text
stringlengths
508
34.4k
title
stringlengths
2
45
city
stringclasses
74 values
area
stringclasses
7 values
Bir varmış, bir yokmuş… Memleketin birindeki bir padişahın iki boynuzu varmış. Padişah boynuzlarını gizlemek için başına uzun bir fes giyermiş. Bütün berberleri de tıraşından sonra boynuzlu olduğunu söylemesinler diye öldürürmüş.  Öldüre öldüre memleketteki son berbere sıra gelir. Padişah bu berberi saraya çağırtır. Berbere der ki: — Oğlum, bende bir sır var. Bu sırrı kimseye demeyeceksin, seni yüksek maaşla berber tutacağım. — Olur, padişahım. — Ama sırrımı çıkarırsan kafanı keserim. Berber kimseye söylemeyeceğine söz verir; ama: — Allah Allah, nedir bu sır, diye de merak eder. Neyse berber padişahı tıraş etmek için bir yere oturtur. Padişahın başında, uzun bir fes var ya. Fesi çıkarır bir bakar ki, padişahta öküz boynuzu gibi iki boynuz var. Meğer padişah, görünmesin diye fesi yüksek yapmış. Neyse berber tıraşını yapıp bitirir.  Padişah berbere bu sırrı söylerse kellesinin gideceğini bir daha hatırlatıp uğurlar.  Berber şimdi çok önemli bir şey biliyor. En samimi arkadaşları ile konuşurken ah anlatacak!.. Mümkün değil. Kafa gidecek.  Berber öte düşünürken, beri düşünürken bir ince hastalığa yakalanır.  Kimseye diyemez, öyle bir şey biliyor amma, kimsenin de bunu bildiği yok. Ondan başka bilen yok.  Neyse bu sırrı söylemezse ölecek artık. Buna bir çare bulması için bir kâhine gider. Kâhin: — Oğlum sende gizli bir dert var. Bu dert seni öldürecek. Bu dertten kurtulmak için, bir kuyuya gireceksin. Kuyunun içinde gücünün yettiği kadar bağırarak, içindeki derdi söyleyeceksin, der. Berber düşünür taşınır: — Ben bu sırrı söylersem öleceğim. Söylemezsem de hastalıktan öleceğim, der. Kâhinin söylediklerini yapmaya karar verir.  Bir gün bir kuyuya gidip aşağıya iner. Sonra ne gücü varsa: — Padişahta boynuz vaar! Padişahta boynuz vaar! Padişahta boynuz vaaaar, diye bağırır. Kuyudan çıkıp gider. Neyse kuyudan bir kamış hâsıl olur. Bir gün bir çoban bu kuyuya geliverip kamışı keser. İyi kötü bir düdük yapıp bir öttürür. — Karadır kaşların ferman yazdırır, diyecek ya. Düdük: — Padişahta boynuz vaaar!... Padişahta boynuz vaar!..., diye ses çıkarır. Çoban: — Allah, Allah, düdük benim dediğim şeyi çalmıyor da, “Padişahta boynuz var!” diyor, diye çok şaşırır. Düdüğü alıveren bir öttürür bakar ki, düdük padişahın boynuzundan türküler söyler. Bu mesele böyle böyle şayia olur. Padişaha kadar ulaşır. Padişah bu sırrın berberden yayılıp yayılmadığını da anlamak ister: — Getirin şu düdüğü, diye emir verir. Düdüğü getirirler. Padişah düdüğü alıp bir öttürür. Düdük: — Padişahta boynuz var, der. Padişah: — Allah Allah bu sırrı veren bir ağaç… Laf berberden yayılmamış. Bunu deyip duran bir ağaçmış, diye hayrete düşer. Berber de içindeki gizli sırrı çıkarmış olduğu için iyileşip, sağlığına kavuşur.
Padişahta Boynuz Var
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Eskiden Tembel Ömer diye birisi varmış. Bu adam gerçekten de tembel mi tembel, şaşkın mı şaşkınmış. Hiçbir geliri de yokmuş. Bazı bir oduna gider, üç beş çırpı getirir, onunla idare olurmuş. Bir eşekçiği varmış. Bu eşeği de ona anası vermiş.  Bir gün kadın oğluna: — Oğlum kalksan da, şu eşeğinle biraz odun getirsen onunla idare olsak, der. Tembel Ömer eşeği alır, padişahın sarayının yakınına oduna gider. Eşeğe sarmak için biraz çalı çırpı toplar. Eşeğin bir yüzünü sarar, öbür yüzüne geçerken, diğer yüzü yıkılır. Odunu saracağım diye öyle uğraşır. Öyle ya şaşkın adam eşek mi sarabilir? Bunu saraydan padişahın karısı görüp: — Şu adam ne kadar şaşkın, der. Padişahın kızı: — Hayır anne, adamın karısı yok. Adamın şaşkını olmaz. Adamı adam eden kadındır, der. Karıyla kızı biraz müdafaa ederler. Kadın: — Ben bunu, akşam babana bir söyleyeyim de gör, der. Akşam olur. Kadın padişaha: — Bugün kızın benimle yar yar yarıştı. Buradan şaşkın bir adam geçti. ‘Bu adam şaşkın’ dedim. Kızın da: ‘Hayır bu adam şaşkın maşkın değil karısı yok.’, dedi, diye hayıflanır. Padişah: — Sen dur karı!  O adama ‘Temel Ömer’ derler. Ben kızı ona vereyim de, gözü bir açılsın. Adam mı şaşkınmış, kadın mı, der. Neyse padişah Tembel Ömer’i çağırtır: — Bu kızı sana vereceğim, der. Kızı da ses çıkaramaz. — Böyle böyle… dedi ya. Padişaha karşı konmaz ya... Onun dediği olacak.  Padişah bir güzel düğün edip, kızı Tembel Ömer’e verir.  Tembel Ömer’in, bir dağ kelifciği varmış. Oraya gelini götürüp indirirler.  Tembel Ömer, kelifin bir tarafına yatar; bir tarafına işer. Sürüne sürüne öteye beriye gider. Adamın dışarıya çıkacak hali yok. O gelinceğiz, o kelifin içini temizleyip, pırıl pırıl parlatır. Yıkar, yerleştirir, orayı bir ev haline koyar.  Yemek vakti olduğunda, sofrayı Ömer’den uzak bir yere serer. — Ömer gel ekmek yiyelim, deyince adam sürüne sürüne sofraya varır. Kadın bir yol sofrayı öbür tarafa çeker: — Adam gel yemeği burada yiyelim, deyince sürüne sürüne oraya da varır. Ömer’e böyle böyle biraz can gelir, ayağa kalkar. Bir gün oraya bir kasap gelir. Mal alır, onu bir başka köye sürüverecek birini arar. Kadın der ki: — Ömer şu kasabın mallarını, köyden çıkarıp, şu köye kadar sürüvereceksin. Tamam mı? — Tamam. Öyle ya malları sürerken mal öte kaçacak, beri koşacak, çevirecek. Böylelikle adam ayaklanacak. Neyse, Ömer malları sürüp köyden çıkarır. Kasap da ona ücretini verir. Kadın böyle böyle kocasını ayağa kaldırır.  Bir gün karısı — Ömer, sana bir eşek alıversem, dağdan odun çeker misin, diye sorar. Ömer: — Çekerim, der. Kadın, sözüm yabana, buna bir eşek alıverir. Adam dağdan odun getirmeye başlar. Odun getirir getirir satar. Bir gün kendi kendine: — Yarın kar kış gelecek. O zaman oduna gidemem. Şimdiden odunun birazını köye getireyim. Birazını da, dağda bir karaltıya yığayım. O zaman oradan getirir, satarım, diye düşünür. Her gün, iki yük odun keser. Bir yükünü köye getirip satar; bir yükünü de dağda bir karaltıya yığar. Böyle, böyle epey bir para kazanır. Epeyce de odun biriktirir.  Derken kış gelir. Kar,  kış, buz soğuk... Köylüler bu havada oduna giderler. Akşama kadar,  bir yük odunu zor bulurlar. Tembel Ömer ise, hemen varıverir, hazır odundan sarar gelir. Kuru olduğu için de, daha pahalıya satar.  Bunu gören köylüler: — Ulan! Bir Tembel Ömer böyle böyle yapsın. Daha çok para kazansın, diye Ömer’i kıskanırlar. — Ne yapalım bu adama? — Dağdaki odununu yakalım Bir gün gidip, Ömer’in dağdaki odununa, bir ateş koyuverirler. Cayır cayır odun yanıp gider. Ömer ertesi gün, eşeği alır; odun almaya varır. Bakar ki odunlar yanmış kül olmuş. Odunların yerinde, taştan küf gibi bir şeyler kalmış. Onlardan bir avuç alır eve getirir: — Ay karı, odunu yakmışlar da, işte külceğizi kalmış, diye söylenir. Karısı: — Hani bakayım, der. Ömer’in elindekilerin ham maden olduğunu anlar. — Bunlardan başka var mı orada, diye sorar. Çok var. — Öyleyse varıver eşeği al, orada bundan ne kadar varsa, hepsini heybelere doldur gel. Ömer gider. O küf gibi taşları toplar, heybelere doldurup doldurup getirir. Kadın bu altını satar. Çok para kazanır. Bundan Ömer’in haberi olmaz.Bir gün, Ömer’in karısı: — Ömer, odun satar geçinirdik. Odunu da yaktılar. Sen bir ay gurbete gitsen, çalışıp gelsen, deyip kocasını İstanbul’a gönderir. Neyse Ömer gurbete gider. Bir zaman çalışıp köyüne döner. Ömer köye gelince, kelifçiğini arar; ama kelif melif bulamaz. Orada gördüklerine sorar: — Arkadaş, Tembel Ömer’in evi neresi? — Sus len, Tembel Ömer yok artık. Ona ‘Ömer Bey’ diyeceksin. O padişahın kızını aldı. Artık o, Ömer Bey oldu. Kime sordu ise, böyle cevaplar alır. Yolda birine: — Arkadaş Ömer Bey’in evi neresi, diye tekrar sorar. Yoldaki adam: — İşte şu bina, diye gösterir. Ömer bir bakar, burası yedi sekiz katlı, yüksek bir apartman. Meğer burayı Ömer gurbette iken, karısı altınların parasıyla yaptırmış.  Neyse, Ömer Bey apartmana çıka çıka çıkar. Bakar ki, karısı oturup durur. Karısı hemen Ömer’i karşılar. Sarmaş dolaş olurlar. Derken karısı Ömer’e olanları anlatır. Bir gün, padişahın kızı babasını evine davet eder. Padişah karısını da alıp kızının evine gelir. Kız misafirlerini yedirip içirip ağırladıktan sonra babasını karşına alıp şöyle der: — Eee Baba! ‘Adamı adam eden karısıdır’ dediysem de inandıramadım. Bak sizin beğenmediğiniz, “Bu adam mı olur!” dediğiniz Tembel Ömer, çalıştı kazandı adam oldu. Tembel Ömer, artık Ömer Bey oldu. 
Tembel Ömer
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Zamanın birinde... Bir adam varmış. Onun ilk hanımı ölmüş, ondan bir kız kalmış. Adam ikinci evliliğini yapmış. Ondan da, bir kız çocuğu olmuş.  Böyle geçinip giderlerken bir gün, hanımı: — Ben bu kızından bıktım, usandım. At bunu bir kenara, der. Adam: — Yahu Hanım, atılır mı? O da benim evladım, dediyse de dinletemez. Hanımı: — Olmaz, o duracaksa ben giderim! Ben giderim, diye basar yaygarayı. Adam: — Yuvam, ailem bozulacak. En iyisi mi bunu bir kenara atayım, diye düşünür. Nihayet, adam kızını dağa koymaya karar verir. Bir gün: — Kızım, haydi oduna gidelim, diyerek; hayvanı semerler. Baltayı alır. Bir de içinde su taşıdıkları, su kabağını alır. Kızı ile beraber dağa çıkarlar. Babası: — Kızım, sen şurada dur. Ben şu karşıdan odunu keseyim. İşim bitince ben sana seslenirim. Hayvanımızı sarar gideriz, diyerek kızı oraya koyar. Biraz ileriye ormanın içine gider. Kabağın içindeki suyu boşaltıp, bir dala asar, oradan çekip gider. Boş kabak rüzgârla ‘tak tak tak’ sesler çıkarır. Kız, babam odun kesiyor sanıp beklemeye devam eder.  Kız orada dururken epey bir zaman geçer. Hava kararmaya başlar. — Babam çok gecikti. Varıp bir bakayım, diyerek sesin geldiği yere gider. Varıp bakar ki boş kabak tak tak edip durur. Kız öte arar beri arar; ama babasını bulamaz. Durumu anlayan kız: — Tak tak eden kabacık, beni avutan babacık, diye ağlamaya başlar. Ağlaya ağlaya eve dönmek için yola çıkar. Yolda giderken karanlık bastırır, çaresiz kalır. Karanlıkta nereye gideceğini bilemez. Korkuyla ne yapacağını düşünürken, karşıda bir ışık görür.  Sevinerek oraya varıp bakar ki, üç tane kedi, tıpış tıpış ellerliyle ekmek yapıyorlar. Kız onları görünce: — Tıpış tıpış ellerinizle, güzel güzel ekmek mi yapıyorsunuz, diye seslenir. Kediler, kıza: — Gel bakalım hanım, gel, diyerek bir oturağın üstüne oturturlar. Hoş beşten sonra kıza burada ne aradığını sorarlar. Kız: — Böyle böyle oldu. Babam beni aldattı. Evde bir üvey anam var. Onun da bir kızı var. Anam, beni evde istemedi. Ondan bu işler başıma geldi, diye bir bir anlatır. Olanları dinleyen kedilerin anası: — Gidin, şu altın suyunu getirin. Şu kızın, başını saçlarını yıkayalım, der. Gedip altın suyunu getirirler. Kızı bir hamam ettirirler. Saçlarını altın suyunda yıkarlar. Kızın saçları, dipten başa kadar, şangır şungur altın olur. Kızın ağlamasını durdurup, karnını doyururlar. — Kızım, sen bu gece burada yat. Sabah evine göndeririz, deyip kızı orada misafir ederler. Sabah olunca, kızı kaldırıp;  güzel elbiseler giydirirler. — Sen evinizi bulmak için, şu yolu salma. Bu yoldan git, diye tembih edip uğurlarlar. Kız yola çıkar, giderken giderken, karşıda evlerini görür. Evlerinin önündeki horozları kızın geldiğini görünce: — Fatma Ablam geliyor altınlı maltınlı! Fatma Ablam geliyor altınlı maltınlı, diye ötmeye başlar. Bunu üvey anne duyar. Horozu: — Sus! Sen ne diyorsun? Ben, onu başımdan atasıya ne çektim, diye azarlar. Horoz yine: — Fatma Ablam geliyor altınlı maltınlı, diye ötmeye devam eder. Kadın horoza kızıp: — Konuşma, senin kafanı uçurum, falan dediyse de, horoz aynı şekilde öter. Bu arada kız da evlerine gelir. Kadın karşısında, saçları dipten başa kadar altın olan üvey kızını görür. Hoşbeş edip, kızı içeriye alır. Derken kızın babası da eve döner. Evde kızını bulan baba sevinerek onu kucaklar. Bunları gören adamın karısı: — Demek sen, kızının her tarafına altın takmak için dağa götürmüşsün. Her tarafı altınlı geldi. Benim kızımı da götür. Altın tak gel, diye söylenmeye başlar. Adam: — Hanım, bundan benim haberim yok. Etme gitme, böyle olmaz, bunu ben yapamam. Biz bunu hor gördük attık. Bu Allah’ın bir hikmeti!falan dediyse de karısını inandıramaz. Kadın: — İlla benim kızı da götüreceksin, diye tutturur. Sonunda karısına bir türlü laf anlatamayan adam, öbür kızını da götürmek zorunda kalır. Neyse adam, bu kızını da dağa odun kesmek amacıyla götürür. Aynı şekilde, kabağı dala asar; kızı bırakıp gelir. Kız orada bekler bekler babası gelmez. — Babam nerede kaldı, akşam oluyor, deyip tak tak eden yere varır. Bakar ki orada bir kabak asılı, babası yok. Ağlamaya başlar. Ağlaya ağlaya yola çıkar. Gelirken karanlık çöker. O da, ışıkları görüp oraya varır. Bakar ki, orada kediler, ekmek yapmak için hamur yoğurup durur. Onlara: — Bak şu pislere, pis ellerinizle hamur mu yumuruyorsunuz? Çekin pis elinizi oradan…, diye seslenip, onları hor görür. Kızın bu sözlerine kediler çok kızar; ama yine de: — Geç şuraya kahpe kız, deyip kızı içeri alırlar. — Buraya neden geldin, diye sorarlar. O kız da: — Böyle böyle oldu. Babam beni buraya koydu, gitti, diye olanları bir bir anlatır. Kedilerin anası: — Getirin şu bakır suyunu da, şunu bir yıkayın, der. Bakır suyunu getirip, kızın saçını yıkarlar. Bakır suyuna batırılan kızın saçları, dipten başa bakır olur. Şangır şungur bakır… Kediler ona da yemek falan verirler; ama kız beğenip yemez. Neyse kızı orada yatırıp, sabah uğurlarlar. Kız yola çıkar, gide gide evlerini ileride görür. O eve gele koysun. Evdeki horoz yine ötmeye başlar: — Ayşe Ablam geliyor, bakırlı makırlı! Ayşe Ablam geliyor, bakırlı makırlı! Bunu duyan kadın, horoza: — Sus utanmaz. Benim kızımla alay mı ediyorsun? Ben kızımı altın toplamaya gönderdim, diye çıkışır. Bu arada kız da eve gelir. Bakarlar ki, gerçekten kızın her tarafı bakır. Kadın, o zaman horozun kabahatinin olmadığını anlar. Bu sefer kadın: — Sen öbür kızını altın yaptın, benim kızımı bakır yaptın, diye söylenmeye başlar. Kocası: — Karı, bu senin benim bildiğim bir iş değil. Bunları ben yapamam. Bu Allah’ın bir işi… Bize bu bir ibret… Biz Fatma’yı hor gördük attık. Allah onu ödüllendirdi. Bu kızımızı da, bize ibret olsun diye bakır yaptı, diye anlatır. Bu duruma akıl sır erdiremeyen kadın, Fatma’nın da, Ayşe’nin de başından geçenleri bir bir anlattırır. Böylece geç de olsa doğruyu öğrenip, kocasının, haklı olduğunu anlar. Fatma’nın getirdiği altınlarla zengin olurlar. Çocuklarıyla birlikte mutlu mutlu yaşayıp dururlar.
