elde edilen veriler üzerinden, Kyoto Sangyo Üniversitesinden Prof Hideo Sagawa tarafından hesaplamalara göre Venüs atmosferinin gözlemlenen kısmında her 1 milyar molekülde 20 molekül fosfin olduğu anlaşıldı. MIT'den Prof William Bains'in liderliğinde yapılan çalışmalarda, Prof Greaves'ın tespit ettiği miktarın cansız süreçlerle ortaya çıkıp çıkamayacağı kontrol edildi. Yapılan hesaplamalarda, cansız süreçlerin bu miktarın ancak 10.000'de birini üretebileceği ortaya konuldu. Bu sebeple, Venüs atmosferindeki fosfin miktarı, gezegende hayat olduğunun muhtemel işareti olarak değerlendiriliyor. Çalışmaları yürüten bilim insanları, bu araştırmada ortaya çıkan verilerin Venüs'te hayat olduğunu kesin olarak göstermediğini ve daha fazla veriye ihtiyaç olduğunu belirtiyorlar. Ancak fosfin üretimi ile ilgili bilinen kimyasal tepkimeler göz önüne alındığında, Venüs gezegeninde fosfin üreten mikroorganizmaların varlığı ciddi bir ihtimal olarak değerlendiriliyor.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1911", "len_data": 10659, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.61 }
Topoloji, matematiğin ana dallarından biridir. Yunancada yer, yüzey veya uzay anlamına gelen topos ve bilim anlamına gelen logos sözcüklerinden türetilmiştir. Topoloji biliminin kuruluş aşamalarında yani 19. yüzyılın ortalarında, bu sözcük yerine aynı dalı ifade eden Latince "analysis situs" ür. Bir homeomorfizmaya örnek olarak, bir üçgenin (içi boş) bir çembere ya da bir çay bardağının, çay tabağına dönüşümü verilebilir. Bunu geometrik olarak görmek çok kolaydır. Gerçekten çay bardağı ya da tabağından birinin kauçuktan yapıldığını düşünürsek, cismin bütünlüğünü bozmadan, çekip uzatarak ve/veya eğip bükerek diğer cisme dönüştürebileceğimizi görürüz. Benzer şekilde kulplu bardak ve simidin birbirlerine aynı yöntemle dönüştürülebileceğini de görebiliriz. Özellikle 19. yüzyılın sonlarına doğru Henri Poincaré'nin çalışmalarıyla ulaşılabilmiş maksimum göreceli temellerine oturtulan topoloji, 20. yüzyıl boyunca gelişmiş ve çeşitli altdallara ayrılmıştır. En temel altdal olan nokta-küme topolojisi, topolojiyi kümeler teorisi düzeyinde inceler; tıkızlık, bağlantılılık, ayrılabilirlik, sayılabilirlik gibi temel kavramlarla ilgilenir. Cebirsel topoloji altdalı, homotopi, homoloji gibi cebirsel-topolojik kuramlar aracılığıyla topolojik uzayları inceler. Türevli topoloji, üzerinde türev işleminin tanımlanabildiği uzayları, örneğin çokkatlıları, türevlenebilir gönderim (konumun analizi) deyimi kullanılıyordu. Topoloji sözcüğü bir topolojik uzayı tanımlamak için inşa edilen ve belli koşulları sağlayan kümeler ailesi için de kullanılır. Aşağıdaki matematiksel tanımda bu koşullar sıralanmıştır. Topolojik yapı, geometri bağlamında bir kümenin üzerine konabilecek en basit yapı olarak görülebilir. Başka bir deyişle, topoloji, geometri yapmak için atılan ilk adımdır. Üzerine topoloji konmuş iki küme arasındaki geçiş, ancak topolojileri gözeten ve sürekli denen gönderimlerle olasıdır. İki topolojik uzayın denkliği, aralarında topolojiyi koruyan ve "topolojik eşyapı" ya da homeomorfizma denen sürekli bir gönderimin varlığıyla ortaya çıkar. Kabaca, bu tür gönderimler topolojik nesneleri yırtmadan ve koparmadan, eğip bükerek sürekli bir biçimde bir başka nesneye dönüştürler aracılığıyla inceler. Düşük boyutlu topoloji, 2, 3, 4 boyutlu çokkatlıları inceler. Kısacası, topoloji sözcüğünün başına gelen sözcük, altdalın hangi matematiksel yapıları kullanarak topolojik uzayları incelediğini belirtir; örneğin geometrik topoloji, simplektik topoloji, kontakt topoloji vs. Matematiksel tanım. X herhangi bir küme, T ise X kümesinin altkümelerinin bir kısmından oluşan bir küme olsun. Eğer T aşağıdaki koşulları sağlıyorsa T'ye X'in üzerinde bir topoloji denir: Bu koşulların sağlanması durumunda T ile donatılmış X kümesine bir topolojik uzay denir. T'ye dahil olan her bir altkümeye açık (ya da X'te açık) denir. Tanım gereği, boşküme, X, herhangi sayıda altkümenin birleşimi, sonlu altkümenin kesişimi açık altkümelerdir. Bir altkümenin tümleyeni T'nin içindeyse o altkümeye kapalı denir. Dolayısıyla, boşküme ve X aynı zamanda kapalı altkümelerdir. Tüm bu tanımlardan yola çıkarak bir topolojik uzayda herhangi sayıda kapalı altkümenin kesişimi ve sonlu sayıda kapalı altkümenin birleşiminin kapalı olduğu kolaylıkla gösterilebilir. T topolojisine dahil olan altkümelere açık denmesi, çok daha eski bir geleneğe dayanmaktadır. Gerçel sayılar çizgisi, üzerindeki uzaklık (metrik) kavramıyla birlikte düşünüldüğünde standart bir topolojik uzay örneğidir: bu uzayda bir noktaya olan uzaklıkları belli bir sayıdan küçük olan noktaların kümesine geleneksel olarak "açık aralık" denir. Bu tür açık aralıklar (ve herhangi sayıda birleşimleri) gerçel sayılar çizgisinin standart topolojisinin içinde yer alır. Benzer biçimde, bir düzlemin üzerine açık yuvarlar aracılığıyla kurulacak topoloji, geleneksel Öklit düzlemini verecektir. 'Gerçel sayılar topolojik uzayı'ndan kendisine herhangi bir fonksiyonun sürekli olması, analizdeki (kalkülüs) geleneksel süreklilik tanımıyla tamamen aynıdır. Bir topolojik uzayın (X) bir altkümesi (A) üzerinde, uzayın topolojisi sayesinde bir topoloji kurulabilir. X'te açık herhangi bir kümenin A ile kesişimine A'da açık diyerek oluşturulan topolojiye altuzay topolojisi (tetiklenen topoloji) denir. Örneğin, Öklid düzleminde yatan bir üçgen, tetiklenen topoloji sayesinde sezgisel olarak beklediğimiz topolojik uzay yapısına kavuşur: üçgenin üzerine çizilen açık bir aralık, "üçgende açık" olacaktır. X ve Y adlı iki topolojik uzay ve X'ten Y'ye giden bir "f" gönderimi için, Y'deki herhangi bir açık altkümenin "f" altında ters görüntüsünün X'te açık olması durumunda "f" gönderimine sürekli gönderim denir. İki topolojik uzay arasında birebir, örten, tersi ve kendisi sürekli bir gönderime "topolojik eşyapı" ya da "homeomorfizma", bu uzaylaraysa "eşyapısal" ya da "homeomorfik" denir. Örneğin, düzlemde yatan bir üçgenle bir çember ya da 3 boyutlu Öklit uzayında yatan bir simitle bir kulplu bardak (bulundukları uzaydan tetiklenen topolojileriyle) birbirlerine homeomorfiktir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1912", "len_data": 5023, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 4.03 }
Cahit Arf (24 Ekim 1910, Selânik - 26 Aralık 1997, İstanbul), Türk matematikçi ve bilim insanı, eski TÜBİTAK Bilim Kolu başkanıdır. 1948'de İnönü Ödülü'nü, 1974'te TÜBİTAK Bilim Ödülü'nü kazanmıştır. 1980 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi ve Karadeniz Teknik Üniversitesi Onur Doktorası, 1981'de de ODTÜ Onur Doktorası'nı almıştır. 1990 yılında Cahit Arf'ın onuruna Sayılar Teorisi üzerine uluslararası bir sempozyum düzenlenmiştir. İleri düzeyde araştırmalar yaptığı Halkalar ve Geometri üzerine ilk konferanslar da 1984'te İstanbul'da yapılmıştır. 2009 yılından itibaren 10 Türk lirası üzerinde Arf'ın sureti ve formülü bulunmaktadır. Hayatı. Cahit Arf 1910 yılında, Selanikte doğmuştur. İlkokulu o yıllarda Sultani adı verilen liselerin ilk kısmında okumuş, daha beşinci sınıftayken tanıştığı genç bir öğretmen onun matematikle ilgilenmesini sağlamıştır. Lisenin orta kısmına geldiğinde artık okul arkadaşlarının çözemediği matematik sorularını çözen Cahit Arf'ın bu yeteneği ailesi ve hocalarının ilgisini çekmiş ve Paris'teki St. Louis Lisesi'nde okumak üzere ailesi tarafından Fransa'ya gönderilmiştir. Üç yıllık lise tahsilini iki yılda bitirip Türkiye'ye geri dönen Cahit Arf o sıralarda Türk hükûmeti tarafından yükseköğrenim görmek üzere sınavla Avrupa'ya gönderilecek aday öğrenciler arasına alınmıştır. Yüksek öğrenimi. Yükseköğrenimini Fransa'da Ecole Normale Superieure'de 1932'de tamamlamıştır. Bir süre Galatasaray Lisesi'nde matematik öğretmenliği yaptıktan sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde doçent adayı olarak çalışmıştır. Doktorasını yapmak için Almanya'ya gitmiştir. 1938 yılında Göttingen Üniversitesi'nde doktorasını bitirmiştir. Kariyeri. Cahit Arf Türkiye'ye döndüğünde İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde profesör ve ordinaryüs profesörlüğe yükseldi ve 1962 yılına kadar çalıştı. Daha sonra Robert Koleji'nde matematik dersleri vermeye başladı. 1964 yılında Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) ilk bilim kurulu başkanı oldu. Daha sonra gittiği Amerika Birleşik Devletleri'nde araştırma ve incelemelerde bulundu; Kaliforniya Üniversitesi'nde konuk öğretim üyesi olarak görev yaptı. Türkiye'de yaşamak istemesi üzerine kendi isteğiyle 1967 yılında Türkiye'ye döndü. Döndükten kısa bir süre sonra Kanada ve Amerika'daki üniversitelerden konuk öğretim üyesi olarak teklifler aldı. Ancak kendisi bu tekliflere cevap veremeden Orta Doğu Teknik Üniversitesinden gelen telefon bu üniversiteye atandığını ve uçak biletinin yolda olduğunu söylüyordu ve artık Orta Doğu Teknik Üniversitesinde göreve başlamıştı. 1980 yılında emekli oldu. Emekliye ayrıldıktan sonra TÜBİTAK'ın kurulmasında çok emeği geçti ve TÜBİTAK'a bağlı Gebze Araştırma Merkezi'nde görev aldı. 1983-1989 yılları arasında Türk Matematik Derneğinin başkanlığını yaptı. Arf, İnönü Armağanı'nı (1943) ve TÜBİTAK Bilim Ödülü'nü kazandı (1974). Bu ödülü alırken yaptığı konuşmada 'Bilim insanının amacı anlamaktır' hemen ardından 'ama büyük harflerle anlamaktır' sözüyle kendine göre bilim insanını açıklamıştır. Onuruna yapılan cebir ve sayılar teorisi üzerine uluslararası bir sempozyum, 1990'da 3-7 Eylül tarihleri arasında Silivri'de gerçekleştirilmiştir. Halkalar ve geometri üzerine ilk konferanslar da 1984'te İstanbul'da yapılmıştır. Arf, matematikte geometri kavramı üzerine bir makale sunmuştur. Cahit Arf, 26 Aralık 1997 tarihinde ağır bir kalp hastalığı nedeni ile ölmüştür. Çalışmaları. Cahit Arf, cebir konusundaki çalışmalarıyla dünyaca ün kazanmıştır. Sentetik geometri problemlerinin cetvel ve pergel yardımıyla çözülebilirliği konusunda yaptığı çalışmalar, cisimlerin kuadratik formlarının sınıflandırılmasında ortaya çıkan değişmezlere ilişkin Arf değişmezi ve Arf halkaları gibi literatürde adıyla anılan çalışmaların yanı sıra "Hasse-Arf Teoremi" adı ile anılan teoremi matematik bilimine kazandırmıştır. "Arf Sabiti" ve "Arf Kapanışları" gibi terimleri buldu. formula_1 Hakkında düzenlenen konferanslar. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Matematik Bölümü'nde her sene Arf adına ve anısına özel bir konferans düzenlenmektedir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1913", "len_data": 4059, "topic": "SCIENCE_TECHNOLOGY", "quality_score": 3.45 }
