title
stringlengths
2
48
area
stringclasses
7 values
city
stringclasses
79 values
text
stringlengths
495
43.2k
Külcü Oğlan
Ege Bölgesi
Muğla
Eveli zamanda galbır zamanda bir yaşlı benim gibi bir yaşlı varmış. Bi de oğlu varmış. Ayağını hiç külden çıkarmazmış oğlan. -Yav demiş odunumuz yok üşüyoruz. Aa üşüdüm üşüdüm çıkıyo üşüdüm üşüdüm gine giriyomuş. Hindi anası ne yapsın e afedersin eşeği getirmiş heybeyi getirmiş içine de kül gatmış u da ayaklarını sokmuş oduna gitmiş garı. Oduna giderken padişahın gızı da bakıyomuş pencereden. Şindi külcü ettir elekten gidiyomuş ayağını da küle sokmuş. Gah gahlarnan gülmüş hindi padişahın gızı. Bu gitmiş gitmiş oturmuş anası gatmerler yapmış börekler yapmış. Bi böyüüüük çay akıyomuş. Çayın başına oturmuş külcü. Çayın başına oturmuş ekmekleri yimiş. Yidiği ekmekleri bütün balıklara atıyomuş. Acık unlara atıyo acık kendisi yįyo. Bir gara yılan faşıldıyaraktan gelmiş. -Ben nire girem demiş. Beni arkamdan demiş düşmanım goşturuyo nire girem. Gocamaaan bir garac ağacı varmış unun içine girmiş. Unun içine girmiş. Goca ejderha geçmiş gitmiş. Görememiş. Şindi ordan çıkmış yılan demiş ki: -Dile benden dileceni. -Yav demiş sen bir yılansın ben senden ne dilicem demiş. -Yav dile benden dileceni. -Eh demiş padişahın gızı güldü ya una. Senin her dediğin olsun de bana demiş. -Tamam demiş senin her dediklerin olsun demiş ben hazırım senin yanında demiş yılan. Yılan da periymiş gari. Senin her dediğin olsun. Şindi gine ayaklarını küle sokmuş. Eşeklen gidik gidermiş. Gine padişahın gızı pencereden bakmış gine gülmüş. -İnşallah demiş benden altı aylık gebe kal demiş padişahın gızını. Geşmiş gitmiş. Şindi üş gün beş gün sonra padişah bir tellal bağırıyomuş. Yedisinden yetmişine benim saraydan geçsin. Padişahın gızı böle böle demiş. Gah gah gah gülüyomuş ocan başında. Dedi ya gari söyleceni. Undan sona: - Oğlum kalk git padişah şey vericekmiş ceza vericekmiş anası. -Gitmicem demiş. -Oğlum hadi git. Şindi herkes geşmiş padişahın gızının bi topu varmış. Atıyomuş hiç kimsenin başına inmiyomuş. En sona bu gitmiş. Gine eşeğin üstüne binmiş. Ayağını da heybelere sokmuş. Geçiyomuş bi atmış padişahın gızı küte tek başına. Gine gah gah gülüyomuş. -Olmadı olmadı olmadı diyomuş padişah. Külcüye verir mi gari gızını. Tekrar gine dönmüş. Tekrar gine geşmiş paaat gine. Tekrar gine geçmiş paat. Şindi padişah garez etmiş. -Bi dene sandık yapacam demiş. Külcüyü de seni de gop atcam nehire demiş. -Eyi. Külcüyü de gomuş unu da gomuş . Gide gide gide gide. Sandığa goymuş atmış. Ne vardıysa ceplerine doldurmuş gız gidiyormuş nehirden. Gide gide gide gide gide bi sahraya çıkmışlar. Sahraya çıktıklarında: -Yav demiş biz burda aç susuz nereye gidecez. Senin dedin demiş her dedįn oluyor madem demiş sen de ki demiş padişahın sarayın garşısına aynı öyle bi saray. Öyle hizmetciler inciler yakutlar zümrütler her şeyler dolsun. Öyle bir saray olsun. Dış tarafları ondan sonracım camaken olsun. Padişah gördüğü zaman aklını şaşırsın diyor. Hepsini söylemiş şindi külcü. Her dediği oluyor gari perilerlen garıştı. Hepsini söylüyor ediyor bizi de diyor sarayın içine goysun. Tamam söylüyor. Bi geliyolar ki goca bir saray olmuş zümrütten yakuttan ışıl ışıl. Giriyolar içerisine aynı bubasının hizmetçileri gibi içerisinde hizmetci. Undan sonra oturuyolar. Neyse sabahleyin bi kalkıyo namaza kalkıyo tabi u zaman namaz abdest şimdi namaz abdest mi var. Undan sonra namaza kalkmış bi bakmış ki bir saray var sarayın garşısında gözlerini kamaştırıyo. -Allah Allah demiş nerden çıktı bu. Neyse namazını gılıyo. Guşluk oluyo. -Git bakalım diyor hizmetçisine kim bunlar kimin nesi. Undan soracım hem diyor akşam çorbasına diyor bize çağır diyor gelsinler. -Olur diyor. Gidiyor. -Siz nerden geldiniz. -Filan diyardan filan şehirden geldik diyolar. -Undan soracım çorbaya çağırıyo diyo padişahım. -Tamam geliriz. Neyse oturuyor una yapılan hallerini biraz gız masal olarak söylüyor şindi. Ortada söylüyor. Şindi hep beraber toplandığı için yemek yiyolar. U zaman biraz kendi halinden masal söylüyor. Gızını nehire attım biliyor gari padişah bilmiyor ki tekrar gelceğini. Nehirde öldü diyor. Sonra gari: -Sen de bu akşam bize geleceksin diyorlar. -Tamam diyor padişah. Geliyolar. Şey diyor. Seyis seyis diyor: -İnci torbasını atın boynuna asıver diyor gız. -Allah Allah diyor şindi padişah. İnci torbası diyor atın boynuna asılır mı diyor. -İnci torbası atın boynuna asılmazsa diyor gız bir padişahın gızı da külcüden gebe olabilir mi diyor. Hani lafını perçinliyor. Ondan sonra: - Haaa sen diyor nerden biliyorsun diyor. -Undan sonra işte ben senin gızınım. İşte öle işte böle hepsini gonuşuyolar ediyolar gari sarmaş gülmeş oluyolar. Külcüye bi düğün ediyo. Saray var her var köşk var şeyi var gari yetmemi. U zaman külcüydü şindi değil. Undan sonra evelden böle Türk törelerinde zenginlik fakirlik aşşalamalar. Sonra evlendiriyor. Da hala va hala geçinipdurularmış.
[Mavi Yusuf]
Ege Bölgesi
Muğla
Bi adamın bi horuzu varmış horuzu. Horuzu almış şey demiş: - Bu horuz kaş bin lira? - Yav bir horuz kaş bin lira olur mu? - Yav,demiş bunun diğeri var. - Niymiş diğeri arkadaş bunun? - Bunun demiş, horuzun beyazlığı demiş, Mavi Yusuf’a benziyo demiş. Gözleri demiş, Mavi Yusuf gibi mavi demiş. - Eee. - İbiği de Mavi Yusuf’un yanakları gibi gırmızı, demiş. İşte hepsi söylemiş. Böyle  tüylerini böyle şeyisi gaşarlı gibi gara, demiş. Şindi bunu da söylerken padişahın gızı görüyo duyuyo. Unu söylemekle padişahın gızı âşık oluyo şimdi Mavi Yusuf’a. Şindi bubasına diyo ki: - Ben Mavi Yusuf’a  âşık oldum, diyor. - Yahu diyo ben Mavi Yusuf’u nerde bulan gızım. - Nerde bulursan bul, diyor. Ben Mavi Yusuf’a âşık oldum. Gün geşiyo ay geşiyo gız böyle hilali fener oluyo. Mavi Yusuf’a âşık oluyo. Şindi diyo ki bubasına: - Sen  bir sandık yaptır, diyor. At çaya beni, diyor. Ben gitcen  kendim bulurum, diyor. Undan sona bi sandık yaptırıyo goyyo gızını sandığın içine atıyo çaya. Gide gide gide gide gide gide gide. Mesela gidiyor böyle bir yuvarlak bir çayından gidiyo. Burdan köyceğiz gölünden salıyo gidiyor pilaja yanaşıyo. Şindi Mavi Yusuf’un ablası da u pilajda yazlıyomuş. Mavi Yusuf’un ablası da. - Yav şu sandığı alın gelin diyor. Cansa benim malsa sizin. Hemen getiriyolar bir baksınlar ki dünya güzeli gibi bi gız içerisinde. Hemen çıkarıyın. - Sen niden geldin yavrum burya, diyo. Ben böle böle böle böle, diyor. Bir adam horuzu satıyordu öle söyledi. Ben de unun sölemesinden Mavi Yusuf diyerekten diyor âşık oldum. - E Mavi Yusuf’un ablasıyım ben, diyor. Şindi diyor ortalık bembeyaz şindi Mavi Yusuf’un gelmesi yakın. Sen hiç canını sıkma. Ondan sona neyse Mavi Yusuf geliyo. - Ondan soracım mavi hanım mavi canım Mavi Yusuf’a bir su ver, diyor. Hizmetçiye söylüyordu eveli u gıza söylüyor. Gine her başdan dırnağa mavileri keydirip öle. Undan sora geliyo suyu verip dönüyo. Ertesi  seni gördü de âşık oldusa senede bi kere geliyo altı ayda gelir, diyo. Altı ay sonra Mavi Yusuf gine geliyo. Bu gırmızıları keydiriyor. - Mavi hanım mavi canım Mavi Yusuf’a bir su ver. Gırmızı bardakla, diyo getiriyo. Şindi giderken diyor: - Bardağı at sen gırılsın diyor, ablası. Bardağı yere bi atıyor gırılıyor. Şindi ablası diyo ki: - Ayı işte höle böle dağdan getirdim seni höle ettim böle ettim diye. - Yav, diyor Mavi Yusuf bir bardak değil mi gadar diğeri var abla şöle böle, diyor. Undan soracım kalkıp gine gidiyo. Mavi Yusuf: - Şu ,diyor eğer seni sevdiyse üç ayda gelir, diyor. Üç ayda geliyor beş ayda geliyor on beş günde geliyor ertesi gün geliyor her gün geliyor geliyor. Undan sona Mavi Yusuf da una âşık oluyor. Şindi diyor ki: - Mavi Yusuf ver, diyor bu yüssüğü bu yüssükten geçse ben unu gine almam, diyor. - Çok şeyler veriyo almam, diyo istemem diyor. Undan sonacım u yüssük de unun nişanımış halbukisem. Gız kalkıp gidiyor bubasının ora gidiyo. Arkasından gine Mavi Yusuf gidiyor tabi şeyden şeye biliyor ablası gidiyor. Kendisi gidiyor. Undan sona düğünleri oluyor. U da unu seviyor u da unu seviyor âşık olduğu çocuğa varıyo. Gide gide gide gide nehirden nehirden buluyo varıyo. Düğünleri oluyo. Kırk gün kırk gece evleniyolar. İşte b u gadar. Onlar ermiş muradına biz de buraya geldik gari oğlum.
Padişah'ın Oğlu
Ege Bölgesi
Muğla
Bir varmış bir yokmuş. Bir padişahın oğlu varmış. Bi de padişahın gözü kör oluyo. Padişahın gözü kör olunca öte gidiyo bura gidiyo ora gidiyo buraya gidiyo nereye gittiyse bunun tedavisi mümkün olmuyo. En son bir artık ülema mı diyim ne idise bir padişaha diyo ki: — Senin gözüne bi siyah balık iyi gelecek, diyo. Oğluyla gönderiyo bi işcisini balık atıyolar voltayı çıkıyo. Çıkınca da balık dilveriyo*. — Akdenizin dibine bir gün olur çıkar yüzüne, diyo. Balığı da oğlu atıyo. Geliyo oğlu cellet* edicek. Cellet gıyıp at. Oğlunu başka ile gönderiyolar başka memlekete. Babası cellet ettirmek istiyo onu cellet etmiyolar başka bir köye gönderiyolar. Bu köye gittiğinde de orda bir padişahın gızınlan evlenen oluyo iki sefer ikisi de ölüyo. Üçüncüde bunlan evlenicek. Padişah oğlu da bu arada at alıyo bi tane. Atına seyis istiyo. Varıyo bi köyde farzı mahal Dalyan'da veya Ortaca'da bi yerde yaşarken bene diyo bi seyis: — Arap bi çocuk o balık insan olup dışa çıkıyo. Gezerken bene bi seyis bulun, diyo. Bulurken de bu çocuk denk geliyo. Allah u Teâla denk getiriyo. Balıktan dönüşmüş insana. Kaç para alırsın diye padişahın oğlu pazarlık ediyo. — Ne gazanırsak ortagız, diyo balık olan kişi. Seyislik yapıcek kişi oluyo artık. Ve bu olayda böle yaşa yaşa yaşa yaşa yaşa bi duyuyolar orda evlenecek padişahın oğlu. Evlenecende diyo ki düğün guruluyo her şey bitiyo gerdeğe giriyo gerdeğe girdinde de o seyis olan: — Bi dakka padişahım, diyo. Bu ne gazanırsak ortag değil miyiz, diyo. Ha gızın belinde padişahın gızının belinde de evran yılan sarılıymış. Evran yılan sarılıymış onun ilk yanına gideni sehir öldürürmüş. Ve bu şekilde oğlan diyo ki: — Bene ilk etapta köyde şehirde dururken isteyince seni bi kılıç isterim, diyo padişahın oğluna seyis. Kılıcı yaptırıyolar yanında kılıç seyisin yanında ve padişahın heybesinde diyo ki: — Ne kazandısak ortak mıyız, diyo. — He ortagız, diyo. Heybenin bi gözünü padişahın oğlu bi gözünü de seyis istiyo. Ondan sonra da gızı ortadab bölücek. Gerdeğe giriyor. — İlk ben girecem, diyo seyis. Ben girecem, diyo sonra sen girecen, diyo. Galdırıyo bıçağı şey kılıcı kaldırıp vurdunda hiii diyoru kıza ikinci hiii. Onda penzehir varmış onu çıkarttırmış zehirleri yılanın zehrini. Üçüncüde kaldırıp hurdu mu hiii diyo ağzına gelen tükürügü çıkardıyo. Onu bi kâğıda sarıyo götürüyo babasını yanına. Bazı yerleri doğru geçipduru tam şe ettirmiyoru. Ve bi balıklı şeyli yere gidiyola varıyo gözü padişahın oğlunun gözünü sürüyola padişahın gözü açılıyo. Ve bundan sonra da seyis, padişahın oğluna diyo ki: — Beni götür bakalım seyis beni düş önüme, diyo. Filan zaman bi balık sene dilvedi mi  iskelede, diyo. Padişahın oğlu: — Verdi, diyo. Seyis: — İşte o benim, diyo. Bu penzehir de gızın ağzından aldığı da yılanın penzehiriymiş. Babasının gözü açılıyo. Sonra düğün dernek barışıyolar öpüşüp goklaşıyo. *cellet: Cellat, ölüm cezasına çarptırılanları öldürmekle görevli olan kimse. *dilvermek: Konuşmaya başlamak
[Tuz Kadar]
Ege Bölgesi
Muğla
Evveli bi padişah varımış. O padişan iki tane gızı varmış. O gızlarına: — Gızım sen beni nasıl seviyorsun? Babam ben seni, demiş: — Lokum gibi severim, demiş. Biri demiş: — Ben seni duz gibi severim babam, demiş. — Ula gızım nasıl seversin? — Duz gibi severim babam, demiş. —Ule gızım sen beni duz gibi nası seversin? — Duz gibi severim babam, demiş. Sona varmış çağırın adamları, demişler. Padişah — Gızı alın gidin filan yerde kesin bu gızı, demiş. Onlar o gızı götürmüş. Adamlar gidmişler gidmişler bi derede kaplumbağa bulmuşlar. Gocaman bi kaplumbağa kesmişler. Gız yalvarmış onlara. Gızı kesmemişler kaplumbağayı kesmişler. Kaplumbağanın ganını sürmişler gızın elbiselerine. Almışla gidmişler babasına: — Aha bak kesdik gızı, demişle. Gız gide gide gide gide bi Yörük evine varmış. — Beni misafir kabul eder misiniz? — Gel gızım gel, gabul ederiz, demiş. Bi oğlan varmış. Yörüğün çocuğu yokmuş. O da o oğlanı büyütmüş. Oğlanla kızı evlendirmiş. Onlara bir ev yaptırmış, köyün içinde bir taneymiş. Ev çok güzel. Ev hem güzelmiş hem evin içi parayla döşenip dururmuş. Üç tane çocukları olmuş. Büyüğün adını “Ne Oldum”, ortancanın adını “Ne Olacam”, küçüğün adını “Ne Olmuş” goymuşlar. Sonra oraya padişah keşfe gelecek olmuş. Padişah: —Kimin evi iyi kimin evinde oturayım, demiş. — Filan yerde oturalım, o köyün en güzel eviymiş, demişler. Ordan varmışla adama söylemişle. — A demiş garı. Hemen garısının babası olduğunu anlamış emme ötekilerin bildiği yokmuş. — Buyurun getirin, demiş yemek hazırlayalım, demiş. Padişah gelmiş, padişahı oturtmuşlar. Böle yemekler çeşit çeşit hazırlanıp durmuş. Duz gatmamış hiçbirine. Duz gatmamış, bazısında hafif varmış, bazısında hiç yokmuş. Oturmuş adam. Gadın: — Ne Oldum su al gel gızım, Ne Olcam sabun al gel eline su dök gızım, Ne Olmuş bunu böyle et gızım hep böyle, diyormuş. Padişah duzlu yemeklerden yemiş, duzsuzlara hiç el salmamış. Evine varmış dönmüş. — Ekmek yediğim filan yerdeki evin beyini çağırın, demiş. Sonra ordan çağırmışlar bunlar. O adam varmış. — Sen bu çocuklan adını neden böyle goydun? — Ha padişahım, demiş sen bunu mu anlamak istiyon? — Onu anlamak isteyom, demiş. — Evveli bir dene senin gibi bi padişah varmış, demiş. Sen beni nasıl seversin diye gızına sormuş, demiş. Küçük gız, ben tuz gibi severim babam seni, demiş. Kesin diye adamlarıylan göndermiş. Filan yere göndermiş. O gız yalvarmış adamlara. Adamlar gızı kesmemişler, demiş. Tın tın giderken bi yörük evine uğramış, demiş. O yörük evinde benim gibi bi oğlan çocuğu da varmış, demiş. Beni onunla evlendirdi, demiş. Üç dene çocuğumuz oldu, demiş. Bundan çocukların adını Ne Oldum, Ne Olcam, Ne Olmuş goyduk, demiş. — Öyle mi oğlum? — Öyle, demiş. — Hadi filan yere git gadını da al gel bura, demişle. Evine hemen yatağından kalkmış döşek atmış. Gadın hemen gızını oturtmuş. Gızına: — Sen benim gızımsın, demiş. Seni kesmemişler, demiş. Bütün malım mülküm yerim yurdum senin, demiş.
Azrail ile Arkadaş Olan Adam
Ege Bölgesi
Muğla
Şimdi birisi varımış. Bu eskicilik yaparımış. Bi tülü yani geçimini sağlayamamış. Başka yilere gitmeye kalkmış. Gideriken birisi çıkmış önüne demiş ki: - Sen nereye gidiyon? - Böle böle geçinimedik. Para gazanmaya gidiyom, demiş. Öne geçende Cebrailimiş Ezrail Cebrail: - Sen, demiş filan yere git. Ben orda hastanın başucunda olursam bunna ümit yok boşa masraf etmende eye ayakucunda olusam şu şu ilaçla ve, deye. Buna baya para gazandımış. Sonunda tabi bu parayı gazanmış etmiş döneken Cebrail’e demiş ki: - Şini arkıdaş olduk biz. Benim ölümü bi yıldan önce bildir filan, demiş. Neyse bi zaman gelmiş. Bi diş arısı bi diş arısı gelmiş buna. Emme yani çok ızdırabılmış. Sona bi yıl geçmiş ya bi yıl önce bildiriyuya. Bi yıl geçmiş. Cebrail gelmiş. - Selamaleyküm. - Aleykümselam. O günde değirmene gitmiş eskiden yel un ötcek değirmenle vardı ya değirmen gitmiş. Un uyutmuş gelmiş ya tamam, demiş: - Sen bene bi yıl önce bildircedin emme bildimedin. - E senin dişin arımadı mı, demiş. -Arıdı, demiş. - E da ne istiyon adam, demiş. - Sen buna madem benim canı alceksin heç olmazsa bu huyuttum undan bi ekmek etsin. Çokla da yiyem, demiş. - Olu, demiş Cebrail. Şindi olu deyince buna Cenabı Allah demiş ki: - Bi şey mi seni aldattı? Bir yıl da ömür veriyon ben ona, demiş Cebrail’e. - Neyse, demiş sene bi yıl da ömür geldi, demiş. Şindi öteki sayyoru gurnaz. Tam o gün Cebrail’in gelceği gün yine deyirmana gidiyoru. Değirmene gidiyoru. Un üyütmeğe geliyoru. - O hoş geldin beş geldin una göre ayarlıyoruya anca değirmenden geldim. Un üyüttüm. Ekmek edivesilede yiyelim de undan sona al benim canı. - Tamam tamam, demiş öteki o zaman almış canını. Misarek çıkmışla ta höle ruhuna. Sona bi yas  gopuyo tabi evde. - Len, demiş arkideş. Sizin taraflada sizin ev taraflada yas olıvatı sakın birisi ölmesin. - Yok ya, bizim u tarafta öle ölcek isan yok, demiş. - Hadi cenazeye gidelim bi sevaba girelim, demiş. Cebrail, zaten öldünü bilmiyoru yani. Sona gidiyola mezara gidiyola gömüyola. Gömdükden sona hekes çekildikden sona: - Ulen, demiş bu ölüyü güzel gömmedile gel bu mezarı açalım buna onaklayalım*  mezarı, demiş. Hani ölüyü güzel gomadıla onaklayalım mezarı. Açınca bunu kakıveriyoru lap kapanıyoru mezar. Allah tarafından undan sona tabi öldünü biliyoru bu sona bu yani. *onaklamak: Düzeltmek
Helvacı Güzeli
Ege Bölgesi
Muğla
Şindi bunna hacca gidcek oluyola. Hacıda giderken oğlu gidiyoru. Bunnan evlatınan bi gız gardaşı varımış. Bi gızı varımış bi de ailesi varımış. Buna hocene: - Bunu kimi amanet edelim kimi amanet edelim e en büyük cami hocasıdı bunu havale edelim demişle. Bu unla oraya giddikten sona hocengızı amanet ediyola ya una saldırıyoru. Bu sefer gızına yarılıyoru bişeyler ediyoru hani kendini savunmak için bu sefer hocan oraya haba gönderiyoru: - Gızın diyoru höle etti böle etti. Gızın rahat durmadı. İftira atıyoru gari kendine teslim olmuyoru ya. Şindi odan bıbası diyoru: - Git diyoru gardeşin ganlı gömleni getirceksin diyoru. Odan olan dönüyoru geriye geliyoru eve. Ondan sona gız anladıyoru ama olan inanıyoru buna amma yani bıbası illa ganlı göneni getirceksin demiş. Ondan sona kesivemiyo alıp gidiyoru dava onan bi şey tutuyola yani tilki yahut şu bu gibi bi şey. Onun elbisesine parçasına ganı bulaştırıyoru. - Sen diyoru git canını kurtar deyoru. Neyse bıbasının yanına varıyoru. - Tamam diyoru kestim geldim öldüdüm. Tüm zaman geçiyoru zuhur geçiyoru bu gadın gidi gidi gidi gidi gide bi yere varıyoru. Ekek elbisesi keyyoru tabi. (erkek gibi dolaşıyoru yani kendini gorumak için) bi yere çıraklığa giriyoru hayvacının yanına. Hindi oraya işe giriyoru. Oda çalışıken edeken bunun adı çıkıyoru gari işte şöle hayvacı böle hayvacı işte hayvası çok güze şöle böle. Derken ondan sona şimdi bunla bıbası bilmem nesi yakın bi yerimiş öle diyelim ileynenen bağcılar gibi buraya toplanıyola işte. Masalla anladımış hayvacı güzeli bilmem ne. Toplanı sohbete hocende dâhil undan sona: - Yav ben diyoru hikâye başlıyacam emme uzun sürer içinizde su dök gelcek irahatsız olan varsa döksün gelsin sona çıkamam deyoru. Kapıyı kitliyo seninki anahtarı yanına alıyo başlıyoru başından geçenleri anlatmaya. Birisi varımış işte şöleymiş böleymiş işte hacıya gitmiş i sona bu sefer hocen gıvranmaya başlıyoru. - Iğ diyoru ben size ne dedim deyoru. Undan sona bi soyunuyoru epey anlattıktan sona işte o benim deyoru. Undan sona hocene halletmişle. Hoceni öldümüşle. Böle bitmiş yani.
Keloğlan ile Deloğlan
Ege Bölgesi
Muğla
Eveli kelolannan delolan vamış. Bunna iki gadeş çıkmışla iki kişi çıkmışla yola. Gidmişle bi yere acıkmışla susamışla vamışla bi isanın evine. Bi nenenin yanına. - Biz acıktık nene misafi alın mı? - Alırız alalım olum. Acız guca isanda uykuda açlıklanı bilmiyola. Delolan diyo ki kelolana: - Abi ben acıktım deyoru. - Açı da dur deyoru aç du gardeşim deyoru. Aç da duruyoru. - Bi daha ben acıktım abi ben acıktım hula da guca isanın yeme vasa bakem mendili deyoru. Araştırıyoru ekmek medili arıyan derken guca garının sımatına basıp sıkıyoru öldürüyoru. (ekmek arıyan derken goce garının buğazını çiğniyoru garankıda goca garı ölüyoru ) - Oda hindi goca karı öldü ne yapcez deyoru. Akıllı kızkare hani kelolan: - Hadi deyoru gidelim budan. İsanna gömeden bizi hadi gidelim. Udan gidiyola bunna iki kişi. E kapı kattın mı isan gelen giden görü? - Hayır kapatmadım demiş. - Hadi çek gel kapıyı demiş kimse görmesin. Uda bu kapıyı cayırdıyo söküp akasında giriyoru. Bu ilen demiş: - Ben sene çek de gel dedim demiş böle yol da gel mi dedim demiş. Hemen yüklenmiş gitmiş bunla gitmişle gitmişle gitmişle gece sabah olmuş. Bi goca gavak vamış goca gavan başına çıkmışla bunla hani gömesinle diye. Hu tahtayı çıkamışla. Hindi bunun dibinde baza olumuş. Bu baza oluncek herkes sabalı bazara gelmiş oraya çuğalmış. Hekes ni satıyosa almış getimiş gumuşla. Ötekile abıdın başında gömüyola. Onlara eee aç duruyola küçük duruyola. - E abi deyoru benim diyo çişim geldi. - E nedem zabred gardeşim aç da duruyoru. - Gine benim çişim geldi. - E zabred gardeşim e zabred e bazacı çıkıp gidib mi barı hemen akşama gada oda duru mu. O açcık açcık goyuve deyoru. Açcık açcık çişini goyuveriyoru altındakile. E goca gapıyı kırık gelesiya deya tobasını heybesini aldıklanan bi gaçıyolamı. E sona goca gavan tahtasıda gocagarının kapısını alıp gittile. Tahta hadı olum cayır cuyur gidiyo aşşara cayırınan. Hadi olum bazacıla gaçıyoru aldı aldı almadı galdı. Uda u kalanı alıyola bi çuvala dolduruyola içine eşyaya hadi yüklen tahtayı bıraka gocagarı kapısınıda bırakıyola. Oda hadi yüklen çuvala götürüyola. Çuvala gidi gidi gidi gide (…) fazla mal va gari çuval dolupduru. Alıyola. Götürüyola anasının bıbası yok kendi evlene saklıyola. Bunla göstemiyola bi sıge gomşula geliyoru. - Kelolan, delolan deyola. Sizin şey vasa bize verin. Ölçüdekleri altın olmuşla gari paraları vaya kil almaya gelmişle. Goşuları unna tanıyolamış. Kil almaya gelmişle buday ölçüyola ya yarım ölçek diyele ya undan ölçmeye gelmişle. Ötün bi saksak yapıştımışla bunla una ölçmüşle. Normalmiş işeysinde öteki goşuları yapıyola kelolanla delolana odan alıyola altına altın yapışıpduru altın yapışıncaya gada bömüşle. Bunu e bunlan parası va pulu va demişle. Goşuları deyoru gari onlara. Unla çuvalnan aldı gitti ya garıyı ceyicci paraya odan çuvalnan bi da alıyola. Sakla gari bizi buluyola. O çuvalnan gidip balaken daşdan kela höle ediyoru daşda kelala öle ederya hani duvalada ederle durula kelleleni dutuyola. Una veriyola bizden para istiyovatı. Deyola kelolanlan delolan aç da gidiyola birisine aç da ona atıyola deken öle öle çovaldakilende almışa. Üç gibi evlene öle vamışla dağıtmışla.
Genç Rahmi
İç Anadolu Bölgesi
Kırıkkale
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zamanın içinde bir padişah varmış. Padişahın da on üç on dört yaşlarında bir kızı varmış. Padişah fakirlere öteberi dağıtır, hayır yaparmış. O günde pekmez dağıtılırken yaşlı bir kadın çanakla evine pekmezi götüreceği anda bu padişahın kızı da bahçede altın topuyla oynuyormuş. Altın topu sıçratmış elinden, yaşlı kadının çanağına değmiş. Çanak kırılmış, pekmez dökülmüş. Kadın kıza intizar etmiş.  –Allah kızım!, demiş. Demir çarığın delinene kadar, demir bastonun eğilene kadar Genç Rahmi’ye âşık olasın, arayıp bulamayasın. Neyse gel zaman git zaman kız on beş on altı yaşlarına girmiş. Acaba bu Genç Rahmi kimdir kimdir, diye bir meraka düşmüş. Kızın beyninde yer etmiş. Âşık olmuş yataklara düşmüş. Babası doktorlar, ilaçlar derken hiçbir çare bulamamış. Bulamayınca kız demiş ki babasına:  – Baba bana bir demir çarık yaptır, bir de demir baston al, ben gidip bu Genç Rahmi’yi arayıp bulacağım. Babası:  – Yapma etme kızım sana istediğin kocayı alırım, bulurum, dediyse de kız anlamamış. Kız: – İlla gideceğim ben Genç Rahmi’yi bulacağım, demiş. Neyse giymiş demir çarığı, almış demir bastonunu eline, düşmüş yollara. Giderken giderken aradan kaç gün geçtiyse bir dağın başında ulu bir ağaç eve rastlamış. Bir binaya, koca yüksek bir binaya...o da devlerin binasıymış. Varmış, orada acıkmış. Kız dışarıda:  – Aç doyuran, aç doyuran, diye bağırmaya başlamış. Hemen oradan devin hanımı hizmetçilerine demiş ki:  – Aman bey gelmeden şu zavallıyı içeriye alalım da karnını doyuralım. Hemen almışlar kızı içeriye, karnını doyurmuşlar. Kız derdini anlatmaya başlamış.  – Ben böyle böyle Genç Rahmi’ye âşık oldum, onu aramaya çıktım, demiş. Devin karısı:  – Seni saklayalım da bey gelince bir sorayım bakalım, o bilir, demiş. Neyse, kızı yedirmiş, karnını doyurmuş sonra da saklamış. Dev gelmiş, eve girince ,  – Adem eti kokuyor, adem eti kokuyor, diye bağırmış. Kadın:  – Aman beyim ne adem eti, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağın başındayız, demiş. Neyse dev:  – Biz uyku uykusuna yatmaya gideceğiz sakın ha kapı dışarı çıkmayın, diye uyarmış. Kadın:  – Aman beyim, kuş uçmaz kervan geçmez ne yapacağız, bekleyeceğiz üç ay, demiş. Bir de bey, şurada pencerenin ağzında uzanmıştım, rüyamda bir tavşan Genç Rahmi Genç Rahmi diyerek geçti, zıplayarak gitti. Bu Genç Rahmi kimdir acaba, diye sormuş. Dev:  – Sana ne kâhyası mısın, diye cevap vermiş. Kadın sonra devin karnını doyurmuş, etmiş. Dev,  –Artık biz gidiyoruz uyku uykusuna yatmaya, üç ay yatacağız sakın kapıya, bacaya çıkmayın, demiş. Öyle deyince kadın korkusuna bir daha bir şey diyememiş.  –Tamam, demişler. Dev gidince kızı sakladığı yerden çıkarmışlar. Kadın:  – Duydun ya, sorar sormaz kızdı. Ona bir daha bir şey soramam ben. Buradan bir günlük yol ötede benim ortanca kız kardeşim var, bu devin ortancası kardeşimle evli, git ona bir sor belki o bilir, demiş. Neyse kız gitmiş kadının ortanca bacısının sarayına varmış. Orada da,  –Aç doyuran, aç doyuran, diye bağırınca ortanca bacı,  –Bey gelmeden şu kızcağızı alın da karnını doyuralım, demiş. Hemen almışlar karnını doyurmuşlar. Neyse kız derdini ortanca kardeşe de anlatmış. Bacısının selamını söylemiş. Kadın da:  – Dur bakalım bir beye sorayım da bu Genç Rahmi kimmiş, öğreniriz belki, demiş. Dev gelmiş eve girer girmez,  – Adem eti kokuyor, adem eti kokuyor, diye bağırmış. Kadıncağız da:  – Aman beyim, ne adem eti, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağın başındayız, demiş. Sonra devin karnını doyurmuş, uyku uykusuna gitmeden hemen:  – Bey şu köşede otururken bir kuş Genç Rahmi, Genç Rahmi diye uçtu, bu Genç Rahmi kimdir? diye sormuş. Öyle deyince dev de,  – Sana ne kâhyası mısın, diye cevap vermiş. O da Genç Rahmi'nin kim olduğunu söylememiş. Sonra dev gitmiş, uyku uykusu yatmaya. Kızı sakladıkları yerden çıkarmışlar. Kadın:  – Duydun ya söylemedi, buradan bir günlük yol ötede benim küçük kardeşimin evi var, onun kocası onun sözünden çıkmaz, o belki söyleyebilir, demiş. Öyle deyince kız, küçük kardeşin evine doğru yola çıkmış. Küçük kardeşin evine vardığında yine  –Aç doyuran, aç doyuran, diye bağırmaya başlamış. Küçük kız kardeş de kızı evine alıp bir güzel karnını doyurmuş. Kız, ablalarının selamını söyleyip kadına derdini baştan sona anlatmış. Neyse onun kocası da gelmiş. Eve girer girmez,  –Adem eti kokuyor, adem eti kokuyor, diye bağırmış dev. Kadın da:  – Aman beyim, ne adem eti, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağın başındayız, demiş ve hemen ardına,  – Sabah şuradan bir ses geldi kulağıma, Genç Rahmi Genç Rahmi diye. Neyin nesi acaba bu Genç Rahmi, diye sormuş. Dev:  – Ne yapacaksın, diye sormuş kadına. Kadın:  – Ne bileyim merak ettim, demiş. Dev de bir an tereddüt etmişse de,  – Söylerim ama kimseye söylemeyeceksin, demiş. Kadın da:  – Tamam beyim, kuş uçmaz kervan geçmez, ben kime söyleyeceğim, kimse yok zaten meraktan soruyorum, demiş. Dev:  – Şu karşıdaki iki çatal duran çalıyı görüyor musun, diye sormuş. Kadın:  – Evet, görüyorum, demiş. Dev de:  – O çalıyı kimse ayıramaz, eğer ayrılırsa yerin dibine kırk tane merdiven iner. O merdivenin altında da iki başlı ejderha o çanakları, çömlekleri koruyor. O çanakların içinde bizim canlarımız var. Biz üç ay uykuya yattığımız zaman bizim ruhumuz, canımız çıkar, o küplerin içine girer. O küpler kırıldığı anda bütün devler uyuduğumuz mağarada kırılır, ölür kalırız. Onun için o iki başlı ejderha orada bizi bekliyor. Onları kimse öldüremez. Yalnız içinde büyük bir aşk olan öldürebilir, demiş. Sonra da tekrardan,  –Kimseye söylemeyesin ha, diye uyarmış kadını. Kadın yine:  – Aman beyim kuş uçmaz kervan geçmez, ben kime söyleyeceğim, demiş. Neyse dev:  – Uyku uykusuna gidiyorum ben, sakın kapıya pencereye çıkma, demiş ve gitmiş. Devler gittikten sonra bu üç evin hizmetçileri, ablaları hepsi küçük kızın evinde toplanmışlar. Aradan birkaç saat geçtikten sonra toplanıp çalıya gitmişler. Hemen bu kız önden varıp bu çalıyı ortadan ikiye ayırmış. Ayırmışlar, bakmışlar ki aşağı doğru kırk merdiven inmiş. Merdivenin altındaki iki başlı ejderha bu kıza doğru hücum etmiş. Bu kız Genç Rahmi’ye karşı içinde çok büyük bir aşk beslediği için ejderha hücum eder etmez hemen iki avucunun içine alıp başlarını sıkıp öldürmüş. Sonra orada kaç kişi varsa hepsi aşağı inip çanağı çömleği kırıp kül hâline getirmişler. Devler de olduğu gibi mağarada ölüp kalmış. Bir de bakmışlar ki çanak çömleğin olduğu odadan bir kapı açılmış. Kapıyı açıp çıkmışlar, bir de ne görsünler; her taraf yeşillik, çayır çimen, orman... Bir çeşme görmüşler. Çeşmenin bir gözünden altın su akıyormuş, bir gözünden gümüş su akıyormuş. Kız hemen varıp altın su akan yere çiçe parmağını tutmuş. Çiçe parmağı yarı yerden altın oluvermiş. Bir de bakmışlar ki altın akan argın üstünde aslan gibi bir baba yiğit, beti benzi sapsarı olmuş yatıyormuş. Oymuş Genç Rahmi. Hemen kızlar ip ile çivi ile bir sal yapmışlar. Genç Rahmi’yi salın içine koyup en büyük devin sarayına getirmişler. Kızlar:  – Biz hepimiz gideceğiz. Anamız var, babamız var, memleketimiz var. Devler bizi kaçırıp kimimizi kendine kadın, kimimizi hizmetçi yaptı, demişler. Hepsi devlerin yükte hafif pahada ağır olan hazinelerini alıp gitmişler. Genç Rahmi ile bu kız tek başına kalmış. Genç Rahmi de vaat etmiş ki, kırk gün kırk gece hiç uyumadan benim başım için kim beklerse onunla evleneceğim. Neyse bu kız beklemiş beklemiş. Haftada bir o büyük sarayın yanındaki denizden gemi geçermiş. Kız artık otuz sekiz gün bekledikten sonra uyku iyice şaşırtmış. Şuradan geçen gemiden bir cariye satın alayım da iki gün beklesin azıcık, gözümü şöyle bir kestireyim, uyuyayım diye düşünmüş. Gemi oradan geçerken torbayla altını bağlayıp balkondan bana bir cariye gönderin diye uzatmış. Cariye gelmiş. Kız:  – Ben azıcık kestireceğim. Sen, bey uyanınca hemen beni kaldır, demiş. Arap olan cariye de,  –Tamam, diye cevap vermiş. Kız bir hafta boyunca uyumuş. Cariye, oğlan uyandığında kızı görmesin diye devin ne kadar yatağı varsa kızın önüne yığmış. Neyse oğlan uyanmış. Uyanır uyanmaz cariye oğlanın yakasına sarılmış. Genç Rahmi:  – Kırk gün boyunca benim başımı bekleyen sen miydin, diye sormuş. Cariye de:  – Evet, bendim, demiş. Hemen geriye kalan yükte hafif pahada ağır ne varsa, hazineleri deveye yükleyip sadece kızın demir çarığı ve demir bastonunu bırakıp gitmişler. Kız uyanmış ki ne görsün, ne Genç Rahmi var ne de aldığı Arap cariyesi. Hiçbiri yok. Demir çarığını ve demir bastonunu eline alıp düşmüş yollara. Gitmiş gitmiş bir memlekete varmış.  – Delileri akıllandırırım, küsleri barıştırırım, yitikleri bulurum, diye bağırırken oradaki bir padişahın oğlu bir aydır kayıpmış. Padişah gelip:  – Bu kızı getirin, belki benim oğlumu bulur, demiş. Kız gelmiş, evlerine yerleşmiş. Evde de oğlanın hizmetçisi varmış. Kız bu hizmetçinin ağlamalarından, hareketlerinden huylanmış. Neyse, kız:  – Bana birkaç gün müsaade edin, demiş. Padişah:  – Tek oğlumuzu bul da, diye cevap vermiş. Kız bir gün üstüyle başıyla yatağa uzanmış. Hizmetçi gelmiş demiş ki:  – Oh! Bu da yitik bulacak ya güya, horul horul uyuyor, kendinden bile haberi yok. Sonra hemen usulca mutfağa inmiş. Kız da kalkıp hemen peşinden takip etmiş. Hizmetçi bir tencerenin içine pilavı, tatlıyı, böreği birbirine katmış. Sonra hemen tencereyi alıp dışarı çıkmış. Kız da peşinden takip etmeye başlamış. Gitmişler gitmişler, şehirden dışarı çıkıp bir kulübeye gelmişler. Hizmetçi tencereyi yere koyup kapıyı açmış. Tencereyi eğilip geri alırken kız hemen gelip kapının arkasına saklanmış. Hizmetçi üç beş merdiven inerek mahzen gibi bir yere girmiş. Orada padişahın oğlunu saçından asmış:  – İlle de benimle bir ol, diyormuş. Eğer benimle bir olmazsan seni buradan çıkarmam, yemek vermem, diyerek tehdit etmiş. Padişahın oğlu da hizmetçiye:  – Gelme, seninle birlikte olamam, istemem, diyormuş. Sonra oğlan ölmesin diye zorla ağzına yemek tıkıştırmış. Kalan yemeği de yerlere dökmüş. Oğlanı o kokmuş yemeklerin arasında bırakmış. Kız bakmış ki bu oğlan padişahın oğlu. Hizmetçi gitmeden hemen eve dönüp yatağa olduğu gibi yatmış. Hizmetçi gelip bakmış ki,  – Bu kızın daha kendinden haberi yok, yatmış da uyuyor, demiş. Kız sabah olur olmaz hemen padişahın yanına varmış. Padişaha:  – Hizmetçiyi hamama gönderelim, çok üzülüp ağlıyor, neşesi yerine gelir belki, demiş. Padişah da hizmetçinin yanına gidip:  –Bugün seni hamama gönderiyorum. Git, dinlen biraz, üzülme artık hadi, demiş. Hizmetçi hemen,  –Ben nasıl hamama giderim oğlunuz kaybolmuşken, demiş ve ağlayarak dövünmeye başlamış. Neyse, hizmetçiyi hamama gönderince kız, padişaha:  – İki askerini de al beni takip et, demiş. Gitmişler gitmişler, kulübeye varmışlar. Padişah demiş ki:  – Allah Allah! Burası bizim hizmetçinin eski kulübesi. Ben yanıma almadan evvel bu kulübede yaşardı, demiş. Kız, içeri girip bakmalarını söyleyince, askerler kapıyı açmış, mahzene inip oğlanı bulup oradan kurtarmışlar. Oğlanı pamuklara sarıp evine götürürken, kız:  – Oğlanı buldum, hadi bana eyvallah, demiş. Padişah da:  – Dile benden ne dilersen, demiş. Kız:  – Sağlığını dilerim, başka bir şey dilemem. Ben de bir padişah kızıyım. Hiçbir şeye ihtiyacım yok, demiş. Padişah da kıza kırmızı etek ile pembe bluz almış, bir de büyük bir gerdanlık takmış boynuna. Bunlar hediyemiz olsun demiş. Sonra padişah, kıza:  – İlle gitme, oğlum iyi olsun, seni de oğluma alayım, demiş. Kız:  – Yok, ben kimseye varmam, benim sevdiğim var, demiş. Oradan çıkıp bir memlekete varmış. Yine,  –Yitikleri bulurum, delileri akıllandırırım, küsleri barıştırırım, diye bağırırken, bir padişahın kızı bir senedir dellenmiş, zincire bağlıymış. Hemen aman bu kızı götürelim de belki padişahın kızının derdine derman olur demişler. Kız gitmiş ki ne görsün, kızı deli diye zincire bağlamışlar. Eğlendirmek için de etrafında cariyeler, ellerine kına yakmışlar, çalıp oynuyorlarmış. Bu kız da yanına yaklaşana saldırıyormuş. Neyse akşam olmuş, kız, padişaha gidip:  – Bugün emir ver bütün şehre, kimse ışık yakmasın, lambalarını söndürsün, her yer zifiri karanlık olsun, demiş. Padişah da,  –Bugün evinde ışık yakan cellada verilecek, diye emir vermiş. Akşam olmuş, kız çıkmış sarayın en büyük kulesinden bakmış nerede ışık var diye. Bir de bakmış ki dağın tepesinde bir alev ışığı kulübeden dışarı vuruyor. Hemen inmiş ahırdan bir ata binmiş  –Deh! Demiş, ta oraya kadar gitmiş. Gitmiş bir bakmış ki sakallı bir dede, bir koca kitap açmış önüne, okuyor, bir de ocak yanıyormuş. Oğlan, geçmiş ocağın başına altını habire yakıyor, kazan fokur fokur kaynıyormuş. Dede de kitaptan okuyup suya doğru üflüyormuş. Meğer kızı dellendiren onlarmış. Kız hemen varmış dedenin boynuna sarılmış.  – Aman dedecim sen yorulmuşsun, uykusuz kalmışsın. Ne yapıyorsun böyle, demiş. Dede de:  – Ne yapacaksın? Demiş. Kız:  – Meraktan soruyorum dedecim, çok yorgun düşmüşsün ne yapıyorsan, demiş. Dede:  – Ben padişahın veziriydim. Onun kızı ve benim oğlum birbirine âşık oldu ama padişah kızını benim oğluma vermedi. Benim oğlumun iki günlük ömrü kaldı, âşık oldu, ona sevdalandı. Oğlum ölecekse onun kızı da ölecek, demiş. Kız:  – Tamam dedecim. Bak sen de uykusuzluktan perişan olmuşsun, oğlun da yorulmuş. Hadi, kitabı bırak da biraz dinlen. Kitabın böylece dursun. Ben ocağın altını yakarım hiç soğutmam, demiş. Adam gözünü kitaptan çekince, oğlan da gözünü ateşten çektikten bir süre sonra ikisi de uyuyup kalmış. Sonra kız uyuduklarını görünce hemen kitabı alıp yırtmış, kitabın okunacak hâli kalmamış. Suyu da kazanıyla beraber kapıdan dışarıya fırlatmış. Ata binip çıkıp eve gitmiş. Eve varmış, hemen kızın odasına çıkmış. Bakmış ki dışarıdaki o okunmuş su soğudukça kız sakinleşmiş, soğudukça kız sakinleşmiş. Cariyeler hemen kaçıp padişaha haber vermişler. Kız sakinleştikçe,  –Aman beni buraya neden bağladınız, diye sormaya başlamış. Neyse kızı çözmüşler, padişahın kızı iyi olmuş. Padişah, kıza:  – Dile benden ne dilersen, demiş. Sonra kızının sorununu nasıl çözdüğünü sormuş. Kız da padişahı almış, dağa götürmüş. Padişah bakmış ne görsün. Bu benim eski vezir, bu da oğlu demiş. Tam kılıcı çekerken kız durdurmuş.  – Bu adam bana güvendi, gözünü kitaptan çekti. Dile benden ne dilersen demiştin ya, benim dileğim kızını bu oğlan ile evlendireceksin, babasını da vezir olarak yanına alacaksın, demiş. Padişah:  – Sana söz veriyorum, demiş ve kabul etmiş. Öylelikle oğlanı da babasını da alıp gelmişler eve. Kız oradan da çıkıp bir memlekete gelmiş.  –Delileri akıllandırırım, yitikleri bulurum, küsleri barıştırırım, diye bağırırken Genç Rahmi ile karşılaşmış. Tabii Genç Rahmi bu kızı tanımamış ama kız görür görmez tanımış. Genç Rahmi, kıza gelip:  – Küsleri de barıştırır mısın, diye sormuş. Kız,  –Barıştırırım, deyince,  –Hadi öyleyse biz hanımla küstük, bizi bir barıştır lütfen, demiş. Kızı alıp evlerine götürmüş. Arap cariyesi de üzerinden zaman geçtiği için bu kızı tanımamış. Neyse Arap cariyesi Genç Rahmi'nin onları barıştırması için bir kız getirdiğini görünce,  –O değil onun feriştahı bile gelse beni seninle barıştıramaz, demiş. Sonra padişah, kıza:  – Kimin kimsen var mı, diye sormuş. Kız da,  –Yok, deyince Genç Rahmi:  – O halde bizimle kal da benim hizmetimde bulun, demiş. Kız orada kalmaya başlamış. Kız, Genç Rahmi’nin hizmetini yaparken hanımı bu kızı kıskanmaya başlamış. Gel çorabımı giydir, beni giyindir, saçımı tara diye emirler vermeye başlamış. Artık o evde iki üç ay boyunca hizmetlilik etmiş. Neyse bir gün Genç Rahmi tüccarlığa çıkacak, gemiyle mal almaya gidecekmiş. Genç Rahmi, karısına:  – Gittiğim yerden sana ne alayım, diye sormuş. Karısı da:  – Cariyenin kırmızı eteğinden, pembe bluzundan ve boynundaki gerdanlığından isterim, demiş. Diğer hizmetçilere de sormuş, her biri birer hediye istemişler. Sıra bu kıza gelmiş. Genç Rahmi:  – Sefere gidiyorum, gittiğim yerden sana ne alayım, diye sormuş. Kız da:  – Bana sabır taşıyla, sabır bıçağı al. Eğer sabır taşımla sabır bıçağımı unutursan önün bir kara duman arkan bir fırtına olsun, yolunu bulamayasın, demiş. Neyse adam yola çıkmış. Mallarını almış, eve dönerken herkesin hediyesini alıp bu kızın hediyesini almayı unutmuş. Tam yola çıkmışlar ki geminin önü kızın dediği gibi kara duman; arkası bir fırtına, hortum. Neredeyse gemiyi batıracakmış. Kaptan:  – İçinizde intizarlı bir şey unutan var mı, diye sormuş. Öyle deyince Genç Rahmi’nin aklı başına gelmiş.  – Eyvah! Ben bir şey unuttum, diye bağırmış. Hemen gemiyi geri döndürmüşler. Sabır taşıyla sabır bıçağını alıp gemiye geri binmişler. Geminin önü açılmış. Ne kara duman kalmış ne fırtına. Eve varmışlar. Bir süre sonra herkesin hediyesini vermiş. Sıra bu kızınkine gelince sabır taşıyla sabır bıçağını kıza vermiş ama bir meraka düşmüş, acaba bunları ne yapacak diye. Akşam olup herkes odasına çekilmeden önce Genç Rahmi gidip kızın dolabına saklanmış. Kız akşam olunca odasına gelmiş, almış eline sabır taşını masanın üstüne koymuş. Bu olayların hepsini, hayatını baştan sona sabır taşına anlatmaya başlamış. Sabır taşı şişmiş şişmiş, patlayacak hâle gelmiş. Kız: –Dur, sen daha buna sabredemedin. Bir de geldim, satın aldığım cariyeye, kırk gün başını beklediğim adama hizmetçilik yapıyorum. Ya sabır taşı, sen olursun da çatlamaz mısın, demiş. Kız bunu deyince sabır taşı güm diye çatlamış. Hemen sabır bıçağını eline almış tam kalbine saplayacağı anda Genç Rahmi dolaptan çıkıp kızın bileğinden tutmuş. Böylelikle Genç Rahmi bütün gerçekleri öğrenmiş. Hemen kızın elinden tutup karısının yanına götürmüş. Karısına:  – Ben uyurken başımı kırk gün boyunca sen beklemiştin değil mi, diye sormuş. Karısı da:  – Tabii ben bekledim, başka kim bekleyecekti, diye cevap vermiş. Karısının daha fazla yalan söylemesine dayanamayan Genç Rahmi:  – Kırk satır mı istersin kırk katır mı istersin yalan söylediğin için, demiş. Arap cariyesi Genç Rahmi'nin her şeyi öğrendiğini anlayınca korkarak:  – Kırk satır düşman başına, kırk katıra biner anamın babamın köyüne dönerim, demiş. Hemen Arap cariyesini kırk katırın kuyruğuna bağlamışlar. Bu kırk katırın her biri bir yere gidince Arap cariyesinin her bir parçası bir yere fırlamış. Parçalanıp ölmüş. Yalan söylemenin cezasını çok ağır ödemiş. Genç Rahmiyle kız da kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Çok mutlu olup, yiyip içip muratlarına ermişler.
[Üç Kardeş]
Ege Bölgesi
Muğla
Evelce öksüz üvey anası olan üç gadeş vamış. Bu gadeşle aralarında dedikodu etmişle. Eveli yağ az oldundan yağı dökmişle. Şimdi nasıl cevap verelim anamıza nasıl cevap verelim anamıza diye kendi kendileni suçlamışla. Evden gaçmışla. Gaçınca büyük gavak acı* varmış. Gavak acının başına çıkmışla. Üç kadeş duruyola duruyola. Durukan demiş ki: — E biz şimdi yatcez nedcez şimdi, demiş kadeşine. Buraya şey yapalım demiş. Evdeki gapıyı kopamışla gavan* gomuşla acın başına. Şey zebet* gomuşla. Gömesinle diye yatcekle üstünde. Neyse acın altına pazar gurulumuş. Sabah bakmışla şekerle cerezle lokumla her şeyle pazar yerine düzülmüş. Oğlan: — Abe abe demiş benim tuvaletim geldi, demiş. — Küçük küçük goyuve, demiş. Küçük küçük goyuvemiş. Pazardakiler gavan acından gozalakla dökülütduru zannedemiş. Hâlbuki oğlan tuvaletini goyuveriyomuş. Ondan sona öteki gadeşi: — Abe abe benim de tuvaletim geldi, demiş. Üçüncüsü de sepiletmiş. Pazardakiler gavan acının çilleri dökülüyor zannedemiş. Ondan sona o duruyoru duruyoru: — Abi ben yatıyom, demiş. Acın başında yatan dengesini bi kaybediyoru aşağı o pazarcıların başına düşmüş. Pazarcılar ağ gökyüzü yıkılıvatı deye hepsi bırakmış cerezleri içcekleri hepsini bırakıp gitmişle. Onlar doldumuşla cerezleden şekeleden ceplene oradan gaçmışla. Ondan sona öte anaları bunnarı arıyo. Arıyoru darıyoru bulamıyoru. — Oğlum neriye gittiniz? Öyle mi böyle mi gidi gidi gidi gidi gidi gidiyola. — Biz nereye gidelim şimdi, diyola.  Çocukla ışık yanan yere mi gidelim horoz öten yere mi gidelim, diyola. — Horoz öten yerde insan vadır, ışık yanan oraya gidelim diyola. Odan içeri gidin vamışla horoz öten yere vamış. İnsanlar vamış oda. Vamışla. — Neyin nesisiniz siz hoşgeldiniz, demişle. — Biz böle böle oldu böle böle oldu goca gavaktan aşağıya düştük. Gaçtık geldik demişle. Ondan sona gari o köyde galmışla. Sona evlenmişle sizlere çok selamı vardı.       *gavak acı: Kavak ağacı *gavan: Kovan *zebet: Sepet
Rastgele
İç Anadolu Bölgesi
Niğde
Varyemez bir insanın bir oğlu varmış. Aksine bu çocuk tam eli açık, cömert, sadakayı-fitreyi veren, hayrı seven bir gençmiş. Babasıyla arası hiç uz gitmezmiş. Bu sebeple babasıyla bir gün kavga yapmış, köyü terk edip gitmeye kafaya koymuş. Diyelim ki, Gümüşler’den Niğde’ye gidecek, oradan da bir vesayit bulduğunda da başka illere, vilayetlere gidecek. Un fabrikasının altında eski çayırlar, söğütler vardı. O söğütlerin altına oturmuş, kendi kendine düşünürken yanına bir ihtiyar gelmiş: -Selamaleykün. -Aleykümselam. Otur baba. İhtiyar oturuyor. Bir müddet sessizlikten sonra ihtiyar oğlana der ki: -Oğlum, sen burada ne oturuyorsun? Sen bir garip kimseye benziyorsun. Derdin ne? Çok da düşünceli görüyorum. -Baba, benim babam böyle böyle bir insan. Buna kızdığım için evimi barkımı terk ettim. Niyetim Bağdat’a, İran’a gitmek. -Ne yapacaksın Bağdat’ta? -Ne iş bulursam onu göreceğim. -Ben de Bağdat’a gideceğim oğlum. Yalınız çok yorgunum, şu söğüdün gölgesinde biraz yatalım uyuyalım. Kalkınca yolumuza devam ederiz. -Peki. Pirle birlikte oğlan da bir müddet uyur. Uyandıklarında oğlan bakar ki, yattıkları yerde değiller. Demirciler bir tarafta, kalaycılar bir tarafta, han gibi bir vilayetin içerisinde bulur kendini. Oğlan ihtiyara sorar: -Baba biz nereye yattık nereye geldik? -Oğlum, ben buraya bir defa daha gelmiştim. Burası galiba Bağdat olsa gerek. Sen de buraya gelecektin ben de. Allah bizi buraya getirip bırakmış. Bundan sonraki durumlar sana ait. Senin buradaki ismin ‘Rastgele’, kendi ismini söyleme. Ahmet, Mehmet olarak söyleme, kim ne derse ‘Rastgele’ de. -Peki. -Beni bir daha sıkışmadıkça arama. Pir kaybolur gider. Tabii yanına gelen Hızır İlyas’mış. Onu öyle rüyada gibi götürmüş, bırakmış oraya. Çocuk bir müddet sağa sola koşturursa da düzenli bir iş bulamaz. Kim ismini sorduysa “Rastgele” dediğinden millet bunu bir serseri kaydına koymuş. Ahaliden biri oğlana der ki: -Oğlum, benim bir işim var. Sana on lira yevmiye vereceğim. Gider misin? -Rast gele. Oğlan gidip o işi görür. Zora da rast gele, kolaya da rast gele der tabii. Üç-beş yıl çalışır, birkaç kuruş para da biriktirir. O vakitlerde Bağdat valisinin karısıyla arası açılır. Hanımını boşar. Sağdan soldan eşraf gelir. Şeriat kanununa göre o zaman hülle diye bir şey var. Bir kocaya verilir, nikâh kıyılır. Sabahleyin o koca boşar, eski kocasına dönebilirmiş. Gelenek öyleymiş. Kanunu yasası oymuş. Vali beye derler ki: -Yav Vali bey, senin durumun böyle olmaz. Biz seni hanımınla birleştirelim. -İyi ama benim hanım dilbaz, hatırnaz, misafirperver... Arkadaş benim hanımı kim olsa boşamaz. Herkesi memnun eden bir tip. -Pekâlâ sen niye boşandın? -Bir anlaşmazlık yüzünden boşandık. Pişmanım amma gurur meselesi. Özür dileyelim, birleşelim. Vali her şeye razı olur ve adamlara der ki: -Ne yapalım? Kimi bulalım buna? -Yav memlekete bir gariban geldi. Rastgele isminde bir serseri. Buna söyleyelim, biraz para verelim. Akşam odaya girsin. Yatağını hanımının yatağı üzerine yapalım. Ranza misali yani. Hanımın altında yatsın. O da üzerinde yatsın. Sabahleyin de boşar. Ondan sonra adamı buradan süreriz, gitsin. Aslında oğlan uyanıkmış. Tahsil de görmüş zamana göre. Hani medrese falan da görmüş. Fakat pirin sözünü itikat üzere tam manasıyla tutmuş. Bir gün oğlanı çağırırlar: -Rastgele, durum böyle böyle. Seni akşamdan damat tıkacağız. Sabahleyin kalkıp hanımını boşayacaksın. -Rast gele. Adamlar valiye oğlanı tanıştırırlar: -İşte Vali bey rast geleyle geldi, rast geleyle gidecek adam. -Peki, olsun. Vali bu işe razı olur. Akşamdan damadı tıkarlar. Hanım bakar; centilmen, dal gibi bir babayiğit. Bunda bir sır olduğunu keşfeder. Kadın uyanıkmış tabii. Kadın oğlana sorar: -Rastgele sana bu ismi kim verdi? -Rast gele. Kadın dolabın içindeki kasanın kapağını açınca sarı lira birden yere iner. Oğlana der ki: -Bundan iyisini mi rast getireceksin be? Bırak rasgeleyi ismin ne senin? Onu söyle. -İsmim Ahmet. İşte ben Türkiyeliyim. Niğde’den geldim. Filan yerde böyle bir mola verdim. Bir derviş yanıma geldi. Beni buraya kadar getirdi. O zamandan bu tarafa da “Rastgele” olarak geçinip gidiyoruz. -Allah rast getirdi muradını verdi. O pir sana bugünü söylemiş. Bundan iyisi rast gelmez. Bundan sonra diyeceklerimi iyi dinle. -Peki söyle. -Sabahleyin seni çağıracaklar. Bir miktar para teklif edecekler. Senin beni boşaman için teşebbüste bulunacaklar. Sakın ha boşama. Korkma sana bir şey yapamazlar. Her ne kadar vilayetin valisi de olsa haklıyı haklı gören kadılar var, yasalar var. Seni ezmezler. -Peki. Sabah olur tabii. Kadın oğlanı giyindirir, kuşandırır. Banyoya sokar. Tıraşını yaptırır. Sabah kapıyı açarlar bakarlar ki; Rastgele yerine fidan gibi bir genç. Rastgele gelenlere der ki: -Buyurun. Ne istiyorsunuz? -Seni Vali Bey istiyor. -Ne olacak? Ne yapacakmış Vali Bey beni? -İstiyor işte. İlla gideceğiz. -Peki gidelim. Bu arada hanımı Ahmet’e der ki: -Vereceğin cevabı biliyor musun Ahmet? -Ben konuşmasını bilirim. Merak etme. Kadın bir çıkın altın koyar oğlanın cebine ve gönderir. Oraya varırlar. Selamlaşmadan sonra vali de şaşırır. Akşamdan gördüğü Rastgele’ye benzemez bu. Değişik bir tip. Vali oğlana der: -Otur. -Akşam seninle Rastgele diye tanışmıştık. -Eeee... Benim. -Peki ama o adam sen değilsin. -O adam benim. Rastgele de benim. Ahmet de benim. Şimdi söyleyeceklerinizi söyleyin. Teklifiniz nedir? -İşte akşam size söylemiştik. Rastgele dedin, tasdik ettin, durumu izah ettik. Sabahleyin hanımını boşayacağını vaat ettin. -Ben öyle bir vaatte bulunmadım. -Rast gele dedin. -Şimdiye kadar her kelimem rast gele değil miydi benim? Vaatte bulunmadım. Söz vermedim size. Başka bir teklifiniz varsa söyleyin. -Sana şu kadar para verelim. Zamanın kadısı, müftüsü falan toplanmış oraya, oğlana derler ki: -Sen bu hanımı boşa. -Beyler, parayla hanım boşanırsa buyur beyim, şu parayı sen al. Hanımını boşa Vali beye veriver. Tabii çareleri tükenir. Ellerinde kullanacakları hiçbir koz kalmaz. Serbest bırakırlar. Bu oğlan evine varır. Hanımı vaziyeti sorar. Öğrenince sevinir. Mutlu bir zaman yaşarlar. Nihayetinde Ahmet’in kuyusunu kazmaya başlarlar. Fırsatını bulurlarsa bir tongaya düşürüp yok edecekler oğlanı. O zamanın padişahları tebdili kıyam ederler. Yani derviş kıyafetini giyer Anadolu’nun köylerini veyahut o devletin civarını gezermiş. Bir gün padişah kalkmış, zannedersem Osmanlı zamanında olmuş, Bağdat’a varır. Bir parka oturur. Sonra, valiyi de tanır ya ezelinden beri gelip gittiğinden, saçlı-sakallı öyle bir dilenci kıyafetinde parkta otururken vali yanına varır: -Allah rızası için birkaç kuruş verir misin? -Lan pezevenk! Geçen gün birisi geldi. Serseri, efendim “Rastgele” deyip benim avradı aldı. Sen de yarın gidersin bütün karıları almaya çalışırsın. Birkaç tane tokat patlatır. Ahmet de aynı parkta oturuyormuş. Kalkmış dervişin yanına varmış: -Gel baba, şuraya otur. Nereden gelip nereye gidiyorsun? -Oğlum işte ben bir seyyahım, dervişim. Gezip dururum. O adamı varlıklı gördüm üç-beş kuruş dünyalık istedim. O da beni bu vaziyete soktu. -Onlar vicdansız adamlar ama onlar memleketin büyük sınıflarına gelmişler. Olur böyle şeyler derviş baba. Sen bu birkaç kuruşu al. Kusura bakma, ben seni yolcu edeyim. Oğlan dervişi alıp evinine götürür. Tabii evinde ağırlar. Durumları dervişe anlatır: -Şimdi o vali beni kaybetmek için çalışıyor ama ben Allah’ıma sığındım. Niyetim doğru yaşıyoruz işte. -Korkma evladım! Allah yardımcın olsun. Zaman ola hayrola. Belki sen bu vilayete vali olursun. Tabii derviş oradan çekip gider. O zamana kadar vali, padişaha bir dilekçe yazar: “Şu şu şekilde karımdan boşanmıştım. Şöyle bir garip geldi. Ona hülle yaptırmak için gerdeğe sokmuştuk. Neticede böyle durumlar oldu. Şimdi ise ailemden ayrıyım. Buna bir çare. Sizden beklediğim bir medet.” Padişah yerine vardığında, tabii o zamanın ilgilisi her kimse, vezirmiş herhâlde gelir der ki: -Padişahım, böyle bir dilekçe var. Bağdat’tan geliyor. Siz de Bağdat’taydınız. Size orada böyle bir dilekçe sunulmadı mı? -Sunulmadı. Getirin bakayım dilekçeyi. Vezir gidip dilekçeyi getirir. Padişah dilekçeyi okuduktan sonra katibine name yazdırır: -Ben Bağdat’ı gidip gözümle gördüm. Asayişi tamam biliyorum. O vali denilen adi herifi valilikten azlediyorum. Yerine Rastgele’yi vali olarak tayin ettim. Bunu herkes böyle bile. Bu nameyi Bağdat’a gönderir. Bağdat idarecisi, artık her kimse, valiyi valilikten azleder. Rastgele vali olarak atanır. Budan sonra karısıyla mutlu bir hayat sürer.
[Kadıoğlu]
Ege Bölgesi
Muğla
Eskiden bi goca Kadoğlu varmış. Koca Kadoğlu bir gahvenin önünde otururken iddaya girişmiş. Demiş ki: - Bi tane cenazemiz var onu bekler misin? - Evet demiş beklerim. - Beklersen demiş bi hibe altın veririm. O altın demiş senin olacak. Şimdi bunlar tamam mı tamam iddaya girişmişler. Cenazeyi uzatmışlar. Cenaze değilmiş de yalancıktan bi cenazeymiş. Çok korkak birisiymiş. Cenazeyi beklerken yalnız demiş: - Ben gidip sabahlara kadar kahve çay içerim. O düzeni demiş hazırlayın kapıyı tıklayın kitleyin. Kalkmışla gitmişle bunla. Ordan tabi cenaze de önünde biraz ürperti yapıyomuş ocak yanıyomuş eski ocak böle şömne. Maşeyi bu tık tık tık közler Gırıyomuş devamlı canının sıkıntısından ne yaptını bilememiş. Ne yapcanı bilememiş. Tekrar bu gave süreyim demiş önce kahveyi sürmüş. Kahveyi içerken böle devamlı üzerinde cenazenin cenaze böle ırgılama yapmış. Bir ürküntü yapmış kahveyi bırakmış fincanı sonra demiş ki: - Koca Gadoğlu kalkıyım mı demiş cenaze seslenmiş. Gine bu böle ara vermiş. Ürküntü yapmıya çalışmış. Sonra tekrar ırgılanmaya başlamış cenaze. - Goca Gadoğlu kalkıyım mı demiş. - Kalkarsan kalk be demiş. Hemen çıkmış bu. Kalkeyin kalkmen derken bacanın içinden isli bacanın içinden fırlamış çıkmış dışarıya. Bu kiremitlerin üzerinden kendisini atmış mezarlığa. Mezarlıkta da ot piçen bir devici varmış. Devici şimdi buna almış otu üstüne goymuş o da tam ipin üzerine yapmışmış Goca Gadıoğlu. Şimdi bunu güden birisi varmış devamlı arkasından takip eden. Bu devici sarılmış ipe tabi habersizcen yapıyormuş ota yasakmış. Buna almış arkasına: - Ay demiş çok ağırmış ot demiş. Bu defa tabi insan da olduğu için köpekler harlamaya başlamış havlımaya. Havlarken havlarken gitmiş tutmuş öle demiş ben demiş cenazeye sarındım herhalde. Almış gelmiş çarşının önüne yıkmış otunu. Hop ordan tabi takip edenler de ona: -Demek ki sen çok korkak birisimişsin; cenazeden kaçarken bi cenazeye diye yakalandın demişler. Bu ordan iddayı kaybetmiş. U hibe altını dağıtmışlar fakir fukaraya. Bu da kalkmış gitmiş. Artık çarşıya çıkcak bir hali kalmamış u Goca Gadıoğlunun.