Altınlı Fatma İle Bakırlı Ayşe
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Zamanın birinde… Bir köyde deli bilinen bir adam varmış. Bu adam: — Akıl var sermaye yok! Akıl var sermaye yok, diye söylenir dururmuş. Zenginin birisi: — Bu adam zaten deli; amma ‘Akıl var sermaye yok’ diyor. Acaba neden böyle diyor? Bu adam, sermayeyi bulsa ne yapacak, diye düşünür. Deliyi yanına çağır: — Al şu parayı, ne yapacaksan yap, der. Geceleri denizden, denizkızları çıkarmış. Ağızlarında cevahir, elmas çıkarıp, kıyıya otların içine koyarlarmış. Yayılıp tekrar cevahirleri, elmasları alıp denize giderlermiş Deli, bunu görürmüş. Bunun üzerine, deli gider. Bu paranın bir kısmıyla hasır alır. Bir at arabası tutar, hasırları atar, denizin kenarına götürür. Oraya, otun üzerine yazar. Zengin, bu parayı ne yapacak diye deliyi gözetlermiş. Bir sabah şafakta deli, hasırlara bir ateş koyar. Cayır cayır yakar. Zengin: — Eyvah!... Bizim paraları deli yaktı, gitti. Delinin de yapacağı bu, diye üzülür. O günün gecesinde bu denizkızları, getirdiği elmasları, cevahirleri külün üstüne koyarlar. Yayılıp döneceklerinde cevahirleri külün içinde bulamazlar. Oraya bırakıp giderler. Deli gelir. Hasırların külünü süpürür, kalburda eler. Denizkızlarının ağızlarında getirdiği elmaslar, cevahirler kalburun üstünde kalır. Bunları götürüp sarrafa satar.  O ağanın sermaye olarak verdiği parayı getirip verir. Ağa paraları görünce çok şaşırır: — Ulan, nerden buldun sen bu parayı? Benim verdiğim parayla sen hasır aldın. Götürdün deniz kenarında yaktın. Bu parayı nerden buldun, diye sorar. Deli anlatmaya başlar: — Ben geceleri gezerken, denizkızlarının dışarı çıkıp yayıldıklarını, ağızlarında cevahir, elmas getirip kıyıya koyduklarını, dönerken alıp gittiklerini görürdüm. Bunlar, hasırın külünün içine elmasları, cevahirleri bıraktılar. Külün içinde ışımayınca göremediler. Denize gittiler. Elmasları,  cevahirler bana kaldı, der. Olanları öğrenince, zengin de: — Her deli denileni, deli bilme, diye düşünür.
Akıl Var Sermaye Yok
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Deve berber imiş… Balık kavağa çıkmış kulakları felfel imiş. Azgın atmış vuramamış. Miskin atmış vuramamış. Babası atmış yaralamış. Oğlu atmış kıvırtıvermiş... Kazı pişirmek için, bir köye vardık, kazan istedik. Bir dibi delik kazan verdiler. Bir de böğrü delik kazan. Kazana vurduk kazı, atmışımız çırpıya gitti, yetmişimiz altını yaktı. Kaz kaldırdı başını bize baktı. Anam bir çocuk doğurmuş. Tuza yolladı, çocuğa çileyelim. — Tuz çileyelim, tuz çileyelim, diye vardım tuz istedim komşuya. — Ey Allah’ın kulu, dedi. — Ben daha dün çimdim, ne zaman kokmuşum da tuz çileyeceksin, diye kovdu beni. — Oradan kaçtım. — Kokmuş köyden çıkmış, kokmuş köyden çıkmış, diye vardım öbür komşuya. — Ben daha yeni temizlendim, ne zaman kokmuşum da köyümden çıkmışım, diye oradan da kovdular. Oradan gittim başka bir komşuya vardım. Komşu dedi: — Ne istersin? — Tuza geldim, dedim. — Tuz daha gölünden çıkmamış, dedi. Öyleyse ben: — Gölden çıkmamış, gölden çıkmamış…, diyerek gideyim — Gölden çıkmamış, gölden çıkmamış..., diye gidiyorum. — Biz daha yeni gölden geldik. Banyo yaptık temizlendik. Bu niye ‘Gölden çıkmamış’ diyor?” diye yedik güzel bir dayak. Tuzsuz evi boyladık. Evveli bir oğlan bir de bacısı varmış. Bir gece bacısı dışarıya bulaşık yıkamaya çıkar. — Korktum, diye içeriye kaçar. Oğlan bacısını bu hale koyan korkuyu bulmak ister: — Şimdi ben o korkuyu bulurum, diyerek öfkeyle evden çıkıp gider. Komşuya varıp sorar: — Yahu korku nerededir? — Falan bağa git, korku oradadır. Korku bilmeyen oğlan korkuyu aramaya başlar. Bağa varıp bir bakar ki, bağda öyle taş kayar. Hemen belinden bıçağını çıkarıp boşluğa sallamaya başlar. Bıçak dürter kan gelmez. Bıçak dürter, kan gelmez. Sonunda: — Korku burada yok, diye düşünür. Aramaya devam eder.  Öte yana varır. Birine daha sorar: — Korku nerededir? — Geceleyin mezarlığa git, orada bulursun. Bir gece un alıp yağ alıp mezarlığa gider. Helva karmaya başlar. Bakar ki gelen giden yok. — Yahu, korku burada da yok, diye söylenirken ölüler mezarlarından çıkar. Ellerini açıp — Bana da, bana da, diye helva ister. — Ölüye değil, diriye bile yok, diye ellerine kaşığı vurup durur. Neyse korkuyu orada da bulamaz. Oradan da gelip rastladığı birine daha sorar: — Yahu komşu, ben korkuyu bulamadım. Nerede bu korku? — Korku nerede olsun, kendini denize bir atarsın. İşte korku ordadır. Oğlan korkuyu bulma hevesiyle hemen denize gider. Denize kendini bir atar. İlerlerken ilerlerken denizi yarılar. İşte o zaman korkup: — Beni kurtarın, beni kurtarın, diye bağırmaya başlar. — Kayıkçının biri gelip oğlanı kurtarır. Kayıkçı sorar: — Korktun mu arkadaş? — Korktum. — İşte korku budur. Korku aranmaz, deyip oğlanı karaya çıkarır.
Korku
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Vaktin birinde bir fakir adam varmış. Bu adamın bir kızı varmış. Karısının da gövdesi yüklüymüş. Bunlar zar zor geçinirmiş. Bir gün adama fakirlik tak eder. Karısını karşısına alarak: — Karı, bu böyle olmayacak. Ben gideyim İstanbul gibi bir memlekete kazanayım, geleyim, der. Karısını elinde kızı, karnı yüklü bırakıp gurbete çıkar.  Adam gittikten sonra kadının gövdesindeki çocuk doğar. Bir erkek çocukları olur. Çocuklar büyür. Aradan on sene, yirmi sene geçer. Adam geri gelmez.  Neyse adam gurbette dikiş tutturamaz. Yirmi senede sadece üç altın kazanabilir. Bir gün: — Varıp köyüme gideyim, deyip yola çıkar. Gele, gele gelir... Köyüne yakın bir yerde aksakallı birisiyle karşılaşır. O aksakallı adama: — Hocam, ben İstanbul’a gideli çok oldu. Köyde ne var ne yok anlatsana, der. — Ben ancak bir altına konuşurum, diye cevap verir. Adam: — Altını verip konuştururum, sonra bunu öldürüp geri alırım, diye düşünür. Çıkarıp kazandığı o üç altının birini verir.  Neyse altını verince: — Oğlum başa gelmedik iş olmaz, ayak almadık taş olmaz, deyip susar. Bir daha konuşmaz. Adam: — Hocam konuşsana, diye ısrar eder; ama aksakallı adamdan çıt çıkmaz. Çıkarıp altının birini daha verir. Hoca: — Güzel güzel olmaz, gönül kimi sevdiyse güzel odur, der. Birlikte biraz yürürler; ama hoca yine konuşmaz. Adam: — Hocam, konuşsana, diye çıkışır. Konuşturabilmek için üçüncü altını da verir. Hoca da: — Güzel sensin, nuru Allah’tır, deyip ortalıktan kayboluverir... Neyse başına gelenleri hayra yorup parasız pulsuz köyün yolunu tutar. Giderken bir koca karının evine varır: — A teyze susadım bir su verir misin, diye sorar. Kocakarı: — A oğlum, bizim su bir dev elinde de su alamıyoruz. Bize su vermiyor, diye sızlanır. Anlatmaya devam eder: — Dev çeşmenin başına bir kız koymuş, bir de kurbağa koymuş. ‘Kız mı güzel? Kurbağa mı güzel?’, diye soruyor. Bunu bilirsek suyu verecek; ama şimdiye kadar bir bilen çıkmadı. Adam sorar: — Teyze o çeşme nerede? — İşte şurada, diye kocakarı çeşmenin yerini gösterir. Bu çeşmenin başına varır. Suda bir gölge görür. Başını kaldırıp bir bakar ki, dünya güzeli bir kız. Dev seslenir: — Yahu insanoğlu gelme! Kız mı güzel? Kurbağa mı güzel? Bil öyle gel. Adam ne desem diye düşünür. Hocadan aldığı nasihatler aklına gelir. — Güzel güzel olmaz, güzel kimi sevdi ise güzel odur, diye cevap verir. O zaman dev suyu salıverir. Eline bir at verir. Atın terkisindeki heybeye iki de karpuz koyar. O dünya güzeli kızı da ata bindiriverir. Adamı uğurlar.  Neyse bir akşam vakti adam evine varır. Ayın ışığı evin penceresine vururmuş. Bir bakar ki, evde karısı bir adamla kucaklaşıp durur. Adamın aklı başından gider. Mermiyi tüfeğe sürüp içerdeki adamı öldürmeyi düşünür. Tam tetiği çekeceğinde aklına hocanın nasihati gelir. Kendi kendine: — Yahu, adam bana ne dedi. ‘Başa gelmedik iş olmaz, ayak almadık taş olmaz’ demedi mi? Belki bu kadının başına bu iş zorla geldi, diye söylenir. Adam hemen kapıya dayanıp — Kapıyı aç, der. Kadın kapıyı açıp karşısında kocasını görünce: — Kapıyı açtım güldürdün. Memelerimden emdirdim, der. Karısının ne demek istediğini düşünürken aklına üçüncü nasihat gelir: — Güzel sensin, nuru Allah, demişti ya. — Öyleyse karımın kucağındaki benim oğlum, diye düşünür. Oğlunu bağrına basar, öpüp koklar. Adam: — Kabul ederseniz ben de bir misafir getirdim, der. Kadın misafiri karşılamak için dışarı çıkıp bir bakar ki kızı: — Allah yavrum!... Devlere çaldırdıydım ben seni, diye bağırıp kızına koşar. Kavuşmanın telaşıyla kız attan inerken heybedeki karpuzlar yere düşer. İçindeki altınlar meydana saçılır!  Hepsi birleşirler. Kalan ömürlerini mutlu ve huzurlu yaşayıp dururlar.
Üç Altına Üç Nasihat
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Bir köyde iki kardeş varmış. Oğlanın biri akıllıymış, biri biraz safmış. Bunların biri eski biri de yeni iki evleri varmış. Dağda da çok sığırları varmış. Eski evde bunlar çoktandır otururlarmış. Babaları ölünce, malları bölüşmeye karar vermişler. Akıllı oğlan der ki: — Bizim oğlan, gel evleri bölüşelim. Evin birini birimiz, birini diğerimiz alsın. Şimdi sığırı toplaması zor… Yarın kış geldiğinde, o eve gelen sığır onun, bu eve gelen sığır bunun olsun. Deli denilen kardeş, sığırların hepsi o eve gelir diye, eski evi almış. Yeni ev de akıllı oğlana kalmış. Kış gelip sığırlar eve gelmeye başlayınca, Akıllı oğlan köyün girişindeki yeni eve ot dökerek beklemiş. Otu gören sığırların hepsi yeni eve gelmiş. İçlerinde bir koca öküz varmış. O da alıştığı gibi eski eve gelmiş. Aldatayım derken aldanan saf oğlan çok kızmış: — Sığırlar hep yeni eve gitti. Bu bir öküzü ne yapacağım. En iyisi bunu kesip, gönünü* satayım, diye düşünmüş. Öküzün gönünü sırtına yükleyerek yola düşmüş. Yolda taşın üstünde bir keler varmış. Kelerler insanı görünce kafa sallarmış. Taşın üstündeki keler de saf oğlanı görünce kafa sallamış. Kendisiyle konuştuğunu sanan saf oğlan: — Ne dersin kara muhtar, diye kelere seslenmiş. Keler yine kafa sallamış: — Gönü mü alacaksın? Keler, yine kafayı sallamış. — Gönü alacak bu, der. Gönü yıkıp sormuş: — Kaç para vereceksin? Kafayı yine aşağı yukarı sallamış keler. Bu kızıp, üstüne yürümüş. Keler hemen taşın yarığına kaçmış. — Beni kandırdı, falan diye söylenip aranırken, taşın yarığında altınları görmüş. Varıp gider. — Bizim oğlan, böyle böyle falan yerde altınlar var çıkaralım, demiş. Varırlar, beraber altınları çıkarırlar. — Bunu taksim edelim, diye karar vermişler. — Neyle bölüşelim? — Okkayla. Komşudan, bir okka bulup gelmişler. Komşu da: — Bunlarda zahire yok, bir şey yok, bunlar bununla neyi ölçecekler, diye merak edermiş. Okkanın altına püse çalıp vermiş. Neyse altınları ölçüp bölüşürler. Okkayı geri getirip verirler. Komşu bakar ki, okkanın altında altın yapışık. Bunları şikâyet etmiş. Jandarmalar gelirler, bunları döver möver altınları çıkartırlar. Neyse bunlar köyden kaçmışlar. Giderler giderler… Bir zengin ağaya çoban dururlar. Koyun güderlermiş. O zengin ağanın, koyunları köye gelmezmiş, dağdaymış. Kardeşlerden bir gün biri, bir gün biri azık almaya gelirmiş. Yine böyle bir gün akıllı oğlan, köye azık getirmeye gitmiş. Dağda, bir dağ armudu varmış. Armudu koyunlar yermiş. Deli çoban: — Şunu çıkıp çırpayım da, hem koyunlar yesin, hem de birazını ben toplayıp yiyeyim, demiş. Armuda çıkıp çırpmış. Deli çoban ağaçtan ininceye kadar düşen armutları koyunlar yiyip bitirmiş Deli çoban aşağıya inince yerde yiyecek armut bulamamış tabii. Koyunların içindeki koçun boynuzuna üç çatal bir armut takılmış Oradan armudu alıp yermiş: — Bu koç, koyunların en akıllısı! Bak, armudu bir bu toplamış. Gerisi toplamamış, diyerek koyunların hepsini öldürmüş. Bir tek koç kalmış. Dururken büyük oğlan gelmiş. Bakar ki, koyunlar döşeli, bir tek koç kalmış. Şaşırarak sormuş: — Ne oldu bu koyunlara? — Ne olacak, armut çırpmıştım, armudu hiç bana koymamışlar. Hepsi yemiş bitirmiş. Bir tek koç toplamış. Kızdım. Ben de hepsini öldürdüm, diye anlatmış. Akıllı oğlan: — Eee, şimdi ağaya ne diyeceğiz? Biz en iyisi buradan kaçalım. Ağa bizi öldürür, diye telaşlanmış. — E, ne diyelim şimdi ağaya? — Koyunlar topluca orada, biz gideceğiz. Hesabımızı ver diyelim, parayı alalım kaçalım, diye plan kurmuşlar. Neyse: — Ağa biz koyunları gütmeyeceğiz artık. Hesabımızı gör. Biz gideceğiz, demişler. Ağa: — Etmeyin, gitmeyin, diye yalvarırken hanımı kahve pişirip gelmiş. Çobanlara birer fincan kahve vermiş. Kahveyi içmişler. Ağanın hanımı, akıllı oğlana, bir kahve daha katıvermiş. Koyunların ölüsünü, bir taş yartlağına sakladıklarında, yartlağa, akıllı oğlan birer birer, saf oğlan da, ikişer ikişer sürüyüp atmışmış. Saf oğlan bunu hatırlayarak: — Ağa, o bir sürüdü; ben iki sürüdüm, diyerek ikinci kahveyi o da ister. — Ulan deli, deyip ağa pek dinlemez. Öteki kardeş de iş açığa çıkmasın diye: — Sus Len, deyip sustururmuş. Neyse ağa hesaplarını görmüş. Ağa: — Giderken dış kapıyı kapayıverin, demiş. Deli oğlan, dış kapıyı koparıverip, omuzlayıp gitmiş. Götürmüş götürmüş bir yere gelmişler. Bu ovada büyük, meşhur bir ağaç varmış. Orası konak yeriymiş. Gelen geçen orada konaklarmış. Gündüz gölgesinden, gece ayazından… Neyse: — Burada yatalım, diye karar vermişler. Saf oğlan, kapıyı ağacın başına ağdırmış. Köşk yapıp, ikisi de üstüne yatarlarmış. Gelen gelir, gelen gelir… Konak yeri dolup kalır. Bunlar da: — Biri bizi görüp, ağaya haber falan verir, diye, korkularından aşağıya inememişler. Gece olur. Saf oğlanın küçük abdesti gelmiş: — Ben su dökeceğim. — Yapma, şimdi birisinin haberi olur. Bizi ağaya haber verirler, falan derken, saf oğlan salıvermiş. Ağacın altındakiler: — Havada bulut da yok, bu yağmur neci, diye meraklanmışlar. Dururken saf oğlanın büyük abdest bozası gelir. Akıllı oğlan: — Yapma, etme, dediyse de saf oğlan salmış. Aşağıdakiler: — Hava kara döndü galiba, demişler. Dururken, saf oğlan kapıyı aşağıya salıvermiş. Aşağıdakiler: — Evvelde var, bulut da yoktu, kıyamet kopuyor, diye korkup kaçışmaya başlamışlar. Bütün eşyaları, paraları pulları, her şeyleri orada kalımış. Akıllı oğlan, ne para varsa toplamış. Deli oğlan yiyecek ne varsa, helva mı var, yumurta mı var neyse onları toplamış. Herkes topladığını yüklenmiş, yola çıkmışlar Gide gide giderler. Acıkırlar. Akıllı oğlan: — Bizim oğlan, ben acıktım, demiş. Deli oğlan da: — Hıh hıh hıh…, diye sinsi sinsi gülmüş. — Ben ekmek toplarken, sen para toplardın ya! Biraz para ver. Biraz yiyecek vereyim, demiş. Akıllı oğlan çaresiz razı olur. Böyle böyle, acıka acıka, para vere vere, epey bir para tüketmiş. Epey bir yol aldıktan sonra eve yaklaşmışlar. Deli oğlan: — Anacığımı göresim geldi, diye seğirtmiş. Akıllı oğlan, ona yetişemez. Eve gelince deli oğlan, sormaya başlamış: — Anacığım nasılsın? Bitler yedi mi seni, ne oldu? — Anamı çimdireceğim, diye hemen kazana bir su vurup, suyu kaynatmış. Anasının başını gözünü kaynar suya gömmüş. Anası sıcak sudan ölmüş tabii. Akıllı oğlan gelip sormuş: — Bu sefer ne oldu yahu? — Anamı bit yemiş gitmiş de, onu yudum. Baksana gülüşüne. Anaları sırıtmış kalmış tabii. Büyük oğlan olanları anlayıp: — Len, anamı öldürmüşsün, demiş. Neyse deli oğlanı kefen almaya göndermiş. Deli oğlan kefeni ölçtürüp, almış. Bakar ki, ardından bir gelen var. — Bizim oğlan, bana güvenemedi de seni mi gönderdi, demiş. Kefenin birazını yırtar atar. — Güvenemedi mi, demiş. Biraz daha yırtıp atmış. Oysa o kendi gölgesiymiş.   * gön: Hayvan derisi.