Macaristan (, ), Orta Avrupa'da Karpatlarda kurulu olan ve denize kıyısı olmayan bir ülkedir. Komşuları; batıda Avusturya ve Slovenya, kuzeyde Slovakya, doğuda Romanya ve Ukrayna, güneyde Sırbistan ve Hırvatistan'dır. Başkenti Budapeşte olan Macaristan, OECD, NATO, AB, Vişegrad Grubu ve Schengen üyesidir. Ülkedeki resmî dil, Fin-Ugor dillerinden olan ve Avrupa Birliği'nin 24 resmî dilinden biri olan Macarcadır. Bu bağlamda Macarca, Avrupa Birliği'nde Fince, Estonca ve Maltaca ile beraber Hint-Avrupa dillerinden olmayan dört dilden biridir. Hüküm süren Kelt (MÖ 450 sonrası) ve Roma (MÖ 9 - 5. yüzyıl) dönemlerinden sonra Macaristan'ın kuruluşu 10. yüzyılda Doğu Roma tarafından 1000 yılında tahta oturtulan I. István'ın büyük büyükbabası Árpád önderliğinde Macarların Asya'dan bölgeye gelişiyle Macaristan tarihi başlamaktadır. Macar Krallığı çeşitli kesintilerle de olsa 946 yıl varlığını sürdürdü. Bu süreçte de Batının kültürel merkezlerinden biri oldu. Zamanının süper güçlerinden olan Macaristan, ittifak devletleriyle girdiği I. Dünya Savaşı'nı kaybedince ülke topraklarının üçte ikisinden fazlasını 3.3 milyon etnik Macar halkıyla beraber kaybetti. Buna neden olan ve 1920 yılında imzalanan Trianon Antlaşması, Macar tarihinin en kötü olaylarından biri olarak kabul edildiği gibi, ağır şartlarıyla bilinmektedir. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası ile birlik olan Macaristan, bunun ardından Sovyet Rusyası tarafından ele geçirildi ve 1947 ile 1989 yılları arasında komünist yönetimi benimsedi. Bu dönemde Macaristan, 1956 Macar Devrimi gibi olaylarla uluslararası bir tanınırlık elde etti. 1989 yılındaki devrimle Doğu Bloku'nun çökmesiyle sınırlarını Avusturya'ya açtı. Bu yıldan sonra da parlamenter cumhuriyet sıfatını elde etti. Bugün ülke geniş gelire sahip bir ekonomi barındırmaktadır. Ayrıca bölgesel bazı kaynakları da tekelinde bulundurmaktadır. Önceki on yılda Macaristan dünyanın onuncu dinamik ekonomisi olarak gösterildiği gibi dünyanın on beş turistik merkezinden biridir. Aynı şekilde başkent Budapeşte, dünyanın en güzel kentlerinden biri olarak gösterilmektedir. Ülkedeki Hévíz Gölü, dünyanın en büyük ikinci kaplıcasıdır. Yine Balaton Gölü, Orta Avrupa'daki en büyük göldür. Son olarak Hortobágy, Avrupa'nın en geniş otlağıdır. Coğrafya. Macaristan Yaylası ("Felföld"). Macaristan'ın kuzey kesimleri dağlık bir bölgedir. Doğu komşusu Romanya'nın kuzey sınırından içeri giren bu dağ zinciri batıya doğru uzanarak Avusturya Alpleri ile birleşir. Ama bu dağlar akarsulara sık sık geçit veren sayısız birtakım tepelere parçalanmıştır. Dağların en yüksek noktası Kekeş Tepesi'dir (1.014 m). Yer yer vadilerle yarılan dağların yamaçları sık ormanlarla kaplıdır. Tepelerden vadilere inildikçe "lös" adı verilen kil ve kum karışımı sarı renkli balçıkla kaplı araziler görülür. Bunlar çok verimli topraklardır. Bağlar, meyve bahçeleriyle dolu olan vadilerde sırtlarını yamaçlara dayamış kasabalara rastlanır. Tuna Nehri'nin batısında Bakony Ormanları bulunur. Macar Denizi diye anılan Balaton Gölü'ne kadar uzayan bu dağlık bölge çoğunlukla kireçtaşından oluşmuş bir yayladır. En yüksek tepesi Kőröshegy Dağı'dır (713 m). Buralarda da tepeler ormanlarla kaplı olup vadiler tarıma ayrılmıştır. Vadilerde de yer yer lös toprağına rastlanır. Balaton Gölü'nden güneye doğru, Sırbistan sınırı yakınlarında Mecsek Dağları (En yüksek noktası 682 m) bulunur. "Felföld" diye anılan Macaristan Yaylası burada sona erer. Macaristan Ovası ("Alföld"). Batı Macaristan Ovası'nda ilk planda tepelerin çokluğu göze çarpar. Buralarda akarsular bulanık ve çamurludur. Bunlardan daha çok ormandan kesilen ağaç kütüklerini taşımak için faydalanılır. Tuna'ya dökülen Raba, Repce ve Marcal nehirleri arasında kalan topraklarda buğday ekimi yapılır. Tuna'yı geçip doğuya ilerlendikçe Büyük Alföld denilen karakteristik Macar Ovası ile karşılaşılır. Macar halkının yarısını barındıran baştan başa düz, engin bir çayırdır. Büyük Alföld'de büyük ısı farkları göze çarpar. Kuzeyde dağlarla çevrili olduğu için yazın şiddetli sıcaklar olur. Kışın ise dondurucu rüzgârlar ovayı kaplar. Karpatlar'dan inen Tisza Nehri ovayı enlemesine keserek güneyde Sırbistan'a girer (Voyvodina Özerk Bölgesi) ve orada Tuna'ya karışır. Büyük miktarda çamuru da birlikte sürükleyen bu ırmak, ilkbahar taşkınları sırasında oldukça geniş bir çevreyi sular altında bırakır. Yazın kızgın güneşle kuruyan bu çamurlar Tuna ile Tisza arasındaki bölgenin karakteristik manzarasıdır. Kuzeydoğuda Romanya sınırına yakın Debrecen dolaylarında buna benzer kumlu, balçıklı yerlere rastlanır. Tarıma çok elverişli löslü topraklar çoğunluğu meydana getirirler. Macaristan'ın tarım yönünden zenginliğinin belli başlı kaynağı bu bereketli ovalardır. İklim. Sıcaklık, ocak ayında -1 ila 2 derece arasındadır. Yaz aylarında ise sıcaklık en fazla 29 dereceye kadar yükselir. Denize kıyısı olmadığı için ülkede karasal iklim hâkimdir. Siyaset. Macaristan üniter bir cumhuriyettir. Parlamento tarafından her beş yılda bir seçilen devlet başkanının rolü semboliktir; ancak görevleri arasında başbakanı atamak vardır. Başbakan ise hükûmet üyelerini seçer ve görevden alır. Her bakan adayı, devlet başkanı tarafından bir formalite olarak onaylanmalıdır. Yasama organı ("Országgyűlés") 2014'ten bu yana 199 üyelidir. 1999-2014 yılları arasındaki 386 üyeli işleyiş, 2011'de başlayan bir dizi yasal değişiklik ve 2012'de yürürlüğe giren yeni anayasa ile değişmiştir. Aynı şekilde seçim sistemi de yenilenmiş ve ilk kez 2014 seçimlerinde yürürlüğe giren seçim sistemiyle, 2010'dan beri iktidarda olan Fidesz partisinin hakimiyeti artmıştır. Son yasal değişiklikler Macaristan'da demokrasinin otoriterleştiği tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Bir siyasi parti parlamentoya girebilmek için oyların en az %5'ini almalıdır. Macaristan'da milletvekili seçimleri 4 yılda bir yapılır. 15 üyeli Anayasa Mahkemesi, yasaların anayasaya uygunluğunu denetler. 2012 sonrası yeni sistemde Anayasa Mahkemesi'nin rolü de azaltılmıştır. İdari bölümler. Macaristan idari olarak 19 ile (megye) ve 1 başkent (főváros) Budapeşte'ye bölünmektedir. Ekonomi. İhracat odaklı bir ekonomiye sahip olan Macaristan, uluslararası ekonomik konjonktürün yarattığı risklere açıktır. Dış ticaretinin büyük bir bölümünü AB ülkeleriyle yapan ülke, Avro'ya geçiş için gerekli hazırlıkları da sürdürmektedir. Temel ürün gruplarına göre dış ticaretinin dağılımında, makineler, elektronik eşyalar ve nakliye araçları ülkenin ithalat ve ihracatında ana sektörler olarak öne çıkmaktadır. İthalatın yaklaşık %50'sini, ihracatın ise %60'ını bu üç sektör gerçekleştirmektedir. Bilim ve teknoloji. Macaristan çok sayıda seçkin bilim insanı yetiştirmiş olup matematik eğitimi ile ünlüdür. Rubik Küpü, Ernő Rubik tarafından icat edilmiştir. Ulaşım. Macaristan oldukça gelişmiş bir karayolu, demiryolu, hava ve su taşıma sistemi vardır. Ülkenin başkenti Budapeşte, toplu taşıma ağında önemli bir düğüm olarak hizmet vermektedir. Demografi. Etnik gruplar. Macarların atalarının büyük çoğunluğu Ural-Altay/Fin-Ugor kavimleri'nden olan Hun-Ugor kavimleridir. Daha sonra Hint Avrupa grubundan olmayan bu Ugor kavimlerine Hunlardan bazı boylar karışmıştır. Karışan bu üç kavim, Hazarlar'ın egemenliğini kabul etmiştir (460). Eğitim. Macaristan'da eğitim 5-18 yaşları arasında zorunludur. 1276 yılında Veszprém üniversite Péter Csák birlikleri tarafından tahrip edildi ve yeniden inşa edilmedi. Pécs'te bir üniversite 1367 kurulmuştur. Sigismund 1395 yılında Óbuda'da bir üniversite kurmuştur. Universitas Istropolitana, Matyas Corvinus tarafından 1465 yılında Pozsony'de kurulmuştur. Nagyszombat Üniversitesi 1635 yılında kuruldu ve 1777 yılında Buda'ya taşındı ve bugün Eötvös Loránd Üniversitesi olarak hizmet vermektedir. Dünyanın ilk teknik üniversitesi 1735 yılında Selmecbánya'da kuruldu. Onun ardılı Macaristan'daki Miskolc Üniversitesi'dir. Budapeşte Teknoloji ve Ekonomi Üniversitesi (BME) üniversite düzeyi ve yapısı ile dünyadaki en eski teknoloji kurumu olarak kabul edilir. Yasal selefi ise İmparator II. Joseph tarafından 1782 yılında kurulan "Institutum Geometrico-Hydrotechnicum"'dur.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1920", "len_data": 8110, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.47 }
Laparoskopi genel anestezi altında yapılan ve göbek deliğinden ince bir teleskopun karın içine sokularak karın içi organlarının görüntülenmesi prensibine dayanan bir ameliyattır. Ne zaman Uygulanır. Laporoskopi hem tanı amaçlı hem de tedavi amaçlı kullanılan bir işlemdir. Tanı koymak için uygulanan laporoskopi ile cerrahi işlem gerçekleştirilemez ve yalnızca inceleme yapılarak hastanın şikâyetleri araştırılır. Tedavi amaçlı olarak kullanılan laporoskopi ile özellikle jinekoloji cerrahiler başarı ile gerçekleştirilir. Günümüzde en sık yapılan laparoskopik ameliyat, laparoskopik kolesistektomi denilen safra kesesinin alınması işlemidir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1925", "len_data": 643, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.56 }