Tutulmayan Söz
Ege Bölgesi
Muğla
Şimdi eskiden bir karı koca varmış. Bunların çocuğu yakında olmamış. Olmamış olmamış derken; - Allah’ım demiş böle yalvarmış Allah’a oğlan. Benim demiş ne olsun bi tane çocuğum olsun demiş. Ne istersen demiş yapcam. Allah tarafından demiş ki rüyasına girmiş bu. Allah tarafından dirmiş ki: - Eğer ki demiş evlat olup ta annene ömür boyu sürüyeceksen demiş sene demiş bi nur topu hani gibi demiş evlat vercem demiş. Bi tane kızı olmuş. Bu ordan büyümüş oğlan. Tabi emekli olmuş maaşı varmış. Emekli olmuş okutmuş büyütmüş annesi çapı* tarlalarında sürünmüş çok. Çapı tarlalarında süründükten sonra oğlunu memur etmiş. Tabi onun da bi tane kızı varmış annesi çökünce iki değnekle geziyomuş annesi. Annesi çökünce annesine bakmamış. Bakmamış. Bu ordan oğlum demiş: - Hiç olmasa demiş bakma senin demiş o nur yüzünü görmek istiyorum demiş. Artık yatağa düşmüş yataktan kalkamaz olmuş. Gelin de demiş ki: - Annene ben bakamayacam devamlı altını pisliyo nereye götürsen götür demiş. Oğlan bunu eşeğe sarmış annesini bi gün dağa götürmüş. Anne demiş: - Ben demiş odun etcem sen benim yanımda bekle. Tutmuş ağaca bi kabak asmış. - Ay oğlum halan daha demiş odun yapıyo demiş. Odun yapıyo. Bu beklemiş beklemiş karanlık olmuş oğlu gelmemiş. - Eyvah demiş ben burda yalnız galdım ne olcek şimdi benim demiş halim. Kızı babasını sormuş. Baba demiş: - Nenem nerde? - Nenen demiş kızım demiş ormanı bıraktım geldim. Nenesin de çok düşkünmüş torunu. Allah tarafından demiş ya Allah nur topu hani gibi bir oğlan şey kız vercem ama annene ömür boyu bakcaksın demiş ya. Kız devamlı soruyo: - Nenem nerde nenem nerde? - Nenen dağda demiş. Nenesine saat beş gibi yemek götürmüş. Al demiş bu yemeği götür demiş. Yemeği götürürken önüne bi tane böyle Hızır gibi yetişmiş biri gelmiş. Kızım demiş: - Neneni baban dağa bıraktı git demiş dağdan neneni al. Koca garnın etrafı altın saçılıymış böyle. - Baba baba. Goşmuş tekrar geri gelmiş. Nenemin etrafı demiş: - Nenem altınla içinde yiğılı demiş. Neneme bi bak gel. Bu defa altının tabi kokusunu alınca oğlan gitmiş annesine: - Üle anne demiş ben seni demiş onun için bıraktım. Altın olduğu için demiş. U altınlar u goca garnın etrafından yok olmuş. Annesinin iki tane değneği altın olmuş sadece. İki tane değneği varmış elinde onlar altın olmuş. U altın değneğnen yürümeye başlamış goca garı dayak olmuş artık. Tekrar bi yetişmiş gelmiş önüne tekrar. Yetişmiş demiş ki: - U altın değnek gurtarcak bir ömür boyu bu değneği sakla. Bunu oğlan gitmiş tabi altın pırıldıyomuş değnekte altın pırıldıyomuş. Oğlunu gözü annesini değil sadece değnekteymiş. Altını nasıl alabilirim bu altın değneği nasıl alabilirim diye. Bu ordan annesine uyutmaya çalışmış tabi uyumamış sancısı varmış o gün. Anneme demiş bi ilaç içirem de annemi uydiyim bu altınları alayım demiş. Annesi uyumuş u altın değneği alınca önüne Hızır çıkmış tekrar u değnekler Hızır olmuş iki tane Hızır olmuş. Bu değneği aldıktan sonra biri ölümün olcak biri de çocun ölcek demiş. Çünkü bu yetişmiş bi değnek demiş. Ve oğlan ölmüş kızıda ölmüş. *Çapı: Çapalama işi
Düşman Köyler
Ege Bölgesi
Uşak
DÜŞMAN KÖYLER   Evvel zaman içinde birbirine düşman iki köy varmış. İnsanları birbirlerini sevmezmiş. Bir gün ormanın derinliklerinde yaşayan çirkin bir cadı ak kedisiyle ak büyü yapmaya köye yola çıkmış. Bu cadı düşman köye gidecek ve kralın emriyle yıllardır süregelen bu nefreti sona erdirecekmiş. Cadı, ak kedisiyle ormanın derinliklerinde ilerlerken aynı zamanda kara bulutlarda onun peşinden gelirmiş. Sonunda cadı iki köyün sınırına varmış büyüsünü yapmak için asasını kaldırdığı sırada bir çocuk cadıyı görmüş ‘’dev karısı, dev karısı!’’ diye bağırmış. Çocuk avazı çıktığı kadar bağırınca iki köy halkı işitip çocuğun sesine doğru koşuşturmuşlar, ne görsünler çirkin cadı ak kedisiyle elinde asası büyü yapmaya kalkar. Cadı şaşkın yüzüyle köy halkını karşılamış. O gün orada iki köy halkı da cadıyı köyden uzaklaştırmak için birbirlerine olan nefreti bir kenara bırakıp birlik olmuşlar. Birlikten kuvvet doğar diyerek atalarını bile şaşırtmışlar. Büyük uğraşlar sonucunda cadıyı köyden kovmayı başaran köylüler, istemsizce sevinçlerini birbirleriyle paylaşmışlar, bakmışlar ki birlik olunca yaşamanın daha kolay olduğunu fark etmişler. O günden sonra ne düşmanlık kalmış ne nefret ne de sınır birbirilerine birlikle bağlanan köy halkı mutlu mesut yaşamışlar sevgi sonsuzluğa selamını vermiş ve böylece gökten üç elma düşmüş. Biri sana, biri bana, zehirlisi de kötü cadıya...
Ayağına Diken Batan Horoz 2
Marmara Bölgesi
Balıkesir
[AYAĞINA DİKEN BATAN HOROZ]        Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir köy varmış. Bu köyde bi horoz varmış. Horoz birgün eşinirken eşinirken ayağına diken batmış. Uğraşmış uğraşmış çıkaramamış. Bir fırının önünden geçiyormuş, fırında ekmek yapan bir teyze varmış. Teyze, horozun ayağındaki dikeni çıkarmış, ateşe atmış. Ekmek yaptığı fırına atmış, yanmış diken. Ondan sonra horoz gitmiş, ama horoz cinlik yapmış, bir süre sonra tekrar gelmiş, fırıncı teyzeden dikenini geri istemiş. Diken yanmış tabi, ne vercek bu sefer, “Yok” demiş, “Ateşe attım” demiş. Horoz başlamış: -  Ya dikenimi isterim ya ekmek isterim, ya dikenimi isterim ya ekmek isterim. Fırıncı teyze de çaresiz olarak bir ekmek veriyor horoza. Horoz ekmeği alıyor, gidiyor. Yolda yine az gitmiş uz gitmiş bir çayıra gelmiş. Çayırda da bir çoban koyunlarını otlatıyormuş. Bakmış, çoban ekmeksiz ayran içiyormuş, yani ekmeği yokmuş. Çobana demiş ki: - Bende ekmek var, sana ekmek vereyim, demiş. Çoban da ekmeği almış, afiyetle yemiş.  Çoban ekmeği yedikten sonra horoz yine başlamış, ekmeğini istemiş geri. - Ya ekmeğimi ver ya koyun ver, ya ekmeğimi ver ya koyun ver. Çaresiz çoban horoza bir tane koyun vermiş. Horoz koyunu almış, yine az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, bir köye gelmiş. Bakmış, o köyde de bir düğün var. Düğün sahibi de çok fakirmiş, misafirlerine pişirecek hiçbir şey bulamıyormuş. Horozun elinde koyunu görünce demişler ki: - Bu koyunu ver, misafirlerimize kesip yedirelim, demişler. Horoz da koyunu düğün sahibine vermiş. Koyunu kesmişler, misafirlere yedirmişler. Neyse, düğün bitmiş, ama horoz yine başlamış. Horoz ya, işte geri isteme huyu varmış. Demiş ki: - Ben, demiş, koyunumu istiyorum, demiş düğün sahibine. Düğün sahibi de demiş ki: -Nerden bulup vereyim ben, demiş, kestim misafirlere yedirdim, sen verdin. - Hayır, ille koyunumu isterim, koyunumu isterim. -  Yok koyun. Bu sefer: - Gelini isterim,  demiş. - Ya gelin ya koyun, ya gelin ya koyun. Napcan gitmiyormuş yani horoz başlamış “Ya koyun ya gelin” diye. Çaresiz gelini vermişler horoza. Horoz gelini almış, gitmiş. Yolda giderken bu sefer davulcuya rastlamış. Davulcunun elinde de davul varmış. Bu sefer o davulcuya demiş ki: - Bana davulunu verirsen sana gelini veririm, demiş. Davulcu gelini almış. Horoz da davulu almış, çıkmış yüksek bi yere, başlamış çalmaya: - Bir diken verdim, bir ekmek aldım, güm de güm güm de güm güm…  Davulunu başlamış çalmaya. Ondan sonra: - Bir ekmek verdim, bir koyun aldım, güm güm de güm güm… Ondan sonra: - Bir koyun verdim, bir gelin aldım, güm güm de güm güm… Ondan sonra: - Bir gelin verdim, bir davul aldım, güm güm de güm güm, demiş.  Çlmış ve davulu yuvarlamış gitmiş. Masal da burda bitmiş.
Zalim Köse
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Mardin
Zalim Köse Memleketin birinde iki kardeş yaşarmış. Biri oldukça zeki, akıllı, becerikliymiş. Diğeri saf ve temiz yürekliymiş. Akıllı olanın adı İhseyno, saf olanın adı ise Hasano’ymuş. Günlerden bir gün, Hasano abisine çalışmak istediğini söylemiş. Bunca zamandır bana bakıyorsun, bundan sonra ben de çalışıp başımın çaresine bakmalıyım demiş. Kardeşinin saflığını bilen İhseyno, kardeşine kalması için çok ısrar etmiş. Hasano, dediği dedik çıkmış ve gitmiş. Bir sabah daha gün ağarmadan Hasano ve İhseyno vedalaşmışlar, Hasano yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Koca dağın arkasında bir kasabaya varmış. Başlamış iş aramaya. Kasabanın sinsi, uyanık adamı olan Köse, saf saf kasabada dolaşan genci görünce yanına varmış. Kimsin, kimlerdensin, ne ararsın buralarda diye sormuş. Hasono da Köse’ye uzak diyarlardan çalışmak için geldiğini, iş aradığını söylemiş. Köse, Hasano’ya bende tam sana göre bir iş var demiş. Gel benim yanımda çalış, sana hem yatacak yer hem de yiyecek veririm demiş. Bu duruma çok sevinen Hasano, işi hemen kabul etmiş; ancak Köse’nin bir şartı varmış. İşi yarım bırakan darılan vazgeçen diğerinin sırtından derisini yüzecek demiş. Hasano bu şartı da saf saf kabul etmiş. Köse, Hasano’yu evine götürmüş. Yapacağı işi anlatmış. Sabah gün doğmadan da koca tarlaya götürmüş. Tarlayı sürebilmesi için de bir çift öküz vermiş. Hasano başlamış koca tarlayı sürmeye. Saf ve çalışkan olan Hasono gün boyu durmadan çalışmış. Hasano çok yorulmuş ve çok acıkmış. Bu sırada Köse’nin kızı elinde bir bakraç yoğurt ve tandır ekmeği ile Hasano’nun yanına gelmiş. Babasının selamını iletmiş. Buyur afiyetle ye demiş. Hasano tam yiyecekken kız; ancak babamın bir şartı var demiş. Nedir diye sormuş Hasano? Kız da, babam afiyetle yesin içsin; fakat ne yoğurdun kaymağı bozulsun ne de ekmek kırılsın demiş. Bunu duyan Hasano kara kara düşünmeye başlamış. Doluya koymuş olmamış, boşa koymuş olmamış. Sonunda kızın getirdiği ne yoğurdu yiyebilmiş ne de ekmeği. Kız da geldiği gibi gitmiş. Hasano işinin başına geri dönmüş. Aç ve perişan bir şekilde çalışmaya devam etmiş. Hasano yorgun argın ahırına gelmiş. Yorgunluktan kafasını koyar koymaz uyumuş. Ertesi gün yine gün doğmadan yola koyulmuş. Koca tarlayı sürmeye başlamış. Öğlen olmuş, Köse’nin kızı elinde bir bakraç yoğurt ve ekmekle gelmiş. Babasının selamını iletmiş. Afiyetle yesin demiş; ancak ne yoğurt kırılsın ne de ekmek deyince Hasano yine aç kalmış. Kızın getirdiklerine dokunmadan geri göndermiş. Yorgunluktan ve açlıktan otları yiyen Hasano, çalışmaya devam etmiş. Akşam Köse ile konuşmaya karar vermiş. Akşam olunca Hasano, Köse’nin yanına varmış. Köse, hoş geldin sefalar getirdin Hasano demiş. Hasano da ağam ben işten ayrılmak istiyorum demiş. Bedava çalışan, işlerini gören Hasano’ya sinsice gülerek darıldın mı Hasano demiş. Hasano darıldım derse sırtından derisini yüzeceğini bildiği için sesini çıkaramamış. Anlaşmamızı biliyorsun diyerek sinsice Hasano’yu tehdit etmiş. Kara kara düşünen Hasano, başına gelecekleri bildiği için ‘Yok ağam, darılmadım.’ diyerek geri dönmüş. Bu şekilde günlerce çalışmaya devam etmiş. Hasano ot yiyerek ayakta kalmaya çalışmış. Hasano’nun dayanacak gücü kalmamış. Bir gün yine tarlada Köse’nin kızı babamın selamı var, yesin içsin afiyetle; ama ne yoğurdun kaymağı kırılsın ne de ekmek diyince canına tak etmiş. Köse’nin yanına gitmiş. Ağam ben çalışmak istemiyorum demiş. Köse darıldın mı diye sorunca da bir deri bir kemik kalan Hasano, evet darıldım demiş. Köse de anlaşmayı hatırlatarak dön sırtını demiş. Zalim ve sinsi olan Köse, Hasano’nun derisini yüzmeye başlamış. Kan revan içinde kalan, acılar içinde kıvranan Hasano, kendini bin bir zorlukla bir caminin avlusuna atmış. Gelen geçenler ona acıdıkları için yemek vermişler. Hasano ölümünü beklemeye başlamış. Gel gelelim İhseyno da kardeşini çok merak ediyormuş. Başına bir iş gelebileceğinden korkuyormuş. Bir sabah rüyasında Hasano’yu sıkıntılı görünce gün ağarmadan yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Koca dağın arkasındaki kasabaya varmış. Başlamış sağa sola sormaya, sorup soruşturmaya. Günlerce Hasano’dan bir iz aramış. Nihayetinde kasaba halkından biri camide perişan bir halde yatan bir yabancının olduğunu söylemiş. Bunu duyan İhseyno, koşarak camiye gitmiş. Bir de ne görsün Hasano perişan bir halde, bir deri bir kemik kıvrılmış yatıyor. İhseyno kardeşini alıp bir hana yerleşmiş. Hasano’ya yedirmiş, içirmiş, yaralarına merhem sürmüş. Hasano kendine geldikten sonra İhseyno’ya başından geçenleri bir bir anlatmaya başlamış. Köse’yi, Köse’nin şartını, kızını, getirdiği bir bakraç yoğurt ve ekmeği, ne yoğurdun kaymağı kırılsın, ne de ekmek kırılsın demesini, yemeden geri göndermesini, Köse’nin sırtından derisini yüzmesini her şeyi anlatmış. Bu duruma çok üzülen İhseyno, handakilere Hasano’yu emanet etmiş, Hasano’ya da onu gelinceye kadar beklemesini söylemiş. İhseyno, Köse’ye bir oyun oynamaya karar vermiş. Varmış Köse’nin çarşıdaki dükkanına. Köse, İhseyno’ya ne istediğini sormuş. İhseyno da ona iş aradığını, ne iş olsa yapabileceğini söylemiş. Sinsi ve kurnaz olan Köse, İhseyno’ya da ben de tam sana göre bir iş var, yatacak yer ve yiyecek de veririm demiş. Ona da; ancak bir şartım var demiş. Darılan, küsen birbirinin sırtından dersini yüzecek demiş. İhseyno şartını kabul etmiş. Köse, İhseyno’yu koca tarlaya götürmüş, bir çift öküzü vermiş. Bu tarlada çift süreceksin demiş. Öğlen yemeğin gelir, akşam da ahırda yatarsın demiş. İhseyno, Köse’nin şartlarını hemen kabul ederek işe başlamış. Köse de bir saf daha buldum diyerek sinsice gülüyormuş. Köse, gittikten sonra İhseyno hemen çalışmaya başlamamış. İhseyno, kendini hiç yormadan öğlene kadar tarlada çalışmış. Köse’nin kızı elinde bir bakraç yoğurt, mis gibi kokan ekmek ile karşıdan geliyormuş. Kız yine babasının selamını iletmiş. Buyur ye demiş; ancak babamın bir şartı var demiş. Ne yoğurdun kaymağını kırsın, ne de ekmek kırılsın demiş. Bunları duyan İhseyno, babanın selamı başın gözüm üstüne demiş. Ekmeği bir güzel kırıp yoğurdun içine doğrayıp yemeye başlamış. Köse’nin kızı şaşkınlıkla İhseyno’ya bakıyormuş. İhseyno kızın eline bir testi tutuşturmuş ve git bana dereden su getir demiş. Kız, İhseyno’ya su getirmiş. İhseyno boşalan bakraç ve testinin içini taş toprak doldurarak Köse’nin kızına vermiş, babana benden selam söyle demiş. Kız, babasına durumu anlatmış. Bu duruma çok sinirlenen Köse, biraz beklemeye karar vermiş. İhseyno da, keyfi yerinde karnı tok uyumuş. Sabah gün doğmadan İhseyno tarlaya gitmiş, çiftini sürmüş. Öğlen olunca Köse’nin kızı elinde bir bakraç yoğurt ve ekmekle gelmiş. Babasının selamını iletmiş, afiyetle yesin demiş; ancak ne yoğurdun kaymağı kırılsın ne de ekmek kırılsın demiş. Bunun üzerine babanın selamı başım gözün üstüne demiş ve başlamış bildiğini okumaya. Testiyi de kıza vermiş, doldurtmuş. Kendisi de yoğurdu ve ekmeği bir güzel yemiş. Köse’nin kızı yorulsun diye bakracın ve testinin içini taş toprak doldurup, babasına da selam söyleyip kızı göndermiş. Kız durumu babasına anlatmış. Çok sinirlenen Köse başına geleceklerini bildiği için bir şey diyememiş. İhseyno, ertesi gün öküzleri alıp tarlaya gitmiş. Çift sürecek olan öküzlerden birinin ayağını kırmış, öküz sakatlanmış. Öğlen olmuş, kız yine elinde bir bakraç yoğurt ve ekmekle gelmiş. Öküzün ayağını görünce çok şaşırmış. İhseyno yemeğini yemiş. İhseyno, taş toprakla doldurduğu bakraç ve testiyi kıza vermiş. Köse’nin kızı, tarlada öküzün sakatlanmış olduğunu da babasına anlatınca Köse, öfkeden deliye dönerek tarlaya gelmiş. İhseyno ne yaptın diye sen diye kızmış. Ağam, ben bir şey yapmadım. Öküz inat edip yürümeyince ben de ayağına taşla vurdum, ayağı kırıldı demiş. İhseyno, Köse’ye hemen ‘Ağam küstün mü?’ diye sorunca, Köse de canın sağ olsun diyerek öfkenden ne diyeceğini bilemeden evine dönmüş. Bu duruma çok sinirlenen Köse, İhseyno ile nasıl baş edeceğini düşünmeye başlamış. Doluya koymuş olmamış, boşa koymuş dolmamış derken sabah olmuş. İhseyno’nun da keyfi yerindeymiş. Ertesi gün de diğer öküzün de ayağını kırmış. Kız yine gelmiş, diğer öküzün de ayağının kırıldığını görmüş. İhseyno yemeğini yedikten sonra kızı göndermiş Kız, babasına olanları anlatınca Köse, çıldırmış. Öfkeden deliye dönen Köse, tarlaya gelmiş. İhseyno’ya öküzün ayağını neden kırdığını sormuş. İhseyno da ağam, çalışmıyordu demiş. Ağam, kırıldın mı diye sorunca da Köse, başına gelecekleri bildiği için kara kara düşünmeye başlamış. Köse’nin canı tatlıymış. Köse düşünmüş taşınmış böyle devam ederse İhseyno, onu mahvedecek. Köse, sinsice bir plan yapmış ve yükte hafif pahada ağır neyi var neyi yoksa alıp bir gece vakti arkasına bile bakmadan kaçmış. Köse’nin kızı bir başına ortada kalmış. İhseyno, Hasano’yu da alarak Köse’nin evine yerleşmiş. Köse’nin kızı ile de evlenerek mutlu mesut yaşamışlar.  
Limon Ağacı
Karadeniz Bölgesi
Sinop
LİMON AĞACI Bir evde üç kız kardeş yaşıyormuş. Padişahın oğlu evlenmek istemiş ve bunu tellalla tüm ülkeye duyurmuş. Bu üç kardeşten en küçüğü çok güzelmiş. Diyorlar ki iki büyük ablası, — Ya padişahın oğlu gelip kız kardeşimizi görürse onu alır, onunla evlenir, biz bunu yok edelim. Nasıl yok edelim? Bir gün kız kardeşlerini kandırıp odun toplamaya götürüyorlar ve onu ormanda bırakıyorlar. Kızcağız da farkına varınca kayboldum zannediyor. Ablalarının ona öyle bir şey yapacağını düşünemiyor. Kayboldum zannediyor, ağlaya ağlaya aranıyor, sonra bir ağacın altında uyuyakalıyor. Uyandığı zaman eline bir odun parçası alıyor ve onunla yerleri karıştırırken limon çekirdeği buluyor. O limon çekirdeğini orda bulduğu kap gibi bir şeyin içine dikiyor. O limon çekirdeği hemen büyüyor. Ağladıkça gözyaşlarıyla da sulandıkça daha hızlı büyüyor ve ağaç oluyor. Ondan sonra rüzgârdan sallanıyormuş limon ağacı. Kız diyor ki: — Ay güzel limonum boynunu sallayıver.  Limon ağacı bir sallanıyor, altınlar dökülüyor. Kız bu altınları eteğine topluyor. Tekrar böyle diyor: — Limonum limonum boynunu sallayıver limonum. Limon sallanıyor, altınlar dökülüyor. Kızın böylece epey altını oluyor. Sonra bir gün padişahın oğlu ava çıkıyor oradan geçerken o kızı görüyor. Böyle pis, üstü başı perişan, ormanda kaldığı için. — Sen kimsin in misin cin misin ne arıyorsun buralarda? deyince kız da: — Ne inim, ne cinim ben de sizin gibi bir insanım, diyor. Ablalarımla odun toplamaya gelmiştim ben, kayboldum burada diyor. Padişahın oğlu onu ve orada bulunan limon ağacını da alarak saraya götürüyor. Hizmetkârlarına söylüyor bu kızı yıkıyorlar, paklıyorlar, güzel elbiseler giydiriyorlar. Limon ağacını da sarayın bahçesine dikiyorlar. Tabii güzelliği ortaya çıkınca padişahın oğlu bu kıza âşık oluyor. Sonra duyuruyorlar her yere padişahın oğlu evleneceği kızı buldu, bununla evlenecek herkes görmeye geliyor kızı. Padişahın oğlu kiminle evleniyor diye. Sonra kızın ablaları da geliyor ablaları kızı tanıyor. — Eyvah biz kardeşimizi ormana attık, kurtulduk sandık, kurtulamadık yine bunu padişahın oğlu buldu ne yapalım bunu. Büyük abla diyor ki: — Biz ona yaklaşalım, ah biz seni kaybettik biz seni çok seviyorduk canım kardeşim, ne kadar aradık, ne kadar ağladık diye yalan söyleyelim, diyor. Onun vasıtasıyla saraya girelim, diyor ve nihayet böyle yapıyorlar ve saraya giriyorlar. Şimdi o da kendilerini kasten bıraktıklarını bilmediği için ablalarına sahip çıkıyor, saraya aldırıyor. Sarayda birlikte yaşarken düğün de yaklaşıyor. Ablalar diyor ki: — Biz gelin hanımı hamama götürmek istiyoruz. — Tamam, diyorlar. Hamama giderken de bohçalarının arasına çorap şişi denilen bir tarafı çengelli bir şiş koyuyorlar. Kızı yıkarken büyük ablası o şişi alıyor ve başından aşağıya sokuyor kızcağızın. Kızcağız da ölmüyor, kuş oluyor pır diyor uçuyor; hamamın kırık camından dışarı gidiyor. Onlar diyor: — Ne yapacağız şimdi padişahın oğlu benim evleneceğim kız nerde diye soracak.  Ortanca kız biraz benziyormuş hemen onun elbiselerini giydiriyorlar, biraz süslüyorlar, biraz püslüyorlar, bu senin eşin diye götürüyorlar. Kız kendini belli etmemek için sürekli hasta rolü yapıyor ve başım ağrıyor diyerek odasından çıkmıyor. Sonra düğün günü yaklaşıyor, padişahın oğlu kıza diyor ki: — Niye başın ağrıyor? — Bilmiyorum, diyor. Padişahın oğlu kıza: — Sen önceden ilk geldiğin zamanlarda giderdin limon ağacıyla konuşurdun o da sana altınlar dökerdi şimdi hiç gitmiyorsun, diyor. — Başım ağrıdığı için gidemiyorum diyor. Hâlbuki o değil o, limon ağacı ona cevap vermez. Ondan sonra birgün görüyorlar, bir kuş geliyor limon ağacına konuyor. Büyük abla bakıyor kuş limon ağacının tepesinde cik cik ötüyor, limon ağacı da sallanıyor ve altınlar döküyor. — Aa diyorlar bu bizim kuş olan kardeşimiz ne yapalım gene bundan kurtulamadık. Diyor ki o ortanca olan padişahın oğluna ‘Benim başımın ağrısını ne geçirir biliyor musun? Şu kuş var ya onu yakalayalım onu keselim etini yersem benim başımın ağrısı geçer.’ Padişahın oğlu napsın karısı çok istiyor. Kuşu yakalattırıyor adamlarına, ondan sonra eline alıyor ve kuşu sevmeye başlıyor. Ah yavrum çok da güzelmişsin, pek de tatlıymışsın diye başını okşarken eline bir şey takılıyor, o şişin tırtıklı yeri. — Allah, bu neymiş, kuşun başına diken mi batmış? diyor bir çekiyor kuş şöyle bir silkeleniyor, kız olarak çıkıyor. Ondan sonra padişahın oğlu şaşırıyor. Kız ona bir bir başından geçenleri anlatıyor. Sonra bu geliyor ablalara diyor ki ‘Kırk katır mı kırk satır mı?’ Onlar da diyor ki: — Ay satır bizi keser öldürür, biz katırlara biner dıgıdık dıgıdık gideriz. Bize kırk tane katır ver, diyorlar. Padişahın oğlu, ablaları kırk katırın arkasına bağlıyor ve onlar sürüklenip parçalanarak can veriyorlar. Padişahın oğlu ve küçük kız da evleniyor sonsuza kadar mutlu yaşıyorlar.  
[Ayağına Diken Batan Keloğlan]
Marmara Bölgesi
Balıkesir
KELOĞLAN [Ayağına Diken Batan Keloğlan]  Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur zaman içinde bir tane Keloğlan varmış. Keloğlan ormanda gezerken ayağına diken batmış. Az gitmiş uz gitmiş bir tane nineye rastlamış. –Nine nine demiş, benim ayağıma diken battı çıkarır mısın? Nine çıkarmış Keloğlan’ ın dikenini, atmış fırının içine. Keloğlan’ ın aklına çakallık gelmiş. –Ee nine hani benim dikenim, demiş, benim dikenimi ver. Nine de demesin mi “Ben senin dikenini attım fırına yaktım” diye. Keloğlan tutturmuş, –Ben anlamam ben dikenimi isterim. Ya dikenimi verirsin ya bir ekmek verirsin, demiş. Nine bir tane ekmeği vermiş Keloğlan’a. Keloğlan ekmeği almış gitmiş. Yolda giderken bir tane çobana rastlamış. Çobanla hoşbeş yaptıktan sonra, – Çoban kardeş demiş, bu benim ekmek burada dursun, ben biraz dolaşayım geleyim, demiş. Keloğlan gitmiş. Keloğlan gittikten sonra ekmek çobanın burnuna burcu burcu kokmuş, dayanamamış ekmeği açmış yemiş. Keloğlan dönmüş dolaşmış gelmiş çobanın yanına. –Ee demiş, çoban kardeş, benim karnım acıktı, ver benim ekmeğimi. –Keloğlan, demiş çoban da, sen gittikten sonra ben senin ekmeğini dayanamadım, çok acıktım, yedim. Keloğlan inadım inat tutturmuş deli. –Ya ekmeğimi verirsin ya bir koyun verirsin. Ya ekmeğimi verirsin ya bir koyun verirsin, demiş. Çoban çaresiz koyunu vermiş. Keloğlan almış koyunu düşmüş yola. Az gitmiş uz gitmiş bir tane düğün evine rastlamış. Düğün evine girmiş. –Selamünaleyküm… –Aleykümselam… – Ee ağalar demiş, benim koyunum burada durakoysun, ben birazdan gelir alırım, demiş. Ondan sonra da düğün evinde de misafirlere yemek pişiyormuş, ama pişen yemeğin içine konacak et yokmuş. Bunların aklına da Keloğlan’ ın koyunu gelmiş. Keloğlan’ın koyununu kesmişler, misafirlere bir güzel ikram etmişler, yedirmişler. Keloğlan dönmüş dolaşmış gelmiş. –Ee demiş, ben koyunumu almaya geldim, verin benim koyunumu. –Biz senin koyununu demişler, kestik misafirlere yemek yaptık yedirdik. Keloğlan tabi tutturmuş, – Ben anlamam ya koyunumu verirsiniz ya gelini verirsiniz. Ya koyunumu verirsiniz ya gelini verirsiniz, demiş. Çaresiz adamlar gelini vermiş Keloğlan’ a. Keloğlan gelini almış gitmiş. – Dikenimi verdim ekmeği aldım. Ekmeği verdim koyunu aldım. Koyunu verdim gelini aldım. Düttürü düttüt düttürü düttüt.
Altın Saçlı Kızla Sırma Saçlı Oğlan
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Altın Saçlı Kızla Sırma Saçlı Oğlan Bir evde üç kız varmış. Padişahın da çocuğu olmuyormuş. Karı demiş ki: —Sen padişah olmuşsun da sözünü dinletemezsin. Ben bir karıyken sözümü dinlettiririm, sen sözünü dinlettiremezsin, demiş. —Dinlettiririm, demiş artık adam da. Şimdi bir hoparlör bağırtmış. —Bugün kimsenin evinde şavk yanmayacak, demiş. Şimdi korucular köylere çıkmışlar, şavk yanmıyor yanmıyor yanmıyor, bir evde şavk yanıyormuş. Pencereden dinlemişler. Bir gelinle bir oğlan öyle birbirlerine bakarlarmış. —Neden söndürmediniz şavkınızı? demiş. —Biz yeni evlendik. Karanlıkta birbirimizi göremiyoruz da, aydınlıkta birbirimizi özlüyoruz, ondan söndürmüyoruz şavkımızı, demişler. Şimdi bir eve de varmışlar. Üç kız varmış. Üç kızlar da söndürmemiş şavkını. Onlar da konuşurmuş. Koca kız: —Ben padişahın hanımı olsam, koca çadır dokurum, koca Türkiye’nin askerini alır da daha yarı yeri boş kalır, demiş. Ortanca kız demiş ki: —Ben padişahın hanımı olsam, bir koca halı dokurum, bütün askeri alır da daha yarı yeri boş kalır, demiş. Küçük kız da demiş ki: —Ben padişahın hanımı olsam sırma saçlı oğlanla altın saçlı kız doğururum, demiş. Alınlarında ay yıldızlı kız doğururum, oğlan doğururum. Şimdi gitmiş padişah bu koca kızı almış. —Hadi, demiş. Sen çadır dokuyacaktın ya. Çadırı doku, demiş. —Boş ver adam, dalgamıza bakalım, çadır kayırsın, demiş. Şimdi, ondan sonra gitmiş, ortanca kızı almış. —Sen halı dokuyacaktın ya. Halıyı doku, demiş. —Boş ver koca adam. İşimize bakalım, demiş. Bunu da bırakmış. Küçük kızla evlenmiş. Küçük kıza: —Sen alınları ay yıldızlı oğlan, kız doğuracaktın ya. Hadi doğur. Dokuz ayla on günü saydır, demiş. Dokuz ayla on günü saymışlar, kızın ağrısı gelmiş, doğuracak olmuş. Şimdi öteki kızlar da biz padişahın istediklerini yapmadık diye bir koca karıya: —Şimdi bu bugün doğuracak. Biz ne yapalım? Şimdi bu kızla oğlanı doğurursa biz aşağılık oluruz, ne yapalım? demişler. Koca karı da doğum yaptırmış. —Ben bunun yanına giderim. Falancanın köpeği bugün doğuracak, gidin onun eniklerini getirin gelin, doğurmuş. İki  tane eniği varmış, biri kancık, biri erkek. Onları alın gelin, demiş. Koca karı gitmiş, köpek eniklerini getirtmiş, almış. Öteki kadın da doğuracakmış, dadalar* olacakmış, olmuş. Biri kız, biri oğlan. Koca karı da padişahın karısının altına köpek eniklerini sürüvermiş. —Padişahın karısı köpek eniği doğurdu, köpek eniği doğurdu, diye nam vermiş. Dadaları da getirmiş, bir sandığın içine koymuş koca karı, öteki karılara vermiş. Onlar da denize atıvermişler. Sandık gitmiş denize. Şimdi padişah da:  -Götürün bu karıyı çadırın önüne gömün. Boğaz çukuruna kadar gömün. Gelen geçen, padişahın karısı köpek eniği doğurdu diye, âlem yüzüne tükürsün, demiş. Şimdi götürmüşler, âlem yüzüne tükürüyormuş. Bir derviş de denizin kıyısında namaz kılıyormuş. Sandık da öyle geliyormuş. O dede de demiş ki:  —Cansan beri gel, malsan öte git, demiş. Ta dedenin kıyısına gelmiş çıkmış sandık. Bir de sandığa elini götürmüş, açmış ağzını. Bir de bakmış ki dede, iki çocuk yatıp dururmuş içinde. Çocuklar serçe parmaklarını sora sora yaşamışlar, serçe parmakları da ondan ince kalmış. Şimdi bunları büyütmüş dede. —Ben bugün öleceğim. Benim burada bir torba param var. Bu parayı alın da şehre çıkın. Buraya beni kaldırmaya gelirler, hiç korkmayın. Bakın durun yatağın içinde, demiş. Kim gelirse gelmişler, dedeyi kaldırmışlar. Buncağızlar gitmişler, parayı almışlar oradan. Şehre çıkmışlar, bir ev kiralamışlar. Alınları böyle sarılıymış. Dede bunların alınlarını birer çaputla sarmış. Hani böyle artistler alınlarını bağlıyor ya, koca karılar kafası ağrıdı mı kafasını bağlıyor ya, oradan kalmış o alnını bağlamak. Dede bunların alınlarını mendille bağlamış. —Bunları hiç çıkarmayın, demiş. Bunlar bir eve kiracı gitmişler. Kız evde dururmuş, oğlan kahveye gidermiş. Kahveye gelirmiş gidermiş. Padişahla ahbap olmuşlar bunlar. Padişahın canı varmış onda. Şimdi babası o, bilmiyor. Bir koca karı gelirmiş kızın evine. —Kızım, aç kapıyı. Ben de sana arkadaş geleyim, demiş. Gelirmiş, gidermiş bu. Bir gün padişah: —Kardeşini al da bir gün, bize gelin, demiş. O zaman koca karı: —Kızım, denizin öte yanında ak nane gök nane vardır, onları sen getirt, demiş. Koca karı, aynı karı yine. Oraya girmiş. O kızlar yollamış yine, bunları kaybet diye. Anlamışlar onlar. Kardeşi: —Abi, denizin öte yanında bir ak naneyle gök nane var. Bana onları getirir misin? demiş. —Getireyim, demiş. Getirmeye gitmiş. Denizin kıyısında dedenin biri namaz kılıp duruyormuş. —Oğlum nereye gidiyorsun? demiş. —Denizin öte  yanında  bir  ak  naneyle gök nane var. Ben onları almaya gidiyorum, demiş. —Oğlum gitme, oraya giden gelmez, demiş. —Aa, dede gideceğim, demiş. —Al şu mendili, demiş. Dede çıkarmış, bir mendil vermiş. —Salla şu mendili. Deniz açılır, denizden geç. Oraya var, bir köpek vardır, bir de koyun vardır. Köpeğin önünde ot vardır, koyunun önünde et vardır. Eti al köpeğin önüne ver, otu al koyunun önüne ver, geç. Orada bir sivri taş vardır, sivri taşın üstüne çık. Oradan “Araaap” diye bağır, üç kere bağır, demir kapı açılır, demiş. Üç kere bağırmış, demir kapı açılmış. Orada bir Arap varmış. Arap’a demiş —Ak  naneyle gök nane varmış. Ben bu naneye geldim, bana bunu verir misin? —Vereyim, demiş. Ak naneyle gök naneyi vermiş. Gerisin geri gelmiş. —Açıl kapım açıl, demiş, kapı açılmış. Köpek ısırmamış, koyun ısırmamış. Köpeğe —Isır! demiş Arap. —Isırmam. Köpek ot yemez, et yer, demiş. Geçmiş. Denize —Kapan! demiş. Deniz —Kapanmam! demiş. Mendili sallamış, geçmiş yine. Dede demiş ki: —Bir daha gelme oğlum, seni buralarda bırakırlar. O dede yine aynı dedeymiş halbuki. Eve varmış, getirivermiş ak naneyle gök naneyi. Kızcağız deyivermiş bunu. Nene anlamış. Oğlanın geldiğini anlamış, yine varmış. —Bir de orada bir Arap kızı vardır, onu da getirsene. Arap kızı sana arkadaş olur, demiş. Oğlan yine gitmiş Arap kızını getirmeye. Dede yine oradaymış. —Arap kızını getireceğim, demiş. —Gitme oğlum, dediyse de: —A a! İlle gideceğim, demiş. Yine koyunun önüne ot, köpeğin önüne et vermiş. Orada Arap kızına : —Ben seni götüreceğim. Hadi gidelim, demiş. Giderken —Kapan kapım! demiş, kapanmamış. Arap, —Kapan denizim kapan! demiş, kapanmamış. Oğlan onu geçirmiş. Şimdi gitmiş, evine varmış. Kızla ikisi oturuyorlarmış. Oğlan gayrı gelip gidiyormuş. Bu koca karı yine geliyormuş. Hemen koca karı: —Kızım, ben geldim, aç! demiş. Hemen Arap kızı: —Taş ol da otur olduğun yere! Kara taş ol da otur yerine! demiş. Nine de taş olmuş, oturmuş. Şimdi kız: —Bu böyle mi duracak? demiş. —Böyle olacak o, demiş. Arap demiş ki oğlana: —Dört yolun çatında bir annecik var. Var, var da yüzünün tükürüklerini sil. Gelen geçen tükürüyor onun yüzüne, sen de var sil, demiş. Oğlan gider gider kadının tükürüklerini silermiş. Ama artık ölecekmiş neredeyse. Dura dura buraya kadar gömülmüş, ölecekmiş. Şimdi o Arap demiş ki, oğlan da gelmiş kahveden: —Yarıl taşım yarıl! Taş yarılmış, altınları içinden çokmuş. Nineye demiş: —Bu bizim eve geliyor gezmeye, demiş. Padişah da demiş: —Benim karı köpek eniği doğurdu. İki tane. Bir insan köpek eniği doğurmaz. Köpeğe karılırsa doğurur, köpeğe karılmazsa doğurmaz, demiş. O Arap: —Dört yolun çatındaki karı, senin karın. Bu oğlan da senin, kız da senin. Mendilleri kaldırıvermiş Arap. —Ayla yıldızı gördün mü? O kadın doğurdu ayla yıldızı, demiş. Hemen oradan padişah: —Götürün bu nineyi, taşın içindeki karıyı getirin, demiş hizmetkârlara. Taşın içindeki karıyı getirmişler. Oradan kızla oğlan: —Bugün biz bir suya dökünelim, demişler. Kızdan altın dökülmüş su yerine, oğlandan da sırma dökülmüş. Ondan sonra gitmişler. Arap: —Senin bu kızın, bu oğlun, bu da karın, demiş. Karıyı getirmişler, yıkamışlar, padişaha teslim etmişler. Kızla oğlanı da teslim etmişler. Alınlarını da böyle sarmışlar. Ayla yıldız varmış alınlarında. İkisinin alnında da ayla yıldız varmış. Böyle geçinip dururlarmış. Öteki karıları da idam yapmışlar.   * Dada: Çocuk.
[Sakalına Bit Düşen Adam]
Ege Bölgesi
Muğla
Sakalını darakan guca adam, pit tüşmüş. Amma o piti de bi gul bilmezimiş eveli. Geş (genç), güzel bi olan, gız da güzelimiş, gızı soruyomuş. Hani, u guca adam gızı soruyomuş: - Bu ne diye? Gız da bilmeyomuş. Hani pit oldeni bilmeyomuş. Diyelim, sen güzelsin, isteyosun hanı onu almak isteyosun. U demiş ki: - Pit pit demiş yavaşça, yavaş yavaş pit pit. Unu da anlamamış. Gız anlamamış, guca adam anlamış. (Bit olduğunu) Ben kim bilise, una vicem demiş ya padişah gızını. Benim gızı demiş: - Kim bilise buna, una vecen. Sakallı adam duymuş. Bi gencin biri: - Pit demiş, hanı bene vesin deye. Yavaşçılan, u genş duymamış, gız duymamış u gencin dedine, guca adam duymuş, guca adama vemiş. Guca adama işkence yapmış. Guca adam hasta olmuş, doktura götümüş, guca adamı, havuşları sivreltmiş, guca adama işkesmiş u gız. İşkenci yapmış çok. Havuş sokmuş kıçına, sölemesi ayıp. Nele dediyse, nele ettiyse olmamış, -Ben seninnen geçinmen demiş. İn sonunda hadı demiş hangımız güzel, hangımız çikin, guyunun başına gidem demiş. Guyunun başına vamışla, höle dolanmışla. Sen güzel ben güzel, sen güzel ben güzel deken, guca adamı almış, içine bi atmış, (gız) gız gurtulmuş. - Ben gurtuldum çok şükür demiş, seni Allah gurtarsın demiş. Bu gada biliyon gari, ötesini bilmiyon çocum, ondan sona selamları va.
Edik ile Düdük
Ege Bölgesi
Muğla
Ediynen Düdük varımış. Bunların bi sivilce gızları varımış. Adı Sivilceymiş. Sona bu, Düdük baba, Edik anne, öteki de gızları. Düdük bi şey almış gelmiş bazadan. Kelle, bacak garın niyse, unları almış gelmiş. Almış gelmiş gızım, demiş: - Yıka gel bunları, demiş. Bi çay kenarına gitmiş çaya. Yıkarkan unları sel almış, su almış. Başlamış u gız alamıya. Atın üstünde bi bey gelmiş. Bey gari, eveliki padişahlar. - Ni alıyosun, demiş? - Altın yüsseminen, bileziklerimi sel aldı ona alayom, demiş. - Min hayvanın kıçına, demiş. Alama, demiş. Ben seni alır giderin, demiş. Hayvanın kıçına mindirmiş, almış gitmiiiş. Sona, bizim gız yok, böğün durmuşla, yarın durmuşla, obür gün durmuşla yok. Gız nere gitti, gız nere gitti köy aya kalkmış, hani aramıya. Sona sizin gız, demişle: - Filan yerde duru. - Adı niy? -Sivilce. Niyse, vamışla, durmuşla, hep berabar iğleşmişle, ni güzel olmuş, yulu düşmüşle, gızlarını alıp gitmek için. Gızı almıya gittiği yerde inatdar* varımış daşın altına gomuşla. Düdük, demiş ki: - Ben  şi yapıyom, demiş. Daşın altına inatdarı godum. Suya girem, demiş, Suya girmişle, ordan bi insan geçiyomuş. Parları varımış bunların, parları, üzerlerinde. Garşıdan çubanı gömüşle. - Eeey çubaaan, demiş.Elinde, burnundan  ya akıbatan guzuların birini geti buraya, demiş. Burnundan ya akıbatan guzula götüvemiş. Güzel guzu götümüş. - Aaa olmadı, demiş. Baya burnundan sümük akıbatan olcamış. Niyse, sümük akıbatanı almış, gelmiş, vemiş. Unu kesmişle bunla evlerinde, kesmişle yicekle. Yicez emme, demişle: - Dişimizin govene neynen türtcez. Hadi kenara çay kıyısına gidem, demişle. Şiy toplamaya, gırıntı. (…) Dişlemizi tötmek için. Unu ararkan ararkan urdan biri geçiyomuş atlının biri. U atın adını sölemiş, ismini. - Daşın, çakmak daşının altında inatdar va, demiş. İnatdarı alısın, gapıyı açasın, orta yerde etimiz va, yi gorsun, demiş. Ütekile girmişle, yimişle, içmişle, gapıyı kitleyivemişle gene, hada. Gelmişle, bi bakmışla et yinmiş, yok. Nere gitmiş bu, nere gitmiş unun peşine düşmüşle. Unu ararkan ararkan bulumamışla. - E nidelim, bi daha gidem, demişle. Para çok nasıl olsa, bi daha gidem çubana. -Çuban yok gari, demiş. Vimem, bi daha vimem gari, demiş. Sona dönmüşle, gelmişle. Niyse, urda galanını, yiyelim biz bunu, demişle. Selamları va. inatdar: Anahtar
Altınlı Horoz
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Altınlı Horoz Bir horoz varmış. O horozun altını varmış. Beyoğlu’na vermiş. Beyoğlu da almış gitmiş başka yere. —Ulan gideyim de Beyoğlu’ndan altınımı alayım geleyim, demiş Düşmüş yola. Gidiyormuş, gidiyormuş, bir canavar denk gelmiş. Canavar demiş ki: —Arkadaş, nereye gidiyorsun? —Beyoğlu’ndan altınımı istemeye gidiyorum, demiş. —Beni de götür, demiş. —Sen gidemezsin, gidemezsin, demiş. O da: —Giderim, giderim, demiş. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Oradan canavar yorulmuş. —Arkadaş, ben gidemeyeceğim, demiş. —Tırnaklarını kes de benim götüme gir, demiş. Oradan onun götüne girmiş. Giderken giderken bir tilki denk gelmiş. Tilki demiş —Arkadaş, nereye gidiyorsun? demiş. —Beyoğlu’ndan altınımı istemeye gidiyorum, demiş. —Beni de götür, demiş. —Sen gidemezsin, gidemezsin, demiş. —Giderim, giderim, demiş. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Tilki yorulmuş. —Arkadaş, ben gidemeyeceğim, demiş. —Tırnaklarını kes de benim götüme gir, demiş. Onu da koymuş. Gide gide gide bir çaya denk gelmiş. Çay akıp gidiyormuş. Çay gidiyormuş, o da gidiyormuş. Çayın suyu bitmiş. Çayın suyu bitti mi, —Arkadaşlar, ben gidemiyorum, kalıyorum, demiş. —Hadi sen de benim götüme gir de beraber gidelim, demiş çaya. —Olur, demiş. Gitmiş, Beyoğlu’na varmış. Beyoğlu’nun masasının üstüne uçmuş, oturmuş. —Beyoğlu altınımı ver! Beyoğlu altınımı ver! —Şu ocağı sönesiceyi atların önüne koyun da atlar çiğnesin de öldürsün, demiş. Atların önüne atmışlar. Canavarı çıkarıvermiş, atları yedirmiş. Bunun kazları varmış bir sürü. —Bunu kazların damına atın da yesin de öldürsün, demiş. Kazların damına atmışlar. Ona da tilkiyi çıkarıvermiş. Hep kazları öldürmüş. Yine varmış, Beyoğlu’nun masasının üstüne oturmuş. —Beyoğlu, altınımı ver! demiş. —Fırını yakın yakın, içine bir atın bunu, yansın; ondan sonra etini yiyelim. Fırını yakmışlar. İçine bunu atmışlar. Çay çıkıvermiş, fırını söndürmüş. Yine gelmiş masanın üstüne. —Bunu ne yapalım, ne yapalım? demiş. Bir dam altını varmış Beyoğlu’nun da. —Onu altınların içine atın da, beğendiğinden bir altın alsın da gitsin, demiş. Altınların içine atmışlar bunu. —Hap götüm yut götüm, bir dam altını yut götüm! Bir dam altını yutturmuş. Oradan gelmiş evlerinin önüne. —Abla beni aç, abla beni aç, abla beni aç! Açmış. —Abla, beni döv! Vurdukça altın sıçmış, vurdukça altın sıçmış. Bir komşusu gelmiş, bir koca karı. —Kız ne yapıyorsun komşu? demiş. —Beyoğlu, altınlarını vermiş de oradan altın almış gelmiş. Altın sıçıyor, demiş. —Beyoğlu neredeyse söyle de, ben de horozumu göndereyim, demiş. Göndermiş horozunu. Gelmiş horozu. Bununki de bok sıçmış. —Aaa senin horoz altın sıçıyor, benimki de bok sıçıyor, demiş. İkisi bir kavga horozların başında. Burada da masal bitmiş.      
Aslan İle Tilki
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Aslan İle Tilki Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir aslan varmış. Bir köyden devamlı haraç alıyormuş. Her gün bir koyun, bir kuzu, bir inek ne bulursa alıyormuş. Köylü artık bu aslandan bıkmış. Aslan da —Ormanların kralı benim, diyormuş. Her gün bir kuzu, bir koyun, bir inek almaya devam ediyormuş. Bir gün köylülerden biri tilkiye gitmiş ve demiş ki: —Bizim başımıza bir aslan musallat oldu. Bizi bu dertten kurtarsan kurtarsan sen kurtarırsın, demiş. Tilki de:  —Bunun karşılığında bir çuval tavuk alırım, demiş. Köylü bunu kabul etmiş. Artık aslanın haracını vermemeye başlamışlar. Aslan da köye inmiş, karşısına tilki çıkmış. Tilki aslana: —Sen dağların kralı benim diyorsun, ama bir kral da burada var. Köylü artık sana haraç vermeyecek, demiş. Aslan da: —Nerede o kral? demiş. Tilki de kuyuyu göstererek: —İşte kuyunun içinde, demiş. Aslan da kuyudan aşağıya bakmış. Kuyudan aksini görmüş. Aslan kükremiş. Kuyudan yankı gelmiş. Kuyudaki aslanı öldürmek için kuyunun içine atlamış ve ölmüş. Böylece tilki köylüyü aslandan kurtarmış. Bu defa tilki haraca alışmış. Tilki köylüden her gün tavuk istiyormuş. Bu defa köylü tilkiden bıkmış. Köylü toplanıp tilkiye: —Sana bir çuval tavuk verelim, alış verişi keselim, demiş. Çuvalın içine tazı koymuşlar. Çuvalı tazıya vermişler. Tilki inmiş bayıra. Çuvalı bir açmış, tazı. Tazı tilkiyi kovalamış, yakalamış, öldürmüş. Köylü tilkiden de kurtulmuş.               
Ayı ile Üç Kız Kardeş
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Ayı İle Üç Kız Kardeş Üç tane kız kardeş varmış. Bu üç kız kardeş dereye gezmeye gitmişler. Çamaşır yıkayacaklarmış. Almışlar çamaşırlarını, yiyeceklerini, derenin başına gitmişler. Derenin başına gitmişler, çamaşırlarını yıkamışlar. Bu üç kız çamaşırlarını yıkadıktan sonra bıcı bıcı yapmışlar. Bir tane ayı gelmiş yanlarına. Kızlar ayıdan kurtulalım, kaçalım falan derken kaçamamışlar. Ayı kızların üçünü de yakalamış, götürmüş inine. Kızları esir etmiş. Sonra bir gün bu üç kız kardeşin karnı çok acıkmış. Ayıya demişler:  —Bizim karnımız çok acıktı. Bizi kaçırdın madem,  kaçırdığına göre doyur bizi. Ayı demiş: —Tamam, doyuracağım. Büyük kardeş gitmiş çalı çırpı toplamaya. —Ben çalı çırpı toplamaya gideceğim, demiş. Gitmiş, bir vakit gelmemiş. Meğer kaçmış. Ortanca kardeş de: —Ablam gelmedi. Nereye gitti acaba? Ben onu getireyim, demiş. O da o şekilde kaçmış. Bunlar kaçmışlar. Küçük kız kardeş kaçamamış. Ayının yanında esir kalmış. Sonra bu küçük kız kardeşle ayının bir tane çocuğu olmuş. Çocuğun yarısı insan,  yarısı ayı kılığındaymış. Sonra kız evini, ailesini, ablalarını çok özlemiş. —Ne yapsam da bu ayıdan kurtulsam, ne yapsam da bu ayıdan kurtulsam? demiş. Ayıya bir gün, —Bugün benim canım çok bal istiyor. Git bana bal getir, benim için bal araştır, demiş. Neyse, ayıyı göndermiş. Ayı gidince kendisi, çocuğu salıncağında bırakmış, kaçmış gitmiş. Ayı gelse ki, kızın yerinde yeller esiyor. Çocuğu da salıncağında bırakmış. Sonra kız evine gidince olanları ailesine anlatmış. —Böyle böyle oldu, falan filan, diye. Daha sonra bu üç kız kardeş plan yapmışlar, —O ayıyı ne yapsak da öldürsek, diye. Ayının yanına gitmişler. —Hadi gel, biz bir hata yaptık. Seni biz evimize götürelim, demişler. Ayıyı evlerine götürmüşler. —Ayı, senin karnın çok acıkmıştır. Sana bir çorba yapalım, demişler. —Tamam, demiş. Kocaman ocakta çorba kaynatmışlar. İyice çorba kaynadıktan sonra çorbayı kenara çekmişler, saç ayağını da ayının kafasına geçirmişler. Ayıyı öldürmüşler. Bu üç kız kardeş de mutlu mesut geçinmişler.    
Ayı Kulak
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Ayı Kulak Bir kız varmış. Karşıdan bir ayı gelmiş. Kız da bakır doldururmuş çeşmede. O bakır dolduran kızı kavramış gitmiş bayıra ayı. Bayıra gittikten sonra babası da gitmiş kızı aramaya. Varmış, bir taşın altında kızı kolaç* pişirirmiş. Babası, —Of! demiş, yorulmuş, oturmuş oraya. Babası varmış yukarıda, ayı da aşağıda yatarmış. Kız kolaç pişirirmiş. Kolaç pişirirken kum serpivermiş babası. Kumlar da dökülüvermiş kolaçların üstüne. Kız bakmış. —Aaa baba, seni ayı yerse. Ben sana bir süpürge dayayayım da, sen süpürge ol da, seni alayım içeri, demiş. Süpürge vermiş babasına, dayamış içeri. Sonra ayıya demiş ki: —Anam gelse yer misin? demiş. —Baaa, demiş. —Kardeşim gelse yer misin? demiş. —Baaa, demiş. —Babam gelse yer misin? demiş. —Kahve tütün, keyif bütün, demiş. Babasına bir şey dememiş. Kahve tütün, keyif bütün. Babasına hemen bir süpürge vuruveriyor, gidiyor ayının yanına. Kahve tütün, keyif bütün içiyorlar. Ondan sonra bir çocukları varmış. Ayının bir çocuğu olmuş o kızdan. Dedeleri eve gidecek olmuş. —Ben eve gideceğim kızım, oğlum, demiş. —Dede, sen benim sırtıma bin de götüreyim seni, demiş. —Ya oğlum, sen küçüksün, beni götüremezsin, demiş. Binmiş dedesi onun sırtına, gitmişler. Köye varmışlar. Sokağa çıkmış Ayı Kulak. Adı Ayı  Kulak’mış. Kızanlara birer şamar vururmuş, kızanlar hemen devrilirmiş yol üstüne. —Bu böyle olmaz. Bunu yollayalım yerine, demişler. Dedesi: —Oğlum, git bize bir araba odun getiriver, demiş. Gitmiş, kocaman meşe ağacını sökmüş kökünden, tar tar sürükleyerek getirmiş. Bir gün olmuş, iki gün olmuş, yok, gitmiyor. —Bunu götürelim yerine, demişler. Dedesi götürmüş yerine. Oraya vardıktan sonra ayıyı vurmuşlar. Kızı arabaya koymuş ağabeysi, kızı getiriyormuş. Getirirken kız: —Ağabey tarağım kalmış ya, demiş. —Hadi tarağını al gel, demiş. Tarağını almaya dönüyor. Ayının boynuna sarılıyor. —Ayım, ayım, ayım! diye ayısına ağlarmış. Ağabeyi de onu aramaya geliyor. Bir bakıyor, onu ayıya sarılıyor görüyor. Bir vuruyor onu da tüfekle. İkisi kalıyorlar yol üstünde işte.   * Kolaç: Ekmek.
Bıdıcık
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Bıdıcık Yedi arkadaş, yedi cüce varmış. —Hadi çalışmaya gidelim, demişler. Çalışmaya gitmişler. Çalışmaya giderken yolda bir koca karıya denk gelmişler. O da cadı karısıymış. Ona misafir olmuşlar. Bunlar yemişler, içmişler, yatmışlar. Cadı karısı dişlerini sürtmeye gidermiş. Yedi cücenin de bir birini yiyecekmiş, bir birini yiyecekmiş. Onların içinde de akıllı biri varmış. —Kalkın, kaçalım. Bu bizi yiyecek, demiş. Gelmiş. —Kim uyur; kim uyanık? —Herkes uyuyor da ben uyanığım, demiş. —Sen niye uyumuyorsun? —Anam bana bir horoz keser yedirirdi de ondan sonra uyurdum. Cadı karısı da kesmiş, pişirmiş, yedirmiş. Yine gitmiş. Yine gezmiş, dolaşmış, gelmiş. —Kim uyur, kim uyanık? demiş. —Eller uyur da ben uyanığım, demiş o Bıdıcık. Onun adı Bıdıcık’mış. —Niye uyumuyorsun oğlum sen? demiş. —Anamın bir danası vardı. Bana keser yerdim de öyle uyurdum, demiş. Cadı karısının da danası varmış, onu da kesmiş. Sabah olmuş. Akşam yine yatmışlar. —Bugün ben bunların hepsini yiyeyim, demiş cadı karısı. —Kim uyur, kim uyanık? demiş. —Eller uyur, ben uyanık, demiş. —Oğlum Bıdıcık, niye uyumuyorsun? demiş. —Anam bana çaydan gözer*le su getirirdi, içirirdi de öyle uyurdum, demiş. Gözerle su gelir mi? Cadı karısı gözer alıyor, gidiyor. Sıçıyor içine, sıvıyor, su gidecek. —Kalkın, kaçalım. Bu bizi yiyecek, diyor. Kalkıyor bunlar, kaçıyorlar. O Bıdıcık’ın da bir tane çakı bıçağı varmış. Orada kalmış. Yarı yolda dönüyor. —Arkadaşlar, benim bıçak kalmış. Ben bıçağı alayım geleyim, diyor. Dönüyor. Yağmur çiliyormuş hafif hafif. Geliyor koca karı, bir katmer sacı vuruyor. Oradan sacın üstünden cıs cıs ses geliyormuş. Cadı da sanıyormuş, yağmur damlıyor. Bıdıcık da dam beşten  işeyiveriyormuş. Dam beşe çıkmış, bakmış dam beşte büzülüp duruyormuş. —Vay yavrum Bıdıcık, ben seni arıyordum ya, demiş. Almış gelmiş, çuvala koymuş, ağzını bağlamış. Bu da bıçağı bulmuş, almış bıçağı. Cadı dişlerini sürtmeye gitti mi, bıçağı çuvala yalıyor, bacadan çıkıyor. Orada kavak varmış, kavağın tepesine çıkıyor beni tutar diye. —Bıdıcık, Bıdıcık neredesin? diyor. —Nine, nine buradayım, diyor, inmiyor. —Vay yavrum Bıdıcık, nasıl çıktın oraya sen? diyor. —Sabanı sabana koydum, demiri demir üstüne koydum. Bir hopladım, buraya çıktım, diyor. Çıkarken de bir kese kum alıyor Bıdıcık. —Sen yukarı bak nine, diyor. Yukarı bakıyor, döküyor kum, yuvarlanıp gidiyor. Hadi aşağı düşüyor koca karı, ölüyor. Bıdıcık da oradan çıkıp gidiyor, arkadaşlarına erişiyor.   * Gözer: Buğday, çavdar, toprak gibi şeyleri elemek için kullanılan iri gözlü kalbur.
[Kara Tavuk]
Ege Bölgesi
Muğla
Şindi bir gara* tavık* varmış. Çam agcının başına çıkmış. Tabi öyle doğurmuş yumurtalamış üç tane yavrusu çıkmış. O şeyen çam agcının dibine topal çakal geliyore. -Gara tavık gara tavık demiş. Yavrının* bir tane verirsen verirsin vermezsen çıkar seni yerim. - Al seni bi yavru demiş atmış. Sonra demiş ki ikinci gelişte. Bi daha bağırıyoru: - Gara tavık gara tavık diye. Yavrının bir tane verirsen verirsin vermezsen çıkar seni yerim. - Al demiş. Başlamış gar tavuk şindi* üç dene yavrumdan bi dene yavrum galdı deyi yas dutmaya. Ağlap duruyomuş. Hamaz* garga gelmiş. - Gara tavuk sen ne ağlayıp turun. - Üç dene yavrumdan bi dene yavrum kaldı demiş topal çakal yedi demiş. - Sen onu bi daha gelişte demiş benim yanım gönderive demiş hamaz garga. Sona geliyore bi daha isteyore yavruya. Hamaz garga, bana bi şey öretti demiş ama birez abes olacak ben söylemene. Sen onu demiş bir daha gelişte demiş: - Ha yarağımı ye ha daşağımı ye decesin demiş. İkinci gelişte gara tavık öle deyor üçüncü gelişte. - Sene bunu kim öğretti demiş. - Hamaz garga bunları öğretti demiş. Ondan sonra hamaz garga ile topal çakal itişmişler kakışmışlar. *gara: Kara, siyah *tavık: Tavuk *yavrı: Yavru *şindi :Şimdi *hamaz: Kurnaz, hileci  
Bit Derisi
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Bit Derisi Bir adam varmış. Bir de kızı varmış. Bu adam bit beslemiş. Bitin derisini soymuş. —Bu bit derisini kim bilebilirse kızımı ona vereceğim, demiş. Kız çamaşır yıkamaya gitmiş. Kızın yanına taşradan bir abdal gelmiş. Kız abdala demiş ki: —Bizim eve var, bizim evde bit derisi var. Sana babam ne geldin diye sorarsa, bit derisi bit derisi deyip de çıkıver, demiş. Adam eve gelmiş. İçeri girmiş. Kızın babası: —Bu ne? diye sormuş. Abdal da: —Bit derisi, bit derisi, deyip de çıkıvermiş. Kızın babası: —Bu, bit derisini bildi. Varın, alın getirin kızımı, bu adama vereceğim, demiş. Kızını vermiş. Kızı almış götürmüş abdal, saraya kapatmış. Abdal oduna gidermiş, sarayda her yerin anahtarını verirmiş, bir yerin anahtarını vermezmiş. Bir gün abdal oduna giderken kız: —Her yerin anahtarını veriyorsun da, falancanın anahtarını vermiyorsun. Onu da versene, demiş. —Veririm, ama açma, demiş. Kız açıvermiş kapıyı. Al gelin parmakları, allı başlı gelinleri yemiş yemiş, oraya kapatmış.  —Ah ben napayım? demiş. Akşam abdal gelmiş. -Açtın mı burayı? demiş. —Açtım, demiş. Abdal: —Hırrrrrr, onları çiğ yedim, seni pişirip de yiyeceğim, demiş. Gelini kilitlemiş, oduna gitmiş. Kız: —Ne yapayım, ne yapayım? demiş. Baca deliğinden çıkmış. Yukarda dikilip dururmuş. Oradan bir Soğancı geçiyormuş. Soğanın kilosu beşe beşe diye bağırıp gidiyormuş. —Amca biricik beni alır mısın? Can kurtaran yok mu? demiş. —Alırım, demiş. Adam almış.  —Soğanın kilosu beşe, soğanın kilosu beşe, diye diye uzaklaşmış.
Borçlu Oğlan
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Borçlu Oğlan Bir varmış, bir yokmuş. Padişahın üç oğlu varmış. Birine vermiş padişah yüz altın, birine vermiş yüz altın, birine vermiş yüz altın. —Gidin bunlarla kâr yapın, zarar yapın, ne yaparsanız yapın. Büyük oğlan yüz altının yanına yüz altın daha kazanmış. Ortanca yine yüz altının yerine yüz altın daha kazanmış. Küçük borçlu gelmiş. —Ne oldu? Hani sen ne kazandın? demiş padişah. —Ben borçlu geldim, demiş. —Neden borçlu geldin? —Adamın birisi ölmüş de, borçlu ölmüş. Birisi de onu sürüklermiş. Borcunu vermedi, ölüsünü sürüklermiş adamın. —Neden sürüklüyorsun bunu? demiş. —Bunun borcu vardı sağlığında. Vermedi. Ben de ölüsünü sürüklüyorum onun. Padişahın oğlu hemen onu alıyor elinden. Yıkattırıyor, paklattırıyor, gömdürüyor, geliyor. Ama borçlu geliyor çocuk. Yetmiyor parası. —Böyle böyle yaptım baba da ondan borçlu geldim, diyor. Sonra babası büyüklere: —Başka memleketten arpa getireceksiniz bizim memlekete, demiş. —Bak bu ne derse bunun dediği olacak, demiş küçükten ötürü. En öne onu bindirmiş, develerle gitmişler arpa getirmeye. Bir yerde durmuşlar, kervan  kurmuşlar. Yatmışlar orada. Ötekiler uyumuş. Bir ihtiyar çıkmış gelmiş yanlarına. —Nereye gidiyorsunuz ? demiş. —Arpa getirmeye, demişler. Küçük: —Ben de gideyim sizinle. Ama ne kazanırsak ortak olacak, demiş ihtiyar. —Ne kazanırsak ortak olacak. Yarısı senin olacak, yarısı bizim olacak, demiş. Sonra bu ötekiler uyurken: —Hadi gel biz gidelim senle bir yere, demiş ihtiyar. Gidiyorlar. O adam iki deve yükü altın, varıyorlar iki deve yükü altın, hadi gidiyorlar iki deve yükü altın getirmeye. Orda da padişahın kızı var. O da başka padişahın kızıymış. O padişahın da güveyileri yaşamazmış, hep ölürmüş. Hep ölürmüş  güveyileri. Gitmiş bu, o padişahın kızını istemiş o dede padişahtan. İsteyince vermiş padişah. Düğün olmuş, gelin olmuş neyse. —Güveyiyle beraber ben de gireceğim, demiş o dede. —Olur mu? demişler. —Olur, ben de gireceğim, demiş. Sonra gelinin yanına güveyi de giriyor, adam da giriyor, dede de. Ondan sonra kızın ağzından bir yılan çıkıyor, güveyiyi öldüreyim diyor. O güveyiler ondan ölüyormuş. O  güveyiler ölürmüş yılandan. Onunla  adam yılanı öldürüyor. Sabah oluyor, güveyi çıkıyor. Şaşırıyorlar. —Ya bu güveyi nasıl çıktı burada? Dede öldürmüş yılanı. Ondan sonra orada durmuşlar ne kadar durdularsa. —Hadi, dönelim, gidelim, demişler. Dönmüşler gerisin geriye. Gelini de götürürlermiş. Padişahın kızını da götürüyorlar giderken. Dede: —Hadi gari, ayrılalım burada, demiş. —Ayrılalım, demişler. —Dedim ben size, ne kazanırsak yarı olacak diye, demiş. —Dedin, ben de razı oldum. —Şimdi gelini de üleşeceğiz, demiş dede. —Olur mu? —Olur. —Nerden üleşeceğiz? —Buradan böleceğiz, demiş. Çocuk arkasını dönmüş. —Önünü dön, arkanı dönme. Sen de göreceksin. Adamın elinde kılıcı varmış, dedenin. Bir sallıyor kılıcını, yapıveriyor kız, hemen ağzından bir koca kese yılan yavrusu. O yılanlar çıkıyor oradan. —Tamam, üleştik. Ben seni bunlarda kurtarmak için dedim, diyor. O da diyor: —Hayır, üleşeceğiz. Sen üleşeceğiz dedin ya, diyor. —Sen beni nasıl kurtardın o adamın elinden? Sürüklermiş ya dedeyi, ölüyü. —Sen beni o adamın elinden kurtardın ya, işte ben o adamım. Ben de seni işte bunlardan kurtardım. Allah size geçim bahtı versin. Güle güle geçinin, diyor.