Akıllı Kardeş İle Deli Kardeş
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde… Develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken yaşlı bir kadınla adam varmış. Bunların kızları evlenip uzağa yerleşmiş.   Bir gün iki ihtiyar: — Kızımızı bir ziyarete gidelim, derler. Yanlarına hediye olarak pekmez, ekmek bir de gömlek alıp yola çıkarlar. Yolda giderken yaşlı adam, karısına: — Ebe ebe, der. Yaşlı kadın da: — Ne var Bide, diye cevap verir. Bide, Ebe’ye karıncaların susadığını gösterir. Pekmezi karıncalara döküp yollarına devam ederler. Az giderler uz giderler… Yolda bir rüzgâra yakalanırlar. Bu sefer Bide, Ebe’ye: — Ağaçlar üşümüş, der. Gömleği de bir ağaca giydirip, yola devam ederler. Az giderler uz giderler, dere tepe düz giderler… Yolda acıkıp kızlarına hediye olarak götürdükleri ekmeği de yerler. Yola devam edip, nihayet kızlarının evine gelirler. Kızlarının evinde, hoş beş edip; yerler içerler… Akşam olunca elleri boş gelen misafirlerini misafir odasına yatırırlar. Odada bir kafes, kafeste de kuşlar vardır. Bide, Ebe’ye: — Ebe, Ebe, kuşlar kirlenmiş, der. Kızı ve damadı uyurken, kazan kurup su kaynatıp kuşları yıkarlar. Sabah olunca bakarlar ki kuşlar ölü. Damatları bu duruma çok sinirlenir ama bir şey diyemez.  İkinci gece yine yerler, içerler. Bu defa misafirleri yatak odasına yatırırlar. Gece Bide hastalanır kusup yatağı batırır. Kızı ile damadı yine bir şey diyemezler.  Üçüncü gece misafirleri mutfağa yatırırlar. Bu sefer de yataktan kalkıp, karanlıkta ortalığı incelemeye başlarlar. Derken katran dolu bir küpün içine düşerler. Orada sabahlarlar. Sabah olunca kızı ve damadı, çorba içmek için onları beklerler. Bakarlar ki gelen yok: — Şunları uyandıralım, deyip kapıya dayanırlar. Kız seslenir: — Anne, kalk sabah oldu, kapıyı aç! — Açamam kızım, Bide bırakmıyor, der. Bu sefer kızı: — Baba öyleyse sen aç. — Açamam kızım Ebe bırakmıyor! Damat ve kız endişelenip önce kapıyı kırarlar. Sonra katran küpünü kırıp, içinden Ebe’yi ve Bide’yi çıkarırlar. Kızıyla, damadı sabredip yine bir şey demezler.  Dördüncü gün Ebe ve Bide: — Biz artık dönelim, derler. Damadı, olanlara rağmen yine de cömertlik edip, onlara bir kese altın verip uğurlar. Ebe ile Bide, az giderler uz giderler, yolda bir çobana rast gelirler. — Bir kese altınımız var. Bize semiz bir koyun ver, deyip çobandan bir koyun isterler. Çoban da seçim kendisine bırakılınca; bunlara uyuz bir koyun verir. Koyunu eve getirip keserler. Koyunun kellesine bir sinek konar. Oraya bir sopa vururlar, bu sırada evin bir tarafı yıkılır.  Bu defa sinek Ebe’nin burnuna konar. Bide, sineğe bir vurur, Ebe yere düşüp ölür. Bide yalnız başına kalır.  Dün oradan geçtim. Bide evinin önünde sineklenip durur.
Ebe ile Bide
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer top oynarmış eski hamam içinde... Zamanın birinde üç hırsız arkadaş olmuşlar. Bunlar çalıp çırpıp geçinip giderlermiş. Bir gece hırsızlık yapmak için bir eve varırlar. Girerler içeri. Ocağın başında kedi yatar. Gece bu ya kedinin gözleri ateş gibi yanar. Kediye ateş bu, diye ellerini bir uzatırlar. Kedi hemen cırmalar. — Bizi bıçakladılar, deyip çıkarlar. Kaçarken eşek bir çifte vuruverir. Köpek gürültüyle ürümeye başlar. Horoz ötmeye başlar. — Bire, hemen kaçalım kaçalım bizi tutacaklar, diye tabanları yağlarlar. Neyse kaçarlar, yürürken yürürken sabah olur. Yolda giderlerken birini görürler. Bir karaltıya saklanıp bakarlar ki, eşeğine binmiş bir adam, ardında boğazı canlı bir koç bağlı, gider. Koçu pazara satmaya götürür.  Hırsızlar aralarında konuşmaya başlarlar. Biri: — Ben bu koçu çalarım, der. Öbürü de: — Ben de eşeği çalarım, der. Diğeri de: — Sen eşeği çalarsan, ben de adamın sırtındaki elbiseyi çalarım, der. Çalarsın çalmazsın derken iş iddiaya varır. Herkes hünerini sergilemeye başlar. Adam giderken giderken: — Koçu çalarım, diyen hırsız yola iner. Koçun ipini keser. Koçun boynundaki çanı da eşeğin kuyruğuna bağlayıverir. Adam, lıngır lıngır koçla gidiyorum sanır. Bir uzun hava kaldırıp yoluna devam eder. Öbür: — Eşeği çalarım, diyen hırsız da, az ileride adamın önüne geçer. — Amca, eşeğin kuyruğuna neden çan bağladın, diye sorar. Adam dönüp bir bakar ki, koç yok: — Ana, koç yok, diye feryadı basar. — Bu, koçta bağlıydı; pazara giderdim, diye de söylenir. Hırsız: — Az ileride biri koçu çekip giderdi, der. Adam: — Aman arkadaş, sen şu eşeği tuta koy; ben gidip bir bakıp geleyim, deyip koçu aramaya gider. O hırsız da eşeği alıp tüyer. Adam koçu bulamadan geriye döner. Gele gele gelse ki, eşeği de yok. Eşek de gitmiş... Adam çaresiz yayan evinin yolunu tutar. Yolun üzerinde bir kuyu vardır. Üçüncü hırsız bu kuyunun başına varır. Döner döner kuyunun içine bakar. Eğilir eğilir kuyunun içine bakar. Adam: — Bu adam ne yapar acaba, diye merak edip hırsızın yanına gelir: — Selamünaleyküm. — Aleykümselâm. — Ne var ne oldu, oğlum? Kuyuya niye bakarsın? — Şuracıktan bir su içeyim diye eğildim. Cebimde biraz paracığım vardı. Kuyuya düştü, diye ağlar. Adam oğlanın haline acıyarak: — Üzülecek ne var? O kolay, der. — Nasıl? — Ben soyunup inerim kuyunun içine. Kuyunun dibinden o parayı bulup çıkarırım. Adam sırtını soyunur. İner kuyunun içine. Kuyunun dibini öte karıştırır, beri karıştırır bir şey yok. Çıka çıka çıkar ki, adam da yok, çamaşır da yok... Çırılçıplak kalakalır oracıkta.  Adam aldatıldığını anlar, dövünmeye başlar. Yoldan giden bir kadıncağız adamı görür: — Bu bir ölü, mezardan geliyor, sanır. Adama sorar: — Nereden gelirsin a oğlum, mezardan mı çıktın? Mehmetçiğimi gördün mü? — Gördüm. Selamı var. — Ne işliyor, nasıl? — Ne işlesin o da benim gibi çıplak. ‘Anam elbise yollasın!’, dedi. Neyse kadın adamı alıp evine götürür. Adama bir elbise giydiriverir. Bir torbaya bir kat elbise koyar. — Bunu Mehmetçiğime iletiver, diye tembih eder. Adam torbayı alır varıp gider.  Akşam olunca kadının kocası eve varır. Kadın kocasına: — A herif! Bu gün ahretten bir adam gelmiş, çırılçıplak, anadan doğma. Böyle böyle anlattı.  Ben de Mehmetçiğimize biraz sırt baş, para, yiyecek bir şeyler gönderdim, der. Adam onun bir yan kesici olduğunu anlar. — Öyle şey olur mu, ölene hiç mal yollanır mı, diye karısına çıkışır. Ardından yetişip adamın elindekileri almayı düşünür.  Hemen atını çeker. Atın semerini, eyerini vurur. Arkasından hücum eder. Sırtları alan adam bir bakmış ki, ardından atla bir gelen var. Bu adam beni yakalayacak diye şüphelenir. Hemen, az ilerideki değirmene sokulur. Bir oyun düşünür. Değirmenci keldir. Değirmenciye der ki: — Amca, ne kadar kel varsa hepsini keseceklermiş. Arkadan geliyorlar. — Ee, ne yapacağız? — Hemen şu kavağa ağıver. Seni orda kimse görmez. Değirmenciyi kabul edip hemen kavağın başına ağar. Kendisi değirmene girer. Üstünü başını unlar, olur bir değirmenci dayı. Değirmenci dayı, başlar un öğütmeye. Adam kapıdan girer: — Selamünaleyküm. — Aleykümselâm. — Arkadaş buraya giren şahıs nereye gitti? — Ben burada birini görmedim, kimse girmedi. — Hayır, şimdi girdi, ben gördüm. Değirmenci dayı: — Görmedim, der; ama gözüyle kaşıyla kavağı gösterir. — Görmedim, der, yukarıyı gösterir… — Bu adam hem ‘Görmedim.’ der; hem de gözünü kavağa dikip durur. Ne var acaba kavakta, diye bakmış ki, başında bir adam. — İn oradan! — İnmem. Ben kel oldumsa, Allah’tan oldum. — Ulan, in oradan! — İnmem. Ben kel oldumsa, Allah’tan oldum. Kel değirmenci: — Gelen adam beni öldürecek, zanneder. Bir türlü aşağı inmez. Ağa atı bağlar adamı indirmek için kavağa ağar. Değirmenci dayı durur mu? Hırsız bu. Ağanın atına atladığı gibi varıp gider.  Adamla kavaktan aşağıya inerler. Ata bakar, at yok. Adam atı alıp o zaman gitmiş. Kel değirmenciyle konuşup işin aslını öğrenir. Ama ne çare elbiseler gitti, para da gitti, en sonunda at da gitti. Adam eve çıkıp gelir. Karısı sorar: — Hani ya herif, at nerede? Adam karısına: — İkimiz de aldatıldık, diyecek değil ya. — A karı, Mehmetçiğimize lazım olur diye ben de atı gönderdim, diyerek karısının da gönlünü alır.
Üç Hırsız
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Zamanın birinde, bir memlekette üç temel arkadaş olmuşlar. Birlikte çalışıp para kazanmaya çıkmışlar. Gide gide bir köye varırlar. Köy odasına misafir olurlar. Neyse misafiri gören köylüler yiyecek içecek getirip misafiri ağırlarlar. O da sahipleri bunları yatmaları için bırakıp gider. Bu üç kafadar aralarında: — Burada bedavadan besleniyoruz. Çalışmaya hiç gerek yok. Burada kalalım, diye anlaşırlar. Köylüler odaya sırayla yemek getirmeye devam ederler. Bunlar da gelen yemekleri yer içer yatar. Keyifleri iyidir. Neyse beş on gün böyle beslenirler. Bir gün yemek getiren köylülerden biri bunları fark eder diğer köylü arkadaşlarına: — Odadaki misafirler beş on gündür aynı misafir. Bunlar bize kendilerini besletiyor, diye açıklar. Yemek vermemeyi kararlaştırırlar. Köylüler bir iki gün yemek getirmezler. Bu üç arkadaş bakmışlar yemek kesildi. — Arkadaş burada iş kalmadı. Başka bir plan düşünelim, derler. Biraz düşünüp hırsızlık yapmaya karar alırlar. Oradan gidip bir dağ kelifine* sığınırlar. Aralarında iş taksimi yaparlar: — Sen falan yere git. Ben falan yere gideyim, deyip hırsızlığa çıkarlar. Neyse baldır, yağdır, süttür ne buldularsa çalar gelirler o kelifceğiz de yerler. Aralarından biri gittiği yerde yatar yatar, hiçbir şey çalmadan eli boş gelir. Arkadaşlarını da: — Rahatsızlandım, şöyle oldu, böyle oldu, diye kandırır. Bu üç gün böyle beş gün böyle devam eder. Arkadaşları: — Bak arkadaş bu böyle olmaz. Biz getirelim sen ye. Böyle bedavacılık olmaz. Gitmezsen seni döveriz, deyip onu da yanlarına alarak hırsızlığa götürürler. Hırsızlık mahalline gelirler. — Bak arkadaş sen şuraya yağa, ben bala, sen ete gireceksin, diye işi ayarlarlar, planlarlar ayrılırlar. Bizim tembel arkadaş hemen döner, gelir kelife yatar. Öbürleri çalacaklarını çalarlar gelirler. Bakarlar ki bizim ki yine yatıp durur, bir şey getirmemiş. — Arkadaş ne oldu, diye sorarlar. O da: — Vallahi arkadaşlar sizden ayrıldım. Önüme bir yılan çıktı, adam gövdesi gibi! Vallahi kaçmasam beni yiyecekti, deyince arkadaşlarından biri: — Hadi len sen de adam gövdesi kadar yılan mı olur, diye çıkışır. — Yine baldırım kadar vardı! — Hadi len yalan söyleme. — O kadar yoksa da bileğim kadar vardı canım, deyince bunu bir daha sıkıştırırlar. O zaman da: — Parmağım kadardı, der. Öte beri bir daha sıkıştırırlar. — Vallahi arkadaş bir çatırtı oldu, ben onu yılana keşfettim, der. Arkadaşlar bir araya gelip: — Biz bu planı da değiştirelim, yoksa bu deyyus bize kendini besletecek, diye yeni bir plan düşünürler. Yalancılık yapmayı kararlaştırırlar. Buradan ayrılıp başka bir köye varırlar. Köylülerle hoş geldin, beş gittin sohbet ederler. Köylüler: — Sizin oralarda ne var yok, diye sorarlar. — Bizim oralarda fazla bir şey yok. Yalnız bizim eşekler hep havaya uçtu, derler. Köylüler birbirine bakışarak: — Olur mu yahu, hiç eşek havaya uçar mı, derler. Köylülerden biri: — Allah’ın işi bu, belki uçabilir, diye onları yatıştırır. Neyse burada birkaç gün kalırlar. — Yalanımız ortaya çıkmadan buradan gidelim, diye yola çıkarlar. Gide gide başka bir köye varırlar. Hoşbeş on beş köylüler: — Sizin oralarda ne var yok, diye sorarlar. Bunlar da: — Bizim orada başka bir şey yok gökten semer yağıyor, derler. Köylülerden biri: — Allah Allah! Doğru len arkadaşlar. Ben aşağı köyde eşekler hep havaya uçmuş diye duymuştum. Her halde bu semerler o uçan eşeklerin semeri olsa gerek, deyince köylüler: — Bu Allah’ın bir mucizesi, falan diye aralarında sohbete devam ederler. Bu üç kafadar üç beş gün de burada beslenip başka bir köyün yolunu tutarlar. Ben dün o köyde onları gördüm. Köylülere yine yalan kıvırıp dururlar.   *kelif: Kulübe.