Psikoterapi, bireylerin duygusal ve davranışsal sorunlarının çözümünü, ruh sağlıklarının geliştirilmesi ve korunmasını amaçlayan tekniklerin genel adı. Psikoterapi her zaman sadece tek tek "birey"leri konu almaz, zaman zaman incelenen tüm bir ailenin etkileşimsel meseleleri zaman zamansa incelenen bir çiftin birbiriyle olan ilişkisindeki bazı sorunların ruh sağlığı temelindeki kökleri olabilir. Ruh-zihin sağlığına dair sorunların psikolojik, sosyolojik veya somatik boyutları olabilir. Kelime anlamı. Psikoterapi, "psiko (')" ve "terapi (')" sözcüklerinden oluşur. "Psukhē," ruh ve zihin; "therapeia" ise iyileştirme anlamına gelmektedir. Tedavi ve süreç hakkında. Psikoterapi, daha olgun ve uygun bir ruhsal denge sağlamak amacı doğrultusunda zihinsel ve duygusal bozukluk gösteren hastalarla düşünce ve duygu alışverişi kurularak yürütülen bir tedavi bilim ve sanatıdır. Türkiye'de Psikiyatristler ve Klinik Psikologlar psikoterapi yaparlar. Genel bir başlık altında söylemek gerekirse, duygusal çatışmaları çözümleyen, bu çatışmalardan doğan kaygı ve gerginlikleri, çökkünlükleri azaltan, ruhsal uyum düzeyini artıran, kişilerarası ilişkileri daha olgunlaştıran tüm teknik ve yöntemlere psikoterapi denebilir. Psikoterapi sürecinde terapist ile danışan arasında kurulan ilişki temel alınarak danışanın yaşadığı sorunlar üzerinde çalışılır. Sadece psikolojik rahatsızlık yaşayan kişiler değil, hayatının herhangi bir alanında tıkanıklık yaşadığını hisseden ve yaşamını daha anlamlı bir şekilde sürdürmek isteyen herkes psikoterapi sürecine girebilir. Psikoterapi, terapistin danışan adına neyin doğru olduğuna karar vermesi ya da nasıl değişeceğini söylemesi değildir. Psikoterapist, kendi kuramsal bilgilerini ve uygulama becerilerini kullanarak; danışanın kendisini tanıması, hayatına dair farkındalıklar yaşaması, daha sağlıklı ilişkiler kurması ve yeni çözüm yolları geliştirebilmesi için danışana ışık tutar. Psikoterapi türleri. Bütüncül Psikoterapi. Tüm psikoterapi tekniklerinin hangi hastaya ne zaman uygulanacağını ve bütünü izah etmeye yönelik bu terapi yöntemi farklı teknikleri entegre etmeyi sağlar. Esneklik sağlayan bu model evrensel uygulamalar için de uygundur ve pratiktir. Psikodinamik Psikoterapiler. Psikodinamik psikoterapiler, yapıtaşı olarak Freud'un klasik Dürtü Kuramı ve sonrasında da, Ego Psikolojisi, Nesne İlişkileri Kuramı, Kendilik Psikolojisi, Masterson Yaklaşımı gibi diğer psikodinamik yaklaşımlarla devam etmiştir. Bu yaklaşımlar; psikopatolojilerin temelinde kişinin 0-6 yaş arasındaki dönemde yaşadıklarının olduğunu savunur ve serbest çağrışım ve rüyaların yorumlanması başta olmak üzere bunları irdeler ve temelde hepsi bilinçdışı kavramına uygulamalarının teorik temelinde yer verir. 0-6 yaş döneminde odaklandıkları alt dönem yaklaşımlara ve temel aldıkları psikodinamik kuramına göre değişmektedir. Bilişsel Psikoterapi. Bilginin işlenmesi sürecinde; temel kabullerdeki hatalardan kaynaklanan işlevi olmayan şematik kavramlar, zamanla olumsuz otomatik düşüncelere dönüşür. Sonuçta ortaya çıkan düşünsel, duygulanım ve davranış bozukluklarının sağıtımı bilişsel psikoterapinin alanına girmektedir. Bilişsel (Kognitif) terapi olarak da adlandırılmaktadır. Şema terapisi, düşünsel duygulanımcı davranış terapisi de bilişsel terapiden kaynaklanmıştır Davranışçı Psikoterapi. Davranışta otomatik modelleme gibi öğrenmeler sonucunda ortaya çıkan bozukluklarda; duyarsızlaştırma, ödüllendirme gibi çeşitli teknikler yoluyla davranış değişikliği ya da davranışın frekansında azalma gibi sonuçlar sağlamaya yönelik terapilerdir. Bilişsel - Davranışçı Psikoterapiler. Klinik uygulamalar ve gözlemler psikoterapi süreci içinde, bilişsel-davranışçı yöntemlerin bir arada kullanılmasının etkin sonuçlar ortaya çıkarttığını görgül olarak göstermektedir. Günümüzde sıklıkla bu iki yöntem bir arada kullanılmaktadır. Varoluşçu Psikoterapi. Varoluşçu Psikoterapi de önemli olan şimdi ve burada kavramlarıdır. Varoluşçular varolma yolunda kişinin en çok üzerinde durduğu 5 soruyu temel alarak bunlar yoluyla psikoterapiyi yapılandırmışlardır. Yaklaşımın öncüsü Viktor E. Frankldır ve bu yaklaşımın temellerinden yola çıkarak logoterapiyi geliştirmiştir. Sistemik Psikoterapi. Sistemik Psikoterapi Palo Alto'dan Paul Watzlawick ve arkadaşlarının 1970'lerde geliştirdiği, matematik sistem kuramları, iletişim kuramları ve aile dizin çalışmalarının temelini olşturduğu, 10-15 seans süreli ve bir ekip tarafından uygulanan psikoterapi yöntemidir. Gestalt Psikoterapi Yaklaşımı. 1940'lı yıllarda Fritz Perls, Laura Perls ve Paul Goodman tarafından geliştirilmiş bir psikoterapi yaklaşımıdır. Geştalt kelimesi Almancada kendine özgü bir bütünlüğü olan şekil, örüntü anlamına gelmektedir. Bu yaklaşım, her bireyin, doğuştan var olan potansiyellerini açığa çıkarabilme dürtüsüne sahip olduğu görüşünü benimser. Bireyin kendi özelliklerini ve potansiyelini fark edip, buna sahip çıkabilmesini ve kendisini gerçekleştirmesini amaçlar. Narrative Terapi. Narrative Terapi Avustralyalı aile terapisti Michael White ve Yeni Zelandalı aile terapisti David Epson tarafından geliştirilmiş bir post-modern psikoterapi yaklaşımıdır. Odak noktası, bireylerin yapısal özelliklerine değil yaşamlarını nasıl anlamlandırıp, yorumladıklarıdır. Oyun Terapisi. Oyun Terapisi, çocukların psikolojik ihtiyaçlarına ve psikolojik sorunlarına yönelik bir psikoterapi yöntemidir. Çocukların oyun üzerinden daha güvenli ve daha işlevsel iletişim kurabildikleri ve bu yolla kaygı, okul fobisi, travma, hiperaktivite, dikkat eksikliği, alt ıslatma, kaka tutma, gece terörü gibi birçok sorun için sağaltıcı olduğu hipotezi üzerine kuruludur. Sanal Gerçeklik Terapisi. Sanal gerçeklik cihazları psikoterapide, başlıca özgül fobiler olmak üzere pek çok rahatsızlığın tedavisinde kullanılmaktadır. Sanal Gerçeklik Terapisi (SGT) ile danışanların uyarıcıya duyarsızlaşması hedeflenir. Bilgisayar ortamında hazırlanan yapay bir ortam aracılığıyla, denetimli bir yüzleşme sağlayan sanal gerçeklik terapileri, birçok rahatsızlığın ve fobilerin tedavisinde başarı sağlamıştır. SGT, bir terapist eşliğinde sistematik bir şekilde ilerler. Psikoterapi için önerilen farklı tanımlar. Sigmund Freud ve Josef Breuer'in hastalarından biri olan Bertha Pappenheim (Anna O. anonim adıyla da anılır), kendisine uygulanan tedaviye "talking cure" yani konuşma terapisi demiştir. Bu tanım daha sonraları Freud tarafından da kullanılmıştır. Avrupa Psikoterapi Derneği ve Dünya Psikoterapi Derneklerinin ortak psikoterapi tanımının Türkçe çevirisi şöyledir: "Psikoterapi uygulaması, davranış bozuklukları ve rahatsızlık durumlarının, ya da psikososyal, ayrıca psikosomatik etkenler ve nedenlerle ilişkili geniş kişilik gelişimi gereksinimlerinin, bilimsel psikoterapik yöntemler ile, bir veya daha fazla tedavi olan kişilere, bir ya da daha fazla terapist ile, var olan bulguların hafifletilmesi ya da ortadan kaldırılması, bozuk davranış şekilleri ve tutumlarının değiştirilmesi ve tedavi edilen bireyin olgunlaşma, büyüme, aklıselimlik ve iyilik süreçlerinin desteklemek gayesi ile, genel ve özel eğitimlerine dayanarak geniş kapsamlı, amaçlı ve planlı tedavi ya da terepâtik müdahalesidir."
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1926", "len_data": 7164, "topic": "PSYCHOLOGY_PERSONAL_DEVELOPMENT", "quality_score": 3.51 }
Kumuklar, veya Kumuk Türkleri (), Dağıstan, Çeçenya ve Kuzey Osetya'nın yerlisi bir Türk halkıdır Kuzey Kafkasya'daki Türkler arasında en kalabalık olanlardır. 1930'lara kadar Kuzey Kafkasya halkları arasında Kumukça "lingua franca" olarak kullanılmıştır. Tarihsel olarak Kumuk platosu (kuzey Dağıstan ve kuzeydoğu Çeçenya), Hazar Denizi sınırındaki topraklar, Kuzey Osetya ve Terek nehri kıyılarına yerleşmişlerdir. Kumukların yerleşim topraklarına ve tarihi devlet oluşumlarına Kumukya () denir. Nüfus ve yerleşim. Kumuklar, Kafkasya'da Azerilerden sonra ikinci en büyük Türkçe konuşan halk, Kuzey Kafkasya'daki en büyük Türk halkı ve Dağıstan'daki üçüncü büyük halktır. Geleneksel yerleşim bölgesi, Dağıstan Cumhuriyeti'nin bugünkü Hasavyurt İlçesi ve Çeçen Cumhuriyeti'nin Gudermes Bölgesi, Hazar Denizi'nin batı kıyısı, Dağıstan'ın eteklerindeki bölgeler, Kuzey Osetya Cumhuriyeti'nin Terek Nehri boyunca uzanan bölgeleri, Çeçen ve Kabardey-Balkar Cumhuriyetleri ile Terek sıradağları'nı içeren Kumuk Düzlemidir. Rusya Federasyonu'nun konularına göre sayı. 2010 nüfus sayımına göre, Rusya'da 503,1 bin kişi yaşıyordu, bunların 431,7 bin kişi Dağıstan'da yaşıyordu. Bugün Türkiye'de devlet düzeyinde milliyetlerin resmi bir kaydı yoktur. 1994-1996 yılları arasında yapılan bağımsız bir araştırmaya göre, Türkiye'de Kumukların kompakt olarak yaşadığı 20'den fazla köy vardı. Coğrafi grupları. Bugün Birkaç Kumuk grubu var: Etnonim. "Kumuk" etnoniminin kökeni tam olarak açık değildir. Çoğu araştırmacı "(Bakikhanov, S. Tokarev, A. Tamay, S. Hacıyeva vd.)" adını Kuman "Kimak" etnonim'den veya başka bir Kıpçak adı olan "Kuman"'dan türemiştir. Peter von Uslar'a göre, 19. yüzyılda Kuzey Kafkasya'da Kumuk veya Kumuk terimleri, ovanın Türkçe konuşan sakinlerini ifade etmek için kullanılmıştır. Dağıstan, Çeçenya ve İnguşetya'da sadece Kumuklar, Kumuk terimleriyle anılırdı. B. Alborov, "kumuk" etnonimini Türkçe "kum" (kum, kumlu çöl) kelimesinden türetmiştir. Buna karşılık, Ya. A. Fedorov, 8.-19. yüzyılların yazılı kaynaklarına dayanarak, "Gumik - Kumyk - Kumuk" etnik adının Orta Çağ ile ilişkili yerel bir Dağıstan yer adı olduğunu yazdı. 19. yüzyılın sonunun yazarı A. Starchevsky, kendisi tarafından derlenen sözlükte "Arıyak" Kumuk adını gösterdi. N. Marr, sırasıyla, Kumukların öz adı olarak "tüzlü(ler)" [düzlüler demek] bir etnonimni bahsetmiştir. P. Uslar'a göre, Kumyk dilinde, Kuzey Kumuklar "mıçığış" kelime ile ifade edildi, Çeçenya sınırındaki Miçik Nehrinin adından (şu anda bu Çeçenlerin Kumuk dilindeki adıdır). Güney Kumukları kendilerini "haydaq qumuqlar", yani "Kaydağ kumuklar" olarak adlandırdılar. Rus, Avrupa ve Fars kaynaklarında Kumuklar "Dağıstan Tatarları", "Kafkas Tatarları", "Terek Tatarları" (Tatarlar demek Türk millet) ve Çerkesler olarak da biliniyordu. Dağıstan'ın diğer halkları Kumukları ova/düz sakinleri olarak adlandırıyor. Kumuk adının geçtiği bir daha bir kaynak, Kâşgarlı Mahmud'un Divân-ı Lügati't-Türk adlı eseridir. Kâşgarlı Mahmud, Kumuk kelimesinin karşılığı olarak "Bir zaman yanında bulunduğum beylerden birinin adı" der. Anlaşılıyor ki Kumuk Türkleri, daha 11. yüzyılda kendi adlarıyla tarih sahnesindedirler. Etnogenez. Bilim adamları arasında Kumukların kökeni hakkında bir fikir birliği yoktur. Konstantin Smirnov, 8-10. yüzyılların Kumuk ovasının nüfusunu, ülkenin mevcut sakinlerinin en yakın atası olarak kabul etti. Kumukların kökenini Kıpçaklarla ilişkilendiren Semön Bronevsky, Kumukların 12-13. yüzyıllarda Kıpçaklarla birlikte Dağıstan'da ortaya çıktığına inanıyordu. Klaprota göre, Kumuklar Dağıstan'da Hazarlarla aynı anda ortaya çıktı ve onlardan sonra burada kaldı ve A. Vemberi'ye göre, Kumukların Dağıstan'a Hazarlarla aynı anda girmelerine izin verir, burada yaşlı bir nüfusla tanışır ve onunla birleşirler. Kumukların Kuman öncesi tarihi de Kumuk folkloru tarafından kanıtlanmıştır. Hazar Kağanlığı'nın varlığından kaynaklanan atasözlerini korur. Başka bir Sovyet etnografı olan S. Tokarev, Kumukların kökenini, Plinius'un MS 1. yüzyılda Kuzey Dağıstan sakinleri olarak bahsettiği "Kam" veya "Kamak" halkıyla ilişkilendirdi. Rus oryantalist Vladimir Minorsky ve Norveçli bilim insanı Fridtjof Nansen, Kumukların Hazar kökeni hakkında yazdılar. Kumukların etnogenezinde çeşitli Türk boyları yer almıştır. Kumanya, sonra Altın Orda ve daha sonra Kafkasyalı Tümen Hanlığı'nın Türk kabileleri ve Kıpçaklar önce de Hun ve Ön Bulgar Türk kabileleri - güyen, tümen, as, çağar, sabir, barsil, sala, bürçebiy, döger, candar, borağan, oksungur, tork ve diğerleri. Rus dilbilimci N. Baskakov şunu yazdı:Etnik temeli Kıpçak-Oğuz-Bulgar aşiretleri ve kabileleri olan Karaylar, Kumuklar, Karaçaylar ve Balkarlar.Plano Karpini, 13. yüzyılda Moğollar tarafından fethedilen Hazarya kabilelerinin “Komuk”, “Tarklar”, “Aslar” ve “Çirkaslar” adlarıyla anılmaktadır. Kumukların Kumuk ovası, Terek Nehri yakası ve Dağıstan'ın en eski sakinleri olduğu görüşü daha sonraki araştırmacılar tarafından da desteklenmektedir: K. Kadiradzhiev, Y. Kulchik ve K. Dzhabrailov, A. Kandaurov, B. Ataev ve M.