[Tın Tın Kabacık]
Ege Bölgesi
Muğla
Şindi iki çocuk varmış. Anneleri menfat etmiş*. Galmış bubaylan bunla. Çocukların bubasına evlenmek düşmüş. Evlenmiş. Evlendiği hanım demiş ki: — Sen bu çocuklara azatlarsan* üldürsen senle öyle kul olcen. Sen bu çocukları azatlamasan ben senin yanında durmicen demiş. Bi gün sabah çocuklara bubası aldından hadi bakalım bi dağa. Bubası düşünüyore öteye gidiyo düşünüyore beriye çocuklarına gıyıp da azaplamıyore. Şindi demişkine çam ağacının başına bi gabak asmış. Biri Hatmecik biri Yusufcuk. — Çamın başına gabak astım benim gabağın takırtısını duydun mu o çamın yanına gelin, demiş bubası. Sonadan bubası gabak asıyore oraya gabak takıldığı yere rüzgarlan. Çocukla bubam oda diye çamın dibine geliyola. Bakmışla öteye bubasını aramışla bereye babasını aramışla yok. Gabak asılı. Çam ağacının dibine iki çocuk oturmuş. — Tıran tıran gabacık* bizi al budan babacık diye başlamışla yas tutmaya oğlan ve çocukla. Vakit akşama yönelmiş. Demiş ki Hatmecik böyük Yusufcuk göççümüş. Bi yanda ateş yanıyore bi yanda köpek hokruyore* sona gardeşim demiş: Yusufcuk ateş yanana mı gidelim köpek hokurana* mı gidelim, demiş. Gardeşi demiş ki: — Len valla demiş ateş yanana gitsek yanarız köpek hokurana gitsek ısırayı. Biz en iyisi köpek hokurana gidelim, demişle. Hadi bakalım köpek hokurana gelmişle. Köpek hokuran yede bi goca garıya rastlamışla. — Sona nene bize bubam böle böle yaptı deye anlatmışla çocukla. — Gelin gelin oğlum, demiş. Çocukları ambarın içine hapıslamış goce garı. — Sona nene nene çocukla biz tuvaletimizi itcez. — Yani ambarın içine edin, demiş goce garı. Çocukla: — Ellerin ambarları, demiş temiz oluken bizim ambarla pis mi olsun ,demiş. Ondan sona çocukları çıkarmış. — Çocukla bu sefe acıktık biz demişle. — Eni* kenelim kenelim, demiş köpege. Silkilenive kenelim kenelim ,demiş köpege. Ondan sona gavurmuş köpekten düşen keneleri gavurmuş. Çocukla yeme gardeş demişle onla birbirlerine bunla kene. Odan çocukla bi kopuyore ondan sona bi at gelmiş önüne. Atı bindinde gardeşile barbar bi su başında bi gavan başına* çıkmışla iki gardeş. Oğlana ablası: — Sen filan yede bi gavak va oraya git ben bu gavan başında galırım demiş. Bi parlak bi deliganlı at sulamaya gelmiş pınarın başına. — At suyu içen deyoru hemen geri çekiliyore at suyu içen deyoru hemen geri çekiliyore. — Allah’ım bu at neden su içmez. Höyle bi bakmış gavan başına dünya güzeli bi gız oturup durumuş. Sona atı sulumadan gitmiş. Bi goce garı çamaşır yıkamaya gelmiş oraya. Demiş ki goce garıya o deliganlı: — Sen demiş sacaya* böle huruceğine* böle hur o gız aşağıya eğildi mi ben onu dutam gapam gaçam, demiş. Sona hemen geliyore sacayı goce garı böle huruyore. — Nene nene demiş ağcın başında elini sacaya ters hurdun sen höle hurucasın. —Gızım gel sen öretsene, demiş goce garı. — Eğil gavak, demiş gız. Gavak bi eğiliyo sacayı bi huruyore oğlan dutcanda doğrul gavak deyore gız hemen. Hemen gız doğruluyore gavak doğruluyore. Böl böl böl yaparkan bi haftada bu gıza bu oğlan el gapmış. Ondan sona: — Benim demiş filan yerde gavan başında bir oğlan gardeşim va. Ben seni alcen diye anlaşmışla. Kırk gün kırk gece düğün yapmışla bunla. *menfat et-: Vefat etmek *azatla-: Göndermek *tıran tıran gabacık: Kabakların birbirine çarparken çıkan sesi vurgulayan ikileme. *hokru-: Havlamak *eni: Küçük kardeş *gavan başına: Kavak ağacının başına *sacaya(k): Üzerine tencere, tava vb. konan ateş üstüne oturtulan üç ayaklı demir alet *hur-: Kurmak    
Bostancı
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Bostancı Bir padişah varmış. Bu padişahın üç tane oğlu, üç tane de kızı varmış. Bunun bir bahçesi varmış. Bahçeye varırmış, bahçede vaktini geçirirmiş. Amma  güzel meyveleri  varmış buralarda bunların. İşte bunların başında dururmuş. Ondan sonra bir gün olmuş, padişah hasta olmuş. Hasta olunca padişah, tabi baya hasta olmuş, çoluğu çocuğu başını beklermiş. İşte ölüverecek geliverecek derken baya bir zaman sürmüş. Sonra vezirini vüzerasını toplamış bu. —Ya babanız nice zamandan beri hastalık çekiyor. Ölüverecek gidiverecek demiyor. Bu adamın bir çekindiği yer var. Bu ekseri nerelerde durur ? diyorlar. —Bunun bir bahçesi vardı. Oraya giderdi, ekseri orada dururdu. Oralarda vaktini geçirirdi, demişler. Ondan sonra, —Ya, en çok hangi meyveleri yiyordu? demişler. —En çok nar vardı orada. Narı çok severdi. —İyi ya, narı bir yedirelim dedeye, padişaha. Bakalım ne olacak? Tam nar yetişmiş, tam olum zamanı gelmiş, yiyim zamanı gelmiş. Akşam demişler ki: —Sabah olsun, narı getirelim, babama yedirelim. Bir de sabahleyin varmışlarmış, nardan bir tane kalmamış. Öyle. —Bir sene daha bekleyelim, demişler. İyi ya, nar her sene bir kere oluyor, her gün olmuyor ki. Ertesi sene gene demişler: —Bugün dursun, sabahleyin getirelim narı, babama yedirelim. Bir de sabahleyin varmışlar, gene gitmiş nar. Ertesi seneye kalıyor. O sene diyorlar ki: —Narı bugün yarın alacağız ya, narı bugün akşam sırayla bekleyelim. Kim yiyorsa bunu yakalayalım, demişler. Koca oğlan demiş: —Bugün ben gideyim, bekleyeyim bu nar bahçesinde. Ondan sonra varmış. Bıçaklı tüfekli gitmiş, oraya geleni öldürecek. Gece bir gürültü bir zıbırtı, hiç bir şeycik anlayamamış. Ondan keri bir de sabahleyin varmış, nar gene gitmiş. Hadi o sene de kalmış. Ertesi sene demiş ortanca: —Ben bekleyeyim. Gitmiş. O da beklemiş. Aynı onun elinden de gitmiş nar. En küçük oğlana gelmiş sıra. —Bu yıl da ben bekleyeyim, demiş. Akşam olmuş. Okunu, mızrağını almış. Bir lamba gaz doldurmuş. Kuran-ı Kerim’ini almış. Varmış akşamına, yatsıdan sonra. Lambasını yakmış. Başlamış Kuran okumaya. Ondan sonra Kuran okurken gene başlamış tangırtı gümbürtü. —Hey, demiş bu, hemen çekmiş kasaturayı. Bir o yanına bir bu yanına, bir o yanına bir bu yanına derken yaralamış o gelen şeyi. —Yandım, demiş, o fırlamış gitmiş. Sabahleyin olmuş. Bir de bakmış, narlar durup durur. Doldurmuş oradan narları bir çantaya, getirmiş eve. —Geldin mi birader? —Geldim. —Ne yaptın? —Valla böyle böyle oldu. Ben narları kurtardım. Bugün narları getirdim. —İyi ya, getir bakalım da babama yedirelim. Şimdi akıl dane de demiş ki: —Babanız bunları yedi mi çok  dayanamaz. Bu nasip bekliyor. Çok şey yedirmeyin. Şimdi siz vardı mı vasiyetini size anlatsın. —İyi ya, toplanın madem oğlum. Ben size diyeceğimi diyeyim. Ondan keri yedirin bana narı. Şimdi ben öldü mü birer gün benim mezarı bekleyin. Herkes sabaha kadar birer gün tek başına bekleyecek. Bu bir. İkinci vasiyetim de, siz üç oğlan üç kızsınız. İlk dünür gelince koca kızı vereceksiniz. İkinci dünür gelene ortancayı vereceksiniz. Üçüncü gelene de küçük kızı vereceksiniz. Hiç boş çevirmeyeceksiniz. Dünürleri böyle yapacaksınız. Getirin narları, diyor dede. Narları yiyor. Ruhu teslim ediyor. Şimdi götürüyorlar padişahı, koyuyorlar mezara. Aradan iki üç gün geçiyor. İki üç gün geçtikten keri bir de bakıyorlar ki, birisi, bir adam inmiş, gencin birisi sallanıp geliyor. —Selamün aleyküm. —Aleyküm selam. —Hoş geldin ya arkadaşım, sen buralarda hiç görmediğimiz bir arkadaşsın. Hayır mı, şer mi? —Hayır. Ben sizin koca ablanıza dünür geldim. Onu bana vereceksiniz” diyor. “Senin memleket nere ? diyorlar. —Benim memleket uzak. Koca oğlan: —Babam öldü gitti, kaldık. Şimdi bu kızı verdik mi, bu kızı alıp gidecek bu yabancı. Vermeyelim, diyor. Ortancaya soruyorlar: —Ne yapalım? Verelim mi bunu? O da: —Vermeyelim, diyor. Bu sefer küçüğe: —Birader, ne yapacağız ? diyorlar. —Şimdi babanızın şeyini kırmayın. Babanız ne dedi size? Ablanız büyük kızı ilk gelene, ortancayı sonra gelene, böyle sırayla verin dedi mi? —Dedi. Veriyoruz, diyorlar. Kızı veriyorlar. Ama nereye götürüyor, götürüyor. Oğlan: —Ben de padişahım. Ben sizin ablanızı alıp götüreceğim. Ben de sizin gibi padişah oluyorum, diyor. İyi ya. Veriyorlar. İki üç gün duruyor. —Bize müsaade. Ben gideyim, diyor. Ellerinden ne geldiyse oğlanlar, heybelerine altınlar, ne varsa dolduruyorlar. —Hadi size hayırlı günler, demişler. Atıyor beygirin arkasına, kızı alıp gidiyor. Aradan bir zaman geçiyor. Akşam oluyor gene. Birisi bir beygire binmiş, o da çekilip geliyor. Eh işte, hal hatır. —Hayır mı arkadaşım, sen niye geldin? —Ben sizin ortanca kıza dünür geldim, diyor. Yine koca oğlan: —Vermeyelim. Bak ötekini de verdik, aldı gitti. Bunu da şuralara verelim, kıyımıza, diyor. Ortanca da: —Vermeyelim, diyor. Küçük: —Aaa, hiç aktarmayın. Babanız verin dedi. Bunu vereceğiz, diyor. —Kardeşim, bunu vereceğiz, ama öteki bak aldı gitti. Bunları nerede göreceğiz bir daha, nerede bulacağız? Onu da veriyorlar. İki üç gün sonra onun da yüklüyorlar ötesini berisini. Üçüncü kıza geliyor sıra. Bir gün bir bakıyorlar ki, bir at çekilip geliyor. Ona da soruyorlar. —Ben sizin küçük kıza dünürüm, diyor. Şimdi koca oğlan diyor: —Bak iki tanesini verdik, aldılar gittiler. Bunu komşu verelim kendimize, yakın şuralara bir yerlere. Ortanca da öyle diyor. Küçük diyor: —Bunu da verelim. Babamızın vasiyeti. Dünürü çevirmeyin dedi. O da diyor: —Ben de padişahım. Amma velakin bu da alıp gidiyor kızı. Kızlar gidiyor. Aradan beş on gün geçiyor. —Ya kızlar gitti. Babamın bir vasiyeti daha vardı. —Neydi o? —Birer gün mezarı bekleyecektik. Mezarları birer gün bekleyelim. Koca oğlana diyorlar: —Hadi bakalım hazırlan, akşam üzeri mezarda yatacaksın. Koca oğlan varıyor mezara. Oraya biraz bir şeyler götürüyor. Oturuyor, yatıyor. Başlıyor babasını dinlemeye. —Baba, baba, baba! Ölüden hiç ses gelir mi? Sabah oluyor, geliyor. —E birader, babamı bekledin. —Bekledim, diyor. —Babamla konuştun mu ? diyorlar. —Babamı  ben  görmedim. Hiç benimle konuşmadı. Sabaha kadar ünledim, konuşmadı, diyor. —Ya, babam sana dargın, diyorlar bunlar. —Neden? —Kızları babamın dediği yere vermeyecektin. Sana ondan dargın, diyor. —İyi ya, biz vasiyetini yaptık ya, verdik ya, dargın olursa olsun, diyor. Sıra geliyor ikinci oğlana. İkinci oğlan da gidiyor. Varıyor, bekliyor, bağırıyor babasına. O da gelmiyor. Sabahleyin geliyor. —Ne oldu kardeşim, babamı gördün mü? —Görmedim ya. —Babam sana da dargın, diyor bu küçük oğlan. Oradan sıra üçüncü oğlana geliyor. —Bugün de ben gideyim, diyor. Ondan keri varıyor, lambasını yakıyor, varıyor babasının mezarının başına. Başlıyor Kuran okumaya. İşte okurken, okurken babasını ünlüyor*. Ölü söylenir mi? Dururken bir rüzgar esiyor, tutuyor lambayı söndürüyor. Lamba söndükten keri karanlıkta kalıyor bu oğlan. Bir etrafına bakıyor, hiç şavk* yok. Bizim şurada Gölcük dağı deriz, öyle koca bir dağda şavk yanarmış. —Ulan gideyim, şu şavktan bir ocak alayım geleyim, lambayı yakayım, diyor. Dayanıveriyor, çıkıyor tepeye. Bir de çıkıyor ki tepeye, bir ocak yakmışlar, böyle geniş. Bir kazana vurmuşlar, kırk kulplu bir kazanmış. Ondan keri kazan kaynayıp durur etiyle. Kırk tane eşkıya içmişler, içmişler, yatmışlar o bayıra. Bir bakmış. —Şimdi bunlar burada beni görürse, öldürürler. Şunlar beni hiç görmeden bir ensi alayım-ensi derler ocaklının ağaç kısmına- oradan kaçayım, demiş. Tam ocağı almış, şöyle çekilmiş, birisi uyanmış. Bir bakmış, ocağı biri götürüyor. —Ulan kalkın, birisi gelmiş buraya! Ocak almaya gelmiş. Bunda çok cesaret ver. Bizim kıyımıza, buraya gelen adamda cesaret çok, demiş. Yakalamışlar. —Gel bakalım arkadaş, sen ne aradın burada? —Böyle, böyle. Ben ocak almaya geldim.  Babamın mezarını bekliyordum. Lamba söndü, onu yakmaya geldim, demiş. —Sen iyi, kabadayı bir arkadaşa benziyorsun, demişler. —Eeee? —Seni biz bir yere götüreceğiz. Bu işi bize hallediver. —Nereye götüreceksiniz beni? Bunların da bir hasımları varmış, bir başka padişah. Onlarla temelli geçinemiyormuş bu efeler. —Buradan gideceğiz.  Padişahın          sarayına varacağız.  Seni biz içeriye bırakacağız. Bu padişahı bize kesivereceksin orada. Ondan keri seni biz getireceğiz, yerine teslim edeceğiz. Olur mu? diyorlar.  —Olur, diyor. Ne yapacaksın, mecbursun gitmeye. Bunlar orada hepsi bir toplanıyorlar. Yallah, Bursa gibi, Ankara gibi bir yere varıyorlar. Padişahın sarayı yanıp durur, lambaları yangır yangır yanıp durur. —İşte bu saray! Şimdi o saraya gireceksin, padişahı orada bulacaksın, öldüreceksin. İyi ya. Ona dümbelek derler, birbirine dayanıyorlar, onu sarayın avlusundan içeriye koyuyorlar. Gidiyor bu. Kapıları açmadan evvel bekçisi varmış sarayın. Padişahın kapısından sarayın oraya varıyor, bekçiyi öldürüyor. Oradan içeri geçiyor. Bir içeri geçiyor, bir kapı açıyor. Bir kız yatıp durur orada, padişahın odasında. Kıza varıyor, başında bir kupa şerbeti var. —Bu olsa olsa padişahın büyük kızı. Bu şerbeti büyük abimin şerefine içeyim, diyor. Onu içiyor. Oradan geçiyor, bir oda daha yanıp durur karşıda. Oraya geçiyor, bir kız da orada yatıp durur. Oraya varıyor. —Bu da olsa olsa ortanca kızdır. Bununkini de ortanca abimin şerefine içeyim, diyor. Onu da içiyor. Oradan geliyor. Bir kapı daha görüyor karşıda. Ona bakıyor, bir kız da orada yatıp dururmuş. —Bu da olsa olsa padişahın küçük kızı. Bu da benim olsun, diyor. Bunu da içiyor. Oradan geliyor geri, çıkıyor avlunun içine. —Arkadaşlarım, ben bekçileri, nöbetçiler, hepsini öldürdüm. Padişahınızı da buldum, yatıyor. Sizi ben tek tek koyayım içeri, kendi elinizle öldürün düşmanınızı. Hiç benim öldürmeme lüzum yok, diyor. Ona göre bunlar dümbelek olurlarmış, birini çıkarırlarmış. Tam böyle sırta çıktığı zaman ensesine bir çakı vururmuş, hop aşağı. Kırkını da efelerin oraya yığıyor. İniyor aşağıya, hepsinin birer kulağını kesiyor belli olsun diye. Bir de koyuyor çantasına kulaklarını, efelerden kurtuluyor. Şimdi oradan çıkıyor dışarıya amma, funisi* varmış, çok kabadayıymış. Funinin haberi olmamış bu işlerden. Funinin haberi oluyor, sarıveriyor oğlana. Oğlan beri gidiyor. Temelli kurtaramıyor paçayı. Oku varmış. Çekiyor yayı, böyle funinin bir yanından giriyor, bir yanından çıkıyor. Böyle beton avlusu varmış. Avluya da süngü dikiyor. Oradan dönüveriyor bu, ha bakalım ha bakalım gün doğarken mezara geliyor. Mezarda babasına ünlüyor, yok. Oradan geliyor eve. —Kardeşim, babamı bekledim, diyor. Büyük: —Ee, ne yapıyor babam? —İyi, çok iyi babam, selamı var. Sabaha kadar konuştuk biz babamla, onun size çok selamı var, diyor. —Bizimle konuşmadı ya, diyorlar. —Sizinle konuşmadı. Siz kızları vermeyelim demişsiniz. Size biraz darılıyor, amma ben onu ikna ettim, sizinle de barıştı, diyor. Şimdi yine aile işine kaydına başlıyor. Şimdi sabahleyin efelerin gidip de padişahı öldürecekleri yer var ya, sabahleyin bir kalkıyorlar avlunun içi bir sürü ceset, ondan keri köpeği de böyle vurunca duvara yapıştırmış. —Bunları yapan kimse çıksın, ona dünyalık vereceğiz, diyorlar padişahın oğlanları. Biri geliyor. —Ben öldürdüm bu efeleri, diyor. —İyi, öldürdüysen çıkar bakalım oku. Varıveriyor, yanaşıveriyor. Öte asılıyor, beri asılıyor, çıkaramıyor. Oydu buydu, oydu buydu, hiç kimse çıkaramıyor. Yayın yapıyorlar. —Bu oku kim çıkarırsa dünyalık vereceğiz! Düşmanlarını öldürdü ya. Şimdi evde otururlarken, —Ulan birader, şu padişahın şeylerini duyduk. Bir de biz gidelim, bir de biz deneyelim kendimizi, demişler. —Olur mu? —Olmazsa olmasın. Gidelim. Bizim için güçlük mü var? Üçü  bunların  atlarını  eyerlemişler.  Ötelerini  berilerini  takmışlar, takıştırmışlar, binmişler. Varmışlar padişahın sarayına. —Ooo, üç tane genç geldi arkadaş! Bunları alın bakalım. Almışlar. Koca oğlan demiş: —Ben çıkaramam. Kendi vurmadı ki. Ortancaya diyorlar. —Ben de çıkaramam, diyor. Küçüğe diyorlar: —Sen ne yapacaksın? —Şöyle durun bakalım. Bismillahirrahmanirrahim, diyor. Ellerine tükürüyor, şöyle tutuyor oku, bir yanına sallıyor bir yanına sallıyor, söküp çıkarıyor.  —Ooo, bizim aradığımız adam bu. Alın bunları saraya. Alıyorlar. Bir hafta falan misafir yapıyorlar bunları, bakım, hürmet. —Arkadaşım, bizim aradığımız adam sensin. Bizden ne istersen iste. Ötekiler birbirlerinin yüzüne bakıyorlar. —Ya, biz ne isteyelim senden? Biz de senin gibi padişah oğluyuz. Her şeyimiz bol, her şeyimiz çok.  —İste ya, sen ne istersen vereceğiz. —Veremezsiniz. Bizim istediğimizi siz veremezsiniz, diyor. —Vereceğiz, diyorlar. —Madem verecekseniz, biz üç biraderiz. Sizin üç tane kızınız var. Verirseniz birer tane, biz alıp gideceğiz, diyor. Napıyor bu adam ya? Birini istese verecek, üçünü de istiyor. Olurdu olmazdı derken isterseniz vereceğiz diye de söz vermişler. Öteki padişahın oğlu: —Verelim. Üçünü de verelim bunların, demiş. Birer tane vermişler oğlanlara. Bir iki gün daha durmuşlar. -Biz gari gidelim, demişler. Şimdi üç oğlan gelmiş, üç de kız olmuş, altı tane. O padişah kızlarına da vermiş birer at. —Hepinize de uğurlar olsun, yine bekleriz, güle güle! Şimdi bunları uğurlamışlar. Üç oğlan üç kız giderlerken, büyük oğlan önden gidermiş, ortanca oğlan onun arkasından, en küçük en arkadan. Bir çeşmenin başına gelmişler.  —Şöyle bir yemek yiyelim, demişler. Tabi yorulmuşlar. Bir yemek yerlerken bir de bakmışlarmış, bir ihtiyar çıkmış gelmiş arkadan. O da atlı matlı bir ihtiyar. —Ooo, dede, buyurun. Sen de sokul sofraya. Onu da oturtmuşlar, yemişler içmişler. Gidim zamanı geliyor. —Dede, sen ne yana gidiyorsun? —Ben Soma’ya gidiyorum. —Hadi yürü. Biz de o yana gidiyoruz. Gidelim. Şimdi dedeye demişler: —En büyüğümüz sensin. Sen bizim önümüzden git. —Oğlum, ben garibanım. Siz yine aynı yolunuza gidin, ben sizin arkanızdan gideyim, demiş. Velhasıl yürümüşler bunlar yolda. Giderlerken giderlerken oğlanın kız arkadan gelirmiş, kızın arkasında da dede gelirmiş. Kız çukura düşmüş.  Küçük oğlanın karısı gari. —Beni kurtarın, diye bir bağırmış. Bir de bakmışlarmış, dede kızı atmış beygirin terkisine, beygir iki minare, üç minare boyu yükselmiş. —Kurtarın beni, kurtarın beni! diye bağırırmış. Oğlanlar da ne yapsınlar, öte çığrışmışlar beri çığrışmışlar, dede almış kızı, kaybolmuş gitmiş. —Ee kardeşler, şimdi benim hanım gitti. Onu dede aldı gitti. Ben bunu ölene kadar arayacağım, bulacağım. Bulamadım mı dünya bana haram olsun. Gidin memleketinize. Düğününüzü yapın, derneğinizi yapın, güle güle geçinin, diyor küçük oğlan. —Kardeşim, bir kız için bu kadar cefa çekilmez. Sana biz neler buluruz, diyorlar. —Öyle, ama o benim nasipti. Ben gideceğim onun arkasından, diyor. Velhasıl ağlaşıyorlar, sarılıyorlar bunlar. Oğlan dönüveriyor oradan, temsil Soma’ya gitmiyor da başka yere gidiyor. Az gidiyor uz  gidiyor, git bakalım gel bakalım, aç, açık, zebil. Beygir meygir ölüyor. Per perişan git bakalım, git bakalım, git bakalım aylar mı geçti, yıllar mı geçti, karşısına bir saray çıkıyor. —Şu saraya bir varayım da, o sarayda bir insan vardır. Bir ekmek verir, karnımı doyurur, halimi hatırımı belki sorar, diyor. Varıyor saraya, bağırıyor. —Hey, orada kim varsa dışarı çıksın! Bir de çıka çıka çıksa ki büyük ablaları. —Abla, sen ne arıyorsun burada? O diyor: —Ya sen ne arıyorsun burada? Sarmaş dolaş, hal hatır. —Kardeşim, sen burada ne yapıyorsun? diyor. —Ben burada  duruyorum. Benim adam, bir periler padişahı. Benim adam hakikat padişah, amma peri padişahı. —Ne yapıyor şimdi? diyor. —Sabah oldu mu, perilerle harbe gider, gezmeye gider. O, pek tekin durmaz, Akşam üstü oluyor. Akşam gelecek gari peri padişahı. —Kardeşim, şimdi benim adam geldi mi, tabi peri bu, buna karar olmaz, sana bir kötülük yapar. Seni ben bir yere saklayayım da ben ona derdimi anlatırım. Kötülük edecek olsa hiç göstermeyeceğim seni, diyor. Akşam geliyor. —Ulan karı, burada bir adem eti kokuyor. İnsan mı geldi buraya yabancı? diyor.-Gelmedi, diyor. —Yalan söyleme. Buraya gelen olmuş. —Büyük ağabeyim gelse buraya, ne yaparsın? diyor. —Valla büyük ağabeyin gelse, onu yerde alır gökte yerim. O, seni bana vermeyecekti. Ona ben dargınım, diyor. —Ortaca gelse, diyor. —Ortancayı da öldürürüm, diyor. —Küçük kardeşim gelse ne yaparsın? diyor. —Ah, küçük kardeşin bir gelse buralara, onu tepemde gezdiririm buralarda ben. O verdi  seni bana. Benim ona yapacağım iyilikler varsa, elimden geleni yaparım, diyor. —Öyleyse küçük ağabeyim geldi, diyor. —Hadi getir gel bakalım. Ünleyip geliyorlar. Sarmaş dolaş. —Hayırdır küçük birader, buralarda sen ne arıyorsun? Hani senin memleketin neresi, buralara niye geldin? —Başımızdan böyle böyle böyle bir hadise geçti. Biz bunu aramaya çıktık. Ne yapacağım şaşırıyorum, diyor. —Kardeşim, onu biz alamayız onun elinden. —Neden? —Ona ‘Bostancı’ derler. Biz bununla harp yaptık, bütün perileri vurdu. Onun elinden biz bunu alamayız, diyor. —Ne yapacağız? —Bizim perilerden ne kızlar var. Ben sana buradan bir peri kızı vereyim. —Ah, öyle değil. Benim bulamadığımdan değil, bizim memleketimizde de dolu, diyor. —Ne olacak? —Ben buradan gideceğim aramaya, diyor. İşte iki gün daha kalıyor. Yediriyor içiriyorlar bu oğlanı. Oradan ayrılıyor. Ha bakalım de bakalım derken aylar geçmiş, yıllar geçmiş, Per perişan. Yine bir saray daha görünüyor. —Bir şu saraya da varayım bakayım, diyor. Bir de o saraya varıyor ki çıka çıka ortanca kardeşi çıkıyor. —Ulan ağabey, nerelerdesin? Hoş geldin, beş gittin. —Kardeşim, senin adam neci? —Benim adam yılanlar padişahı, diyor. —O nerede? —O harbe gidiyor, akşam geliyor, diyor. Akşam kocası geliyor. —Kim geldi? diyor. —Gelmedi, diyor. —Geldiyse söyle. O da diyor: —Ortanca birader geldi. Ona bir şey yapar mısın? —Yaparım. Onu ben öldürürüm, şöyle ederim, böyle ederim. —Küçük biraderim gelse ne yaparsın? —Ona şöyle bakarım, şöyle iyilik yaparım. —Küçük biraderim geldi, diyor. Gari hoş beş. —Kardeşim, ne hayır hikmet? —Böyle böyle. Benim karıyı aldı gitti bir dede. Alamıyoruz, diyor. —Onun elinden bu alınmaz, diyor. Alınmaz deyince oradan da umudu kesiyor. —Ben gene gideceğim aramaya, diyor. Gidiyor gene. Gezip dolaşırken üçüncü kızın sarayına varıyor. Ona da —Böyle böyle, diyor. O da diyor ki: —Benim adam da şeytanlar şeyhi, diyor. Akşam oluyor. Ona da anlatıyor. —Küçük kardeşim geldi, diyor buna. Hoş beş. İşte ondan keri diyor ki: —Madem öyleyse alamayız, diyor. Yalnız bir kuşları varmış. Şimdi bunların bir hudutları olurmuş. Herkesin, temsil şimdi Bizim Yunanistan ayrı, Bulgaristan ayrı, oralara vardığın zaman bir muharebe lazım, bir çarpışma lazım. Kuşa: —Sen bizim tepeden bunu götür. Hududunuza vardığınız zaman onu indir. Biz o hududa senede bir kere varırız. Sen o işlerini ayarlar da gelebilirsen, orayı bekle, biz senede yoklarız, diyor. Varıyor. Ondan keri çıkıveriyor gene. Ha şuracık ha buracık ha şuracık ha buracık derken Maraş ovası gibi bir ovaya düşüyor. Bir bostan ekilmiş bir karpuz ekilmiş, dağlar, ovalar bostan kaynıyor. Ha bakalım de bakalım ha bakalım derken bir yere varıyor. Bir de varıyor ki bir derenin içinde bir çardak kurulmuş, ocak tütüp durur. —Ulan bir de şu çardağa bir bakayım, orada kim var? diyor. Bir de çardağa varıyor ki, çıka çıka çıksa ki kız, dedenin elinden alıp gittiği kız. Bir bakıyor, tanıyor kızı. Tabi varıyor kıyına, hal hatır derken tanışıyorlar. —Bak ben senin arkandan geldim kaç seneden beri. Seni buralara getirdi. Biz nasıl gideceğiz geri? —Valla biz seninle zor gideriz buradan, diyor. —Deme, diyor. —Valla bunun bir beygiri var. Devamlı uçuyor. Böyle yayan mayan  gitmenin imkanı yok, diyor. —Öldürürse öldürür, diyor. Beş on gün kalıyor çardakta. Akşam oldu mu oğlan dışarılarda yatarmış, dede gitti mi gelirmiş çardağa. Biraz durmuşlar. Aradan kaç gün geçtiyse, —Kaçalım bugün. Bugün gidelim. Öldürürse öldürür, demiş. Çıkmışlar bunlar. Dedenin de beygiri uçar dedim ya, dedenin beygiri başlamış kişnemeye. Dede kalkmış. Dede de karpuz çapalamış çapalamış da yatmışmış. —Ne var? demiş. —Ne olacak, karının adamı geldi de adam karıyı götürüyor, demiş. —Götürsün. Ona biz yetişiriz, demiş. Az daha uyumuş. Kalkmış, giyinmiş. —Yürü bakalım oğlanla kızın arkasından, diyor. Bir bakıyor, oğlanla kız gidip giderler. Geriden bir süzülüyor beygir, oğlana bir  çarpıyor. Ondan keri alıveriyor kırbacını, bir dayak bir dayak bir dayak. Öldü diye bırakıveriyor. Kızı atıveriyor beygire, hadi gene çardağa. -Senin gari buradan dirin gitmez, ölün de zor gider. Hiç bana bir daha öyle adamım geldiydi, kardeşim geldiydi, yok, diyor. Gene koyuyor çardağa. Sabah oldu mu gene gidermiş. İşte oğlan ölmüyor, sürünüyor, zebil oluyor, yatıyor. Kaç gün geçtiyse yine çardağa geliyor. Bir geliyor, gene kız bakıyor, adam geliyor. Geldiyse gelsin, hoş geldin beş gittin. —Ne yapacağız? —Kaçamayacağız, diyor kız. —Şimdi kaçamayacağız demeyeceksin. Bakalım bu dede bu beygiri nereden almış? Dedenin beygiri nereden alınmış? Nereden alındıysa bu beygirin sülalesi vardır. Ben gideyim, bu beygirin tayından, sülalesinden bir tane bulayım, diyor. Mutabık kalıyorlar bunlar bu lafa. Akşam bostancı geliyor. Bostancıyla oturup konuşurken, —Bostancı,  sen benimsin,  ben seninim.  Adamı öldürdün. Benim arkamdan başka gelecek, arayacak kimsem yok. Seninle biz burada ölene kadar geçineceğiz. Şu beygiri nereden aldın, nerede buldun? Onu bana bir deyiversene, diyor. —Ulan ne yapacaksın sen beygiri? Öyleydi böyleydi derken, —Bu beygir Afrika’da bilmem ne sarayında, bir padişahın beygirleri var. O beygirin anası öldü ya, ölmediyse tam kırk yaşında, diyor. Böyle anlatıveriyor, ama bunların oraya gidip bulacağını, geleceğini ne bilsin. Oradan  lafı bitiriyor adamla. Adam gene kalkıyor sabah, beygire biniyor, gidiyor bostanlığa bostan kazmaya. Sabah oğlan geliyor. Oğlana diyor: —Bu “Afrika’da” diyor. Böyle böyle  diyor.  Afrika’yı  bulabilir  misin sen? —Ben bu Afrika’yı bulamazsam da uğraşırım, diyor. Oradan çıkıveriyor.  O kuş padişahı kuş getirmişti  ya, oraya geliyor gene. Vaktini bekliyor, bir sene bekleyecek ya, bir sene sonra geliyor ya. Bir sene sonra kuş geliyor. Oradan alıyor oğlanı, doğru ablasının kıyına iletiyor. —Ne oldu? Bostancı’yı buldun mu? diyor padişah, enişteleri. —Buldum, diyor. —Nasıl? Alamadın mı kızı? —Nasıl alacağım? Herif elimizi kolumuzu çakıl etti. Bunun beygirinden üstün beygir bulursak o zaman belki alacağız, diyor. —Sordurdun mu kıza? —Sordurdum. Bunun anası Afrika’daymış. “Ya ölmüştür ya kocamıştır, sağsa kırk yaşındadır” falan diyor. Benim Afrika’ya gitmem lazım, diyor. —Gidebilir misin? —Valla bırakırsan senin kuşla gideriz hedefimize kadar. Oradan ötesine Allah bize yardımcı olsun, diyor. Velhasıl kuş gene bindiriveriyor bunu, hudutları nereyse hudutlarına iletiyor, oraya indiriyor. —Şimdi sen git. Ben buraya da gelirim her sene. Eğer işin görülmez de gelirsen, ben bir senede gelirim ancak, bekle, diyor. Oradan da ayrılıyor bu. Çıkıveriyor, ha şuracık ha buracık ha şuracık ha buracık derken, yalnız şöyle bir mektup yazıvermiş: —Padişahım, ben sana bir arkadaş yolluyorum. Onu çok zor işlere koşma. Bu atlardan anlar. Bunu seyis yap, atlara baksın orada, diyor Afrika padişahına. Buluyor padişahın sarayını. Nöbetçiler bunu yakalıyorlar. —Sen nereye gidiyorsun? —Ben padişaha gidiyorum, padişahı bulacağım, diyor. Elden ele padişaha iletiyorlar. Padişah buna hoş geldin beş gittin, hal hatır. Mektubu çıkarıyor veriyor padişaha. Padişah mektubu bir okuyor. —Bunu sen kendin okudun mu? diyor. —Okumadım. Bak  arkadaş bana ne yazmış: ‘Ben bir arkadaş yolluyorum. Bunu sen atçılara, seyislere başkan yapacaksın. Bu atlardan çok anlar. ’ Sen atçılarla yapar mısın?, diyor. —Yaparım. Ben onlarla çalışırım, diyor. İletiyor avluya bunu padişah. Ondan keri bakıyor ona. —Tamam. Bundan sonra sen burada atçıların başında seyis başkanı olarak duracaksın. Bunlara hizmet edeceksin, diyor. Elini götüne koyuyor, başlıyor beygirlerin içini aramaya. O beygiri arıyor, koca beygiri arıyor. Ta bir de ileri gidiyor. Kenara koca beygiri çekmişler, öyle dalmış, zayıflamış, bakan yutan olmamış. Gari işe yaramıyor, ölsün diye bırakıvermişler, öyle bir kenara sürüvermişler. Bir bakıyor. —Tamam. Benim aradığım beygir buysa bu, diyor. Öteki Bostancı’nın beygirine benzermiş. Yanındaki seyislere: —Şu koca beygiri çekin bakalım, dışarı çıkarın, diyor. —Sen ne yapacaksın arkadaşım bu koca beygiri? Biz ölsün diye çıkardık bu beygiri, buraya bıraktık. Buna biz bakmayız, işte biraz saman, yem atıveririz. —Siz çıkarın o beygiri, diyor. Çıkarıyorlar. Suyla yıkıyorlar, kaymak gibi oluyor beygir. —Çekin bunu tarlaya. Öteki beygirlere iki kile yem veriyorsanız buna üç kile yem verin, diyor. Kendi bakıyor gari. Bir bakıyor, beygir oluyor. Şimdi beygirleri yazın çaya götürürler; yıkanmaya, spor yapmaya çaya götürürler. —Şimdi bugün çaya gideceğiz. Herkes beygirlerini hazırlasın, bugün çaya gideceğiz, diyor seyislere. Âlem beygirine biniyor. O da koca beygirini eyerliyor, düzenliyor. —Ben de bununla gideceğim, diyor. —Arkadaşım, sen seyis başkanısın. Bu koca beygire binilir mi? Şu en iyisine bin. —Yok. Ben buna bineyim, sizin arkanızdan gelirim. Biniveriyorlar bunlar, kırk elli seyis beygirlere. Çatır çatır çatır çatır gidiyorlar. O da arkada yavaş yavaş gidiyor. Azcık uzayınca, —Hadi koca beygir, göster bakalım kendini, diyor. İki kamçı sallıyor buna, bir bağırıyor. Bir de bakıyor böyle havaya, süzülmeye başlıyor. Süzülmeye başlayınca, —İşte ben beygiri buldum. Bostancı’nın beygirinin anası bu, diyor. Varıyorlar. Beygirleri yuyorlar, yıkıyorlar, işlerini bitiriyorlar. Geliyorlar geri gene. Biraz daha bakıyor beygire bu. Baktıktan keri bir gün bu padişaha varıyor: —Padişahım, bana müsaade et gari. Benim hizmetim yeter. Ben yavaş yavaş memleketime geri gideceğim, diyor. —Yapma, etme. Bak iyisin, bunların başında duruyorsun. Biraz daha duralım, falan diyor. Ama, —Ben gideceğim, diyor. İyi ya. —Gideceksen madem ne isteyeceksen iste benden. —Valla padişahım, benim altına maltına ihtiyacım yok. Şu koca beygiri bana vereceksin, ben bineceğim, gideceğim, diyor. —Oğlum, biz bunu ölecek diye çıkardık. Sen nereye gitsen bu kalır, gitmez. İyi bir beygir al da memleketine git, diyor. —Yok. Ben onunla gideceğim, diyor. Gari dayanamıyor padişah. —Verelim madem. Yalnız bu koca beygiri götürmeseydin iyiydi, diyor. Ondan keri koca beygirin yemini, ötesini berisini dolduruyor heybeye, altınını. Beygire biniyor bu. Huduttan çıkınca da koca beygire: —Hadi koca beygirim, aktar! Koca beygir dızılarmış* ondan keri. Uça uça geliyor, Bostancı’nın çardağının ardına konuyor. Kız bir kalkıyor, bir kalksa adam beygire binmiş gelmiş. —Ne oldu? Getirdin mi? diyor. —Getirdim. Beygiri getirdim ben, diyor. Akşam Bostancı gelene kadar gidermiş beygirle, başka bir yere kaçarmış. Bir hafta on gün durmuşlar. Kıza: —Bugün gidelim gari, demiş. —Gidelim, ama bu deyyus yetişirse bizim arkamızdan bizi öldürmesin, demiş. —Valla gari orasını Allah bilir, diyor. —Hani bizim beygir ihtiyar, öteki genç. Onunla bir olur mu? İşte gari Bostancı’yı savıyor bunlar. Beygir biniyor, karıyı da arkasına terkiye alıyor. —Hadi oğlum, aktar! diyor. Dede: Giderken gene Bostancı’nın beygiri başlıyor kişnemeye çakıldığı yerde. —Niye kişniyorsun? Gene ne var? diyor. —Anam geldi. Anamı getirdi adam. Adamla karı kaçıyorlar, diyor. —Ananın hakkından gelemez misin? diyor. —Gelirim, diyor. Öteki koca, beriki genç. Bostancı gene yatıyor, biraz daha uyuyor. Ondan keri kalkıyor, biniyor, ha bakalım ha bakalım ha bakalım Manisa gibi bir yerde. Bir bakıyor ki anası, beygir arkadan geliyor, Bostancı. Birisi genç, birisi ihtiyar. Bir de üstünde iki kişi var. Ağır gidermiş. Şöyle bir geri bakmış koca beygir. —Hey benim tayım, sen gençsin, ben ihtiyarım. Sende var bir kişi, bende var iki kişi. Hala bu dedenin dediğini yapar da bizi burada öldürtürsen, mememden emdiğin haram olsun, dilinle emdiğin zehir olsun, demiş. Ondan keri Bostancı’nın beygiri az gidermiş, alçalırmış; az gidermiş, alçalırmış. Öteki vasiyet etti ya. Beygir yere inmiş. Dede bağırırmış bağırırmış, beygir yürümezmiş. Ondan keri oğlan geri dönüvermiş buna, bir çarpmış buna beygirle, dedeyi düşürmüş aşağıya. İnivermiş, dedeye bir dayak bir dayak. Dedeyi öldürüyor. Bostancı’nın tılsımını bozuyor, orada öldürüyor. Ondan keri varıyor, Bostancı’nın beygirine bindiriyor kızı, kendi de beriki beygire biniyor. —Hadi oğlum, yürü bakalım! Ha şuracık ha buracık ha şuracık ha buracık bir yaylaya geliyorlar bunlar. Yayla böyle bahar günüymüş. —Ulan karı, nasılsa Bostancı’dan kurtulduk. Bugün şu yaylada kalalım, şurada bugün yatalım, sabahleyin gidelim, diyor. Beygirlerin birini bir yere çakmışlar, birini bir yere çakmışlar. Çadırı kurmuşlar gari yaylaya. Bir de sabah kalkmışmış karı, dışarı çıkacak. Çadırın ardına bir varıyor, bir yılan sarılmış amma çadırın etrafına, çıkmanın imkanı yok. Karı çığırarak geri geliyor. —Böyle böyle, yılan var, sokacak bizi, diyor. Yılana soruyor: —Sen neden böyle yaptın bize? Biz ne kadar azap çektik. Bak genç halimizde gittik, koca dedelere döndük. Yapma, etme! —Ben de kaç seneden beri sizi bekliyorum. Siz geleceksiniz diye ben kaç seneden beri burada bekliyorum. Benim de bir şeyim var, diyor. —Senin şeyin ne? diyor. —Şimdi gülü gülünü, gülü dikenini neylesin diye bir tılsım vardır. Onun sen manasını bulup gelebilirsen seni koyuvereceğim. Bulup gelemezsen ben seni burada öldüreceğim, diyor. —Bu karı ne olacak? —Karıya ben bakarım. Beygirlerine, karına kılına hasar getirmem. Sen git, sora sora bunları öğrenip geleceksin. Ben seni öğrenip gelene kadar bekleyeceğim, diyor yılan. Ondan keri bu çıkıyor. —Gülü gülünü gülü dikenini neylesin, diyerek gidiyor. Bir değirmene iniyor. Varıyor değirmen. Bir değirmenci varmış. Değirmencinin böyle sakalı varmış, ihtiyar. Değirmenciye soruyor: — “Gülü gülünü, gülü dikenini neylesin”.  Böyle bir laf duydun mu sen? diyor. —Hiç ben duymadım. Yalnız Manisa’da benim bir değirmenci kardeşim daha var. O benim büyüğüm. Ona sor, diyor. Ha şuracık ha buracık o değirmenciyi de buluyor. Değirmenciyi buluyor ama, ortanca birader o küçük biraderinden koca. Daha perişan kalmış, sakallı makallı. Ona da soruyor, o da, —Bilmiyorum. Böyle şey hiç duymadım. Yalnız temsil İzmir’de Menemen’de bir kardeşimiz daha var. Sen ona git, bir de ona sor. O belki bilir, diyor. Ona varıyor. Onu da buluyor. Bir de baksa ki, o hepsinden genç. En büyükleri. E gari orada da kalıyor misafir. Ona da soruyor. —Ya “Gülü gülünü, gülü dikenini neylesin” öğrenip de ne yapacaksın bunu? diyor. —Ya hoca, benim başımda böyle böyle bir hal var. Ben bunu öğrenebilirsem kendimi kurtaracağım. Öğrenemezsem bizi öldürecekler, diyor. —Ulan oğlum, bunu buraya soran o kadar insan oldu. Kaç tane insan gönderdiysem hiç geri gelen olmadı, diyor. Orada bu padişah geleni böyle bunu öğrenmesin diye kafasını kesermiş. —Hiç kimse gelmedi. Seni öldürürler orada, diyor. -Öldürürlerse öldürsünler, diyor. -İyi ya. Git, orada falan padişah vardır. O padişahı bul, sor. Bakalım sana ne diyecek, diyor. Gidiyor, padişahı buluyor. —Padişahın, “Gülü gülünü, gülü dikenini neylesin”. Bunun manası nedir, bana öğreteceksin, diyor. —Arkadaşım, daha ben bunu hiç kimseye demedim. Yalnız sana diyeceğim. Bana bir sene hizmet edersen ben sana bunu deyivereceğim, diyor. Bir sene kalıyor. —Hadi bakalım söyle padişahım. —Bir sene daha kalacaksın, diyor. Bir sene daha kalıyor. Üçüncü sene geliyor. —Hadi bakalım padişahım, söyle şunu! Gene söylemiyor. —Bu deyyus bunu bana söylemeyecek. Yalnız ben bunların içinden bakalım ne çıkacak diye sabredeyim, diyor. Padişahın karısı yolsuzluk yaparmış. Bunu korkusuna kimse padişaha deyivermezmiş. Akşam olurmuş böyle, seyislere dermiş: —Beygirleri hazırlayın. O zamanlar araba maraba yok. Atla gidiliyor. Gidermiş, işte nereye gidiyorsa, oralarda gezermiş tozarmış, sabaha karşı beygire binermiş, gelirmiş padişahın kıyına. Bunu bu öğrenmiş, padişahın karısının bunu yaptığını. Bir iki kere o da götürmüş karıyı. Padişah kendisine bu soruyu soranları karısının atlarının seyisi yaparmış.  Bir gün diyor ki: —Padişahım, sana bir şey diyeceğim. —İyi ya, de, diyor. —Bugün gece ben senin elbiseleri giyeceğim. Sen de benim elbiseleri giyeceksin. Bugün ben padişah olacağım, sen seyis olacaksın, diyor. —Olur, diyor. Ondan keri gece değişiyorlar elbiseleri. Gidiyor seyisin yerine yatıyor. Gece biri geliyor. —Kalk, hanımı götür, diyorlar seyise. Padişah seyis oldu ya, kalkıyor, beygire bindiriyor bunu. Kendi de başka bir beygire biniyor. Götürüyor köye. Orada duruyorlar. Oradan gene bindiriyor bunu, götürüyor eve amma, ondan keri sarayın kıyına gelince karı tüylüyor*. —Ben ineyim, sen beygiri koy, diyor. Bir de padişahın kıyına varıverse seyis yatıp durur padişahın yatağında. O zaman gari anlıyor işin ne olduğunu. Sabah padişah diyor: —Sen böyle niye yaptın da bana onu gösterdin? diyor. —Sen onları yapanları göstermemişler de sen, ondan öldürmüşsün. Ben senin karının ne yaptığını gözüyle görsün diye yaptım, diyor. —Sana deyivereceğim bu “Gülü gülünü, gülü dikenini neylesin”in manasını, diyor. Ondan keri malcılık yapmış. Bir yanına birini bağlamış, bir yanına birini bağlamış. Biri karı, biri ötekiler olmuş. —Gülü gülünü, gülü dikenini neylesin. Ben bir padişah olayım da benim gibi bir padişahın karısı böyle yerlere gitsin, böyle yollara gitsin diye git, bunu sana kim sorduysa aynı bunu anlatıver, diyor. Karıyla ötekileri asıyor. Çıkıveriyor gene, ha şurası ha burası ha şurası. Geliyor çadıra. Bir de gelse ki çadırda daha bekleyip duruyorlar. Beygirleri çekmiş tavlaya. Kaç sene olduysa daha beygirlere, karıya bakıp durur. —Geldin mi arkadaşım? Ya kaç seneden beri daha hiç kimse gelmediydi. Anlat bakalım, diyor. Bir anlatıyor buna bu. —Böyle böyle oldu, diyor. Yılan bir silkiniyor, bir kız oluyor amma ayın on dördü gibi. —Ben seni kaç seneden beri bekliyorum. Ben de varacağım sana, diyor. Ondan keri karıları bindiriyor beygire, kendi biniyor beygire. Varıyor köye, amma bitmiş adam. Kardeşleri tabi tanıyamamış. Gari kırk gün kırk gece bir düğün yapmışlar bunlar. Bir ararken iki tane bulmuş. Evlenmişler gitmişler.   * Ünlüyor: Sesleniyor, çağırıyor. * Şavk: Işık. * Funi: Köpek * Dızılarmış: Koşarmış. * Tüylüyor: Atlıyor.
Cimbel Lacimbek Lale Kadın
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Cimbek Lacimbek Lale Kadın Bir padişah varmış. Kızını Beyoğlu’na vermiş. Beyoğlu da bunu anasının evine salmamış. Kendi gitmiş bir kuyuyu kazmış, kuyunun dibine bir ev yapmış. Karıyı kuyunun dibindeki eve koymuş. Hiç kimse görmeyecek, anasına varmayacak. Beyoğlu kendi çalışmaya gitmiş. Karı da kuyunun dibinden kazarken kazarken anasının evine yol çıkarmış. Anasına varmış. —Beyoğlu bilmem nereye çalışmaya gitti. Ben de oraya gideceğim. Sen buraya bakarak ol, demiş anasına. Karı giyim hazırlamış kendine. Gitmiş Beyoğlu’nun arkasından. Varmış, Beyoğlu’nun çadırının karşısına bir çadır kurmuş. Akşam olmuş, giyinmiş, kuşanmış. Çadırın kıyılarına çırpı deşirmeye çıkmış. Beyoğlu gelmiş. Bir karı var, ama dünya güzeli. Kendi karısını bilmezmiş. Köpeğini, tüfeğini almış; çadırın kıyılarına avlanmaya çıkmış Beyoğlu. Karı çırpı deşiriyormuş. —Kız, bana yakın olsana, demiş. —Ben sana yakın olurum. Ama altından nalın alırsan, altından bakır alırsan, bir beygirlik ilvan alırsan öyle yakın olurum, demiş karı buna. —Peki, peki. Alırım, demiş Beyoğlu. Gitmiş, altından nalın almış, altından bakır almış, bir beygirlik ilvan almış. Gelmiş kadının çadırına. Çadırda bir iki ay böyle kalmışlar. Karı hamile olmuş. Anasının evine gelmiş. Bozmuş çadırını Beyoğlu avdayken. Gelmiş anasının evine. Anasının evinde bir oğlan doğmuş. Adını Cimbek koymuş. Oğlan kocaman oldu mu karı yine gitmiş çadırına. Beyoğlu bunu gördüğünde yine gelmiş. Kendi karısını bilmezmiş. Beyoğlu: —Kız bana yakın olsana. —Ben sana yakın olurum. Ama bana şu kadar kumaş elbiselik alırsan, bu kadar ilvan* alırsan, altın alırsan öyle yakın olurum, demiş. Gitmiş yine Beyoğlu; bunun istediklerini hep almış. Yine karının çadırında bir iki ay bir yerde durmuşlar. Hani karı yine hamile olmuş. Karı yine hamile olup da doğumu yaklaşınca da bozmuş çadırını. Beyoğlu avdayken almış her şeyini, gelmiş anasının evine. Yine bir oğlan daha doğmuş. Birinin adını Cimbek koymuş, sonrakinin adını Lacimbek koymuş. Onlar kocamanca olmuşlar. Karı yine almış çadırını, yine gitmiş adamın arkasından. Yine gitmiş, çadırın karşısına bir çadır kurmuş. Karı giyinir kuşanır, dünya güzeli olurmuş. Elbiseyi giydi mi karısını bilmezmiş adam. Karı çadırın kıyılarında çırpı deşirirmiş*. Adam da ava gelirmiş. Ona: —Kız bana yakın olsana, demiş. O da: —Ben sana yakın olurum. Ama bana şu kadar ilvan alırsan, bu kadar altın alırsan ben sana yakın olurum, demiş. Yine kadın her şey istemiş. Yine bu, onun istediklerini almış, yine gelmiş karısının yanına. Karısıyla bir iki ay bir yerde durmuşlar. Karısı yine hamile olmuş. Hamile olunca da bozmuş çadırını, almış her şeyini, gelmiş anasının evine. Bu sefer de bir kız doğmuş oğlanlar da kız da kocaman olmuşlar. Beyoğlu gelecek olmuş. Karısı da geleceği zamanı biliyormuş. Karısı gitmiş, kuyunun dibindeki eve girmiş. Beyoğlu gelmiş. Karısı kuyunun dibindeki evdeymiş. —Karı, nasıl rahatın? —Pek iyi benim rahatım. Ben bir yere çıkmıyorum, bir şey görmüyorum. Ben kuyunun dibinde duruyorum, demiş. Dünyayı dolaşmış karı. Ama Beyoğlu’nun haberi yok. Beyoğlu iki gün, üç gün durmuş, kuyunun dibinde duramamış. —Karı, ben kuyunu dibinde duramayacağım. Senin üstüne bir kıza nişan koyacağım da evleneceğim, demiş. —Evlen adam, ben razıyım, demiş karı buna. Adam gitmiş. Koca alan varmış köyün orta yerinde. Oraya gitmiş. Bir saraylar kurdurmuş, camekanlı evler yaptırmış. Duvara halılar koymuş, koca kapılar asmış. Bir kıza nişan koymuş. Beyoğlu onları yapmaya gitmiş. Karı da anasının evine, kızanlarına aldığı elbiseleri, kumaşları vermeye gitmiş. Beyoğlu da davulu çaldırmış. O gün akşam gelin gelecekmiş. Karı kızanlarını giyindirmiş kuşandırmış ikindi sonrası; gari gelin akşama gelecek. —Gidin, keşkek isteyin gelin, demiş. Oğlanları falan giydirmiş. Kızın ayağına altın nalın giydirmiş, koluna altın bakırı takmış. Oğlanları giydirmiş kuşatmış. —Kimseye konuşmayın. Doğru keşkek kazanlarının başına varın. Onlara, keşkekçi, bizim bakırımıza keşkek koyuverin, deyin, demiş. Altın bakıra keşkek koyduracakmış. —Onlar ya keşkek tükendi derler ya keşkek pişmedi derler. Cimbek, Lacimbek, tutun Lale Kadının kolundan, düşmesin altınlar elinden. Bey babamızın köpekleri yağsız kaldı, deyin de dönün, demiş. Anası tembih etmiş kızanlara. Bunlar üç kızan gitmişler, ama üst baş pırıl pırıl. Kızanlar gitmiş, kimse görmemiş. Kızın kolunda altın bakır, ayağında altın nalın. Oğlanlar kumaş elbise. Beyoğlu da akşam sağdıçlar gelecek diye bacak bacak üstüne çelmiş, yaptığı sarayın önüne oturmuş. Koca kapıdan üç kızan girmiş. Ama bütün ahali onlara dinelmiş, bakarlarmış. Kızanlar kimseye konuşmamış. Doğru keşkek kazanlarının başına varmışlar. Kız: —Keşkekçi dayılar, keşkekçi yengeler, bizim bakırımıza keşkek koyuverin, demiş. Altın bakırın içine keşkek koyduracakmış. Onlar da: —Sabahki tükendi, öğleninki pişmedi. Keşkek yok, demişler. Kız: —Cimbek, Lacimbek, tutun Lale Kadının kolundan, düşmesin altınlar elinden. Bey babamızın köpekleri yağsız kaldı bizden, demiş. Onu da Beyoğlu yukardan dinleyip dururmuş. —Ulan, ne diyor bu kız? Ünleyin bakalım da şuraya gelsin. Kız nalınlar tıngır tıngır çıkmış. Varmışlar. —Ne dedin kız sen? demiş. —Ne diyeceğim? Bu Cimbek ’ten doğmuş Cimbek efem. Bu Lacimbek’ ten doğmuş Lacimbek efem. Ben Laleli’den doğmuş Laleli Kadınım. Biz senin oğlunuz, kızınız, demiş. Babalarının boynuna sarılı vermiş üç kızan. —Ulan böyle kızım, böyle oğlum varken, evlenecek ben delirdim mi? Kesilsin çalgılar, gelsin bunların anası. Çıkmış gitmişler kuyunun dibine. Almışlar gelmişler, saraylara koyuvermişler. Gelin olan kıza da bir kınasıyla bir kırıtması kalmış. Her şeyler evlere gelmiş döşenmiş. O karı, o kızanlarıyla o sarayın içinde geçinip dururmuş şimdi. Burada da masal bitmiş.     * ilvan: Süs * deşirirmiş: Toplarmış    
Çıkrıkçı Kız
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Çıkrıkçı Kızı Bir Beyoğlu varmış. Bir de kız varmış. Beyoğlu onu küçük görüyormuş. Beyoğlu her gün suya gidermiş. Öteki de çıkrıkçı kızıymış. —Çıkrıkçı kızı ne yapıyorsun? dermiş. O da dermiş ki: —İp büküyorum. Bir gün olacak da Beyoğlu yârim olacak, dermiş. O da ona gülermiş. Bu Beyoğlu gülermiş. Şimdi o Beyoğlu evlenecek olmuş. Oradan bir kız alıyor. Tabi o da kendine göre zengin, bir bey kızı. Orada bu kız gelin girecek, ama kız kendine güvenemiyormuş. Bu kıza diyor ki: —Sen bugün benim yerime gelin girer misin Beyoğlu’na? diyor çıkrıkçı kızına. O da: —Tamam, diyor. Ondan sonra gelin giriyor. Gece Beyoğlu: —Al, sandığın anahtarları bundan sonra sende dursun, diyor. Beyoğlu anahtarları çıkrıkçı kızına veriyor. Sabah olmuş, o sabahleyin gitmiş. Eskiden insanlar cahilmiş. Yine çıkrıkçı kızı evine gelmiş, ip büküyormuş, çıkrık büküyormuş. Yine Beyoğlu oraya gelmiş. —Çıkrıkçı kızı ne yapıyorsun? demiş. —Ne olacak? Bugün Beyoğlu yârim oldu, demiş. —Yalan, demiş Beyoğlu. Çıkrıkçı kızı da anahtarları çıkarıvermiş. Gelmiş, öteki kızı çıkarmış. Hani o çıkrıkçı kızını küçük, kendini büyük görüyormuş ya, onun dediği olmuş. Çıkrıkçı kızı Beyoğlu’nun karısı olmuş.
Çoban
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Çoban Bir çoban varmış. Çoban bayıra keçiye gidermiş. Bir kavak varmış orada. Kavağa ekmek torbasını asmış. O gelmiş geri. Kavak büyümüş, uzamış, kocaman kavak olmuş. O zaman fındıklık varmış. Fındık toplamaya giderlermiş. —Bizi de götürsen fındık toplamaya, demiş piliçler. —Hadi gidelim. Gitmişler şimdi. Çıkmış çoban bir sallamış, piliçler alır alır yerlermiş. —Biz yedik. Biraz daha atıversen bize. Biraz daha atıvereyim derken pilicin bir gözünü kör etmiş. Fındık vurmuş, bir gözü kör olmuş. Böyle yerken tavuk da demiş: —Ben de yiyeyim. Bir tane daha at, bir tane daha at! Onun gözünü de kör etmiş. İkisinin gözü de kör olmuş. Ağlamaya başlamışlar. —Ne oldu ya? —Ya senin atıverdiğin fındık bizim gözümüz kör etti. Gidelim ablama deyiverelim seni de bak ne yaptıracağız seni? —Yahu atıver dediniz, atıverdim. Ne söyleyeceksiniz ablanıza? —Abla, bu çoban bizim gözümüzü kör etti, fındık atıverdi de. —Niye kör ettin onların gözünü çoban? demiş. —Fındık elimden kaydı, demiş. —Niye kaydın be fındık onun elinden? demiş. —Keçi kabuğumu soydu ya benim, demiş fındık da. —Niye soydun be keçi? demiş. —Çobanım gütmedi ya, demiş. —Niye gütmedin be çoban? demiş. —Gelin ekmek yapıvermedi ya? demiş. —Niye ekmek yapıvermedin gelin çobana? demiş. —Ayı hamurumu yedi ya, demiş o gelin. —Niye yedin a ayı bunun hamurunu? Çobana ekmek yapıverecekmiş. —Samanlık kadar götün var. Ambar kadar karnın var. Şimdi seni de yerim de görürsün, demiş. Amanın, karı şaşmış. Hiç laf bulamamış. Hadi oradan çoban bir gitmiş bakmış, amanın ekmek yiyecek torba gitmiş kavağın tepesine. —Eğil kavağım, eğil, eğil! Torbamı alayım da yine doğrul, dermiş. Yalvarırmış yakarırmış, kavak eğilir mi? Torba yukarıda. —Ben şimdi seni bir nacak* kardeşime deyivereyim de, bir nacak atsın, kestireyim seni de görürsün bak torbayı nasıl alıyorum? demiş. —Nacak kardeş, şu kavağı kesiver de torbamı alayım, demiş. —Ben geceleri rahatça yatarken bir de kavak mı keseceğim sana? demiş. —Dur, ben ateş kardeşe deyivereyim de senin sapını yaktıracağım, demiş. —Ateş kardeş, şu nacak kardeşin sapını yakıversen bana, demiş. —Ben burada yeni gelin gibi durup dururken, bir de kuru nacak sapı mı yakıvereceğim sana? demiş. —Ben seni bir su kardeşe deyivereyim de bir gör, demiş. —Su kardeş, şu ateş kardeşi söndürüversen bana, demiş. —Ben burada gelin gibi oturup dururken sana bir de ateş mi söndürüvereceğim? demiş. —Seni ben bir manda kardeşe deyivereyim, içireyim de bir gör sen, demiş. —Manda kardeş, şu su kardeşi içiversen bir. Bak söndürüvermiyor ateşi, demiş. —Ben burada rahatça yatıp duruyorum. Bir de gidip de sana su mu içivereceğim? demiş. —Seni tüfek kardeşe deyivereyim de seni öldürteyim, demiş mandaya. —Tüfek kardeş, şu manda kardeşi öldürüversen bana, demiş. —Ben burada dururken gelin gibi, gidip de bir de manda mı öldüreceğim? —Dur, sıçan kardeşe deyivereyim de senin kayışını yedireyim, demiş. —Sıçan kardeş, şu tüfek kardeşin kayışını kemiriversen, demiş. —Ben burada rahatça yatıp dururum, karnımı doyurdum. Bir de kuru kayış mı kemirivereceğim sana, demiş. —Seni kedi kardeşe deyivereyim de seni tutturayım, demiş. —Kedi kardeş, şu sıçanı tutuversen bana, demiş. —Ben burada ninemin yorganları içinde rahatça, sıcacık yatıp dururken, bir de sıçan tutmaya mı uğraşacağım? demiş. —Seni bir ablama deyivereyim de sana bir sopa çıkarttırayım, demiş. —Abla, kedi kardeş senin yorganların içinde yatıp durur, demiş. —Ha! demiş. Sopayı kavramış. Kediyi kaçırmış. —Bu burada yatarken sen neredeydin? diye sopayı veri verivermiş çobana. * nacak: Balta
Çobanın Karısı
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Çobanın Karısı Bir varmış bir yokmuş, bir padişahın bir oğlu varmış. Oğlan demiş ki —Baba, ben rüyamda bir kız gördüm. Ben o kızı araya araya bulup alacağım, demiş. —İyi, sana müsaade oğlum, git, demiş. Gitmiş bu, böyle köy köy gezermiş. Gezerken bir pencerenin üstünde bir kız oturup dururmuş. Şöyle oğlan bakmış yüzüne. Bakınca tükürmüş onun yüzüne kız. Tükürünce hiç seslenmemiş. —Ya rabbi şükür, demiş. Bir elma yiyip dururmuş. Elmayı da yüzüne vurmuş oğlanın. Oğlan geçmiş gitmiş kahveye. Kahveye varınca kahvede: —Beni bu padişah işçi alır mı ki? demiş. O da padişahın bir kızıymış. —Bir soralım bakalım, alır mı? demişler. Sonra padişaha sormuşlar. Padişah: —Alayım, gelsin, demiş. İşe almış onu. İşe alınca dururken demiş ki: —Oğlum, ben sana kızımı vereceğim. —Ulan padişahım, benim gibi düşküne, benim gibi zebil* insana kız mı verirsin? demiş. —Ayıp ettin sen. Ben sana kızımı vereceğim, demiş. Sonra kızını ona vermiş. Gelin etmiş kızını. —Benim anam da yok, babam da yok. Benim kimsem yok, demiş. —Olsun oğlum, ben sana kızımı vereceğim, demiş. Kızını vermiş. Kızını verdikten keri dururken demiş ki padişahın oğlu: —Benim anam da var, babam da var. Ben köyüme gideceğim. Sen de gidebilirsin, demiş hanımına. —Baba, benim beyin anası da varmış, babası da varmış. Gidecekmiş, demiş. Ağlamış. Ağlayınca, —Kızım, neden ağlıyorsun? Ağlama. Ben paranız yoksa para vereyim, yiyeceğiniz yoksa yiyecek vereyim. Gidin, demiş. Sonra bunlar gitmişler. Giderken giderken bir çöplüğe varmışlar. Orada bir tencere bulmuş, kırık bir tencere. Hanımına: —Al bunu, bu bize lazım olacak, demiş. Oradan onu almışlar. Sonra giderken giderken yolda çöplükte bir yorgan görmüşler. —Bunu da al sen, bu bize lazım olacak, demiş. Babası zenginmiş, padişahın oğlu ya, zenginmiş. Şimdi geliyor o, doğru kümese geliyor. Kümese gelince kümesin kıyılarını süpürüyor, içini süpürüyor. O yorganı, döşeği atıyor, oradan kümese giriyor. Kümese girince o padişahın oğlu çoban girdi oraya.  Padişahın oğlu babasına çoban girdi. Şimdi evlerine gıcır gıcır varıyor, tavuk kümesinde çoban görünüyor. —Oğlum, kız bulamadın mı sen? —Bulamadım. Böyle dururken bir gün, —Baba, benim düğünüm var. Hazırlanın. Okuntuları dağıtın. Benim düğünüm var, diyor. —E kız yok ya, diyorlar. —Kız olmasın. Siz dağıtın, diyor. Sonra kızlar pirinç ayıklıyorlar. Pirinç ayıklarken çobanın karısına da ünlüyorlar geliyorlar. Çobanın karı da geliyor oraya, gelin olacak. Çoban ona: —Sen azcık pirinçten çal, koynuna koy da çorbacık pişirelim de yiyelim, diyor. —Oldu, diyor o da. Şimdi onun dediğinden çıkmıyor bak o. Koyuyor boynuna,  oradan geliyor padişahın oğlan. Diyor ki: —Yoklama olacak. Bakın! Bakıyorlar. Çobanın karısından pirinç çıkıyor. Pirinç çıkınca, —Tü yüzüne gözüne. Neden çaldın? diyorlar ona. Kaynana kadın da diyor ki: —Ellemeyin fakirciği. Ellemeyin, alsın, yesin, pişirsin. Ellemeyin diyor. Ona tükürüyorlar yüzünü. Sonra hoşaflık ayıklıyorlar. —Hoşaflıktan da al. Hoşaf kaynatalım da içelim. Ondan da çal, diyor ona padişahın oğlu. Ondan da çalıyor. —Yoklama var, diyorlar. Yokluyorlar. Yine ondan çıkıyor. Sonra, —Ellemeyin, diyorlar. Oradan tavuk kümesine varıyor. Ağlaya ağlaya ağlaya pişiriyor onu o, yiyorlar ikisi. Şimdi diyor ki padişahın oğlu ona: —Bugün padişahın oğlunun düğünü var. Hamama gidilecek. Hani çöplükte bir tas bulduk ya, o tası al. Hamama gideceksin, diyor. Gidiyor bu. Hamama giriyorlar. Hamam girince, —Gelin kim ? diyorlar. Gelin yok. Çanağın içine bir toprak koyuyor, bir sarı altın koyuyor, bir de kuru yaprak koyuyor. —Öyle koyun. Geçene sorun onu. Bakalım kim bilecek bu yaprağı, toprağı? diyor padişahın oğlu. Şimdi buncağız da o tasla suya girermiş, saçcağızını tarıyormuş. Herkes çıkmış, bir o kalmış. —Bakın içinde insan vardır. Bakın, diyor. Bakıyorlar. Bir o varmış. Getiriyorlar. Gösteriyorlar. —Bu ne? diyorlar. Tabağın içindekini gösteriyorlar. —Evvel ben anamın babamın kapısında sarı altın gibi parlıyordum. Ben buraya geleli kuru yapraklar gibi, kuru topraklar gibi kurudum, diyor ona. —Hah, o benim hanım olacak. Benim düğün olacak, diyor padişahın oğlu. Şimdi diyorlar ona: —Seni biz padişahın oğluna vereceğiz. Seni biz padişahın oğluna gelin edeceğiz. —Hayır, benim çobanım var. Beni ellemeyin, benim çobanım var, diyor. Onu zorla yıkıyorlar, yıkıyorlar, giydiriyorlar, çobanın kıyına koyuyorlar, padişahın oğlunun kıyına koyuyorlar. Kaldırmıyor kafasını. —Elleme beni, benim çobanım var. Ben sana varmam, diyor. —Kaldır kafanı. Bak bana. Ben kimim? Ben seni rüyamda gördüm. Köy köy gezdim, seni ben aradım. Sen bir pencerenin önünde oturup elma yiyip dururdun. Sen tükürdün yüzüme, elmayı yüzüme vurdun. Senden ben onu çıkardım. Sen benimsin, ben seninim, diyor.   * Zebil: Düşkün, perişan, fakir.