Üç Tembel Arkadaş
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Eski zamanda memleketin birinde yedi kızlı bir padişah varmış.  Askerlik zamanı bu padişahı askere çağırırlar. Padişah ya bu biraz üzülür, ağlar. Büyük kız babasının durumunu fark eder, yanına gelip sorar: — Baba bu durum ne? — Kızım, bir şey yok! — Babacığım, bir şey yok da niye ağlarsın? Söyle derdini! Padişah kızının ısrarına dayanamayıp — Kızım böyle, böyle, beni askere istiyorlar, deyiverir. Büyük kız, babasının üzüntüsünü alaya alarak: — Dee babama bak! Ben de beni kocaya isterler sandım, der, gider. Öbür kızlar da babalarının üzüntüsüne bir anlam veremezler. Büyük kız kardeşleri gibi söylenip giderler. En sonunda küçük kız da babasının yanına gelir. O da babasının üzüntüsünün sebebini sorar. Babası da olanları anlatır. — Baba üzüldüğün şeye bak,  yahu! Ben senin yerine yapar gelirim. Padişah: — Kızım nasıl olur? Kadınlara askerlik yapmak var mı, diye kızına çıkışır. Kız: — Olur, baba. — Nasıl olur? — Sen önce benim saçlarımı bir kes. — Keselim; ama neye yarar? — Neye yarayacak ben senin yerine askerliği yapıp geleceğim. Dediği gibi kızın saçını keserler. — Bir erkek kıyafeti bulun. Onu da verirler. Böylece olur biter bir asker. Babası birliği nereyse gönderir. Helalleşip ayrılırlar. Kız, evvela birliğine varır. Tabii arkadaşlarıyla iç içe olur, komutanlarıyla tanışır, birbirleriyle samimilik kurarlar. Gel zaman git zaman… Askerin biri az ondan şüphelenmeye başlar. Bu asker bir bey oğludur. Kıza giderek her şeyi anlatır: — Bak, sen erkek değilsin. — Ne demek erkek olmaz mıyım, erkek olmasam burada işim ne? — Bak senin kollarında bilezik parmağında yüzük izi var. Kız: — Herkeste olan bir şey bu, diye ısrar ettiyse de oğlanı inandıramaz tabii. Beyoğlu: — Bu asker bir kız; ama ortaya çıkarmak için ne yapacağım, diye düşünür. Sonunda bir yol bulup kıza sorar: — Seninle bir sidik yarıştıralım, bakalım hangimizinki ileri gidecek? Kız da razı olur. Uyanık olduğu için de önceden kargıdan bir şey hazırlar. Bir denerler onunki ileri gider. Oğlanın umudu kaçar. Aradan zaman geçer; ama oğlanın aklı fikri asker arkadaşının kız olduğunda. Oğlan: — Kızın sırtı ateşli olur; gül yatağına girerse gülü tez solar, anlarım, diye başka bir akıl düşünür. Der ki: — Gel arkadaş seninle bir gül yatağına girelim. — Yahu, ne zoru var gül yatağına girmeye falan? — Ben senden şüpheleniyorum, deneyelim arkadaş! Kız bunu da kabul eder. Bu, tabii başına geleceği bilir. Çarşı iznine çıktıklarında kadının birine anlatır: — Böyle böyle durum bundan ibaret, bana askerin biri sataştı. Bunun kurtulma çaresi… Sen bana çare olur musun? — Olurum kızım. — Sen o zaman bana iki çuval gül bul, diye kadına tembih eder. Kadın bulur, gelir. Kız birliğine dönünce: — Arkadaş, hadi bakalım sen benden şüpheleniyorsun madem, deneyelim, der. Bunlar akşam yataklarına gülü sererler. Kız gecenin yarısında, sabaha yakın kalkar. Kendi yatağındaki soluk gülü toplar. Yerine sakladığı çuvalın gülünü döker. Sabah kalkarlar. Bakarlar ki, arkadaşının gülü solmuş. Onunki daha taptaze solmamış durur. Oğlanın yine ümidi kaçar.  Neyse askerlik biter. Temelli döneceklerinde ayrılırken kız: — Bak arkadaş, ben kız geldim, kız giderim. Bey oğluna b.. yediririm, der. Oğlan bu sözü kaldıramaz gayri; çekip gider. Bunun içine bu bir tasa olur. Asker arkadaşını bulmak için birliğine adresini sorar. Arayıp sorup,  bula bula bulur bir padişah kızı. Padişahın yanına nasıl varacak? Bu sefer, oğlan durumu annesine açar: — Anne, askerde böyle böyle oldu. Ben bu kızı bulacağım. — Oğlum nasıl olur, askerde kız olur mu? — Vallahi de kızdı, billahi de. — Yahu nereden biliyorsun? — Anne kolunda bilezik, parmağında yüzük yeri belliydi. — Bu kadar zaman askerlikte bunu bilemedin mi, oğul? — Ana şunu yaptım, bunu yaptım; ama giderken de bana bunu dedi. Bu kızı bulacağım. Anasıyla da araştırırlar, gerçekten padişah kızı. Sonunda, kızı “Allah’ın emri peygamberin kavli”‘yle isterler. Kız razı olur. Düğün dernek kurulur. Kız, evleneceği gencin asker arkadaşı olduğunu görünce, yine ona bir oyun yapar: — Bana bir bal tuluğu bulun,  içi bal dolu olsun, diye emir verir. Padişah kızı ya, tabii her istediği yapılacak. Uzatmayalım. Dedikleri bir bir yapılır. Gelin eve gelir. Akşam gerdeğe girmeden o tuluğu sandığın üzerine koyar, giydirir. Olur, biter bir gelin. Boynuna bir ip takar. Kendi de sandığın ardına sinlenip bekler. Oğlan gelip sorar gayri: — Sen, sidik yarıştırdık; benden üstün çıktın. Gülde yattık benden üstün çıktın. Kız arkadan ipi sallar. “Evet” der gibi tuluk sallanır. Oğlan onaylatmaya devam eder: — Kız geldim kız giderim,  bey oğluna  b..  yediririm, dedin değil mi? Kız, yine ipi çeker “evet” dedim gibi. Oğlan iyice öfkelenir. — Sen bana bunu yaptın mı, yapmadın mı, deyip kılıcını bir sallar. Bal tuluğu delinir. Yere doğru akmaya başlar: — Hele, şunun kanını bir yalayayım, der. Bir yalar bambaşka bir şey. Oğlan o zaman şok geçirir: — Bunun kanı böyle tatlıymış acaba kendi nasıldı ki, diye kendine kıymak ister. Kılıcı kendine çevirdiğinde kız bildiğinden tutar. — Durum böyle böyle oldu. Böyle icabetti. Şimdi Allah’ın emri bir araya geldik, gerek yok gayri senin benim ölmeme, der. Sarmaş dolaş olurlar. Ben daha dün yanlarından geldim, soranlara selamları var…
Askere Giden Kız
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, memleketin birinde kurnaz mı kurnaz bir adam yaşarmış. Tuttuğunu kopardığı için herkes ona Sert Mahmut dermiş.  Bir gün padişahın vezirleri toplanıp padişahın huzuruna çıkarlar: — Padişahım devin sırtında bir kürkü var ki tam sana layık. — Pekiyi bunu bana kim getirir? — Bunu getirse getirse Sert Mahmut getirir. Padişah bunun üzerine Sert Mahmut’u yanına çağırtır. Sert Mahmut’a sorar: — Sen devin sırtındaki kürkü bana getirebilir misin? — Getiririm, padişahım, deyip yola çıkar. Sert Mahmut kendine bir değnek ayarlar ucuna da bir iğne çakar. Bir yolunu bulup devin sarayına girer. Bir bakar ki, dev sırtında kürkü tahtında uyur. Sert Mahmut, değneği uzatıp devin ensesine iğneyi batırır. Dev sallanır, elini ensesine götürüp vurur, sivrisinek zanneder. Dev böyle böyle sallanırken kürkünü yere düşürür. Sert Mahmut kürkü alıp kaçar. Padişaha getirir.  Aradan zaman geçer. Padişahın vezirinden biri: — Padişahım devin bahçesinde bir çam var ki tam sana layık. — Yapma yahu! — Padişahım bu çamı aldırmayacak mısın? Çam çok güzel… Güzel *sapıtma tahtası olacak. — Pekiyi bunu bana kim getirir? — Bunu getirse getirse Sert Mahmut getirir. Sert Mahmut yine görevlendirilir. Bir gece atını sürer.  Haydi bakalım devin bahçesine varır. Dev uyur mu, uyanık mı, diye atına arpayı gösterir, at kişner. Suyu koyar at bir daha kişner. Dev uyanır; ama sesi kendi hayvanı zanneder. — Kişnesen de sana sabaha kadar arpa yok, deyip uykuya dalar. Sert Mahmut bakar ki, gelen giden yok. Çamı kesmeye dayanır. Keserken keserken devin haberi oluverir: — Kim bu benim bahçemdeki çamı kesen, diye koşup gelir. Sert Mahmut’u yakalayıp sorar: — Sen ne yapıyorsun? — Dev’im, senin kürkü çalan Sert Mahmut ölmüş de ona sapıtma tahtası yapacağız. Ahmak dev Sert Mahmut’a inandığı yetmezmiş gibi bir de çamı kesmeye yardım eder. Tomruk haline getirip içini oyarlar. Kapağını çivisini hazırlarlar. — Dur, devim. Ben bunun içine bir yatayım da boyunu ölçelim. Sert Mahmut da benim boyumdadır, der. Oyuğun içine yatar, bakarlar... Çıkınca: — Devim, bir de sen yat. Bir de ben göreyim, der. Bu sefer dev oyuğun içine yatar. Sert Mahmut hemen kapağını kapatır. Çak bakalım, çak bakalım, çak bakalım iyice çakar... Dev oyuğun içinde kalır, dışarı çıkamaz.  Sert Mahmut devi yüklenip götürür padişahın evinin önüne koyar: — Padişahım çamı getirdim; amma içinde dev var. Sakın açmayın. Ben kaçayım, biraz uzaklaştıktan sonra açın,  diye tembih eder. Kaçmaya başlar.  Neyse devi salarlar. Sert Mahmut’u kovalamaya başlar. Kovalaya, kovalaya Sert Mahmut’u iyice yorar.  Yolda bir Yörük’e kavuşurlar. Sert Mahmut: — Devim şuradan sana bir koyun alıvereyim. Kes ye beni elleme, der. Devin bu işe aklı yatar. Sert Mahmut bir koyun alıp gelir. Keserler, ateş yakıp pişirmeye başlarlar. Sert Mahmut: — Devim sen zahmet etme, deyip koyunu güzelce pişirir sofrayı hazırlar. Dev oturup yemeğe başladığında: — Devim sen zahmet etme ben senin ağzına tutarım. Sana çok zahmet verdim, der. Böyle böyle derken külü alıp devin gözüne bir serper. Dev ne olup bittiğini anlamadan gözü kör olur.  Sert Mahmut bu sefer: — Devim sana son bir iyilik edeyim. Seni evine götürüvereyim, der. Dev,  artık görmüyor ya, sevinip kabul eder. — Ben ‘yokuş’ dersem yavaşça gel. ‘İniş’ dersem yine yavaş gel. Düz dersem *kıvracık gel, diye tembih eder. Yola düşerler. Yokuş, iniş derken epey bir yol alırlar. — Devim az kaldı. Devim az kaldı, diye de devi oyalar. Sonunda düşe kalka bir dağın başına varırlar. Orada: — Düz, der. Düştüğü tuzaklara doymayan dev kıvracık adımlayıverir. Haydi, bakalım paldır küldür dağdan yuvarlanıp ölür. Sert Mahmut: — Haydi, bundan da kurtulduk, deyip saraya gelir, devi nasıl öldürdüğünü anlatır. Padişah da Sert Mahmut’u kese kese altınla ödüllendirir.   * kıvracık: Hızlı bir şekilde * sapıtma tahtası: Mezar üzerine konulan kapak
Sert Mahmut
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zamanda bir ülkede asayiş, düzen bozulmuş. Vaktin padişahı düzeni, asayişi sağlayacak bir adam ararmış onu da bulamazmış.  Padişah bir gün bir rüya görür. Çok korkar; fakat ne gördüğünü tam hatırlayamaz. Gördüğü bu rüyayı tabir ettirmek ister. Vezirlerini çağırıp der ki: — Rüyamı kim doğru tabir ederse mükâfatlandıracağım. Tabir edemezse cellât edeceğim. Ülkenin dört bir yanına haberciler salarlar; fakat kimse oralı olmaz. Ararlar ararlar böyle birini bulamazlar.  Bir gün o memleketteki fakirin biri: — Ben tabir ederim, diye saraya gelir. Yoksul ya: — Birkaç gün karnımı doyururum. İsterse assın, diye düşünür. Padişahın huzuruna çıkartırlar: — Padişahım, bana kırk gün müsaade verin. Rüyanızı tabir edeyim, der. Fakire kırk gün boyunca izzet ikramda bulunurlar. Kırk gün dolar; ama fakir de bir bilgi yok. Fakir kara kara düşünmeye başlar. Neyse o gün akşam rüyasında fakirin karşısına bir adam çıkıp: — Nedir bu sıkıntın, diye sorar. Fakir böyle böyle anlatır. O adam: — Bak, padişah rüyasında bir yılan görmüş. Ondan korkmuş, rüyayı unutmuş. Halkına biraz vergiyi arttırsın, der. Sabah olur. Fakir uyanır uyanmaz padişahın huzuruna çıkar: — Padişahım sen rüyanda bir yılan görmüşsün. Yılandan korkmuşsun rüyanı unutmuşsun. Halkın vergisini biraz arttıracaksın, der. Padişah fakir adam anlattıkça rüyasını hatırlar. Doğru tabir ettiği için fakire ödüller verip uğurlar. Halkın vergisinin arttırılması için de vezirlerine emir verir. Aradan bir zaman geçer. Padişah bir rüya daha görür; ama yarısını unutur. Fakir, tabirci biliniyor ya. Tabirciyi getirip sorarlar. O da daha önce öğrendiği gibi cevap verir: — Padişahım, sen daha büyük bir yılan görmüşsün, ondan korkmuşsun. Vergileri daha çok arttıracaksın. Üçüncü bir sefer padişah yine rüya görüp unutur. Fakir: — Padişahım, şimdi çok büyük bir yılan görmüşsün. Ondan korkmuşsun. Vergileri kat kat yükselteceksin, der. Böyle böyle vergileri iyice ağırlaşan o memleketin halkının gücü takati kalmaz. Memlekette asayiş iyi gitmeye,  halk padişaha hizmet etmeye başlar. Padişah bir rüya daha görür. Rüya tabirciyi çağırırlar. Fakir, halkın haline acıyarak: — Padişahım, bu sefer sen rüyanda süt görmüşsün. Halkın üzerindeki vergileri indireceksin, der. Padişah hemen vergileri indirir. Halk sevinir. Asayiş yoluna girer. Padişah: — İşte asayişi, düzeni sağlayacak adamı buldum, deyip fakiri yanına baş vezir alır.
Rüya Tabircisi Fakir
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş… Vaktin birinde büyük bir ülkenin bir padişahı varmış. Bu padişah vezirleriyle beraber kılık değiştirip şehri kontrole çıkarmış. Şehrin asayişi ne durumda bir gezip görürmüş.  Bir gün yine vezirlerini de alıp dolaşmaya çıkarlar. Bir meydandan geçerken iki gözü âmâ bir adam padişahın dikkatini çeker. Âmâ: — Kendine güvenen gelsin bana bir vursun, der. Gelen de vurur, giden de. Dayağı yiyince de: — Oh, dinlendi! Bu bana müstahak, der. Padişah vezirlerine: — Bu adamın ismini cismini alın. Akşam çağıralım. Bir soralım bu adam niye böyle yapıyor, diye emir verir. Geçerler. Başka bir sokaktan geçerken, bir demirci dükkânına varırlar. Demirci hiç durmadan bir körüğün yanına bir örsün yanına koşar. Bir körüğün yanına bir örsün yanına... Demircinin bu hali padişahın ilgisini çeker. Vezirlerine: — Bu adamı da çağırın, bu neden böyle yapar acaba, diye emir verir. Yürürler.  Caminin oraya doğru vardıklarında bir müezzinin hareketleri dikkatlerini çeker. Müezzinin minareye çıktığını, paldır küldür indiğini görürler. Balkar ki, bir çıkar bir iner, bir çıkar bir iner...  Padişah: — Bunu da çağırın! Bakalım bu neden böyle yapıyor? Vardır bunun da bir hikmeti, der. Ayrılırlar. Padişah saraya gelince emir verir: — Âmâ, demirci ve müezzini bulup gelin. Vezirler bunları bulup saraya getirirler. Padişah, gelenleri tek tek huzuruna çağırmaya başlar: — Getirin bakalım âmâyı. Önce onu bir dinleyelim, onun derdi neymiş, der. Huzuruna gelen âmâya: — Her gelene geçene tokat vurdurup ‘Müstahak’ diyorsun. Ben bunun sebebini merak ediyorum, der. Âmâ anlatmaya başlar: — Benim kırk katırım vardı. Bir tüccar kiraladı. Issız bir vadide giderken, bunun yükünün altın olduğunu hiyalladım. Adamın yakasından tuttum, ‘Seni öldüreceğim.’ dedim. ‘Gel beni öldürme, sana altınlar vereyim’ dediyse de kabul etmedim. ‘Ben seni öldüreceğim.’ diye üzerine yürüdüm. ‘Yapma etme’ diye yalvardı, yakardı. ‘Olmaz, illa ki öldüreceğim.’ diye ısrar ettim. “Katırlarla altınların hepsi senin olsun.” dedi. Kabul etmedim.  Hançeri çektim bağrına dayadım. ‘Dur, ben de bir sürme var. Gözüne süreyim, yeraltında ne hazine varsa görürsün.’, dedi. Kabul ettim. Gözümün birine sürdü, baktım nerde altın varsa görüyorum. ‘Öbürüne de sür!’ dedim. ‘Kör olursun!’, diye uyardıysa da ‘Sen sür.’ dedim. Sürdü. İşte gözlerim ondan kör oldu. Benim gözümü hırs bürüdü. Bu bana müstahak. Dayağı yedim mi canım rahat ediyor, der. Padişah: — Pekiyi, çağırın bakalım şu demirciyi, der. Huzuruna gelen demirciye sorar: — Bir körüğe bir örse koşardın. Bu acayip halin nedir? Demirci anlatmaya başlar: — Bir gün müşteri kalabalıktı, işi bitirmeyi başaramadım geceye kaldım. Dükkânı kapatmadım. Gittim bir tavuk aldım. Tavuğu pişirttim geldim. Örsün başında yemeye başladım. Kapıdan bir kedi çıktı. Bana, ‘Tavuğun budunun birini ver de, yeraltında ne kadar hazine varsa göstereyim.’ dedi.  ‘Git hadi oradan, pisss!’ dedim. ‘Ben çok açım, sana nere?’ diye söylendim. Butları yedim, kanatlara geçtim. Kedi geldi yine konuştu. Yine vermedim. Tavuğu yedim bitirdim. Bir baktım ki, körüğün yanında bir delik açıldı. Deliğin içi altın dolu… Koştum altınları almaya vardım. Altınlar yok. Bu sefer örsün orda göründü, koştum oraya orada da altın yok. Oraya koşuyorum burada, buraya koşuyorum orada… Böyle böyle altınları bir türlü alamadım. Ben açgözlülük ettim. Halim budur, der. — Eee, Müezzin Efendi senin de acayip hallerin vardı! Minareye bir çıkıyor bir iniyor dun. Nedir bunun sebebi? Müezzin de anlatır: — Bir sabah namazı çıktım minareye ezan okudum. Ezanı bitirdim. Bir akkuş geldi. Beni kaptı, götürdü götürdü bir gül bahçesine koydu. Gül bahçesinde bir saray vardı. Sarayda bir yaşlı kadın, bir de güzel kızı vardı. Yaşlı kadın beni karşıladı. ‘Oğlum, çoktan beri seni gözlüyordum. Kavuşmayı Allah bu güne nasip etmiş.’ dedi. Yedirdi, içirdi.  Nihayet kocakarı beni odada yalnız bırakıp dışarı çıktı. Baktım ki, etrafta altınlar, elmaslar, mücevherler, yüzükler... Yerimden kalktım yüzüğün birini parmağıma taktım. Kocakarı tekrar geldi. Parmağımdaki yüzüğü gördü. Akkuşu çağırdı: — Bire, bu bana yaramaz, deyip kovdu. — Kuş beni kaptığı gibi şerefenin başına bıraktı. Acaba o akkuş gelir de, yine beni götürür mü diye minareye bir çıkar bir inerim. Ben hıyanet ettim. Halim budur, der.  