-R. İbrahimov. Kraniyolojik verilere göre, Dağıstan sakinleri arasında, kafatasının yapısına göre, ovanın yerli sakinleri ve her şeyden önce Kumuklar, Hun zamanının kafataslarına en yakın olanlardır. Bu, Kumukların muhtemelen Hun krallığının nüfusunun doğrudan torunları olduğu varsayımını doğrular. Tarih. 8. yüzyıldaki Arap fetihleri sırasında Kumuklar, Hazar bölgesindeki nüfusun baskın çoğunluğunu oluşturdu. O zamanlar, Miçik Nehri havzasına zaten Kumukistan deniyordu. Kumuklar, Kuzey Kafkasya'daki Hazarların soyundan gelmektedir. Kumuk halkının yerleşim topraklarında, en ünlüleri Hunlar , Hazar Kağanlığı, Tarğu Şavhallık olan birkaç devlet vardı. Kumukların Rusya ile ilişkiler da dahil olmak üzere büyük jeopolitik öneme sahip diğer önemli devlet oluşumları, Endirey Beyliği (Endirey'li Soltan-Mahmud'un derebeyliği), Ötemiş Soltanat, Tümen Beyliği (Şavkal / Şevkal Tümen), Borağan Beyliği, Mehtulu Hanlığı'ydı, Boynak Beyliği ve diğerleri."Antik çağlardan beri, Kumuklar dağcılar arasında büyük bir otoriteye sahipti ve Kumuk Kağanları ve Şamhallar genellikle Doğu Dağcılarının Transkafkasya Bölgesi'ne yaptıkları tüm savaşçı kampanyaların başında duruyorlardı. Yakın ve uzak seferleri sırasında Asya ile sık sık ilişki içinde olan ve kuzeyde Slav ve Turan kabileleriyle birleşen Kumukların ataları — Hazarlar, Kafkasya'nın çeşitli unsurlarıyla, onların bir parçası olan, doğal olarak Asya'dan Avrupa'ya ve geriye doğru kültürün iletkenleriydi. " Şavhallık. En büyük Kumyk devleti, 16. yüzyıldan beri Tarğu Şavhallığı idi "(ya da Şamhallık, )" olarak bilinen idi. Şavhallığ'ın oluşum zamanı kesin olarak bilinmemektedir: bazı kaynaklar 8. yüzyılda Arap etkisinin olduğunu gösterir, diğer kaynaklara göre Şavhal hanlar Altın Orda kökenlidir. Bazı kaynaklar ayrıca Şavhal hanedanlarının olası bir değişikliğine de işaret ediyor. Timurlu tarihçi Nizâmeddin Şâmî, Şavhal'ı Altın Orda'nın müttefikleri olarak adlandırdı. 1396'da Toktamış'a karşı kazanılan zaferden sonra Timur, Şavhal'a karşı bir kampanya başlattı. Tarihçi Şerafeddin Yezdi şunları bildirdi: "“İnatçı direniş yenildi, kaleler alındı, sakinler öldürüldü, ölümden bir tepe inşa edildi, şamhalın kendisi öldürüldü.”" Timurlenk daha sonra Dağıstan'da Şamhal gücünün restorasyonuna katkıda bulundu. Bir Osmanlı kaynağına göre, Timur'un oğlu Miranşah'ın Karakoyunlular'a yenilmesinden sonra Kumuklar bağımsızlıklarını kazandılar ve Cengiz Han ailesinden bir şemhal seçtiler. Ancak devlet, 16. yüzyılın sonunda, birkaç yarı özerk (örneğin Mehtulu, Erpeli, vb.) veya bağımsız (örneğin, Yahsay) beyliklerine bölündüğünde, kısmi parçalanmadan kaçınmadı. 16-17. yüzyıllarda Şavhallık uluslararası arenadaki varlığı arttı. Şamhalların vasal mülklerinin sınırları bir zamanlar Kabardey'e kadar uzanıyordu. Şavhal Dağıstan Valisi ve bir süre Derbent Hanı unvanını taşıyordu. Avrupa'dan Asya'ya giden yollardan biri olarak Kumuk topraklarının elverişli stratejik konumu, Kumuk hükümdarlarının sık sık bir manevra politikası izlediği üç komşu imparatorluğun bölgesinde nüfuz mücadelesinin nedeni haline geldi. Rus ve Safevî devletlerinin genişlemesi. 1560'larda, Gürcü kralı ve Kabardey prenslerinin istekleri nedeniyle Rus birliklerinin Şavhallık'a karşı sayısız seferi başladı. Komutan Çeremisinov, 1560'ta Tarğu'nun başkentini ele geçirdi ve yağmaladı. Kafkas Tümen Hanlığı, Şavhallık ile ittifak halinde, fethine umutsuzca direniyor, ancak 1588'de, Hanlığın başkentinin bulunduğu yerde Rus Terki kalesi kuruldu. Tümen hükümdarı Soltaney, Endirey hükümdarına kaçtı. 1594'te Kvorostinin'in Dağıstan Seferi gerçekleşti; bu sırada Rus birlikleri, Terek Kazakları Tarğu'ya aldı, ancak orada Kumuklar tarafından engellendi ve Terki'ye çekilmeye zorlandı, bu da bir uçuşa dönüştü. 1604-1605'te Buturlin'in "Şevkal Kampanyası" olarak bilinen Dağıstan Seferi gerçekleşti. Karaman sahasındaki Rus birliklerinin, Şavhal hanedanının Sultan-Mahmud'un temsilcisi tarafından yönetilen Kumuklar tarafından birleştirilen Dağıstan kuvvetlerine karşı yenilgisinin bir sonucu olarak bir dizi kampanya başarı ile taçlandırılmadı. Karamzin'e göre, Rus devletinin Kuzey Kafkasya'nın doğu kesimindeki genişlemesi 118 yıl boyunca durduruldu, ancak Kafkasya'da bir yer edinme girişimleri devam etti. 1649 veya 1650'de Çoban-Murza, Nogay ile Şavhallık'a göç etti. Rus hükûmeti 8.000 kişilik bir orduyu Rusya'nın vassallarıyla birlikte Nogayları geri göndermeye zorlaması gereken Şavhallık'a gönderdi, ancak Surhay III. Şavhal Rus ordusuna saldırdı ve Germençik Savaşı'nda Rus ordusunu yendi. 1651 ve 1653'te Kumuklar, Safevî devletinin birlikleriyle birlikte Rusların elindeki Sunja kalesini yok etti. Bununla birlikte, bu arada, 1646'da II. Abbas, Kumuk topraklarında bir kale inşa etmek için ilk girişimi yaptı, bu da Kumuk Surhay III. Şavhal'ın öfkesine ve onun kesin olarak reddetmesine neden oldu:Şahın Kumuk topraklarında şehirler inşa etmesi asla olmadı1658'de Surhay, Kaytag usumi Rüstem ile birlikte Safevilere karşı savaştı, ancak yenildi. Yine de Safeviler ağır kayıplara uğradılar ve Kumukya'daki kalelerin inşası terk edilmek zorunda kaldı. Çarın 1714'te I. Petrus'a verdiği raporlara göre, Farslar Kumuk prenslerine ve Şavhallara "... haraç gibi maaşlar" ödediler. Müttefikler. Şavhal Çopan, Osmanlı İmparatorluğu vatandaşlığını kabul etti ve 1578-1590 Osmanlı-Safevi savaşlarına Osmanlıların yanında katıldı. Dağıstan, Tümen ve Tarğu mülkleri müttefikti ve Kırım hanlarının hanedanının temsilcileri için bir sığınaktı. 15. yüzyıldaki "Girey Han'ın kroniklerine" göre, Kırım tahtının kaybedenlerinden biri olan Gerey Han, Dağıstan'a kaçtı. 1536'da taht mücadelesinde Sahib Giray'ın rakibi olan İslam Giray, Kumukya'da saklanıyordu. 1580'lerde Murad-Gerey, birincinin kızıyla evlenerek Şamhal'a kaçtı. 17. yüzyılın ilk üçte birinde Şagin-Gerey Kumuk'a gitti. IV. Muhammed-Gerey, tahttan ikinci kez indirildikten sonra, Tarğu Şamhallığın belirli bir hükümdarıydı ve hatta Kumukyadaki Pirbay köyünün adını Bahçesaray (Kırımnı başkenti gibi) olarak değiştirdi. 16. yüzyılın ortalarında, Korkunç İvan'a bir mektupta Kırım Han, Kumuklar ile bir ittifak hakkında yazdı. 1591'de II. Gazi Giray, Moskova seferini Moskova'nın Tümen ve Şavhal'ın mülklerine genişlemesinin intikamı olarak açıkladı. Golitsin'in Kırım'daki ikinci kampanyası sırasında, Selim-Gerey'e yardım etmek için Kafkasya'dan elli bin Kumuk, Çerkes ve Yaman-sadak Nogaylar geldi. Kumuklar, Kırım garnizonlarında görev yaptı. Evliya Çelebi'ye göre, Cincik ve Kuban nehirlerinin birleştiği yerde bulunan Şad-Kermen kalesinde, "“tüm Kabardey beylerinin”" İslam'a dönüşmesi sayesinde "“100 Kumuk atlısı”" görev yaptı. I. Peter ile savaşlar. 1722-1723'te Rus İmparatoru I. Peter, İran kampanyasını donattı. Hedeflerden biri, Şavhal Hazar mülklerinde bir yer edinmekti. Endirey mülkiyeti, Rus ordusuna karşı çıkan ilk kişi oldu. Yenilgiye rağmen, Kumuklar düşmana ağır kayıplar verdirdi ve bu da imparatoru şok etti. Ötemiş Sultanlığı'nın feodal mülkiyeti, İnçe Nehri'ndeki savaşta Peter'e şiddetli bir direniş gösterdi. Peter o zaman dedi:"“Bu insanların savaş sanatı hakkında bir fikri olsaydı, o zaman tek bir ulus onlarla silahlanamazdı”".Tarğu Şavhallığı ilk başta Rus yanlısı bir tutuma bağlı kaldı, ancak Rus kalesinin inşasından sonra Rusya'ya karşı çıktılar. Kumuk şemhalleri artık komşularını 1605'teki gibi birleştiremediler ve büyüyen Rus kuvvetlerine karşı mücadelede yalnız kaldılar. Rusya'nın sık seferlerinin bir sonucu olarak, Rusya'ya resmi katılımı 1813'te Gülistan Barışı ile güvence altına alınan geniş devletten yalnızca küçük mülkler kaldı. Kafkas Savaşı. Kafkas Savaşı sırasında öne çıkan Rus General Grigoriy Philipson, Kumuklar hakkında şunları yazmıştır:Profesör Yazıkov askeri coğrafya derslerinde bize her ikisini de vaaz etmesine rağmen, Kafkasya ve Kafkas Savaşı hakkında belirsiz bir fikrim vardı; ama ona göre bir şekilde Kumukların bizim için en cesur ve en düşman kabile olduğu ortaya çıktı.Kumuklar, Şeyh Mansur'un ayaklanmasında geniş yer aldı. Kumuk prensi Ali-Soltan Çöpalav, Mansur ile birlikte birkaç kez Kizlyar'a saldırdı. Tatartüp yakınlarındaki belirleyici savaşta Kumuklar bizzat Şeyh Mansur tarafından komuta edildi. Mansur'un diğer müttefikleri Hasbulat Kazanışlı (Bammatulu beyliğinin sahibi) ve Kazbek Umaş idi. Genel olarak, Şavhallık'da ve Kumuk düzleminde en az beş ayaklanma meydana geldi: Dağıstan'da 1818-1822'deki Rus karşıtı ayaklanma, sırasında Zasulak Kumuklar ve Mehtulu Hanlığı'nın yenilgiye uğratıldığı, 1823'teki Şavhallık ayaklanması, 1825'te Beybulat Taymiyev'i destekleyen ayaklanma, 1831'deki Şavhallık ayaklanması, 1831'deki Kumyk düzlemindeki ayaklanma ve 1843'teki Şavhallık ayaklanması[127]. Dubrovin'e göre,"Şamhal halkı aynı zamanda Kazi-mulla'nın öğretilerinin ilk takipçileriydi ve onun silahlı kuvvetlerinin ilk çekirdeği olarak hizmet ettiler".Ayrıca, 1844'te Kumuk uçağında bir ayaklanma ve 1855'te Kumukların genel bir ayaklanması hazırlandı. Dağıstan 1877-1878'deki ayaklanmada Güney Kumukya'nın Başlı köyü katıldı. Rus devleti tarafından direnme girişimleri nedeniyle Kumuk köylerinin yıkılmasına ve yıkılmasına rağmen, Kumuk Ovası komşuları tarafından çıkar veya siyasi çıkarlar için saldırıya uğradı. Örneğin, 1830'da Çeçen lider Avko, İmam Gazi-Muhammed'in ordusuna katılma bahanesiyle bir müfreze toplayarak, son anda gerçek niyetini, "Endirey şehrini yenmek ve hırsızlık için veya sürüleri Kumuklardan çalmak", açıkladı, ancak bu durumda müfreze hayal kırıklığı içinde dağıldı. Gazi-Muhammed, Kumuk topraklarını harap ederek onları