Eşek Tilki Horoz
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Eşek, Tilki, Horoz Bir çocuk varmış. Çocuk yolda giderken giderken yolda bir horoz görmüş. Horoz, —Nereye gidiyorsun sağdıç? demiş. —Ben bir vilayete gidiyorum, demiş. —Beni de götürür müsün? demiş horoz. —Götürürüm, geç ardıma götüreyim, demiş. Geçmiş ardına horoz. Giderken giderken bir tilki görmüş. Tilki: —Nereye gidiyorsun sağdıç? demiş. —Ben bir vilayete gidiyorum, demiş. —Beni de götürmez misin sağdıç? demiş. —Götürürüm ben seni. Geç ardıma, götüreyim, demiş. Onu da götürürken yolda bir bağa rastlamışlar. Bağı bir çocuk bekliyormuş. —Nereye gidiyorsun sağdıç? demiş. —Biz bir vilayete gidiyoruz, demiş. —Beni de götürür müsün? demiş. —Geç ardıma, seni de götüreyim, demiş. Bir eve varmışlar. Evde kazan kaynayıp durur. Aşlar kaynayıp durur.  —Bunu biz yiyelim, demişler. —Nasıl yiyelim? Bir de eşek geçmişmiş arkalarına. —Sen kapının ardına dur, demiş eşeğe. Tilkiye demiş: —Sen ocaklığın yanına geç. Horoz da tavana çıkmış. O da kazanın ardına geçmiş. Boyuna aş kaynar. Bir ötüyorlar bunlar, bir bağrışıyorlar. İnsanlar bir kayboluyor, içinde aş pişirenler. Hadi artık hepsi kalıyor, aşlar kalıyor. Bir karınlarını doyuruyorlar, bir yiyorlar. Muhabbet ediyorlar. Varıyorlar, pencereden bakıyorlar. Alem yemiş yiyeceğini, oraya bakacak yok. — Edemeyeceğiz, giremeyeceğiz, diye kimse giremiyor. Orası onlara kalıyor. Masal da burada bitiyor.
Gençliğine mi Kocalığına mı?
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Gençliğine Mi Kocalığına Mı Vakti ile bir Mehmet Ağa varmış. Bir karısı ile iki de çocuğu varmış. Zengin mi zenginmiş. Bunların malı mülkü çokmuş. Fakat bunu üç gece üst üste: —Gençliğine mi çekeceksin, kocalığına mı çekeceksin? diye sorguya çekmişler. Adamcağız öte döner, beri döner, üçüncü gün son gün karısı: —Yeter artık Mehmet Ağa, yat yerine, demiş. Mehmet Ağa sıkışır: —Son günün bugün, söyle diyorlar, demiş. Karısına: —Bana üç günden beri geliyorlar. ‘Gençliğine mi çekeceksin, kocalığına mı?’ diyorlar. Ne yapayım ben? deyip şaşmış. Kadın da: —Gençliğimize çekelim de, demiş. O da mecbur kalıp, —Gençliğimize çekelim, demiş. Bu sefer soran kişiler: —Evin yanacak, hemen toplan çıkın! demişler. Bunlar da hiçbir şey alamamış. Bir tek üstlerindeki çamaşırları, bir de yükte az bir para alıyorlar. Bir de baksalar ki, evleri tutuşmuş. Hemen hayvan çobanları yanlarına gelmiş: —Mehmet Ağa, Mehmet Ağa! Ver bizim hesabı, hayvanların kökünü kurt yedi. —Koyun çobanları? —Onlar da ölü. Hepsinin hesabını görür. Mehmet Ağanın hiçbir şeyi kalmamış. İki oğlan çocuğuyla karısı kalmış. Gidiyorlar, gidiyorlar, buradan misal Sarıbeyler kadar gidiyorlar. Adamın işeyeceği tutmuş. Karısına: —Sen şu dereden çocukları geçire koy. Ben bir küçük su dökeyim, demiş. Adam ufak su dökmeye başlamış. Dereye varırken kadın çırpınıp dururmuş. —Adam gel! —Ne oldu, ne oldu? —Çocuğun birini karşıya koydum. Karşıya koyduğumu kurt kaptı gitti. Birini de sele kaptırdım, demiş. Adam karısıyla baş başa kalıyor. Bu sefer adam ne yapsın, çaresizlik karısını alıp gidiyor. Karşıya koyduğu çocuğu bir avcı bulup gidiyor. Sele kaptırdığı çocuğu da çırpı toplayan bir kadın kurtarıyor. Bu adam gidiyor, gidiyor, gidiyor bir ufak köye varıyor. Bu ufak köyde de onları ilk kim gördü, onları misafir olarak alıyor. Misafir alan adam: —Ben sizi misafir olarak alıyorum. Bizim köyün âdeti böyle, diyor. Misafir kalıyor orada. Bu sefer camide odaya gidiyorlar. O günün zamanında sığırtmaç arıyorlar. Mehmet Ağa eskiden patrondu, ama şimdi bir şeysi yok. —Hadi durayım sığırtmaç[1] olarak, diyor. Sığırtmaç olarak duruyor. O günün zamanında oradan kervanlar geçiyor.  —Biz bitlendik, biz kirlendik, bizi yıkayacak yok mu? Çamaşırımızı yıkayacak yok mu? Köylüler diyor: —Dur dur dur! Sığırtmacın karısı çamaşırınızı yıkar. Bu sefer kadına soruyorlar. —Tamam yıkarım, diyor. Yıkıyor. Bu sefer pantolonu alta koyuyor, entariyi üste koyuyor, iç atleti onun üstüne, külotu en üste koyuyor. Adamlar baksa ki, bu kadın görenekli. Sığırtmaç karısına benzer biri değil. Bu sefer, —Alıp kadını götürelim, diyorlar. Kadın: —Etmeyin benim kocam var, diyor. Devenin üstüne atıp kadını götürüyorlar. Sığırtmaç gelir evde kadın yok. —Eyvah ben bitkin haldeyim. Kaldı tek başına. Sonra, —Ben buraları terk edeceğim, artık hem karım yok, diyor. Gidiyor Bergama gibi büyük bir şehre. Varmış bir alana. Oradakiler Allah Allah, Hu Hu diyip kuşları uçuru uçuruveriyorlarmış. Bu toplumun içine adamda karışıvermiş. Bu sefer kuş geliyor, o sığırtmaç adamın tepesine konuveriyor. Oradakiler bir bakıyorlar. —Ulan biz burada neyiz? Bu kadar katip, zabit, öğretmen amir mamiriz. Bu saçı sakalı kıllı adamın başına nasıl kuş konar? Gelme buraya, git, çevreden çık! Adamı çevreden çama yolluyorlar. Yine Allah Allah Hu Hu deyip kuş uçuruyorlar. Kuş dönüp dolaşıp yine çama uçuyor. Bakmışlar, kuş adamın tepesine yine konmuş. Bu sefer, —Seni hakiki öldürürüz, girme toplumun içine, diyorlar. Bir hamama kapatıyorlar adamı. Yine Allah Allah Hu Hu deyip kuş uçuruveriyorlar. Kuş öte dönüp beri dönüp hamamın bacasından içeri girip adamın başına yine konuyor. Bu sefer akıllanıyorlar.  —Biz hata mı ediyoruz? Bunda bir iş var. Adamın saçını sakalını yıkayıp tertemiz ediyorlar. —Bugünün berinde sen padişahsın, gir saraya emret, diyorlar. Giriyor adam. —Var mı isteğin? —Evet var. Önce dünyada ne kadar kervan varsa buradan geçecek deveciler. Kadını bulacak adam. Tabi adam emrediyor. Emirciler geçiyor, deve geçiyor, deve geçiyor, deve yok. En son karşıdan karanlıkta bir deve geliyormuş. —İşte padişahım padişahım! Bir tane deve geliyor, üstünde tek bir kadın var. —Tutun kadını, atın zindana! diyor. Tutturuyor kadını, attırıyor zindana. —Önüne iki asker dikin, diyor. İki asker diktiriyor.  —Az ekmek verin! Zamanı gelince kadın ölmesin. Ekmek veriyorlar. Bu sefer askerin birisini ünlettiriyor. Tabi o günün zamanında padişahın emri, kestiği kestik biçtiği biçtik. Asker diyor:  —Padişahım! Askerler o kadının dizinin üstünde uyuyor, diyor. Birisi birine birisi diğerine. Bir güzel sıvayışlayıp duruyor kadın. Padişah askerleri çağırttırıyor. —Niye yattınız kadının dizinin üstüne? Sen kimsin? diyor padişah. —Biz çok küçük yaşta çok zengindik. Babamın adı Mehmet Ağaydı. Bizim malımız mülkümüz çoktu, fakat evimiz yandı. Beni sel götürdü, bir kocakarı buldu. Annem öldü şimdi, diyor. —Tamam, git sen şimdi, diyorlar. Ötekine gel diyorlar. O da: —Çok küçük yaşta evimiz yandı. Kurt kaptı beni, bir avcı buldu. —Sen de git, diyor. Kadını ünlüyor. —Gel bakalım sen! Kendini göstermeden parmağını kapıdan sokuyor. Kendisini yüzükle tanıtacak tabi. Karısı tan tan tan gelip kapıyı vuruyor: —Ey Mehmet Ağa! Allah bizi gençliğine mi çekeceksin, kocalığına mı çekeceksin diye sınadı. Allah bizim evimizi yıktı, yaktı. Malımızı mülkümüzü kurt çakal yedi, ton ton dağıttı. Yirmi dört sene sonra bizi burada buluşturdu. Sonra ben kendi rızamla  gitmedim, beni deveciler zorla ite kaka attı gitti. Ben senin hanımınım. Bu askerler de bizim çocuklarımız, diyor. Ondan sora güzel bir hayat yaşıyorlar.     [1] Çoban
Gülbeşer
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Gülbeşer Bir ihtiyar adam varmış. Şimdi avlu varmış evde. Bu adamda iki tane kupay* varmış. Karı diyor ki: —Adam, git bunları Gülbeşer’e ver. Alacayı yüz beşe ver, alaca sarıyı da yüze ver, diyor. —Tamam. Gülbeşer, üç günlük yolmuş, bir pazar yeriymiş. Pazara satmaya gidiyor. Buna yolda bir üzümcü denk geliyor. İki tane bağ bozan köyün bir kıyında. Üzümcünün köyüne satmaya geliyor. —Selamün aleyküm. —Aleyküm selam. —Bu benim merkep yoruldu. Şu küfeleri indirelim. İndirmişler bunlar. Sen miyim ben miyim derken o avcı diyor ki: —Benim bir hanım vardır. Şöyle namusludur, böyle namusludur. Tavukların ağzını açtığı zamanlar horozlar kendini korur. Böyle yapar. —Kardeş, kusura bakma. Darılmak yok. Ama senin karı yolsuz, diyor. Bunlar yollu, yolsuz ikisi beraber itiraz ediyorlar. Diyor ki ihtiyar dede: —Şu küfenin parasını bana verir misin? diyor. —Veririm, diyor. —Ver bakayım şu küfeyi. Küfeyi dökmüşler yolun kenarına. —Gir bakayım içine, diyor. Bağcıyı koymuşlar içine, üstüne de aynı çarşafı bir bağlıyor. Sepetlerde üzüm var, sepetin birinde adam. İlerden iki tane yolcu geliyor. —Selamün aleyküm. —Aleyküm selam. —Şu üzümler benden helal olsun, sen bunları al. Şu benim yükü beraber saralım, diyor. Sarmışlar. Köye varırken diyor ki ihtiyar üzümcü: —Senin ev nerede? —Caminin arkasındaki koca kapılı ev benimdir, diyor. —Tamam o zaman, diyor. Herif deh düh deh düh o adamın evinin önüne giriyor. Köyde demişler işte: —Üzümcü geldi, üzümcü geldi! Köylüler bir kilosu elli kuruştan bir kilo, yarım kilo alırlarmış. İhtiyar hem evi incelermiş. Karının kolları böyle sıvanmış, mücevherleri takmış, gezermiş. Baksa ki ihtiyar şöyle, bir tane kaz kesilmiş, on yaşındaki bir kız getiriyor. —Yenge, yenge, bunu sana falan adam gönderdi. —Tamam, tamam yavrum. İhtiyar bakıyor, —Ooo, tamam, diyor. Ondan sonra arattırıyor, aldırıyor. Bir tane hindi kesilmiş, aynı o kız çocuğu getiriyor o eve. Gün de inmiş gari*, küfe bitmiş. İşte, —Ahmet Ağa, Mehmet Ağa! Karı çıkıyor dışarıya. —Bugün sende bir günlük misafir kalalım. Gözüm görmez, kulağım duymaz bir yabancı ihtiyarım. Bakıyor dedeye. —Tamam dede. Seni bugünlük alalım içeriye, diyor. Alıyor. Küfenin bir ucundan biri, öteki ucundan biri tutmuş, hayata koymuşlar. —Bizim kız, fakirlik ayıp değil ya, benim canım rahat etmez. Şu senin yattığın oda serinse küfeyi oraya koyalım, diyor. —Ulan dede, beni öldüreceksin. —Yok, öyle değil kızım. Canım rahat etmez, uyuyamam, diyor. —İyi ya madem, gel bakalım. Kadının yattığı yere, kapının ardına küfeyi koymuşlar. Neyse karı pilav pişiriyor, şerbettir merbettir, ihtiyarı doyurmuş. Şimdi dede doyunca yüklüğün altına sokuluveriyor. —Ulan dede, dur! —Bırak, benim rahatım iyi, diyor. Yüklüğün altına sokuluvermiş dede. İlerden yatsı namazını kılmışlar, kapı tık tık tık vuruluyor. Karının dostu gelmiş. Şuraya rakı, mezeler şunlar bunlar. Karı kızartmış kazı, hindiyi. Yani masayı kurmuşlar. Bunlar içerlermiş karıyla beraber. Karı içiyor, içiyor, başı gözü açmış. —Şerefinize! Lıkır lıkır lıkır lıkır bunlar içerlermiş. Karı coşmuş, başlamış oynamaya. Karı: —Adam da gitti Gülbeşer’e, kupayları satar yüz beşere, karın da burada iş becere, dını dını dınıdık dını dınıdık, diye karı oynarmış. Öte —Yaşa yaşa yaşa! dermiş. Şimdi ihtiyar da orada yatıyor ya, ihtiyar —Ih, diyor. —Korkma, yabancı bu. Kulağı duymaz, gözü görmez bir ihtiyardır. Devam edelim işimize, falan diyor. Şimdi ihtiyar oradan yavaş yavaş çıkıyor. —Eh ben de gençliğimde, zamanında sizin gibi oynardım. Müsaade ederseniz bir de ben oynayıvereyim. Çok coştum, diyor. —Ooo dedem, madem gir. İhtiyar gari çıkıyor orta yere. —Yolda buldum izini, denk ettim üzümle, yürü pezevengin oğlu gözünle, dını dını dınıdık dını dınıdık, diye oynayıveriyor. Hemen çıkıveriyor oradan herif, küfenin içinden. Herifte de tabanca varmış. Çekiyor tabancayı karıya, tak tak tak tak karıyı öldürüyor. O dostuna diyor ki: —Sende suç yok. Bu benim kendi kabahatim. Sen defol benim gözümün önünden. Suç benim karıda, sende değil. Sen devam et, hadi kaç. Herif: —Aman ya, canım Allah! diye kaçıyor. Dede: —Bravo. Senin üzümün parası gibi beş misli para kazandım, diyor. Karıyı da adam tabanca çekmiş, öldürmüş. Gari evvel zamanlarda bir veliahttan bir veliahda geçtin mi arayan soran olmazmış. Bu diyardan yukarı gittin mi, geri döndün mü izin vermezlermiş. Şimdi diyelim adam gidiyor İstanbul’a, o karıyı öldüren adam. Oralarda bizim gibi savaşırlarmış. Bir gün adam cumaya gidiyor. Bir de baksa ki adam cumada bir zilli hoca, tokurdaklı hoca. Kırk tane zil var üstünde, şıngır şıngır şıngır. Ona Şıh derlermiş. Yerde yürürken, —Aman yerde karınca falan vardır, üstüne basarım, diye şıngır şıngır şıngır şıngır sabaha kadar camide hu çekermiş: —Hu Allah hu hu. Böyle hu çekermiş. Şimdi bakıyor bakıyor. Bir de tellal getirip bağırtmışlar: —Padişahın hazinesi soyuldu. Kim bulursa, kim görürse hükümdar, ‘Ona kızımı vereceğim, büyük vezir yapacağım’ diyor. Bakıyor bakıyor o Şıh’a. —Ulan, benim karının oyunu var bunda, bu domuzda bir iş var. Şunu takip edeyim, diyor. Sabah daha Şıh camide dururmuş. Şimdi doğru hükümdarın sarayına varıyor. Muhafızlar onu yanına sokmuyorlar. Padişah da bir peçeden görüyor adamı. Herif —Gireyim, diyor, ama koyan yok oraya. Padişah oradan bağırıyor: -O adamı evvela bir hamama götürün, üst-başını giydirin, karnını da doyurun, getirin huzuruma! diyor. Öyle yaparmış herkese. —Tamam hükümdarım! Herifi hamama götürmüşler. Karnını falan doyurmuşlar. Sonra padişahın huzuruna getiriyorlar. —Getirin bakalım bize kahve, diyor padişah. —Oğlum, işini uzatma, söyle derdini, diyor. —Şimdi padişahım, sen beni biliyor musun? —Biliyorum, diyor. —Şimdi senin kızın hasta olacak. Kalanını sen bana de, diyor. —Tamam oğlum, senin, emir senin. Padişahın kızı hasta oluyor. Gecenin yarısında doğru camiye varıyor. Şıh da yatıp durur. Kırk tane zil varmış. Aman ya yerde giderken ziller tıkır tıkır, karınca üstüne basarım diye korkarmış. Kalkmış Şıh. —Şıh’ım, padişahın kızı çok hasta olmuş. Sen ağzı dualısın. Bir dua okuyuver de şu padişahın kızı kurtulsun, diyor. —Hay hay, padişahın kızı kurtulsun, hay hay, diyor. Şıngır şıngır şıngır. Gene dört tane muhafız, —Aman, karınca vardır çocuklar, üstüne basarız, dikkat edelim! Neyse padişahın huzuruna varmışlar. Padişah da padişah amma. —Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim, uf uf, Öte üflüyor, beri üflüyor. —Nasıl, duanın bir faydası var mı? diyor. Kavililer ya. —Şıh’ım, baya bir şeyler olmaya durdum. Ben dualıyımdır, Allah kerimdir. Senin şeyi geçecek, diyor. Bu durumu iletiyorlar krala. Camiye gidiyor gene o. Camiye gittikten sonra, tekrar bir saat iki saat sonra gene o adam varıyor. —Şıh’ım, şu tespihini bana bir dakika verir misin? Padişahın kızı gene çok geçkin oldu. Ben onu, tespihi kıyına koyayım da, şifalıdır, şifa yerine geçer. Tespihini bana bir dakika verir misin? diyor. —Hay hay, sabaha kadar sende kalsın. Götür. Çıkarken de muhafızlara diyor ki: —Şu hocanın evi nerede? Bana gösteriverin, diyor. Muhafızlar da hocanın evini gösteriveriyorlar ona. —Siz kaybolun buradan! diyor. Tık tık tık ediyor. —Hoca yenge, hoca yenge, hoca yenge! —Ey! —Beni hoca gönderdi, Şıh gönderdi. İşte padişahın hazineleri soyuldu ya, o cevahirler, altınlar, elmaslar... —Eeee! —Hoca onun yerini buldu, kırk milyara yerini buldu. “Git onları al da gel. Benim karı sana inanmaz. Şu tespihi gösteriver ona” dedi. Hoca yenge, tespih aha, diyor. Karı bir bakıyor, hocanın tespih. —Aman, kimse duymasın, diyor. —Aman yenge, bu işi siz nasıl yapıyorsunuz ya? diyor. —Ya kırk tane eşkıya var bizim hocanın emrinde. Şu falan dağda, mağarada duruyor kırk eşkıya. Kırk eşkıyaya bakıyoruz gizli gizli. Kırk eşkıya soyuyor. —İstersen sen bana çantayı ver de ben götüreyim parayı. Hocayla biz alırız. Alıyor çantayı. Altın, cevher, mücevheratla dolu gari içi. —Aman evlat, kimseye görünme. Padişah duyarsa hepimizi asar. diyor. —Aman yenge, benim de gırtlağımdan sıkarlar o zaman. Gösterir miyim? Tamam. Alıyor. Doğru padişahın oraya varıyor. Padişah: —Buyur, gel, diyor. Bir açsalar ki hepsi altın. —Ulan nasıl buldun sen bunları? Kim yapıyor bunu? —Padişahım, senin Şıh yapıyor bu işi! —Deme. —Öyle. —Gidin, Şıh’ı hemen yakalayıp gelin! Camide sabaha kadar hu çekermiş. Muhafızlar bir varıyorlar, lapa küt lapa küt hocayı tepe tepe ne çan kalmış üstünde ne bir şey kalmış, tepe tepe padişahın huzuruna getirmişler. —Şıh’ım, doğru söylersen seni asmam. Yalan kaçırırsan evvela seni sallarım. Doğru konuş, doğru iş yapalım! diyor. —Hükümdarım, benim emrimde kırk tane eşkıyam var, diyor. —Nerde duruyorlar? —Falan dağda duruyorlar. —Gidin bakalım oraya. Bir baskın. Kırk tane eşkıyayı orada yakalamışlar. Bunların hepsini beraber ipe bağlamışlar koyun gibi. Kırk eşkıyayı almışlar gelmişler. —Demek her sene beni soyanlar bunlar. Şimdi bir tellal bağırıyor: —Bu zamanlar bütün millet er meydanında. Dar ağacı kurulsun, kırk eşkıya asılsın! Şimdi meydana dar ağacını kurmuşlar. Kırk tane eşkıya orada. Hükümdar da geliyor. Hoca da başlarında. Padişah hemen emir veriyor: —Sallayın bakalım şuradan şunları! Kırk tane eşkıyayı sallamışlar urganla. Hoca, —Hııh Hııh Hııh! yaparmış. —Hocam, seni ben bağışladım. Sen hiç üzülme, sen doğru konuştuğun için seni ben bağışladım. Kırk eşkıyayı hükümdar astırıyor. —Hocam, sıra sende. Yürü bakalım. Bunu da alın yukarı, bunu da sallayın! Onu da sallamışlar. O diyardan hırsızlık oyunu kesilivermiş. —Oğlum, dile benden dileğini, diyor padişah. —Ne dileyeyim hükümdarım, sağlığını dilerim. —Sağlığımdan sana hiç fayda yok. Dile, diyor. —Sen bilirsin hükümdarım. —Yalnız benim bir vaadim vardı. Kızımı sana veriyorum. Büyük vezirimsin bundan sonra. Çalınsın davullar! diyor. Kırk gün kırk gece bir muhabbet bir düğün. Bu da burada bitiyor.   * kupay: Köpek * gari: Artık
Helvacı Güzeli
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Helvacı Güzeli Bir adam varmış. Hacca gitmiş. Oğlunu da almış, hacca gitmiş. Bir kızı varmış. Bir hocaya teslim etmiş gitmiş anasıyla ikisini. —Ben gelene kadar bunları, gözetle, bekle, demiş. Hoca da gelirken giderken kıza âşık oluyor. Bir koca karıya bir heybe altın veriyor, koca karı kızı kandıracak. —Kızım, ninenin düğünü var. Hamama gidecekler. Seni de götüreyim ben, diyor. —Beni hoca görmeden gitmem. Babama şikayet eder beni, diyor. —Etmez, etmez, diyor. Koca karı hamama alıp gidiyor kızı. Hoca da arkasından varıyor. Koca karı hamama ikisini kilitleyip gidiyor. Hoca demiş ki: —Ben seninle evleneceğim. —Evlenelim. Sen bir otur. Ben seni hamamda yıkayayım, sabunlayayım da ondan sonra evlenelim bakalım, demiş kız. Kız yine usluymuş. Ondan sonra hoca oturmuş. Kız ne kadar su varsa suları kesiyor. Gözünü, yüzünü sabunluyor; hoca gözlerini açıp da kurnaları bulamıyor. Kız da hocayı adam akıllı dövüyor, oradan kız geliyor eve. Hoca da oradan kendi çıkıyor, babasına mektup yazıyor. Eskiden mektuplar varmış. —Senin kızın burada bir herifle konuştu, görüştü, demiş. Adam da hacdan geri dönecekmiş. Oğlanı yollamış önceden. —Kız kardeşini dağlara götür, kes, kanlı gömleğini bana getir ben varmadan, demiş babası. Oğlan kız kardeşini alıp gidiyor. Bir dağın başına varıyorlar. Oğlan, kız kardeşine kıyamıyor. Bir tavuk götürüyor giderken. Onun gömleğini alıyor, tavuğun kanına bulaştırıyor. —Hadi git! Sen başını al git, buraya gelme artık! diyor. Kız da gide gide bir çeşmenin başına varıyor. Kavak varmış. Kavağın tepesine çıkıyor. Oradan Beyoğlu gelmiş. Atını suluyormuş. Beyoğlu onun güzelliğinden düşüp duruyormuş, atı su içmiyormuş. Beyoğlu demiş ki: —İn misin, cin misin? İn aşağıya. —Ne inim, ne de cinim. İnemem ben aşağıya, demiş kız da. İndirememiş. Gitmiş, bir koca karı getirmiş. Bir saç ayağı vermiş eline, bir teneke vermiş. —Çeşmenin başında çamaşır ısıtıyorum diye saç ayağını ters vur, ayak üstü vurma. Kız iner de sana denkleştiriverir, demiş. Oradan koca karı geliyor. Sacayağı kuruyor, ocağı yakıyor ters. —Nine, saç ayağını ters çevirdin. Şöyle çevir, diyor yukarıdan. —Kızım, bilemiyorum. Gel de bana gösteriversen, diyor. Oradan kızı iniyor aşağıya. Saç ayağını denkleştiriverirken Beyoğlu geliyor, kızı tutuyor. —Ben sana âşık oldum. Sen nesin? diyor. —Ben de Allah’ın yarattığı bir insanım, diyor. Şimdi Beyoğlu alıp gidiyor onu. Kırk gün kırk gece düğün yapıyorlar. Bir Arap’tan  ona hizmetçi tutuyor. İki oğlan çocuğu varmış. Her bayram gelirmiş, karı ağlarmış. —Senin anan baban var mı? —Yok. —Sen nereden çıktın? —Bilmiyorum ben. Benim anam babam yok, diyormuş. Bir gün bir bayram gelmiş. —Ben seni anana babana yollayacağım, demiş. Çocukları koca koca olmuş. Demiş ki o hizmetçiye: —Bunun falan şehirde babası varmış. Ona götür bunu. Arap’la gidiyorlar.  Ormanların,  dağların içinden geçiyorlar.  Giderken giderken, —Benimle yatmazsan çocuğun birini keseceğim, diyor. —Kes, diyor Çocuğun birini kesiyor Arap. Onu koyuyorlar. Biraz daha gidiyorlar. —Benimle yakın ol. Çocuğun birini de keseceğim, diyor. —Kes, onu da kes, diyor. Onu da kesiyor. Varırken diyor ki: —Sen benim bacağıma bir ip bağla. Ben aşağıdan dereden bir abdest alayım geleyim. Seni de keseceğim, diyor. —Kes, beni de kes, diyor. Arap, dereye abdest almaya gidiyor. Orada o otura koyuyor. Oradan ipi bir çözüyor, kaçıyor. Oradan kaça kaça kaça hadi bir çobana varıyor. Çoban: —Urbaları[1] değişelim ikimiz, diyor. Şimdi değişiyorlar. Kendi urbalarını çobana veriyor, kendi de erkek urbası giyiyor. Gide gide o şehre varıyor. Babası da helva yaparmış onun. Oradan varıyor. —Amca, ben sana misafir olayım. Helva yapıvereyim, yardım edeyim. —Ya kızım, ben ancak çalışıyorum, dediyse de adam başından savamıyor. Onu alıyor dükkanına. O da her gün helva yapıyor. İnsanlar da her gün yumuş yumuş geliyorlar, seviyorlar onu; Helvacı Güzeli koymuşlar adını. İleri Helvacı Güzeli, beri Helvacı Güzeli. Arap varıyor. —Ne oldu? diyor. —Senin karı, başka biriyle gitti. Çocuklarını da aldı gitti, diyor. Beyoğlu atına biniyor, gidiyor. Aramaya çıkıyor bunu. Arıyor tarıyor, yok; dağları tepeleri arıyor, yok. O şehre varıyor. Onun da adı yok ya, Helvacı Güzeli adı gari. O dükkana varıyor. —Hemşerim, beni misafir alır mısın? diyor kocası. —Alırım, diyor. Alıyor. O gün orada duruyor. Kız diyor ki babasına: —Baba, bunu misafir alsak ya bir akşam, diyor kocasından ötürü. Biliyor kocasını. Onu misafir alıyor. Evlerine varıyorlar. Şimdi diyor ki. —Bu misafirin yanına ben kimi istiyorum biliyor musun? —Ee? —Hocayı istiyorum, Arap’ı istiyorum, diyor. Onlar hep oraya toplaşıyorlar. —Hamama götüren koca karıyı istiyorum, diyor. Toplaşıyorlar. —Herkesin işeyeceği varsa dışarı çıksın. Kapı kapandı mı tamam, bitti, diyor. Kız başlıyor anlatmaya benim anlattığım gibi. Anlatırken hoca diyor ki: —Benim işeyeceğim var. Bir dışarı çıksam ya. —Yok, imkânı yok, diyor kız. Kocası da orada, babası da orada, kardeşi de orada, hepsi oradalar. Oradan çıkarmıyor. Anlatıyor kız benim anlattığım gibi. Ondan sonra orada hepsini babası öldürüyor. Kız da oradan kocasını alıp gidiyor.           [1] Kıyafet, giysi.
Hoca
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Hoca Bir hoca varmış. Bu hoca evliymiş, ama evli de olsa bir kıza bakıyormuş. Şimdi ezan vakti gelmeden hoca çeşmenin önüne varırmış. —La ilahe illallah, la ilahe illallah. Başlarmış hoca abdest almaya. Kız gelirmiş. Kız oraya çeşmeye geleceği zaman oraya varırmış. Kız dermiş ki: —Senin hanımın var. Ben sana yakışmam. —Hayır, hanım deme. Ben seni alacağım. Bir gün böyle, iki gün böyle. Kız hocadan kurtulamamış. Kız kurtulamayınca bir gün: —Bir akşam bizim eve gelir misin? diyor. Gel denilen yere gelinir. Hoca varıyor. Varınca evin içine giriyor. —Tamam. İkimiz de soyunacağız. Birimiz kancık gibi görüneceğiz, birimiz erkek, diyor. —Tamam, diyor. Şimdi hocaya: —Senin ayaklarını ben bağlayacağım. Sen de bana yetişebilirsen, beni tutarsın o zaman, diyor. Şimdi kız böyle bir köşeden bir köşeye bir gidermiş. —Hemen ön kesmek yok, dermiş kız. Hoca da onun arkasından. Hoca yorulmuş, yetişemezmiş kıza, ayağı bağlı. Yorulunca kız hocanın elbiselerini alıyor, kendi elbiselerini alıyor, kaçıyor. Hoca yetişemiyor. Kız giyiniyor. Hocanın elbiselerini alıyor, hocanın evine varıyor. Çalıyor kapısını. Hanımı: —Kimsin? diyor. —Aç kapıyı, diyor. Kapıyı açıyor. —Buyur kocanın elbisesini. Elbiselerini al, diyor. Alıyor bu. Hoca ne yapsın, arla ayağında terlikler şakır şukur eve varmış. Hemen kadın da sopa hazırlamış kapının arkasına. Hoca varınca: —Ben dururken sen elin kızıyla oynamaya mı gittin? Bir sopa hocaya. Hoca hadi bakalım çıksın. Önceden çamaşırlık vardı. Kadınlar orada çamaşır yıkarlardı. Oraya geliyor. Orada da ateş varmış. Arkasını dönüyor, önünü dönüyor, ısınıyor. Çıplak. Hadi sabahleyin de bayrammış. —Gideyim camiye. Gireyim, yatayım, diyor. Girmiş camiye, varmış yatakların altına, uzatmış yorganı. Köy bekçisi geliyor. Bir de baksın ki ayakları dışarıda hocanın, ayakları tıkalı. Köy muhtarına diyor: —Muhtar efendi, kalk. Bizim hocanın ayakları tıkalı, diyor. Varıyor. E ya bayram. Sabah bayram namazına gelecek adamlar. Varıyor. —Ne oldu? —Benim ayağım böyle oldu. —Hadi Yenice Köye git, başka bir yakın köye. Orada bir cingen var. Onu getir. Çözse çözse o çözer. Biz çözemeyiz bunun ayaklarını. Bir ata bindiriyor bekçi. Hadi o köye gönderiyor. O köye varıp cingeni alıp geliyorlar,  ayaklarını çözdürüyorlar. Çözünce şimdi gari hoca bayram namazına giriyor. —Elin karısına bakmayın, kızına bakmayın. Namus şöyle böyle, demiş. Anlatırmış. Oradan namazdan çıkmışlar. Eve varamıyor. Köyden herkes buna et veriyor. Ye diye koyuyor. Eşeğine ardıyor*. Hocanın annesinin köyü başka yerdeymiş. Kadının biri: —Hoca bu kadar vaaz veriyor. Bakalım bakmayacak mıymış? diyor. Gitmiş bir çeşmenin önüne, bir kuma girmiş, yata koymuş. Çeşmenin yanına varıyor. Şimdi kurbağa da vak vak ötermiş. Kurbağaya: —Sus. Al şu beş kuruşu, tut çeneni, demiş. Ondan sonra inmiş eşekten. Hemen kadının yanına varıyor. Kadın kalkıyor. Ondan sonra alıyor bunu bir sopa, bir sopa, bir sopa. Eşeği de bırakmış, etler de kalmış, hadi köye doğru.       *ardıyor: Asıyor, üzerine koyuyor.
Horoz
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Horoz Bir horoz varmış: Komşunun biri ekmek yapıyormuş. Horoz da kapının ardına gelmiş de, —Gıygı gıygı, diye ötermiş. —Kışşş, demiş kadın da horoza. Kovalamış. Fırının önüne varmış. Yine, —Gıygı gıygı, diye ötermiş. Yine oradan da kovalamış. Horoz da: —Bir pide ver, demiş. Pide vermiş. Yalnız giderken bir çobana rastlamış. Çobana:  —Ekmeği kuru kuru yiyeceğine süt sağ da pideyi yumuşacık yiyelim, demiş. Gitmiş çoban da süt sağmış. Pideyi de yumuşacık yemişler. —Ya pideyi ver ya da kısır koyunu ver, demiş horoz çobana. Çoban da: —Ben yediğim pideyi nerde bulayım? demiş. Bir koyun vermiş. Koyunu almış gitmiş, bir köye varmış. Köyde de bir düğün varmış. Davullar vurup dururmuş. Gitmiş davulcuya: —Davulcu, bende bir kısır koyun var. Ben bu koyunu vereyim, keşkeğe katın da hep beraber yiyelim, demiş horoz. Gitmiş koyunu düğüne vermiş. Keşkeğe, pilava katmış yemişler. —Gıygı gıygı! Ya bana koyunu vereceksiniz ya da gelini vereceksiniz, demiş. —Biz koyunu nerden bulalım şimdi? Hadi gelini verelim, demişler. Saf oranın da insanı, gelini vermişler. Gelini almış da davulcular gidiyormuş. Davulculara demiş ki: —Gıygı gıygı! Bana davulu verin de size gelini vereyim. Davulu vermişler, gelini almışlar. Bir koca taşın tepesine çıkmış da: —Gıygı gıygı! Bir pideye bir koyun. Gıygı gıygı! Bir koyuna bir gelin. Gıygı gıygı! Bir geline bir davul, diye dan dan davul çalar dururmuş. O zaman da bir koca sel gelivermiş, horozu almış götürmüş.
İki Kardeş
Marmara Bölgesi
Balıkesir
İki Kardeş Bir varmış, bir yokmuş. İki çocuk varmış. Babaları ve üvey anneleriyle yaşarlarmış. Bir gün üvey anneleri babalarına: —Bu çocuklardan bıktım artık. Bunları sapıt da gel, demiş. Çocuklar da bunların konuşmalarını duyuyorlar. Gece pencereden çıkıp çakıl taşı topluyorlar. Ceplerine beyaz beyaz çakıl taşlarını gece parlasın diye dolduruyorlar. Sabah oluyor. Babaları: —Hadi çocuklar, oduna gidelim. Odun kalmadı, diyor. Çıkıyorlar yola. Çocuklar gece duydular tabi konuştuklarını. Gittikleri yola çakıl taşı atıyorlar, gittikleri yola çakıl taşı atıyorlar. Babası bunları sapıtıyor. Eve geliyor. Akşam oluyor. Çocuklar babalarını bekliyor, babaları gelmiyor. Baykuşlar falan uçuyor. Çocuklar iyice korkmaya başlıyor. Çocukların attıkları çakıl taşları parlıyor. Bu taşları takip ede ede eve geliyorlar. Evde anneleri bunları görünce babalarına: —Sen bunları sapıtmadın mı? Bunlar nasıl geldiler buraya, nasıl buldular burayı? diyor. Babaları bunların çakıl taşı topladıklarını anlıyor. Kapılara, pencerelere kilit vuruyorlar. Ertesi gün babaları bunları tekrar sapıtacak. Çocuklar diyor ki annelerine: —Anne, bizim karnımız aç. Ekmek ver de yolda giderken yiyelim, diyorlar. Bu sefer bunlar yolda giderken ekmek kırıntılarını atıyorlar yerlere. Oturuyorlar yine. Ama bu sefer ekmek kırıntılarını aç kuşlar yiyorlar. Babaları gidiyor. Bunlar da kaybediyorlar yolu. Evlerine gidemiyorlar. Ondan sonra gidiyorlar, gidiyorlar, bir eve varıyorlar. Bir cadının evine geliyorlar. Ev de şekerli pembeli bir evmiş. Çocuklar eve giriyorlar, şekerleri yiyorlar. Sonra cadı geliyor. Ama iyi bir peri kılığına giriyor. Çocuklara pasta, şeker ikram ediyor. Çocukları incili yataklarda yatırıyor. Çocuklar gitmek istiyor, ama cadı göndermiyor. Erkek olanı bir tane hücreye hapsediyor. Onu besleyecek orada. Kemikleri gelişecek. Kız da odun topluyor. Yemek yapıp kardeşine götürüyor. Oğlan yediği etlerin kemiklerini atmıyor. Cadının kendisini neden beslediğini bildiği için cadı her  geldiğinde bu kemikleri veriyor. Cadı geldikçe kendi elini uzatmıyor, kemikleri uzatıyor. Bir gün cadı yine geliyor. —Ah, senin tam yenme kıvamın gelmiş, diyor. Kız bunu duyuyor. Cadıya karşı çıkıyor. Ağlıyor, bağırıyor. Cadı da: —Sen karışma, git odun topla, diyor. Kız da gidiyor. Ağlaya ağlaya odun topluyor. Cadı tam erkek kardeşi pişirecek, bu iki kardeş bir oyun yapıyorlar. Cadıyı ateşe atıyorlar. Cadının evinde ne varsa, altın, mücevher toparlıyorlar. Kendi evlerinin yollarını tutuyorlar. Bu sefer de üvey anne ölmüş. Babaları iyice bu çocukları özlemiş. Birden babalarını karşılarında görünce altınlarını atıyorlar, babalarına koşuyorlar. —Bunları nereden buldunuz? Aldınız mı, çaldınız mı, nereden buldunuz? Çocuklar başlarından geçenleri anlatıyorlar. Babalarıyla birleşiyorlar. Mutlu mesut yaşıyorlar.    
Keçe Külah
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Keçe Külah Bir adamın iki oğlu varmış. Bunların da babaları ölmüş, ölünce miras üleşeceklermiş. Babalarının bir oku varmış, bir de kuşağı varmış, bir de külahı varmış. —Bunları hadi üleşelim gari, demişler. Üleşmeye başlamışlar. Onlar bunu üleşirken üç tane dev oğlu gelmiş. —Ne yapıyorsunuz, ne ediyorsunuz? demişler. —Miras üleşiyoruz. Siz ne yapıyorsunuz? demişler. —Biz de böyle geziyoruz. Bizim babamız da öldü, biz de miras üleşeceğiz, demişler. —Sizin babanızın nesi vardı? —Bizim babamızın da bir oku, bir külahı, bir de kamçısı vardı, diyor onlar da. —E bunlar ne oluyordu? —Oka binersen, külahı da giyersen, kamçıyı da denizi olan yere mesela Balıkesir’e bir vurursan orada kendini bulursun, diyorlar. Bunlar çıkıyorlar yola. Şimdi Beyoğlu diyor ki: —Şimdi biz bunları üleşemiyoruz ya, ben oku atayım, külahı atayım, kuşağı atayım, siz de gidin bunları almaya, diyor. Beyoğlu onları almaya gidince seninki kuşağı kuşanıyor, külahı giyiyor, kamçısını bir vuruyor, kaybolup gidiyor. Neyse gitmiş gitmiş gari oğlanın biri, bir yere varmış. Akşam olmuş. —Nereye gideyim, nereye gideyim? Bir karı ekmek yapıp dururmuş. Ona varıyor. O da memesini atmış da dev karısı, varıyor o da yapışıyor, inmiyor. Emince, o da evlatlık benim bu diye bir tokat vuruyor. Bir keçe külah oluyor. Bu külahı kaldırıyor, duvara koyuyor. Akşam oluyor. Oğlanları geliyor. Kırk günde bir gelirlermiş. —Ana, ana, evde adem eti kokuyor. —Dişinizi kurcalayın da birer bacak çıksın, diyormuş. Kurcalıyorlarmış, birer bacak çıkıyormuş, ama az geliyormuş. —Şimdi bir kardeşiniz olsa yer misiniz, yemez misiniz? —Hiç yer miyiz ? diyorlar. Küçük oğlan: —Ben yerim, diyor. Şimdi bu koca karı kaldırıyor duvarı. Keçe külah bir oğlan oluyor. Hadi küçük oğlan: —Bizim okumuzu, külahımız alan budur, diyor. Hemen karı bir tokat vuruyor ona, yine bir keçe külah oluyor. Neyse bir gün oluyor, yine oğlanlar gidiyorlar, kırk gün gidiyorlar. Karı buna yine bir tokat atıyor. —Git bahçeye. Bir ak gül topla, bir kırmızı gül topla. Git, diyor. Bu da ak gülü, kırmızı gülü topluyor, gidiyor. Gide gide gide bir köye varıyor. Bir koca karının evine varıyor. Koca karı onu misafir alıyor. —Bende para dolu, diyor. Bir tellal bağırıyor: —Bugün dünya güzeli görülecek. Kim bakarsa saati bir milyon! Oğlan da gidiyor. Varıyor. Saati bir milyon veriyor çıkmıyor, bir milyon veriyor çıkmıyor da çıkmıyor oradan oğlan ya. Çıkaramıyorlar oğlanı. —Ne yapalım, ne edelim? Karının biri: —Bu oğlan altın yutmuş. Kafasından para akıyordur, diyor. —E ne yapalım? -Bir tane ipe asalım. Sallayalım, sallayalım, kafası dönünce kusar, o da çıkar, diyorlar. Sallıyorlar, sallıyorlar, sallıyorlar. O da: —İndirin beni, kafam döndü, ölüyorum! dedikçe indirmiyorlar. Oğlan istifra ediyor. Alıyorlar altınları. Oğlan kalıyor bizim. Öte geziyor, beri geziyor. Gezerken gezerken gene yolunu doğrultuyor oğlan. Geliyor dünya güzelinin oraya. O dev karısının güllerini satıyormuş. —Gülcü geldi, gülcü geldi! Gül satıyormuş. Dünya güzeli de kafasını çıkarmış. —Kaça veriyorsun gülleri? demiş. O da almış kırmızı gülü, daldırıvermiş ona. O da bir sıpalık eşek olmuş. Eşek anırıyormuş, anırıyormuş. Almış dünya güzeli, eşeği. Alıyor eşeği oradan. —Eşek ne arıyor burada? dedilerse de, -Benim eşeğim o, diyor. Alıyor  onu.  Giderken  giderken  şehre  gelmiş.  Evvelden  hükümet demiyorlarmış da eşek de gelse kuş da gelse o kapıya, —Eşek mahkemeye geldi, diyorlarmış. Bu da eşeği oraya bağlamış. O hükümet olan da onun  biraderiymiş. Neyse, bir inmiş aşağıya, —Bir eşek bağlı kapıda paşam. Eşek mahkemeye geldi, demişler. Paşa bakarken biraderi çıkagelmiş. —Bu eşek ne oluyor? diyor. —Konuşma birader, diyor. —İyi hadi, madem dama götürelim, diyor. Dama bağlıyorlar. Eşeğin gözlerinden öpüyor da dönüyor Hasan. Hüseyin de Karısına: —Karı, birader delirmiş. Eşeği öptü. Çabuk hocaları toplayalım, bir okutturalım, diyorlar. Hocaları ünlemişler. Hüseyin’i orta yere oturtmuşlar. Üfür bakalım, üfle bakalım. Öte bakarmış, beri bakarmış, —Ben deli miyim be? —Yahu birader, eşeği öptün sen. —Yok! Tutuyorlar bunlar. Oğlan gidiyor. —Hadi gidelim birader, diyor. O da kırmızı gülü tutuveriyor tekrar, kız bir dünya güzeli olmuş. Karı diyor kocasına: —Eşek değilmiş o, dünya güzeliymiş. Geliyorlar, orada geçinip kalıyorlar.    
Keçi Çobanı
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Keçi Çobanı Evvel zamandayken, kalbur samandayken, develer tellalken, pireler berberken, mandalar hamalken, var varanın, sür sürenin, tezkeresiz bağa girenin hali budur yaren Mustafa. Masaldır adı, dinlersen çıkar tadı. Bir varmış bir yokmuş, bir padişah bir dağa çıkmış, bayıra. Bu şimdi böyle bir şeye çat çat çat vururmuş böyle. Bir ses gelirmiş.  —Heyt! demiş. —Heyt! demiş o da. —Kimsin sen? Ne yapıyorsun orada? demiş. —Falan yerdeki padişahın kızını keçi çobanının oğluna çatıyorum. —Çatamazsın, demiş. —Çattım bile, demiş. Hemen padişah iniveriyor, biniveriyor atına, hadi gidiyor oradaki keçi çobanının evine varıyor. Ondan sonra buluyor keçi çobanının hanımını. —Bu çocuğu bize satsanız ya, diyor. —Ay, hiç evlat satılır mı? Ama bakalım beyim gelsin de sorarız, diyor. Adam geliyor. Bir tarafına altın koyuyorlar, bir tarafına çocuğu koyuyorlar. Padişah alıp çocuğu gidiyor. —Ben bunu kessem katil olurum. Ne yapayım ben bunu, ne yapayım ben bunu? Bir dağın içinde bir ağacın kovuğuna koyuyor çocuğu. Alıp kendini gidiyor. Sabah olunca o köyün insanları ava çıkıyorlar. Çocuğu orada buluyorlar. Ondan sonra zengin birisi varmış. —Bunu ben bakarım, büyütürüm, eriştiririm, demiş. Aradan baya bir zaman geçmiş. Çocuk büyümüş, erişmiş, delikanlı olmuş, oğlan çocuğuymuş. Padişah şimdi yine gezmeye çıkmış. Gelince kime gelecek, zenginlere gelecek tabi. Yine o adama misafir olmuş, o bulan adama. Bakmış çocuk, öyle fır fır dönüyormuş padişahı başında. —Ya arkadaş, amma evlat yetiştirmişsin ha, demiş. O da: —Çok iyidir. Kendi evladım gibi, demiş. —Bu senin kendi evladın değil mi? demiş. —Değil. Ben bunu bir gün dağa çıktık, bayıra, ağaç kovuğunda buldu arkadaşlar, bana verdiler. Ben de büyüttüm, eriştirdim, demiş. —Bunu bana satmaz mısın? demiş padişah yine. —Yok. Ben baktım, büyüttüm, eriştirdim, ayrı yuva kuracağım ona, demiş. —Ben bir mektup yazsam acaba benim vezirlerime götürmezler mi? demiş. —Götürür, demiş. Bir mektup yazıyor. Çocuk biniyor ata, doğru götürüyor işte nereyi istiyorsa, İstanbul, Bursa, neyse nereyse. Götürüyor, ama çok yorulmuş çocuk. Padişahın evinin yanına varmış. Çok yorulmuş, yatmış bir ağacın dibine, oraya çınar ağacının dibine. Ondan sonra kız da görmüş onu camdan. Hemen varmış oğlanın yanına. Açmış bakmış, cebinde bir mektup var. Bir de açsa baksa babasının mektubu. Padişah —Mektubu alır almaz hemen bunu cellat et, öldür onu, demiş. Kız da şimdi alıyor mektubu, bir mektup yazıyor: —Ben varana kadar nişanını, nikâhını, düğününü yapın. Yazıyor kız mektubu, koyuyor cebine. Öteki mektubu alıyor, atıyor. Ondan sonra oğlanın aklı başına geliyor. —Ben vezirleri göreceğim, diyor. —Sen vezirleri göremezsin, diyorlar. Oğlan mektubu çıkarıyor, veriyor. Hemen vezirler böyle kap kucak yapıyorlar onu.  Ondan sonra hemen bir nişan, bir nikâh, bir düğün everiyorlar onları. Padişah yok evde. Ondan sonra —Padişah geliyor, padişah geliyor! Karşılamaya çıkmışlar. Atı süslüyorlar püslüyorlar, oğlanı da üstüne bindiriyorlar, çıkıyorlar padişahı karşılamaya. —Yahu, ne yaptınız siz? Ne oldu? Ben mektuba yazdım, ben varana kadar bunu öldürün. Siz ne yapmışsınız. —Ama bizim mektup böyle, önümüze gelen mektup, diyorlar onlar da. Sonra kız demiş ki oğlana: —Bak, babam seni bir yere yollayacak olursa bana sormadan hiç bir yere gitmeyeceksin. Bana soracaksın, ondan sonra, demiş. Padişah şimdi demiş ki güveyiye: —Git fırından ekmek al gel, demiş. Kıza gitmiş: —Baban beni fırına ekmek almaya yolladı, demiş. —Ben gideyim, demiş kız da. Hemen kız gidiyor fırına. Padişah demiş: —Ben fırıncıya, buraya bir insan yollayacağım. Ben padişah güveyisiyim, ben padişahım dese bile hemen fırına kakacaksınız bunu, demiş. Ondan sonra hemen kız gitmiş. Padişah: —Ulan sen ekmek almaya gitmedin? demiş. Oğlan da: —Kız yollamadı beni, kendi gitti, demiş. Kız dolanıp da gidene kadar padişah varmış fırına. —Ben padişahım dese bile dinlemeyin, demiş ya. Hemen padişahı kakıyorlar fırına. Padişahın yerine güveyisi kalıyor, hala daha geçiniyorlarmış.
Keçi Kız
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Keçi Kız Bir kadın varmış. Bir de kızı varmış. Keçi kılıfı giyermiş. Evde soyunurmuş, gezmeye  giderken keçi kılıfı giyermiş. Dereye çamaşır yıkamaya gitmiş. Dereye çamaşır yıkamaya gidince oraya da güzel bir oğlan gelmiş beygirle beygir sulamaya. Kıza: —Kız, benle gelir misin? demiş. —Gelirim, demiş. —Ama ben keçi kızım, demiş. Keçi kılıflarını giyivermiş keçi kızı olmuş. —Böyle alır mısın? demiş. —Alırım, demiş. Şimdi bu oğlan kızı almış. Anası da: —İlle o keçi kızını almayalım, demiş. —Alalım, alacağız! İlle alınacak o kız, demiş oğlan. Kız evde keçi kız olurmuş, adamın yanına varınca da keçi kılıflarını çıkarıverirmiş. Boynuzları varmış. Kaynanası makarna börek seriyormuş. Keçi kız da yanından tüyleyivermiş*. Kaynanası da bir oklava vurmuş. —Ne vuruyorsun oklavayı? demiş geçmiş. Kaynanası düğüne gitmiş, oyuna gitmiş. Orda güzel bir gelin oynamış. Oynamış oynamış oynamış. —Vay benim böyle bir gelinim olsa, her şeylerimi veririm. Kız sen kimin gelinisin? Pek güzelsin, demiş. O da: —Ben oklavacıların geliniyim, demiş. Ertesi gün yine kaynanası makarna pişiriyormuş. Evin içinde hizmet yapıyormuş. Hızla kaynanasının kıyısından geçivermiş. Kaynanası da bir pabuç atmış ardından. —Dün yaslağaç* üstünden geçtin, bugün de sofranın üstünden mi geçiyorsun? Ertesi gün akşam yine oyuna gitmiş. Orda yine kız oynamış. —Kız sen kimin gelinisin? Pek güzelsin, demiş. —Ayakkabıcıların geliniyim, demiş. Kadın yine anlamamış. Şimdi yine bu oyuna gidecekmiş. Kadın yine hizmetleniyormuş. Keçi kız yine yanından geçivermiş. Geçiverince de bir çamur atmış bunun ardından. Yine oyuna gitmiş bu. —Kız kızım sen kimin gelinisin? demiş. —Çamur atanların geliniyim, demiş. Anlamış artık kaynanası hemen. Bunu anlamış. —Kızım, benim bir gelinim var, keçi gelinim. Sen pek güzeldin ya keçi kızı, ben bilemedim seni, demiş. Gelini de: —Ben senin gelininim, bilemedin mi? demiş. Artık oğluyla gelinine de: —Geçinin durun. Yiyin için durun. Ben buradan çıkayım, gideyim, demiş.       * tüyleyivermiş: Atlayıvermiş * yaslağaç: Fırında pişen ekmekleri çevirmek için kullanılan kısa saplı, oval tahta  
Keçi Kız 4
Marmara Bölgesi
Balıkesir
55. Keçi Kız Şimdi bir adamın karısı ölüyor. Karı ölünce bir kız kalıyor. Tekrar adam evleniyor. Evlenince de öteki karıdan da oluyor bir kız. Bu sefer kendi kızı çirkinmiş. Evvelki kadının kızı da güzelmiş. Dünür geliyorlar. Bu diyor ki: —Hangisine geldiniz? Ona mı, buna mı? Şimdi kendi kızı çirkin ya, kendi kızını almayacaklar, onu alacaklar diye o karının kızına keçi kürkü giydirmiş, sırtına. Keçinin derisini giydiriyor kızlığına. O, keçi kız oluyor. Bu sefer diyorlar: —Biz evvelki kıza geldik. —Hah, keçi, Allah’ın keçisini ne yapacaksınız siz alıp? Alacaksanız aha benim kız bu, diyor. —Hayır, biz öteki kızı alacağız, diyorlar. -Bizde başka kız yok ki, aha bu keçi var. Keçiyi mi alacaksın? Keçiyi alacaksanız keçiyi alın, diyor. Gulileri[1], kazları varmış. Kazları kız güdermiş. Keçi kıza demiş ki: —Hadi git, kazları yay, demiş. —Ben ne yiyeceğim? demiş kız da. —Kazlar ne yiyorsa sen de onu ye, demiş. Kazların yediği yenir mi? Kazlar ot da yer, bok da yer. Kazların yiyeceğini yedirmiş. Kendi kızına gelince de onu giyindirmiş kuşandırmış, vermiş. Kız bir gün öyle, iki gün öyle, anası da ölünce anasının mezarına varmış, anasının kemiklerini almış, orada bir kovuk çınar varmış, kovuk çınarın içine atmış. Şimdi kaz yayımına gidiyor ya, kaz yayımına gittiği yerde, orada çınar varmış, çınarın kovuğuna atıyor. Çınarın kovuğuna varırmış. Ağlarmış, ağlarmış, ağlarmış. —Anam kalk. Bana şöyle çektiriyorlar, şöyle çektiriyorlar. —Hadi kızım, hiç tınlama. Sabret kızım sen. Anası kızı avutuyor. Eve gitmiş. Şimdi bir de dernek çıkmış. —Hadi sen kazları  yaymaya git. Nereden gideceksin sen derneğe? Ne yapacaksın sen dernekte? demiş. Buna keçi derisi giydirmiş ya. —Git, kazlara git sen, demiş. Kazlara gitmiş. Anası da, o çınarın kovuğundaki karı, o kıza elbiseler almış, giyindirmiş kuşandırmış. Allah tarafından giyinmiş kuşanmış. Derneğe gitmiş. Ötekiler gelinceye kadar kazları bırakıveriyor oradan, hadi onlardan evvela gidiyor, derneğe varıyor. Demişler: —Dernekte bir güzel kız var, kim ki o kız? Tanıyamamış. Çünkü keçi kürkü var ya sırtında. Kendi kızını tanıyamamış. Oynamış tüylemiş[2],   oynamış  tüylemiş,  oynamış  tüylemiş,  oradan  kız  yine kayboluvermiş. Kazların yanına gelmiş.  Dernek dağılana kadar öteki giyimlerini çıkarıyor, koyuyor oraya. Kendi kürkünü giyiyor, eve öyle geliyor.  —Abla, bugün bir kız vardı. Bir güzeldi, bir güzeldi, dünya güzeliydi. Öyle güzeldi. Biz öyle güzel kız hiç görmedik ömrümüzde, hayatımızda, demiş. —Ya, öylemi? demiş. —Öyle, çok güzel kız vardı, demiş. Kız kendisi olduğunu söylemezmiş. Bir gün böyle, iki gün böyle derken analık bir gün bunu gizliyor. Analık gari ya. Şimdi adama dermiş: —Ay mı güzel, gün mü güzel, sen mi güzel, ben güzel? demiş. —Ay da güzel, gün de güzel, sen de güzel, ben de güzel, ama benim nar tanem daha güzel, demiş. Kızın adı Nartane’ymiş. Kızından ötürü, —Nartane’m daha güzel, demiş. —Nerede Nartane? —İşte falan yerde. Ondan sonra kızı kovalatmış. Oradan kovalatır buradan kovalatır, az sonra denize attırmış. —Kızı kasanın içine koyacaksın, ondan sonra denize attıracaksın, demiş. Kasanın içine koyuyor adam kızı denize atmak için, ama adam nasıl atacak? Sen kızını atabilir misin? Atamazsın. Kız o zaman öyle demiş: —Baba, atma beni denize. Gelirim ben yüze yüze. Atma baba, atma baba! demiş.   Atıyor babası. Denizden yine kız kasanın içinde yüze yüze yüze ta kenara çıkıyor. Balıkçıların yanına geçiyor. Balıkçılar geliyor yanına, içinde ne varsa. Balıkçıklardan birisi: —İçi senin, dışı benim, diyor. Adam dışını güzel görüyor da içindekini görmüyor. İçindeki kız daha güzel. —Tamam, diyor. Bir de alsalar baksalar ki, kasanın içinden dünya güzeli bir kız çıkıp geliyor. O da onunla evleniyor. Mutlu mesut yaşıyorlar.         [1] Hindi [2] Atlamış
Keçi Kızı
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Keçi Kızı Bir adamla bir karı varmış. Evlatları olmuyormuş. —Ey Allah’ım! Bize bir evlat ver, ver de nasıl olursa olsun, bizim de dumanımız tütsün, demişler. Bunlara da Allah bir keçiden evlat vermiş. Bu evladı büyütmüşler, on on beş yaşına girmiş. Bir gün demiş ki: —Hadi yavrum, âlemler gidiyor; çamaşır yıkayalım, benim giyeceğimi yıkayalım. O da aşağı yukarı gezinir gezinir yapmazmış. Anası bunu uykuya yatmış. Kalkıvermiş. Keçi kabuğunu koymuş. Appacık* çamaşırları yıkamış. Çamaşırlarını küllemeye koymuş, bohçasına koymuş. Neyse akşam eve geliyor. Akşam bunun arkasından Beyoğlu dünür geliyor. —Nine, amca, senin kızını ben alacağım! -Ulan oğlum, benim kızımın başı hallı, sen bir Beyoğlu’sun. Yapamazsın, edemezsin, dediyse de, —Halına malına bakmayacağım. Ben istiyorum, diliyorum. Ben bunun hünerini öğrendim, gördüm. Anası, babası diyor: —Buyur, gelsin istesin. Biz ne vermeyelim? Allah’ın emriyle vermişler bunu. Allah’ın emriyle düğün yapmışlar, nişan yapmışlar, almışlar. Günlerden bir gün diyor ki: —Oğlum, bana kapıları açık bırak. Bunun hünerini ben de göreyim. Evin içi yıldız gibi yanarmış. Çok güzelmiş, hünerliymiş. Fakat Cenap-ı Allah’ım, keçi kılığını giydi mi keçi olurmuş, keçi haletine girermiş. Neyse bunlar bunun anasıyla bunu pencereden tanıyor. —Ben kapıyı dayaklamayayım. Gör, diyor. Pencereden bakıyor, evin içi yanıp durur. Kız geziniyor, bulaşık yıkıyor. —Ulan, Allah ya bana verir ya ona verir, diyor. Kapıya bir yükleniyor. Keçi, kabını aldığıyla mışınganın* içine vuruyor. Keçi kabı mışınganın içinde yanıyor. Beriki kız evin ortasında yanıyor, kül olup gidiyor. Anası geliyor, babası geliyor, kocası geliyor, ağlıyor, feryat ediyor. —Yapmayaydım iyi, ama ben de ellere karışsın evladım diye yaptım, diyor. Bu yollara düşüyor. Burada da bitiyor.     * appacık: Bembeyaz * mışınganın: Sobanın
Keloğlan
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Keloğlan Bir Keloğlan varmış. Keloğlan’ın da iki tane yengesi varmış, iki de abisi. Keloğlan’a demişler ki yengeleri: —Keloğlan bize su getirsene. O da: —Keyfim yok benim, demiş. O da çok haylazmış. —Ama abilerine sana hiç hediye getirttirmeyiz, demişler. Boğazını da çok severmiş. —Fındık fıstık getirttirmeyiz. Almış bakırları, gitmiş suya, dereye. Öyle derken kovanın içine bir balık girivermiş. Girince hemen yakalamış Keloğlan balığı. —Keloğlan, sal beni, demiş. —Salmam, demiş. —Sal, demiş. —Sana bir yardımım dokunur, demiş. —Yengeme pişirtirim ben seni, yardımın dokunur, demiş. —Ama ne dileğin varsa hemen benden dile, demiş. O da: —Nehirdeki balığın emriyle, Keloğlan’ın dileğiyle kovalar eve marş marş, demiş. Evvel kovalar önden, Keloğlan arkada. Kovalar yerişmiş yengelerine. Yine —Keloğlan, bizim odunumuz yok, demişler. Keloğlan hemen: —Nehirdeki balığın emriyle, Keloğlan’ın dileğiyle balta odunları kes, odunlar sen buraya yerleş, diyor. Balta kesiyor, odunlar yerleşiyor yerlerine. —Keloğlan, bizim evde de odunumuz kalmadı. —Deredeki balığın emriyle, Keloğlan’ın dileğiyle bir araba.  Yine: —Deredeki balığın emriyle, Keloğlan’ın dileğiyle araba bayıra marş marş. Gidiyorlar bayıra. Hiç önüne geçilmezmiş Keloğlan’ın arabasının —Balta sen odunları kes deredeki balığın emriyle, Keloğlan’ın dileğiyle. Odunlar kesiliyor, araba doluyor. —Hadi eve marş marş Keloğlan’ın dileğiyle. Ondan sonra bunu padişah duyuyor. —Nasıl şey bu böyle, diye hayret edip kalıyor herkes. Sonra bunlar neyse, padişah diyor: —İlle getir onu buraya, diyor. —Gitmem, ben gitmem, diyor Keloğlan. —Keloğlan neyi seviyor? —Kırmızıyı seviyor. Kırmızı balığı seviyor, kırmızı elbiseyi seviyor. Giydiriyorlar, kuşatıyorlar kırmızı elbiseyi, ama yine gitmiyor adam. Biraz içki miçki içiriyorlar buna, alıp götürüyorlar. Ama karyoladan inmezmiş Keloğlan. —Deredeki balığın emriyle, Keloğlan’ın dileğiyle, padişahın evine karyola marş marş. Karyola gidermiş. Bir de bakmış padişah bir karyola geliyor ama,  ondan sonra padişahın kızı görüyor, bu Keloğlan. —Keloğlan’a gideceğim de Keloğlan’a gideceğim, diyor padişahın kızı. —Olur mu? Sen padişahın kızısın. Ben seni Keloğlan’a nasıl vereceğim? Olmaz, diyor. Kızına kızıyor. Kızını fıçının içine koyuyor, Keloğlanı da koyuyor fıçının içine. Atıyorlar denize. Dalga vura vura vura kıyıya çıkarıyor bunları. Keloğlan’ın yanında bir çakı varmış. Böyle yapa yapa yapa açmış. —Ben nerdeyim? demiş. Keloğlan’ın aklı başına gelmiş. —Ben nerdeyim? Çok dar yerdeyim. Kız: —Fıçıya koydurdu babam bizi, attırdı, demiş. Sonra çıkmışlar bir kıyıya. —Keloğlan, istesen sen bir ev yapamaz mısın? demiş kız. Ama padişahın sarayı da böyle karşılarında duruyormuş, kızın babasının sarayı. —Deredeki balığın emriyle, Keloğlan’ın dileğiyle padişahın sarayından ala bir saray, demiş. Hemen oraya bir saray dikiliyor. Masal bu ya. Padişahın sarayından âlâ. Allah Allah, padişah bakmış bakmış: —Kim bu benim toprağıma gelip de bu sarayı konduran? demiş. Çağırmış onu, davet etmiş. —Padişah kendi gelsin. Her ne konuşacaksa padişah kendi gelsin, demiş Keloğlan. Çağırmış padişahı, o davet etmiş, yemeğe çağırmış. Ama padişah bakmış. —Deredeki balığın emriyle, Keloğlan’ın dileğiyle padişahın eşyasından daha ala eşya, yemek takımından daha ala yemek takımı. Bir de geliyor padişah ne görürse böyle her şeysi ondan ala. Kız padişahın sarayından iyi, ala her şeyi görmüş, ama Keloğlanı güzel görmemiş kız. Babasının önüne çıkarmaya utanmış yani. —Keloğlan, her dediğimi yapıyorsun. Bunu da yapabilirdin. Daha bir ala, daha bir güzel olabilirsin. —Deredeki balığın emriyle, Keloğlan’ın dileğiyle, kendimi şöyle civan gibi bir delikanlı istiyorum, demiş. Olmuş civan gibi bir delikanlı. Padişah geliyor: —Sen kim oluyorsun? Kendin gençsin, kuvvetlisin, güçlüsün. Sarayın benden ala, eşyaların benden ala, kim oluyorsun sen? demiş. —Hani bir kızını fıçıya koydurup da denize attırdın ya. Benim işte, Keloğlanım ben, demiş. Hala daha geçinir giderlermiş.