Âmâ - Demirci – Müezzin
Isparta
Akdeniz Bölgesi
                Şimdi bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir çoban varmış. Bir tane de inek güdermiş. Her gün o inek kaybolurmuş. Çoban, her gün ağlaya ağlaya o ineği ararmış. İnek akşam eve dönüp gelirmiş. İnek bir gün öyle, iki gün öyle, üç gün öyle. Çocuk, diyor ki tamdan* saldığı zaman:           — Ben, bugün bu ineği kuyruğundan tutucam, hiç koyuvermicem, nereye giderse gidicem, diyo.           Gidiyo gidiyo gidiyo, bir kayanın dibine inek varıyo. Diyo çocuk:           — İnek burda napıcak?           İnek, kayayı böyle diliyle yalıyo. Bir mağara açılıyo. Mağaranın içine bir bakıyo ki mağarada bir tane at bağlı, bir tane de domuz bağlı. Çocuk şaşırıp kalıyo. İnek çabuk çabuk onların önündekileri (atın önünde fındık kabuğu varmış, domuzun önünde fındığın içi, cevizin içi varmış) yermiş. İnek onlara her gün dadanmış. İnek onun için her gün kaybolur gidermiş. İnek onları çabuk çabuk yiyo. Tekrar dönüyo gidiyo. Çocuk şaşkınlıktan orda kalıyo, çıkamıyo. Öyle böyle akşam olmaya karar düşüyo, diyo ki at (eskiden hayvanlar insanlarla konuşuyormuş.):           — Ey insanoğlu, sen burda kaldın, diyo. Dev karısı gelip seni yer, diyo. Şimdi sen, diyo tuvaletin altına git, dev karısı geldiği zaman tuvalete gider, sen o zaman bağırırsın, diyo. Anne düştüm, anne düştüm diye bağırırsın, diyo. O zaman seni eve alır, yemeden kurtulursun, diyo. Yoksa seni yer, diyo.           Atın sözünü dinliyo, oraya gidiyo. Dev karısı geliyo. Çocuk, lavabodan geçtiği zaman ses çıkartıyo. [Dev karısı] Çocuğu ordan alıyo, güzel bir yıkıyo, eve koyuyo. Hemen yemiyo, yani bir anda yemiyo. Ordan şimdi onu evde bırakıyo. Dört beş gün böyle, her gün evde kalıyo. Diyo ki:           — Bugün eline bir elma veriyo bununla oyna sen, diyo.           Her gün dev karısı ordan bir yerlere gidermiş. O çıktığı zaman çocuk, her gün atın yanına gidermiş. Atın önündeki kabukları domuzun önüne sürermiş, domuzun önündekileri ata verirmiş. Her gün öyle öyle atı beslermiş. Ordan bir gün, diyo ki elmayı düşürme diye tembih etmiş. Hani evin ortasında kuyu varmış elmayı oraya düşürüyo. Ordan elmayı alırken çocuğun elleri altın sarısına bulanıyo. Oysa orası altın suyu kuyusuymuş. Dev karısı geliyor, elini sarmış çocuk tabi. Ordan, diyo ki:           — Oğlum, diyo eline ne oldu? Diyo.           Böyle böyle, diyo:           — Elmayı düşürme dedin, diyo. Oraya gittim elimde böyle oldu, diyo.           — Soyun bakim, diyo.           Çocuğu o göle bir daldırıyor. Çocuk oluyo pırıl pırıl, altın suyu gibi sapsarı bir oğlan çocuğuymuş. Ordan bir gün yine atın yanına o haliyle gidiyo. At, diyo ki:           — Ey insanoğlu, diyo. Bugün son günün, dev karısı seni yiyecek, diyo. Çabuk olman lazım, kaçmamız lazım, diyo. Bugün geldiği zaman seni yiyecek, diyo.           Hani en son böyle pırıl pırıl yaptığı zaman at, yiyeceğini anlamış tabi. İnsanlarla da konuşuyormuş hayvanlar o zaman.           — Çabuk ol, diyo. Filan yerde heybe var, heybenin gözüne tuz, bıçak, buğday, sabun koy, diyo. Çabuk hazırlan çıkalım, diyo.            Bunları çocuk hemen çabuk çabuk yapıyo, çıkıyorlar mağaradan. Çıktıkları zaman dev karısı geliyo. Onların olmadığını anlıyo. O da domuza biniyo. Onların peşinden koşmaya başlıyor. Onlar gidiyo onlar koşuyo, onlar gidiyo onlar koşuyo. Yerişmeye* az kaldığı zaman diyor ki at çocuğa:           — Buğdayı sep, diyo.           Buğdayı sepince arkasından komple septiği yerden gerisi buğday oluyo. Domuz zaten çocuk her gün önündekileri aldığı için ölmüş açlıktan. Domuz buğdayları yicem diye ata yetişemiyo. Ondan sonra şimdi o mesafe bittiği zaman, at:           — Sabun at, diyo.           Onun attığı yerden gerisi hep sabun oluyo. Bu sefer sabuna bastıkça düşüyo. Domuz, bu sefer bunları yine tutamıyo, yerişemiyo. Ondan sonra, diyo:           — Bıçak.           Bıçağı atıyo ayaklarını kesiyo. Yine yavaşlıyo yerişemiyo. Ondan sonra:           — Tuzu at, diyo.           Bu sefer tuz kesikleri yakıyo, gine domuz yavaşlıyo, gine yerişemiyo. Çünkü domuz hızlı gidiyormuş, yerişebilirmiş onlar olmasa. Ondan aceleyle çocuk diyo ki:           — Bitti.           At:           — Bitti mi heybedekiler? Diyo. Heybenin soluna sağını, sağını soluna çevir, diyo.           Bir ırmak geliyor önlerine. O da heycandan atın dediğini yanlış yapıyor. O ırmak, atın önünde oluyor bir deniz. Çocuk atın önünde, ee şimdi yerişecekler engel yok arkada. Ondan şindi:           — Nasıl geçeriz? Neyse, diyo bu bizim kaderimiz. Yavaş yavaş geçicez.           At yüze yüze kıyıya geçiyo. Orda çocuğu indiriyo. Domuzla dev karısı oraya geliyor, diyo ki:           — Ey insanoğlu, oraya nasıl geçtiniz? Bana da söyle.           — Ordan bir delik taş var onu görüyon mu? Diyo. Ona başını sok, o zaman şaptı mı* geçersin, diyo.           Zorlan domuzun başını taşa sokuyo. Ordan çubuğu da vurdu mu denize kaynayı* gidiyorlar. Dev karısı ile domuz, ondan kurtuluyor. Ondan sonra, diyo ki şimdi at:           — Benim işim görevim buraya kadar. Şimdi sen kendi şeyine bakacaksın ama seni bu güzellikte koymazlar. Sen, diyo (daa arşıda koyun çobanı varmış) git, o koyun çobanın yanına, diyo. Para veriyo. (Para mara zaten her şey varmış atın heybesinde.) Ondan sen, diyo bir koyun satın al, diyo. İşkembesini kafana geçir. Ol bir Keloğlan, diyo. Hani öyle olmazsa seni yaşatmazlar bu güzellikte.           Ondan sonra çocuk koyunu çobandan satın alıyo. Şimdi işkembesini geçiriyor. Vızır vızır, vızır vızır bir köye doğru gidiyor. (Artık hani evi var mıydı da sığındı bir eve onu bilmiyorum da bir eve oturuyo.) Bir odalı bir yere oturuyo. Ondan her gün şimdi dışarıya çıkıp gezermiş gelirmiş, gezermiş gelirmiş. Atı diyor ki:           — Üç kıl al benden, diyo başın sıkıştığında beni çağırır, diyo. Ben gelirim, diyo.           Sıkıldığı zaman atını çağırıp gezer, tozarmış. Bir gün öyle, iki gün öyle. Bir gün padişahın kızı buna aşık oluyo. Padişahın kızını istemeye gidiyo. Keloğlan diye fakir diye hani kendinden düşkün diye beğenmiyor. Madem, diyo kıza da soruyo. Kız, diyo:           — Ben istiyorum.           Kızı gece düğün müğün etmeden, uyuz muyuz bir atla Keloğlan'ın yanına getiriyorlar. Düğün etmiyorlar, sen onu istedin diye beğenmiyormuş. Öbür kızları da padişahların oğullarıyla evliymiş. Üç kızı varmış. Ötekileri padişah oğulları evliymiş. O da Keloğlanı seçti diye düğün müğün yapmadan bir gece bırakıvermiş. Ordan, diyor ki bir gün Keloğlan (padişahların o zamanlarda savaşları, herhangi bir şeyleri olurmuş. Hep padişah oğullarına herkese haber verirmiş Keloğlana vermezmiş, hani onu adam yerine koymazmış yani basit görüyormuş.) karısına:           — Atı eyerle, diyo. Bana haber vermedi baban ama ben yine de yavaş yavaş gidim, diyo.           Ordan belirli gözden uzaklaştı mı öbür atını çağırıyo. Güzelleşiyor, giyiniyor, kuşanıyo. (O atında her şeyi hazırmış.) Ordan gidiyo o savaştıkları alana, ondan önce varıyo. Ordakilerin hepsini yok ediyo, savaşıyo. Onların önüne geliyo, diyo ki:           — Padişahım, diyo filan şey de şuramı yaraladım mendilini verir misin? (Birinci savaşta.) Veriyo:           — Hay hay, diyo. Ama geliyo karısına merak ediyo, diyo ki:           — Hanım, diyo bugün bir genç biz varmadan orayı hep bütün şeyleri savaştı yok etti. Bize bir iş kalmadı, diyo. Döndük geldik, diyo. Keşke onun gibi bu dünyada bi oğlum, bi damadım olsaydı, diyo.           Niyse yine çocuk belirli yereden* atına binerek geliyormuş. Ordan eski haline dönerek köye geliyomuş. Bi öyle, ikinci öyle. İkinci de öyle saatim düştü. (Üç kere böyle şey oluyo.) Bir gün padişah hastalanıyor. Diyorlar ki:           — Bir yerde domuz eti var. Domuz etinin bir tarafı tatlı, bir tarafı acı olurmuş. Tatlı tarafından yediği zaman o hastalığı gitcekmiş. Ordan tabi damatları, kızlardan haber alıyor. Keloğlan’ın karısı haber alıyo ama onu hiçbir şey yerine koyup da haber vermiyorlar. Güya beğenmiyorlar. (Keloğlan basit.) Ordan şimdi, diyo ki:           — Ben gidiyim bakim, diyo.           Keloğlan, et satın alınacak yere varıyo. Onun sahibine diyor ki:           — Bütün her şeyin parası benden, ben verecem. Buraya şimdi iki kişi gelecek. Onlara sen hiç karışmican. Ben karışıcam, diyo. Ama ben sana bütün masarrafını vercem, diyo.           — Tamam, diyo.           Onlardan önce oraya varıyo. Şimdi iki damat geliyor. Böyle böyle, diyo. Diyo:           — Keloğlan, burdan parayla et yok, diyo. Burda diyo damgayla et var, diyo.           — Nasıl olur? Diyo.           (Burada para geçmiyor.) Şimdi fısır fısır ediyorlar. Damgayla biz nasıl et alıcaz? Bize sordu mu ne dicez? Aman, damgayı ne görücek ki? Diyorlar. (Damga da kıçlarına basılacakmış.)           — Damgayı kim nerde görecek ki, diyo alalım bari, diyo. Eli boş dönersek olmaz diyorlar.           Ordan şimdi onlara eti veriyo, gidiyo. Keloğlan da kendine iyi yerden et alıyo, dönüyo. Şimdi karısına, diyo ki:           — Ben gitsem şey yapmaz, diyo. Sen şu eti babana götür yesin, diyo.           Ordan onu babasına getiriyor. Yedin mi padişah iyileşiyor. Bu sefer iyileştin mi onu, bu sefer eve çağırıyor, diyo ki:           — Gel bakayım buraya, diyo. Bunlar eti nerden aldı, sen eti nerden aldın?           — Böyle böyle, diyo. Ben de oraya gittim, diyo. Orda bi paralı et var, diyo bir de parasız et var, diyo. Onlar o zaman parasız eti almışlardır, diyo. Bir damgaylan bir de paralı var, diyo. Açsınlar bakalım götlerini neylen aldıkları belli olur, diyo.           Sonra açıyorlar sıkıla sıkıla. Nasıl yapalım nasıl yapalım? Bakıyorlar ki damgalı. Ordan diyor ki Keloğlan:           — Bak bunlar parasız almış, damgayla almış, diyo. Ben fakirim ama eti, diyo parayla aldım.           Kendini öne çıkaracak, padişaha beğendirecek. Ordan öbür damatlar pasif olmuş bu sefer. Yakışıklı yakışıklı bir de giyiniyo, gidiyo. Sonra padişah bakıyo anlıyo ki bu savaşlara katılan oğlan …           Keloğlan:           — Padişahım, diyo şimdi filan zaman bu mendili almıştım senden.           İlk defa çağırdı ya evine şimdi oturup konuşuyorlar.           — Filan şeyde mendil senin değil mi?           — Benim.           — İşte bu saat senin değil mi?           — Benim.           Bir şey daha varmış da orayı şimdi aklımda tutamadım, yıllar geçmiş çünkü. O da:           — Bunlar benim, diyo.           O zaman da padişah, diyo:           — O yakışıklı oğlan sen misin? diyo.           — Benim padişahım, diyo.           Öyle öğrendiği zaman yeniden bunlara kırk gün kırk gece düğün yapıyo. (Yani artık şey olmadığını Keloğlan olmadığını anlamış.) Onlar ermiş muratlarına biz gidelim kerevetine.             *tamdan: Ahırdan.           *yerişmeye: Yetişmeye.          *şaptı mı: Şey yaptımı.          *kaynayı: Karışarak.          *yereden: Yere kadar.              
Padişah ile Keloğlan
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
          Üç tane çocuk böyle oynarken ormanın derinliklerine dalıyorlar. Bir tanesi akıllıymış, ekmek kırıntıları atıyormuş. Atıyo ama ekmek kırıklarını da kuşlar muşlar yiyormuş. Bunlar baya bir gidiyorlar. Sonra hava kararıyo, geri dönüş yolunu bulamıyolar. Ondan sonra, diyor ki:           — Ben ekmek attım ama ekmek yok, kuşlar yemiş. Arkasına dönüp bakıyo ekmek mekmek yok.           Ondan sonra gecenin bir yarısı olmuş. Karanlıkta ne yapalım? Ne edelim? İlerde bir ışık görüyorlar. Orda bir ev var. Oraya gidiyorlar. Orası da devin eviymiş. Kadını dev değilmiş insan yemezmiş ama dev insan yermiş. Sonra bu çocukları görünce hanımına, diyo ki:           — Bunları yiyecem, bunları kesicem.           Dev bunları kesmeye karar vermiş ama hanımı kestirmemiş. Sonra onları yediriyo, uyutuyo. Devin de kendisinin üç tane kızı varmış. Kızları ayrı odaya, o misafir erkek çocukları ayrı odaya yatırmış. Dev, şimdi bunların odasını biliyo ya bunları gece olunca, herkes uyuyunca, (çocuklar uyuyunca) kesip yiyecek. Yani kesecek bunları. Ertesi gün de yiyeycek, hanımına pişirtecek. Sonra küçük çocuk (akıllıymış o misafir çocuk) demiş ki:           — Abi abi, demiş. Kalkın, demiş.           — Ne oldu? Demişler.           — Biz, demiş kızların odasına geçelim. Kızları buraya gönderelim.           — Niye?           — İşte ben öyle istiyorum, demiş. Yapalım, demiş.           Çocuklar kızları kaldırıyorlar. Kendileri kızların yataklarına giriyo, yatıyo. Kızlar da oğlanların yatağına gidiyorlar. Yer değiştiriyor bunlar. Herkes uyudu diyerekten[1] dev geliyo, oğlanları kesiyorum diye (misafir çocukları,) kendi kızlarını kesiyo, öldürüyo. Ondan sonra sabah olmadan, bu çocuklar daha gün ışımadan kaçıyorlar. Ormanın derinliklerine kaçıp yine kayboluyorlar. Şimdi çocuklar, dev görürse kızlarını kestiğini yine bizim peşimize düşer diye korkuyolar. Dev uyanıyor hanımına, diyor ki:           — Hanım, git diyo. Etleri pişir ben çocukları kestim, diyo.           — Ne yaptın? Diyo.           — Çocukları kestim, diyo.           Diyo ki:           — Niye kestin onları? Hani söz vermiştin, kesmeyecektin? Diyo.           Hanımı gidiyo oğlanların odasına, ana bakıyo ki kendi kızları. Diyo ki:           — Sen naptın naptın? Bizim çocukları sen kesmişsin, diyo.           Ondan sonra dev bir daha deliriyor. Düşüyo bunların peşine ama bunlar sabah olmuş, kaçmışlar. Yolunu bulup kendi evlerine ulaşmışlar. Dev bunları göremiyor. Sonra dev pişman oluyo. Yani gece yaptığı işten pişman oluyo. Kendi kızlarını kesmiş çok üzülmüş.     [1] Diyerek
Dev ile Erkek Kardeşler
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Varmış yokmuş bir padişah varmış. Bu padişahın bir tek kızı varmış. Bu padişah, benim bu kızımın yazısı nasıl, diye baktırır. Cenabı Allah onu onu fakir birisine yazmış, derler. O padişah gazap ediyor: -Ya Rabbülalemin, ben bir padişah olayım da benim evladım bir fakire düşsün, diyor. Neyse bir zaman geçer, zengin bir adam bu kızı ister. Kızı verirler, gelini yola çıkarırlar, yan yolda bir fırtına tutar, bir alamet çıkar, ne düğüncü gelini görür, ne de gelin düğüncüyü görür. Cenabı Allah gelinin tahtırevanını götürür, bir denizin kıyısında bırakır. Gelin üç gün orada aç susuz, per perişan kalır. Bir çoban, oraya davarını götürür, gelini görür. Sorar: -Bacım, sen nerelisin, neyin nesisin, sen buraya neden geldin? -Kardeşim hiç sorma, ben bir padişah kızıyım. Böyle böyle oldu. Akşama kadar beraber davar otarırlar, ekmek yerler. Aksam olunca çobanın evine gelirler. Çoban der ki: -Bacım, sen Allah’ın emriyle beni almazsın, ama dünya ahiret kardeşim ol, gene yanımda dur. Yalnız Allah’ın emriyle beni almaz mısın? -Alırım, neden almayayım kardeş. Çoban gider hocayı getirir, Allah’ın emriyle nikahlarını kıydırır, bu kızı alır. Bir zaman sonra bunların bir oğulları olur. Kız der ki: -Eğer gücenmezsen bu oğlumun ismini ben koyayım. -Neden güceneyim, nasıl biliyorsan öyle yap. Kız, çocuğunun adını "Neydim" koyar. Bir zaman sonra bir çocukları daha olur. Kız: -Gücenmezsen bunun ismini de ben koyayım. -Sen bilirsin, ben sana gücenmem. Kız ikinci çocuğunun adını da "Noldum" koyar. Zaman sonra bir çocukları daha olur. Kız: -Bunun ismini de ben koyayım. -Sen bilirsin, bana hiç sorma. Kız üçüncü çocuğunun ismini de "Nolacağım" koyar. Hayli vakit geçer, çoban büyük oğluyla beraber davar otarmaya gider. Kızın babası Padişah, derviş kıyafetinde devriye çıkmış. Oraya dahil olur. O çobana der ki: -Oğlum, bu gece sen beni misafir etmez misin? -Dervişim, benim yerim yok, bir tek göz odam var, çocuklarım var, sen sığmazsın. -Peki oğlum, benim ekmeğim aşım hep yanımda, yalnız bu akşam sizde yatayım. -Oğlum, bu dervişi götür, evde misafir etsinler. Çocuk dervişi eve götürür. Ne kız babasını tanır, ne de babası kızını. Kız, çocuklarına seslenir: -Neydim, sen bu işi böyle yap. -Noldum, yavrum, sen de bu işi böyle yapma. -Nolacağim, sen bunu neden böyle yapmadın? Padişah, “Bu eksik etek, bu çocuklara neden böyle isimler koymuş” diye düşünür. Sorar: -Evladım, sen neden bu çocuklara böyle isimler koydun? -Hocam, hiç  sorma.             -Yok, söyle, neden böyle koydun? -Ben bir padişah kızıyım. Babam remil baktırmış, ben çok fakire yazılmışım. Beni bir zengin yere verdi. Beni götürürlerken yolda bir fırtına çıktı, ben denizin kıyısına geldim. Bu çoban beni buldu. Allah’ın emriyle de aldı. Onun için de bu çocuklara böyle isimler koydum. -Sen benim evladımsın, ben seni tanıyamadım. O zaman sarmaşırlar, ağlaşırlar. Akşam çoban davarını getirdiğinde padişah der ki: -Evladım, herkesin davarını kendine ver, değneğini at. Ben sizi memlekete götüreceğim.  