dağlara gitmeye ve hareketinin bir parçası olmaya zorlamaya çalıştı. Kafkasya İmamatın Kumuk liderleri. Dağıstan ve Çeçenya İmamı Şamil muhtemelen Kumuk kökenliydi. Kumuklar şunlardı: Çeçen direnişinin lideri ve İmam Şamil'in müdiri (naiplerin üstünde) Taşav-Hacı; Dağıstan'daki erken ayaklanmaların liderleri Sultan Ahmed Han Avarlı (Mehtulu Han ailesinden ve 1802'den beri Avar bölgesini Hanı, 1819-1822'de Dağıstan'daki ayaklanmanın organizatörü); Hasan Han Mehtululu (1819-1822 Mehtulu ayaklanmasının organizatörü); 1824 ve 1834'teki ayaklanmaların organizatörü, İmam Gazi-Muhammed (Tarğulu Şavhallıknı taht varisi) naibi Umalat-bek Boynaklı; İmam Gazi-Muhammedʼnin naibi İrazibek Kazanışlı; Şamilʼin sırdaşı ve naibi İdris Endireyli; İbrahim el-Gimri naibiʼnin yardımcısı, "murtazaketlerin" - yani Şamil'in kişisel muhafızı'nın yüzbaşısı - Şangirey Muselimavullu (lakaplı Ova Aslanı); Şamilʼin Büyükelçi İbrahim Han Oğlu (Kumuk Han Oğlu); Şamilʼin naibi Muhammed-bek Tarğulu; Başir Aşılı Yahsaylı (1858'deki İnguş ayaklanmasının liderlerinden biri). Ayrıca Kumuklar, İmam Şamil'in "murtazaketlerinin" (kişisel muhafızları) çoğunluğunu oluşturuyordu. Şavhallığʼın ve Kumuk bölgesinin kaldırılması. Kafkas Savaşı'nın sona ermesiyle 30 Aralık 1869'da Terek bölgesinin Kumyk ilçesi (Kuzey, Zasulak Kumukya) kaldırılmış ve Hasavyurt ilçesi olarak adlandırılmıştır. Biraz önce, 13 Ağustos 1867'de, Kumuk devletinin sonu olarak kabul edilebilecek Tarğu Şavhallığı kaldırıldı. Kumuk topraklarının kolonizasyonu. Çarlık ve Sovyet hükûmeti, 18. yüzyılın sonları - 19. yüzyılın başlarından itibaren Kumuk topraklarını diğer halklarla birlikte yerleştirme politikası izledi. Kumuklar, Kaçkalık ve Avuh bölgelere yerleştiler ve sahip oldular, bunlar yavaş yavaş Çeçenler tarafından yerleştirildi. Salatavyaʼya Avarlar çıktılar. Mesala, 1811'de Tormasov, "Çeçenleri dağları uçakla terk etmeye ikna etmeyi" emretti. Kafkasya valisi Vorontsov, Kumukların mülklerini "sömürgeleştirme" politikasını, yine Çeçenler tarafından, "Kumukların bunlar üzerinde hiçbir hakkı olmadığını" öne sürerek izledi. Zaten 70'lerin sonlarında, Gerzelavul'dan Endirey'e kadar Hasavyurt bölgesinin tüm güney kesiminde Çeçenler yerleşti. 1870'ten 1877'ye kadar bölgedeki Çeçenlerin sayısı 5.912 Avuklular'dan 14.000 Çeçen'e yükseldi ve 1897'de 18.128'e yükselmeye devam etti. Terek-Sunja arasındaki Kumukların mülkleri kaybedildi ve Kumuk nüfusu ile birlikte şimdi Çeçenya'nın bir parçası oldu. 1850'lerde, Terek bölgesinin Kumuk ilçesinin Kumuk prensleri, toprakların yarısından Kumuk nüfusu lehine gönüllü olarak vazgeçti, ancak ilgili hakları teyit eden belgeler sadece şehzadelere ve uzdenlere verildi ve nüfusun geri kalanına çıkarılmadı. Yerel yetkililer, çeşitli bahaneler kullanarak yeni gelenleri kendi Kumuk topraklarına yerleştirdi. Kumuk halkının haklarını ihmal etme politikasının 1907'de devam ettiği kaydedildi. Daha Sovyet döneminde, Dağıstan'ın başkanı Avar Daniyalov, ulusal özerkliklerin eksikliğini ve komşu halkların Kumuk topraklarına yeniden yerleştirilmesini haklı çıkarmak için şunları yazmıştı: “Öncelikle ekonomik nedenlerle bunu yapmak gerekliydi. En azından Dağıstan'ın ana halklarına (Avarlar, Darginler, Kumuklar, Lezginler, Laklar, Tabasaranlar) ulusal özerklik verilmesine karar verilirse, Dağıstan'ın ana zenginliği (ekilebilir arazi, meralar) Kumuklar'a gidecekti, çünkü onlar kendi topraklarında bulunuyorlardı... İkinci olarak, siyasi ve etnik hususlar dikkate alındı. Yani, varlıklarının tüm tarihinde Avarlar genel bir devlet eğitimine sahip değildi ... "Kumuk ilçesi ve Şavhallığ'ın kaldırılmasından bu yana Kumukların kendi ulusal cumhuriyetleri ve hatta tek etnikli bölgeleri bile olmadı. Çarlık döneminde başlayan ve SSCB yıllarında güçlenen Kumuk topraklarının iskan politikası, günümüz Dağıstan Cumhuriyeti'nde de devam etmektedir. 20. ve 21. yüzyılın başlarında, Kumuk yerleşiminin toprakları önemli ölçüde azaldı, Kumyk etnik grubu, şimdi Avarlar, Darginler, Laklar ve Çeçenler'in yaşadığı yerli topraklarda bir azınlık haline geldi. Ekim Devrimi, Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti. Ekim Devrimi yıllarında Kumuk entelijansiyası Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti'nin yaratılmasında aktif rol aldı. Prens Raşit Han Kaplan kurucularından, devletin ana ideologlarından birisi ve İçişleri Bakanıydı, Haydar Bammat Dışişleri Bakanıydı, Savaş Bakanı Prens Nuhbek Şavhal Tarğulu idi, Zubayır Temirhan Birlik Konseyi başkanıydı (“Birlik Meclisi”, parlamento) ve başka kilit bakanlar. Muhacirlik. Kumuklar ve Türkiye arasında her zaman yakın bağlar olmuştur, örneğin bugün güney Kumuklar, görünüş ve lehçede güçlü bir Oğuz unsuruna sahiptir. 15. yüzyılda, erken Kumuk şairi Ummu Kamal Türkiye'ye taşındı. 16-17. yüzyıllarda Özdemir Paşa ve onu ulanı Osman Paşa belki Dağıstan Türklerden, demek Kumuklardan, geliyor. 18-19. yüzyıllarda. Kumukların Osmanlı İmparatorluğu'na hem zorunlu hem de gönüllü olarak yeniden yerleştirilmesi (muhacirlik) vardı. 1920'lerde Bolşeviklerin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye'ye yeni bir göçmen dalgası geçti. O yılların yerleşimcileri arasında ünlü Dağıstan figürü Aselderhan Kazanalp (1855-1928), Prenses Cahbat Tarğulu, Prens Asadullah Ahmathan Usumi, Prens Raşit Usumi vardı, Prens Orhan Tarğulu (Türkiye'de profesör Orhan Şamhal) ve diğerleri. Raşit Usumi daha sonra Biga şehrinin yönetiminin başına geçti ve orada adının bir caddeye verildiği, onu oğlu Fethi Usumi de sonra Biga bakanı oldu ve gazeteci Sadullah Usumi - Raşitni başka bir oğludur. Türkiye'deki başka muhacirlerden - Ahmet Saib Kaplan, Baha Sait Bey, Abidin Elderoğlu. Bazı Muhacirler, şu anda bile birkaç düzine Kumuk ailesinin bulunduğu Suriye ve Ürdün'e taşındı. Örneğin, Suriye'deki Deir-Ful köyü, 1878-1880'lerde Ötemiş, Başlıkent ve Karabudağkent'ten güney Kumuklar tarafından, daha sonra kuzey Kumukya'dan (Köstek) Kumuklar ve diğer Dağıstan halklarının temsilcileri tarafından kuruldu. Diğer göçmenler arasında ünlü Iraklı fotoğrafçı (Murad Acamat) ve önde gelen Pakistanlı mimar yer alıyor. Demografi. 1795'te Rus İmparatorluğu'nun tahminleri, Şamhal topraklarında (Kumyks dışındakiler dahil) 100 bin kişilik bir sayı veriyor. 1833'te kaba tahminler, Rus İmparatorluğu'nun etki alanlarında yaklaşık 88 bin Kumuk olduğunu gösterdi. 1866'da Kafkas Savaşı'nın sona ermesinden sonra, bazı tahminler 78 bin civarında gösterdi. 1886, 1891 ve 1897'de buna göre - 88, 108, 83 buna göre, 1916'da - 98 bin. 1926 Sovyet nüfus sayımı 88 bin gösterdi. Böylece, neredeyse bir asırdır, savaşlar, Rusya'nın fethettiği topraklardan göçler ve hastalıklar nedeniyle herhangi bir büyüme belirtisi yok. Rusya'dan Etnosid. Stalin hükûmetinin kararıyla 12 Nisan 1944'te tarihi Kumuk başkenti Tarki ve komşu köylerin Kumuk nüfusu tamamen Orta Asya SSR'lerine sürüldü (Çeçenler, Karaçaylar, Balkarlar ve Kırım Tatarları da sürüldü). Gerekçe olarak, bölgeye iskân edilen dağ halklarının "tarımsal ihtiyaçlara araziyi boşaltmak" olduğu belirtildi. Rus hukukundaki tarihi sicile rağmen sınır dışı etme, Rus hükûmeti tarafından hâlâ kabul edilmiyor. Bu olayın bir sonucu olarak, yerel halk yıllarca eski başkenti Tarki'yi kaybetti ve bu da Kumyk kültürel mirasının çoğunun kalıcı olarak yok olmasına yol açtı. UNPO, Kumyks'in üyeliğini şöyle tanımlıyor:Sovyet işgali altında, bir etnokırım politikası uygulandı ve Kumuk hareketlerinin liderleri bastırıldı, zulüm gördü ve öldürüldü. Tek kültürlü tarımın başlaması, toprağın sömürülmesi ve ormansızlaşma, bölgede ekonomik ve ekolojik bir krize yol açtı. Buna ek olarak, Kumuk halkı kültürlerini koruyamadılar, örneğin dillerini geleneksel Arap alfabesiyle yazma veya dillerini okullarda öğretme hakları reddedildi. UNPO üyeliği sırasında Kumuk halkı, Dağıstan Cumhuriyeti'nde bir idari reformu savundu ve ulusal özerklik biçiminde kendi kaderini tayin hakkını aradı. Ayrıca geleneksel yaşam tarzlarını, kültürlerini ve geleneklerini korumaya çalıştılar.Kumukların sınır dışı edilmesini gerçekleştiren Dağıstan'ın komünist lideri, Dağıstan'ın etnik olmayan idari sınırını bu şekilde gerekçelendirdi.“Birincisi, [Dağıstan'ı etnik olmayan bir ilkeyle bölmek anlamında] bunu ekonomik nedenlerle yapmak gerekliydi. En azından Dağıstan'ın ana halklarına (Avarlar, Dargins, Kumyks, Lezgins, Laks, Tabasarans) ulusal özerklik verilmesine karar verilirse, Dağıstan'ın ana zenginliği (ekilebilir arazi, meralar) Kumyks'e gidecekti, çünkü onlar kendi topraklarında bulunuyorlardı... İkinci olarak, siyasi ve etnik hususlar dikkate alındı. Yani, varlıklarının tüm tarihinde Avarların birleşik bir devlet varlığı yoktu ... " Türkofobi. 1925'te Rus bilgin Nikolay Trubetskoy, Rusya'nın Kumuklar ile ilgili politikasını açıklayabilecek görüşlerini dile getirdi:Kumyk, neredeyse tüm Kuzey Kafkasya'nın (Hazar Denizi'nden Kabardey dahil olmak üzere) "uluslararası" dilidir, Azerice, Transkafkasya'nın çoğuna (Karadeniz kıyıları hariç) ve ayrıca Türkiye, Ermenistan, Kürdistan ve Kuzey İran'a hakimdir. . Bu dillerin ikisi de Türkçedir. Unutulmamalıdır ki, ekonomik hayatın yoğunlaşmasıyla birlikte "uluslararası" dillerin kullanımı o kadar önem kazanmıştır ki, ana dillerin yerini almıştır: Dağıstan'ın güney bölgelerinin birçok bölgesi şimdiden tamamen "Azerbaycanlaştırılmış" hale gelmiştir. Dağıstan'ın böyle bir Türkleştirilmesine izin vermek Rusya'nın çıkarına pek de uygun değil. Ne de olsa Dağıstan'ın tamamı Türk olursa, o zaman Kazan'dan Anadolu'ya ve Kuzey İran'a kadar sürekli bir Türk kitlesi olacak ve bu da ayrılıkçı, Rus düşmanı bir önyargı ile Pan-Turan fikirlerinin gelişmesi için en uygun koşulları yaratacaktır. Dağıstan, Avrasya'nın bu bölümünün Türkleşmesine doğal bir engel olarak kullanılmalıdır. Dili. Kumuklar, Türk dillerinin Kıpçak grubunun Kıpçak-Polovtsian alt grubuna ait olan Kumuk dilini konuşurlar. Bununla birlikte, Kumuk dilinin çekirdeği 7-10. yüzyıllarda oluşmuştur. Hazar devletinin bağırsaklarında ve Hazar-Bulgar substratı üzerinde oluşturulmuş ve ardından Oğuz-Kıpçak substratının üzerine empoze edilmiştir. 1930'lara kadar, Dağıstan'dan Kabardey'e kadar, Kuzey Kafkasya'nın geniş bir bölgesinde ortak lingua franca idi. Kumuk dili, Dağıstan ve Kuzey Kavaz'ın eski yazılı edebi dillerinden biridir. 