Keloğlan
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Keloğlan Bir padişah varmış. Padişahın üç tane oğlu varmış. Yalnız padişah bir elma yangınıymış. Yılda bir tek elma olurmuş. Her sene bunu bir dev aparır gidermiş*. Şimdi büyük oğlan diyor ki. —Şimdi baba, ben elmayı bekleyeceğim. —İyi oğlum. —Bana bir kılıç yaptırıver. Büyük oğlana bir kılıç yaptırıyor. Elmanın bir günü varmış. O gün elma düşermiş. O gün de onu dev gelir götürürmüş. Büyük oğlan gidiyor beklemeye. İlerden bir dev geliyor, bir dal yerde bir dal gökte. Bunu gören padişahın oğlu kaçıyor. Öbür sene onun küçüğü geliyor beklemeye. O da aynı kaçıyor. Sıra gelmiş Keloğlan’a. Keloğlan diyor ki: —Baba ben gideyim. —Ulan büyüklerin bir bok yiyemedi. Sen ne yapacaksın? —Baba, sen yap bana bir kılıç madem, diyor. —İyi, hadi, diyor. Neyse, elmanın günü varmış. Kılıcı da alıyor, Keloğlan varıyor. Varsa ki dev ileriden geliyor. Dev elmayı yiyecek. Kırk adım sayıyor Keloğlan. —Ey dev sağdıç, al bakalım elmayı! diyor. O da: —Vo vo vo vo, yaparmış. Şimdi dev tam gelmiş, —Bismillahirrahmanirrahim, diyor, bir kılıcı sallıyor, devi minare gibi göçürüyor. Keloğlan’a diyor: —Bir daha vur! Bir daha vurdu mu yine kalkarmış. —Bir daha vur! diyor. —Beni anam bir sefer doğurdu, on sefer doğurmadı, diyor. Dev o şekilde, ardını görmeden kaçıyor. Elma düşmüş, Keloğlan getiriyor, babasına veriyor. —Ulan Keloğlan, elmayı nasıl getirdin? diyor. —Devi vurdum. Yalnız dev yaralı kaçtı, diyor. —Ulan vurdun mu? —Ben devi vurdum. Yalnız dev kaçtı. Elma düştü, dev yaralı kaçtı, diyor. —Ulan deme! —Bak elma, diyor. Bir kırıyorlar elmayı. Hakikaten elma elmasla dolu. Dev kaçmış kanıyla. Şimdi bunlar —Gidelim bunun ardından, diyorlar. Şimdi gidiyorlar bunun ardından. Bir kör kuyuya kendini atmış dev. Bir bakıyorlar, kuyunun dibi görünmüyor. Büyük oğlan diyor ki: —Ben gireceğim devin yerine. —İyi bakalım, gir. —Ben yandım deyince beni çıkarın, diyor. Bağlamışlar urganları. Aşağı gidiyor gidiyor gidiyor, bu —Yandım, korktum, çıkarın beni! diyor. Bunu çıkarmışlar. Öbürü de yine aynı. İki tane ağabeyi korkmuşlar, girememişler, —Çıkar beni! demişler. Keloğlan’a geliyor sıra. —Ben gireceğim, diyor Keloğlan. —İyi ya, diyorlar. —İp bitti mi beni koyuverin aşağıya, diyor Keloğlan. —Yandım, söndüm, yandım, söndüm! diyor Keloğlan. —İp bitti, diyorlar. —Koyuverin ipi! diyor. Koyuveriyorlar. Lapa küt lapa küt Keloğlan yere düşüyor. Keloğlan’ın tabi her yanı acımış. Şöyle bir oturmaya gelmiş. bir de baksa ki üç tane kapı. Birinci kapıya bakıyor, bir kız tezgah dokuyup durur. Kız ağlayıp duruyor öyle. —Ay, sen nereden geldin buraya? Burada bir dev var, diyor. —Nerede o? diyor. —Şu benim ortanca biraderime sor, diyor. O da aynısını söylüyor. Küçük kıza geliyor. En güzel de küçük kızmış. —Şimdi babam şu odaya girdi. Gözleri fincan gibi şangır şangırsa uyuyordur. Şöyle hafif sönükse bakıyordur, diyor. Bir baksa ki dev uyuyup durur. Hemen kılıcını almış. Devin ayağının altına dürtüyor. —Ey dev sağdıç, kalk, ayağa kalk! diyor. —Ulan Keloğlan, dünyada buldun, burada da mı buldun beni? diyor. Bunun boynuna bir kılıç, ölüyor. Şimdi orada üç tane kız var. —Birini büyük ağabeyime vereyim, ikincisini ötekine vereyim, küçük kızı da ben alayım, diyor Keloğlan. Kızlara diyor ki: —Neyiniz varsa toplayın. Hepsini toplatıyor. —Çekin bakayım yukarıya. —Bu büyük ağabeyimin nasibi, bu kız! diyor. Ötekinin eşyalarını çekiyor. —Bu da onun küçüğü ağabeyimin! diyor. —Küçük kız da, bu da benim! diyor. Şimdi küçük kız diyor ki ona: —Keloğlan, sen çık evvela. Ben gittim mi sen çıkmazsın. Evvela sen çık. Şimdi ben çıktım mı senin ağabeylerin beni güzel görürler berikilerden, bak seni çıkarmazlar, diyor. —Benim biraderler böyle bir şey yapmazlar. Çık bakalım sen, diyor. —Pekala. Al sana şu yağlı kara kayışı. Bak bu yağlı kayışı yere vurdun mu bir ak koç var, bir kara koç. Dövüşürler. Ak koçun üstüne binersen o anda sen dünya yüzüne çıkmış olacaksın. Eğer kara koçun üstüne binersen yedi kat daha yerin altına ineceksin, diyor devin kızı. —Ver bakalım kayışı, diyor. Veriyor. —Bu da benim nasibim, diyor. Büyük ağabeyleri bir bakmışlar, anam güneş gibi parlıyor. —Bu bizim Keloğlan’a münasip değil. Bu bana münasip, diyor büyük oğlan. Keloğlan: —Bir de ben varayım, diyor. Bir de baksa ki Keloğlan, iple aşağıya düşmüş. Kızları ötekiler aldığıyla gidiyorlar. Keloğlan kalmış kuyunun içinde. —Ey Keloğlan, biz kızın lafına bakmadık, diyor. Neyse, kız kayış veriyor ya, kayışı bir vuruyor yere. Bir de baksa ki bir ak koçla kara koç dövüşüyorlar. —Ulan bu ak koçun üstüne bir bineyim, diyor. Hadi kara koçun üstüne. Yedi kat daha yerin altına gitmiş Keloğlan. —Eeee bize gari dünya yüzüne çıkmak yok, diyor. Keloğlan gidermiş boyuna. Bir büyük kasabaya varıyor. Bir çeşmenin başında bir kız kavakta bağlı, kız boyuna ağlayıp durur. Varıyor oraya. —Ya kardeş, sen niye burada bağlısın? —Ben hükümdarın kızıyım, diyor. —Eeee? —Burada bir dev vardır. Her gün burada bir insan yer. Biz de birer bardak su alırız. Çeşmelerimiz kapalı. Birimizi yedi mi salar suyu o. Biz de birer ikişer testi su alırız, diyor. —Nasıl dev? diyor. —Koca bir dev. Bir yanı gökte, bir yanı yerde. Sen beni bu beladan kurtar, diyor.   Keloğlan padişahın kızının ellerini ayaklarını çözmüş. Kız Keloğlan’ın başında durmuş. —Çık, çık, çık, derken Keloğlan kızın başında uyuyakalmış. Dev de ilerden geliyor. Şimdi dev: —Nasip birdi, iki oldu; nasip birdi, iki oldu! diyor. Kız kaldıramıyor Keloğlan’ı. Kızın gözünün yaşı bir düşüyor Keloğlan’ın yüzüne. Kız: —Geliyor, diyor. Hemen Keloğlan —Ya Allah Bismillah, deyip kırk adım sayıyor dikeliyor. Dev tabi geliyor. —Ey dev sağdıç, beni geç de öyle kızı al, diyor. Dev de: —Hovo vo ov vo, yaparmış. Keloğlan —Bismillahirrahmanirrahim, deyip bir kılıç sallıyor, devi minare gibi göçürüyor. Bu arada bir kanlı su gelmiş ki oraya. Kanlı suya kız hemen koşuyor. Elini suya sokuyor, Keloğlan’ın sırtına basıyor. Gidiyor hükümdara haber vermeye. Şimdi Keloğlan orada bir koca karının evine varıyor. —Nine, çok acıktım. Bana biraz yemek veriri misin? diyor. —Ya evladım sen nerelisin? Yabancısın galiba bu diyarda, diyor. —Yabancıyım nine, diyor. Nine buna yemeğini hazırlayıp önüne koyuyor. —Nine bir suyun yok mu? diyor. Nine çıkıyor dışarıya. Tasın içine işemiş. Nine bunu veriyor su diye. Keloğlan bir içiyor. —Nine bu tuzlu tuzlu ne? diyor. —Ah oğlum ah! diyor. —Eeee? —Burada bir dev var. Her gün bir insan yer. Bugün hükümdarın kızı yiyecek de biz birer ikişer su alacağız, diyor. —Nine ben devi öldürdüm de geldim buraya, diyor. —Ulan oğlum, senin gibiler kaç oldu geldi geçti buradan, falan derken padişah bir tellal bağırttırıyor ki, minare gibi yıkılmış dev, ölmüş yani. Tellalı bir bağırttırıyor ki: —Bu devi öldüren derhal meydana çıksın! Benim kızım onu tanıyacak. Ona kızımı vereceğim. Büyük vezirim yapacağım onu, diyor. Adamlar: —Padişahım, ben öldürdüm. —Kızım, bu mu? —Değil baba, değil! —Padişahım, ben öldürdüm devi. —Değil, değil baba! Yine tellal bağırtıyor: —Nerede kıyıda köşede insan varsa benim sarayımın önünden geçecek. Kızım üç tane elma atacak o şahıssa, diyor. Nine de Keloğlan’a diyor ki: —Oğlum, bütün millet sarayın önünden geçecek. Yavrum, sen de gitsene. —İyi ya nine, ben de geçeyim oradan, diyor. Oraya varıyor. Keloğlan geçerken kız tabi bakıyor. Hemen lap lap lap elmaları atıyor. Hemen Keloğlan’ı yakalamışlar. —Kızım, bu şahıs mı? —Evet baba, bu. Bakın sırtına, kan vardır, diyor. Keloğlan’ın sırtına bir bakmışlar, kan durup durur. —Tamam, inandık. Bu şahıs öldürmüş. Padişah diyor ki: —Oğlum, benden ne diliyorsun? diyor. —Hükümdarım, ne dileyeyim? Sağlığını dileyeyim, diyor. —Oğlum, sağlığımdan sana bir fayda yok. Dile! —Beni şu dünya yüzüne çıkarabilir misin, diyor hükümdara. —Ah oğlum, bende o kuvvet yok. Yalnız sana bir tarif vereceğim. Şurada ilerde büyük bir kavak vardır. Bir Anka kuşu denen kuş her sene oraya yuva yapar. O kuşa git sen. Kuş eğer kabul ederse seni o çıkarabilir, diyor. —Nerede o kavak hükümdarım? diyor. —Falan yerde. Kavağa varsa baksa ki bir yılan kavağı sarıp durur. Yavrular yukarda çığrışıp durur. Hemen bu kılıcı bir vuruyor yılana, yılanı öldürüyor. Kavağa çıkıyor yılan da, yavruları yiyecek. İyice yılanı yığmış böyle, yastık yapmış, kafasının altına koymuş. Keloğlan uyuyakalmış orada. Anka kuşu da gelmiş. —Ulan demek her sene benim yavruları öldürüp yiyen bu olmak var, diyor. Hemen bir yerden taş almış. Keloğlan’a vuracağı zaman o taşı, hemen yavrular: —Baba, sen ne yapıyorsun? Başucunun altına baksana, diyorlar. Başucunun altına vuruyor. Keloğlan da uyanmış. Korkuyor Keloğlan. —Korkma oğlum benden. Dile oğlum benden dileyeceğini, diyor. —Senden ne dileyeyim ben? diyor. —Dile benden dileğini. Her sene bu yılan benim yavrularımı yerdi. —Kuş ana, beni çıkarabilir misin dünya yüzüne? diyor. —Oğlum, evvelki vaktim olaydı ben seni çıkarırdım. Ama yine ben deneyeyim kendimi. Şu kavak gibi beş misli yukarıya çıkabilirsem, ben seni çıkarırım, diyor. —Tamam. Kuş bir fırlıyor yukarıya, on misli gidiyor. Dönüyor geliyor. —Seni ben çıkarırım. Sen bana kırk tulum et, kırk tulum su getireceksin, diyor. —Tamam kuş ana, ben sana getireyim. Hemen varıyor hükümdara. —Padişahım, kuş beni çıkaracak. Kırk tulum bana et, kırk tulum su vereceksin, diyor. —Tamam oğlum. Çabuk hazırlanın! Kırk tulum et, kırk tulum su veriyorlar. Keloğlan alıyor bunları. Kuşun üstüne biniyor. —Oğlum, iyi yakala beni. Allah şahidim olsun, seni ben çıkaracağım, diyor. Lark diyor, et veriyor ağzına; lurk diyor su. Lark Lark Lark lurk Lark lurk, tam dünya yüzüne çıkacağı zaman kuş lark diyor, et bitmiş. Hemen kesmiş baldırını, kuşun ağzına veriyor. Bunu dünyaya çıkarmış. Kuş: —Yürü bakalım evlat, diyor. —Hadi kuş ana, sen git. Ben giderim, diyor. —Git şöyle bakalım, bir yürü, diyor. —Kuş ana, sen git, diyor. —Sana bir vurursam yedi kat yerin altına dönersin oğlum! diyor. —Nereye yürüyeyim, bacağım gitti, diyor. Hemen dilinin altından çıkarıyor bu eti. İnsan eti olduğunu anlıyor bu. Bir sürüyor, Keloğlan’ın ayağı düzelmiş. —Hadi gari serbestsin, diyor. —Sağ ol kuş ana, sağ ol kuş ana! Keloğlan ha bakalım de bakalım derken kendi vilayetlerine gelmiş. Şimdi küçük kızı büyük oğlan alacak. Babalarına demişler ki: —Bizim Keloğlan’ı dev öldürdü. O kuyuda kaldı. Dev onu öldürdü. Babası da ağlaya ağlaya, —Ah benim Keloğlan’ım, diye diye gözleri bir ama haline gelmiş. O zaman büyük oğlan, küçük kızı alacak ya, küçük kız da: —Şöyle kabul ederim ben. Evet varırım ben, varırım ama bir dileğim var padişahım, diyor. —Söyle bakalım. —Bir fındık içinde gözle görülmemiş, elle dikilmemiş bir gelinlik getirebilirsen senin oğluna varırım, diyor. Keloğlan da terzilere hizmetçi durmuş o anda. —Şimdi bunu kim yapar, kim yapar. —Bunu terziler yapar. Bütün terzileri topluyor. -Size kırk gün müsaade. Kırk birinci gün boynunuz cellat. Bir fındık içinde el değmemiş, sındık* kesmemiş bir gelinlik. Derhal bulursanız bulursunuz, bulmazsanız boynunuz cellat, diyor. Şimdi herkes gelir ağlarmış. Şimdi kim bunu yapabilir, öyle ya. Ağlarlarmış, ağlarlarmış. Keloğlan diyor ağasına: —Sen ne diye ağlıyorsun? —Ulan sorma Keloğlan? —Söyle bakalım. —Bizim padişahın gelin kızı bir fındık içinde elle kesilmedik, sındık değmemiş bir gelinlik istiyor, demiş. —Kolay o, kolay. Siz bana bolca fındık, ceviz getirin, bolca badem getirin. Ben bunu yaparım, diyor. Herkes bademi, cevizi, fındığı getiriyor. —Bana bir örs, çekiç getirin, diyor. Bir örs, çekiç getiriyorlar. Keloğlan sabaha kadar yiyip, akşama kadar car car osururmuş gari. Yanında duramazlarmış. Şimdi Keloğlan sabaha karşı kara kayışı bir vuruyor yere, kız bakalım Keloğlan dünya yüzüne çıktı mı diye bunu istemiş. Kara kayışı yere bir vuruyor, hemen bir Arap çıkıyor. —Buyur ağam, diyor. —Bir fındık içinde göz görmemiş, el değmemiş, sındık kesmemiş bir gelinlik, diyor. -Derhal ağam, diyor. Hemen Arap geliyor. Bütün terziler orada. Bir kırmışlar fındığı. Kız anlıyor. —Keloğlan dünya yüzünde. Buraya çıkmış. Bunu o yapar kayışla, diyor. O zamanlar damat değnek oynamaya gidermiş. Hani evvelden böyle değnek oynanır ya. Herkes gidermiş. —Hadi Keloğlan, değneğe gidelim. —Kafam kel. Orada birisi kafama bir değnek vurur. Ölmeğe hiç vaktim yok. Siz gidin, diyor. Herkes çekiliyor değneğe. Hemen kayışı bir vuruyor yere. —Bana bir kır at, bir kıl elbise, bir kılıç. At, rüzgar gibi uçacak, diyor. —Peki ağam, peki. Arap getiriyor. Alıyor kılıcını, hadi değnek yerine. —Varıyor bir oğlan, varıyor bir oğlan, varıyor bir oğlan! derken bir kılıç çekiyor, kelle bir kıyına, gövde bir kıyına. Hani ağabeyi ölüyor. Koyuveriyor atı, gidiyor. Millet böyle ağlarmış geri vardığında. —Ne oldu ağalar? —Ulan Keloğlan sorma. Bir kıl elbiseli, kır atlı biri geldi. Damadı kesti, kaçtı. Ah tüh ah tüh. Şimdi Keloğlan kalaycılara geçmiş hizmetçi olaraktan. Damat öldü. Padişah: —Bunu küçüğüne yapalım bunu, diyor. Kız diyor ki: —Varırım, ama şöyle varırım, diyor. —Nasıl varırsın? —Bir altın sini içinde tavşan kaçacak, tazılar kovacak, avcılar tan tun tan tüfek atacak kelle horoz çırpınacak altın tas içinde. Bunu bana buldurabilirsen senin oğluna varırım. Öyle olmadıktan keri kabul etmem, diyor. Padişah diyor: —Bunu kim yapar, kim yapar? —Bunu kalaycılar yapar. Bütün kalaycıları çağırıp geliyorlar. —Bu durum bundan ibaret. Size kırk gün müsaade. Kırk birinci gün sizin hepinizi cellat yapacağım. Bir altın sini içinde tavşan kaçacak, tazılar kovacak, avcılar tan tun tüfek atacak, kelle horoz ötecek. Böyle isterim, diyor padişah. —Valla biz bunu nasıl yapacağız ? diyorlar. Herkes bir ağlamak sızlamak. Keloğlan geliyor: —Ağam, sen ne ağlıyorsun? —Ulan Keloğlan böyle, diyor. —Siz bana bolca ceviz, bolca fındık, bolca badem getirin. Ben onu yaparım. —Ulan Keloğlan öyle mi? diyorlar. —Öyle. —Ulan bu iş kolaymış. Buna örs, çekiç. Keloğlan yer yer, car car osururmuş. Bu yermiş, ötekiler de bakarlarmış bu nasıl yiyor diye. Sonra gidiyorlar. Sabaha karşı Keloğlan kayışı yere bir vuruyor. —Çabuk bir altın sini! Tavşan kaçacak, tazılar kovacak, avcılar tan tun tüfek atacak, kelle horoz çırpınacak! —Tamam ağam, diyor Arap. Getiriyor. Keloğlan da ağasına veriyor. Tüm kalaycılar padişahın huzuruna. Bir bakıyor kız: —Ha, bizim Keloğlan burada. Kimse yapamaz bunu, diyor. Kız Keloğlan’ın orada olduğunu anlıyor. Hadi bakalım değneğe gitmişler öteki oğlana. Keloğlan’a: —Hadi değneğe gidelim, diyorlar. —Ulan kafam kel. Oralarda birisi değnek vurur da, ölmeğe vaktim yok ağalar, diyor. Hepsi gitmiş değneğe. Keloğlan kayışı yere vuruyor. —Çabuk bana bir sarı elbise, sarı at, bir kılıç getireceksin, diyor. —Buyur ağam istediğin at, diyor Arap. —Tamam. Hemen elbiseyi giyiyor. Sarı elbise, sarı at, kılıç. Gidiyor değnek yerine. Orada —Varıyor bir oğlan, varıyor bir oğlan, varıyor bir oğlan! derken varıyor, bir kılıç vuruyor damada. Öteki gibi onun da kelleyi yuvarlamış gitmiş. Keloğlan kaçıyor gari. Hemen geliyor, yere bir vuruyor kayışı. Hemen doğru babasına varıyor. Babasının sakalını kavrıyor. —Ey padişahım, ben senin oğlun değil miyim? Keloğlan denen ben değil miyim? diyor. —Oğlum, ben ne bileyim senin olduğunu. Ağabeylerin seni kuyuda dev öldürdü dediler. Benim senden haberim yok. —İşte baba, böyle böyle. Benim ağabeylerim bana bu hakareti yaptılar. Kuyudan beni çıkarmadılar. Beni Anka kuşu denen bir kuş çıkardı dünyaya. O ağabeylerimin boynunu kesen benim. Keloğlan benim, diyor. —Ulan oğlum, sen misin? Sarmaş dolaş. —Çalsın davullar Keloğlan’a, küçük kıza! diyor. Kırk gün kırk gece bir davul, bir zurna. Şimdi ben de oradan geldim.   * aparır gidermiş: Alır gidermiş * sındık: Makas
Keloğlan
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Keloğlan Bir gün Keloğlan evinde uyuyormuş. Keloğlan’ın annesi de evinde ekmek yapıyormuş. Keloğlan’ı annesi bir türlü kaldıramıyormuş. Keloğlan’ın yatağının yanında  bir büyük kap içerisinde yoğurt varmış. Keloğlan uyku semesine kalkarken yoğurdun içine düşmüş. Annesi de bir tahtada ekmekleri bırakmış, fırına ekmeklerin bir kısmını  almaya  gitmiş. Keloğlan başlamış ekmekleri yoğurdun içine bandırarak yemeye. Sonra eline büyük bir kaşık alıp yoğurdu yemeye başlamış. Üstü başı yoğurt olmuş. Bacaklarının her tarafında  sinekler varmış. Keloğlan bir tane tokat vurup beş tanesini öldürmüş.  Sonra  kapıdan içeri  ekmeğin kokusunu alan bir kedi  girmiş. Keloğlan kediye bir tane yumruk atmış, kedi ölmüş. Bu arada annesi gelmiş. Annesi görünce Keloğlan’ın yaptığı rezaleti, evin her yerini yoğurda bulamış. Annesi eline bir büyük sopa alıp Keloğlan’ı kovalamaya başlamış. Keloğlan da camı açık görüp camdan kaçmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Yoldan topladığı demir parçalarıyla demirciye gitmiş. —Demirci ustası, ustam, bu demirlerden bana bir kılıç yap. Yalnız üzerine ‘Bir tokatta beş insan, bir yumrukta bir aslan’ diye yaz, demiş. —Biraz zor, ama yaparım, demiş demirci. —Tamam ustam, öylece yap, demiş Keloğlan. Sonra Keloğlan’ın kılıcı olmuş. Keloğlan şöyle bir bakar, —Bir tokatta beş insan, bir yumrukta bir aslan. Keloğlan ustasına teşekkür eder. Hayırlı işler dileyip koyulur yollara. Keloğlan az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Çok yorulmuş. Bir yeşillik, gölge yerde, çeşmede elini yüzünü yıkayıp, su içip ağacın gölgesine uzanmış. Kılıcını da toprağa saplamış. Bu çevrede padişahın kızıyla oğlu atlarıyla gezerken yolun kenarında  yeşillik bir alanda ağaca yaslanmışlar, uyuyan Keloğlan’ı görmüşler. Yaklaşmışlar. Kılıcın üstünde yazan —Bir tokatta beş insan, bir yumrukta bir aslan, yazısını gören padişahın kızıyla oğlu hemen babalarına gidip durumu anlatmışlar. Padişahın da gözleri görmüyormuş. Padişah: —Baba adam, bir tokatta beş insan, bir yumrukta bir aslan öldürmüş, demiş. Padişahın adamları Keloğlan’ı hemen alıp getirmişler padişahın karşısına. Keloğlan’a padişah: —Duyduklarım doğru mudur? diye sorar. Keloğlan: —Doğrudur padişahım, der. Padişah: —Evladım, benim gözlerim görmüyor. İyileşmem için bahçemdeki elmalar gerekiyor, demiş. Keloğlan da: —Alın, yeyin padişahım, demiş. Padişah: —O ağaçta senede bir elma çıkıyor. Ben de yiyemiyorum. Bir dev gelip yiyip gidiyor. Sende de bu marifetler, bu güç olduğuna göre o elmayı alırsın. Keloğlan, —Hık mık, der, ama padişah: —Bu akşam burada kal. Yarın dev gelir elmayı almaya. Tam öğlen çıkıyor elma, dev hemen geliyor almaya, demiş. Keloğlan ağaca çıkmış. Her tarafı zangır zangır titriyormuş. Birden ağaç sallanmaya başlamış. Keloğlan iyice korkmuş. Dev tam ağacın altına gelmiş elmaya uzanırken Keloğlan devin tepesine düşüp kulaklarını tutmuş. Devin de en hassas yeri kulaklarıymış. Keloğlan tesadüfen tutmuş, o devi yere yatırmış, elini ayağını bağlamış. Sonra padişaha elmayı getirmiş. —Buyurun padişahım. Padişah elmayı yemiş, gözleri açılmış, görmeye başlamış. Keloğlan’ı askerlerin başına koymuş. Keloğlan’ı giydirmişler, süslemişler. Bir tek atı eksikmiş. Ahıra götürmüşler. —Hangisini istersen beğen, demişler. Keloğlan bakmış, hepsi büyük. Bir tane küçük at görmüş, onu istemiş. Herkes hayretle bakmış. Keloğlan’ın beğendiği at da uçuyormuş. Sonra bir haber gelmiş, savaşa gitmişler. Keloğlan ata binmiş. At yürürken uçmaya başlamış. Keloğlan  havada korkudan ne yapacağını bilmiyormuş. Sonra atın üstünden düşüp öbür yana, savaştığı düşmanlarının bulunduğu yere bir büyük çürük ağaca düşmüş. Ağaç kırılmış, o da askerlerin üstüne yıkılmış. Askerler harap olmuş. Savaşı Keloğlan kazanmış. Padişah bunu duyunca daha da sevinmiş. Keloğlan iyice padişahın gözüne girmiş. Padişah bunu veziri yapmış. Hayatı öyle devam etmiş Keloğlan’ın. Masal da burada bitmiş.
Keloğlan'la Peri Padişahının Kızı
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Keloğlanla Peri Padişahının Kızı Bir padişahın hiç kızı olmazmış. —Cenap-ı Allah bana kız versin de nasıl verirse versin, diyor. Neyse bunun bir kızı olmuş. Bu da bir dev olmuş. Bütün tavlada beygirlerin günde birini yermiş, günde birini yermiş. Büyük oğlan: —Baba, bugün ben atları bekleyeyim. Her gün birini yiyor, diyor. Bu yine geliyor. Bu büyük oğlan da gözünü açana kadar dev yiyip gitmiş. Sabah atları sayıyor, biri eksik geliyor. Küçük oğlan diyor ki, Keloğlan: —Baba, ben bekleyeceğim bugün, diyor. —Bekle. Büyük bir bok yiyemedi, ama hadi sen bari bekle, diyor. Buna yapıveriyor bir kılıç. Gidiyor oraya. Beklerken ilerden tozla bir geliyor, gözünü bir yumuyor, tozla bir gelip geçiyor. Bir kılıç sallıyor, bir kız şeklinde bir şey. Ondan sonra şu parmağını kan batırmış. Bir de gelseler ki, kan böyle, o kız çocuk yani, kardeşleri. —Bizim atları yiyen bu, diyor. —Ulan ufak kız çocuğu atları yer mi? diyor. Anaları: —Emerken bu oğlum, benim ciğerimi alacak gibi emiyor. Ben de korktum bundan, diyor. —İyi ne yapalım ana? diyor. —Buradan kaçalım. Bu her şeyi yapar, yer, diyor. —Kaçalım mı? —Kaçalım. Bunlar oradan çıkmışlar. Gidiyorlar. Ondan sonra anasıyla babası ha bakalım de bakalım bir çeşmenin başına varmışlar. Öğle ekmeği yemişler. Üç tane hurma bırakmışlar çeşmenin ayağına. —Buraya mal mul girmez. Bugün yarın insanlar yer, diye. Onlar geçmişler buradan bir ovanın düzünde bir saray parlayıp durur. Varıyorlar. Öte geziyorlar, beri geziyorlar, hiç insan yok. Saray, ama insan yok. —Ulan ana, burada biz sarayı bekleyelim bakalım, diyor. Akşam olmuş. Yatma zamanı gelmiş. Hiç insan geldiği yok. Gece bunlar uyumuş. Keloğlan kılıcı almış. Bakmış oraya. —Bugün muhakkak insan gelecek. Buraya boşuna dikilmedi ya. Bekliyor sabaha kadar. Gece yarısından sonra bir gürültü olmuş yukarıda, tavanda. Devler varmış. Gece çıkarlarmış meydana. Hemen oraya Keloğlan bir siniyor*. Devin birinin boynuna bir vuruyor kılıcı. Hemen orada bir kör kuyu varmış, atıyor onu oraya, kuyuya. Bir daha derken, bir daha derken orası yedi tane devin elindeymiş. Yedi kardeşmiş bunlar. Birisi ölmemiş. Onu da atmış içeri. Sabah oluyor, hiç insan yok, dev de. —Ha, artık bu saray bizim oldu, diyor kalbinden. Giderken sabahleyin, ava gidermiş, kilitlemiş ansının babasının üstünden. Bir gidiyor, bir gidiyor, baya gitmiş. Başka yerde bir saray parlayıp durur. Doğru o saraya varıyor. Saraydan hemen bir kız çıkıyor. —Ooo âdem oğlu, hoş geldin, sefa getirdin. Ne ararsın buralarda? —Ben buralarda avlanırım, diyor. —Gel, bir kahvemi iç, falan diyor. —İyi. —Buyurun madem gidelim, diyor. Varıyorlar onların sarayına. Bakmış kıza bu vurulmuş. —Ulan şu kız bana gelir mi acaba? falan derken yine öğle sonu: —Ben gideyim, diyor. Bunu uğurluyor. Anası: —Oğlum, sen bak gidip duruyorsun. Benim canım sıkılıyor. Bana anahtarı ver, ben şöyle bir gezineyim, diyor. —İyi ana, gezin. Orada gezinirken bir de baksa ki kuyunun içinde bir dev var. —Aman sakın beni oğluna deme. Ben burada iyiyim. Bana oğlun böyle böyle yaptı. Biz yedi devdik. Bizi kesti, buraya attı. Beni deme oğluna, diyor. Neyse, —Ben seni deyivermem oğluma, diyor. —Bir zahmet buraya bir merdiven at da konuşalım, diyor oğlanın anasına. Karı da razı oluyor. —Tamam. Varıyorum, diyor. Oğlanın anası oraya inmiş. Yalnız bunlar anlaşmışlar. —Aman, yalnız oğluna deyiverme beni, diyor. —Yalnız bu oğlanı nasıl öldürürüz? diyor deve. —Sen şimdi falan yerde bir bostan vardır. O bostanı böyle yaraya bastırdın mı suyu o bereyi Allah tarafından birbirine kavuşturur. Her devası vardır. Bunu bu alamaz. Kim aldıysa bunu periler bulur. Biz de kurtulmuş oluruz, diyor. —İyi ya, tamam. Keloğlan’ın geleceği zamanlar anası bir hasta. —Ulan ne oldu ana? —Oğlum, falan yerde perilerin bir bostanı varmış. Öyle bir bostan canım istedi ki, bana bir bostan getiriversen, diyor. —İyi ya ana, senin yoluna canım feda olsun. Gideyim, alayım geleyim, diyor. Doğru varıyor o kızın yanına. —Buyur Keloğlan. Ne arıyorsun, ne istersin? —Böyle böyle. Benim anam çok hasta. Bir bostan canı istemiş falan yerde. —Yalnız benim lafıma bakarsan bostan verirler, benim lafıma bakmazsan seni parçalarlar, diyor. —Nasıl yapacağız? —Şu benim kır atı al. Kır elbise giy. Yum gözünü. Aç gözünü. Kendini bostan tarlasında göreceksin. Bostanlar senin başına toplanırlar. Birini kaptın mı hemen iyi kaç. Sakın arkana bakma! —Tamam. Aynı kızın dediklerini yapıyor. Ondan sonra sınırı geçti mi kurtuluyor. —Getirdin mi? diyor. —Getirdim, diyor. Kız, bostanı değiştiriyor. Başka bostan veriyor. —Hadi bunu götür, git, diyor. Getiriyor. Anası bir yiyor. —Oh oğlum. Bana bir iyi geldi, iyi oldu, diyor. Yine sabah oluyor. Oğlan yine ava gidiyor. Koca karı doğru devin yanına iniyor, aşağıya. —Bunu bu yaptı. Bir ahval daha düşün, diyor. —Sen, peri padişahının evinde bir ayna vardır. Bir kere o içeri girip de aynayı alamaz. Ayna ölüyü canlandırır. Bunu başaramaz, diyor. —Başaramaz mı? —Başaramaz. Geliyor yine akşam oğlan. Anası, —Ölüyorum, falan derken, oğlan: —Ne oldu ana? diyor. —Oğlum, kaç seneden beri ben bir gül cemalimi görmüyorum. Bana bir ayna getiriver. Bana peri padişahını aynasını getiriver, diyor. —İyi ya ana madem, senin yoluna canım feda olsun, diyor. Gidiyor yine, doğru kızın yanına, saraya varıyor. O da peri padişahının kızıymış. —Yalnız işin zor. Ama sen benim lafımı tutarsan sen bu işi yine başarırsın. —Nasıl yapacağız? diyor. —Al şu benim al beygiri. Beygire bindiğin zaman ta kendini camda göreceksin. Cama vur, orada asıl ayna. Aynayı kap, ardına bile bakma. Şu kadar bir parça bile kalsa elinde yeter. Sakın arkana bakam. Arkana baktığın zaman seni öldürürler, diyor. Bu, biniyor ata. Gözünü bir yumuyor, varıyor cama. Bir yumruk vuruyor, şangır pencere kırılıyor. Aynayı kaptığıyla dev de bunun ardından. Bu, sınırı geçiyor. Getiriyor. Kız, oradan aynayı değiştiriyor. Başka bir ayna koyuyor yerine. —Hadi bunu götür, diyor. Şimdi anası: —Getirdin mi yavrum? diyor. —Getirdim, diyor. Şöyle bakarmış, böyle bakarmış. —Oğlum, ben baya çok güzelim, diyor. Sabah oluyor. Yine oğlan ava gidiyor. Koca karı devin yanına. Ondan sonra dev: —Ulan, bir kere ne yapsak? Bir kuyu vardır. Kuyunun başında hiç nöbetçi olmaz. Bir kere bunu öldürürler. Kuyuya kova atıp da su çıkaramaz bu. Bunu orada öldürürler, diyor. Şimdi yine Keloğlan akşam geliyor. Anası oradan oraya geziniyor. —Ne oldu valide? —Oğlum, bir daha hasta olmayacağım. Bana peri padişahının oradan, kuyudan su getireceksin. Ben bunu rüyamda gördüm. Bana su getiriver, diyor. —İyi ana, getirivereyim madem. Varıyor gene kızın kıyına. —Ooo âdem oğlu, hoş geldin, sefa getirdin. Ne oldu? —Durum böyle böyle. —Yine bu iş tehlikeli, ama başarabilirsen iyi. Şimdi orada nöbetçiler eksik olmaz. Şimdi o su yeri yalıyor, karadır. Sen yine şu saati al, koluna saati tak. Tam saat on ikiye geldi mi nöbetçiler ileriye doğru teslim yaparlar. O zaman alabilirsin. Başka zaman başaramazsın, diyor. Koluna saat veriyor. —Al şu benim kır beygiri. Ondan sonra bir kova veriyor. İp bağlıyor kovaya. —Kuyuya tam on ikide salla. Yum gözünü, bakma. Kuyunun içine at kovayı, hem çek hem kaç. Bir yudum su vardı mı sana yeter. Sakın arkana bakma, diyor. Ondan sonra aynısını yapıyor bu. Tam sınırı geçeceği zaman şöyle ardına bakıyor. Atın ardındaymış periler. Sınırı geçmiş, kurtulmuş. Kızın oraya getiriyor. Kız da suyu değiştiriyor. Başka bir su veriyor. Gidiyor, yine oraya varıyor. Anası yine: —Oooo oğlum, çok iyi yaptın, diyor. Bir içiyor suyu. —Oh, bir daha hasta olmam, diyor. Neyse, sabah oluyor. Oğlan yine ava gidiyor. Karı gidiyor deve. —Ulan bunu da başardı bu. Benden gari paso. Beni sakın deyiverme oğluna. Beni şöyle öldürür, böyle öldürür, diyor. Geliyor. —Ne yapsam, ne yapsam, ne yapsam? En iyisi bunu kendim düşüneyim, diyor. Bıçağı biliyor. Keloğlan geliyor. —Oğlum, kaç zamandır ben sana banyo yaptırmadım. Bugün ben bir su koyacağım şöyle bol sabunlu, diyor. —İyi ana madem, koy, diyor. Şöyle bir kafasını sabunlamış, sabunlamış, sabunlamış. Bıçağı çıkarıyor cebinden. Bir çalıyor bıçağı boynuna, oğlanı öldürüyor. Hemen deve haber yolluyor. —Dev, ben oğlanı kestim, diyor. —Deme ulan. Allah senden bin kere razı olsun, diyor. Dev bir seviniyor buna. —Şimdi iyi oldu. Saray da bana kaldı tek başıma. Ben çok yattım burada, diyor. Onu da tutuyor, kör kuyuya atıyor. Kız bir gün duruyor, iki gün duruyor. Padişahın oğlu gelmiyor. —Bunda bir iş var, diyor. Aynayı alıyor, o suyu alıyor, bostanı alıyor. Doğru o sarayın kıyında, kuyuda gece yarısı o çocuğu buluyor. Bostanı bir kesiyor orada, bostanın suyunu bir sıkıyor. Bereyi bitiştirirmiş. Suyu döküyor, kaynattırıyor birbirine. Aynayı bir tutuyor böyle, ayna çocuğu canlandırıyor. —Ulan amma uyumuşum ha, diyor çocuk. —Ne uyuması. Böyle böyle böyle, anan seni kesti. Bu kuyuya attılar. Bu devle beraber yaşıyorlar, diyor. —Öyle mi? —Öyle. —Hadi sen git, diyor. Şimdi varıyor. Onlar uyuyup dururlar. —Ey ağalar, kalkın bakalım! Bir kalkıyorlar. —Ey domuz ana, beni bu hallere sokan, suya, bostana, aynaya yollayan sensin. Bu devleri öldürdüm yaşayalım burada diye. Bunu her ana yapmaz, diyor. Bunu orada capcanlı derisini yüzüyor. Dev de: —Ööö ööö ööö, yaparmış. —Bunu bitirelim de ondan sonra gelelim sana, diyor. Anasını öldürüyor orada. Ondan sonra devi de öldürüyor kılıçla. Şimdi doğru öteki kızın yanına varıyor saraya. —Ey âdem oğlu, sen bana ölüp de dirilip nasip olacaktın. Şimdi sen benimsin, ben seninim. Seninle ben evleneceğiz, diyor peri padişahının kızı. —Sen bilirsin, diyor. Ondan sonra kırk gün, kırk gece bir davul çaldırıyor. Çaldırdıktan sonra bu kızın da iki tane bağlı aslanla kaplanı varmış. Keloğlan: —Ya peri kızı, benim de bir babam vardı. Hadi anamı böyle böyle yaptım. Onlar ne oldu bilmiyorum, diyor. —Bir gün gidelim madem oraya, diyor. —Sen gitme, ben tek başıma gideceğim, diyor. —Al şu beygiri, git, var gel, diyor. Köylerine varmış. Köylerinde bir tane insan kalmamış. O cadı, dev kız bütün köyün hanesini yemiş. Bir demircinin dumanı çıkarmış. Demircinin evi tütermiş. Demirciye varmış. —Ulan sizin dev birader herkesi yedi. Beni yemiyor. Bana dişlerini bilettiriyor. Hemen buradan kaç, diyor. Şimdi bu kendi evlerine giriyor, saraya. Hemen o dev kız geliyor. —Ooo birader, hoş geldin, sefa getirdin. Şu senin beygiri ben bir gezdirivereyim, diyor. Beygiri gezdirirmiş sarayın önünde. Beygiri hemen yiyivermiş. —Birader, senin beygirin bacağının biri yok muydu? —Yoktu, diyor. Ondan sonra biraz daha gezdiriyor. —Birader, senin beygirin ayakları yok muydu? diyor. —Yoktu, diyor. Ondan sonra, —Buradan kaçmak bana farz oldu, diyor. Ha bakalım de bakalım oğlan kaçıyor. —Hey, sen değil misin şu benim sırça parmağımı kesen? Hiç kaçma, seni ben çiğ çiğ yiyeceğim! diyor. Ha bakalım de bakalım üç tane hurma koca koca ağaç olmuş. Birinin üstüne oğlan çıkıyor. Kız da erişiyor. —Şimdi ben bir bıçkı bulurum, bunları keserim, diyor. Hemen gidiyor cadı kızı. Bir bıçkı bulup geliyor, ağacı kesiyor. O da öbürüne atlıyor. —Bunu kestim, buna geçti; onu kestim, buna geçti. Şimdi bakalım sen ne yapacaksın? Bir bu dal kaldı, diyor. Bir de baksa ki peri kızının aslanla kaplanı geliyor. Aslanla kaplanı bir salıyor. Ha bakalım de bakalım aslanla kaplan orada onu buluyorlar. Bir de baksa ki dev, aslanla kaplan geliyor. —Ulan kurtar beni! Seni ben yer miydim? Mahsus yapıyordum, diyor. Aslanla kaplan hemen geliyor oraya. Ayaklarıyla beraber kaldırmışlar o cadı kıza. Keloğlan da orada emir veriyor. —Yarın ortadan ikiye! diyor. Biri oradan biri buradan o dev kızı parçalamışlar. Geliyor sarayına. Hanımına: —Böyle böyle bir iş geldi başıma. Aslanla kaplan dev kızı öldürdü, diyor. Kırk gün kırk gece yine bir davul çaldırıyor. Keloğlan’la peri padişahının kızı evleniyor. Bu da burada bitiyor.     * siniyor: Saklanıyor
Kenan Vezir'in Karısı
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Kenan Vezirin Karısı Bir koca karı varmış. Koca karının adı Ayşe Ablaymış. Koca karı da fakirmiş. Bir hanımın yanında hizmetçilik yaparmış. Hanımın aşını, bulaşığını yıkarmış. Onun evinde doyumluk dururmuş. Kızı varmış. Kız önce ufakmış. Sonra onun yanında büyümüş, yetişmiş. Kızı yetişince yoldan geçen bir oğlanla kız sevişmiş. Kız bu oğlanla sevişince bir gün bulaşığı yıkayıp da suyu serpmeye çıkmış kız. Kara, çirkin bir kadın hamama gidiyormuş. Evinin hizmetçisini almış da hamama gidiyormuş. —Böyle çirkinler, böyle karalar hamama gitsin de, vezir karısı olsun da ben burada hizmetkâr kız mı olacağım. Ben de gideceğim, demiş kız anasına. —Kızım, biz hamama gidemeyiz, biz muhtacız, fakiriz. Bak burada karnımızı doyuruyoruz işliyoruz da, demiş. —Hayır, illa gideceğiz, demiş kız. Hakkından gelememiş kadın. Evin hanımı da gezmeden gelivermiş. —Ne oldu, hayır ola? Sen böyle üzüntülü duruyorsun ya, demiş. —Sorma hanım sen. Benim bir deli kız var ya, bir kara kadın hamama gitmiş de, bu akçaymış. Bu da burada durmayacakmış. Bu da gidecekmiş hamama, durmayacakmış. Ben de, —Bak kızım, biz fakiriz, burada hizmet ediyoruz da karnımızı doyuruyoruz. Hamama gidemeyiz dedim. —İlla gideceğim, dedi. Gücüm yetmedi de ondan ağlıyorum, demiş. —Ben yollarım sizi hamama, demiş kadın. Evin hanımı bunlara bir bohça hamam takımı çıkılayıvermiş*. Bir de araba tutuvermiş. Anasını, kızını bindirmiş, hamama yollamış. Bunlar hamam varmış, kara kadın hamamdaymış. O kadının kızı da girmiş hamama. Evvelki geçen kadın: —Ben bilmem ne vezirin karısıyım, dermiş. Bir köyde Kenan Vezir varmış. Zenginmiş, evlenmezmiş. —Bana gelecek kız kendi eliyle, ayağıyla gelsin, dermiş. Evlenmez, zengin bir vezirmiş. Hizmetçinin kızı da o kadına: —Ben de Kenan Vezirin hanımıyım, dermiş. Hizmetçi kızmış. —Kenan Vezirin hanımıyım, diye söylermiş kadına. Annesi de dışarıda duyarmış, üzülürmüş -Neden böyle diyor ki bu? Biz hizmetçiyiz ya, diye. Bunlar öyle öyle az çok konuşmuşlar. Yıkanmışlar, çıkmışlar. Akşam olmuş, gün aşmış gitmiş. —Eyvah, seninle konuşurken akşama kaldık. Bizim yolumuz uzak, demiş. —Bugün bizde kal da yarın gidiver. Sen nereye gideceksin? Ben Kenan Vezirin hanımıyım, dermiş. Kenan Vezir, namlı, ünlü, zengin bir vezirmiş. Evli değilmiş, bekarmış. —Ben Kenan Vezirin hanımıyım, dermiş. Anası: —Sus kızım, dermiş. —Sen karışma kapı kızı, dermiş anasına. Öteki kadını da misafir almış yanına. Binmişler arabalara. Nereye gidecekler? Kenan Vezirin evine. Gelmişler. Kenan Vezirin koca kapısının ardında  süngülü nöbetçiler dikilirmiş. —Yasak, yasak, biz kapıyı açmayız, demişler. İnivermiş. Kız. —Çekilin, çekilin. Ne yasağıymış bu? Ailesine de mi var bu yasak? Ben ailesiyim, demiş. Halbuki hiç görmemiş bile. Ailesiyim deyince nöbetçiler çekilivermiş. Kapıları açmışlar. Arabaları koymuş içeri. İnmiş arabadan. Misafir hanımı da indirmiş. Onlar inerken bu önden çıkmış, Kenan Vezirin evlerine bakmış. Orta odada misafir kabul edilirmiş, aşağıdaki odada aş ekmek yapılırmış, yukarıdaki oda yatak odasıymış. İnmiş bakmış ötekiler inerken. Yine gelmiş, onları almış. Çıkmış, orta odaya oturmuş. Hizmetçilere: —Ateşi yakın, bize kahve yapın. Biz hamamdan geliyoruz, demiş. Ötekiler de: —Biz Kenan Vezirin bunca yıldır hizmetçisiyiz. Hiç daha karısını görmedik. Bu nasıl kadındır? derlermiş. Ayşe Ablanın kızı : —Ben onun karısıyım, dermiş. Oraya oturmuş. Ayşe Abla, merdivenin yanına gelmiş. Ağlarmış o ha bire. —Biz ne yapacağız ki? dermiş. Öteden bunlar çay kahve içerken kız: —Yukarıdaki odadan al kürkü getirin, benim sırtıma verin; yeşil kürkü getirin, hanımın sırtına verin. Biz hamamdan geliyoruz, üşüdük, demiş hizmetçilere. Ayşe Ablanın kızı hizmetkârlara hizmet buyururmuş, evin karısı yapmış kendini de. Halbuki hiç görmemiş bile. Hizmetçiler getirmişler kürkleri. Birini birine, birini birine bürümüşler, ama birbirlerine: —Hiç biz vezirin karısını bunca yıldır görmedik ya, bekardı bu ya, derlermiş, birbirlerine soruşurlarmış. Hiç bilen yok. Bunlar çaylarını kahvelerini içerken Kenan Vezir gelivermiş. —Ne bu arabalar, ne bu arabalar? Size ben süngü silah verdim, kapıya tuttum. Bu arabalar kimden geldi? demiş. —Beyefendi, biz ‘Yasak.’ dedik. İçinden hanımın biri indi. Bize ‘Çekilin, çekilin, ne yasağıymış bu yasak, ailesine de mi var yasak? Ailesiyim’ deyince hiçbir şey diyemedik. Çekiliverdik, demiş. Kenan Vezir gelmiş. Hizmetçilere: —Nasıl aileymiş bu? demiş. —Bilmiyoruz. Biri misafirim, biri ailesiyim diyen iki hanım geldi. Orta odada oturuyorlar. Çay, kahve yaptık, çay kahve içiyorlar, demişler. —İnelim bakalım, nasıl aileymiş o? demiş, oturmuş aşağı odaya Kenan Vezir. Hizmetçiler gelmiş: —Hanım abla, beyefendi geldi. Sana ‘Bir aşağı odaya gelsin.’ Diyor, demişler. —Ah ah ah hanım, bu beni görmeyince duramaz, demiş. Halbuki hiç yüzünü görmemiş. —Biz kahve içiyoruz. Hamamdan geldik. Biz bir kahvemizi içelim, demiş. Bunlar kahvelerini içmişler. Kenan Vezir de: —Bakalım bu nasıl hanımmış? Gelsin bakalım, demiş. Hizmetkarlar çağırmışlar. Yine Ayşe Ablanın kızı gülmüş. Çıkmış, varmış Kenan Vezirin kapısına. Girince boynuna sarılmış. —Aman beyefendi, senin adına, senin namına misafir getirdim. Bu misafirlerimi ben ağırlayayım, göndereyim. Ondan sonra sen beni as, kes, cellat et. Bu misafirlerimi senin adına getirdim, demiş. —Ben bana gelecek hanım kendi eli, ayağıyla gelsin dedim. Ben seni asmama, kesmem. Bundan sonra sen benim hanımımsın, demiş Kenan Vezir buna. Sabah olmuş. O hanımı arabasına bindirmişler, eşyalarını koyuvermişler. Anasını da hizmetçinin arabasına bindirmişler. Her şeyini yanına koyuvermişler. Anasıyla misafirler gitmişler. Öteki de hiç yoktan Kenan Vezirin karısı olmuş. Şimdi onlar geçinir dururlarmış.  Onlar da yarın buraya gelecekmiş. Onlar gelirken gökten üç elma düşecekmiş. Birini ben yiyecekmişim, birini masal satan yiyecekmiş, birini de dinleyenler yiyecekmiş.   * Çıkıla-: Hazırlamak, vermek.
[Keloğlan]
Ege Bölgesi
Muğla
Kelolan daşlıkda bir barak görmüş. Elinde bir danası varmış. Barak demiş ki: - Len bu danayı sana verem mi. - Ver demiş. Nitekim barak kelleyi sallayore. (barak da bir hayvan? He) - Sonradan buraya dakıverem mi demiş. - Dakıve demiş kelleylen gine. Sonra yarın sabah gel paranı al. - Tamam deyore kelleyle vere. Danayı dakmış oraya sabahlen vamış danayı gurt yemiş danayı gurt yemiş. Hanı benim dana deyore. Bu sefer barak daşın kısına gaçıyore. Oraya gaçarsı kelolan eve gelmiş bayrasını çivisini almış daşı parçılamaya başlamış. Daşı parçılarkan büyük bir zengin altınna denk gelmiş. Anasına hemen gelmiş: - Ana benim işte orda böl böl bara şey ederken altın denk geldim. Çuvallamışla getirmişle eve altınları. Sona anası: - Altınları ne gadar oldunu örenelim oğlum sen şu gomşudan uruba gap al demiş. Olan gitmiş gomşusu bal yapıştırmış urubun altına. Getirmişle buda ölçmüşle. Ondan sona aynı urubu aldığı gomşuya götürmüş Keloğlan. Bakmışla urubun altında bi kaç kadar altın vapıştırılmış. - Kelolana bu altın nerden buldun. Tabi Kelolan kekireyoru. Gelmişle aynı böle devlet dairelerine habar vermişle. Kelolanın elinde altınları almışla.  
[Ayı]
Ege Bölgesi
Muğla
Şimdi bi, eveli bi, evel zaman içinde kalbur saman içinde deyelim, deyiverelim. Dul bi ninemiz varımış, oduna gitmiş. Oduna gittiği yerde, odun getirirdik sırtımızda, hayvanlarlan taşırlardı, akamızdan getirirdik. Onların hayvanı yoğumuş, akasından gitmiş. İp varımış elinde, odunları hazırlamış, ipin üstüne yığmış böle. Akasına, sırtına yüklendi zaman da bi ayı çökmüş üstüne. - Kalkım deyor. Kalkımeyor. -Kalkım deyor. Ötesine asıleyor kalkımeyor berisine asıleyor kalkımeyore, sona buna, bi bakmış, bi şey çöküpdurumuş üstünde. Bi ayı. Ondan sora bu, asılıyım deken, asılıyım deken, ayı odan şetirmiş buna. Ayı, üstünden gaşmış mı, netmiş. Hemen evine, odunları modunları indimiş, evi gitmiş bu. Eve gitmiş, gaşmış ayıdan. Sora gaçakan bunu ayı dutmuş. Ayı dutmuş bunu. Odunu indimişler akasından, ayı dutmuş. Ayının da bi daşın altında evi vamış. O evin altına götümüş bu gadını. Areyorlar areyorlar gadını, yok. Sora gadının elbislerini çıkamış ayı. Yaleyor, yaleyor yaleyor bedennen vücutunu gadının çısçıblak. Ayı yaleyor. Gaşmasın deye yaleyor. Dutuyor yaleyore. Sora gadının üstü başı aynı ayı tüy olmuş, tüy. Ayı yaladı için tüy olmuş her tarafı böle. Sora ona oraya, gadını areyorlar daha evinden. Bugün gelmedi areyorlar, yarın areyola. Avcıla tüfekleni areyorla. Sora bi ayı, bal almaya gitmiş bi yerde, ballan besleyomuş gadını. Balı severya ayıla, gelmiş ki bal böle. Ne de, bal çoğudu eveli burlarda. Guvanlıklarmız oludu. Urla bal areya getmiş ayı. Ayı oraya gidesiyek, gadın yas ediyorumuş böle. Ayı goyyemeyor onu da. Yas ediyorumuş oda. Avcının birisi, onun üstünde daşın başına çıkmış. Dinleyoru, derinden bi yas geliyoru böle. Ne bilem nasıl, yavrularım deye mi yas ediyore, beyim deye mi yas ediyore, ne diye, ne bilem galen olum, ne diye yas ediyore ne bilem. Sora bunu o avcı duymuş. Hemen köyle gidiyor, haber veriyore. Filan yede, filan daşın altında, ayı, bi gadın vadı, oraya girmedim gorkumdan deyore. Sora köylü, (…) Herkes silahlarını alıyore. Oraya varıyorla, silahlarnan bekliyorla. Bi bakmışla ayı yoğumuş oda. (…) Balları yığmış ayı orlara , burlara, immanı bal. Gadını aldıklarınnan ordan getirmişle. Ölelik etmişle, gadın gurtulmuş ayıdan. Ayı gelmemiş. Ayı gelseymiş, öldürceklermiş onu. Ayı gelmemiş, o anda oraya. Sona galan, öldüydüle mi, öldüymedile mi galan. Bilmeyorun orasını.  
[DEV]
Ege Bölgesi
Muğla
Şimdi eskiden bi dev varımış. Bir padişahın da üç evladı varımış. Bu padişahın üç evladı, bunlar çalışıyolar. Çalışırken bi dev varımış. O dev de her tarafa rahatsız ediyo. Bu üç gardeşler çalışırken gitmişler orda bi çift yapılan yer varımış. Tabi tarlaya falan zarar veriyomuş dev. Orda çalışırken dutmuş bunları dev yakalamış. Bunlara hapis almış dev. Sonra deve öğrenmiş nasıl bi adam olduğunu. Yakalayınca bunlara demiş ki dev: — Biz sana işte filancıyı getirelim. Hani o üç Çako denen çocuk varımış. Çako denen birisi varımış. — Onu sana biz getirelim, demiş. Ondan da çok gıcık gidiyomuş. Devamlı onlan sataşıyollarmış. Çok gıcık gidiyomuş. Sora köylü demiş ki: — Sen bu devi getiremezsin. Üç Çako: — “Ben getiririm sen getiremezsin, demiş. Nİye getiremecem?” demiş. Sora gitmiş dev. Özel o Çako denen çocuk özel bi gıyafet giymiş. Dev de çaydan geçmeye çok gorkarımış. — Sen nasıl getirebilirsin onu? Siz bene araba hazırlayın, demiş. Araba dediğimiz zaman eski öküz arabasının üstüne böle kapalı fayton gibi bi şey yapmışlar. At arabası hazırlamışlar. Her tarafı kapalı. Varmış oraya devin yanına değişik bi kıyafetle. Zaten o Çako ondan yani Çako’dan gıcık alıyo. Varmış oraya demiş ki: — Filan yerde köylüler var. Ben onlardan çok rahatsızıM. Senlen gidelim bunları dövelim, demiş. Sora gitmişle. Tabi şimdi gözü garanlıkken girmiş oraya arabanın içine. Tam çayın ortasına varınca bu sefer Çako demiş ki: — Deve küfür mahiyetinde ben, demiş Çako’yum var mı yapabileceğin bir şey? Dev kıpramış emme biraz insanlara saldırmaya şey yapmış. Fakat çıkmasına imkân yok. Sora geçmişle dereden. Şöle köyün kenarına varmışlar. Varıncaya gadar orda kırk tane çam ağacı varımış. Fıstık çamı. Bu çamın başına çıkmış. Orda aşmışlar. Başka birileri aşmış devin arabasını. Açıncaya gadar başlamış dev onu bunu saldırmaya. Zaten öbürkü Çako’nun kendisi çam ağacının tepesine çıkmış. Kırk tane ağaç bi taraftaymış. Çam ağacının başına çıkınca tabi köylüye saldırmış dev. Köylüye saldırınca dinleniyomuş. İstirahat ediyomuş çamın dibinde. Sonra bakmış ki çamın tepesinde biri var. Halbuki Çako imiş.. Sora çamı yıkmış bu. Otuz dokuz tane çamı kesmiş dev. Sora demiş ki Çako uyanık bi çocukmuş. — Sen ağzını aç ben senin ağzına girerim. Kendimi atar girerim. Şimdik gözünü yum azını aç, diyoru. Gözünü yummuş dev ağzını aşmış. Değirmen daşı varmış yanında. Dutmuş nasıl değirmen daşını bi atmış Devin üstüne. Dev zaten olduğu gibi galmış. Ondan sonra her servete Çako sahip olmuş.
[Üç Kardeş]
Ege Bölgesi
Muğla
Bir adamın üç olu varımış. Bu adamın baya sığırı varımış. Malı mülkü sadece sığırımış. Sadece malcılık yaparımış bu adam. Babası mefat etmiş bunların. Üş gardeşlerin bubaları mefat etmiş. Demişler ki: - Bu malları nasıl bölebiliriz? Herkes demişler: - Malları hapıslamak için avlı yapsın. Herkesin damına giren onun olsun. Sora Kelolan yer yapmış. Kelolan salam olması için taş yapı yapmış. Salam bi yapı yapmış. Öbürkü gadeşlerden biri daldan yapmış. Biriside çalı kesme, kesme deriz biz, kesmeyle örmüş. Bu sefer malları olduğu gibi iki gardeşlerin orasına girmiş kelolanın oraya bir tane. Kelolan'ın damına bir kel dana girmiş. Şimdik o kel danayı da almış Kelolan satmaya götürüyomuş. Nasıl olsa az galdı bende deye satmaya götürüyomuş. Giderken barak* görmüş. Barağa demiş ki: - Barak gardeş meraba demiş. Barak da sürekli kafayı sallıyo ya o kafayı sallamış. Gardeş demiş: - Ben bunu satmaya götürüyom alcen mi demiş? Gine de barak kafayı sallamış. - Parasını yarın mı verisin balayım mi buraya demiş? Gine de kafayı sallamış barak. Kelolan balamış oraya danayı. Sora geriye gelmiş. Ertesi gün bi daha varmış bakmış ki ne barak var ne dana var. Paradan da galmış danadan da galmış. *barak:Küçük köpek
[Tuz Kadar]
Ege Bölgesi
Muğla
Bir varımış bir yokmuş. Padişahın üç oğlu varımış. Bu üç oğlunu padişah: - Bene en çok hankiniz seve diye sormuş. Bene ne kadar seversiniz demiş. Olanın biri demiş ki: - Ben seni altın kadar severim demiş. En büyük olan baba ben seni altın kadar severim demiş. Sora küçük olu demiş ki: - Ben seni yağlar ballar kadar severim babacım demiş. En küçük olan demiş ki: - Ben seni baba demiş tuz kadar severim demiş. Olanda tuzu çok severimiş kendisi. Olu tuz kadar severim deyince demiş ki padişah: - Alın buna cellata götürün. Kessinler bunu demiş. Götürmüşler cellata. Orda çocuğu kesmek yerine bi guzu kesmişler. Çocuğun elbiselerini gana bulamışlar. Babasına getirmişler. Gelinceye gadar o çocuğu kesen adama babası ödüllendirmiş. Altınlar vermiş padişah ya paralar altınlar vermişler. Baya çocuk büyümüş. Zaman geşmiş. Şimdik okumuş gaymakam olmuş. Sora buna yemek hazırlamış çocuk. Kendi kafasına göre yemek hazırlatmış. Tabi çocuk doğma büyüme yerini biliyo ya babasının. - Gidin demiş jandırmaya filan yerde filan kişiyi getirin gelin. Jandırma göndermiş. Gelmiş babası. Gelinceye gadar. Yemekleri goymuşlar. Bütün yemekler tuzsuzmuş. Babası padişah ya: - Ooooo bu yemekler niye tuzsuz deye bağırıp kalkmış. - Bu böle demişler. - Babası ben istemem böle yemek demiş. Sora gelmiş olan kendisini takdim etmiş. - Baba ben senin olunum. Bilmem kaç yılında sen bene tuz kadar severim deye git cellete götürde kes demişdin ya. Ben senin olunum. Ben sana tuzun ne gadar kıymetli olduğunu öğrenmen için çağırdım demiş. Bu sefer babası demiş ki: - Gine yok demiş öğretmen olsan da gaymakam da olsan cumhurbaşkanı da olsan gine de adam olamazsın sen demiş oluna. Değil mi ki sen beni buraya candırmaynan getirtmedin mi demiş? Sen usulen babamı getirip gelin deyebilirdin demiş.
Koyunla Çakal
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Koyunla Çakal Bir varmış, bir yokmuş. Bir koyunun kuzusu varmış. Koyunun kuzusu acıkmış. Demiş ki: —Sen burada dur.  Ben senin üstünden kapıyı kapatayım. Ben de etlenip sütlenip geleyim, seni besleyeyim, demiş. Kuzuyu bırakmış eve, kapıyı da kapatmış. Etlenip sütlenmeye gitmiş. Sonra kapıdan takırtı gelmiş. Kuzu, —Anne, etlendin sütlendin geldin mi? demiş. Meğer gelen annesi değilmiş. Gelen bir çakalmış. —Evet yavrum, etlendim sütlendim de geldim, demiş. Sesi biraz değişikmiş. —Anne senin sesin değişik geliyor, demiş. Bir de elini görmüş çakalın. —Anne senin elin kınalı gibi değil miydi? demiş. Çakal da anlamış durumu. Gitmiş, elini çamura mamura bulamış. Bir şekilde elini kınalamış gelmiş. —Bak benim elim de kınalı, diye göstermiş. Kuzu da inanmış, açmış kapıyı. Çakal da kuzuyu görünce yemiş yemiş, bir güzelce karnını doyurmuş. Kapının arkasına kemiklerini yığıvermiş. Sonra annesi gelmiş. Annesi, —Aç kapıyı yavrum, ben etlendim sütlendim geldim, etlendim sütlendim geldim, demiş. Açan olmamış. Sonunda kendisi kapıyı açmış. Bir bakmış kuzu ortada yok. Kapıya bir bakmış, arkasında kuzunun kemikleri yığılmış. Koyun bağırmış: —Benim kuzumu yiyenle ben sağdıç olacağım,  çık ortaya! Benim kuzumu yiyenle ben sağdıç olacağım, çık ortaya! Bunu duyunca çakal ortaya çıkmış. Saklanmış meğer orada. Koyun: —Ben seninle sağdıç olmak istiyorum, demiş. O da: —Tamam, olalım, demiş. Koyun ortaya odun odun getirmiş. Üstüne sacı kapatmış. —Sağdıç olmamız için senin oraya oturman gerekiyor, demiş. Çakalı odunun üstüne oturtmuş. Çakal oturunca konuşmaya başlamışlar. Konuşurken çakal dalmış. Çakal dalınca da sacın altındaki odunları yakıvermiş. Çakal hoplayıp zıplamaya başlamış. Koyun bağırmaya başlamış:  —Kuzuyu yemek mi daha iyi, bacaklarının yanması mı? Kuzuyu yemek mi daha iyi,  bacaklarının yanması mı? diye dalga geçmiş onunla. Masal da burada bitmiş.