Neydim Ne Oldum Ne Olacağım
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, bit kadın varmış. Bu kadının hiç çocuğu olmazmış. Bu kadın da niye çocuğum olmuyor diye üzülürmüş. Bir gün komşuya gitmiş. Konuşurlarken, bu demiş ki: "Benim çocuğum olmuyor, ne edeyim?" Oradaki kadınlar da bunu boşa almışlar, demişler ki: -Eve git, bir üsküreye bulgur doldur, üzerine de alta soğan koy, yalnız birini yarıya böl de koy. Bir fukara gelince ver, çocuğun olur. Kadın da bunlara inanmış, dediklerini yapmış. Bu kadının sahiden çocuğu olmuş. Altı çocuğu olmuş; beşi tamam, bir teki yarımmış. Bunlar fakir oldukları için bu oğlanlar demişler ki: -Biz toplanalım, gidelim, devin kızını, malını alalım, zengin olalım. Yola düşmüşler, giderlerken atlı bir adam görmüşler. Adam bunlara sormuş: -Oğlum, nereye gidiyorsunuz? -Devi vurup, zengin olmaya gidiyoruz. -Ben böyle böyle edene kadar atımın kuyruğundan bir kıl çekerseniz zengin olursunuz, yoksa olamazsınız. Adam böyle böyle etmiş, bunlar çabalamışlar çabalamışlar, bir şey edememişler. Adam: "Sizin elinizden bir şey gelmez." demiş. Bunlar Yarımca’yı evde bırakmışlar, beş kardeş gidiyorlarmış. Bunlar epeyce daha gitmişler. Bir adam bir kavak ağacına bir iğne sokmuş, gölgesinde oturuyormuş. Bunlara demiş ki: -Ben böyle böyle edene kadar siz bu kavaktan iğneyi çekerseniz zengin olursunuz, yoksa olamazsınız. Adam böyle böyle edene kadar bunlar ellerini bile uzatamamışlar. Adam: "Siz zengin olamazsınız." demiş. Biraz daha gitmişler, bir kadın culfa dokuyormuş, bunlara sormuş: -Yiğitler, nereye gidiyorsunuz. -Devi vurup zengin olmaya gidiyoruz. -Ben böyle böyle edene kadar siz tezgahın direzini koparırsanız zengin olursunuz, yoksa olamazsınız. Bunlar gene hiçbir şey yapamamışlar, kadın: "Siz zengin olamazsınız, boşu boşuna gitmeyin." demiş. Bunlar gitmişler gitmişler, devin bahçesine dahil olmuşlar. Devin kızı demiş ki: -Baba, seni vuran geliyor, -Kızım, nereye geliyor? -Bahçeye geliyorlar. -Hele bak ne ediyorlar? -Yavaş yavaş geziyorlar. -Onların tatlı cam benim ağzımda. Kızım nereye geldiler? -Baba telekliğe geldiler. -Kızım, nasıl üzüm yiyorlar. -Hep hep yiyorlar. -Onların tatlı canı benim ağzımda. Kızım, nereye geldiler? -Kapının karşınına geldiler. -Nasıl hareket ediyorlar? -Hiç, durmuş da bakıyorlar. Dev basını çıkarıp beş kardeşi birden yutmuş. Anaları beklemiş beklemiş, gelecekler de zengin olacaklar diye. Bunlar gelmeyince bu Yarimca de­miş ki: -Onların elinden bir şey gelmez, ben gideyim de kardeşlerimi bulayım, hem de para bulup geleyim. Kalkmış, yola düşmüş, biraz gittikten soma kardeşlerinin rastladığı adama rastlamış. Adam böyle böyle edene kadar atın kuyruğunu kökünden söküp çıkartmış. Adam demiş ki: -Oğlum, atımın kuyruğunu geri ver. -Bununla anam bana kalbur yapacak, ben de bulgur eleyeceğim. Epeyce daha gitmiş, kavaktaki iğneyi görmüş. Adam daha böyle böyle etmeden Yarımca kavağı kökleyip yürümüş. Biraz daha gitmiş, culfa dokuyan kadını görmüş. Kadın sormuş: -Oğlum, nereye gidiyorsun? -Devi vurup zengin olmaya gidiyorum. -Benim tezgahımdan bir tel iplik çekebilirsen devi öldürürsün. Tezgahı bir çekmiş, direzi olduğu gibi omzuna almış. Kadın yalvarmış yakarmış, demiş ki: -Oğlum, getir ver. -Yok, ben bunu anneme götürürüm, bana tuman dokur, giyinirim." Yoluna devam etmiş, devin bahçesine dahil olmuş. Kız demiş ki: -Baba, seni vuran geldi. -Kızım, nereye geldi, -Bahçeye geldi. -Ne ediyor? -Bilmem, çapkın gibi dolaşıyor.- -Kızım, nereye geldi? -Telekliğe geldi. -Nasıl üzüm yiyor? -Seteyi, meteyi, çalıyı çırpıyı ağzına çekiyor. -Benim tatlı canım onun ağzına gidecek. Kızım nereye geldi? -Kapının karşısına. Dev kafasını çıkartınca, Yarımca bıçağı ile devin başını kesmiş. Devin karnını yarıp beş kardeşini dışarı çıkartmış. Hepsi kalkıp devin kızına sormuşlar. -Kız, babamın hazinesi nerede? -Babamın hazinesini ben söyleyemem. -Senin boynunu keseriz. -Benim bu kolumu kesin, kan nereye sıçrarsa hazine oradadır. Kızın kolunu kesmişler, kan bir küllük yere sıçramış. Orayı eşmişler, hazineyi bulmuşlar. Altını, emareti bulmuşlar. Devin kızı demiş ki: -Babamın eşyası da bu kuyudadır. Kardeşleri: "Biz inemeyiz." demişler, Yarımca, beline ipi bağlamış, asağı inmiş. Yükte hafif pahada ağır ne varsa hepsini yukarı yollamış. Yarımca’nın, canına ayan olmuş, kardeşlerim beni bu kuyuda bırakırlar. Kendisi bir kırık çininin içine girmiş, kapağını da kapamış. İple bağlayıp, yukarıya kardeşlerine seslenmiş. -Bunu çok yavaş çekin içi yağ dolu. Kardeşleri çiniyi yukarıya çekmişler. Yarımca’yı da kuyu da bıraktık zannederek yola çıkmışlar. Yolda Yarımca’nın su dökmesi gelmiş, orada yapmış, kardeşinin sırtı ıslanmış."Bu yağ da erimiş, hep üstüne başıma aktı." demiş. Bunlar eve gelmişler, anneleri sormuş: -Hani Yarımca? -Aman ana bunca zengin olduk, sen Yarımca’yı soruyorsun. Orada bıraktık geldik. -Ah oğlum, ciğerinize nasıl kıydınız, yazıktır. Orada Yarımca kafasını çininin içinden çıkarmış, demiş ki: -Ben buradayım, yağın da kardeşimin sırtına çıktı. Babaları da zengin olmuş, orada bir keyif, bir alem, yiyor içiyor, muradına geçiyor.  
Yarımca
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Vakti zamanında, ne varmış ne yokmuş. Bir ihtiyar kadın varmış, bit tek kızı varmış, kızını gelin etmiş. Kızını görmeye gidiyormuş, eskiden, eski insanların nesi varmış, iki tane keçisi varmış bunlardan yağ toplamış, bir ufak çiniye koymuş, bir şerikle ağzını kapatmış, çininin kulplarına kuvvetli bir ip bağlamış, eline almış, beli de eğrice yola çıkmış, bir yazının düzünde bir tilkiye rast gelmiş: "Anakarı nereye gidiyorsun?" "Oğul, kızımı gelin ettim, görmeğe gidiyorum" "Geride hiç çocuğun yok mu?" "Yok." "Beni evlat et, ne olur?" "Edeyim oğul, sen bana zaten lazımsın, damın deliğinde yalnızım." "Anakarı, ver çiniyi ben alayım." "Oğul, sen yorulursun, sen çocuksun, yazıktır sana." Neyse gidiyorlar, kadın çiniyi de tilkinin eline veriyor, kadı iki elini arkasına bağlıyor, tilki de arkası sıra geliyor, anakarı diyor ki: "Oğul, gel önüm sıra git, geride kalma." "Ana ben sana hürmeten arkadan geliyorum, nasıl önüne düşeyim, sen yürü, ben seni takip ediyorum." Tilki bir taraftan da eliyle yağ çıkartıyor, yiyor, çikartiyor, yiyor. Bunlar gidiyorlar, yağ da kurtuluyor, tilki biraz toprak alıp çininin dibine koyuyor, kulpunu veriyor nenenin eline: "Anakarı sen bunu al, gir bacımın evine, ben de geliyorum." Neyse çiniyi alıp anakarı içeriye giriyor, kız 9ininin i9ine bakıyor ki toprak: "Ana, bu toprağı niye getirdin?'" "Uy, oğul ne toprağıdır?" "Ey, ana gel bak, sen bana toprak getirmişsin." "Oğul, oğul, o tilki güyya bana evlat oldu, evladın da hayırlısı, yağı yemiş yalamış, yerine toprak doldurmuş, Nasıl edelim de buna bit tuzak kuralım? Tilki bacadan işitiyor: "İyi ettim anakarı, yağını yedim yaladım, yerine toprak koydum." "Oy, sen patlıyasın, ben nasıl edeyim de sana tuzak kurayım." Kız diyor ki: "Ana, karışma, bu senin başına çok iş getirecek." "Oğul, kara sakız yok mu azıcık? Kara sakız getir, bacanın ağzında eritelim, o gelip kuyruğunu aşağıya sarkıtınca kuyruğu kopar." Neyse bacaya kara sakız yapıştırıyorlar, ateşi aşağıdan yakınca, eriyor, yumuşuyor. Yatsı oluyor, tilki geliyor kuyruğunu aşağı sallıyor: "Ana, yedin mi yağı? Toprağı ben koydum, yedin mi?" O sırada kuyruğu yapışıyor, çekiyor, kırılıyor, kuyruğu kopuyor. Bağırınca biliyorlar ki, kuyruğu koptu, gidip bakıyorlar, hakikaten kuyruğu kökten kopmuş. Devresi gece tilki geliyor: "Anakarı, ne olur kuyruğumu ver, bir daha önümü bu tarafa döndürmeyeyim, bir garip yere gideyim." "Git, yağımı getir." Tilki keçiye gidiyor: "Keçi, ne olur süt ver, sütü çaliyim yoğurt edeyim, yoğurdu yayayım ayran edeyim, ayrandan yağ çıkarayım, yağı götürüp anakarıya vereyim, anakarı da kuyruğumu versin, önümü bu tarafa bir daha döndürmeyeyim." "Git, bana yaprak getir." Tilki bu kere dut’a gidiyor: "Dut, dut, yaprak ver, keçiye götüreyim, keçi süt versin, yoğurt edeyim, yoğurdu ayran, ayranı yağ edeyim, anakarıya götüreyim, kuyruğumu versin, önümü bu tarafa bir daha döndürmeyeyim." "Git bana su getir, köküme bağla." Çesmeye gidiyor: "Çesme, bana su ver, götürüp duta bağlayayım, dut yaprak versin, keçiye götüreyim, keçi süt versin, sütü yoğurt çalayım, yoğurdu ayran yapayım, yağ çıkartayım, yağı anakarıya vereyim, o da kuyruğumu versin, bir daha önümü buraya döndürmeyeyim." "Git kızları getir de benim üzerimde oynasınlar. "Kızlar gelin, çeşmenin başında oynayın, yeşme su versin, suyu dut'a götüreyim, dut yaprak versin keçiye götüreyim, keçi de bana süt versin, götürüp yoğurt çalayım, ayran yayayım, yağ çıkarayım, anakarıya vereyim, benim kuyruğumu versin ki ben de bir daha buralara gelmeyeyim." "Git bize yumurta getir." "Tavuklar, yumurta verin, kızlara götüreyim, kızlar gelip çeşmede oyna­sınlar, çeşme su versin, suyu dut'a vereyim, dut yaprak versin, keçiye götüreyim, keçi süt versin, yoğurt çalayım, yoğurdu ayran edeyim, yağını çıkartayım, anakarıya vereyim, anakari da kuyruğumu versin, ben bir daha buralara gelmeyeyim." "Git bize darı getir." Gidip bakıyor, bir çiftçi darı ekiyor, yalan söylüyor: "Çiftçi, çiftçi, eşeğini kurt yiyor." Çiftçi mastayı alıyor, koşup gidiyor. Tilki de torbayla darıyı tavuklara kaçırıp getiriyor, tavuklar yumurtluyorlar, yumurtaları kızlara götürüyor, kızlar çeşmede oynuyorlar, dut'a suyu götürüyor, dut yaprak veriyor, yapraklan keçiye götürüyor, keçi süt veriyor, götürüp yoğurt çalıyor, ayran yayıyor, ayranın yağını çıkartıyor, yağı anakarıya veriyor, anakarı da kuyruğunu veri­yor. Tilki bir daha önünü bu tarafa döndürmüyor, artik yiyor, içiyor, muradına geçiyor.  
Anakarıyla Tilki
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir annenin üç kızı varmış, Bu kızlardan biri bir gün çarşıya gitmiş et almış, eve gelirken bir konağın önünde bir it görmüş. Bu it kızın elinden eti kapıp kaçmış, konağa girmiş. Kız da arkası sıra gitmiş, demiş ki: — Teyze, sizin it, benim etimi kaçırdı, verin ben götüreyim. — Kızım, sen bu gece burada kalırsan veririz, yoksa vermeyiz. Kız korkusundan evine gidememiş, orada kalmış. Bu kızı bezemişler, tel duvak takmışlar, gelin gibi odaya koymuşlar, o iti de yanına koymuşlar. Bu kız sabaha kadar oturmuş, sonradan uykuya dalmış. İt de orada yatmış. Sabahleyin bakmış, oğulları insan değil gene köpek, bu kızın eline etini vermişler, yollamışlar. Kız, evine gelince annesi bağırmış çağırmış: — Neredeydin, ne oldu? Biz korktuk, seni bu kadar aradık. — Böyle, böyle. Bu sefer de ortancıl kız çarşıya gitmiş, et almış, dönerken o ite rastlamış, it eti ağızlamış, kaçmış. Kız da arkası sıra gene aynı konağa girmiş. Demiş ki: —Teyze, sizin it bizim eti kaçırdı, verin ben alıp gideyim. — Kızım, bu gece burada kal, yarın verelim, al da git evine. Bu kızı da bezemişler düzemişler. İtin yanına koymuşlar. Bu kız da biraz oturmuş, sonra uykusu gelmiş, uyumuş. Sabahleyin bunun eline de etini vermiş yollamışlar. Kız eve gelince en küçük bacıları da demiş ki: — İlla ben de gideceğim. Ben de bakayım o nasıl itmiş, kızları gelin edip bekletiyorlar. O da gitmiş, geçerken it elinden eti ağızlamış. Bu kız da itin arkasından konağa gitmiş, demiş ki: — Teyze, etimi verin, sizin köpek kaçırdı. — Kızım, bir gece bizde kal, öyle verelim. — Kalayım. Bu kızı da bezemişler, düzmüşler, itin yanına koymuşlar. Hani küçükler biraz şeytan olurlar ya, bu da içeride kendi kendine çarpışmaya başlamış, kendi kendine oynayıp gürültü yapmış. Evdekiler de kapıdan dinlemişler: — İyi, oğlumuz insanmış, demişler. Sabah olunca gelmişler, kapıyı tıklatmışlar. Kız: — Yavaş, kardeşiniz ayıktır. Yemeğini getirin, ibrik, leğen verin, elini yüzünü yıkasın. Kız kapının aralığından getirilenleri almış, elini yüzünü yıkamış, kendi kendine konuşuyormuş, it de orada yatıyormuş, hiç sesi çıkmıyormuş. Yemek gelince kız iki kaşıkla iki taraftan yemeği yemiş, kapları kapıya koymuş. Kız yiyip içip orada oturuyormuş. Bir gün, iki gün, üç gün böyle geçiyor. Bir gece kız ayıkmış, bakmış köpek yanında yok. Tüyü de orada duruyormuş. Devresi gün akşam, parmağını kesip, içine tuz basmış, uyumuş gibi yapıp yatmış. Biraz beklemiş, bakmış it kalktı, tüyünden çıktı, pencereden indi, gitti. Bu kız da kalkmış hemen arkası sıra gitmiş. Bu delikanlı bir ıssız yerde bir evden girmiş. Orası da peri kızlarının eviymiş. Oğlanı karşılamışlar, içeri alıp oturtmuşlar. Kız bunların konuşmalarını dinlemiş, peri kızının bu oğlandan hamile olduğunu öğrenmiş, geri dönmüş, gelmiş yatağına girmiş. Oğlan da biraz sonra gelmiş, gene tüyüne girmiş, oturmuş. Bu kız orada bunları dinlerken peri kızı demiş ki: — Benim gönlüm portakal istiyor, yarın bana getir. — Bir arsız kıza çattım, ona portakal gelirse, sana da getiririm. Bu kız sabah olunca hizmetçilere demiş ki: — Bana portakal getirin. Evdekiler de gelinimiz aş eriyor, torunumuz olacak diye sevinmişler. Bu kıza bir sandık portakal getirmişler. Bu kız gene akşama kadar, kendi kendi­ne gülmüş, söylemiş, oynamış. Yemiş, içmiş, oturmuş. Gece olunca kendini uykuya vurmuş ama bir taraftan da iti dinliyormuş. Yarı gece olunca it kalkmış, portakalı mendile koymuş, tüyünü çıkartıp dışarı çıkmış. Kız da arkası sıra gitmiş. Oğlan gene aynı eve girmiş. Peri kızıyla oturmuşlar, sevişmişler, konuşmuşlar. Gene oğlan gelmeden önce kız eve dönmüş. Bu kız bu oğlanı her gün takip etmiş. Artık peri kızının doğuracak günü gelmiş. Oğlanın bir gittiğinde peri kızı demiş ki: — Ben yarın akşam doğum yapacağım, bana bir ebe kadın bul da getir. — Nereden bulayım, arsız kız beni koymuyor ki, insan kılığına gireyim de bir tarafa gideyim. Hep onu bekliyorum. Peri kızına her şey ayan, kız sabırlı, gelip bunları dinlediğini biliyor; ama oğlana bildirmiyor. Arsız gene kapıdan işitmiş, oğlandan önce eve gelmiş, yatağına girmiş. Ertesi gün arsız kız bir kara don giymiş, boynuna da bir tespih takmış, gene oğlanın peşi sıra gitmiş. Oğlan gitmiş, peri kızına demiş ki: — Ne edeyim, ben sana ebe kadın bulamadım, koydum geldim. Kız dışarıdan bağırmaya başlamış: — Hasan, Hüseyin, oğlum neredesiniz? Yolu saşırdım, falan padişahın gelini doğuracaktı, oraya gidiyordum, burada karanlıkta kaldım. Peri kızı demiş ki: — Çık, çık kapının önünde bir ebe kadın var, al da gel onu buraya. Oğlan hemen kapının önüne çıkmış, demiş ki: — Gel gel teyze, burada bir doğum var, onu yaptır da öyle gidersin. Kızı içeriye almışlar, peri kızının bir oğlu olmuş, çocuğun doğduğu dakika Peri kızı demiş ki: — Nene karı, al bunu böylece sana hediye edeceğim. Benim yüreğim yoktur, ben çocuk büyütemem. Böyle göbeği üzerinde al da git. Bu kız çocuğunu alıp eve koşmuş, kapıyı tıklatmış, demiş ki: — Tez gelin bir torununuz oldu, alın. Hiç burada koymayın, oğlunuz çok titiz, burada çocuk istemez, siz besleyin. Bunlar çocuğu almışlar, sevinmişler güvenmişler, göbeğini kesmişler, oğlan peri kızına sormuş: — Çocuğu ne yaptın? — Ebe kadına verdim, aldı gitti. Bu oğlan gene gidip geliyormuş, arsız kız da ardı sıra. Peri kızının da canına yetmiş bir kız nasıl bu kadar sabredebiliyor diye. Bir gün oğlana demiş ki: — Artık sen benden vazgeç, sen benim kardeşimsin, ben de senin bacın. Sana izin verdim, babanın evine git, insan ol. Bu arsız kız da senin ailen olsun. Çocuğu da sünnet ettir. Ye, iç, muradına geç. Böyle gelip gitmeyle bir şey çıkmıyor. Arsız kıza da çok acıyorum, onun da nefsi var. — Öyle mi? — Öyle, artık tüyünü giyinme, git arsız kızın yanına yat, seni yanında görsün. Oğlan peri kızıyla orada vedalaşmış, eve dönmüş, arsız kızın yanına yatmış. Arsız kız birden sıçramış, bakmış, oğlan aslanlar gibi yanında yatıyor. Hemen kalkıp kapıyı açmış, gitmiş kaynanasının ellerini öpmüş. —Gelin oğlunuz insan oldu, demiş Oğlanın sünnetini kesmişler, bunların nikahlarını kıymışlar, birbirlerine vermişler. Yemiş, içmiş, muratlarına geçmişler.  