20. yüzyıl boyunca, Kumuk dilinin yazımı dört kez değişti: 20'li yılların başında geleneksel Arap yazısı değiştirildi, 1929'da önce Latin alfabesi ve ardından 1938'de Kiril alfabesi (Kiril alfabesi) ile değiştirildi. ayrıca 40'lı 50'li yılların başında reform yaptı). Kumuk diline en yakın diller Karaçay-Balkarca, Kırım Tatarcası ve Karaycadır[190]. N. A. Baskakov, Codex Cumanicus yazılı anıtına dayanarak modern Karayca, Karaçay-Balkarca, Kumukca, Kırım Tatarcası ve Memluk Kıpçaklarının dilini Kuman diliyle bir gruba dahil etti. A. N. Samoilovich de Kuman dilini Karaçay-Balkarca ve Kumyk diline yaklaştırdı. Kumuklar arasında Rusça, 19. ve 20. yüzyılın ilk yarısından gelen göçmenlerin torunları arasında Türkçe ve Arapça da yaygındır. Kumuk dilinin lehçeleri arasında Buinak ve Khasavyurt (Edebi Kumyk dilinin temelini oluşturan), Podgorny, Kaitag, Terek (Mozdok ve Bragun)[192] vardır. Kafkasya'nın Lingua franca'sı. 1848'de Kafkas Tatarı, yani Kumyk öğretmeni Timofey Nikitich Makarov, bölgede uluslararası Kumyk olan Kuzey Kafkas dillerinden biri için Rusçadaki ilk dilbilgisini yazdı. T. Makarov yazdı: Tatar dilini konuşan kabileler arasında hem dilin kesinliği ve doğruluğu hem de Avrupa medeniyetine yakınlık açısından en çok Kumukları sevdim, ama en önemlisi, Kafkasya'nın Sol Kanatında yaşadıklarını kastettim. Askeri harekâtlarımızın olduğu ve kendi dilleri dışında tüm aşiretlerin de Kumukca konuştuğu Hat.Dilbilimci-Türkolog A.N. Kononov ayrıca Kumuk'un Kuzey Kafkasya'daki Türk dillerinin en eskisi olduğunu ve “Kuzey Kafkasya için ve ayrıca Transkafkasya için Azerbaycan dilinin bir tür Lingua franca olduğunu” kaydetti. Derlugyan George, Kumuk dilinin rolü hakkında yazıyor: Bozkır halkları arasında egemen olan Türk dilleri Kumyk ve Tatar, Doğu Afrika'da Swahili veya Avrupa aristokrasileri arasında Fransızca gibi, çok uluslu Kuzey Kafkasya'da ortak bir lingua franca olarak hizmet etti. Jeopolitik değişimler nedeniyle, Avrasya'nın Büyük Bozkırı bir sınır bölgesi olmaktan çıkınca, etnik gruplar arası iletişim dili olarak Türk lehçelerinin yerini Rusça almıştır.19. yüzyılda Vembery, Kumyk'in rolünü şu sözlerle tanımladı: Kumukların kültürel ilişkilerine gelince, yol boyunca fark ettiğimiz gibi, birçok Kafkas halkı onların etkisi altında kalmış ve Kumuk dilini benimsemiş ve Kumuklardan dini konuları öğrenmiştir. Kumuk dili, Balkar, Bezengi, Chegem, Khulama ve Urusbia dağlarının Kabardey sakinleri tarafından anlaşılır ve kısmen de konuşulur. Ayrıca, Çeçenler ve Lezginlerin bir kısmı bu dili anlıyor ve bugün Ruslar bu Türk lehçesinin henüz anlamını kaybetmediğine şaşırıyorsa, o zaman Rusların kendileri buraya yeni gelirken, İslam'a dönüşen Kumyks zaten bir oyun oynadı. Ortaçağın başlarındaki pagan sakinleri arasında kültürel tüccarlar, Müslüman misyonerler arasındaki rol.Kumyk, Rus İmparatorluğu yönetimi ile ilişkilerde Kuzeydoğu Kafkasya'nın resmi diliydi. Dağıstan'da, yalnızca Kumyk ile ilgili olarak, linguonem "Müslüman dili" (busurman til) de kullanılmaktadır[197]. Sovyet döneminde, Kumyk'ın rolü, DASSR'de devlet ilan edildiğinde 29 Haziran 1923'te konsolide edildi, çünkü "“yerli Dağıstan nüfusunun çoğu Türk-Kumyk dilini konuşuyor ve anlıyor ... Dağlık Dağıstan okullarında Türk dili öğretiminde yapılan deneyim parlak sonuçlar verdi ... not edildi ... "Türk-Kumyk" dilinin Dağıstan yerlileri arasındaki tek iletişim dili olduğu kaydedildi"". Dağ göçü. 1935'te, dil komisyonunun çalışmalarının ve Varşova Doğu Enstitüsü'ndeki kongrenin sonuçlarına göre Kumyk, Bağımsız Kafkasya Komitesi (esas olarak Dağ Cumhuriyeti'nin liderlerinden oluşan) tarafından "ortak bir kabileler arası" olarak seçildi. tüm Kuzey Kafkas kabilelerinin dili." Aşağıdaki diller değerlendirmeye sunuldu: Kumyk, Abhaz, Adige, Avar, Çeçen, Osetçe. Kumuklar ve Kumuk dili dünya edebiyatında. Alman şair Paul Fleming, 1633 ve 1636'da Holstein elçiliği ile birlikte Kumyk topraklarında seyahat ederken, Kumykia ve kasabalarına birkaç ayet ayırmıştı. Kumuk dili, her ikisi de Kafkasya'da Rus İmparatorluk Ordusu'nda görev yapmış olan Leo Tolstoy ve Mikhail Lermontov gibi Rus klasik yazarları için bir araştırma konusuydu. Tolstoy'un "Baskın", Kazaklar, [131] Hacı Murat ve Lermontov'un "Zamanımızın Bir Kahramanı"[132][129] gibi eserlerinde bu dil mevcuttur. Tolstoy, "Kafkasya'da Avcılık" adlı eserinde Khamamatyurt'un Kumuk köyünü anlatır. Aelxander Bestuzhev-Marlinsky ayrıca "Molla-nur" ve "Ammalat-bek" adlı eserlerinde Kumyk dili ve Kumykia'yı öne çıkardı ve "Dağıstan'dan Mektuplar" adlı eserinde Rus askeri baskınlarını Kumuk yerleşimlerine bazı ayrıntılarla anlattı. Alexander Dumas ayrıca Kumukya'nın bazı bölgelerini ve Kumuk prensi Ali Qazanalp'in konuğu olduğu zamanı da anlattı. Dini. Kumuklar, 8-12. yüzyıllarda Kafkasya'da İslam'ı ilk benimseyenler arasındaydı. 730'lardan başlayarak Dağıstan'ın Araplar tarafından fethinden sonra. Ancak İslam'ın tam olarak benimsenmesi, Selçukluların Dağıstan'daki etki dönemini ifade eder. İnanan Kumuklar Sünni İslam'ı kabul eder. Kumukların çoğu Şafii mezhebine, bir kısmı da Hanefi mezhebine aittir. Geleneksel zanaat ve aktiviteler. Silah zanaat. Kumykia, silah üretimi ile ünlüydü. 1858-59'da 3 ay seyahat eden Alexandre Dumas (baba). Kafkasya'da Endirean silah ustaları hakkında şunları yazdı: Andrey-aul [Endirey demek], silah ustalarıyla tanınır: bıçakları özel bir damgaya sahip olan ve Kafkasya'da ünlü olan hançerler yaparlar. Bakır bir madeni paraya bıçakla vurulduğunda, basit bir basınç onu o kadar derinden keser ki bıçak parayı onunla birlikte kaldırır.Kazanishche'li Bazalay ustanın (özellikle hançerler) eserleri Kafkasya'nın çok ötesinde ünlüydü. Lermontov, bölgedeki tipik bir Rus subayını karakterize eden Kafkas adlı makalesinde şunları yazdı: Tatarca (demel Kumukca) hafifçe bulaşıyor; bir kılıcı, gerçek bir gurda, bir hançer - eski bir bazalay...Rus ordusunun birçok Kafkas seferine katılan bir katılımcıya göre, süvari generali ve askeri tarihçi Vasily Potto, Kafkasya'da, Bazalay Kazanşlı ve onun soyundan gelenlerin kılıç gourda ve hançerleri en iyi eserler olarak kabul edildi. Bazalay ustalarının eserleri 1851'de Londra'da bir sergide sergilendi. Shamkhal'ın kişisel silah ustası, bazıları tarafından basaley'den daha üstün kabul edilen Gelinli Shahmanai, sanatının örneklerini 1867'de Paris'teki Dünya Sergisinde sergiledi. Ünlü silah yapımcısı Irajab Magomed (1810 doğumlu) idi, çalışmalarına oğlu Gadzhi Sultanmurad (1840 doğumlu), torunu Zainavbek ve torunu Salavdin (1900 doğumlu) tarafından devam edildi. "Irajab" namlusunda Arabografik yazı bulunan bir silah Hermitage'de tutulmaktadır. XVIII yüzyılda diğer Kumyk silah merkezleri arasında. Kazanishche (Yukarı Kazanishche ve Aşağı Kazanishche), Tarki, Arkas, Bashly, Kapkaykent ve diğerleri ayırt edilebilir. Araştırmacı N. Popko, “Kumyks ve Kabardey'de en iyi silah ustaları, saraççılar, gümüşçüler vardı; Kazaklar, ürünlerine ihtiyaçları olduğu için bu tür insanlarla tanışırdı”. Kumyk silah ustalarının çeşitli eserleri - keskin uçlu silahlar ve ateşli silahlar - New York Metropolitan Sanat Müzesi'nde saklanıyor. Şamhalat'ta top, barut, çakmaktaşı, diğer türlü silah ve askeri teçhizatın üretildiği de biliniyor. 17. yüzyılda başkent Tarka'nın duvarlarında toplar duruyordu. Tarım. 18. yüzyıl Avrupalı gezgin Johann Gildenstedt, o zamanki Kumyks'in yaşamının bir tanımını verdi: Herkes tarım ve bazı sığır yetiştiriciliği ile uğraşmaktadır. Tahıl ürünleri: buğday, arpa, darı, yulaf ve çoğunlukla pirinç, aynı zamanda oldukça sık pamuk yetiştiriyorlar, ipek ise çoğunlukla sadece kendi ihtiyaçları için. Balıkçılık onlar için diğer Tatarlardan daha önemlidir ve mersin balığı ve diğer balıkları yakalayarak geçimlerini kolaylaştırırlar. Aralarında yaşam için [gerekli] küçük bir malzeme ticareti olan Kumyk ürünleri ve diğer gerekli [şeyler] olan birçok Ermeni yaşıyor. Evleri ve köyleri, birçok kez anlatılan Kafkasya'nın geri kalanı gibi, söğüt hasırından yapılmış hafif ekoseli yapıdan yapılmıştır.Özel bir ticaret, bolca büyüyen ve 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren St. Petersburg'daki fabrikalara sağlanan kökboya ekimiydi. Ayrıca, Kumykia sakinleri pamuk yetiştirdi ve ipekböcekçiliği geliştirdi. Ilıman düzlük ve dağ eteği ikliminin özellikleri, büyük miktarda saman toplamaya gerek kalmadan tüm yıl boyunca meralarda sığır otlatmayı mümkün kıldı ve bu da at yetiştiriciliği, hayvancılık ve koyun yetiştiriciliğinin yüksek gelişimine yardımcı oldu. 18.-19. yüzyıl yazarlarının çoğuna göre Kumuk toprakları sığır açısından zengindi. Fabrikada üretim. 17. yüzyılda Evliya Çelebi ve Adam Olearius, Şamhalat'ta el sanatları atölyelerinin olduğundan bahsetmiştir. Kültürü. Kumuklar bölgedeki baskın kültürel etkiydi. Vambery'ye göre:  Kafkasya'nın kültürel bir halkı olan Kumuklar, birçoğunun dillerini ve geleneklerini benimsediği dağların komşu halkları üzerinde güçlü bir etkiye sahipti. Edebiyat. Şair Ümmü Kemal'in edebiyatının ilk örneklerine 14. yüzyılda rastlanır. 19. yüzyılın sözlük ve dil normlarını belirleyen en ünlü şairi Irchi Kazak'tır. 20. yüzyılın başında Dağıstan'daki ilk tiyatronun oluşumuna da katılan Temibulat Biybulatov, modern edebiyatın reformcusu olarak kabul edilir. Klasik Kumuk müzik folkloru "Kazak yırlar" ile temsil edilir. Kumuk edebiyatı Dağıstan edebiyatı içinde özel bir yerdedir. Kumuk yıravları arasında Amanhor (1670-1706), Miskin Halimat (XVIII. yüzyıl) ile Kakaşuralı Abdurahman (XVIII. yüzyılın sonu- 1870) Kumuk edebiyatının öncüleri olarak sayılmaktadır. Yırçı Kazak (1830-1879) ise Modern Kumuk edebiyatının babası sayılır. Abusupiyan Akayev, İbrahim Kerimov, Mahammat Atabayev, Badrattun Mahammatov, Şeyit Hanım Alişeva, Orazayev gibi sayısız yazar ve şair yetiştirmiş olan Kumuklar geçmişten beri dil ve kültür alanlarında ileri bir halktır. Yoldaş adlı haftalık bir gazeteleri, Tangçolpan, Dağıstanlı Kadın ve Karçıga (çocuk dergisi) adlarında aylık yayımlanan üç dergileri; çeşitli rayonlarda yayımlanan aylık veya haftalık bölgesel gazete ve dergileri bulunmaktadır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1927", "len_data": 34706, "topic": "HISTORY", "quality_score": 3.58 }