Küçük Tilki
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Küçük Tilki Bir tilki varmış. Kuyruğu küçükmüş. —Küçük, derlermiş ona. O da kızarmış küçük dediklerine. Bir gün: —Arkadaşlar, ben bir yerde alhad* buldum. Aman bir yavuz*, bir yavuz. Gidelim, yiyelim mi? demiş. —Hemen gidelim, demişler. Başına toplanmışlar. Varıyorlar alhadın yanına. —Ben silkivereyim, diyor. Çıkıyor üstüne. Tilki çıkıyor üstüne, bir silkiveriyor. Kapışıyorlar. —Yahu yemeyin hemen, ben ineyim, beraber yiyelim, diyor. —Tamam, diyorlar şimdi. Bir daha silkiyor, yine kapışıyorlar. Dinlemiyorlar onu. İniyor aşağı. —Ben de sizinle beraber yiyeceğim. Sizi bağlayacağım. Silkeceğim, ineceğim aşağı. Sonra sizinle beraber yiyeceğiz, diyor. —Olur, diyorlar. Kuyruklarından bağlayıveriyor. Bir alhadın fidanına bağlıyor onları. Alhad silkiliyor, ama gidemiyorlar, kuyrukları bağlı. Çıkmış yine alhadın üstüne, bir silkeleyivermiş. —Hih, bir avcıyla bir kopay* geliyor ya, ne yapacağımızı bilmiyoruz, demiş. Bir inmiş de bir kaçıvermiş. Avcıyla kopay geliyor diye kuyruğunu koparan kaçarmış, kuyruğunu koparan kaçarmış. Hepsi küçük olmuşlar. Ağacın tepesine çıkmışlar, bakmışlar. —Vay anasına, sen de küçük, ben de küçük, sen de küçük, ben de küçük, demişler.       * Alhad: Ahlat meyvesi. * Yavuz: İyi, güzel, sağlam. * Kopay: Köpek.
Lark Lurk
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Lark Lurk Bir varmış bir yokmuş, birinin bir elma ağacı varmış. Elma her sene elma veriyormuş. Yukarıdan bir tufan geliyormuş, oradan bir dev geliyormuş, alıp gidiyormuş elmayı. Bunlar üç oğlanlarmış. En büyüğü demiş ki: —Ben bunu vuracağım. —Vuramazsın. —Vururum. Ben bunu vuracağım. O vuramamış. Hadi o sene geçmiş. Yine elma çiçek açmış, elma vermiş. Yine bir tufan gelmiş, ortalık toz dumana karışmış, yine dev elmayı almış gitmiş. Ortanca oğlan da  vuramamış. Sıra küçük oğlana geliyor. Bir tufan geliyor. Tufan gelince, yine o elmayı alıp  giderken oğlan bir ok atıyor, küçük parmağından vuruyor devi. Oğlan onu vuruyor ya, gidiyor gidiyor kanından, bir kuyuya iniyor. Kuyuya varıyor, kuyunun içinden bir bakıyor. Dev oradaymış, ama görünmüyormuş. Ünlüyor iki biraderine. Biraderlerine ünleyince iki biraderi geliyor. —Bağlayın beni belimden, diyor. Küçüğü belinden bağlıyorlar. İndiriyorlar, kuyudan aşağı sallıyorlar. İndiği yerde bir kapıyı açıyor, altından sini içinde altından tavşan oynayıp dururmuş. Bir dünya güzeli de ona bakıp dururmuş. Bir daha kapıyı açıyor. Orada da altından sini, altından kurt böyle oynayıp dururmuş. Bir güzel de ona bakıyormuş. Bir kapıya daha bakıyor. Orda da dünya güzeli bir kız Kuran okuyormuş. Kuran’ı okurken, —Kapat kız Kuran’ı, diyor. —Ben Kuran’ı kapatamam, diyor. —Kapatacaksın. Kuran’ı kapatacaksın, sen benim nasibim olacaksın, diyor. O zaman öyle deyince, —Tamam, diyor. Onu alıyor, kız kapatıyor. Ötekine de diyor ki: —Sen civcivleri topla. —Civcivleri niye toplayayım? diyor kız. —Sizi ben dünya yüzüne çıkaracağım, diyor oğlan. O da kapatıyor. Sıra tavşanlara geliyor. Onu da kapattırıyor kıza. Ta kuyunun yanına geliyorlar. Yukarı çekecek ya, yukarı çekerken koca biraderine diyor ki: —Birader, salla ipi, diyor. Sallıyor. Yukarı o kızı çıkarıyor. —Bu, büyük biraderin nasibi, diyor. Ötekini de bağlıyor. —Bu da ortanca biraderin nasibi, diyor. O Kuran okuyanı da kendine alacak oluyor. O daha güzelmiş. Kız diyor ki: —Sen yukarı çık. Ben kendimi bağlarım. Katlanamaz kardeşlerin. Seni kuyuya düşürürler, diyor. —Hayır.  Önce seni bağlayacağım. Benim kardeşlerim ihanetlik yapmazlar. —Yaparlar, diyor. Neyse bağlıyor. Kız çıkıyor yukarıya. Kızı görüyorlar biraderleri. Hasetlik yapıyor, katlanamıyorlar. Yalnız kız demiş: —Eğer senin ipi keserler de aşağı inersen, ak koça binersen yukarı çıkabilirsin. Kara koça binersen daha yedi kat daha yerin dibine gidersin. Öyle deyince kız, —Olmaz, olmaz, demiş. Kız gidiyor. O da tam yukarı çıkacakken biraderleri ipe bir bıçak çalıyor, hadi aşağı. Ötekine bineceğim derken berikine biniyor. Hadi yedi kat daha yerin dibine gidiyor. Yedi kat yerin dibine gidince bir de baksa ki pınarın başında bir adam var. Oraya, soğuk suyun başına, dalın dibine yatıyor. Yatınca da öteden bir koca karga geliyor. Burada da karganın yavruları varmış, dalda. Burada yatarken karga başlıyor fıldır fıldır dönmeye. Bir de baksa ki, koca yılanın biri çıkmış dala, yavrularını yiyormuş. Şimdi karga diyor ki: —Her sene benim yavrularımı yiyordun. Nasibim ayağıma gelmiş, diyor. Oğlanın üstüne çullanıyor. Çullanınca da Cenab-ı Allah yavrulara dil veriyor. —Elleme anne. Bizim kardeşlerimizi her sene bu yılan yiyormuş. Bu kardeşimiz kurtardı bizi, diyorlar. —Tamam, diyor. Karga hemen geliyor. Oğlanın dibine bir gölgelik yapıyor, uyutuyor. Sonra uyanıyor oğlan. Karga diyor ki: —Ne istiyorsun? —Sen Allah’ın bir koca kuşusun. Ben senden ne isteyeyim, diyor. —İste sen, diyor. —Ben yedi kat yukarı dünya yüzüne çıkmak istiyorum. —Tamam oğlum, diyor karga. —Kırk kilo et, kırk kilo da su getir. Ben lark dedim mi et vereceksin, lurk dedim mi su vereceksin, diyor. —Bunu nerede bulurum, nerede bulurum? Bir koca karının evine varıyor. Koca karının evinde dururken diyor ki: —Nine, bana su verebilir misin? diyor. —Oğlum, bizim suyumuzu bir dev tutuyor. Onu da her gün bir kız yiyor da öyle koyuveriyor, diyor. —Nine, o suyu koyuvereceği saatte bana haber verebilir misin? diyor. —Veririm, diyor. Nine, oğlana su yok diyemiyor da, dışarı çıkıyor, çişini yapıyor bir bardağın içine, oğlana veriyor. —Yalnız gitme oğlum, seni de yer bu dev, diyor. —Sen bana haber ver de yeneceğimi düşünme, diyor oğlan. Tellal, —Su koyuverilmiştir! diye bağırınca nine hemen oğlana haber veriyor. Kız diyor ki: —Aman gelme, ben bir padişah kızıyım. Âlemin kızını yedirdi de, kendi kızına geldi mi katlanamadı derler, diyor. —Sen benim belime sarıl da geri kalanını düşünme, diyor. Kız, oğlanın beline sarılıyor. Dev de karşıdan, —Nasibim birken iki olmuş, nasibim birken iki olmuş, deyip gelirken oğlan deve bir kılıç sallıyor, hadi devi öldürüyor. Dev de: —Bir daha vur, bir daha vur, dermiş. Oğlan da dermiş ki: —Beni anam bir kere dünyaya getirdi, bir daha getirmedi. Deve bir daha vursa canlanacakmış. O zaman kız da devin kanına bir elini vuruyor, oğlanın sırtına yapıştırıyor. —Babam seni istediği zaman gelirsin buraya, diyor oğlana. —Olur, diyor. Koca karının evine gidiyor. —Nine, su akıyor, diyor. —Oğlum, nereden akacak? Seni dev yerdi. Sen ne yaptın? diyor. —Hayır nine, git, su çok akıyor, diyor. Varsa ki su akıp durur. Padişah bağırıyor o zaman. —Kim varsa burada yabancı, avlunun önünden geçecek! diyor. Kızın eline de üç tane elma veriyor. Elmayı verince, —Oğlanı bilir misin? diyor. —Bilirim, diyor. —Geç, diyor. —Bu değil, diyor. —Geç, diyor. —Bu değil, diyor. Geçiyor, geçiyor. —Bir daha bağır, diyor. —Geç, diyor. Ondan sonra oğlan geçiyor. Oğlan geçerken kız oğlanın başına elma atıyor. Padişaha diyor ki: —İşte bu oğlan, diyor. Padişah diyor ki: —Oğlum, ne istiyorsun benden? Ben sana şu kızımı bağışladım, diyor. —Hayır, o benim dünya ahret bacım olsun. Alamam, diyor. —Alacaksın. —Alamam. —Almayacak mısın? Ne istiyorsun benden? diyor. —Ben senden suyla et istiyorum, diyor. —İyi ya, diyor, veriyor. Köyün orta yerinde bir kanadına eti koyuyor, bir kanadına suyu koyuyor. Karga: —Ben lark dedim mi et, lurk dedim mi su vereceksin. Öyle öyle derken oğlanı çıkarıyor karga. Tam geliyor, köyün dışına ineceği zaman et tükeniveriyor. Oğlan da bacağını kesiyor, kuşun ağzına veriyor. Kuş eti, dilinin bir tarafına kıstırıyor. Kuş: —Yürü bakalım, diyor. Oğlan bir yürüyor, topallıyor; bir daha yürüyeyim diyor, yine topallıyor. Hemen dilindeki eti çıkarıyor, hadi onu oraya yapıştırıyor. —Eeee orada ne oluyor? Koca kız gelin olacak olmuş. Tavşan istemiş. —Kim yapar bunu? —Falan usta yapar. Oraya varıyor. —Oğlum, sen altından tavşan, altından sini yapabilir misin? diyor. —Yaparım, ama bir çuval fıstık getirirsin benim durduğum odaya, diyor. Oğlana bir çuval fıstık alıveriyor. Usta diyor ki: —Ah bu oğlan beni mahcup edecek, demiş. Ustası onu bağlıyor. O da çıkarıyor. Öteki biraderi evlenecek oluyor. O da üç tane yavruyu istiyor. O da: —Öyle olunca böyle olur mu? diyor. —Olur, diyor. Ustası yine bu oğlana: —Beni mahcup etme, diyor. Oğlan onu da çıkarıyor kuyudan. Öteki kız da: —Ben Kuranlarımı isterim, diyor. —Tamam, onu da alır getiririz, diyor. Onu da alıp getiriyor küçük oğlan. Tam onlar gerdeğe girecekleri vakit bu küçük oğlan biraderlerini vuruyor. Kızların üçü de bu küçüğe kalıyor. Hani değnek yapıyorlar ya, değnekte damatları vurup öldürmüş. Babası da diyor ki: —Bunlar bana kaldı. Babasını da vuruyor. Hepsi buna kalmış. Şimdi geçinip dururlar. Ben de vardım düğünlerine. Keşkeğini de yedim.
Muradına Nail Olmayan Kız
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Muradına Nail Olmayan Kız Köyün birinde muradına nail olmayan kız varmış. Bir yoksul köylü varmış. Karısı hamileymiş. Sonunda gitmiş doğumhaneye. Hastaneye gidince bir kızı oluyor. Üç tane Arap gelmiş. —Bunun adını biz koyacağız. Hiç korkma, demiş. Birisi: —Bu yürüdükçe ayağının altından çimen bitsin. Başına dökülen sular altın olsun, demiş. Birisi de demiş: —Güldü mü yanaklarında gül açsın, ağladı mı gözlerinden inci dökülsün, demiş. Birisi de: —Bunun adı Muradına Nail Olmayan Kız olsun, demiş. Koluna bir bilezik takmış. Böylece köye gelmişler. Yoksul bir oduncuymuş. Bebek ağladıkça gözlerinden inci dökülüyormuş. Oduncu inci satmaya başlamış. Bir banyo yapıyorlar, hadi dökülen sular altın olmuş. Oduncu altın satmaya başlıyor, zengin oluyor. Zengin olduktan sonra günler böyle geçiyor, çocuk büyüyor. Padişahın oğlu da duymuş. Gelinlik çağı gelmiş kızın. —Ben ille o kızı alacağım, Muradına Nail Olmayan Kızı alacağım, demiş. Bir de cici annesi varmış. —Onu öldüreyim, kendi kızımı vereyim, demiş. Bunlar yola çıkıyorlar. Padişahın oğluna götürecekmiş kızı. Az gidiyorlar uz gidiyorlar, kız yoruluyor. —Ben çok susadım, demiş. —Gözünün birini verirsen su veririz sana, demişler. Gözünün birini çıkarmış, vermiş. Ondan sonra biraz daha gidiyorlar. —Ben acıktım, demiş. —Bir gözünü de verirsen ekmek veririm sana, demiş. Onu da veriyor. Gözlerini de alınca cici annesi bunun üstünü başını soyuyor, kendi kızına giydiriyor. Bunu kakıveriyor ormana. Kendi kızını götürüyor padişahın oğluna. Götürünce padişahın oğlu, —Aha kız geldi, Muradına Nail Olmayan Kız geldi, diyor. Kırk gün kırk gece düğün yapıyorlar. Öteki kız ağlaya ağlaya ağlaya inci yığılmış önü. İnci yığılınca bir oduncu, —Eşeğe sarayım, diyormuş, eşek semeri devirip kaçıyormuş. Eşekle uğraşırken onu görmüş. —Ben bir oduncuyum ya, sen kimsin ya bu dağ başında? demiş. —Ben böyle böyleyim, demiş. Halini anlatmış. Oduncu odunları bırakmış, kızı eşeğe bindirmiş, gitmiş evine. O da bir oduncuymuş. İncileri topluyor, satıyor herif. —Benim başıma bir de su dökün, altın olur, demiş. Hep anlatmış. Anlatınca da adam odunculuğu bırakıyor, zengin oluyor. —Bir gün ben ölürsem, benim kabrimi ta tepenin üstüne yaptırın. Altından yaptırın. Kapısı açıldı mı bağırsın, kapandı mı bağırsın Muradına Nail olmayan Kız diye, demiş. Öteki de, padişahın oğlu da gerdek gecesi gün girmiş. Şıngır şıngır girmiş gelini güldürmek için. Gelin bir gülmüş, dişleri sırıtıp durur, hiç gül açmamış. Ondan sonra bir tas su istiyor. Suyu döküyor başına. Hiç altın olmamış. —Sen değilsin, diyormuş. —Benim, diyormuş. —Sen değilsin, diyormuş. —Benim, diyormuş. Annesi geliyormuş. —Buraların havasını alamadı. Alırsa gül açar, inci olur, diyormuş. Ağlatıyormuş, hiç inci olmuyormuş gözlerinden dökülen. Bunlar böyle hır gür hır gür geçinip gidiyorlarmış. Bir gün gülmüş Muradına Nail Olmayan Kız. Yanağından gül açmış. Gülü koparmış, oduncuya vermiş. —Bunu köyde sat. Bir göze bir gül, bir göze bir gül diye sat, demiş. Bir göze bir gül diye satmış. Hemen o kızın annesi duymuş. —Nasıl olur bu? Yaşıyor daha, ölmemiş, demiş. Gülü alıyor, gözü veriyor. Gidiyor hemen, kızının yanağına takıyor. Güya güldü, gül açtı. Damat geliyor. Hemen gülü bir alıyor, gülü kokluyor. —İnşallah gülü geldi ya, kendisi de gelir, diyor. O gülü kokladığı zaman kız hamile kalmış, Muradına Nail Olmayan kız. Masal bu ya. Cici annesi başlıyor cadılık düşünmeye, kızı öldürmeye. Bir gün koca karı kimsesiz o evin etrafında dolaşmaya başlamış. —Yardım edin, kalacak yerim yok! diyormuş. Misafir alıyorlar. Kızın odasına atıyorlar yatağını. Gece olunca cadı, kolundan bileziği çıkarıp gidiyor. Bilezikteymiş canı. Kız ölüyor. Sabah oluyor. Oduncu az duruyor, çok duruyor. —Niye kalkmadı bu kızımız, niye kalkmadı? Varsalar ki ölmüş. Bir türbe yaptırıyorlar. Padişahın oğlu da evde —Sensin, sen değilsin, diye evde münakaşa ederken tüfeğini almış, ava çıkmış. Bir de bakmış ki dağ  başında pırıl pırıl bir türbe. Varıyor türbeye. Kapıyı bir açıyor, —Muradına Nail Olmayan Kız, diye bağırıyormuş; kapıyı kapatıyor, —Muradına Nail Olmayan Kız, diye bağırıyor. Bakmış ki orada, türbede çocuğu da olmuş. Bakmış çocuk oynayıp durur, anne ölü. Çocuğu alıyor, evine getiriyor. —Bunu sakın ha ağlatmayacaksınız! demiş. Çocuk oralarda yuvarlanırken annesinin bileziği eline geçiyor. Çevir Allah, çevir Allah, ağla bakalım. Padişahın oğlu duyuyor bunu, geliyor. —Niye ağlatıyorsunuz bunu? —Bilezikten ağlıyor. —Verin onu! Veriyorlarmış, yine ağlıyormuş. Bakmış bakmış olmayacak. —En iyisi ben bunu götüreyim annesine yine, demiş. Annesine götürmüş. Bileziği koyuvermiyormuş çocuk. Çocuğu koyuvermiş türbenin, annesinin yanına. Değdiği yere can geliyormuş, değdiği yere can geliyormuş. Bakmış bakmış, bileziği çocuğun elinden almış da koluna takıvermiş, aynı uyanır gibi kalkmış. —Ben böyle böyleyim, ama sen kimsin? demiş. —Ben de padişahın oğluyum. Bizim eskiden beri kavuşmamız lazımmış, ama o vakit, bu vakitmiş, demiş. Sonra da evine geliyorlar. Kaynanasıyla karısına: —Kırk katır mı istersiniz kırk katır mı istersiniz? demiş. —Kızım, kırk satır alıp da ne yapacağız, kırk katır alalım da odun çekeriz, demiş anası. Kırk katırın kuyruklarına bağlamışlar bunları, sürüklemişler.  
Neyidim Noldum Nolcam
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Neyidim Noldum Nolcam Şimdi bir padişah varmış. Vezirini almış, yola çıkmış. Varmış bir çay kenarına. Orada bir dedecik var. —Dede, sen ne yapıyorsun burada? —Ben çöp çatıyorum, demiş. —Benim bir kızım var. Onun kimlere bağladın nasibini? demiş. —Hint Dağı’nda bir çoban var. Ben ona bağladım, demiş. Padişah demiş vezirine: —Dön geri. Ben bir padişah olayım da kızımı çobana vereyim, demiş, çevirmiş. Varmış,  kızı sarayına kapatmış. Yemekleri, suyunu, şeyini oraya, kızına yanaştırmış. Eh, bir gün olsa, kızın canı sıkılmış. —Babama söyleyin. Müsaade etsin, beni sarayın avlusuna bir çıkarsın, demiş. Oradan bir rüzgâr gelmiş, hadi bir dağa. Dağa götürünce orada bir çobanla karşılaşmış. —Çoban, beni misafir alır mısın? demiş. Önceden de tabi azcık şey konuşurlarmış. —Tamam. Ben ağama söyleyeyim de ondan sonra misafir alayım, demiş. Varmış, izin almış. —Git, getir madem. Misafir alınmaz mı? Gitmiş. —Kızım, sen neyin nesisin? Niye geldin sen buraya? —Ben bir padişah kızıydım. Babam beni kapattı bir saraya. İzin istedim, dışarı çıkardı. Rüzgâr beni buraya getirdi, demiş. —Sen bu çobana gelir misin? —Gelirim. Ama benden olan çocukların ismini ben koyarsam gelirim, demiş. —Tamam. Ad bir gök boncuk. Koy kızım, demiş. Tamam. Onları evermiş. Evlenmişler. Şimdi bir oğlu olmuş, Neyidim. İkinci bir oğlu daha olmuş, Noldum. Üçüncü bir daha, Nolcam. Babası çıkmış. Çıkınca aramış bunu. Orayı burayı kızı aramış. Arayınca bir kahvenin önüne gelmiş. Üç çocuk top oynuyormuş. —Noldum, at. Neyidim, tut. Nolcam, önüne gel. Bunları dinlerken: —Oğlum, beni evinize misafir alır mısınız? demiş. —Alırız amca. Bizim ev burada değil, bir dalın tepesinde. —Tamam oğlum, gidelim, demiş. Oraya varmış. Varınca, —Anne, misafir geldi, demiş. —Tamam, gelsin oğlum. Aç kapıyı, koy içeriye, demiş. Önceden de şöyle perde çekilirmiş araya. Perde çekilince: —Çek perdeyi, demiş. Çekmiş. —Git babanı çağır, gel, demiş. Babasını çağırmış gelmiş. —Baba, misafir geldi, demiş. Babası gelmiş. —Hoş geldin büyük baba, demiş. —Hoş bulduk, demiş. —Sen neyin nesisin? —Ben bu çocukların ismini sormak için geldim. Kim koydu böyle Neydim, Noldum, Nolcam? demiş. —Annesi koydu, demiş. —Annesiyle görüşebilir miyim? demiş. —Hayır görüşemezsin, demiş. —Ben bu isimleri sormak için görüşmek istedim, demiş. —Tamam, demiş. Çağırmış. —Kızım, bu isimleri neden böyle koydun, Neyidim, Noldum, Nolcam? Bunları sormak için ben buraya geldim, demiş. —Neyidim, bayırda aç kalıp ot mu yemedim, çalı çırpı mı yemedim. Noldum, ben bir padişah kızıydım, çoban karısı oldum. Nolcam, acaba bundan sonra Nolcam diye bunun adını koydum, demiş. —Çek kızım perdeyi, ben senin babanım, demiş.    
Nohut Çocuk
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Nohut Çocuk Bir varmış bir yokmuş, evvelden bir kadının hiç çoluğu çocuğu olmuyormuş. Adam çiftçiymiş, ileşbermiş[1] bizim gibi, tarlaya gidiyormuş. Kadın yemek götürecekmiş adama öğleye, ama çoluk çocuk yok. Nasıl götürecek? Kim götürecek, kim getirecek? Kadının biri:  —Sen nohut ısla. Nohudu ısla, koy tencerenin içine. Besmelesiz koy, demiş. Besmelesiz karı bir tencerenin içine nohut ıslamış, koymuş. —Ya Allah’ım, ben şimdi bu adama aş götüreceğim, ama nasıl götüreyim, nasıl yapayım? Öğlen yemek vakti geliyor, adam yemek yiyecek. Bu kadın ha bire düşünürmüş. Makarna yapıyormuş. Şimdi biri tüylemiş[2] çıkmış.  —Anne ben götüreyim, demiş. Tenceredeki nohut, çocuk olmuş. —Anne ben götüreyim, demiş. —Hadi oradan, bok yiyecek, götürecek. Âlemin çocuğu bana ne edecek? demiş. Bir oklava sallamış. O zaman hepsi demiş: —Anne ben götüreyim, anne ben götüreyim, anne ben götüreyim. Tenceredeki nohutların hepsi çocuk olmuş karının başına. Karı bu sefer şaşırmış. Nohut çocuğunun birisi de tarlaya varmış. Karı adama demiş:  —Ya bugün ben nohut ısladım. Bütün nohutlar çocuk oldu çıktı, demiş. —Hadi be manyak karı, nohut çocuk olur mu? demiş. —Ben besmelesiz koydum nohudu, çocuk oldular hep, demiş. —Evvelden beri yapsaydın ya madem, hep üzüldün, demiş. —Olsun varsın, ne yapalım, olsun, demiş. Nohudun birisi de tüylemiş, öküzün kulağına girmiş. Adam: —Oha! dermiş. Öküzün kulağındaki de: —Oha! dermiş. —Aşağı öküz! dermiş. —Aşağı öküz! dermiş öküzün kulağındaki de. —Allah Allah, bu öküzde ne var? Öküz çıldırmış. Öteki öküzün kulağında seslendikçe öküz de delilenirmiş. Aşağı, yukarı derken bu adam acımış. —Bu öküzden hayat gelmeyecek. Bu öküzü ben çekeyim, keseyim. Öküzü kessem olmayacak, kesmesem bana yetecek, demiş. Koca öküzü kesecek. Bir nohut da ta orada otun içine girmiş. Otun içine girince öküz orada yayılırken, otun içindeki nohudu yemiş. Otun içindeki nohut, öküzün karnına gitmiş. Öküzün karnındaki de delilenmeye başlamış. Konuşmaya başlamış. Şimdi adam ne derse öküzün karnındaki nohut da onu dermiş. Bu sefer adam demiş: —Bu iş iyi olmadı. İş kötüye sardı. Bu öküzü en iyisi ben çekeyim, keseyim. Kasabın, cambazın birisine vermiş. Cambaz almış, cambaz da hakkından gelememiş öküzün karnındakinden. —E ne yapayım? Hadi keseyim. Kesmişler. İçinden çocuk çıkmış gelmiş, öküzün karnından. Hiç bu olacak iş mi, ama bu bir masal. Sonra, —Ben bunu ne yapayım? Bundan kurtulamayacağım ben, diyor. Gidiyor, yolun üstüne atıyor kendini. Yatıyor. Yatarken öteden araba geliyormuş. Düt düt düt düt araba bağırıyormuş. Adam da hiç oralı olmuyormuş. —Hadi şu araba bağırıp durmasın. Şu arabayı korkutayım, geri kaçsın, demiş. Arabayı korkutayım derken, hadi adamın kolunu ezip geçiveriyor araba. Hadi araba kalıyor.   [1] Çiftçi [2] Atlamış, sıçramış.
Oduncu ile Oğlu
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Oduncu İle Oğlu Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir adam varmış. Üç tane de oğlu varmış. Adam dağdan odun kesiyormuş. Eşekle götürüp satıyormuş. Odunculuk yapıp ailesine öyle bakıyormuş. Adam bir gün hasta olmuş. Büyük oğluna demiş ki: —Bugün de oduna sen git. Oğlan odun kesmek için dağa gitmiş, karşısına bir dev çıkmış. Devden korkmuş, odun kesmeye gidememiş, geri dönmüş. Oduncu bu sefer odun  getirmeye ortanca oğlunu göndermiş. Ortanca oğlanın da karşısına dev çıkmış. O da korkmuş geri dönmüş. Bu sefer küçük oğlan dağa odun kesmeye gitmiş. Küçük oğlan geri dönmüş. Annesine demiş ki: —Anne bana taze peynir ver, demiş. Taze peyniri almış dağa tekrar gitmiş Karşısına tekrar dev çıkmış. Dev küçük oğlana: —Bu dağ benim, kimse buradan bir şey kesemez, demiş. Küçük oğlan yerden bir taş alıyormuş gibi yapıp peyniri sıkmış, suyunu çıkarmış. Karşısındakini gören dev de yerden bir taş almış, sıkmış, fakat suyunu çıkaramamış. Karşısındakinin ne kadar güçlü olduğunu anlamış. Devle birlikte akşama kadar odun kesmişler. Akşam dev, oğlana demiş ki: —Gel bir yemek yapıp yiyelim. Sonra beraber yemeğe oturmuşlar. Oğlan tabii uyanıkmış. Boynuna astığı ekmek torbasının  bir ucunu kesmiş. Bir lokma ağzına atıyorsa beş lokma torbaya atıyormuş. Dev doymuş, sonra sofradan kalkmış. Bakmış oğlan sofradan kalkmıyor. —Ben bile koca devken doydum, sen nasıl oluyor da doymadın? demiş. —Ben karnımı deldim oradan yemek çıktı, demiş. Dev de karnını delmek için bıçağı karnına saplamış, sonra ölmüş. Küçük oğlan topladığı odunlarla da babasını baktırmış. Aile de huzura kavuşmuş.  
Padişahın Oğlu
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Padişahın Oğlu Bir varmış, bir yokmuş. Bir padişahın üç tane oğlanı varmış. Bir elma dalları varmış. Her sene gelir, bir şey yiyiverirmiş elma dalını. Böyle zamanı gelmiş. —Şunu gidelim, bir bekleyelim birimiz, demişler. En büyük oğlan gitmiş, beklemeye gitmiş. Bir de elmanın üstünde duruyormuş, bir şey böyle öğürüp duruyormuş,  bir yeri yerde, bir yeri gökte. —Eyvah! Beni de yiyecek, demiş, koymuş kaçmış. Öteki oğlan, ortanca oğlan:  —Sen iş yapmazsın, ben gideyim, demiş. Ertesi gün ortanca oğlan gitmiş. Ortanca oğlan bir  de  bakmış  ki,  bir  yönü  yerde,  bir  yönü  gökte  bir  şey  dönüp duruyor. O da koymuş kaçmış. Küçük oğlan: —Sen iş yapmazsın. Ben gideyim, demiş. Küçük oğlan gitmiş. Küçük oğlan gidince bir kıl çekmiş, kılını çekmiş.  —Erkeksen bir daha çek, demiş. —Ben anamdan bir kere doğdum, demiş küçük oğlan. Öteki kanını akıtarak gitmiş. Bunlar üç  oğlan  gitmişler.  Bu  kanını  akıtarak  bir  kuyunun  içine  girmiş. Bunlar  da biz bunu bulacağız, öldüreceğiz diye bunlar da giriyor kuyunun içine, küçük oğlan da giriyor. Küçük oğlan da arkasından kanını akıtarak gidiyor ya, küçük oğlan da gidiyor. Kuyu dibine iniyor. Orada üç tane güzel kız varmış. Orada durup dururlar. —Ana, bizim devin yiyeceği geldi, diyorlar kızlar oğlana. —Deviniz de mi var? diyor. —Devimiz de var, diyorlar. Şimdi bunlar otururken dev her gün dev bir insan yiyormuş. Geliyor dev. Oğlan ona bir yumruk vuruyor. —Erkeksen bir daha vur, diyor. —Ben anamdan bir doğdum, bir daha doğmadım, diyor. Neyse kızlar orada kalıyor. Kızlar diyor ki: —Bizi kurtardın, diyor oğlana. Şimdi oğlanlara, büyük oğlana, üç tane kızmış ya, büyük oğlan büyük kızı. Biraderlerine bağlıyor kızı. —Çekin siz, diyor. Ama kız diyor ki ona, küçük kendine kalan kız: —Evvela sen çık da,  arkadan ben  çıkayım.  Seni bak kuyunun  dibinde bırakırlar, diyor küçük kız. —Yok  canım  sen  de,  benim  biraderler  öyle  birader  değildir,  diyor  oğlan. Neyse bu büyük kızı bağlayıveriyor. —Bu  büyük  biraderin,  diyor.  Çıkarıyorlar  bunu,  çekiyorlar.  Arkadakini  de çıkarıyorlar. —Orta biraderin bu, diyor. Onu da çıkarıyorlar. Şimdi küçük kıza geliyor sıra. Küçük oğlan da onu kendine alacak. Kız diyor ki: —Seni çıkarmazlar ben çıktıktan sonra. Evvela sen çık, arkadan ben çıkayım, diyor. O da sanıyor oğlan: —Beni aldatacak, kalacak, diyor. —Evvela sen çık. Benim biraderler öyle  değil, diyor. Neyse bunlar bunu bağlıyor. Çekiyorlar yukarı. Bakıyorlar, o kız çok güzel. Ama küçük oğlana o kız çıkmadan bir yüzük veriyor. —Eğer onlar çıkarmazlarsa seni, bu yüzüğü yalayıver. Bu yüzükten bir ak koç çıkar,  bir de kara koç çıkar. Ak koçun üstüne bin, kara koçun üstüne binme.  Kara koçun  üstüne  binersen  yedi  kat  yerin  dibine  gidersin,  ak  koçun  üstüne  binersen gökyüzüne çıkarsın, diyor. Neyse kızı görünce oğlanı çıkarmıyorlar. —Kendi  kızın  en  güzelini  alıyor.  Bunun çıkarmayalım,  kuyunun  dibinde kalsın,  diyorlar. Oğlan bir de yüzüğü yalıyor. Bir kara koçla bir ak koç çıkıyor. Oğlan ak koçun üstüne bineceği yerde kara koçun üstüne biniyor. Oğlan hadi yedinci kat yerin dibine gidiyor. Bir de oraya varıyor, benim gibi bir koca karı oturup durur. —Selamün aleyküm, diyor. —Aleyküm selam. Önüne sofra koyuyor işte, yemek yiyor. O köyde de her gün bir dev bir insan yermiş de bir çeşme varmış. Çeşmenin başında her gün bir insan yerken çeşmenin kurnasını açıveriyormuş da âlem çanağını çömleğini dolduruyormuş, su yokmuş. —Suyun yok mu nine? diyor. Yokmuş  ama,  işemiş  de  nine  tanrı  misafirine  yok  olmaz  diye  sidiğini getirmiş. Neyse bu bilmiş ama, ağzında tutuyormuş suyu. Sonra yemeğini yedikten sonra demiş:  —Nine, sizin köyünüzde akarsu yok mu? demiş.  —Oğlum, akarsu var, ama her gün bir dev insan yiyor. Bugün falan padişahın kızını  yiyecek.  Güya  ben  tanrı  misafirine  su  yok  demek  olmaz  diye  işedim  de getirdim, yalanı yok, demiş.  —E hadi oraya gidelim, demiş. Nine çanaklarını çömleklerini toplamış. Varmışlar, bir bunarın önünde kız oturup   dururmuş,  bu  yenecek  kız  oturup  dururmuş.  Alem  çanağını  çömleğini toplamış, oraya bunarın başına toplanmış. O bunarın başını açıverirmiş. O kızı, neyse yiyeceği  insanı  yiyene   kadar  insanlar  çanaklarını  çömleklerini,  doldururlarmış. Neyse tam kurnayı açmış bu. Onlara kurnayı açınca, oğlan bir kılıç sallıyor. —Erkeksen bir daha vur, diyor. O da: —Ben anamdan  bir defa doğdum, bir daha doğmadım, diyor. Padişah o gün kendisi gelmemiş suya. Padişaha müjdeye gidiyorlar. —Vay senin kız geldi, bir delikanlı, onu, devi öldürdü, diye. Geliyor padişah. —Oğlum, benden ne istiyorsun? diyor. —Ben senden hiçbir şey istemiyorum. Ben senin sağlığını istiyorum, diyor. —Ben senin istediğini biliyorum, diyor. O bir dalın dibine varıyor. Dalın dibine vardıktan sonra orada bir kuş varmış. Her sene yuvasını bir şey yiyi yiyiveriyormuş, yavrularını  bir  şey yiyi yiyiveriyormuş. Bir de bakmış yavrular cik  cik cikleşip dururlarmış. Bir yılan yavrularını yiyormuş. O yılanı öldürmüş oğlan. Oğlan yılanı öldürünce de kuş gelmiş o vakit.  —Her sene bir şey benim yavrularımı yiyi yiyiveriyordu, sen benim yavrularımı kurtardın, benden ne istersen iste, demiş. —Hiçbir şey istemiyorum, demiş oğlan. —Sen benden bir parça et, bir şişe su istiyorsun, demiş. Getirmiş  bir  parça  et,  bir  şişe  su.  Neyse  kuyunun  dibinden  bu  oğlan çıkıyormuş. “Lark” dedikçe et veriyormuş, “gark” dedikçe su veriyormuş, “lark” dedikçe et veriyormuş, “gark” dedikçe su veriyormuş. Oğlan gökyüzüne çıkmış.  Bir de  çıkmış,  biraderleri  düğün  yapıyorlarmış.  Kendi nişanlısını  almışlar,  ama  kaç seneler geçtiyse işte. Yirmi gün mü ne kadar günse işte, davul çaldırıyormuş padişah. Öncelerden koşu  koşuluyordu ya, atlar koşuluyordu ya, şimdi böyle koşuya çıkmışlar. Koşuya çıkınca da bir kere kızın yüzüğü varmış onda ya, yüzüğü yalamış o, bir kır at çıkmış. Binmiş kırata, bir kere varmış gelmiş, ikincide padişahın koca oğlanı vurmuş. Yine yeniden gelmiş. O vakit padişah demiş ki:  —Benim oğlan bir daha var, demiş. Davulu kesmek istemişler. —Çalın davulu, demiş. Onda sonra yüzüğü yalamış. Bir de kahverengi at çıkmış. Ondan sonra yine bir daha varmış  gelmiş.  Ortan  oğlanı  da  vurmuş.  Padişahın  o  vakit  diyeceği kalmamış. O vakit demiş ki, inivermiş attan da: —Çalın davulu, ben de padişahın küçük oğlanıyım, demiş. Masal orada bitiyor işte. Ben de onların düğünlerine gittim.
Padişahla Zengin Adam
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Padişahla Zengin Adam Bir varmış bir yokmuş. Evvel zamanda bir fakir adam varmış. Adam odun satarmış. Odun keser, eşekle köylere odun satarmış. Karı da ev işlerine gidermiş. İki oğlan çocuğu varmış. Ev işlerine giderken adam: —Şimdi güzel karı gelsin gelsin, burada çalışsın. Ben bunu bırakayım, varayım da alayım geleyim, demiş. Karıyı almış gitmiş, varmış. Şimdi ev temizleyen karıyı, fakir adamın karısını almış gitmiş. İki oğlan balası kalmış. Köyde de ayıbına gitmiş adamın. —Bunları alayım da başka köye gideyim, demiş fakir adam. Şimdi birini almış gitmiş. Giderken çay almış gitmiş oğlancığı. Adam kalıvermiş. Sonra durmuş durmuş, birini daha almış gitmiş. Yine onu da almış gitmiş çay. Orada o adam kalmış. Köye dönmemiş adam. Köye dönmeyince o çocuğu avcılar bulmuş, köye çıkarmış. İkisini de köye götürmüş. Ölmemiş çocuklar. Sonra bir köye çıkmış.  Padişah seçilirmiş köyde de. Şimdi bir talih kuşu varmış. O da nasılmış biliyor musun? Çaydan çıkmış da ıpıslak varmış oraya adam, o halkın içine. Varınca ille talih kuşu gelir o adamın başına konarmış. —Padişah o olacak, dermiş. Döner döner, o adamın başına konarmış. —Köyümüzde zengini var, fakiri var. Bunu mu edeceğiz? demiş halk da. Onu örtmüşler, pirketlerin altına saklamışlar onu. Yine varmış o kuş, onun başına konmuş, —İlle o padişah olacak, diye. Onun başına konunca, köyde o padişah olmuş. Padişah olunca zengin adam da o köydeymiş. Oğlanlar büyümüş. Oğlanları da oradan biri almış gitmiş. Oradaymış oğlanları da. Adamın biri padişahla oturuyormuş. Karısı da varmış orada. —Padişahım, benim karım var evde. Karım korkar. Ben gideyim, demiş. —Ben çocukları yollayayım da çocuklar beklesin orayı. Karıyı senin çocuklar beklesin, demiş padişah da. Şimdi çocuklar beklermiş kapıda. Şimdi iki çocuk demişler ki birbirine: —Hadi başımızdan geçenleri anlatalım. Zengin adamın karısını bekliyorlar ya. —Benim babam odun satarmış. Anam da ev işlerine gidermiş, demiş biri. —Benim anamı zengin adam almış gitmiş, demiş öbürü. Şimdi anası da içerdeymiş. Anasını bekliyorlarmış. Padişah zengin adamın karısını bekletiyor ya. Padişahla konuşuyor onlar. Sonra anası çıkıvermiş dışarı onlar konuşurken. —Siz benim çocuklarımsınız ya. Gelin bakalım buraya, demiş. Şimdi zengin adam varıyor oraya. O çocuklar anasıyla sarmaş dolaş sarılır dururlarmış. Gelivermiş de padişaha demiş ki: —Bak benim karıyı ne yaptılar senin çocuklar? Sevişip dururlar. Padişah, oraya varınca o çocukları parayla almış. Onları bulan adamdan parayla alıyor, padişahın oluyor o çocuklar. —Derhal bunlar asılacak! Derhal onların ikisini de asacağız, demiş. Getiriyorlar bunları. Şimdi onları orada asacaklar. Karıyı da getiriyorlar. Karıyı da asacaklar. Çocuklar: —Padişahım, biz başımızdan geçenleri anlatalım. Ondan keri as bizi, diyorlar. —Tamam, anlatın bakalım, diyor. Çocuklar anlatıyorlar. Karı da anlatıyor. Padişah da diyor ki: —Siz benim çocuklarımızsınız. Karı da: —Benim çocuklarımsın, diyor. Bunlar sarmaş dolaş. Zengin adamı asıyorlar. Bunlar kalıyorlar.
Papaz
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Papaz Bir gelin suya giderken bir Arap’ın dükkanının önünden geçermiş. —Gelin, ne yapıyorsun? dermiş Arap. Gelin hiç tınmazmış. Yine bir gün akşama suya gidecek olmuş. Arap dükkanın önünde oturup dururmuş. —Şimdi bu, gelin ne yapıyorsun, der. Hadi hemen gidivereyim. Bardakları boş bırakıvermiş. Adamı çiftten gelmiş. Elini ayağını yıkayacak olmuş, bardaklarda suyu bulamamış. —Suyu doldurmamışsın. Bardaklarda su yok ya, demiş. —Ben bugün suya gidecektim. Ama dükkanın önündeki papaz bana, ‘Bre gelin ne  yapıyorsun?’ dedi. Ben de utanıyorum. Yine dükkanın önünde oturuyormuş da ben de ondan gitmedim, demiş. —O sana ‘Bre gelin ne yapıyorsun?’ derse sen de ona ‘Bre papaz sen ne yapıyorsun?’ de. Neden gitmiyorsun? demiş. Gelin de almış bardakları gitmiş. Geçiyormuş. —Bre gelin ne yapıyorsun? demiş papaz yine. —Bre papaz, sen ne yapıyorsun? demiş. —Akşam bir kaz alayım da varayım mı? demiş. —Gel, demiş gelin. Eve gelmiş, kocasına deyivermiş. —Bana ‘Bre gelin, ne yapıyorsun?’ dedi. Ben de ‘Bre papaz, sen ne yapıyorsun?’ demiştim. ‘Akşam bir kaz alayım da varayım mı?’ demişti. Ben de ‘Gel.’ Dedim, demiş. —Gelsin, demiş adamı. Bunlar aş ekmek yemiş. Adamın alini ayağını yıkamış. Adam evin altına inmiş. —Sana geldi mi ‘Kocan nerede?’ der. Sen de “Kocam evde yok” de. Gelsin, demiş. Adam evin altında dinlerken papaz bir kaz tutmuş, almış gelmiş. Geline: —Gelin, ben geldim, ama kocan nerede? demiş. —Kocam yok, köyde, demiş. —Kazı keselim mi? —Keselim. Papaz kazı kesmiş. Gelin pişirmiş, kızartmışlar. Adam evinin altında dinlermiş bunları. Kazı yiyecekleri zaman tıkır tıkır olmuş evin altı. —Ne bu tıkırtı? demiş. —Adam danayı bulamadı. Danayı aramaya gitmişti. O danayı bulsa gelmez. Hadi ben dana geldi diyeyim de, sana dananın yularını takayım, tezgaha bağlayayım, demiş. Papazın eli ayağı titremiş. Gelin dananın yularını takmış papaza. Elini ayağını tutmuş, sıkıca bağlamış. Kandili de almış, merdivene çıkmış. Merdivenin ayağından ünlemiş: —Ay adam, ay adam, sen gidince dana geldi. Ben tezgaha bağlaya koydum. Sen de nafile gezdin. Dana evde, demiş. —Sorma sen. Dana araya, dana araya her dağları taşları gezdim, bulamadım. O danadan bir öfkemi alayım, demiş. Çıkarken bir eşek dayağından odun almış adam. Papazın yularını eline alıvermiş. —Sen bir daha bunları yapacak mısın? diye diye eşek dayağıyla varıvermiş papaza. O da ben danayım diye —Bööh bööh! Diye bağırıvermiş dayağı yedikçe. Başından yuları sıyırınca kaçmış. Sabah olmuş. —Hadi, suyu doldur gel, demiş geline adamı. —Papaz sana “Bre gelin ne yapıyorsun?” derse, sen de ona “Bre papaz sen ne yapıyorsun?” de. O demezse yine sen de, demiş adamı. Gelin bardaklarını almış, suya gitmiş. Papaz dükkanın önünde oturuyormuş. Bakmış, gelin geliyormuş. Hemen papaz kalkmış, dükkanın  içine girmiş. Yüzü koyun kapanmış yatmış. Gelin geçmiş, seslenmemiş. Gelin suyu doldurmuş, geri gelmiş. Yine varmış kapıya. Papaz daha yüzü koyun kapalı yatıyormuş. —Papaz ne yapıyorsun? demiş. —Bre gelin, alıştınız kaz götüne, papaz götüne. Bana seslenme de kime seslenirsen seslen, demiş. Bir dahaki sefere —Gelin ne yapıyorsun? diyememiş.
Peri Kızları
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Peri Kızları Oturduk, masal satıştık birbirimizle, çoluğumuz çocuğumuz, komşular. Köyün altında bir eşek ölmüş. Çocuğun birisi, —Kaburganın altına gireyim de şu kuşların birini tutayım, demiş. O da kaburgadan çıkana kadar kargalar kapıyor. Hadi altın dağının tepesine götürüyor. Oraya çıkıyor çocuk, inemiyor. Ona altın atıveriyor, buna altın atıveriyor. Bir gün karnı acıkıyor. —Nasıl ineyim, nasıl edeyim? Eline dalak gibi bir şey alıyor. Kargaların kemikleriyle kazarken, bir kaygan taş buluyor. Kaygan taşı buluyor, çıkarıyor, ta oraya dayıyor. Bir merdiven buluyor, iniyor merdivenden aşağı. Varıyor, dev karısı fırın süpürüp durur. Bunun memesine yapışıyor, boynuna yapışıyor. Karı bunu fırın ekmeğiyle kuzu gibi karnını doyuruyor. —Sen benim anamsın! —Sen benim oğlumsun! Bunlar anlaşıyorlar. Bir gün dururken dev babaları gelmiş.  —Karı, bu evde bir âdem kokuyor. Saklıyorsun, saklama. Ben bunu bulacağım, diyor. —Tamam. Bir şey demeyeceksen çıkaracağım, diyor. Çıkarıveriyor. —Tamam oğlum, sen bizim oğlumuz ol. Bizim de evladımız yok. Ben de senin baban olayım, diyor. Günlerden bir gün canı sıkılıyor. Havuz varmış. Peri kızları gelirmiş. Orada güvercin olurlar. Oğlan bunlara bakarken vuruluyor. —Bunu ben nasıl tutacağım ana? diyor. Gül bahçesinin orada gül varmış. —Güllere sin, gülün içine gir. Hangisini seviyorsan onun elbisesini kavradığınla otur. Onlar senin kıyına gelir. Öteki gider varır, diyor. —Tamam. Bu siniyor. Gelmiş iki güvercin, çamaşırlarını çıkılamışlar. Havuzun içine giriyor. Oğlan bunun birini alıyor hemen. Öteki güvercinin biri gidiyor. Biri kıyında kalıyor. —Ana, buldum, tuttum, diyor. Bunlar yine az duruyorlar uz duruyorlar ikisi beraber. —Bizim de anamız babamız vardı. Bizi yollasana, diyor. Koca dev, babası diyor: —Hadi oğlum, yeter. Bunlara bir beygir yükü altın sarıveriyor. Yarı yola kadar da iletiveriyor. Dönüveriyor gerisin geriye. —Oğlum, sana bir tembihim var. Bunlar yüz sene de olsa alır da gider. Bunlar peri Per zar* kızlarıdır. Yalnız bu hüneri, bu elbiseleri yavuz yere sakla. Duvarın temelini kaz, oraya at, diyor. Varıyor bunlar anasının babasının yanına. Kırk gün kırk gece davul çaldırıveriyor. —Oğlum, biz bu hüneri yapacağız. —Tamam, yapın ana. Bunlar bir düğün yapıyor. Bir yakaya gidince temeli kazıyor, ta oraya saklıyor giyecekleri. Neyse geliyor güvercin. Bir kokuyor, duvarın dibine bir yumruk vuruyor, yarıyor. Cenabı Allah’ım onu yarıyor. Alıyor elbiselerini. —Hadi, şimdiye kadar seninle eşlik yaptım. Ben gidiyorum evime. Beni ister dilersen. —Gök, dağ! diye diye gel. —Beni buldururlar, ben seni bulurum, diyor. —Allah verirse alıp geleceğim, diyor. Gidiyor. Bunu Cenabı Allah’ım, perileri Per zarları yollara dikiyor. Oğlan giderken bu oğlanı buluyorlar, öldürüyorlar. Hata getirmeden bu kızla babasının karşısına iletiveriyorlar. —Eh kızım, bu mu? diyor. —Bu yiğit, beni havuzdan alıveren, ediveren. —Eh, tamam, diyor. Bir dernek de babaları yapıyor. —Kızım, burada mı duracaksın, yerine mi gideceksin? diyor. —Baba, ben oraya yakışırım, diyor.  —Kızım, zaten senin erinin evine yakışmak buradan bedel olmuş. Git yavrum, diyor. Burada bitiyor.   * Per zar: Peri zad, peri soyundan, peri gibi çok güzel.
Rüzgâr Oğlu
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Rüzgar oğlu Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir zengin çiftlik ağası varmış. Bunun iki tane köpeği, bir tane iyi huylu bir atı, iki tane de çocuğu varmış. İyi geçimlilermiş. Ava meraklıymış. Bir gün ava gitmiş. Avlanırken bir geyik görmüş. Onun peşinden giderken bir ses duymuş. O ağanın ismi Rüzgar oğluymuş. —Ey Rüzgar oğlu, gençliğinde mi zenginlik istersin, kocalığında mı? demiş. Ondan sonra bu korkmuş tabi, hemen geri dönmüş. Evine gelmiş. Hanımına falan bir şey söylememiş. İkinci gün yine gitmiş. Yine aynı sesi duymuş. Yine bir şey söylememiş. Üçüncü gün yine korkmuş. Söylemiş. —Hanım, böyle böyle. Bir ses duyuyorum ben. Gençliğinde mi zenginlik istersin, kocalığında mı zenginlik istersin diye bir ses duyuyorum, demiş. Hanımı da: —Bey gençliğimizde ne yapalım biz zenginliği, kocalığımız rahat geçsin, demiş. Ondan sonra Rüzgar oğlu tekrar ava gitmiş. Yine  aynı ses, duymuş. O da —İhtiyarlığımda zenginliği istiyorum, demiş. Hemen geri dönerken yağmur, fırtına başlamış. Köpeklerine, atına şimşek vurmuş, ölmüş. Ondan sonra evine gelmiş. Evi yağmurla, selle yıkılmış, evi dağılmış. Çocuklarıyla, hanımıyla kalmış bu. Sonra, —Hadi buradan taşınayım, demiş. Çıkmış yola. Giderken bir tane dereden geçecek olmuş. Çay böyle çok azgınmış. Oradan kendisi geçmiş. Bir tane ağaç dalı kesmiş. —Çocukları da onunla geçireyim. Ona yapıştırayım, tutundurayım, geçireyim. Çocukları geçireyim derken, hadi çocuklarını da dere almış gitmiş. Hanımıyla kalmışlar. Ondan sonra bunlar hem üzülmüş hem yollarına devam ediyorlarmış. Bir köye rastlamışlar. Köyde bir bakıcı kadın aranıyormuş. Hanımına: —Hadi benimle beraber sürünme. Sen burada kal, demiş. Hanımı orda kalmış. Aradan baya bir zaman geçmiş, seneler geçmiş. Adam öyle giderken, baya bir seneler geçtiği için de ihtiyarlamış. Kızını, oğlunu da bir değirmenci bulmuş. Büyütmüş, beslemiş. Ondan sonra oğlu askere gitmiş. Adam da hala gezgin gibi dolaşıyormuş. Bir köye varmış. Köyde de padişahlık seçimi varmış. Devlet kuşu uçuruyorlarmış. —Bakalım kimin başına konarsa onu padişah yapacağız, demişler. Devlet kuşunu uçurmuşlar. Kenarda ihtiyar bir dedenin başına konmuş. —Olmaz, sayılmaz bu. Tekrar uçuralım, demişler. Yine dönmüş dolaşmış, aynı yere konmuş kuş, aynı adamın başına konmuş kuş. Ondan sonra, —Yine olmaz, biz bu adamı tanımıyoruz bile. Padişah yapamayız, demişler. Tekrar uçurmuşlar. Yine aynı adamın başına konmuş. —Üç kere uçurduk, aynı adamın başına kondu. Artık bunu padişah yapalım, demişler. Padişah seçmişler onu. Ondan sonra adam, çocuklarını aramaya başlamış. Hanımını bir sandığa kapatmışlar. Bir dereye atacaklarmış. Askerler bulmuş. Askerler de askerlik anılarını anlatıyorlarmış, başından geçenleri. —İşte benim böyle, benim böyle. Benim annem, babam yok. Bizi dere götürmüş, değirmenci büyütmüş, demiş. İşte şöyleydi böyleydi, annesi tanımaya başlamış. —Ne olur açın! Ben böyle böyle, sizin annenizim. Açın, açın! deyince askerler padişaha gidiyorlar, götürüyorlar. Padişah da babaları çıkıyor. —Ben Rüzgar oğlu, demiş. Sonra asker:  —Kardeşim, bizi büyüten değirmencinin yanında, demiş. Kardeşini almış gelmişler. Annesi, babası, hepsi beraber mutlu yaşamışlar.
Süpürgecinin Kızı
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Süpürgecinin Kızı Bir padişah, bir de oğlu varmış. Bir de süpürgeci varmış. Padişahın oğlu, süpürgeciye: —Altından altın, gümüşten gümüş, bakırdan bakır olan nedir? Bunu bilirsen bilirsin, kırk güne kadar bulamazsan seni cellat edeceğim, demiş. Adam evine gitmiş, ağlarmış, dövünürmüş. Koca kız gelmiş: —Ne oldu baba? Neden ağlıyorsun, neden üzülüyorsun? demiş. —Ne olsun kızım. Padişahın oğlu  geldi, “Altından  altın, gümüşten gümüş, bakırdan bakır nedir?” dedi. Ben de bilemedim. Beni cellat ettirecek, demiş. —Aman baba, ben de zannettim dünürcüler geldi de vereyim mi vermeyeyim mi diye düşünüyorsun sandım, demiş. Ortanca kız gelmiş: —Baba, ne ağlıyorsun, ne üzülüyorsun? O da demiş: —Kızım böyle böyle. Padişahın oğlu geldi, “Altından altın, gümüşten gümüş, bakırdan bakır nedir?” dedi, demiş. —Aman baba, ben de benim çeyizim tam değil de ondan üzülüyorsun sandım, demiş. Küçük kız gelmiş: —Baba niye üzülüyorsun? —Kızım, ablangile söyledim de iki derdim üç oldu. Bir de sana söylersem dört olur, beş olur. —Ya baba, sen de hiç üzülecek şey mi buldun? Diyemedin mi ona, altından altın oğlum sizsiniz, gümüşten gümüş sizin vezirleriniz, bakırdan bakır da bizim gibi fakirler diyemedin mi baba? demiş. Adam böyle uçmuş sevincine. Zaman gelmiş, gelmiş padişahın oğlu. —Bilebildin mi? demiş. —Bildim. Altından altın oğlum sizsiniz, gümüşten gümüş sizin vezirleriniz, bakırdan bakır da bizim gibi fakirler, demiş. —Dede, sen bunu nasıl bildin? Kim bildi bunu, nasıl bildi? —Ben nereden bileceğim oğlum bunu. Benim bir kızım var, o bildi bunu, demiş. Demesin mi bu: —Ben süpürgecinin kızını alacağım. Gidiyor, görüyor, beğeniyor kızı. —Süpürgecinin kızını alacağım ben, diyor. —Aman oğlum, sen padişah oğlusun. Süpürgecinin kızı alınır mı? —Hayır, ille gidin görün. Ben gittim, gördüm, beğendim. İlle siz de görün. Gidiyor kaynana, görümce işte neyse, toplaşıyorlar, gidiyorlar. Evde de kimse yokmuş, bir kız varmış. —Anan nerde? diyorlar. —Anam biri iki yapmaya gitti, demiş. —Ablan nerde? —Ablam çirkini güzel yapmaya gitti. —Ortanca ablan nerde? —Lale sümbül toplamaya gitti, demiş. Hiçbir şeycik anlayamamışlar. —Kızım, bana bir su versene, demiş kaynana. Yıkamış, paklamış bardağı. Su koymuş  ama, içine bir de saman koymuş. Sonra içmişler artık suyu gitmişler. —Ne yaptınız? Gördünüz mü? demiş. —Gördük, demiş. —Beğendiniz mi? demiş. —Neresini beğeneceğim. Anan nerde dedik, biri iki yapmaya gitti, büyük ablan nerde, çirkini güzel yapmaya gitti, ortanca ablan nerde, lale sümbül toplamaya gitti dedi, demiş. Oğlan da: —Anası ebeymiş, biri iki yapmaya gitmiş, ablası gelin süslüyormuş, çirkini güzel yapmaya gitmiş, ablası oya yapıyormuş, lale sümbül oyası, oya yapmaya gitmiş. Bir de sizi hayvan yerine koymuş da bir de saman yedirmiş size. İlle alacağım ben bunu. Almış. Bir düğün yapıyorlar, bir düğün bir düğün kırk gün kırk gece. Kırk da odası varmış apartmanın da. Ondan sonra gezmişler gezmişler, kızı gezdirmiş odaları. Birisi kapalıymış. —Burada ne var? demiş. —Burada da birine soru sordum. Bilemedi, o da bilemedi, cellat kesecek, demiş. Akşam olmuş, yatmışlar. Yattıktan sonra güya  uyumuş padişahın oğlu. O gidiyor odaya. —Ne sordu sana? diyor. —Cennette yerler içerler de pisliğini yapmazlarmış mesela, dünyada temsili var, bir. Ne o? Ondan sonra üç bacaklı yürümez, üstüne binen yorulmaz, kısır karılar doğurmaz, bunu da bileceksin, demiş. Kız demiş ki: —Dünyada temsili ana rahminde çocuk, yiyor, içiyor, şeyini yapmıyor. Üç bacaklı yürümez sacayak, üstüne binen yorulmaz tencere, kısır karılar doğurmaz, o da katır, demiş. Sabah oluyor. Gidiyor padişahın oğlu. Soruyu soruyor. Oğlan cevabını veriveriyor. Veriverince diyor ki: —Bunu sen söyledin buna. Hemen oğlan yatmış karyolasına, çekmiş üstüne yorganı.  —Bu evin içinde ne kadar kıymetli şey varsa al git, benim gözüme gözükme bir daha, diyor. Kız ondan üste çıkmış. Kız da bakmış bakmış bakmış, padişahın oğlundan kıymetli bir şey görememiş evin içinde. Çağırıyor dört tane hizmetçi. —Hadi, alın tıngır tıngır, karyolasını alın padişahın oğlunu götürün, diyor. Anasının babasının evine. Masal bu ya, uyuyor, uyanıyor oğlan. Baksa ki bizim ev gibi takıl tukul bir evin içinde. —Ben nasıl geldim buraya? Ben sana ne bulursan bul kıymetli bir şey, onları al git demedim mi? diyor. —Ben de baktım baktım, senden kıymetli bir şey göremedim. Ben de seni aldım geldim, diyor kız. Oğlan: —Beni nasıl getirttiysen geri öylece götür, diyor. Yine üstüne çekiyor yorganı. Hadi dört kişi gidiyorlar. Hadi yine götürüyorlar padişahın oğlunu evine. Hala daha geçinir giderlermiş işte.
Elma Kabuğu
Marmara Bölgesi
Balıkesir
ELMA KABUĞU Bir varmış, bir yokmuş. Bir padişahın oğlu varmış. Düğünlere oynamaya gidermiş. Bir gün bir köye gitmiş. Orada bir padişahın bir kızı varmış. Onu da herkes istiyormuş vermiyorlarmış. O da padişah oğluymuş, ama onun padişah oğlu olduğunu nereden bilecekler. ̶  Burada ne var? demiş. ̶  Burada padişahın kızı var, evlerinin önünde bir de servi ağacı var.O servi ağacının dalını kim keserse kızı ona verecekler, demişler. Oğlan: ̶  Tamam, demiş. Hemen oraya gitmiş. Önce kıza bakmaya gitmiş. Kızlar camın önüne çıkmış. Oğlan bunlara bakarken çamura batmış. Onlar da elmanın kabuğunu soyarlar da yere atarlarmış. Oğlan da onun aşkından yerden elma kabuğunu almış da yiyivermiş. Onlara bakarken ayağı çamura dalmış. Cebinde ipek mendil varmış silmiş, atmış: ̶  Hıhh! Bu bir padişah oğlu olsun da benim attığım elma kabuğunu yesin, demiş. Oğlan: ̶  Ulan senin aşkından yedim, demiş. Oğlan kıza ona güldüğü için kızmış ve bir çobana gitmiş. Çobana: ̶  Şu kumaş elbiselerimi sana vereceğim, sen de bana eski elbiselerini vereceksin, tamam mı? demiş. Çoban bundan korkmuş  ̶  Tamam, demiş. Çobandan bir de koyun istiyor. Çoban: ̶  Ne olacak koyun? demiş. Oğlan: ̶  Şimdi kes, derisini ben alacağım, eti senin olsun, demiş. Çoban koyunu hemen kesiyor. Böyle boklu karnını başına giyiyor. Bunu kıza kızdığı için yapıyor, ama kız bunu bilmiyor. Ertesi gün oğlan sıvır sıvır akıtarak geliyor. Oğlan kurnaz imiş. Akşamdan oğlan bir tane ekmek almış, bunu içine de bir tane Pazar helvası koyup ağacın dibine sokmuş. ̶  Bunu sabaha kadar karıncalar yer, ben de keserim, demiş. Karıncalar ekmekle helvayla dalın kökünü yemişler. Oğlan atını satıp bir balta almış. Kız geliyor: ̶  Hıhh! Keli de geliyor, körü de geliyor, demiş. Kız onu kel sanıyormuş. ̶  Çekilin! demiş, oğlan.  ̶  Bismillahirrahmanirrahim demiş. Servi dalını küldürt diye yıkmış. ̶  Eyvah babacığım yaptığını gördün mü? Kel de keser dedim, çingen de, çetmisi de... demiş. Babası: ̶  Kızım nasibin... demiş. Kız: ̶  Hayır ben evlenmem, demiş. Padişah söz verdiği için tamam demiş. Kız babasına demiş ki: ̶  Ben bir mani atacağım, ona cevap verirse o zaman varacağım. Padişah: ̶  Tamam, demiş. Aah evimin önünde vardır bir selvi Selvinin yaprakları telli O da memlekette belli Sen unun bil Kel Çetaş, demiş. Oğlan da demiş ki: Evimin önünde vardır bir servi dediğin senin boyların değil mi? Yaprakları telli dediğin senin saçların değil mi? Memlekette belli dediğin senin kendin değil mi? Alacağım hanımım saracağım. Kız: ̶  Eyvah! Tekrar söyleyeceğim, demiş. Oğlan: ̶  Söylesin, demiş. Kız kabarmış: Aah evimin önünde vardır dediğin senin lamban değil mi? İçindeki yılanı dediğin fitili değil mi? Ağzındaki mercanı dediğin ateşi değil mi? Alacağım hanımım saracağım, demiş. Kız tekrar soracak olmuş, oğlan kabarmış: ̶  Aah evimin önünde üç ayaklı vardır yürümez Yürümezin yanında vardır dula orak doğurmaz Yanında vardır söylenmez Sen bunu bil Kel Çetas, demiş. Evimin önünde üç ayaklı yürümez dediğin senin sacağın değil mi? Yanında dula urak doğurmaz dediğin maşan değil mi? Alacağım hanımım saracağım, demiş. Kız artık tamam, bitti demiş. Padişah: ̶  Tamam verdim, demiş. Buna kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Bunlardan oğlanın anasının babasını haberi yokmuş. Oğlan memleketinde nişanlıymış. Oğlan düğün yapıldıktan sonra bir müddet orada kalmış. ̶  Ben yer tokmağından çıkmadım ya! Benim de memleketim var, ben gideceğim, sen de gel, demiş oğlan. Kız: ̶  Olmaz! Gidemezsin, demiş. Oğlan gidecek olmuş. Kız buna üzülüp sararıp solmuş. Kızın annesi: ̶  Kızım ne oluyor sana böyle, demiş. Kız: ̶  Beni de götürmek istiyor, demiş Annesi: ̶  Götürür götürür, demiş. Kız: ̶  Ben oralarda ne yapacağım? demiş. Kız eski düzenleri giymiş. Padişah kızı, yeni gelin ama oralarda neler olur bilmiyormuş. Yola çıkmışlar. Yolda giderken kız: ̶  Ayyy! Bacaklarım acıdı, dermiş. Oğlan hemen bir tekne kırıntısı ve iplik bulmuş; ̶  Bin ben seni çekerim, demiş. Kız: ̶  Hiç olur mu, unda oturulur mu? demiş. Kız binmiş oğlan tıkır tıkır çekermiş. Kız: ̶  Ayy acıdı bacaklarım, deyip inermiş. ̶  Yoruldum, deyip binermiş. Biraz daha gitmişler bir derenin kenarında bir peştamal parçası bulmuşlar. Oğlan: ̶  Hanım, hanım! Yanındakini görmüyor musun? Al hadi onu. demiş. Kız: ̶  Almam, demiş. Oğlan: ̶  Çobancığını seviyorsan alırsın, demiş ve kız onu almış. Derelerden geçerken onu yıkıyormuş. Biraz daha gittikten sonra bir kabak parçası bulmuşlar. Oğlan: ̶  Şunu al, demiş. Kız: ̶  Ne yapacağım? demiş. Kızın saçı uzunmuş.  ̶  Saçlarını yıkarsın, demiş oğlan. Kız: ̶  Ee senin annen baban yok mu eve gitmeyeceğiz mi? demiş. Oğlan: ̶  Öldüyse nereden bileceksin? demiş. Yolda yarım bir kırık tarak bulmuşlar onu da aldırmış. Köye girerken eski bir kaz kümesi varmış, bu kendilerininmiş. Eskiymiş bir yanı yıkıkmış. Oğlan bu kümesi görünce: ̶  Eyvah! Annem babam ölmüş, demiş. Kız: ̶  Bu mu eviniz? demiş. Oğlan: ̶  Bu ya! demiş. Oğlan kıza: ̶  Sen şurada dur, ben gideyim dayımlara bakayım, babamgil ne zaman ölmüş, demiş. Evine varmış. Annesi: ̶  Ah oğlum nerede kaldın nişanlın seni bekleyip duruyor, demiş. Oğlan: ̶  Ah ana ben bir suç yaptım, demiş. Annesi: ̶  Hani at? demiş. Oğlan: ̶  Sattım, demiş. Annesi: ̶  Eh sen sağ salim geldin ya atı matı ne yapayım, demiş. Oğlan anası görmeden oradan bir ekmek çalmış, biraz da peynir çalmış, kıza götürmek için. Oğlan: ̶  Yahu anam babam öleli yıllar olmuş. Ne olacak şimdi? Yarın benim amcamın oğlu evlenecek aynı bana benzer. Orada düğün yufkası yapacaklar sen de git, demiş kıza.  Kız: ̶  Olmaz ben oranın yabancısıyım, demiş. Oğlan: ̶  Beni seviyorsan git, demiş. Oğlan amcasının evlendiğini söylemiş, halbuki kendisi evleniyormuş. Düğün olmuş, oğlan demiş ki: ̶  Çobancığını seversen memelerinin altına iki tane hamur sakla. Kız: ̶  Öyle olur mu ben yapamam onu! demiş. Ama oğlan: ̶  Çobancığını seversen yapacaksın, demiş. Kız bunun üzerine zar zor bir tane saklamış. Oğlan anasına: ̶   Kocasını seven hamurlardan çalmış, demiş. Anası: ̶  Öyle olur mu, hiç çalınır mı? demiş. Tam hamur çalınmış derken hamurlar hıp hıp düşüvermiş. Anası: ̶  Hadi kızım o senin olsun, zaten fakirmişsiniz, demiş. Kız bunun üzerine eve ağlaya ağlaya gelmiş. Oğlana: ̶  Sen bana oraya koy dedin, demiş. Oğlan: ̶   Ben sana dediysem oraya mı koy dedim cebine koysaydın” demiş. Oğlan mahsus oraya koyduruyormuş. Orada buldurmuş. Oğlan: ̶  Yarın inci dizecekler düğün hediyesi olarak sen de iki dize sakla sen de takınırsın, demiş. Kız: ̶  Hıh! Benim incilerim mercanlarım var, demiş. Oğlan: ̶  Buraya faydası var mı yarın ne takınacaksın, demiş. Kız incileri dizerken cebine iki tane dizeyi cebine koyuvermiş. Oğlan anasına: ̶  İncileri gençler çalar ceplerine bakın, demiş. O dermiş  ̶  Ben çalar mıyım? Bu dermiş  ̶  Ben çalar mıyım? O da kızda bulunmuş. Oğlan: ̶  Yarın herkes hamama gidecek sen de gidersin, demiş. Kız: ̶  Benim urgan gibi saçım var, hamama neyle gideceğim? demiş. Oğlan: ̶  Tarağın var, kabağın var peştamalin var, demiş. Kız: ̶  Hiç benim saçım ince mi? demiş. Oğlan: ̶  Senin dilin yok mu? Aman kardeş ver de ıslayıvereyim, aman kardeş tarağını ver de şunu yazıvereyim, dersin ve yazarsın demiş. Herkes faytonlara binmiş  ̶  Aman hırsız karı geliyor, demişler. Onun adını hırsız karı takmışlar. Halbuki o padişah kızı bilen yok. Faytona onu bindirmemişler. ̶   Beni bindirmiyorlar, demiş. ̶   Faytonun arkasına yapışsan ya, demiş. Faytonun arkasına yapışmış faytoncu da  kırbacı onun ellerin vururmuş. Orada oyun düğün her şey bitmiş. Öteden damat gelmiş. Tepsinin içine bir tomurcuk gül koymuş, şöyle bir avuç toprak koymuş. Bir tane altın yüzük koymuş. Bir tane gümüş yüzük koymuş. ̶  Bana bakın yengeler, bunu gelin kıza gösterin. Bunu gelin bilirse onu öyle alacağım, bilemezse almayacağım, demiş. ̶  Eee ne var bunu bilmeye; toprak, gümüş, altın, gül, demişler. ̶  Hayır öyle değil. Hayır bunu kim bilirse onu alacağım, demiş. ̶   Herkes alınır mı? demişler. Oğlan: ̶  Yok, ben kim bilirse onu alacağım, demiş. ̶  Tamam, demişler. Ona buna sormuşlar herkes aynı cevabı vermiş. ̶  Hamamda hiç kimse bilmiyor mu, arayın bakayım, demiş. Kız urgan gibi saçlarını daha yeni ıslatıyormuş. ̶  Hırsız bir çoban karısı var, demişler. Oğlan: ̶  O insan değil mi? Onun da canı var, gidin ona sorun, demiş. Kadınlar kızın yanına gelip: ̶  Bak bakalım şuna bilebilecek misin? demişler. Şöyle bir saçını kaldırmış ve bakmış: ̶  Ah ah gül gibi tomurcuktum, gümüş gibi beyazdım, altın gibi sarardım, toprak gibi karardım, demiş. Oğlan: ̶  Tamam ben bunu alacağım, demiş. ̶  Ama o hırsız, demişler. Kız: ̶  Hı! Benim çobancığım var, deyip iki gözü iki çeşme ağlamış. Yengeler: ̶  Sen çobanı ne yapacaksın? demişler. Kızı yıkayıp giyindirmişler. Kız  ̶  Benim çobancığım var, diye ağlarmış. Oğlanın anası eve gelmiş: ̶  Koca adam senin oğlun ne yapıyor? Gelin kızı bırakmış çoban karısı alacakmış; git kaz kümesinde bekle, demiş. Dede gitmiş sabaha kadar beklemiş, beklemiş beklemiş gelmiş: ̶  Yok be kocakarı, çoban falan yok, demiş. ̶  Eyvah geline söyledilerse gelin kendini intihar etmiştir. Ben şimdi ne yapacağım, deyip ağlamış kız. Oğlan: ̶  Gel bakalım ben seni çobancığına götüreceğim sen şimdi yat, demiş. Kız hemen yatmış. Şöyle bir yatınca, kızın çobancığının beni varmış; hemen: ̶  Sen benim çobanımsın, demiş sarılmış. Oğlan: ̶  Sen bana nasıl güldün, ben de senden bunları çıkarttım. Bana Kel Çetas diyordun; aşkından yediydim elmayı, demiş. Sabah olmuş gün doğmuş, damadın annesi kıza: ̶  Sen haydi çobancığına git, demiş. Kız: ̶  Hıh! Benim çobancığım buymuş, demiş. Annesi: ̶  Ne?! demiş. Oğlan: ̶  Ana otur sana bir hikaye anlatacağım; o da padişah kızıdır, onu hırsız yapan cefa çektiren benim. Ben atı sattım, koca servi ağacını bunun yoluna kestim, bunu aldım, demiş. Kırk gün kırk gece düğün olmuş, geçinip dururlarmış.