Arsız Kız
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
HELVACI GÜZELİ Evel varımış, bir varımış, çok söylemesi günahımış. Bir köyde, bir imam varımış. Bir de orada bir adam varımış. Bu adamın bir gizi, bir oğlu , bir de avradı varımış. Bunnar Hacc'a getmek isdiyorlarımış. Diyorlarımış ki: — Allah, biz bu gızı, kime amanat etsek de getsek? En iyisi köyün imamına amanat edek, demişler. Bunnar, garı goca, oğlannarını da alıp, Hacc'a gedicilerimiş. Köyün imamına, gızlarını amanat etmişler. Demişler ki: — Gizi içeriden çıkartma (harçlığını da bol bol vermişler gizin) , pencereden gonuş,gızın isdâni getir çarşıdan. Biz gelenâdar*, sahip ol gıza, demişler. — Olur, demiş imam. Bunnar, getmiş Hacc'a. Bu hoca, bir gün böyle, iki gün böyle, deken gıza âşık oluyor. Demiş ki: — Sen,beniyinen iyi olacân? — Nasıl olur, öyle şey olur mu? demiş gızı. — Yok, benînen* iyi olacaksın. — Olacaksın, olmıyacaksın derken, bakmış ki hoca, gene gızdan yüz bulamamış. Bir gün gene, bir cadı garısı varımış. Demiş ki: — Get, şu gıza de ki; 'Padişah ilan verdi, herkes mecburen hamama gelecek, dedi,' de, demiş. — Olur, demiş garı. Garı gelmiş, demiş ki: — Gızım, padişah ilan verdi, bütün millet, genç gızlar, avratlar, mecburen hamama gelecek, demiş. Gız: — Olur, sen gel, beni götür ebe, demiş. Garı gelmiş, gızı hamama eletmiş, gızı içeri goymuş ki, ondan başga hiç kimse yok! — Hanı ebe, herkes gelecek diyordun? demiş. — Şimdi gelecekler gızım. Garı, çıkmış getmiş ki, hoca gizin garşısına çıkmış. Giz bakmış ki, gurtulacağı yok. Hocaya demiş ki: — Gel, evelâ ben seni banyo yaptırım, ondan sonra olur, demiş. Giz, hocayı otuddurmuş, gafasını sabınnarkan, sabınnarkan, sabınnarkan, şimdi ordan eline bir çıbık almış amma, hocaya yanaşmış. Ver Allah ver... Hoca, gözünü açdıkca, sabin gözünü yakanmış, gız buna vururumuş. Hoca gözünü açarımış, giz vururumuş. Sonunda giz gaçmış, varmış içeriye dikilmiş. Gapıyı da üzerinden örtmüş. Hoca, gizi gaçırınca: — Başga olacak dâl*, bir mekdup yazım bunun babasına, demiş. Hoca, mektubu yazmış,Hac'daki gizin annesînen babasına demiş ki: — Siz getdiniz, gızmız köyün nâdara* genci varışa, hepiciğini eve alıyor. Baş gelemiyom gızınıza, demiş. Mekdup, gizin anasînen, babasının eline geçmiş. Babası okumuş ki, durum böyle böyle. Gizin gardaşına demiş ki: — Get, bacını öldür, gannı köynani bana getir, demiş. Gizin gardaşı, genegeri* köye gelmiş. Bacısına demiş ki: — Bacım, böyle böyle. —Yok gardaşım, öyle bişe yok, demiş gız. — Bacım, sen bu eveden gaç. Sırtında köynâ de çıkart, bana ver, demiş oğlan. Oğlan, bacısının köynâni almış. Bu, bir davşan vurmuş, köynâni davşan ganına belemiş, babasına götürmüş. Gelelim biz şimdi gıza. Giz, gaçmış gaçmış getmiş, başga bir memlekete. Ormannığa varmış, ikindin olmuş. Çıkmış ağacın başına. Bakmış ki, ordan bir avcı gediyor. Oda, padişahın oğluyumuş, avdan geliyorumuş. Padişahın oğlu, gafasını galdırıp ağacı dânemiş* ki, orada gözel bir gız var! Buna: — İs misin, cis misin, demiş. —İsimde, cisimde, demiş gız. Padişahın oğlu: — İn de seni eve götüreyim, demiş. Gız ağaçdan inmiş, padişahın oğlu, bunu terkisine almış, eve eletmiş. Bakmış ki giz çok güzel, hemen bunînen evlenmiş. Galan*, bunnar garı-goca olmuşlar. Bunun, üç tene oğlu olmuş. Bu üç oğlandan sonra, tabii aradan epeyce bir zaman geçmiş. Padişahın oğlu demiş ki: — Hanım, memleketine göndereyim mi seni? Ananı, babanı özledin mi? demiş. — Özledim, gönder, demiş giz. — Pekiyi. Padişah, bunun yanma başveziri vermiş, bir tabir da asger vermiş, bunu yollamış. Bunnar, gona gona gederlerimiş, yolları çok uzağımış. Bunnar, ağşam oluşun bir yere gonaklamış. Gonakliyeşin, bu başvezir demiş ki: — Beniyinen iyi olacân? — Yok, imkânı yok olmam, demiş giz. — Öyleyise, çocuğunun birini keserim! — Kesersen kes, olmam. Başvezir, çocuğun birini kesmiş. Sabah olmuş, ordan gene, eşyalarını yükletmişler. Gene bir yere varmışlar, gene ağşam olmuş, orada gonaklamışlar. Gene, bu başvezir demiş ki: — Benînen iyi olacân, demiş gıza. — Olmam, iyi olmam, demiş gız. — O zaman, ikinci çocuğunu da keserim! — Kesersen kes! Adam, onu da kesmiş. Bunnar, bir gonak daha gonaklamışlar. Başvezir, gene gızınan iyi olmak isdemiş. Gız, gabul etmiyeşin, adam üçüncü çocuğu da kesmiş. Bu son gonaklamada, galan gızın çaresi galmamış. Demiş ki: — Şuraya, bir tuvalete gedîm de, geri gelirim, demiş. — Gaçan, demiş başvezir. — O zaman, belime bir ip bağla, demiş. Başvezir, bunun beline bir ip bağlamış. Avrat, açcık* ireli* varışın, orada da bir ağaç varımış. Giz, belindeki ipi çözmüş, o ağaca bağlamış. Ondan sonra, gaça gaç. Vezir, ipi çekerimiş, ip sert gelirimiş. O da gızın belinde bağlı sananmış. Vezir, sabaha garşı, varmış bakmış ki, ne görsün? Avrat gaçmış getmiş, ip bir ağaçda bağlı duruyor! Bu gız, gaçmış gaçmış, hava da galan ışınmış, bir çobanın yanına varmış. Çobana demiş ki, parası da varımış cöbünde: — Şu, sırtıyın pırtısînen*, bir kötü goyun kes, bunun garınım bana ver, demiş. Giz, buna biraz para vermiş, çobanın sırtının pırtısını geymiş. Garının derisini de gafasına geymiş. Olmuş bir Keloğlan! Kimse bilmiyor, bunun gadın olduğunu. Düşmüş şimdi yola. Gede get, gede get gendilerinin memleketine varmış. Bu, orada bir helvacı yanına çırak olmuş. O gadar güzel helva yapanmış ki, bunun adı; "Helvacı Güzeli" olmuş. Geldi Helvacı Güzeli, getdi Helvacı Güzeli, derken bu gocası olan padişahın oğluyunan, Başvezir de tüccarlığa çıkmışımış. Mal alırlar, mal satarlar, derken onnarın memleketine varmışlar. Oraya varmışlar. Akşam olmuş, bu gızm babasıgile, bunnar misafir olmuş. Ağşam olmuş, şimdiki gimi gahve yok, bişe yok ya, hep bir eve toplanırlarımış. Herkes, bunun babasıgilin evine toplanmış. Bu , Helvacı Güzeli de gelmiş, şöyle oturmuş. Busalı: — Herkes,birer hikâye annatsın, demişler. Derken, derken sıra Helvacı Güzeli'ne gelmiş. Helvacı Güzeli demiş ki: — Ben hikâyeyi annatdım miyi, kimse yerinden gıpırdamıyacak. Tuvaletine gedecek olan getsin gelsin. Ben, gapıyı kitleyip anakdarı alacâm, demiş. — Tamam, demişler. Gapıyı kitlemiş bu, anakdarı eline almış, gapının ağzına oturmuş. Başından geçnnerin hepisini başlamış annatmaya. Demiş ki: — Benim anam, babam, gardeşim Hacc'a getdi. Beni, köyün imamına emanet etdiler, diyesin, hoca demiş ki: — Benim tuvaletim geldi, ben dışarı çıkacâm, demiş. — Duuur, altına et, demiş giz. Giz, gene annatmasına devam etmiş: — Bunnar Hacc'a getdi, beni hocaya amanat etdiler. Hoca, bana; 'Beniyinen iyi olacân, dedi. Ben de olmadım. Beni, oyununan hamama çağıtdırdı. Orda, hamamda, gene; 'Beniyinen iyi olacân,' dedi -demiş-. Banyo yapdırmak bahanesiynen, bunun başına çaldım sabim, çaldım sabini, vurdum sopayı - demiş-. Ondan sonra da gaçdım, eve geldim. Bu, babamın arkasından bir mektup yazmış. Mektup, babamın eline geçmiş. Babam, gardaşımı göndemiş. Gardaşım da beni öldürmeye gıyamadı. Benim köynâmi aldı, bir davşan vurdu, onun ganına beledi. Gannı koynâmi, babama götürdü. Ben de evden gaçdım. Epiye uzak gedişin, bakdım ki, ağşam olucu, bir ağacın başına çıkdım, Oradan bir avcı geçiyordu. O da padişahın oğluyumuş. Beni aldı, evine götürdü. Bunînen evlendik, üç tene çocuğumuz oldu. Bu arada, vezir demiş ki: — Benim tuvaletim geldi, dışarı çıkıcîm. Giz, ona da demiş ki: — Altına yap (vezir, durumu hemen annamış). Gocam, dedi ki bana; 'Hanım, memleketini özledin mi, seni göndereyim mi?' dedi. Beni, başvezirinen gönderdi. Yola geldikçe, vezir bana; 'Beniyinen iyi olacân,' dedi. Ben olmadıkça, o çocuğumun birini kesdi. Bu arada, vezir yerinde duramaz olmuş- Ondan sonra, veziri gandırdım, oradan gaçdım. Geldim buraya, bir helvacı yanına çırak durdum. Adım, Helvacı Güzeli oldu. İşde, o da benim, demiş, giz gafasmdakı deriyi meriyi çıkarıvermiş: — Şu babam, şu gardaşım, şu gocam, şu vezir, şu da hoca, demiş. Abarın, şimdi orada millet birbirine girişmiş. Padişahın oğlu vezire, babası hociye, derken geri bunu padişahın oğluna vermişler. Yemişler, içmişler, murazlarına geçmişler. Siz de geçin. *açcık: Azıcık, biraz, çok az. *benînen: Benimle. *dâne- : Temaşa etmek, bakmak, seyretmek. *dâl: Değil *galan: Artık, başka, sonra. *gelenedâr: Gelene kadar. *genegeri: Yeniden, tekrar. *ireli: İleri. *nâdara: ne kadar.