Astım (bronşial astma), küçük bronşların ve bronşiollerin, çeşitli uyaranlara aşırı tepki vermesinin sonucu ortaya çıkan, solunum yolu daralmasına sebep olan kronik bir rahatsızlıktır. Buna hava yollarında iltihap da eşlik eder. Çocukların %10'u, erişkinlerin %6'sı astım hastasıdır. Astım atakları esnasında solunum güç ve hırıltılıdır, çoğu zaman öksürük de vardır. Hastaların bir bölümünde astım, ilaçlarla kontrol altına alınmazsa KOAH hastalığına sebep olabilir. Nedenler (tetikleyiciler). Astımın kesin nedeni belli değildir. Genel görüşe göre, soluk boruları (bronş-bronşiol) doğuştan duyarlı bireylerde çevresel koşulların etkisi ile astım atakları oluşmaktadır; ayrıca, geçirilmiş zatürre vb. hastalıklar da astımın oluşmasında önemli etkenlerdendir. Astımın tipik karakteristiği bronşların mukoza ödemiyle daralmasından ötürü olan episodik dispnedir (nefes darlığı). Bu durum, polijenik bir kalıtım biçiminde genetik kökenli olabilir; fakat enfeksiyon, alerji ve emosyonel faktörler de rol oynayabilir. Psikolojik mekanizmaların rol oynaması için bronşiyal aşırı duyarlığa somatik bir yatkınlık bulunması gerekir. Astımlılarda belirli birtakım kişilik özelliklerine rastlanmasına rağmen, bu hastalıkla birlikte görülen spesifik bir kişilik tipi yoktur; anksiyetenin yol açtığı bazı astım nöbetlerinin nedeni bir şartlı refleksle açıklanabilir. Astımda belirtilerin aniden ortaya çıkmasına "astım atağı" veya "astım krizi" adı verilir. Bu durumda hastalarda ağır bir nefes darlığı olur. Astımı belirtilerin şiddetine göre hafif aralıklı, hafif süregen, orta süregen ve ağır süregen olarak sınıflamak mümkündür. Astımın tanısında muayene bulgularının yanı sıra, kanda IgE' nin ve eozinofil adı verilen akyuvarın sayısının yüksek bulunması, solunum testlerinde soluk borusunda daralma olduğunun gösterilmesi ve deri testleri ile hastaların neye karşı alerjisi olduğunun gösterilmesinin çok büyük bir rolü vardır. Astım, özellikle çocuklarda hafif bir tablo gösterirse belirtiler (%50-%60) tamamen kaybolabilir. Ancak yetişkin astımlıların belirtileri çoğu kez ömür boyu kalıcıdır. Astım Tipleri. Allerjik (atopik) astma. Alerjik astma, en sık görülen astım tipidir. Çocukluk döneminde başlar, ailede genellikle bir astım öyküsü vardır. Hastalarda alerjik nezle, ürtiker ya da egzama öyküsü vardır. Çevreden gelen etkenlerle Tip I niteliğindeki aşırı duyarlılık tepkisi ortaya çıkar. Allejenlerle yapılan deri testleri pozitiftir. Kandaki IgE düzeyi yüksek bulunur. Atakları allerjenler (tozlar, polenler, hayvan tüyleri ve bazı yiyecek maddeleri) tetikler. Duyarlı kişilerin bronş mukozalarındaki mast hücrelerinin ve bu alanlardaki parasempatik reseptörlerin uyarılması ile birlikte bronş çeperlerindeki kasların kasılır (bronkokonstriksiyon), hava geçitleri daralır. Patogenez. Bronkokonstriksiyon ataklarını tetikleyen 2 grup medyatör vardır: 1. Primer medyatörler 2. Sekonder medyatörler Meslek hastalığı astması. Bazı iş kollarında alerjik tepkilere neden olan maddelere duyarlı olan bireylerde görülen tablodur. Klinik ve patolojik bulgular alerjik astmadaki gibidir. Tetikleyici maddeler şunlardır: Allerjik bronkopulmoner aspergillozis. Kronik kronik aspergillus infeksiyonlarında ortaya çıkar. İrileşen mantar kolonileri bronşlarda tıkaçlar oluşturur. Klinik tablo, bronşial astmadaki bulgulardan daha güçlüdür. Astım atağı. Astım atağı (astım krizi) ani olarak nefes borularının daralmasına neden olan kas kasılması, balgam artışı ve nefes borusunun etrafındaki damarların sızdırarak sıvının dokuya geçmesi ile dokunun şişmesi ile karakterize bir alevlenmedir. Astım atağı hava yollarında astıma bağlı bulunan enflamasyonun alevlenmesidir. Bu alevlenme sırasında nefes borusunda kas kasılması ile daralma, balgam salgılanmasında artmayla tıkanma ve dokuda damarların sızdırmasıyla şişlik oluşmaktadır. Astım atağının belirtileri göğüs sıkışması, nefes almakta zorluk, kalp çarpıntısı, sık nefes alma, karın kaslarının solunuma katılması, burun kanatlarının solunuma katılması, göğüs kafesinde kaburgalar arasındaki kasların kasıldığının görülmesidir. Hasta nefes alamadığı için konuşmakta ve uyumakta zorlanma yaşar. Astım Engel Oranı. Doğuştan veya kazanılmış akciğer, plevra ve göğüs kafesi hastalıkları veya akciğeri tutan diğer bütün hastalıklarda, solunum ve dolaşım fonksiyonunda bozukluk yapmışsa; Solunum Fonksiyon Testlerine göre değerlendirme yapılır; Tedavi. Tedavide kullanılan ilaçlar iki gruba ayrılır. Birinci grup ilaçlara rahatlatıcı ilaçlar adı verilir (salbutamol, terbutalin gibi sempatomimetikler). Kriz esnasında veya belirtiler başladığında kişi inhaler'i ağzına götürür ve soluk alma (inspirasyon) sırasında inhaler'i sıkar. İkinci grup ilaçlar astımdaki temel sorun olan hava yolundaki iltihabın azaltılmasına yöneliktir. Bunlar da solunum yoluyla alınan kortikosteroidler, kromolin sodyum, nedokromil sodyum, teofilin ve lökotrien reseptör antagonistleridir. Her iki grup ilaçta inhaler tercih edilir. Astım atağının şiddet derecesine göre tedavisi değişir, hafif astım atağında bronş genişleticiler, nefes yolundan verilerek sonuç elde edilebilir. Orta veya ağır şiddette bir astım atağında sprey şeklinde aeresol ilaçları nefes borusuna çekmek zor olacağı için nebülizatör cihazı ile bronş gevşeticilerin akciğere gönderilmesi doğru olacaktır. Hastalar birlikte sistemik ağızdan veya kas içine enjekte prednizonol tipi kortizon uygulanarak ani enflamasyonun durdurulmasına çalışılır. Ağır atakta hastaya oksijende birlikte verilmelidir. İlk tedaviye cevap vermeyen ağır astımlı hastaların yoğun bakıma alınması doğrudur. Astımı kontrolde olan hastaların atak geçirme olasılığı düşüktür. Atak geçirseler bile genellikle seyrek ve hafif olacaktır. Tedavisini doğru uygulamayan kontrol edici ilaçlarını almayan hastalarda ataklar sık ve şiddetli olur atak geçirmemek için atağı uyaran alerjenler, sigara dumanı, hava kirliliği, ani hava değişikliği, gibi etkenlerden korunmak kontrol edici ilaçları düzgün kullanmak gerekir. Sigara dumanı Astım atağı tetikleyici en önemli etkenlerden biri olup aktif ya da pasif sigara dumanı solumak atağın başlamasını sağlayabilir. Alerjik astımlı hastaların bir kısmında ilaç tedavisi ve korunma yöntemleri etkili olmamakta ve aşı tedavisi (immünoterapi) gerekli olmaktadır. Astım tedavisinde çoğunlukla inhaler adı verilen medikal cihazlar kullanılır. İnhaler kullanımı ile lokal etki yaratılır ve daha düşük dozla daha fazla etki elde edilir. Bu şekilde sistemik yan etkilerin önüne geçilmeye çalışılır.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1931", "len_data": 6486, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.67 }
HIV (İngilizce: "Human Immunodeficiency Virus"; Türkçe: İnsan Bağışıklık Yetmezliği Virüsü), AIDS'e yol açan virüs. HIV, bağışıklık sistemine zarar vererek hastalığa neden olur. Vücudu mikroorganizmalardan koruyan bağışıklık sistemi çalışmadığında, mikroorganizmalar hastalığa daha kolay neden olabilir. Kanında HIV bulunmayan kişiler HIV negatif kişilerdir. Kanında HIV ile enfekte olan kişilere "HIV pozitif" veya "HIV ile yaşayan kişi" denir. Bu kişiler aynı zamanda kanında antikor bulunan anlamında sero (anti-HIV veya bilinen ismiyle ELISA testi) pozitif kişilerdir. Ancak ilk bulaşma döneminde seronegatif kişiler aynı zamanda enfeksiyon taşıyan kişiler olabilirler. AIDS. AIDS, "Sonradan Edinilen Bağışıklık Sistemi Yetersizliği Sendromu" (İngilizce: "Acquired Immune Deficiency Syndrome") anlamına gelir. "Sonradan Edinilen" ifadesi, hastalığın irsî (genetik) olmadığı anlamına gelmektedir. "Bağışıklık Sistemi Yetersizliği" ifadesi ise vücudun bağışıklık sisteminin çökmesi anlamına gelmektedir. "Sendrom" kelimesi ise bir başka hastalıkla bağlantısı olabilecek çeşitli hastalıklar anlamına gelmektedir. HIV ile yaşayan kişi hastaymış gibi görünmeyebilir veya kişi kendini hasta hissetmeyebilir, HIV ile enfekte olduğunu bile bilmeyebilir. Çünkü, HIV ile enfekte olan kişilerde semptomların ortaya çıkmasına ve ölüme yol açan şey HIV'in kendisi değil, vücudun bağışıklık sisteminin çökmesiyle tamamen savunmasız kaldığı diğer enfeksiyonlardır. Virüsün yapısı. Virüs tek sarmallı RNA yı çevreleyen p24 proteinlerinden oluşan kapsit, bunun dışında küçük bir matriksi çevreleyen kılıftan oluşur. Kılıfta virüsün antijenik yapısını belirleyen glikoproteinler bulunur. HIV virüsünün üç glikoproteini vardır. Bunlar: Bulaşma yolları Belirti ve Önlemler. HIV'iv enfekte olabilmesi için, virüsün dış ortam koşullarında bozulmayacağı kadar kısa bir süre içinde bir kişiden diğerine nakledilmesi gerekir. Bu da virüsün diğer vücut sıvılarının içinde bir kişiden diğerine iletilmesi ile gerçekleşebilir. HIV, korunmasız cinsel ilişki, direkt kan teması, organ nakilleri ve anneden bebeğine olmak üzere dört yolla bulaşabilir. Cinsel ilişki. HIV ile enfekte kişinin spermi, anal, oral ya da vajinal yoldan yapılacak cinsel ilişki sırasındaki vücut sıvıları ve kan yoluyla bulaşabilir. Lateksten yapılmış bir prezervatif kullanarak HIV'den korunulabilir. Doğum kontrol hapları ve lateks olmayan prezervatifler, HIV'den koruma sağlayamaz. HIV, hem bir erkekten hem de bir kadından bulaşabilir. Herhangi bir cinsel hastalık, HIV'in bulaşma ihtimalinden daha yüksektir. HIV'in iki tipi mevcuttur. Tip II de kadından erkeğe bulaşma ihtimali, Tip I de ise erkekten kadına bulaşma ihtimali daha yüksektir. Afrika da ikinci tip Avrupa ve Amerika'da ise birinci tip daha sık görülür. Damardan uyuşturucu madde kullanımı. HIV ile yaşayan birisiyle kontamine bir iğne paylaşılırsa, virüs bulaşabilir. (Bu intravenöz (damardan) uyuşturucu bağımlıları arasında HIV'in en önemli bulaşma yoludur.) Dövme ve vücuda piercing yaptırma işlemlerinde kullanılan iğneler, kontamine ise HIV bulaşabilir. Organ, kan ve kan ürünleri nakli. Gerekli araştırma testleri yapılmamış organ, kan ve kan ürünleri nakli yoluyla da HIV bulaşabilir. Bu durumun engellenmesi için her türlü organ, doku, kan ve kan ürünleri nakli öncesi nakle engel hastalıklar yönünden alınan materyaller kabul eden merkezler tarafından dikkatle kontrol edilir. Araştırma testlerinin pencere döneminde bulunan hastalarda yalancı negatif sonuç vermesi halinde, bulaşma gerçekleşebilir. Anneden bebeğe. HIV ile yaşayan bir anne, virüsü bebeğine anne sütü aracılığıyla bulaştırabilir. Belirti. HIV bulaş gerçekleştikten sonra 2-4 hafta aralığında yüksek ateş, boğaz ağrısı, lenf bezlerinde şişlikler, halsizlik, grip ve benzeri belirtiler verir sonrasında kendiliğinden geçer. HIV'in kendine özgü belirtileri bulunmadığından belirtilerin HIV'e ait olup olmadığı ancak ELISA testi aracılığıyla belli olur. Belirtilere göre HIV olup olmadığı anlaşılamaz. HIV enfekte olmuş kişi ayrıca hiç belirti görmeyedebilir. HIV testleri. HIV vücuda girdiğinden itibaren, vücutta