Tilki ile Çoban
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Tilkinin ayağına bir diken batmış ve bir fırının önüne gelmiş. Fırının önündeki ekmekçilere:  ̶ “Benim dikenimi çıkarır mısınız?” demiş. Ekmekçi dede de:  ̶ “Çıkarırız” demiş ve çıkarmış. Diken bulunur mu bulunmaz. Sonra tilki fırıncılara :  ̶ “Ya benim dikenimi bulursunuz ya da bana bir tahta ekmek verirsiniz.” demiş. Sonra fırıncılar bir tahta ekmek vermiş. Tilki oradan gitmiş ve bir çobana rastlamış. Çobanın da ekmeği yokmuş. Yoğurdun içine keçi boku katıyormuş. Tilki de:  ̶  “Dur dur çoban kardeş, benim ekmekleri yiyelim.” demiş. Orada ekmekleri çobanın yoğurdunun içine doğrayıp yemişler. Sonra da çobana:  ̶  “Ya benim ekmekleri bulursun ya da bana bir koç verirsin.” demiş. Akıllı tilki oradan da koçu almış. Yine giderken bir düğüne rastlamış. Düğünde de koç olmadığından köpek kesiyorlarmış.  ̶ “Durun durun benim koçu keselim.” demiş. Orada da koçu kestirmiş. Sonra da düğüncülere:  ̶  “Ya benim koçumu bulun ya da bana gelini verin.” demiş. Düğünden de gelini almış. Sonra giderken yine bir çobana rastlamış. Çoban da kaval çalıyormuş. Çobana:  ̶  “Kavalla gelini değişelim.” demiş. Çoban gelini, tilki de kavalı almış. Kavalını çalmış gitmiş. Masal da burada bitmiş
Tın Tın Kabacık
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Köyün birinde anneleri ölmüş iki kardeş varmış. Bu iki kardeşin üvey anneleri varmış. Üvey anne çocukları evde istemediğini eşine söylemiş. Adam da çocukları alıp bir bayıra koyup gelmiş. Kız çocuğu da çok akıllıymış. Giderken yollara ekmek kırığı ata ata gitmiş. Sonra bunları takip ede ede köyünü bulmuş. Ertesi gün üvey anne eşine yine demiş:  ̶  Bu çocuklar geri geldi, bu sefer daha uzak bayıra götür. Akıllı kız yine yola ekmek kırığı atmış ama bu sefer ekmek kırıklarını kuşlar yemiş. Çocuklar babaları gittikten sonra evi bulamamışlar. Babaları da çocukların yanından ayrılırken çocuklarına:  ̶  Buraya bir kabak astım, o kabak ne zaman tın derse ben gelirim.  demiş. Karanlık çökmeye başlayıp akşamüzeri olunca rüzgâr çıkmış. Rüzgârda kabak tın tın tın diye ses yapmaya başlamış. Sonra da çocuklar:  ̶  Tın tın kabacığım, beni aldatan babacığım.  demeye başlayıp ağlaşmışlar. Sonra bu çocuklar gide gide susamışlar. Bir ayının ayak izinde biriken suyu görmüşler. Oğlan çocuğu:  ̶  Su içeceğim. demiş. Kız çocuğu da:  ̶  İçme ayı olursun.  demiş. Sonra da domuz izinde biriken suya denk gelmişler. Erkek çocuğu yine:  ̶  Su içeceğim.demiş. Kız da:  ̶  İçme domuz olursun. demiş. Sonra kurt izine denk gelmişler. Kız çocuğu yine:  ̶  İçme kurt olursun.  demiş. Oğlan çocuğu en son dayanamayıp geyiğin izinde biriken sudan içmiş. Sudan içince oğlan çocuğu geyik olmuş, dağları aşmış gitmiş. Ondan sonra kız çocuğu gide gide bir çeşme görmüş. Çeşmede bir kavak varmış. Kız da bu kavağın tepesine çıkmış. Sonra yakın köyden birisi bu çeşmeye hayvan sulamaya gelmiş. Hayvan sulanırken adam ıslık çalmaya başlamış. Adam ıslık çalarken suya bakınca kızın kavağın tepesinde olduğunu görmüş. Bir bakmış ki dünya güzeli bir kız. Oğlan bu kızı indirmek için epey çaba göstermiş ama başaramamış. Bu kavağı akşama kadar keserlermiş. Akşam olunca da kavağın kesilmedik azıcık bir yeri kalıyormuş. Kızın oğlan kardeşi geyik oldu ya, akşam gelip bu kavağı yalaya yalaya tekrar büyütüyormuş. Kavak da sabaha kadar büsbütün oluyormuş. Birkaç defa bu böyle tekrar etmiş. Sonra köyde bir cadı kadın varmış.  ̶  Bu kızı ben aşağıya indirebilirim.  demiş. Kavağın gölgesine bir tencere vururmuş. Sacayağını da ters koyarmış. Kız da kavağın tepesinden:  ̶  Öyle değil böyle vur. diye söylermiş. Cadı kadın da kız çocuğuna:  ̶  Sen in de gösteriver, ben bilemiyorum. demiş. Kız da sacayağını düzeltmek için aşağıya inmiş. Kızı da hayvan sulamaya gelen oğlan alıp gitmiş. Bu masal da burada bitmiş
ODUNCU DEDE VE KIZLARI
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Bir oduncu varmış. Bu oduncunun üç tane kızı varmış. Oduncu dede her gün dereye gidermiş. Odun alır sırtında getirir, satarmış. Bu kızları böyle beslermiş. Bir gün bir musalla taşına şöyle oturmuş. “Of” demiş. Bir Arap çıkmış:   ̶ Dede, senin kimsen yok mu? Hep sen taşıyorsun odunu, demiş. Dede:  ̶  Oğlan çocuğum olsa gönderirim ama kız çocuğum var üç tane, demiş.  ̶  Eee sen onları satsana, benim bir hafız oğlum var, demiş.  ̶  Ona verelim, eh tamam, demiş. Arap:  ̶  Yarın buraya getir gel, demiş. Adam karısına:  ̶  Kocakarı, kızların birine müşteri çıktı, Allah’ın emriyle onu vereceğim, demiş. Kocakarı:  ̶  İyi bakalım, hazırlansın giyinsin, demiş. Adam kızına:  ̶  Kızım seni yarın oduna götüreceğim, demiş. Kız:  ̶  Hıh! Ben oduna falan gitmem, demiş. Adam:  ̶  Bir hayırlı nasip çıktı, demiş. Kız:  ̶  Hadi gidelim, demiş. Giyinmiş, yıkanmış, paklanmış hemen varmış,  ̶ Oh demiş, hemen Arap çıkmış. Kız:  ̶  Ne oldu baba? demiş. Arap, kıza:  ̶  Kızı getirdin mi? Tut bileğimi, demiş.  Kız Arap’ın bileğinden tutmuş. Yedi kat yerin dibine bir varsalar ki, orada saraylar döşenmiş dururmuş. Hafızın biri de vır vır okurmuş. Arap da onun hizmetçisiymiş. Kızı giyindirmiş. Göbeğine kadar altınları takmış. Pulluları giydirmiş. Arap hiç bakmazmış. Kız bugün durmuş, yarın durmuş.  ̶  Ben burada durmayacağım, demiş. Arap:  ̶  Neden? demiş.  ̶  Bu bana hiç bakmıyor, demiş. Arap:  ̶  Sen git de bir de ortanca kardeşini getireyim, demiş. Dedenin canı sıkılmış,  ̶ Of demiş. Arap çıkmış, kızın canı sıkılmış.  ̶   Bir ortanca kızı getir bakayım, demiş. Ona altınlar pullar verip götürüvermiş. Dede ertesi gün ortanca kızı getirmiş. Arap yine kolundan tutmuş:  ̶  Ne oldu? demiş.  ̶  Bunu getirdik, demiş. Arap yine giyindirmiş, altınları takmış. Vır vır yine hafızın yanına gelmiş. Altın nalınlar giyermiş. Hafız hiç bakmazmış. O kızın da canı sıkılmış. Dede yine Arap’ı ünlemiş.   ̶  Bunun da canı sıkıldı, demiş. Arap:  ̶  Küçük kızı getir bakayım, demiş. Onu da altınlarla, pullarla götürüveriyor. Ertesi gün küçük kız gelmiş. Dede:  ̶  Sen hazırlan, sen gideceksin, demiş. Arap küçük kızı kolundan tutup aşağıya götürmüş. Bugün durmuş, yarın durmuş.  ̶ Ah ah! demişler ablaları kızmışlar.  ̶  Bize bakmadı, onu sevdi. Gezmeye gidelim bakalım ne yapıyorlar, demişler. Hemen babasıyla haber göndermişler.  ̶ Of demiş. Haydi Arap çıkmış. Dede:  ̶  Ablaları gezmeye gelecek, demiş. Arap:  ̶  Buyursun gelsinler, demiş. Arap da kurnazmış; küçük kıza:  ̶  Bak yarın ablanlar gelecekmiş. Yemekleri döşeyeyim. Şimdi ben seni dışarı çıkartacağım ‘Hatice’ diyeceğim. ‘Efendim’ diyeceksin. Hafız efendi çağırıyor seni diyeceğim. Ben sana su serpeceğim, sen beni görmeden edemeyeceksin. ‘Hıh hıh’ güleceksin. Hemen geri koşacaksın, demiş. Bugün bunlar gelmiş. Yemekleri döşemişler. Bu sefer öbürkülerin karınlarını kabartmışlar. Bu bir ünlemiş, iki ünlemiş. Onlar sinir olmuşlar:  ̶  Hadi kız gidelim, bunun burada cilvesini mi çekeceğiz, demişler.  ̶  Nereye gidiyorsunuz yemek döşedik? demişler.  ̶  Biz yemek falan yemeyeceğiz, deyip onlar gitmişler. Şimdi yarın böyle bugün böyle derken kız:  ̶  Nerede o hafız be? demiş.  ̶  İşte şu odada, demiş. Ertesi gün olmuş, büyük abla:  ̶  Ben pullumu satacağım. Git bakayım alacak mı? demiş babasına. Babası gelip  ̶ Of demiş. Arap çıkmış.  Dede:  ̶  Büyük kız pullusunu satacakmış. Bakayım söyle, Hatice alacak mı? demiş. Arap:  ̶  Tamam tamam alırız, demiş. Halbuki kızın haberi yok, Arap yapıyormuş. Hemen pulluyu satmış. Ortanca:  ̶  Ben de satacağım, onu da alır mı ki? demiş. Onu da almışlar. Bir çıkı altın çıkarmışlar. Arap şimdi kıza gitmiş.  ̶  Şemide Hanım! Şemide Hanım! Şemden takımım ablan pullusunu satacakmış, alayım mı alayım mı? demiş. Hafızın zaten dünyayı gözü görmüyormuş. Şöyle bir bakmış, kırk tane anahtar atmış:  ̶  Al aldığın kadar; ver verdiğin kadar, demiş.  ̶  Kırkını aç, kırk birini açma, demiş. Kırk bir tane oda varmış, inciler, yemekler, altınlar hepsi doluymuş. Ertesi gün ortanca ablası gelmiş:  ̶  Şemide Hanım! Şemide Hanım! Şemden takımım, benim beyim sultanım ortanca ablan da satacak alayım mı? demiş. Yine anahtarları önüne atmış.  ̶  Bu kırk birinciyi odayı açma, demiş. Kırk birinci odayı açmış. Hafız şeytan kızıyla yatıp dururmuş. Salıncakta da bir çocuk yatıyormuş. Güneşten yüzü yanmış.  ̶  Yüzü kıpkırmızı ah yazık, demiş. Hemen elindeki ipek mendili çıkartmış, çocuğun yüzünü örtmüş. Şeytan hemen uyanmış:  ̶  Adem evladı geldi buraya. Şimdiye kadar benimdin bundan sonra onun ol, demiş ve kaybolmuş. Hafız eve gelmiş.  ̶  Kim bu? demiş; giyinmiş, tıkır tıkır altın nalınları giymiş. Arap:  ̶  Kim olacak, üçüncü hanım. Sana ben getiriyorum sen bakmıyorsun, demiş. Hafız:  ̶   Bu hanım benim mi? demiş. Arap:  ̶  Senin demiş. Hafız:  ̶  Şimdi biz düğün yapalım, demiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Bir oğlanları olmuş, geçen hafta sünnetleri vardı, tirit yemeye gittik, tiritleri çok güzel olmuş, burada da masal bitti. Geçinip dururlarmış.
[Karatavuk]
Ege Bölgesi
Muğla
Bir varmış, bir yokmuş, evel zaman içinde, kalbur zaman içinde, bir tane gara tavuk varmış. Üş tane yavrusu varmış. Bu üç yavrularına, canından çok severmiş tavuk. Çok severmiş, herkes yavrusunu sevdi gibi, u da yavrusunu severmiş. Almış yerden, yuva yapmış, çamın başına çıkmış. Bi çakal gelmiş çamın dibine, yavruları görmüş. Alayım demiş yavruları, alamamış. Tavuk camın başına yapmış yuvayı ya, çakal ona yetişememiş. Çakal, cama tırmanamıyo, çıkamıyo. — Gara tavık, gara tavık, demiş. — Uuuy demiş, gara tavık. — Elinde yavrunun birini atarsan atarsın demiş, atmazsan çıkar gelirim, yerim camın başında, demiş. Tavuk korkusundan hadi demiş: — İki yavrum galsın, demiş, atıverem birisini yesin, demiş. İki tane yeter bana, demiş. Yavrusunun birini atmış, çakal yemiş. Yemiş, garnı acıkmış bi daha gelmiş. — Gara tavık, gara tavık, demiş. — Uyyy, demiş. — Yavrunun birini daha verersen verersin, vermezsen kendim çıkar yerim, demiş. — Eee, hadi bi dene galıversin yavrum, demiş.Bunu da vereyim, beni yemesin, demiş. Zavallı tavukcaz ne bilcek ki. Çakalın camın başına çıkamayacağını bilimeyore. Unu da atmış. Çakal onu da yemiş. Üçüncü yavruyu gelmiş istemeye. — Gara tavık, demiş. — Uyy, demiş. — Elindeki yavrunu da verersen ver, demiş. Neden vercem diye ağlamaya başlamış gara tavık. Bu sefer yasa başlamış: — Üç yavrumdaaaan, bi yavrum galdııı. Üş dene çocuğum vardıı bi dene çocuğum galdııı, demiş. Hamaz gaga*  duymuş bunun sesini. Tabi hamaz gaga uçuyor, uçarak geziyormuş. Daha büyük bi guşmuş o, büyük bi guş hamaz gaga. Bu demiş: — Deli gara tavık, demiş. Ne oldu, demiş. Aaa, deli gara tavık. Neden ağlayıp durursun, demiş. — Sen sorma, ben anladıverem hamaz gaga, demiş. Bi dene deli çakal geldi buraya, demiş. Üş dene yavrumdan bi dene yavru bıraktı, demiş.  — Neden verdin, demiş. — Ama demiş, vermezsem beni yiyecek, demiş. Beni yiyeceğine, cırimı* yesin diye verdim, demiş. — Bi daha gelirse demiş, heç ağlama, demiş. Verme elinde galan yavrunu, demiş. U camın başına çıkamaz, demiş. — Çıkımaz mı, demiş gara tavık. — Çıkamaz, demiş. — Beni yiyemez mi, demiş. — Yiymez demiiiş, hamaz gaga. Bi daha geliyse ne de biliyo musun? Ha kakamı ye ha bokumu ye demiş, ha t…ş…amı ye, demiş. Sen buraya çıkamazsın, demiş. Gel bakıyım çık, demiş. Çakal gelmiş. Gara tavık: — Deli çakal, pis çakal, demiş. Benim yavrularımı hep tükettin, doymadın mı? Beni de mi yiyecen? Siktir git. Ha kakamı ye, demiş ha bokumu ye, demiş, vermem ben sana yavrumu, demiş.  Çakal sormuş: — Deli gara tavık, bu lafları kimden öğrendin? — Hamaz gagadan,  demiş. — Nereye gitti u, demiş. — Çobanımıyım ben, demiş ara da bul, demiş.  Ondan senin çakal, camın başına çıkımamış yaaa, hayde gidiyor, hamaz gagayı yiyem deyerekden. Varmış, hamaz gaga kendi işindeymiş, önüne bakıpdurumuş,  talaş yeyipdurumuş. Akasından bi dutmuş hamaz gaganın. — Seni yeyiverem mi ben, demiiiş. Sen u gara tavığı nasıl laf öğrediverdin, demiş.  — He he he, demiş. Hadi hadi demiş, daha temiz gayanın başına çıkalım da orada ye sen beni, demiş. Aldatcak gari çakalı, açıkgözümüş bu hamaz gaga.  — Deli çakal, sırtak* çakal, demiiş. Bi çıkıveriyorlar kayanın başına,  bi uçuyo hamaz gaga, üzüm çadanın* başına çıkıyore. Ama üzüm de varımış gari, gırmızı bamakmış* böle böle, u üzüm çadanın başında, asmanın başında. — Çakal, demiş beni yeyemedin mi, demiş. Sen, beni deli gara tavık mu va zannettin, dimiş. Al üzüm tenesi ye, demiiş deli çakala. — Aboo bunu da gaçırdım, demiş çakal. Gara tavığı aldattım hamaz gagayı aldadamadım, demiş.  Gari yeyememiş hamaz gagayı. Üzümleri yemiş yemiş gitmiş. Gara tavuk da bölece yavrusunun birini gurtamış, hamaz gaganın sayesinde. Güzel de mi? Ordan geldik, sizlere çok selamları var oğlum, ben de u gara tavığın yanındaydım. Çok selamı var sizlere. Yavrusunu besleyipduru gara tavık, hamaz gaga da üzüm çardanın başında gezipduru. Tilki de aldanmış, o ağacın dibinde beklemiş, galmış. *hamaz gaga: Büyük karga *cır: Yavru *sırtak: Şımarık, utanmaz, sırıtkan *çada: Ağaç *bamak: Parmak
[Keloğlan]
Ege Bölgesi
Muğla
Bi padişahın üş dene kızı varımış. Bu üş dene kızının iki denesi gitmiş. Son gız gelmiş. Bu son gızı da satmak istemiş padişah. — Eeee gızım sene felan padişahın oğluna vercem, demiş. — Yok baba ben ona varmacem, demiş. — Neden gızım? — Varmecem, demiş gızı yine. — Eee nolcek? — Ben Keloğlan'a varcem, demiş. Keloğlan'ın da hüneri vamış. Kutuyu açıveriyore. Atılan dünyayı yeyore orda. Tozu dumana gatıveriyore. Gız görüyomuş saraydanonu. Âşık olmuş ona. — Ben ondan başkasına varmam, demiş gız.  Orda bi kanun varımış. Evin altından geçiyo bütün erkekler. Evlencek olanlar.  Gız elmayi kimin üstüne atdı. Ona veriyoru babası. Geçiyore erkekler. Bakmeyoru gız. Geçiyollar. Gız elmayı hiç atmıyo. Adamın biri demiş ki: — Bedeli var bi adamın onu çağırın gelin, demiş. Bu bedel Keloğlan oluyoru gari. Padişah: — Benim gız, demiş bedele mi galdı, demiş. Bi çağırmışlar bi geçmiş. Tık Keloğlan'ın başına düşmüş elma. Ooooooo padişah ne olduğunu bilememiş. Evlenmişler buna gırgıra almışlar. Padişahın gözü kör olmuş. Keloğlan'ı gatiyen evine getimiyolar. Padişah istemiyo ama gız istiyo. Ordan filan yirde filan yükseklikte bi köprü varımış. Ordan süt gelcekmiş. İki damadına benim gözlerimi açmak için filan yerde süt varımış. Onun alınmasını istemiş. Damatlar atlara biniyolar. Keloğlan bu lafı bi duyuyore. Bi dolaşıyor hemen onların yoluna. — Buradan alceksiniz südü, demiş.  Aslında bu süd ordan alınmayacak. Keloğlan: — Ordan eğilin bakem, demiş. Ben sizin götlerinize bi nişan etcem. Ondan sonra vercem südü, demiş. Ordan eğiliyor onlar. Adam akıllı nalları gızdırıyor. Nalları basıyo gıçlarına Keloğlan. Keloğlan burada südçü kılığına girmiş. Ondan sonra elindeki tılsımlı kutuyu açıveriyo Keloğlan. Allah'tan filinta gibi bi kılıcıklan bi at geliyore. Ata binip garşı ki dağa uçuyore. Garşıdaki südü almış. Almış südü ordan. Gelmiş. Padişah sormuş: — Süt getirdiniz mi damatlar? — Getidik, demişler. — Verin bakalım, demiş. . Damatların getirdiği süt hiç bi fayda etmemiş. İki damadın südü de fayda etmemiş. — Ne oldu bu endeği* fayda etmedi, demiş padişah. Keloğlan: — Bende var süt, demiş. Ben aldım. Onlar yoldan döndü, demiş. Keloğlan haber göndemiş padişahın kızıyla.  — Git söyle babana. Gözünü açamak isterse bende var süt, demiş. Ordan kız: — Baba, demiş böle böle demiş. — Hade hade, demiş onun südü de eksik olsun, demiş. Onun südüne mi galdım ben, demiş. Lazım değil, demiş. Ordan yeniden haber salmış Keloğlan: — Pişman olcek sonra, demiş. Bende var süt, demiş. Gözleri kör olcek sonra, demiş. Evelden gayıl* varmış. Damlatmışlar südü gözüne. Şap diye açılmış padişahın gözleri.  Kelolan: — Bunların getirdiği süd ne fayda edecek, demiş. Bunlar oraya gitmed, demiş. Sen  bunların kıçını aç de bakem, demiş. Bi açmışla ikisinin götünde de nallar çakılı. Keloğlan: — Ben verdim bunlara südü, demiş. Hünerli kimmiş öğren, demiş. Beğenmediğin insandan buldun şifayı, demiş. Ondan sona en gıymetli güveyi olmuş. Ötekileri kovalamış. Keloğlan öteki damatlara: — Benle gırgır mı geçiyorusunuz siz? diye onları govalamış. Onu yanına almış. En gıymetli Keloğlan güveysi olmuş. Kırk gün kırk gece düğün etmiş. Çoluğu çocuğu olmuş. Çok mutlularımış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. *endek: Dar gelen elbise ya da başka bir şeyi genişletmek için kenarına eklenen parça *gayıl: Kabul
[Ayı ve Karısı]
Ege Bölgesi
Muğla
Hindi, eskiden böle da başında bi köy varmış. Üç kız arkadaş, bunlar oduna gidiyo. Şindi bi tanesi şöle uza gitmiş. İkisi, odunları yapmışlar çar çabuk, almışlar, yürümüşler gelmişler. Bi denesi orda galmış. Biraz odununu yapıyo, ipin üstüne yiyo, akşamüzeri oluyo. - Kalkem diyo. Kalkamıyo. - Kalkem diyo. Kalkamıyo. - Kalkem diyo. Kalkamıyo. - Eee, diyo, ben kalkımıyom, kim kaldırıverecek beni. Kim kaldırıverirse una vaaaaricem diyo, kim kaldırıverirse una vaaarcem diyoo. Ayı, öteden beri, buru buru buru bup bi geliyo. Ayı kaldırıyo bunu. Ayı, kaldırınca gada, e eve gelcek ya kadın, hemen yönünü değiştiriyo. - O eve gelem diyo. O önünü çeliyor. - Eve gelem diyo. Önünü çeliyoo. Kendi marasından yana yönlendiriyo kızı. Kendi marasına götürüyo. Bunun ayaklarını güzelce bi yalıyo. Gidemezsin bi yere diye. Ayakaltlarını yalıyo da, yalayınca kadar ayakları çatlıyo kadının yürüyemiyo, topal oluyo. Şindi, bunu, aç kalcek ya kadın, ayı da öle bi duygu varmış ki, sanki insan gibi. Nerde bal kovanı var, alıp geliyo kadının yanına, besliyo. Çilek getiriyo besliyo, bal getiriyo, üzüm, armut, elma, dünyada aklına gelen bütün meyveleri getiriyo. Hindi, diyo ki o kızın anası babası, öbür arkadaşlarına. - Benim kızım nere gitti? Sizle beraber gittiydi. - İşte o bizden ayrı gittiydi de, işte gelmedi de, biz bıraktık geldik, bilmiyoz nere gittini. Az gidiyo, uz gidiyo bi haber yok. Bunu aramaya çıkıyolar dağa. Ayıyı görüyo birisi. Ballar, kovanlar çalınıyo ya, takip ediyola, nere götürüyo bu balı? Mağaraya götürüyo. - Mağarada bu gadar balı yicek kim va? Bi ayı var zannediyola. - Bu ayıyı öldürelim diyo, zarar veriyo bize diyola. Bi gün ayı mağaradan bi çıkıyo, bu köylüle bu ayıyı orda vuruyo. Mağaraya bi giriyola, kadın orda. - Alla alla, senin ne işin var burda? - İşte ben filan zaman oduna geldiydim arkadaşlarımla, onla beni bıraktıla gittile. Kim kaldırıverise ona varcem dediydim, u ayı beni kaldırdı, gendi mağarasına getirtdi diyorla. Heni, benim ayım nerde diyo kadın, soruyo. - İşte ayıyı vurduk diyorla. Bi varıyo ayının başına. - Çile hamsuz, balı mumsuz, gocayım oooof diyo. Yas ediyo. - Çile hamsuz, balı mumsuz, o gocayım ooo diyo. Yas ediyo. Ordan bu kadını aldıklarınnan geliyola.O kadın hala ayım deye alıyo.
[Tuz Kadar]
Ege Bölgesi
Muğla
Eskiden bir padişah varmış, üç olu varmış. Oğulları bi gün aklına gelmiş, toplamış. Oğlum, büyük oluna soruyo: - Sen beni ne kadar seviyosun? İşte, küçük oluna, ortana oluna soruyo: - Sen beni ne kadar seviyosun? Küçük oluna soruyo tabi. Büyük olu diyo ki: - Ben dünyalardaki tatlılar gadar seni seviyorum baba diyo. Olanı şöle ayırıyo. Ortanca oluna diyo: - Dünyadaki mallar mülkler, kuşlar, her canlı varlıklar gibi seni seviyorum. Onu da ayırıyo şöle. Küçük oluna geliyo sıra. - Sen ne gadar seviyosun olum diyo. - Ben seni tuz gadar seviyorum olum diyo. Öle deyinci kükrüyo padişah: - Nasıl sen beni duz gadar seviyosun? Ben seni şöle yaparım, böle yaptırrım seni, astırrım kestirim, neye böle tuz kadar seviyosun diye oluna sitem yapıyo. Çarıyo hemen cellatları: - Bunu diyo, alın diyo götürün. Filanca dada bunu kesin, kanlı gömleni bene getirin. Neyse, cellatlar alıyo olanı. Varıyorlar dağa. Cellatlar çocu kıyamıyolar. Orda bi domuz buluyolar, domuzun, olanın gömleni alıyolar, donuzun kanına buluyolar, getiriyolar. - Öldürdük padişahım diyolar. Çocu salıyolar ordan. Çocuk, az gidiyo, uz gidiyo, yabancı bi devlete sığınıyo. Orda da bir türlü orası, padişah seçimi varmış. Bir türlü kendilerine padişah bulamamışlar. Ona varıyo; - Ne diyo sizin derdiniz, niye böyle birbirinizle, hep kavga ediyosunuz? - E biz diyo, padişah olcak birisini bulamadık. Hiş kimse padişah olmak istemiyo diyolar. - Ben olurum diyo olan. Ben geldim diyo, ben olurum, ama yabancıyım ama ben olurum. Geçiyo padişah, ülkeyi güzel bi yönetiyo. Bir gün aklına gelmiş, babası padişah ya. - Filanca ülkenin padişahına buraya davete getircez. Yemekleri hazırladın, ni kadar yemek olursa olsun, tatlı olsun, efendin yemek olsun, çorba olsun, ne olursa olsun, hiç birine tuz girmiycek diye emrediyo. Neyse, davet ediyo, geliyolar. Yemek vakti geliyo, masayı kuruyolar, yemekler veriliyo. Ondan tadıyo, öbür müsafir padişah, bundan tadıyo bi türlü yiyemiyo. Çarıyo şimdi öbür padişahı. - Padişam, sizin yemekleriniz nasıl yemek ya. Bunlan hiç tadı yok, ben yiyemedim. Öbürü de diyo ki: - Bir zamanlar diyo, benim duydum kadarıyla diyo, kendisini demiyo, bir padişahın diyo üç olu varmış, yanına çarmış. En küçük olu tuz gadar seviyorum demiş, onu da da kestirmiş, kanlı gömleni eve getirmiş demiş. Onun için, biz o günden beri tuz kullanmıyoruz. - Niye kullanmıyosunuz? Tadı yok. Tuzsuz bunlar dadı olur mu? - Ama siz demiş, niye kestirdiniz olunuzu? E tuzsuz da yemeklerin tadı olur mu? Siz bene soruyosunuz. Senin öbür olanların nasıl dedi. İşte datlılar kadar, işte yemeklerin, ne gada güzel yemekler varsa onlar kadar sizi seviyorum. E tuzsuz onların tadı olur mu? - Olmaz. O zaman diyo ki, bir gün diyo, siz benim müsafirim olun. - Tamam gabul ediyorum diyo, olalım. Varıyo, tabi o yemekleri hazırlatıyo, tatlı, güzel bi şekilde, yemekleri iyi, tadında, kıvamında yapıyo. Şindi, yemek yedikten sonra; - Nasıl diyo, benim yemekleri beğendin mi? - Ben beğendim diyo. Sen nasıl, neden beğenmedin diyo? Gelip tekrar soru açıyo. - İşte diyo, bu yemeklere tuz katarsan tatlı olur diyo, tuz katmazsan (…) Neden diyo, siz diyo öldürdünüz diyo, küçük olunuzu kestirdiniz diyo. Ben o olanım işte diyo. Hemen bi sarılıyo oluna; - Ben diyo olum hata yaptım. O cellatları çarıyo, onları ödüllendiriyo, kesmediniz için işte şöledir böledir. Ondan sona hep beraber mutlu olmuşlar, o padişahlığı da birleştirmişler, büyük bi devlet olmuşlar ondan sona. Şimdi çok mutlu yaşıyolar. Yanlarından geldim, sizlere de çok selamları var.
Fatmecik
Ege Bölgesi
Muğla
Fatmecik varımış eveli. Ordan gidiyore Beyoğlu suya. Beygiri sula gidiyore. İşmeyore[1]. Höle[2] bakmış dünya güzeli. Bi varıyore goca garıya. - Nenem! Böle böle dünya güzeli va ne hal olcek. - Ne hal edelim olum. Ben dereye gidem demiş çamaşıra. Sacayağı[3] alıyore. - Höle mi huren[4] höle mi huren? Yukardaki fatmecik deyore ayakları yere gelcek şekilde hur[5] nene deyore. - Edipbatırın[6] gızım demiş. Bi ters çeviriyo yere insin deye. Bi höle çeviriyore. - Ge sen gızım edivesen ya demiş. - Yasıl gavak yasıl[7] demiş. Gavak bi yasılmış. Beyoğlu gelmiş aldığınnan fatmeciğe götümüş. Odan dereye gidiyola. Arap gızı geliyore. Güzel gızı kakıveriyore derenin içine. Odan suya gelmişle gine vaaaaa bilmen kiiiii! - Bi budumun üstünde Beyolu. Bi budumun üstünde fatmecinen güzel geçinip durula mı demiş? Odan bi gelmişle. Arıtmışla[8] orayı fatmeciği çıkamışla. Gadının bi olu varımış. Odan demiş: - Gırata[9] sen bunu al. Bi budunu gabcık bi budunu gıbcık et ge demişle. Alıvemiş gırat Bi budunu gabcık bi budunu gıbcık paça paça etmiş. Fatmeciğine Beyoğlu da şimdi bile geçinip durulamış. [1] İşmeyore: İçmiyor [2] Höle:Böyle, şöyle [3] Sacayağı: Ocakta üzerine kap konan üç ayaklı demir eşya [4] Höle mi huren: Böyle mi kurayım [5] Hur-: Kur- [6] Edipbatırın: Yapıyorum [7] Yasıl gavak yasıl: Eğil kavak eğil [8] Arıtmışla: Temizlemişler [9] Gırat: Kır at  
Şamdanlı Kız
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Şamdanlı Kız Evvel zamanda bir varmış, bir yokmuş, bir adamın bir kızı varmış. Karı kocamış. Eh, karı hastalanmış. Bugün doktora götüreyim, yarın doktora götüreyim derken karı bir gün ölmüş. Böyle bir tane kız kalmış. Karı da ölmeden adamına demiş ki, parmağında böyle bir yüzüğü varmış: —Adam, ben ölür de sen evlenirsen, bu yüzüğü al. Bu yüzük kimin parmağına denk gelirse onu al, demiş. Adam karısının yüzüğünü almış ölmeden. Eh, ölmüş gitmiş. Adam bugün durmuş, yarın durmuş, evlenecek olmuş. Köyde ona sokmuşlar yüzüğü, buna sokmuşlar yüzüğü, yok, denk gelmiyor. O köye, bu köye gitmişler, bir türlü yüzük denk gelmemiş. —A kızım, o köy, bu köy hiç köy kalmadı. Bir de sen soksana parmağına, bakalım denk gelecek mi? demiş. Bir de kız sokuyor parmağına, anasının yüzüğü denk geliyor. Şimdi babası bunu üstelemiş, alacak olmuş. —Tamam baba. Bana bir şamdan alıver, içinden kilitli. O zaman ben sana varırım, demiş kız. —Tamam, demiş. Gitmiş çarşıya, içinden kilitli bir şamdan alıvermiş, sandık gibi. Eh neyse, olmuş bitmiş, uzatmayayım. Güvey koyacaklarmış, gari* dergâha girecek. Girmiş. Babası namaza gitmiş. Namazdan gelirken kız hemen şamdanın içine giriyor, kilitliyor. Babası geliyor, yengeler geliyor. Oradadır, buradadır yok. Köyün içinde orayı ara, burayı ara yok. Bir ay durmuşlar, yok. Babası demiş ki: —Bu kaçtı, herhalde kaçtı, demiş. Eh, bir ay durmuş, iki ay durmuş. —Bu şamdan neye yarayacak bana? Ne yapacağım bunu ben? Götüreyim de satayım, demiş. Almış şamdanı, getirmiş pazara. Bir de dükkancı varmış. Bir küçük oğlu varmış, bir de evli oğlu varmış. Pazarcının küçük oğlu pazarda bunu görmüş parlak parlak. Koşmuş gelmiş: —Abi, abi! —Ey! —Ben bir şey gördüm. Ne bilmiyorum. Pazarda bir güzel, bir parlak. Çıkaralım da getirelim, koyalım. —Oğlum nedir o? —Bilmiyorum ben. Abisini getiriyor. Gösteriyor bunu. —İlle bunu alalım, dükkana koyalım, diyor. Eve adam geliyor. —Kaça verirsin? —Bir milyon, iki milyon. Alıyor bunu, dükkana götürüyor, koyuyor. Oğlan da evli değil, nişanlıymış. Anası bu oğlana her gün bir dilim ekmek, bir tabak iki tabak yemek dükkana getiriveriyormuş, akşam yemeğine gitmiyormuş eve. Yiyormuş oğlan, anası gelip götürüyormuş tabağı. Bir gün öyle, iki gün öyle, şamdanı getirdi bir gün. Oğlan şimdi böyle bir körfez yeri varmış, yemeğini oraya koyuyormuş. Alışveriş yeri tabi gelenine gidenine. Dükkanda o körfez yerde karnı açıktı kızın tabi, şamdandan çıkmış, oğlanın yemeğinin yarısını yemiş, yarısını da yemeden şamdanı içine girmiş, bağlamış. Oğlan gelirmiş, aşlar yarım. —Acaba kim yiyor ki bu aşları böyle? Anam bütün getiriyor, bu aşlar yarım oluyor, demiş. Bir gün öyle, iki gün öyle, —Arkadaşlar yiyorlar bu yemeği. Arkadaşlar geliyor yiyor, böyle bırakıyorlar mutfağa yarım, demiş. Anasına demiş ki: —Sen yarım mı getiriyorsun tabakları buraya böyle? demiş. —Hayır oğlum, dilim de bütün, yemekler de bütün, çanaklar da. Ben sana yarım yemek getirmiyorum, demiş. —Ana, her gün bir haftadır yemekleri yarım getiriyorsun sen yemekleri, demiş. —Oğlum, bütün getiriyorum. Arkadaşların yapıyordur, demiş anası da. —Bilmem ana, demiş. Yine oğlan alışveriş yaparken şamdandan çıkmış kız, yerken yemeği, oğlan da kafasını uzatıvermiş, kızı görmüş. Kızı görünce de hemen şamdanı kapmış, dükkânın öteki tarafına koymuş. Kız elinde kalmış. Kız elinde kalınca da gari nişanlısına gitmiyormuş. Önden gece gündüz nişanlısına gidiyormuş. E gari yanında kız varken oraya gider mi, gitmiyormuş. Anneler de azcık cadı oluyor işte. —Kızım, senin oğlan her gün gece gündüz geliyordu. Gün aşırı geliyordu. Şimdi niye gelmiyor? Hanidir gelmiyor. Oğlanın başında bir iş var herhalde, demiş. Anası dükkâna gelmiş. Dükkâna gelmiş, o şamdanı görmüş kızın anası. —Aman bir güzel, bir güzel... Senin nişanlının dükkânında parlak bir şey var ya, bir güzel amma kaynanana söyle de sen onu al, demiş kızın anası, gelmiş kızına. Oğlan da mal getirmeye gidecekmiş İstanbul’a. Kaynanasına demiş ki kız: —Ay ana, dükkânda annem bir güzel bir şey görmüş. Onu bana getiriversen. Ne yapacak oğlan onu dükkânda. Kadın da ben gibi saf. Oğlanın haberi olsa, oğlanın da haberi yok. —Ne yapacak oğlan bunu, demiş. Almış sandığı, götürüvermiş gelin kıza. Oğlan gelmiş İstanbul’dan. —Ana, burada şamdan vardı. Ne yaptın onu? —E ben onu gelin kıza götürüverdim. Ondan sonra hadi anasına bir çekiş. Biz kıza dönelim. Orada da bir gün durmuş, iki gün durmuş, kız acıkmış. Gece kalkmış. Yine şamdandan çıkmış alem yattıktan sonra. Tencere kapağını karıştırmaya başlamış kız, karnı acıktı. Oradan kırtıklayayım*, buradan kırtıklayayım derken kızın anası uyanıvermez mi… Bir de uyanmış, kız aş yiyip durur. Hadi onu almamış içeri. Şamdanı almış, kız meydanda kalmış. Böylece konuşuluyor, görüşülüyor. Diyor ki kızına: —Ne yapacağız bunu? —Bana oğlan bundan ötürü gelmiyordu. Bununla eğleniyordu, benden vazgeçti. Bunu nasıl öldüreceğiz? Kadın demiş ki kızına: —Bunu hamama götürelim. İki kız hamama gitmişler. —Ben ne yapacaksam sen de yapacaksın, demiş kız. İkisi beraber hamama giriyorlar. Yıkanıyorlar, paklanıyorlar; giyiniyorlar, kuşanıyorlar. Kızın anası diyor ki: —Hadi kızım gelin, saçlarınızı ben kırma kırma örüvereyim, diyor. Kendi kızınınkini örüyor. Onunkini de tarıyor, örüyor, ağılı bir tarak varmış, başına batırıveriyor. Ondan sonra bir kuş oluyor, uçup gidiyor kız. Bir padişahın baca deliğinin üstüne konuyor. Orada da kuş cıvıl cıvıl her gün sabah ötermiş. —Uyu, uyu Beyoğlu üstüne güller bürüsün, dermiş de uçuverirmiş. —Uyu, uyu Beyoğlu, uykulara kanma, üstüne de güller bürüsün, dermiş de pır uçuverirmiş. Her gün gelirmiş. Öyle cıgıl cıgıl öyle ötüverirmiş Beyoğlu’na, gidermiş. Beyoğlu’nun karısı da yüklüymüş. —O kuş cıvıl cıvıl geliyor, hep sana mani atıyor, gidiyor. O kuşu istemem. O kuşu keseceksin. İlle ben onu yiyeceğim, diyormuş. —Ulan karı, kesmeyelim o kuşu. Çok güzel. Bak her sabah uyandırıyor bizi, her gün geliyor ötüyor. Niye keseceğiz bunu? —İlle keseceksin, yiyeceğim ben. Tutturmuş, adama tüfekle vurdurmuş, o kuşu yemiş. Merdivenin dibinde kesmiş, merdivenin dibine bir damla kan damlamış. Bir damla kan damlayınca da bir Selvi ağacı olmuş yürümüş. Şimdi Beyoğlu merdivenden çıkarken o Selvi uzun olurmuş da Beyoğlu’nun boynuna dolan dolanıverirmiş. Karı da bundan kıskanırmış. —Bu servi dosdoğru oluyor da, sen merdivenden inerken çıkarken senin boynuna dolan dolanıveriyor. Niye dolanıyor bu? Kes. Kol gibi oldu gari o. Ağzıma kaşık, dadama beşik. —Güpgüzel ağaç kesilmez, gel kesmeyeyim. —Kes. Ağzıma kaşık, dadama beşik. Onu da kestirmiş. Adam beşik yapmış, karıya kaşık yapmış. Eh kırpıkları kalmış, tabi koca ağaç kesesin de... Bir de böyle benim gibi bir dul karı da geçiyormuş oradan. Yongalardan bir parça toplamış, evine götürmüş. Götürüp gittikten sonra koca nine yongaların kimisini yakmış, kimisini koymuş saklamış. Bugün duruyor, ben gibi evini temizlemeden süpürmeden gezmeye gidermiş nine. O yonga da işte kız ya, ninenin evlerini silermiş, süpürürmüş, yemeğini pişirirmiş, kapatırmış. Nine gelmiş, evler temiz, aşlar pişmiş. —Kim geliyor ki, kim yapıyor ki bunu? Böyle yaparmış, giyinir kuşanırmış. Beyoğlu da bir hasta olmuş, bir hasta olmuş. Koca köylü gitmiş, helalleşmiş gari ölecek diye. Kız demiş ki, duyuyor ya hasta olduğunu: —Nine, sana ben bir çorba pişirivereyim de, götür de Beyoğlu’na yesin. Hem helalleşirsin, demiş. —Ay kızım, koca Beyoğlu bizim çorbayı yer mi? demiş. —Yer, yer nine, demiş. Eh, koca nine götürmüş gitmiş. Koca nine: —Ay oğlum, sana çorba getirdim, demiş. Hemen karısı da karşılamış. —Hadi nine, hadi. Ne güveçler pişiriyorum, ne çorbalar pişiriyorum da ağzına bile koymuyor. Senin çiğ çorbanı mı yiyecek? demiş. —Aman kızım, hastalar öyle olmaz, şifa olsun. Hiç yemezse yemesin, şöyle karıştırıversin, demiş. Ondan sonra Beyoğlu’nun kucağına koymuşlar. İki kaşık içmiş. Beyoğlu’nun da yedikçe yiyeceği gelmiş çorbayı. Çorbayı yemiş, Beyoğlu şifa getirmiş ondan. Düzelmiş, kalka koymuş. Beyoğlu demiş ki, anılmış gari kız, laf gidiyor ya: —Ben o kızı bu karının üstüne alacağım. Dünür olacağım, demiş. Kıza dünür yollamış. Aşağı yukarı derken o kızı almış Beyoğlu evine getirmiş. Düğün yapmış, dümbek yapmış, evine getirmiş. Beyoğlu öteki karıya yol vermiş, eski karıya. O kızla geçinip dururlarmış.       * gari: Artık * kırtıklayayım: Kurcalayayım
[Tilki ve Kaplumbağa]
Ege Bölgesi
Muğla
Hindi, eveli bi tilkiynen gaplumba arkadeş tutunmuşla. Arkedeş, haden[1], asar[2] deriz, da vadır. Gari masal bu ya işte gari anladalım bakalım. Asara, arpa ekmiş bunla. - Arkadeş, biz bi yol bi zamanda arpa ekdiydik, nere gitti geldi bu? - E biliyman[3] arkadeş. Gidoru, tilki orda bi çık yiyek geloru. Gocabadan[4] habersiz. Ordan, böğün öle yarın öle; - Ule arkadeş, hede bi gidem bakam. Arkadeş dimiş; - Orak biçe[5] varıyola. Arkadeş; - Asar’ı yıkak gele. - Dayanen hora[6] ben diyoru tilki. Gocabaya vere biştiror. - Ule arkadeş hadi, ule arkadeş. Asar yıkılıyor göremon mu sen, ben dayenen, sen biş[7]. Diyekene diyekene, gocaba her şiyi idmiş, goymuş tilki bi şey işlememiş. Sonra da gocaba çekmiş mi her şiyi. - Hani le bana? - Sen Asar’a dayandın arkadeş dimiş, ben aldım gittim aygıdımı dimiş. Sene bi şey galmadı dimiş. Böle anladıvırıla. Goca insanlar anladıvırırladın işte böle böle çabalayıbatırız[8] olum. [1] Haden: Hadi [2] Asar: Kayalık, tepe, kale, burç [3] Biliyman: Bilmiyorum [4] Gocaba: Kaplumbağa [5] Biçe: Biçmek  [6] Dayanen hora: Ben oraya yaslanayım [7] Biş-: Biçmek [8] Çabalayıbatırız: Çabalıyoruz
Takke İle Kese
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Takke İle Kese Eskiden bir çiftçi varmış. Bir gün tarlada çift sürerken öğlen olmuş, öğle yemeğine gitmiş. Bir ateş yakmış. İki yılan birbirini kovalarken ikisi de ateşin içine girmiş yanlışlıkla. Çiftçi sopasını ateşe sokup çıkartmış yılanın birini. O yılan da adama:  —Ne dilersen dile benden, demiş. —Senden ne dileyebilirim ki? Sen bir yılansın, ben bir insanım. —Ben şahmeranın kızıyım. Ben şimdi seni babama götüreceğim. Babamdan da en eski sandığını iste. —Tamam. Az gitmişler ve önlerine bir delik gelmiş. Yılan önden girmiş. —Sen de arkamdan gel, demiş. Arkasında birçok yılan varmış. Bütün yılanlar birden kafasını kaldırmış. Yılan da çiftçiye: —Korkma! Üstlerine bas. Bir şeycik olmaz, demiş. Çiftçi üzerine basıp geçmiş. Yılanın babasının yanına gelmişler. Yılan babasına: —Bu insan beni ölümden kurtardı, demiş. Babası da: —Dile benden ne dilersen, demiş. Çiftçi ise: —Senden en eski sandığını dilerim, demiş. Yılan da boynunu bükmüş. —Beni en hassas noktamdan vurdun, demiş. Sandığı adama vermiş. Yılan deliğe kadar çiftçiyi uğurlamış. Çiftçi evine gelmiş, sandığı açmış. Bir bakmış, sandığın içinde eski bir para kesesi, bir de takke varmış. Çiftçi sandığı tavana atmış. Çiftçinin bir de sekiz on yaşlarında oğlu varmış. Oğlu on iki yaşına gelmiş, babası ölmüş. Oğlu bir mağazaya çırak girmiş. Bir hafta sonra haftalığını almış. Annesine: —Bana bir kese dik, demiş. Onu al sen. Çocuk parayı kesenin içine koymuş. Bir gün harcamak için çıkarmış, bir de bakmış, para sarı lira olmuş. Hep paraları  sarı lira yapmak istemiş. Bir gün mağaza sahibi İstanbul’a mal almaya gitmiş. Çocuk tellal ile —Ne alırsan bir kuruşa, diye bağırtmış. Mağazada hiçbir şey kalmamış, hepsini satmış. Gece olmuş. Çocuk bir kuruşları çıkarıp keseye koymuş,  tam iki teneke sarı lira yapmış. Mağazanın sahibi gelmiş. Çocuk iki teneke sarı lirayı göstermiş. Sahibi bu işe çok sevinmiş. Padişah duymuş, çocuğu yanına çağırtmış. Çocuk padişahın yanına gelmiş. —Bu işi nasıl yapıyorsun? demiş. Hemen kızın odasına koymuş çocuğu, kız da içeri girmiş. Çocuğa: —Nasıl yapıyorsun bu işi, bir daha yapar mısın? demiş. Çocuk, keseyi çıkarıp bir daha yapmış, paralar sarı lira olmuş. Kız: —Ver de bir de ben yapayım, demiş. Kız, keseyi almış, çocuğu saraydan attırmış. Çocuk eve gelmiş, tavana çıkmış. Sandığı çıkarıp içinden takkeyi almış, kafasına takmış. Anası da çocuğu yemeğe çağırmış. Çocuk gelmiş, anasına bağırmış. Ama anası bir türlü çocuğu görmüyormuş. Çocuk hemen bütün  mağazalara girmiş. Çocuğu kimseler görmemiş, görünmez olmuş. Yine padişah bunları duymuş, yanına çağırtmış. Kızı yine: —Baba, benim yanıma yolla, demiş. Kız çocuğu odasına almış. —Nasıl yapıyorsun? demiş. Takkeyi giymiş, görünmez olmuş. Kız: —Korktum. Ver de bir de ben yapayım, demiş. Çocuk da vermiş. Kız onu yine saraydan attırmış, dayak yemiş. Bu sefer kalktığında beyaz ve kırmızı elma ağacı görmüş. Bir beyaz elma yemiş, her yerinde boynuz çıkmış. Kırmızı elma ağacını yanına gitmiş. Ondan da bir elma yemiş, iyi olmuş. Bir sepet beyaz elma toplamış. Padişahın kızının kapısının önünden geçerken —Güzel elmalarım var! diye bağırmış. Kız, hizmetçisine: —Bana elma al, demiş, canı istemiş. Elmalardan yemiş, kızın her tarafında boynuz çıkmış. Padişah her yere bağırttırmış. —Kim benim kızımı iyileştirirse kızımı onunla evlendireceğim, demiş. Çocuk bir gün sonra saraya gelmiş. —Ben iyileştiririm. Bana bir hafta mühlet verin, demiş. Çocuğa bir hafta çok iyi bakmışlar. Bir hafta sonra kırmızı elmaların suyunu sıkmış, kıza içirmiş. Kız iyileşmiş. Padişah kızı çocuğa vermiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar.    
Tan Tan Kabacık
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Tan Tan Kabacık Bir adamın karısı ölmüş, hanımı. Hanımı ölünce bir hanımın da beyi ölmüş. Bunlar ikisi bir araya gelmiş. İkisinden de birer çocuk kalmış. Olunca şimdi demiş ki hanımı adamdan olan çocuğa: —Bunu ben kabul etmiyorum. Git, bayıra sapıt* da gel bunu, demiş. Tamam. Götürüyor. Bu da önceden susak derlerdi, götürüyor, bir ağaca bağlıyor. —Hadi oğlum, odun çırpı toplayalım seninle, diye dağa götürüyor. Bir rüzgarlı havada ağaca bağlıyor. Şimdi babası odun kesiyor diye rüzgâr ağaca böyle vururmuş susak, tak tak tak. Çocuk gelmiş. —Baba, baba! Yok. Ağlayarak: —Tak tak kabacığım, beni sapıtan babacığım. Tak tak kabacığım, beni aldatan babacığım. Bir çeşmeye gelmiş. —Çeşme, bana bir su içirir misin? demiş. —Kurbağa boklarımı paklayıverirsen içiririm, demiş. Onları temizlemiş. Oradan su içmiş. Yine: —Tak tak kabacığım, beni sapıtan babacığım. Tak tak kabacığım, beni aldatan babacığım. Bir dereye gelmiş. —Dere, beni geçirir misin? demiş. —Kurbağa boklarımı paklayıverirsen geçiririm, demiş. Onu da temizlemiş. Oradan geçirmiş. Yine: —Tak tak kabacığım, beni sapıtan babacığım. Tak tak kabacığım, beni aldatan babacığım. Bir fırına gelmiş. Orada da kömür varmış. —Fırın, beni ısıtır mısın? demiş. —Külümü paklayıverirsen ısıtırım, demiş. Onu da temizlemiş. Orada ısınmış. Onları da yapınca Cenabı Allah tarafından kız  çocuğunun   boğazına bir katar altın takmışlar. Takıyor. Şimdi köyün kenarına gelmiş. Eve geliyormuş. Horoz: —Gı gı gııık, altınlı ablam geliyor, demiş. Susturmuş kadın da. —Kızı mı sapıttın? Sus, horoza diyor. Oradan bir de baksa ki kız altınlarla gelip gelir. Eve geliyor. Ertesi gün karı, —Hadi, benim kızı da sapıt da gel kendi kızını sapıttığın yere, diyor. Şimdi ertesi gün diyor ki adam: —Hadi kızım, seninle odun getirmeye gidelim dağa, diyor. Gidiyor. Onu aynı yere yine sapıtıyor. Sapıtınca kaçıyor adam oradan. Kız: —Tak tak kabacığım, beni sapıtan babacığım. Tak tak kabacığım, beni aldatan babacığım. Aynı çeşmeye geliyor.  —Çeşme, bana su içirir misin? diyor. —Kurbağa boklarımı temizlersen içiririm, diyor. —Ben güzel ellerimi batıramam, diyor. —O zaman ben de sana içirmem, diyor. Yine: —Tak tak kabacığım, beni aldatan babacığım. Dereye geliyor. —Dere, beni geçirir misin? diyor. —Bu kurbağa boklarımı temizlersen geçiririm. Öyle olmazsa geçirmem, diyor. —Nasıl pis burası. Ellerimi batıracak, diyor. Biraz şey ediyor. Oradan geçiyor. Fırına geliyor. —Fırın, beni ısıtır mısın? diyor. —Külümü temizlersen ısıtırım, diyor. Külünü temizlemiyor. O da ısıtmıyor. Karı da şimdi bakarmış benim kız da altınlı  gelecek diye. Bir de bakıyor ki kurbağa boklarını dolamış,  dere  geçirmiş amma bu pislikleri boynuna dolayıvermiş. Anam horoz:   —Gı gı gııık pislikli ablam geliyor, dermiş. —Sus. Benim kız da altınlı gelecek, dermiş. Bir de bakıyor kız öyle. Sonra bir padişahın oğlu o altınlı kıza dünür çıkıyor. Dünür çıkıyor ona, padişahın oğluna nişanlıyorlar.  Nişanlayınca bu bir hocaya gidiyor, bir iğne okutup geliyor. —Dur kızım, başında ne var, ne var? derken kızın tepesine bir iğne saplıyor. Kız kuş olup uçuyor.  —Sizin nişanlınız kaçtı. Hadi küçük kızı vereyim size, diyor. Buna küçük kızı nişanlıyor. Bir gün bir          ihtiyar ninenin bir asma ağacı varmış. Onun tepesine gelirmiş kız, cık cık cık ötermiş. —Hay komşular, benim her gün konacağı yere bir kuş geliyor konuyor. Ben bunu tutacağım. —Nasıl tutacaksın? —Bir katran süreceğim her gün konduğu yere. Katran sürmüş. Kuş gelmiş yine aynı yere. Gelince varmış nine, tutmuş. —Ay ne güzel, ne güzel. Derken eline bir şey takılmış. Bir de bakmış ki iğne. Asılıvermiş, çıkmış, bir kız olmuş. O gün de öbür kızın düğünü oluyormuş. Nine şimdi varmış damada. —Damat, senin nişanlın kuş olmuş uçmuş, benim evde. İstersen gidelim bakalım. Geliyorlar, bakıyor. Nişanlısı orada durup durur. Yine öteki kız kalıyor, onu alıyor.   * Sapıt: Bırakıp kaç.
[İki Bakla]
Ege Bölgesi
Muğla
Hindi* bi çocuk vamış. Elinde iki dene paklası vamış. Guyunun başına oturmuş. Guyunun başına otururkan pakla da yere, guyunun içine düşmüş mü! Guyunun içine düşmüş mü paklalar. - İki paklam olsa doycedim, iki paklam olsa doycedim diye ağlamış çocuk. Ağlayınca içinden bi goca adam çıkmış gelmiş. Niyse, çocuğa dede yimek getirmiş. - Unu yi olum, dimiş. U da dimiş; - Bunu yisem napıyım ben, dimiş.Satam varen ben, dimiş. Satmış, gelmiş yine guyunun başına. - İki paklam olsa doycedim, iki paklam olsa doycedim diye çocuk gine ağlamış. Goca adam gine çıkmış gelmiş, gine para vemiş. - Onu da nidem ben bunu, dimiş.Bi şiyler alem, dimiş. Haranı* vemiş, haranı, haranı. Hı, çocuka haranı vemiş. Dede guyunun içinden çıkıyoru. Ondan sona; - Haranıyı da gine bi, haranıynen biş haranı dedin mi yimek bişe olum, dimiş. - Biş haranım, dimiş,. Yimekle bişmiş. Ni canı istise o bişmiş. Bunu Yafudi gömüş, orda hah hindi aklıma geldi. Yafudi gömüş, - Yafudi dimiş, şe demezse gari dimiş. Benim  bi haranım va biş haranım dime haaa, dimiş. Yimek pişirirmiş. Yahudi gittikten sona biş haranım. Ni istedise bişmiş. Çocu haranıyi değiştirmiş çocun. Geliyoru çocuk; - Biş haranım yok, biş haranım yok, biş haranım yok. Olmamış. Gine vamış,  guyunun başına; - İki paklam olsa doycedim, iki paklam olsa doycedim diye alamış gine çocuk. Goca adam çıkmış gelmiş, bu sefer bi tokmak vemiş eline. - Bu tokma olum, hur* tokmam dime, dimiş. Sakın haa hur tokmam dime, dimiş. - Tamam. Gari anlamış goca adam Yafudinin aldattığını. Gelmiş eve; - Hur tokmak. Galkmış galkmış inmiş kellesine çocun. - Dur tokmam, dimiş.Durmuş. Yafudiye vamış; - Benim, demiş.Bi tokmam va hur tokmam dime ha, dimiş. - İyi dimen dimen, dimiş. Çocuk gitmiş gene başka yere geze. Gelmiş gine goca adam; - Hur tokmam, dimiş, Yafudi, hur tokmam. İnmiş inmiş, galgımış galgımış inmiş Yafudinin kellesine galkmış kalkmış inmiş, çocuk gelmişmiş, tokmak böle sıçrayıbatımış Yafudinin kellesinde. Dur tokmam deye, aman dimicen dimiş, ni halin varsa gö dimiş. Orda bitti bu. *Hindi: Şimdi *Haran: Tencere *Hur: Vur
Tembel Kız
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Tembel Kız Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, bir karı koca varmış. Bu karı kocanın bir kızı olmuş. Kız el bebek gül bebek büyütülmüş. Hiçbir iş görmemiş. Bunun için adına Tembel Kız denmiş. Kız o kadar tembelmiş ki yerinden kalkmaya üşeniyormuş. Anası babası buna bir gelberi* yaptırmış, işini oturduğu yerden yapıyormuş. Evlenme zamanı gelmiş. Anası babası bunu bir avcıyla evlendirmiş. Avcı gitmiş, bir ördek öldürmüş. Eve gelmiş, onu temizlemiş, bir tencereye koymuş. Tekrar ava çıkmış. Evden çıkarken, —Hanım, tencereye bak, yanmasın, demiş. O gittikten sonra eve bir dilenci gelmiş. —Bana iki dilim ekmek verir misin? demiş. O da: —Git, mutfaktan al, demiş. Dilenci girmiş. Bakmış, tencerede bir ördek.  Almış onu,  torbasına koymuş. Ayağındaki çarıkları da tencereye koymuş. —Hanımcığım aldım. Allah razı olsun. Şimdi sana bir türkü söyleyeceğim, demiş. —Senin gaga benim torba içinde Benim çarık senin çorba içinde Sen yat kaba yatak yorgan içinde Ben yiyeceğim orman içinde. Böylece türküyü söyleyip gitmiş. Aradan bir zaman geçmiş, kızın kocası gelmiş. —Kadın, pişti mi ördek? demiş. Karısı olan biteni anlatmış. Adam anlamış. Karısına kızıp azarlamış. Ondan sonra tembel kız akıllanmış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.   * Gelberi: Fırında pişenleri dışarı çekmek için kullanılan uzun saplı kürek.
Tereci Kız
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Tereci Kızı Bir varmış, bir yokmuş. Bir padişahın oğlu varmış. Bir de fakir kız varmış. Fakirmiş, böyle bahçe yaparlarmış, bahçıvan bahçesi gibi. Sebze yetiştirirlermiş. Padişahın oğlu da orada çeşme varmış, oraya atını sulamaya gidermiş. —Ne yapıyorsun tereci kızı? dermiş. —On paralık tere ver, dermiş kendi dilince. Kız da dermiş ki: —Allah seni bana versin, dermiş. —Hadi, ben padişah, sen bir tereci kızısın. Ben seni alır mıyım? dermiş. —Ben seni senden istemiyorum, seni senden istiyorum, dermiş. Ondan sonra öyle böyle öyle böyle geçmiş baya bir zaman. Padişahın oğlu evlenmiş. Yine gelmiş oraya beygir sulamaya. —Ne yapıyorsun tereci kızı? On paralık tere ver, demiş yine. —Allah seni bana versin, demiş. —Ben nişanlandım, evleneceğim, demiş. Evlenmemişmiş daha. —Seni alır mıyım, ben nişanlandım, demiş. O da: —Ben seni senden istemiyorum ki, seni Allah’tan istiyorum, demiş. Ondan sonra bir düğün olmuş, bir düğün olmuş böyle padişahın oğlu evleniyor diye. Gelin  ağası gelmiş, gelin gelmiş. Kız kendinden şüpheliymiş, padişahın evleneceği kız. —Ne yapalım, ne yapalım. Şurada fakir bir kız var, tereci kızı. Onu alalım, getirelim. Sabahleyin veririz parasını, alır gider. Almışlar, getirmişler kızı. O gelin olmuş o akşam. —Seni senden istemiyorum, Allah’tan istiyorum, demişmiş ya. Sonra almış karısını gitmiş. Ama kız hamile kalmış o gece. Ama kıza bir hediyeler vermişler. Sonra aradan baya bir zaman geçmiş. Tereci kızının yanına gitmiş. —Tereci kızı ne yapıyorsun? demiş. Kız yine bahçede çalışıyormuş. Yine bakmış. —Tereci kızı ne yapıyorsun? On paralık tere ver, demiş. —Allah seni bana versin, demiş. —Ben evlendim gayrı. Nerde Allah seni bana verecek? demiş. Kızın da oğlu olmuş. Büyümüş böyle, salıncakta sallanırmış, ama oğlanın verdiği hediyeleri atmış oraya, oynarmış. Ondan sonra hemen atlamış gelmiş. Çocuk da ağlamaya başlamışmış. —Ne var tereci kızı orada? demiş. —Gel de gör, demiş. Bir de çocuğa bakıyor, görüyor, aynı kendi yüzü yapıştırmış gibi. —Tereci kızı, nerede buldun bu çocuğu böyle? diyor. O da diyor ki: —Ben seni Allah’tan istedim. Senin hanımının kendinden korkusu varmış, beni götürdüler. Seni senden istemedim, ben Allah’tan istedim, diyor. Hemen gidiyor padişahın oğlu. —Ne istiyorsun sen? Kırk katır mı kırk satır mı istiyorsun? —Satır olsa ölürüm. Katır olsun, diyor. Kızı bağlıyorlar da kırk katıra salıveriyorlar, param parça oluyor kız. Ötekiler de hala daha geçiniyorlarmış.
[Tuz Kadar]
Ege Bölgesi
Muğla
Bi padişan üş tane kızı varmış. Bi gün padişah otururken dimiş ki, kızlarını yanın a almış, büyük kızına sormuş: - Kızım demiş, beni ne kadar seviyosun dimiş? - Baba, seni dünyalar kadar seviyorum demiş. Ortan kızına sormuş: - Kızım sen beni ne kadar seviyosun dimiş,. - Canım kadar seviyorum demiş. Mutlu olmuş padişah. En küçük kızına sormuş: - Beni ne kadar seviyosun kızım demiş. - Baba seni tuz kadar seviyorum demiş. U zaman padişah tuzu küçümsemiş, kızına demiş ki, hani redditniş unu. Cellatlana demiş ki: - Götürün bunu kesin, ganlı gömleni bana getirin dimiş. İki cellat götürmüş bunu bi dan başına, gıyamamışla. Dimişle ki: - Sen, anadan doğan bi bebek nası elbise buluyosa sen de bulusun, gömleni çıka bize ve, biz unu, bi yakamızı ganadalım, yahut bi guş öldürelim, unun ganına bulayalım, bubana götürelim. Sen bu yerleri terk it dimişle, yaşa dimişle. Neyse, ganlı gömle bubasına getirmişle, iş bitmiştir dimişle gari. Niyse, az durmuş, çok durmuş, gızı, memleket memleket, aşırı gitmiş. Gidince, böle hani evlenmiş, barklanmış, çocuk çolun sahibi olmuş. Bi yemek verilmiş ama parayla değil. Dışarıdan gelen misafirlere, hani parasız yemek verilmiş. Böle böğün böle, yarın böle dekene, bu yemek veme olayı, ta padişan gulana gadana gitmiş. Dimiş ki: - Bi yerde yemek verilipdurumuş, bi de ben gitcen u yere demiş. Niyse padişah bi gün olmuş,kalkmış gitmiş. Padişan gelceni duyan gızı, aşçılara söylemiş: - Bugün demiş a’dan z’ye dimiş, her türlü yemekle yapılcek, ama içine bir tek tuz katılmıycek dimiş. Tabi, bunu aşçıla dimiş ki: - Niden? - Siz nedenin sormayın bene dimiş. Her şey tuzsuz olcek dimiş. Neyse, padişah gelmiş, sofralar donadılmış, oturmuş padişah, yemeklen görüntüsü çok güzel. Bi almış duz yok, öbürkünden almış, duz yok. Undan almış duz yok. Hindi gızı da gelmiş, oturmuş. - Padişam demiş, yemediniz ya dimiş. - Yaramı deşdin dimiş. - Noldu dimiş. - Yemekle çok güzel dimiş, fakat tuzu mu unutulmuş bilmiyorum dimiş. Hiş birinde tuz yok dimiş. - Ya padiaşm dimiş, babacım dimiş, tuzun önemi var mı sizin için dimiş. - Var var dimiş. Ben üç gızımı kenarıma aldım dimiş, beni ne gadar seviyosunuz diye sordum. Biri dünya kadar dimiş, biri can kadar seviyo, en küçük gızım da tuz kadar seviyo. Tuz kadar seviyo didi için dimiş, unu küçümsedim, kestirdim dimiş. Unun için dimiş, kıymetini bilmemişim dimiş. - Baba dimiş, ben ölmedim. O cellatlana dimiş, elinden geleni, yardımı it, bugün, sırf dimiş, senin için dimiş, bu yemekleri hazırlattım ben tuzsuz dimiş. Tuzun kıymetini anla dimiş. Undan sona sar sarmeleş olmuşla, birbirlerine gavuşmuşla.
Tilki İle Yılan
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Tilki ile Yılan Bir varmış bir yokmuş. Bir tilkiyle bir yılan ikisi sağdıç olmuşlar. Yılanla sağdıç olunur mu avanak tilki? Neyin varsa iş karışır. —Sağdıç, seninle nereye gidelim? demiş. —Nereye gidelim? demiş. —Seninle geziye gidelim. Hazırlanmışlar, gitmişler. Dere boyuna varmışlar. Varınca da tilki demiş ki: —Yılan, ben geçerim. Yılan demiş ki: —Sağdıç, sen geçersin, ama ben geçemem. Nasıl yapacağız? —Beraber geçeriz, demiş. —O zaman ben senin beline dolanayım. Beni şu çaydan geçir, benden ne istersen iste, demiş. —Tamam arkadaş, olur, demiş. Yılan şimdi tilkinin sırtına dolanıyor, kafasını da tilkinin kafasından yana koyuyor. Geçiyorlarmış. Tam derenin ortasına varınca,  —Nasıl olsa sen beni geçiriyorsun. Ben seni şimdi sıkıştırayım da kemiklerini kırıvereyim, demiş. Tilkinin kemiklerini sıkıştırıvermiş. Çatır çatır çatır. —Ah, şimdi bu beni öldürecek, demiş. —Arkadaş, böyle olmayacak. Sen beni nasıl olsa öldüreceksin. Uzat gözlerini de öpeyim bicik* demiş. Tilki de bak nasıl kurnaz. Öyle deyince kafasını uzatıveriyor yılan. Hemen tilki de kafasını harttak ısırıveriyor yılanın. Hadi yılanın kafasını koparıveriyor. Geçiriyor öteki yakaya. —Şöyle seni ben bir uzatayım, diyor. Güzelce yılanı tilki uzatıyor. —Ben eğri meğri sağdıç istemem. Olacaksan böyle düpdüzgün ol, demiş. Yılanı tilki böyle yapmış. Ben de karşı yakaya gidiyordum. Karşı yakada ben o yılanı gördüm. Tilki de geçmiş, koca taşlara dayanmış. —Oh, bana kaldı dünya. Dünya benim!   * bicik: Bir kerecik.
Tosbağa Gelin
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Tosbağa Gelin Bir padişahın iki oğlu varmış. Oğlanlar erişmiş, evlenecek olmuş. O kızı istermiş, bu kızı istermiş. —Aaa, almam. Bu kızı istermiş. —Aaa, almam. Babası da, —Benim dediğim olacak. Evvel ok-yay derlerdi. Ok-yay derlerdi. Ok-yay atarlardı. Kim sağ vezirin evinin üstüne ok düşürürse sağ vezirin kızını alırım. Sol vezirin evinin üstüne düşerse o kızı alırım. Senin dediğin mi, benim dediğim mi? diyormuş. Bu bir ok-yay atmış. Sağ vezirin kızının üstüne düşmüş, almış koca oğlan. Küçük oğlan da atmış da öyle, çaltının* üstüne düşmüş. Çaltının da altında bir bağa* varmış. Bağanın üstüne düşmüş. Babası da: —Bu da senin nasibin. Ne yapayım? Hadi git de evine koy, demiş. Oğlan da onu almış gelmiş, evine koymuş. O da her gün ava gidermiş, avdan kuş  vurur vurur gelirmiş. Atarmış evine, gidermiş yine. Bağa kız olurmuş. O kuşu yıkarmış, paklarmış, kızartırmış, bacağından asarmış. Küçük oğlan gelirmiş, bir bakarmış, asılmış kuş. Yermiş, hadi ava gidermiş. Bugün böyle, yarın böyle derken gün geçmiş, ay geçmiş. Senin benim dediğim gibi koca gelin oğluna gelmiş. Koca gelin de gelmiş. Padişah demiş: —Küçüğe gidin bakalım bir. Geçimleri nasıl, ne halde? demiş. Koca gelin küçüğe gelmiş. Tosbağa yok. Dünya güzeli bir kız durup durur evinde. Onu da ava gidiyorum diye oğlan kapı ardına saklanmış. Bağanın kabuğunu almış, atmış. Onun da altında güzel bir kız varmış. Kızla güzel geçiniyormuş gali* oğlan. Koca gelin gelmiş, ortalığı bozmuş. Ondan sonra kocasına demiş ki: —Bizim bağa bir güzel kız getirmiş amma, nerden getirdi oğlan bilmem? Koca gelinden güzel küçük gelin, demiş. —Ne yapalım karı? Ne diyelim? demiş. —Bu anadan doğma çocuk kapıyı dineltiverecek, bana selam verecek de. Bulursan bulacaksın, bulamazsan cellatsın diyelim, demiş. Oğlana gelmiş babası, haber yollamış. —Böyle böyle, bulursan bir çocuk, bulamazsan cellatsın, demiş. Bağa kız oldu ya. —Aman adam, ona mı kayırıyorsun? Bu aralar ablamın bir çocuğu olacak. Beni nereden aldıysan bir tekme vur oraya. Ablam çıkar. Hiç korkma. Ablam çıktığı zaman, abla  senin çocuğun olacaktı ya, kardeşinin göreceği geldi, o çocuğu ver de ben götüreyim, geri getireyim, de ablama. Verir sana ablam, demiş. Ablası da o gün çocuğu suya koymuşlar. Kundaklamışlar. Kundaktaki çocuğu oğlana vermişler. Oğlan getirmiş. Oğlan almış, babasına götürmüş, padişahın evine. Kapıdan koyuvermiş. —Selamün aleyküm dede, demiş. Selamı vermiş dedeye, seslenmiş o dünyaya gelen çocuk. Oğlana bir şey yapamamış. —Hadi, bir de gelinlerin şöhretini görelim, davete çağıralım da, demiş padişah. Şimdi bu tosbağa gelin koca eltiye varıyor. —Elti, bugün davete gideceğiz kaynataya. Şu kadifeden, bu kadifeden alalım da giyinelim ikimiz bir çift, diyor. Ondan bir çift alıyorlar, giyiniyorlar. —Birer de kurdele alalım. Ondan sonra  birer çan alalım. Takalım boynumuza, zangır zangır gidelim, diyor tosbağa gelin, kurnaz ya. Koca elti de benim gibi. İşte biz oturduğumuz, kalktığımız yeri nasıl bilmiyoruz... O da gidiyor, kurdele alıyor, bir de çan alıyor. Takıyor boynuna deve gibi kocaman. Küçük elindeki çomağı çatıveriyor, taksi oluyor. Giyiveriyor kadifeleri buz gibi. Takıveriyor altınları zıngır zıngır. Beyi de alıveriyor yanı başına, taksiye de biniveriyor. Koca elti de adamıyla zangır zangır  zangır zangır onu kaynatasıyla kaynanasına gösterecek. Kaynata da buraya pencereye oturuyor, gelinler geliyor diye bakıyor gari. Bir de gelinler geliyor, bakıyor. Küçük gelin de koca çarığı taktırmış mahsus büyüğe. Oğlanlar zangır zangır zangır deve gibi geldi. Bir de küçüğe bakıveriyor, bir dirhem bir çekirdek taksinin içinde. Hadi onlar da geliyor. Hadi oturuyorlar gari. Yiyorlar, içiyorlar. —Elti, bir kaşığı ağzının içine götür yemekten, bir kaşığı da kolunun içine koy, diyor küçük. Eh, benim gibi işte anlamıyor. Bir kaşık yiyor, bir kaşık kolunun içine koyuyor. O da öyle yapıyor, ama altınlarını koyuyor. Bunlar yapıyorlar öyle, sonra da kalkıyorlar. —Hadi bakalım, sofraları kaldırın. Sofraları kaldırıyorlar, yıkıyorlar, paklıyorlar. Şimdi padişah diyor ki: —Kaynana çalacak, gelinler oynayacak. Bir de oyununuzu göreceğim, diyor. Hadi gelinler kalkıyor, iki oğlan kalkıyor.  Oynarken tosbağalı kız  ellerini yukarıya kaldırıveriyor. Hadi bakalım şıngır şıngır altınlar, ciciler dökülüyor. Ötekinden de yediği yağlı  yemekler dökülü dökülüveriyor mu koca gelinden. Padişah: —Otur gelinim, otur. Senden oyun görmek istemiyorum. Halılar batıyor, diyor. Ötekinden paralar dökülüyor. Padişah diyor ki: —E koca karı, bu küçük gelini nasıl alsak ki oğlanın elinden? —Bakalım, bir şey daha düşünürüz, diyor şimdi bu. -Oğlum, bir salkım üzüm bulacaksın vakitsiz zamanda. Koca köylü yiyecek. Bir üzüm salkımı, tanesi yetmedi mi, cellatsın, diyor. —Tamam, tamam. Hiç kayırma, diyor tosbağa kız kocasına. Oğlana diyor ki: —Git, beni aldığın çaltının dibine bir bas, annem çıkar. Bizim asmadan bir salkım üzüm iste. Al gel, diyor. Yine oğlan varıyor oraya. Bir tekme vuruyor, çaltıdan anası çıkıyor. —Anne, bir salkım kızınız üzüm istedi. Bir de kutu varmış onlarda, fenni kutu. —Bir de onu iste annemden, verir sana onu. Bir de onu istiyor oğlan. Şimdi oğlan da kıza getirirken, —Bakalım bu kutuda ne var, ne var? diye açayım demiş. Ucundan açıvermiş  hemen,  içinde  bir  dede varmış. Dedenin  tırnakları yad insan baktı mı göğeriverirmiş. Bir salkım da üzüm almış. Koca köylüyü davet etmişler. O üzümü yemiş, bir tane koparmış, bir tane olmuş; bir tane koparmış, bir tane olmuş. Koca köylü yemiş. Ölmemiş. Şimdi koca köylü toplandı gari üzüm yiyor, padişah,  babaları. O kız da o kutuyu almış eline. Orada otururken, üzüm tükenmedi ya, babası cellat olacak. O kız böyle ağız açarken, ağız açarken açıvermiş, dede bir fırlamış kutunun içinden. Bütün harman yeri gibi insanların hepsi kara taş olmuş oturmuş. Kızla oğlan dinele kalmışlar. Herkesi Allah taş yapmış. Hepsi dinele kalmışlar. Kızla oğlan geçinip dururlarmış.     * Çaltı: Çalılık. * Bağa: Kaplumbağa. * Gali: Artık.
Yapağı Eğiren İnek
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Yapağı[1] Eğiren İnek Bir adamın bir kızı varmış. Karının da bir kızı, bir oğlu varmış. Olunca bunlar evleniyorlar. Bayıra inek otlatmaya göndermiş kızı. İnek otlatmaya gönderiyor. Önceden de kirman eğrilirdi, yapağı. Yapağı koymuş buna. Akşama kadar ineğin başında durmayacaksın. Sen bu yapağıyı eğirip geleceksin, demiş. Ne yapsın, oturmuş ağlıyormuş kız. Akşam varınca dövecek. Dövermiş her gün. İnek demiş ki: —Kardeş, niye ağlıyorsun? —Niye ağlamayayım? Ben bu yapağıyı eğirmezsem beni akşam varınca dövecekler, demiş. -Dök sen benim önüme, demiş. Öteki kızı, yanındaki kızı uyutmuş, karının  kızını. Döküyor, inek yiyor. Arkasından ip çıkıyor. Kız doluyor. İnek yiyor, kız doluyor. O gün bitiriyor. —Hadi akşam oldu, gidelim gari. O kadar yapağı eğirdim, diyor. Şimdi varıyorlar akşam, yapağı eğrilmiş. Yapağı eğrilince: —Sen bunu kendin eğirmedin. Sen başkasına eğirttin. Bir iş var bunda, diyor. Ertesi gün daha fazla koyuyor. Yine varıyor. O kızı uyutuyor, karının kızını uyutuyor. Döküyor. Yine ağlamaya başlıyor. İnek: —Ne oldu? diyor. —Ne olacak? Dünkünden fazla önüme döktüler. —Dök benim önüme, diyor. Önüne döküyor. Ama birazcık bir şey kalmış, kız uyanmış. Uyanınca: —Akşama varınca seni anama söyleyeyim de sen gör gününü, demiş. Hemen varırken akşam karşıdan bağırmış: —Ana, ana! —Ey! Ne oldu? —Ne olacak? İnek yiyor, inek ip yapıyor, bu doluyor. Adama demiş: —Bu ineği kesersen ben bu evde duracağım, kesmezsen durmam, demiş. Kesecek olmuş. Kız hemen ahıra koşmuş varmış. İneğin boynuna sarılmış, ağlamış. —Seni kesecekler. Ben ne yapayım? demiş. —Benim etimi yiyecekler. Kendimi ne yapacaklar? Sen de benim kemiklerimi topla.  Falan yerde bir kuyu var. Götür, git, kemiklerimi at içine. Senin başın dara düştüğü zaman,  oraya gel. İki damla gözyaşı düşür. Ben sana yardımcı çıkarım, demiş. Şimdi gari kız fırsat bulmuş inekten. Kestirmiş kadın ineği. Yemişler. Kemiklerini toplamış. Hadi götürmüş kuyuya. Bir gün olmuş hadi kendi kızını almış, adamı almış, oğlanı almış başka bir köye düğüne. —Bugün bir fırın ekmek yapacaksın. Çamaşır yıkayacaksın. Ev badana olacak. Bunlar geldiğimde olmadı mı yandın. Onlar gidiyor. Kız varıyor yine kuyunun başına. Başlıyor ağlamaya. Oradan iki kişi çıkıyor. —Ne oldu? diyor. —Ne olacak?  Ev badana olacak. Çamaşır yıkanacak. Ekmek olacak. Onlar düğüne gitti. Beni gelince dövecek bu. Geliveriyor, kimisi ekmek yıkıyor, kimisi çamaşır yıkıyor, kimi badana yapıyor. Ondan sonra bir at arabası geliyor. Bindiriyorlar bunu. —Hadi hangi köydelerse biz de oraya gidelim. Oraya gidiyorlar. Şimdi bunlar kızı tanıyamamışlar. Tabi giyindirmişler, giyindirince tanıyamıyorlar. Orada —Hoş geldin, derlermiş. Tabi yabancı görüyorlar. Burada şimdi bunlar oturuyorlar, muhabbet ediyorlar. —Hadi biz gidelim, diyorlar. Onlar davranmaya başlayınca bu kız, öbürküler önce fırlıyor. —Hadi dereden atı sulayalım da geçelim, diyorlar. Dereden geçmişler. Atı sularken kızın ayakkabının teki düşüyor. Teki düşünce ağlamış. —Hiç ağlama. Ayakkabı mı yok sana? Oradan eve gidiyor. Üstünü soyunup bu gari aynı kıyafetini giyiyor, oturuyor. Arkadan da ötekiler geliyor. Bir de baksınlar ki badana olmuş, çamaşırlar yıkanmış, mis gibi ekmek olmuş. Eeee ne olacak, hepsi hazır. —Bunu sen yapmadın, diye sıkıştırırlarmış. Zenginin biri de oradan gelirken o da at arabasıyla gelmiş. —Ben atımı sulayayım derede, öyle geçeyim, diyor. Oraya varıyor, bir ayakkabı. O ayakkabıyı almış. —Bu ayakkabı kime denk gelirse ben bu kızı alacağım. Zengin, zengine kıtlık mı var? Şimdi köylere hoparlör bağırmış: —Herkes kızını bir tarafa göndermesin. Bir tek ayakkabı var. Kimin ayağına denk gelirse onu alacağız. Hadi herkes kızını hazırlıyor. Şimdi o kızı teknenin ardına kapatıyor, kendi kızını çıkarıyor. Hadi orda giydiriyor. Ondan sonra horoz: —Gık gık gık, sizin aradığınız burada, diyor. Bir de açıveriyorlar teknenin altını, kız yatıp durur. —Kalk bakalım. Ayağına giydirelim bakalım. Zaten ayakkabı onun. Ayağına denk geliyor. Oğlan diyor: —Ben bunu alacağım. Beş gün beş gece düğün yapmışlar kıza.   [1] Koyun, keçi yünü
Yasemin Çelebi
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Yasemin Çelebi Padişahın bir oğlu varmış. Oğlan da bir güzelmiş bir güzelmiş. Pek güzelmiş. Evermişler. Everinceye kadar  oğlanın kırk odası varmış. Kırk oda da halı ile döşeliymiş. Üç  aylık evliymiş. Kırk evde kırk  sopa varmış. Karısını her gün bu sopalarla dövermiş o. Her gün  dövermiş karıyı. Gece dövermiş karıyı, karı da yatarmış. Karının birisinin oğlu da askerdeymiş. Çok harbe gidiyormuş. —Anne, hiç çocuğu, merakı, tasası olmayan bir kadından bir gömlek diktir de yolla, giyeceğim. Hiç merakı, tasası olmadık bir kadından, demiş. Şimdi ona varmış, —Benim merakım var, demiş. Buna varmış, —Benim merakım var, demiş. Nine: —Padişahın oğlunun merakı yok ya. Varayım ona varayım, demiş Yasemin Çelebi’ye. Varmış ona. —Nine! Bak benim kırk odam var, kırkı da halı döşeli. Kırk tane de sopa var içinde, dikenli. Beni bunlarla dövüyor bu, demiş. Vücudunu gösterivermiş. Her yanları böyle yaraymış. —Kızım bırak, bilmem nerde dağın  ardında, yedi dağın ardında Yasemin Çelebi var. Sen adamını o Yasemin Çelebi’ye yolla bakalım, seni bir daha dövmez o, demiş. Oraya da kırk günde varılacakmış atla. Karı demiş ki: —Sen beni böyle her gün dövüyorsun. Bir Yasemin Çelebi varmış, çok güzelmiş. Sen oraya git. Onun yanına var gel, demiş. —Tamam, demiş. Oğlan da  ata binmiş. Bir heybe para koymuş. Evvelden sarı lira olurmuş ya, bir heybe sarı lira koymuş. Bir heybe de arpa koymuş beygire. Git allah, git allah, git allah Yasemin Çelebiyi bulmuş. Bir salim varmış. Kapının birini vurmuş. Orada bekçi varmış. Birini daha vurmuş, bekçi varmış. Kırk odası varmış, bir de karısı varmış. Kendi karısının da fotoğrafını götürmüş. —Benim kadın beni sana yolladı. Bu da fotoğrafı, demiş. Balkona oturmuşlar. Onunla konuşurlarmış. —Ulan senin karı bu kadar güzel olsun da, sen bu karıyı döv. Neden dövüyorsun? Bak benim karıya bak, demiş. Karısının da kellesi dolaptaymış. —Benim karı bu. Bu da oynaşı. Ben her gün akşam işe gidiyorum, benim karı da  armudun dalının dibine gidiyor. Odun çengelli bir Arap geliyor. Arapla yatıyor kalkıyor. İkisini de vurdum, kelleleri burada, demiş. —Eyvah! Benim karının hiçbir suçu yok, demiş adam da. Bir de bakmış. Bu ondan daha güzelmiş, ondan daha güzelmiş. Zenginmiş, güzelmiş. Binmiş beygire geri gelmiş. —Niye dövüyorsun karıyı ? demiş o. —Karı, seni hiç dövmeyeceğim, demiş. Ama o Yasemin Çelebi onun karısına böyle bir tarak yollamış, saçına taksın diye —Şimdi gelinlikleri giyeceksin,  aynı   nikah yapacağız, bu tarağı da takınacaksın, balkonda fotoğraf çekineceğiz, demiş. Bu padişahın oğlu karısına gelinlikleri giydirmiş, süslemiş. Onun verdiği tarağı da saçına takmış, balkona sandalyelere oturmuşlar. Oturunca balkonda, saçına tarağı takınınca da, böyle sokulunca da pırrrrrrradak kuş olup gitmiş gelinliği ile beraber.  Doğru  Yasemin Çelebi’nin evine varmış oturmuş. Öteki kalmış, öteki çırpınmış kalmış. —Gitme hanımım, gitme hanımım!, demiş, ama gitmiş gayri. Padişahın oğlu, —Güzel karım gitti, diye ağlamış kalmış. O karı da gitmiş, Yasemin Çelebi’nin evine oturmuş. Onlar böyle  geçinip dururlarmış.
Yassıl Kavacığım Yassıl
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Yassıl Kavacığım Yassıl Padişahın bir oğlanı varmış. Onun da bir tane beygiri varmış. Bu kır beygirine binmiş,  sulamaya gitmiş. Sulamaya gidince bir de bakıvermiş ki, suyun içinde dünya güzeli bir kız varmış. Beygir: —Hiiii, demiş. Gerisin geri çekilmiş, suyu içmemiş.. —Allah Allah ! Bu beygir nasıl da su içmiyor, demiş. Bir de bakmış suyun içinde bir güzel kız varmış. —Haayt, demiş kız. Yukarıya kavağın tepesine çıkmış. —İn kız aşağıya, demiş. —İnmem, demiş. —Seni beygirle götüreyim, demiş. O da: —İnmem, demiş. Padişahın oğlu gitmiş beygirle gerisin geriye. Oraya bir çingene kızı gelmiş, suya. Bir de bakmış ki, gölgesini görmüş içinde.  —Ay ben bu kadar güzelim, demiş de bardakları kırıp da geçivermiş. Padişahın oğlu da bir kocakarıya varmış. —Bir güzel kız var kavağın tepesinde. Ben yukardan indiremedim. Bana indiriver, demiş. —Ben sana indirivereyim, demiş o da. Gitmiş bunarın önüne, tava getirmiş çamaşır yıkayacakmış. Ters koyarmış üstüne, su dökermiş ocağı söndürürmüş. Kız: —Nene, tavayı ters çevirme, öyle koyma, düz koy, demiş.  -Kızım koyamıyorum, gözlerim görmüyor. Sen in de sen koyuver, demiş. —Yassıl kavacığım yassıl! demiş kız. Kavak yassılıvermiş  yukarıdan. Kız inmiş. Tavayı koyarken padişahın oğlu sinleniyormuş[1], çıkıverince de hemen kızı yakalamış. —Koyuver beni, demiş kız. —Koyuvermem, demiş.  —Madem koyuvermeyeceksin, parmağımdakini çıkart da bir de önüme halı döşe, öyle al beni, demiş. Gitmiş parmağındaki yüzüğü çıkartmış. Kızın parmağına takmış. Kız yine yukarı kavağın tepesine çıkmış. Padişahın oğlu da yollara halı döşemeye gitmiş. Çingene kızı da suya gelmiş. Bir de görüyor gölgesini, güzel kız. —Ben böyle güzel kız olayım da, demiş, bardaklarını kırıvermiş. —Kırma kardeş, kırma, demiş yukarıdaki, bardaklarını kırma, demiş. —Hay kardeş, beni de çıkartsana yanına, demiş. —Yassıl kavacığım yassıl! demiş. Yassılmış. —Padişahın oğlu gelecek buraya, beni almaya. Yüzüğünü takacak. Sen de benim hizmetçim oluver. Şimdi halı döşemeye gitti, demiş. O kızın tepesinden bir saç koparıvermiş çingene kızı. O güzel kız da pırrradak kuş  olmuş, uçmuş. Güvercin olmuş,  uçmuş gitmiş. O çingene kızı da kalmış orada. Padişahın oğlu da yollara halı döşeye döşeye gelmiş. —Yassıl kavacığım yassıl, demiş. Yassılmış. —Vay, sen benim yüzük taktığım kız değilsin, demiş. —Yüzük  taktığın  kız  olmaz  mıyım?  Senin  yollarını  bekleye  bekleye  karara kaldım buralarda, demiş. O da davulla almış, götürmüş bunu. Orda padişahın oğlu kız getirmiş kız getirmiş diye diye, bakmışlar ki, o da karaca bir kızmış. Hay Allah, padişahın oğlu beri yandan aşık olmuş. Kuş da gitmiş bir yandan padişahın oğlunun bahçesine  varmış. Elmalar varmış sıralı. Şimdi bu bir elma ağacının tepesine konmuş. Padişahın hizmetkarı da kuşu öldürecek olmuş. Kuş da Pırrradak kaçmış. Kaçıncaya kadar o dal kökünden kurumuş. Ertesi gün o kuş bir daha gelmiş. Hizmetkar bakmış, kuş yine oraya gelmiş. Öldürecek olmuş kuş yine kaçmış. O dal yine kurumuş. Padişahın oğlu: —Getireyim geleyim, yakalayalım bunu, demiş. O ağacı ilaçlamışlar. İlaçlayıncaya kadar padişahın oğlu da gelmiş. Kuş gelmiş. Padişahın oğluna:  —Uyur mu, uyanık mı? demiş. Padişahın oğlu da: —Uyuyor, demiş. —Uyusun  uyusun, üstüne güller bürüsün. Benim konduğum dallar kökünden kurusun, demiş kız. Pırrradak  uçacak  olmuş,  uçamamış  dala  yapışa kalmış.        Hemen kuşu yakalamışlar. Oradan getirmişler kafese koymuşlar. Eve getirmişler, güvercin cır cır cır cır ötermiş orada. Çingene kızı bunu  anlamış. Kuşun o kız olduğunu  anlamış. Onu anlayınca da çingene kızı hastalanmış. —Kuşu keserseniz, bana da getirir yersem, iyileşeceğim, demiş. Kuşu kesmişler. Kuşu keserken kanı merdivene damlamış. Çingene kızı düzelmiş. O merdivenin ucundaki kan Selvi ağacı olmuş, Akasya ağacı olmuş. Padişahın oğlu  girerken, çıkarken akasya ağacı sarılı sarılıverirmiş ona. Çingene kızı yine bunu anlamış. Hastalanmış. -Bu dal kesilirse ben iyileşeceğim, demiş. Akasyayı kesmişler, yongası kaymış komşunun odunluğunun bir kenarına. Odunların bir parçası kaymış. Çingene kızı yine düzelmiş. Padişahın oğlu hasta olmuş. O ninecik de yonga toplarken kırmızı bir burçak varmış. Burcu burcu kokuyormuş çıralı çıralı. Onu da eteğine koymuş da, —Sininin içine atıvereyim, burcu burcu kokuyor, demiş, atmış. O da yine aynı kız olmuş. Nine bir kaşık çorba yer gezmeye gidermiş. Bulaşığı da ocağın başına  kapatır,  gezmeye  gidermiş. Bir de  gelirmiş, çorba yenmiş, çanak yıkanmış, bir şey yok. —Allah allah, her gün böyle oluyor, demiş. Bir gün kapının arkasına sinlenmiş. Kız da fırradak çıkmış. Çorbayı yerken nine bunu yakalamış. —Sen kızım nerden geldin? —Böyle oldum böyle oldum ben, demiş. —Kızım, padişahın oğlu bugünlük yarınlık hasta. Ben bugün hastalığına gideceğim. Beni yanına koymazlar, ama yine de gideceğim, demiş. —Nine, bir çorba pişir de götür. Ben sana bir çorba pişirivereyim de, çorbayı götür de içsin, demiş. —Kızım bizim çorbayı yer mi o? demiş. —Yer yer nine, o yer. Yemezse yemesin, kaşıkla bir çorbayı karıştırıversin, demiş. Kız çorbayı pişirmiş. Parmağındaki yüzüğü de çıkarmış, çanağın dibine atmış. Almış götürmüş bunu. Hizmetkarlar:  —Girme nine, girme nine! Seni padişahın oğlu içeriye koymaz, demişler. Öyle ya onlar padişahın oğlu, bizi koyarlar mı? —İlle gireceğim. Çorba getirdim, içsin, demiş. —Çorbayı içmez o, demişler. Oğlan da içerden: —Gelsin gelsin. Kimin ne olacağı belli olmaz, demiş. İçeri girmiş. —Oğlum sana çorba getiriverdim, ye, demiş. —Yiyeyim nine, demiş. Kaşığı bir salmış, çorbadan almış. —ok tatlıymış nine çorban, demiş. Bir daha almış tıkırtı olmuş dibinde. Bir de bakmış yüzük çıkmış dibinden. —Nine bu yüzüğün sahibi nerde? demiş. —Benim evde, demiş. —Ben de onu arıyordum, demiş. Bir de ninenin evine varıyorlar, kız ordaymış. Kırk davulla yollara halı döşemişler. Kırk davulla, kırk zurnayla düğün dernek yapmışlar. Padişahın oğluyla o güzel kız artık öyle yaşıyorlarmış. Çingene kızına da: —Sen ne istiyorsun, kırk katır mı kırk satır mı istiyorsun?, demişler. —Ne yapayım kırk satırı, kırk katır verin de bari odun çekeyim, demiş. Kırk katıra bağlayıvermişler. Bir şaplak vurmuşlar götüne, duman olmuş gitmiş. Kırk davulla kırk zurnayla düğün yapmışlar da geçinip dururlarmış.   [1] Saklanıyormuş
Bir Adamın Tek Kızı
İç Anadolu Bölgesi
Kırşehir
BİR ADAMIN TEK KIZI Bir adamın bir tek gızı varmış, tek gızı. Bu gızı: — Kim gelir de ilk başta Alla’an emri dirse ben ona verecem dimiş. Gızı böyümüş, nihayet on beş on altı yaşına gelmiş, on yedi on sekiz. [Her neyse evvelde gızı güççüğken satarlardı, şimdi yirmi yaşına değdiriyollar o başka.] Bir de gış günüymüş, bir dipi* dipiliyo, yerde de bi metre gar var. Bi de kapıyı tah tah çalan olmuş. Dimiş ki: — Hanıım! Gapıyı açalım bahalım, bi gelen mi oldu bize? [Evvelde erkekler açardı gapıyı, hanımlar açmazıdı.] Hemen gitmiş, açmış kapıyı. Bi de bahsalar ki aşağı tarafı gurt, üst tarafı insan bi adam, gapıyı çalıyo: — Alla’an emri peygamberin kavli üzere, felanca kızınızı [işte adını da söylemiş] kendime istiyom, dimiş. — Allah Allaaah, dimiş. Bu şaşırmış, dönmüş, gelmiş geriye: — Hanım, gızımı istiyo bu kurt, aşağı yanı gurt, üst yanı adam. Nöreceek, dimiş. Valla herif, vaadettin sen. Gel bu gızı gurda verelim. Bir tek gızımız, al bebek gül bebek de büyüttük amma verelim, dimiş. — İyi, tamam verelim, dimişler. Gızı gurda vermişler, teslim etmişler. Gurt dimiş ki: — Sadece gızı benim elime verin, elinden dutup götürecem. Başga bir şey istemiyom, dimiş. Verirken de dimişler ki: — Sen kimsin, yerin var mı, yurdun var mı? Bu kızı nereye götürecen? Dimiş ki: — Şu dağın arkasında, orda bir mağaram var. Eğer gızını yohlamah* istersen, [Evveli kırh gün dimeyince, gelini dışarıya çıharmazlardı. Kırh gün olurdu, gelini öyle dışarıya çıharırlardı.] kırh gün soona gızını görmek istersen, felanca dağın arhasında felan yerde mağara var, oraya gel. Gar gahanda soona. [Tabi gışın da gidilmez oraya.] — Tamam, dimiş. Günü saymışlar kadınla erkek, kırh gün soona gadına: — Hele gadın, elime bi diyneğe* ver de, gideyim bahayım şu dağın arhasına. Aslı* var mı yoh mu, dimiş. — Tamam, dimiş gadın. Vermiş eline diyneğe, adam gitmiş. Adam gitmiiiş, ordaki mağarayı bulmuş. Mağaranın gapısında, goca bi gaya varmış. Gapıyı çalmış, gız, — Kim ooo, dimiş. — Benim yavrum, ben geldim, dimiş babası. Gız: — Ooov! Baba sen mi geldin, buyur, dimiş. Adam içeriye girse ki dayalı döşeli bir ev. Hem de nasıl. — İyi, gızımın yeri iyiymiş, dimiş. Hani, beyin nerde? Verdiğimiz adam nerde yav, dimiş. — O ava gitti. Şimdi gelir, avlanacak, dimiş. — Tamam, dimiş adam. Oturmuş oraya. Bir de damadı olacah kişi, dalında bir geyiğne, sırtında tüfeğne tam teçhizat gelmiş. [Avcııı, babayiğiiit bir adam ki bi gör.] — Vaaay! Baba hoş geldin, dimiş. Adam ayağa kalhmış, bunlar sarım gülüm olmuşlar. Hemen beş dakkada geyiği yüzmüş, parçalamış. Ortaya da bi ateş yahmış. — Sana bir et yedirecem, dimiş gayınbabasına. Eti yedirmiş. — Eee nasılsın, dimiş. — İyiyik, elhamdülillah. Sen nasıl oldun da bana aşağı tarafın gurt, üst tarafın insan olarak geldin? Sen nasıl böyle oldun, dimiş. — Cenab-ı Rabb’ül Âlemin, seni sınadı. Sen vaadettin gızı ilk gelene verecem diye, O da seni verecek mi vermeyecek mi diye sınadı, dimiş. Ben de bah bi insanım. Beni Cenab-ı Allah öyle yaptı, senin gapına eletti*. Sen de bu gızını bana verdin. Bah, biz de burda gözel zevk-i sefa sürüyok. Ben dağda avlanıp getiriyom, ekmek getiriyom, gasabaya iniyom getiriyom, burda da yiyip içip yatıyoh. Çok rahatız, iyiyik, dimiş. Adam da bahmış durumları iyi: — Gayri bana müsaade edin. Hanım şimdi guşkuda* galır, dimiş. Eve gelmiş. — Hanım dimiş, gızımız o gadar rahat ki biz gurda verdiydik ya gurt değilmiş o insanımış, dimiş. Bu masal da burda bitmiş. Yani Allah’ın sınamasına dayalı bir masalmış.   * dipi: Tipi, fırtına * yohlamak / yoklamak: Uğramak, ziyaret etmek * diynek: Deynek, baston * aslı: Doğrusu, gerçeği * eletmek: İletmek, göndermek, götürmek * guşku: Şüphe
Yazı mı Seversin Kışı mı?
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Yazı Mı Seversin Kışı Mı İki nine varmış. Bunlar yolda gidiyorlarmış. Önlerine bir genç çıkmış. Ninenin birine: —Nine, yazı mı seversin, kışı mı seversin? demişler. —Yazı da severim, kışı da severim, demiş. Ninenin de elinde torbası varmış. —Nine, getir torbanı, demişler. Ninenin torbasına altın dolduruvermişler. Torba yerinden hiç kalkmamış, ağırlaşmış. Almış nine omzuna, gitmiş gitmiş gitmiş. Gelini varmış evde. Bir bakmış torbaya, altın. Adamına* söylemiş: —Senin annen gitti de bir torba altınla geldi. Benim annem de gitse ya. Onun gittiği yolda o da doldursun yarın, demiş. Ondan sonra o da gidiyor. Gidiyor gidiyor, onun önüne de iki genç çıkıyor. Buna, —Yazı mı seversin, kışı mı? demişler. Nine de: —Kışı sevmem, yazı severim, demiş. O zaman o ninenin torbasına da söylemesi ayıp eşek boku dolduruyorlar. Nine de geliyor eve. Gari evdeki de ötekinin gelini, onun da kızı ya, annesine geliyor, annesinin torbasında yok bir şey. —Onun annesi altınla geldi, benim annem boş geldi, diye bir kavga yapıyorlar. Masal da burada bitiyor.       * Adam: Koca.
Soy Güzeli
İç Anadolu Bölgesi
Kırşehir
SOY GÜZELİ Bi tene adamın tek bi gızı varımış. Bu gızına bi düğürçü[1] gelmiş. Ona, -Peki, veririm dimiş. Aradan bi saat geçmiş, bi daha düğürçü gelmiş. Ona da, -Veririm gızımı, yarın gel dimiş. Bi daha gelmiş, ona da, -Veririm gızımı dimiş. Adam üç kişiye de söz vermiiiş. Adam dimiş ki gece: -Yarabbi! Benim bi gızım var. Üç dene düğürçü geldi. Üçüne de veririm didim. Ben bunları napacaam dimiş. -Gece adama rüyasında, -Gah dimişler. Ahırda eşşek yeni gunladı.[2] Eşşeğen sıpasını getir de gızının bi yanına goy dimişler. Bi de gapıda köpek gunlamış, onun eniğini de getir gızıyın bi yanına goy. Gapıyı çek, zabahaça[3] yat dimişler. Adam gapıyı çekmiş, zabahaça yatmış. Zabahana[4] gelse bahsa ki üç dene gız, birbirinden güzel. Adam, gendi gızını ayırd edememiş. Arada üç dört gün soona, üç dene düğürçü gelmiş. Adam, üçünü de üç yere vermiş. Adamcağız gırh gün soona dimiş ki: -Hanım dimiş, şu diyneği bana ver de, ben şu gızları bi gidiyim de yohlayım dimiş. [Eveli gırh gün dimeyince gızı yohlamaya varmazlardı] -Peki dimiş. Gırh gün soona varmış. İşte, -Nasıl gızım nasıl, iyi mi kötü mü? Diye sormuş. Adam: -Ooo! Gızınız çoh iyi, ıslah[5], yalınız durup durahan eşşek gibi anırıyo dimiş. -Haa dimiş, eşşeen sıpası. Bu gız eşşeen sıpası dimiş. Öte yandaa gıza varmış öteğini sormuş. İşte, -Nasıl gızım nasıl, iyi mi kötü mü? Dimiş. -Gızınız çoh iyi amma dimiş durup durahan köpek gibi adamın yüzüne çemkiriyo dimiş. -Haa dimiş, bu da köpeğin eniği dimiş. Öteki gızın yanına varmış. O zaman da garpuz zamanıymış. Gayınbabası gıza, geline -Garpuzu getir yavrum dimiş. Gelin gitmiş, garpuzu getirmiş. Dimiş ki: -Gızım bu garpuz değel, bu ham, götür bunu geri dimiş. Gelin, -Peki dimiş. [Eveli gelinler gelinlik yapardı. Öyle gayınbabasına söylenmezdi.] Peki diyomuş, getiriyomuuş, götürüyomuuş, geri getiriyomuş. -Buldum baba diyomuş. Bahıyomuş gayınbaba, -Bu değel, başga bi karpuz getiir diye bağırıyomuş. Gırh sefer götürmüş getirmiş, gırhı da bi garpuzumuş. -Baba bunda başga bi garpuz yoh yav! Sen beni savuyon ya bi garpuz var dimiyomuş. Yani gırh sefer getirmiş, götürmüş. -Bah dimiş. Bu gızı savdım, gırh sefer indi çıhtı basamağı dimiş. [Orda da gırh dene basamah varmış inip çıhtığı] Baba götürdüğüm, getirdiğim bi garpuz dimedi dimiş. Bah gördün mü gızını dimiş. -Haaa, bu da benim has gızııım, evladım dimiş. [Eveli at alırsan güzün gız alırsan gezin dirlerdi. Bu bi atasözü. İnsan evladını bulursan ne mutlu, bulamaz da Nuh soyundan bi eşşek damarına denk gelirsen eşşek gibi ar ar anırır. Öteki de köpek gibi yüzüne çemkirir. Aslı bozuh alma dedim oğlum diyo. İşte bu da böyle…]   [1] Kız görmeye giden kimse, görücü [2] Kedi, köpek vb. hayvanların doğum yapması [3] Sabaha kadar [4] Sabah vakti [5] İyi huylu
Yılan Damat
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Yılan Damat Bir padişahın oğlu varmış. Dünyaya gelmiş, yılan şeklinde gelmiş. —Baba, ben evleneceğim, dermiş. Everiyorlarmış. Damadı koyuyorlarmış gelinin yanına. Yılan olup gelini sokuyormuş. Sabahleyin salıveriliyormuş. Bugün öyle yarın böyle. —Falan yerde bir kız var. Anası babası yok. O kızı al sen oğluna. O kızla geçinir o, diyorlar. Gidiyorlar. Arıyorlar, buluyorlar. Kız da gidiyor anasının mezarına. —Anam, anam, hiç dünyada kalmadı gari, hep öldüler. Ben de öleceğim. Babam beni de verdi, diyor. —Kızım sen hiç korkma. Pazarlık koy. Bana kirpi derisinden urba yaparsan ben öyle varırım de, diyor. Neyse, bunlar bir kirpi derisinden bir urba yaptırıyorlar kıza. Oğlan gelinin yanına gelecek. Ta kapının yanından zıızzz diye bir gelirmiş, kirpinin dikenleri batarmış. Geri gidermiş. Böyle böyle böyle böyle gene gitmiş. —Anam, yılan gelip gelir. Böyle böyle oluyor. —Sen ona ‘Soyun’ de de, o soyununca mangalı kızdır. Evvela hemen urbalarını at, yak, demiş anası. Kıza diyormuş ki: —At düzenlerini arkandan, batıyor, diyormuş. O da: —Sen yılan kabuğundan çık, ben de çıkayım, diyormuş. Çıkarım, çıkmam, oğlan kabuğundan çıkıyor. Kız mangala bastırıyor yılan urbalarını. Sabah olmuş, öğlen olmuş. Ne gelin çıkmış meydana ne damat. Pencerelere çıkarlarmış, yok; kapıları çalarlarmış, yok. Uyumuşlar, uykuya dalmışlar. Neyse kapıları kırmışlar, gelinle oğlan uyuyup durur. Demişler: —Ne oluyorsunuz? Ne oldunuz? —Böyle böyle oldu, demişler. Bunlar geçinirken geçinirken askere gitmiş. Askerden mektup yolluyormuş. Onun hizmetçisi de mektubu tersine yazıyormuş. —Git evden, ben gelince seni görmeyeyim, diyormuş. Böyle böyle derken demişler: —Seni götürelim de bayırlara bırakalım. Götürmüşler, kıyamamışlar. Gitmiş, bir kocaya gitmiş. İki tane çocuğu olmuş. Askerden gelmiş. —Benim karı nerede? —Sen git evden diye mektup yazdın. Biz de onu çıkardık. Gitti. Ne bilelim. —Benim yılan olmam lazım, demiş. Bir yılan olmuş. Gezmiş gezmiş gezmiş Türkiye’yi. Bulmuş, iki tane oğlu varmış. Kocası da onu misafir almış. Gari o insan kılığına dönmüş. —Bugün hamamı yakalım, kızdıralım. Karı hangimizi isterse suyumuzu o döksün, diyor adam. İki tane çocuğu var ya ondan. Hamamın suyunu kızdırıyorlar. —Hangimizi istiyorsan su dök, diyorlar. —Tamam, diyor kız. Sonra da adama döküyor. —Tamam. Bundan sonra bana yılan olmak lazım. Yılan oluyor. Çıkıyor hamamın kör deliğinden, gidiyor. Daha da gidiyormuş.  
Yörükle Türk
Marmara Bölgesi
Balıkesir
Yörükle Türk Bir Yörük’le Türk varmış. Şimdi bunlar hep gidiyor gidiyor bayıra. Meşelerde böyle yosun oluyor ya, topluyor, çuvala dolduruyor. Türk gidiyor, Türk de kobaklarını* topluyor meşelerin, koyuyor çuvala, dolduruyor. Akşam olunca eve getiriyor. Kadın diyor ki: —Nereden buldun bunu? —Bayırdan topladım. —E ne yapacaksın bunu? —Yaktığımı yakacağım, gerisini satacağım. —Nerede satacaksın bunu? —Pazarda, diyor. —Kim alır bunu? —Alan olur, diyor. Öteki de: —Kobakları ben ceviz diye satacağım, diyor. Akşama kadar gezdiriyor —Hadi ceviz ceviz, diye. Bakan, —Bakalım bir, diyor. —Görmeden alırsan al, almazsan geç. Beriki de —Yapağı* geldi yapağı, yapağı, diye gezdiriyor. Gelen, —Bakalım bir yapağına. —Görmeden alırsan al, almazsan geç. Akşam oluyor. İkisi de satamıyor. Birbirlerini bekliyor bunlar. Gelince, —Len senin çuvalında ne var? —Yapağı var. Seninkinde ne var? Seninki de yapağı mı? —Yapağı var. Görmez ya, veriyor ötekine. Gidiyorlar evlerine. —Ulan karı, bir çuval kobağa karşı bir çuval yapağı getirdim. İşle de işle, diyor. Öteki de diyor: —Ulan karı, al şunları ya, bir çuval ceviz aldım. Yaza kadar ye de ye, diyor. Bir de açıyor, biri yosun biri kobak.  Ondan sonra ertesi hafta birbirlerini bunlar yine buluyor. —Sağdıç olalım mı seninle? —Olalım. Sağdıç oluyor bunlar.  İş aramaya gidiyorlar.  Giderken bir papazın yanına yemekçi giriyorlar. Papazın da bir öküzü varmış. Biri öküzü güdecekmiş, biri ahırda gübrelerini atacakmış. Bir gün şimdi Türk alıyor bunu, götürüyor. Öküz de buradan çıkıverdi mi,  ne bileyim nereleri dolaşıyor,  buradan ta Akbaş’tan,  İvrindi’den, Gökçeyazı’dan dolaşıyor.  Akşama geziyor.  Yoruluyor,  akşam geliyor.  Oturuyor, neyse ertesi gün değişecekler. O öküzü götürecek, öteki de gübreleri atacak. Bir gün evvel evde kalan gübreleri almış,  değirmen varmış,  değirmenin ardına atıvermiş. Doluyor, doluyor o da, su geçmiyor. Gidiyor öteki de: —Ulan sağdıç ne yaptın? diyor. —Ulan ya, şöyle köyün alanına çıktım. Koca öküz bir yattı. —Sen ne yaptın? diyor. —Ulan sorma, dün öküzün şeyi doldu. Götürdüm, değirmenin ardına döktüm. Değirmenci de bana bir bohça yapıverdi, yedim, gövde mövde soluk alacak halim yok, diyor. Sopayı yemiş. Ertesi gün değişiyorlar. Omzunda bir yastık, öküz yatacak diye. Gez allah, gez allah  öküz yatmıyor. Hep geziyor. Öteki de öküzün artığını değirmenin ardına götürüyor. —Hadi bakalım değirmenci, poğaça doldur da götüreyim ben, diyor. Sopayı takı takıveriyor buna. —Daha ben seni dün dövdüm. Bugün niye döktün değirmenin ardına? diyor. Şimdi akşam geliyor öküz güden. —Ulan sağdıç, ne oldu? diyor.  -Bir öküzü bile güdemedim sağdıç, ne olacak. Seni namussuz pezevenk seni. Yatmıyordu bu öküz madem, bu yastığı niye verdin? diyor. —Ulan namussuz,  sen  değirmenin  ardına  döktün  de,  neden  bana  sopayı yedirdin? diyor. Bunları papazın kızı duyuyor. Hemen koşuyor. —Baba, baba, hizmetçiler hazineyi soyuyorlar, diyor. Hemen bunlar yatıyorlar. Çakal öldü yapıyorlar, kovalıyorlar. Geliyor papaz uyuyup dururlar. Bir de bakıyor, hazinenin ağzı kapalı bir küpmüş, ağır bir koca taş varmış. —İmkânı yok, diyorlar. Öyle ya,  bunlar dururlar mı,  kalkıveriyorlar bunlar gece,  papaz gidince. Ikılaya ıkılaya  açıyorlar  ağzını.  Biri içine giriyor.  Dolduruyor heybenin içine paraları, altınları.  Tam çıkacağı vakit, öteki ittiriyor, onu kapatıyor içine, gidiyor. Alıyor altınları, paraları bu,  gidiyor. Giderken, epey gidiyor, para çok ama ekmek yok. Buradan Balya’ya doğru gidiyor, çıkıyor, çalı. Uğraşa uğraşa çıkıyor. Şimdi ben nereden gideceğim,   nereden gideceğim diye… —Bu buradan   buradan   buradan gitmiştir. diyor. Oraya varıncaya kadar, —Hadi simitçi geldi, hadi! diyor. O da tepeden bağırıyor: —Dur simitçi dur, hepsini alacağım ben, diyor. Simitlerle geliyor, para. —Ulan pezevenk, niye beni kapattın? diyor. —Ulan pezevenk, niye simit getirdin, beni aldattın? diyor. Bunlar böyle yaparken neyse buluşuyorlar, geliyorlar geliyorlar bir mezarlık varmış. Bu tarafı mezarlık, buradan yol geçiyormuş, burada da çeşme varmış. —Şu bizim şuradaki çeşmeye gidelim, demişler. Paraları oraya döküyorlar. Bir de ateş yakıyorlar. Bunlar parayı üleşecekler, ama aşağıdan dereden doğru, bir de bakıyorlar ki, kırk haramiler geliyor. —Napalım? —Hadi  sen  git,  mezarın  şuraya  yat.  Ben  de  buraya  yatayım,  üstümüzü  de çekelim, diyor. Böyle yatıyorlar. Onlar da: —Ooo, amma  bulduk  ha! diyor kırk haramiler. Paralar yığılmış. Kendi getirdiklerini de döküyorlar üstüne. Biri bir bakıyor ki: —Ulan efe,  senin hiç efeliğini görmedim  ben. Ta  şuradaki kefeni  bıçakla, diyor. —Bıçaklarım. diyor. Gidiyor. Öteki de: —Ölüyorum, yardıma gelin! diyor. Bu taraftaki: —Hepimiz varalım mı? diyor. Eyvah  napacaklar, korkuyorlar,  kalkıyorlar,  kaçıyorlar.  Ondan  sonra geliyorlar, bunları üleşiyorlar*, üleşiyorlar. Bir tek lira kalıyor, ne Yörük vazgeçiyor ne Türk vazgeçiyor. Şimdi Türk diyor ki: —Sağdıç, sen pazara gelirken  bizim eve  gel, buradan pazara gidelim. Onu bozdurur üleşiriz, diyor. —Olur, diyor. Şimdi pazara   gitmeden   evvela   mezarlık   yakınmış   evlerine.   Gidiyor, gündüzden hazır ediyor, dözar* buluyor bu Türk. Ertesi gün gelse ki, karısına:  —Dün sağdıç öldü deyiver sen sağdıca, diyor karısına. O da hemen bağırıyor: —Sağdıç, sağdıç, sağdıç! diye. Karısı hemen çıkıyor. —Ne var? diyor. —Hemen sağdıç gelsin, diyor. Ağlayıveriyor mahsustan böyle. —Vah vah vah vah, sağdıcın öldü, diyor. —Hangi mezarda? Bakalım ben de bir Fatiha okuyayım. Çok ekmek yedik bir arada, diyor. —Ta şu mezarda, diyor. Öğleyin varıyor oraya. —Kalk, buradan başka işeyecek yer bulamadın mı? diyor. —Ulan namussuz, sen buraya ne girdin mezara? diyor. Çekip çıkarıyor bir lirayı, üleşiyorlar. Masal da burada bitiyor.     * kobak: Meşe tohumu, meşe palamudu. * yapağı: Koyun, keçi yünü. * üleşmek: Paylaşmak. * Dözar: Toprağı kazan makine.
Çingene Kızı
İç Anadolu Bölgesi
Kırşehir
ÇİNGENE KIZI Bir varmış bir yohmuş, Alla’an gulu pek çohmuş. Çoh demesi sevabımış, az demesi günahımış. Şimdi bir padişaan oğlu varmış evvelde. Bir gün gezerken padişaan oğlu, bir mahallede, bir beldede bir güzel gız görmüş. -Bu gızı bana alın demiş, padişaan oğlu babasına. Babası da, -Olur oğlum alalım demiş. Sen gördün beğendiysen bize almak düşer demiş. Nihayet cingan gızını almışlaar, kırh gün kırh gece davul döödürüp düğün yapmışlar, bütün halkı başına toplamışlar. Cinganın gızını getirmişler saraya goymuşlar. Şimdi cinganın gızı ne ekmek yiyomuş ne aş yiyomuş, heç bi şeyi beğendiği yoğumuş. Gızın aslı cinganımış amma sırrına erememişler. İşgillenmişler.[1] -Bu gız ne yer, ne içer bi takip idelim dimişler. Gızı gözlemişler. [Gursah gavurgasını[2] ister gızım bu bi gerçek. Gul görgüsünü görmeyince köre[3] girmez derler bu da bi atasözü[4].] Gapının deliğinden bahsalar ki, cinganın gızı dalına[5] bi torba almış, içine de ekmek goymuş [evelde evlerde minder yastıh varıdı ya] ekmekleri de bir bir o yastıhların başına goymuş, gelip yastığa, -Bacıı, ıcıh ekmek verin ni? dirmiş. Geri de yastıh olup gendi gendine, -Veririm dirmiş. Haabesine gormuş. Öte yannı gider, -Bacıı, ıcıh hayır verin ni? dirmiş. O da, veririm diyince haabesine ekmeği goyar, ayaanı da uzatır o yavan ekmekleri bir bir yirmiş. Bunu gören padişah da oğluna, -Aslı bozuh alma dimedim mi oğlum, küllükte biten gül kohlanmaz dimiş. Ne yapalııım ne yapalıım? Bunu geri savalım dimişler. [Cingan öyle olur, cinganın aslı nesli bozuhtur gızım. Cingan neden türemiş, neyden meydana gelmiş? İbrahim Aleyhisselam'ı ateşe attıhları zaman bütüüün halk toplanmış, gökte ne gadar melayke[6] varsa mancırığa[7] binmiş. Orada papaz ohuyomuş, papaz görüyomuş melekleri amma halk görmüyomuş. O Nemrut dimiş ki “Ya Papaz ne oluyo, bu mancılıh niye galhmadı?” İbrahim Aleyhisselam'ı mancılığın ucuna bağlamışlar. Camız derisinden yapmışlar onu da Kur’an da geçer bu. Ateşe atacaklar ya, mancılığın galhtığı yoh. Gökten ne kadar melaike varsa inmiş mancılığa basmış. Bu sefer demişler ki çoh afedersin, “Burda bir gadınla bir erkek buluşursa o zaman mancılıh galhar, değelse galhmaz” demişler. “Kim var bunu yapacah” dimişler. O gadar halhın içinde bir Çin isminde bir gız bir Gen isminde bir oalan, “Biz varıh” demişler. Onlar çıhmışlar, onlar orda birleşmişler, melekler utanmıış göğe çekilmiş, o mancılık da galhmış. İbrahim Aleyhisselam’ı ateşe atmış, “Cingen” onun soyunda gelmeymiş. Cingene demiş ki İbrahim Aleyhisselam: “Asla siz hiç utanmayın.”O iki birleşen nesilden gelmeymiş cingen, o yüzden de cingenlerin ar damarı çatlaamış. İbrahim Aleyhisselam demiş ki “Allah size hiç utanma nedir göstermesin!” Bütün millet garınca daahi boğazına bir şey tahmış, bir damla su çekmiş. “İbrahim Aleyhisselam'ı ateşte gurtarabilir miyim” diye. Gatır da o Nemrut ile beraber olmuş, o da odun çekmiş ateşe. Gatıra da beddua etmiş İbrahim Aleyhisselam demiş ki “Allah asla sana gun vermesin, sen heç evlat yüzü görme” dimiş. O yüzden de soyu olmaz gatırın. Ancak at ile eşşeen birleşmesinden meydana gelir gatır.”] [Şimdi gızım] Padişah, oğlunu yanına çağırtmış, -Oğlum bu gızı geldiği yere gönderelim, bu gız cingen gızı. Küllükte biten gül kohlanmaz, bu gız bizim aslımızı neslimizi bozar demişti ya! [Hah işte] oğlan babasının söylediklerini düşünmüüüş ve cingen gızını göndermeye garar vermiiiş. Cingen gızını yanına çağırmış, -Sen büyüdüün yere git, gapılarda deşir[8], dilen, köşelerde otur, guru ekmeeni yiii, keyfine bah. Sana saray, bal gaymah gelmez demiş. Cingen gızı, çoh memnun olmuş bu hâline, goşarah saraydan ayrılmış, dengine varmış.   [1] İşgillenmek: Şüphelenmek [2] Gavurga: Kavrulmuş mısır, nohut, buğday vb. karışıma verilen ad. [3] Kör: Mezar [4] Gul görgüsünü görmeyince köre girmez: İnsanlar alıştıkları düzene, örfe ve âdete göre bir hayat sürerler. [5] Dal: Kol [6] Melayke: Melek [7] Mancırıh: Kaldıraç [8] Deşirmek: Dilenmek
Akıl Okulu
İç Anadolu Bölgesi
Kırşehir
AKIL OKULU Bağdat’ta yaşayan bir zenginin altı yedi tane oğlu varmış. Bir gün birisi buna demiş ki: -Mısır’a akıl okulu diye bi okul açılmış. Bu çocuhları götürsen de oraya versen orda ohusalar, akıl sahibi olsalar demiş. Adam demiş ki: -Akılın okulu olur mu? Akıl Allah’ın verdiği bir nimet. Olurdu olmazdııı, nihayet adam demiş ki: -Öyleyse ben gidiyim onu bi görüyüm geliyim demiş. Evinden çıkmış Bağdat’la Kahire arasını at üstünde kat etmiş ve nihayet Kahire’nin yakınlarına gelmiş. Orda, çeşme başında oturan bir adam görmüş. Hem orda çantasındaki nevalelerden bir şeyler yemek hem de atını sulamak için adamın yanına varmış. Orda dinlendikten sonra adam demiş ki: -Benim gözlerim görmüyor. Ne olur, Allah rızası için bana yardımcı ol. Beni şehrin içine götür. Bu da, -Tamam demiş. Atına bindirmiş bu körü, kendi de atı çekerek şehre girmiş. -Tamam, artık geldik şehrin içine, attan in demiş. [Âmâ] adam, -Biraz daha ileri, biraz daha ileri diye diye şehrin ortasına kadar gelmiş. Oraya gelince, -Artık şehrin ortasına geldik atımdan in demiş adam. Âmâ adam, -Yetişin ey ahali! Benim âmâlığımdan yararlanarak atımı elimden almak istiyor diye basmış bağırtıyııı. Beriki adam şaşırmış. -Yahu at benim. Ben seni Allah rızası için bindirdim, getirdim. -Yooh, benim atımı elimden almak istiyo, bu sadece çekiciydi, yol gösterendi demiş. Olduydu, olacaadı bunu yahalamışlar. -Utanmıyor musun, bir âmânın atını elinden almaya diye bunu suçlamışlar. İş mahkemeye aksetmiş. Mahkemeye aksedince, mahkemenin kadısı mübaşire demiş ki: -Git demiş, bana bir tane saraç[1] getir. Bir tane baytar getir, bir tane de nalbant getir demiş. Mübaşir gitmiş bunları toplayıp getirmiş. Kadı saraca demiş ki: -Bu atın koşumlarını incele. Bu koşumlar nere yapısı? Saraç incelemiş, demiş ki: -Efendim, bizim Mısır’da bunlar yok. Bunlar Bağdat’da yapılıyor. -Tamam, sen gidebilirsin demiş. Baytar’a demiş: -Bu atı incele, bu at nerede yetişiyor, cinsi nedir? -Baytar bunu incelemiş demiş ki: -Bu at Bağdat’ta yetişiyor, bizim burda yok demiş. Ona da gidebilirsin demiş. Nalbanda demiş: -Bunun ayaandaki nalı bi incele bahıyım, bu nal nerenin nalı diye sormuş. Adam bakmış, -Bu nal bizim burda kullanılmaz. Bu ancak Bağdat’ta kullanılır demiş. Ona da, -Gidebilirsin deyip, âmâya çıkışmış. Âmânın yalancı olduğu ortaya çıkmış. Kadı, atı geri bizim Bağdatlı’ya vermiş. Şimdi bizim adamın gafası garışmış. Merak etmiş demiş ki: Kadı efendi, siz bu şekil mahkeme usülünü nerden öğrendiniz? O da demiş ki: -Bizim burda akıl okulu diye bi okul var, ordan öğrendim demiş. -Tamam demiş artık ben de çocuhlarımı bu okula verebilirim. Çocuklarını göndermiş, orda okutmuş. Çocukları da devlet adamı olmuş. Yani eğitim, şart olmuş.   [1] Saraç: Atın eyer takımını, koşumlarını ve dizginini yapan kişi.
Saf Adam
İç Anadolu Bölgesi
Kırşehir
SAF ADAM Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde, bu masalın örneği ne Hint’te var ne Çin’de. Bir gün Arap devletlerinin bir köyünde yaşayan bir adam, pazara gitmiş. Ordan bir keçi satın almış. Keçiyi bindiği hayvanın arkasına bağlamış ve geri köyüne dönmek üzere yola çıkmış. Bir müddet yol aldıktan sonra, yolda üç tane hırsız bunu görmüşler bir sütre[1] gerisine gizlenmişler. Birisi demiş ki: -Ben bunun keçisini çalarım. Biri de demiş: -Ben hayvanını çalarım. Biri de demiş: -Ben bunun elbisesini çalarım. Böylece üçüü, adamı tamamen soymaya karar vermişler. O birinci, keçiyi çalacak olan adam, hayvanın üstünde kendi diliyle çalıp çaarıp giderken arkadan varmış. Keçinin boynundaki takılı zili çıhartmış, hayvanın guyruuna bağlamış. Keçiyi almış goymuş. Biraz ileri gidince hayvanı çalacak olan adam, bunun önüne çıkmış. Demiş ki: -Hayvanın kuyruuna zil tahmak ayıp değil mi deyince adam, geri dönüp bahmış ki keçi yoh. -Keçim varıdı diye söylenince, -Ben gördüm demiş. Birisi şoorda hayvanın arhasına geçip aldı ve öbür tarafa, tepenin arhasına götürdü demiş. Koş onu yahala, keçini gurtar. Ben hayvanını beklerim demiş. Bu adam orıya goşturduunda, hırsız hayvanı alıp gitmiş. Nihaayet gelmiş, orda keçiyi bulamadığı gibi hayvanı da bulamamış. Şimdi düşmüş yola, ağlayıp sızlayarak gidiyor. İlerde, yolun gıyısında bir su guyusu varmış. Bir adam o guyunun başına oturmuş, dizlerini dövüyo, döşüne vuruyo. Onun yanına varmış. -Ne diye baarıp çaarıyosun deyince, -İşte altı ay gittim gurbette çalıştım. Şu gadar para biriktirdim. Bu guyudan su alıyım da içiyim diye guyuya eğeldiğim de, bütün param guyuya düştü. Ben de inip çıharamıyom. Eğer çıharabilirsen, yarısı senin yarısı benim diyo. Arap düşünüyor taşınıyoor, hiç olmazsa hayvan ile keçinin garşılıını burdan çıhartırım düşüncesiyle soyunup guyuya iniyo. İşte şu tarafa bah, bu tarafa bah, nihayet o da elbiseyi almış gidiyo. Parayı bulamıyo. [Düşmemiş ki bulsun.] Dışarı çıhtıında elbiise de yoh. Bu şimdi yoldan da gidemiyo utandıından. Yoldan iki yüz üç yüz metre kenardan gidiyo. Uzahtan adamın birisi, bunu görünce acıyoo, goşuyo evinden birkaç astap alıyo, bunun peşinden varıyo. -Al şunları üzerine giy deyince, -Vallah, sen de beni çalacahsın diye adam gaçıyo. [İşte bunlar ne derece doğru bilmiyorum.]   [1]örtü
Serçe ile Aslan
İç Anadolu Bölgesi
Kırşehir
SERÇE İLE ASLAN Aslan ihtiyarlamış. Bütün hayvanata haber gönderiyor ki: — Toplanın, ziyafet vercem. Artık padişahlıı da bir başkasına devredecem. Bütün hayvanat gelmiş, serçe guşu gelmemiş. Kartala diyor ki: — Git, serçe guşunu al, gel! diyor. Kartal, uçmuş, süzülerek varmış ki evin saçağında serçe guşu duruyo. Serçeye şöyle diyor: — Pis serçe, hadi çabuk ol! Padişahımız seni istiyor. Seni oraya götüreceğim, diyo. Öyle diyince serçe şöyle bi kabarıyoor, bi çırpınıyor: — Def ol karşımdan, şimdi gelirsem seni de padişahını da parçalarım, diyor. Bunu duyan kartal şöyle bi bakıyor: — Serçe hem beni hem padişahı parçalıyor. Bu gafayı bozmuş, diyor. Geri çekip gidiyor. Varıyor, diyor ki: — Efendim, serçe gafayı bozmuş. — Ne yaptı? Diyor, aslan. — Bana böyle dedi, böyle dedi. Gelirsem seni de padişahını da parçalarım, dedi. Öyle deyince, aslan diyor ki: — O bu sözü söylerken, yanında dişisi var mıydı? — Evet vardı, diyor kartal. — Doğru o zaman, seni de beni de parçalar. Her erkek dişisinin yanında aslandan daha güçlüdür, diyor.