bununla savaşmak için özel antikorlar oluşur. Kandaki bu antikorların ELISA testi (indirekt tanı methodu) veya direkt virüsün proteinlerini tespit eden PCR testi (Direkt Tanı Metodu) gibi tarama yöntemleriyle saptanma çalışmalarıdır. Anti-HIV antikorların ELISA yöntemiyle ölçülebilecek düzeye ulaşması için en az 3 aylık bir süreye (pencere dönemi) ihtiyaç vardır. Bu nedenle test, bulaşma olduktan 3 ay sonra yapılmalıdır. PCR yönteminde ise bu süre 3 haftaya kadar düşmüştür. Anti-HIV testinin pozitif olması, kanda HIV virüsüne karşı antikorların olduğunu gösterir. Ancak anti-HIV testinin yalancı pozitif çıkma ihtimali de vardır. Bu nedenle, kişinin HIV pozitif olduğunun söylenebilmesi için, Western blot testi denen doğrulama testinin de yapılıp sonucunun pozitif olması gerekmektedir. Anti-HIV testi, üniversite hastanelerinin mikrobiyoloji laboratuvarlarında, sigorta ve devlet hastanelerinin laboratuvarlarında ve özel laboratuvarlarda yaptırabilir. Son zamanlarda HIV virüsünün kandaki varlığının direkt kanıtlanması PCR (polymerase chain reaction = polimeraz zincir reaksiyonu) yöntemi ile de yapılabilmektedir. Pencere dönemi. Pencere dönemi ile ilgili belirsizlikleri gidermek için bazı açıklamalar yapılmalıdır; zira "Üç Ay" ifadesi, HIV virüsüne maruz kalmış her bünyenin 'üçüncü ayda' antikor üreteceği gibi yaygın bir yanılgıya yol açmaktadır. Halbuki pencere döneminin kişiden kişiye değişiklik gösterdiğini vurgulamak gerekir. "Üç Aylık" süre, uluslararası sağlık kuruluşlarının tüm bünyesel farklılıkları da kapsayacak şekilde belirlediği 'maksimum' süredir. Yani bu, HIV ile enfekte olmuş yüz kişiden varsayalım ki %45'inin, 35. günde; %25'inin 50. günde; %15'inin 65. günde; %10'unun 75. günde; %5'inin de 90. günde yeterli antikor seviyesine ulaşacağı anlamına gelir (Oranlar tamamen kurgusaldır). O halde belirlenmiş olan "üç ay" sınırı, 'en geç antikor üreten bünyeyi' de hesaba katarak düşünülmüş 'maksimum' sınırdır. CDC (Center of Disease Control -USA) gibi bazı büyük sağlık örgütleri, testin altıncı ayda tekrarlanması gerektiğini savunmaktadır. Antikor oluşturma (serokonversiyon) süreci üç ayı geçen çok nadir bazı vakalar rapor edilmişse de bunlar o kadar nadirdir ki, tıp makalelerine konu olur. Birçok sağlık örgütü eğer çok kesin bir risk yoksa, 'altıncı ay' testini gereksiz bulmakta ve CDC'yi tutucu olmakla eleştirmektedir. Bazı kuruluşların 'pencere dönemi' ile ilgili olarak verdikleri süreler, "Üçüncü Ay"ın "maksimum" sınır olarak düşünülmesi gerektiğini kanıtlamaktadır: HIV negatif. HIV negatif, kanında HIV testi sonucu kanında virüs bulunmayan kişiler için kullanılır. Bu kişiler aynı zamanda Anti-HIV testi (ELISA testi negatif) kişilerdir. HIV genelde, kan testi ile tanımlanır, bu da HIV antikoru veya HIV testi olarak adlandırılır. Bu test, bağışıklık sisteminin HIV' e karşı antikor üretimi olup olmadığına bakar. Bağışıklık sisteminin, HIV tanımlayacak kadar antikor üretmesi ve bunun testte ortaya çıkması, üç ay kadar bir süre alır. Bu zaman süresi, pencere süresi veya serodönüşüm süresi olarak adlandırılır. Eğer, antikor bulunursa, test sonucu, pozitif olarak değerlendirilir. Bu da, o kişi HIV-pozitif demektir. Eğer, antikor bulunmazsa, test sonucu negatif olarak değerlendirilir. Bu da, test üç aylık pencere sürenin sonunda yapıldığı sürece, o kişi HIV-negatif demektir. Tedavi. HIV/AIDS'in tedavisinde olumlu gelişmeler vardır. HIV/AIDS, günümüz itibarıyla antiretroviral ilaçlar ile kontrol altında tutulabilmektedir. Bu ilaçlar, günde en az bir adet ya da farklı ilaç kombinasyonları ile kullanılabilmektedir. Ancak HIV/AIDS, doktor kontrolünde ve kesintisiz antiviral tedavi ile kontrol edilebilmektedir. Bu şekilde HIV pozitif kişilerin kaliteli ve uzun bir yaşam sürdürebilmeleri sağlanmaktadır. Uzun yıllardır aşı bulma çalışmaları sürmesine rağmen henüz olumlu bir sonuç elde edilememiştir. Çalışmalar ise farklı ülkelerde DSÖ(Dünya Sağlık Örgütü) desteği ile sürdürülmektedir. Korunma. Spermdeki ve vajina salgısındaki HIV, dış ortamda birkaç saatte, kuru ortamda ise yarım saatte ölür. HIV kurumuş kanda da kısa zamanda ölür. Hastanın ya da seropozitif kan, sperm veya vajina salgısının bulaştığı eşyadaki HIV'in öldürülmesi: Eşyayı birkaç dakika kaynatarak ya da 60 C°'de 30 dakika ısıtarak virus öldürülür. Sulandırılmış çamaşır suyu temas ettiği HIV'i 10 dakika içinde öldürür. Sodyumhipoklorid, çamaşır suyunda bulunan etkili maddedir, içinde klor vardır. Çamaşır suyu şişesinin üzerindeki tarifeye göre (genellikle 10 kez) sulandırılarak kullanılır. Sulandırılan çamaşır suyunda klor kokusu bulunmalıdır. Çamaşır suyu kullanılacağı zaman sulandırılmalıdır, durmakla bozulur. Çamaşır suyu madensel eşyaya zarar verir. Ultraviyole ile ışınlama (mavi ışık) HIV'in yok edilmesi için önerilmeyen bir yöntemdir. Ultraviyole ışını doğrudan temas ettiği yüzeydeki mikropları öldürür. Cismin altında kalan mikropları öldürmez. Deri HIV'den nasıl arındırılır? Su ve sabunla iyice yıkama ile (en az 15 saniye) bütün mikroplar gibi HIV de deriden uzaklaştırılabilir. Yıkandıktan sonra derinin alkol ile temizlenmesi uygun olabilir. Yaralanma durumunda yara yeri, önce sabun ve su ile iyice yıkanmalı, ardından tentürdiyot veya betadin gibi bir antiseptik ile temizlenmelidir. Ortaya Çıkışı. AIDS hastalığının Afrika'da maymunlardan insanlara geçtiği düşünülüyor. Bu virüsün orta Afrika'da şempanze avlayan insanlara bu esnada aldıkları yaralar vasıtasıyla veya sonrasında şempanze etiyle temas ettiklerinde geçmiş olabileceği iddia edilmekte.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1932", "len_data": 9618, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.85 }
Kuş gribi (Avian İnfluenza, Tavuk Vebası, Pestis Avium, Bird Flu, Avian Flu). Virüs kaynaklı ölümcül bir hayvan hastalığıdır. Virüsün H5N1 adındaki türevi insanları da öldürebilir. Ateş, öksürük, boğaz ağrısı, kas ağrıları başlangıç belirtileridir. Akciğerde ağrı görülür. Bunun sonucunda zatürre, solunum sıkıntısı ve ölüme kadar giden birtakım tablolar oluşabilir. Belirtiler hastalıkla temastan 2-3 saat ila 3-4 gün içinde kendini gösterir. Ancak 7-10 günlük kontrol daha doğru olur. Hücrelere yeterli oksijen gitmediği için vücut morarmaya başlar. Bundan dolayı Endonezyalılar kuş gribine "mavi ölüm" de derler. Gayri resmi olarak kuş gribi, kuş'lara uyarlanmış virüs'lerin neden olduğu bir grip çeşididir. En riskli tür yüksek patojenik kuş gribi (HPAI)'dir. Kuş gribi, domuz gribi, köpek gribi, at gribi ve insan gribi'ne benzer şekilde belirli bir konakçıya musallat olmuş influenza virüslerinin suşlarının neden olduğu bir hastalıktır. Üç tip influenza virüsünden (A, B ve C), influenza A virüsü neredeyse tamamen kuşlarda doğal rezervuarı ile zoonotik bir enfeksiyondur. Kuş gribi denilince çoğunlukla influenza A virüsü ifade edilir. İnfluenza A, kuşlara musallat olmasına rağmen aynı zamanda kişiden kişiye de kararlı bir şekilde bulaşır. İspanyol gribi virüsünün genlerine yapılan son grip araştırması, hem insan hem de kuş türlerinden virüsten uyarlanmış genlere sahip olduğunu gösterir. Domuzlara ayrıca insan, kuş ve domuz gribi virüsleri bulaşabilir bu da gen karışımlarının (yeniden sınıflandırma) yeni virüs türü oluşturmasına imkan tanır, bu da antijenik kayma'dan yeni influenza A virüsü alt tipine neden olabilir ki çoğu insanın buna karşı çok az veya hiç bağışıklık koruması yoktur. Kuş gribi suşları patojen'liklerine göre iki tipe ayrılır: yüksek patojenite (HP) veya düşük patojenite (LP). En iyi bilinen HPAI suşu, H5N1, ilk olarak 1996 yılında Çin'in Guangdong Eyaletinde bir çiftlik kazından yalıtıldı ve ayrıca Kuzey Amerika'da bulunan düşük patojenik suşlara sahiptir. Esaret altındaki yoldaş kuşların virüse bulaşması olası değildir ve 2003'ten beri kuş gribi ile eşlik eden kuşa dair herhangi bir rapor bulunmamaktadır. Güvercinler kuş türlerine bulaşabilir ancak nadiren hastalanırlar ve virüsü insanlara veya diğer hayvanlara etkin şekilde bulaştıramazlar. 2013'ün başı ile 2017'nin başı arasında, Dünya Sağlık Örgütü'ne (WHO) laboratuvar tarafından doğrulanmış 916 insan H7N9 vakası bildirildi. 9 Ocak 2017'de Çin Ulusal Sağlık ve Aile Planlaması Komisyonu, 35 ölüm, 2 muhtemelen insandan insana bulaşma vakası ve 106 kişiden 80'inin canlı kümes hayvanı pazarlarını ziyaret ettiğini belirten kasım ayı sonundan aralık ayı sonuna kadar görülen 106 adet H7N9 vakasını WHO'ya raporladı. Vakalar Jiangsu (52), Zhejiang (21), Anhui (14), Guangdong (14), Şanghay (2), Fujian (2) ve Hunan'dan (1) bildirilmişti. H7N9 insan vakalarının sayısında benzer ani artışlar, önceki yıllarda Aralık ve Ocak aylarında meydana geldi. Tarihçe. Tarihsel olarak incelendiğinde 20. yüzyılda 9-39 yıl arayla antijenik sapma sonucu ortaya çıkan yeni virüs alt tiplerine bağlı dört ya da beş grip pandemisi olmuştur. 1918-1919 yıllarındaki H1N1 (İspanyol gribi) pandemisinin 40-50 milyon kişinin ölümüne neden olduğu tahmin edilmektedir. Ardından 1957-1958 (H2N2), 1968-1969 (H3N2) ve 1977-1978 (H1N1) pandemileri olmuştur. Hâlen dünya üzerinde H3N1 ve H1N1 virüsleri birlikte dolaşmaktadır. H5N1 virüsü ise ilk 1983 yılında Amerika'da görüldü. 2016 yılında H5N8 kuş gribi virüsü Rusya'nın güneyinde yer alan Tuva Cumhuriyeti'ndeki yabani kuşlarda görüldü. Kanatlı hayvanlar için oldukça bulaşıcı olan virüs, Polonya ve Macaristan'a ulaşarak batıya ve güneye yöneldiği ve şimdiye kadar bu kuş ile enfekte olan bir insana rastlanmadığı bildirilmiştir Bundan sonra da yeni pandemilerin olması kaçınılmaz gibi görünmektedir. Uğradıkları sık ve kalıcı antijen değişmeleri nedeniyle, dünya üzerindeki influenzavirüs aktivitesi sürekli olarak izlenmekte ve grip aşılarının bileşiminde her yıl ayarlamalar yapılması gerekmektedir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) bu amaçla 1947'de başlattığı Küresel Grip Programı'nı uygulamaktadır. Kuş gribi 2005-2008 yılları arasında da ortaya çıkmıştır. Ocak 2021'de kuş gribinin 8 bölgede görüldüğü Fransa'da 2 milyona yakın ördek hastalığın yayılmasını önlemek amacıyla öldürüldü. İhbar mecburiyeti. Tavuk vebası (kuş gribi), ihbarı mecbur olan hastalıklardandır. Tedavi ve korunma. Tedavisi yoktur, H5 ve H7 tipleri başta ABD, Avustralya ve Türkiye'de görülmüştür. Aşılama ile korunma sağlanır. Hastalığa yakalanan hayvanların itlafı gerekir.
{ "url": "https://tr.wikipedia.org/wiki?curid=1933", "len_data": 4578, "topic": "HEALTH", "quality_score": 3.68 }