HELVACI GÜZELİ
Adana
Akdeniz Bölgesi
İKİ YILANLA EVLENEN KIZ Bir varmış, bir yokmuş, çok söylemesi günahımış. Bir tene adam varımış. Bu adamın da bir garasıyla, bir gizi varımış. Bir gün, adamın garısı ölüyor. Garısı ölünce, gizi hocaya yolluyorlar. Gız, esgi yazıyı öğreniyor. Tutuyor, hoca bunu okuduyor. Hocanın da, bu gizin babasında gönlü varımış. Babası da,köyün en zen­gin adamıyımış. Gıza diyor ki hoca: -Gızım, baban evlenmiyecek mi? -Hayır, babam evlenmiyecek. -Gızım, babana söyle de evlensin. Sen, yalınız bir gızsın, böyle olmaz. Babana söyle, evlensin, diyor. -Pekiyi, babama söylerim hocam, diyor gız. Gız geliyor, babasına söylüyor: -Baba, bana bir cici anne alsana, ben yalınız sıkılıyoın, diyor. -Gızım, ben artık yaşlandım, beni kim alır? diyor. -Ece baba, köyden birini seç, al. Ben, bir cici anne isdiyorum. -Pekiyi gızım, dur bakîm, bir gonuşalım, anlaşalım. Beni bir alan olursa alı­rım, diyor. Amma, adam çok zenginimiş. Gız, tekrar hocaya geliyor. Hoca diyor ki: -Gızım, babana söyledin mi? -Söyledim hocam. Babam, böyle böyle dedi; 'beni kim alacak?' dedi. -Gızım, babana get söyle; hocam seniyinen evlenir, onu isde, hocamınan evlen, de, diyor. Bu gediyor, babasına diyor ki: -Baba, sen benim hocamınan evlen, hocam çok iyi bir insan, diyor. -Pekiyi, Allahın emriyinen, peygamberin gavliyinen gizi isdiyelim, alırsa evle­nirim, diyor. Gediyor bunnar, düğürçülük yapıyorlar. Gadın: -Tamam evlenirim ben seniyinen, diyor. Bunnar evleniyorlar, aradan gel zaman get zaman, epey bir vakit geçiyor. Köyünde de bir padişahı varımış. Padişahın garısı da her doğurmasına bir yılan çocuğu doğururmuş.Bu hoca dutuyor, padişaha diyor ki: -Benim gizim ebelik yapıyor, ebeliktden çok güzel annar. Gel, senin gizim bu doğutdursun, diyor. Gadında içerde doğum yapıyorumuş. Padişah: -Pekiyi, senin gizin doğutdursun, diyor. Bu adam, bir gün bir yere gediyor, bu adam çok uzağa gediyor. Adam uzağa gedince gadın, bunun bütün malını mülkünü, hep gendi üzerine yapdırıyor, altınlarını falan hep gendi alıyor, bu gızı da, bodrum gata atıyor. Gel zaman get zaman, padişahın garısı gene hamileyimiş, yine doğuracak. Doğum yaklaşınca, padişah: -Şu gızı çağırın gelin, bu ebelik yapsın,diyor. Gadının doğurduğu yılan da, kim doğutdurursa onu sokar öldürürümüş. Bunnar gediyorlar, bu öksüz gizi çağırıyorlar. Diyorlar ki: -Sen, ebelik yapacaksın, padişah seni isdiyor, diyorlar. Giz, ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor: -Allahım, yâ Rabbim, ben ebelik bilmem, bişet bilmem, ben ne yapim? diyor.Gız gediyor, annesinin mezarlığına varıp ağlıyor. Annesi de sağlığında çok iyi bir kimseyimiş. Gız: -Anneciğim, ben ebelik bilmem, bişe bilmem. Bu gadın yılan doğuruyor, herkesi sokuyor. -Ben ne yapîm? diyor. Annesi, orada dile geliyor: -Yavrum, evladım, bir goca gazan süt gaynat. Siidü gaynat, sıcak sıcak, onun buğuna gadını ver, bununla doğutdur. Onun buğuna gadın doğum yapar, o yılan da südün içine düşer. Sen, heç ağlama diyor. Ondan sonra, bu giz tabiî geliyor artık. Giz geliyor diyor ki: -Bana, yedi gollü, yedi kulplu gazanınan süt gaynatın, diyor, gendisi heç eli­ni vurmuyor. -Getirin bir teşte dökün, -diyor- garıyı da getirin. Bunnar, garıyı da getiriyorlar. Giz: -Dutun bakim, şunun golundan. Üç dört gişi, gadının golundan dutuyorlar, südün buğuna otudduruyorlar. Biraz sonra, gadından bir ejderha, yılan çıkıyor, südün içine düşüyor. Ondan sonra gadın gurtuluyor. Bu yılan, kimseyi sokamıyor. Bu yılanın alt yanı yılan, üst yanı inşa­mmış. Amma, bu yılan süde düşdükden sonra, sırtından yedi kere kat çıkarıyor, ondan sonra giz işini bitiriyor: -Ben, artık hiçbir şeyine garışmam. Ben evime gediyorum, artık beni çağır­man, diyor. -Pekiyi, diyorlar. Bu padişah, kızı çağıtdırıyor, diyor ki: -Evladım, ne isdersen alacâm sana. Her sene, karım doğum yapar, her sene bir yılan doğururdu. Bu yılan sokar, herkesi öldürürdü. Ne isdiyorsan, onu alacâm sa­na, diyor. Giz diyor ki: -Ben, hiç bir şeyinizi isdemem, sağlığınızı isderim. Artık padişah dutuyor, bu gızın gollarına gadar bilenzik yapdırıyor, üsdünü ba­şını geyindiriyor, yatdığı odanın her yanını donatıyor böyle. Üvey annesi bunu, bodrum kata atanmış, bunu hemen oturduğu yere, üst gata alıyor. -Aman yavrım, işde şöyle, işde böyle, diyor, gıza iyi davranıyor. Üvey annesi, gıza biraz öyle, iyi davrandıkdan sonra, gizin golundan bilezikle­rini alıyor, genegeri gizi boduruma atıyor. Atdıkdan sonra, gel zaman, git zaman, bu oğlan büyüyor. Evdekilere diyor ki: -Ben okuyacâm! -Allahım, yâ Rabbim, biz bunu nasıl okutalım, bu hocasını sokar öldürür, diyor babası. Bu gızın üvey annesi, dutuyor diyor ki: -Bizim gız, bunu okudur. Nasıl doğutdurduyusa, öyle okudur, diyor. Padişah, bu gizi çağıtdırıyor: -Evladım, bunu sen okudacaksın. Nasıl doğutdurduyusan, öyle okudacaksın, diyor. Bu giz yine gidiyor, annesinin mezarının başında ağlıyor, ağlıyor: -Anne, ben nâpîm, bir akıl ver bana, diyor. Annesi diyor ki: -Evladım, eline gırılmaz bir sopa yapdır; 'Sübhaneke, de, vur gafasına, 'Allahümme,' de, vur gafasına. Gafasını, gözünü açma. Heç, dayakdan gözünü açdırma. Okudursan öyle okudursun, başga türlü okudamazsm, diyor. Bu gız gidiyor, annesinin dediği gibi yapıyor. Bu oğlanı dayakla okuduyor. Okudukdan sonra, bu yılan bir delikanlı oluyor. Babasına: -Ben asgere gedecâm, asgerlik yapacâm, diyor. Bu, asgerlik de yapıyor. Asgerliğini yapdıkdan sonra geliyor: -Ben evlenecâm, diyor. Buna diyorlar ki: -Allah, yâ Rabbim, biz buna kimin gizini alak, sokar öldürür, nâpalım, niyedelim? Gene, bu gizin üvey anası geliyor. Padişaha diyor ki: -Bu gız, oğlunuzu okuddu, en iyisi, siz bunu alın, diyor. -Eee, yazzık günah, bu öksüz. Nâpalım, ya bunu sokup öldürürse? -Onu sokmaz, diyor gadın. Bu gızı çağırıyorlar, diyorlar ki: -Bu oğlanınan evleneceksin. Giz, zavallı, gene ağlıyor ağlıyor, dutuyor annesinin mezarlığının başına varı­yor: -Anne, ben niyapîm, diyor. -Gızım, yavrun, üzerine yedi gat elbise geyin. Ocağa da ataş yakdır, böyle bir sürü odunnan at, ataş da gür gür yansın. Gerdeğe girdiğiniz zaman, diyeceksin ki; 'Önce sen soyun, yedi gat sen değişdireceksin, yedi gat da ben,' diyeceksin. O da çıkarırsa yedi gat gav çıkarır. Tek tek sayacaksın bu gavları. Tam, yedi gat gavını çıkartdığında, sayıp hemen gucaklıyacaksın, ataşın içine atacaksın, o yanacak, di­yor. Ondan sonra, artık giz evlenmeye razı oluyor, ataşı yakdırıyor, oğlana diyor ki: -Yedi gat, sırtından elbise çıkaracân. Bu, tam yedi gat olacak, diyor. Gız sayıyor, tam yedi gat elbisesini çıkarınca, giz bunnarı gucaklıyor, hemen ataşın içerisine atıyor, oğlanın gavları* yanıyor. Yandıkdan sonra, sabah oluyor, ba­kıyorlar ki herkes, yılan gelini sokup öldürecek. Ondan sonra babası bir tabıt alı­yor, gapının ağzında bekliyor ki: -Gız, ölü mü çıkacak, diri mi çıkacak, diye. Bunnar, dutuyorlar, gapıyı açıyorlar ki, ne görsünler! Gızınan oğlan, birbirin­den güzel. O kadar mı güzel olmuş. Aradan zaman geliyor, geçiyor. Bu oğlan diyor ki: -Baba, ben başga bir melmekete gedecâm; bir ay, iki ay dönmem, diyor. -Pekiyi oğlum, get amma, gelin burda galsın, bizim yanımızda dursun, diyor. -Pekiyi, diyor. Bu oğlan, çıkıp gediyor. Bir tene, ayâna demir çarık yapdırıyor. Bu oğlan getdikden sonra, ne geliyor, ne de bişe ediyor. Bunun üvey annesi diyor ki: -Bunun gocası getdi, daha gelmiyor. Bunu, tekrar bir başgasına, ya gocaya ve­reyim, ya da bir kenara dutun, atın. Ben, üvey gızımı isdemiyom, diyor. Bu gızı götüryorlar, uzak bir yere atıyorlar. Atdıktan sonra, orda da yakında bir köy varmış. Bu köyde de bir mağara varımış. Bu gız, o mağaraya yerleşiyor. Etrafındaki komşuları da yatak felan veriyorlar. Gız o mağarada kalıyor. Orada bir yılan dile geliyor, diyor ki: -Benimle evlenir misin? diyor. Gız diyor ki: -Allah Allah, bir yılandan gurtuldum, bir yılan daha başıma geldi, nâpiyim, niyedîm?  diyor. Yılan: -Eğer, benimle evlenirsen, seni guş südüyünen beslerim, diyor. -Pekiyi, evlenirim, diyor giz.Ondan sonra, yılan diyor ki: -Amma, ben seni burada bırakmam, diyor. Gızı alıyor, götürüyor. O yılanın da annesi, yine senin gibi, benim gibi inşanımış. Artık, annesine diyor ki: -Benim odamı hazırla, ben evleniyom, diyor. Yılanın annesi, gizin yanına varıyor: -Gızım, sen onunla nasıl evleneceksin. Bu bir yılan, seni sokar, ben onun annesiyim, ben bile korkuyorum, diyor. Diyor ki gız: -Benim şansım, gaderim, hep yılandan getdi. Ben gorkmuyom, ben onunla evlenecâm, diyor.  Artık evleniyorlar. Bir de, bu yılanın altından salıncağı varımış. Demiş ki: -Eğer, doğum yaparsan, çocuğumu bu salıncağa goyacaksm, demiş. -Pekiyi. Salıncak da çok güzelimiş. Evini de yine öyle, güzelce donatıyor. Bir gün böyle, beş gün böyle derken, bu gadın hamile galıyor. Hamile galınca, kaynanasına söylüyor. Diyor ki: -Anne, ben hamileyim! -Allah, yâ Rabbim, yavrum, bunun babası yılan, gendi de yılan olur. Nâpalım, ne edelim? Gel senin gamına daş goyuyum, bu düşsün. Yılan doğuracağına, hiç doğurma daha iyi, diyor. -Pekiyi, diyor gadın. Gadın yatıyor, gaynanası bunun gamının üsdüne, bir sürü daş dolduruyor, ge­tiriyor gelinin gamının üsdüne goyuyor. Ordan Allah gatından bir ses geliyor. Di­yor ki: -O daşı galdır, çocuğun yılan olmiyecek, annen bilmez, diyor. Giz, gaynanasına diyor ki: -Anne, bu daşı galdır, benim yılan çocuğum olnıiyecekmiş, diyor. Artık, bunnar daşı galdırıyorlar. Dokuz ay, dokuz gün, dokuz saat tamam olu­yor. Bu gadın, doğum yapıyor ki, bunun ikiz çocuğu oluyor. Biri giz, biri erkek. Gadın, beşiği indiriyor, çocukları salıncağa goyuyor. Hiç birisi gelip de, bunun evini açmazımış. Diyor ki gelin: -Anne, ne var, ben yalnızım, gel de beni tuvalete götür, diyor. -Olmaz. -Olur. -Olur, derken; -Yavrum, ben gorkuyom oğlumdan, o beni sokar, diyor. -Yok anne, sokmaz, diyor. Gelin, gocasından müsade alıyor, diyor ki: -Nolur artık ben, gonuya, gomşuya gideyim, diyor. -Pekii, artık git, diyor gocası. Bu gelin, gezerimiş orda, burda, gomşularım ziyaret ederimiş. Diğer gomşuları da, ona gelip giderlerimiş, alışmışlar böyle birbirlerine. Çocuklar da büyümüş, artık altı-yedi yaşına gelmişler. -Çok seviyordum, gocamı, diyor. -Eğer, çocuklarına dayanabilirsen get, diyor. -Ben, neriye gediyim? Ben, seni de seviyom, onun gadar. Benim, iki tene yav­rum var, bırakamam, imkanı yok, diyor. Gece oluyor, bu gadıncağız, zavallı: -Bu, gece gelir, beni sokar, diyor. Gadın öyle, o gorkuyunan yatıyor. Sabanan bakıyorlar ki, gelin ölmüş gorkudan! Artık, gadının geride iki çocuğu galıyor. O çocukları da büyütüyorlar, büyüt- tükden sonra, kocası da: -Benim garım öldü, imkanı yok, ben de yaşamam, diyor. O da dutuyor, bir tarla yakmışlarmış, her taraf ataşımış, ataşın içine gendini atıyor. Öteki yılan: -Ben de ölürüm, diyor. O da, gendisini ataşa atıyor. Bu da, böyle sona eriyor...   *gav: kav, yılan derisi.
İki Yılanla Evlenen Kız
Osmanıye
Akdeniz Bölgesi
  Bir zamanlar bir ülkede yaşayan bir değirmenci ve bu değirmencinin de üç tane kızı varmış. Üç kız kardeşin üçü de birbirinden güzel ve zarifmiş.   Günün birinde değirmenci artık çalışamayacak kadar yaşlanmış ve değirmeni satmış. Eline geçen parayla da koyun ve bir de çıkrık* almış. Bir akşam kızlarını karşısına alıp eskisi gibi çalışamadığını ve bu yüzden de değirmeni sattığını söylemiş. Evi, aldığı koyunları ve çıkrığı kızlarına bırakmış. Kendisi de kalan üç beş kuruşuyla dünyayı dolaşmaya karar vermiş. Kızlarına akıllarını kullanıp bu çıkrık ve koyunlardan yararlanmalarını öğütlemiş. Ertesi gün eşeğine yükünü yükleyip kızlarıyla vedalaşmış ve yollara düşmüş.   Kızlar yalnız başına kalınca düşünmeye başlamış. Kızların en büyüğü Nazlı ağıla gitmiş ve koyunları okşarken bir yandan da nasıl onlardan faydalanılabileceğini düşünmeye başlamış. O sırada koyunlardan biri dile gelmiş. Nazlı kıza kendilerinden faydalanıp insanları besleyebileceklerini, giydirebileceklerini söylemiş ve kızın yanından uzaklaşmış. Nazlı kız bunu diğer kardeşleri Elif ve Ece’ye anlatmış ama onlar Nazlı kıza inanmamış. Yine de bir umutla ablalarına sarılmışlar. Sonra Elif koyunların yünlerini çıkrıkta eğirerek iplik yapabileceklerini söylemiş. Yaptıkları ipliklerden üçü birlikte güzel güzel kazaklar örmüşler. Bu kazakları pazarda satıp bir yığın para kazanmışlar. Nazlı bir yandan da insanları nasıl besleyebileceklerini düşünüyormuş. Bir gün aklına süt sağabilecekleri gelmiş. Sonra başlamışlar yoğurt, peynir, tereyağı yapmaya…   Günler geçtikte müşterileri artmaya başlamış. Bütün kent halkı onlarda alışveriş yapar olmuş. Bir süre sonra babalarının evlerinin yerine kocaman iplik atölyesi ve süthane kurmuşlar. Kendilerine de şehrin en güzel yerine konak yaptırmışlar.   Günlerden bir gün zengin beylerden birinin üç oğlu ava çıkmış. Yolları bu üç kızın yaşadığı şehre düşmüş. Oradaki halka en güzel sütün peynirin nerede satıldığını sormuşlar. Sonra bu üç kız kardeşin dükkanlarına gelmişler ve kızları görür görmez âşık olmuşlar. Kızlar da onları beğenince çok geçmeden evlenmişler.   Aradan yıllar geçmiş kente aksakallı göbeğine kadar uzamış bir adam gelmiş. Adam evine kadar gelmiş, ama evinin yerinde iplik dokuma atölyesi ve süthane görmüş. Bunların sahibinin kim olduğunu sorunca halk onu kızların evine götürmüş. Kızlar önce babalarını tanıyamamış. Babaları güzel kızlarım deyince hemen kollarına atılmışlar. Babaları kızlarının birkaç koyun ve çıkrıkla bu kadar büyük işler başarmaları ile gurur duymuş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. *Çıkrık: İplik bükme, iplik sarma vb. işlerde kullanılan, el veya ayakla çevrilen dolap.
Üç Kız Kardeş
Eskişehir
İç Anadolu Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş; develer tellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, çok uzun zaman önce, bir ülkede bir anne ve onun bir çocuğu varmış. Çocuğun babası o küçükken ölmüş. Aradan yıllar geçmiş. Çocuk aslan gibi delikanlı olmuş, annesi de gitgide yaşlanarak gücü azalıyormuş. Delikanlı, annesi yorulmasın diye her işe kendisi koşmaya başlamış. Delikanlının annesi iyice yaşlanmış, şirin mi şirin bir nine olmuş. Komşuları onu çok severmiş, üzülmesini istemezlermiş. Oğlu da annesinin üzülmesini, yorulmasını istemezmiş. Ninecik oğlunun tek başına yaptıklarını görüp çok üzülüyormuş ve dua ediyormuş: — Allah’ım ne olur, oğluma onun gibi iyi bir gelin ver, bu evin neşesi hiç eksilmesin, diye. Ninecik bir gün oğluna artık evlenmesi gerektiğini, evi derleyip düzenleyecek bir gelinin olması gerektiğini söylemiş. Delikanlı da annesinin bakıma ihtiyacı olduğunu düşündüğünden, annesinin isteğini kabul etmiş. Böylece iyi kalpli, tatlı dilli, güler yüzlü bir gelin adayı aramaya başlamışlar. Çok geçmeden evin içinde üçüncü kişi gezinir olmuş. Delikanlıyı evlendirmişler. Gelin hanım eve geldiği ilk zamanlar günleri öyle güzel geçiyormuş ki gülüyorlar, eğleniyorlarmış hep beraber. Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış. Mevsimler bir bir değişmiş. O eski günler yavaş yavaş kaybolmaya başlamış. Artık bağrışmalar başlamış. Gelin hanım nineciği artık istemiyormuş. Ninecik bu durumun farkındaymış ve bir şey yapamıyormuş. Delikanlı da gelin hanım daha fazla söylenmesin, kavga etmesin diye istemeyerek annesini alıp nereye götüreceğini bilmeden evden çıkmış. Delikanlı çok sevdiği annesiyle yürüyerek bir vadiye gelmişler. Akşam olmak üzereymiş. Delikanlı, annesine: — Anacım, seni getirebileceğim tek yer burası, beni affet, demiş. Ninecik de kısık sesle: — Evladım her şeyi biliyorum. Sen üzülme, beni bırak git, ben başımın çaresine bakarım, demiş. Delikanlı, annesini akşam vakti o vadide bırakmış, evine dönmüş. Günler geçmiş üzerinden fakat içi hiç rahat değilmiş. Bir sabah annesini geri almak için o vadiye gitmiş. Geldiğinde ne görsün, vadi cennetten bir köşeye dönmüş. Sanki annesi konuştukça ağzından altınlar saçılıyormuş. Nineciği o hâlde gören delikanlı içi rahat şekilde dönüp, her şeyi karısına anlatmış. Karısı da hasetliğinden çatlamış ve: — Yarın benim annemi de oraya götür, onun da ağzından çil çil altın dökülsün, sonra altınları topla getir, demiş. Delikanlı karısını huyunu bildiğinden tekrar huzursuzluk olmasın, yaşanmasın diye kaynanasını da oraya götürmüş, geri dönmüş. Ertesi gün karısı keselerle kocasını yollamış. Adam geldiğinde görmüş ki annesi yok, o cennet köşesi vadi yok. Kurtlar her yeri parça parça etmiş. Kaynanasını da kurtlar alıp götürmüş. Delikanlı, kaynanasının geride kalan elbiselerinin parçalarını toplayıp gömdükten sonra eve dönmüş ve olanları karısına anlatmış. Karısı olanları duyunca hiçbir şey söyleyememiş. Susmuş... Susmuş... Günlerce, aylarca tek kelime etmemiş ve bir daha da hiç konuşamamış.
Hasetlik
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş; deve tellal, pire berber iken, cinler cirit oynarken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir ülkede yaşayan bir Arap kızı varmış. Adı da Mahbup hanım imiş. Bu Arap kızı, yüzüne siyah peçe çekmiş, dünyalar güzeli bir kızmış. Bu kız öyle yiğitmiş ki kimse onun önünde duramazmış. Arap kızı, savaş zamanında Türk askerlerini öldürür gidermiş. Buna tahammül edemeyen padişah, bir gün: — Bu Arap’ın hakkından gelecek bir babayiğit yok mu deyince, bunu duyan Mahmut isminde biri padişahın huzuruna çıkıp: — Ben onu yenerim, demiş. — Peki, oğlum senin dünyalığını veririm, ahrete karışmam, diyerek bunun altına bir at verip savaş alanına göndermiş. Bir süre sonra Arap kızı Türk askerlerini yine öldürmeye gelmiş. Bunu gören Mahmut, Arap kızının üzerine atlamış. Mahmut, kızın üzerine atlayınca başlamışlar dövüşmeye. Kavga etmişler ama kavganın sonunda bunlar birbirini yenememişler. Sonra güreşmeye karar vermişler. Güreşte kim kimi yıkarsa, o yenmiş sayılacak diye aralarında anlaşmışlar. Derken güreşmeye başlıyorlar ve Mahmut, Arap kızını yeniyor. Arap kızının yüzündeki peçeyi kaldıran Mahmut’un aklı başından gidiyor. Mahmut oraya bayılıyor. Sonra peçesini kapatan ve kılıcını çeken kız: — Seni öldüreceğim deyince, Mahmut: — Beni neden öldüreceksin, diye soruyor. Arap kızı: — Şimdiye kadar beni yenen olmadı. Beni bir tek sen yendin. Ben, beni kim yenirse onunla evleneceğim diye vaat etmiştim. Ya benimle evlenirsin ya da seni öldürürüm deyince, Mahmut: —Benim bir nişanlım var. Ben seninle evlenemem, demiş. Arap kızı: — O zaman seni öldüreceğim, demiş. Bunun üzerine Mahmut, Arap kızının söylediklerini yapmak zorunda kalmış. Mahmut: —  Peki, senin elini kolunu bağlayayım, padişahın huzuruna götüreyim, işte o zaman senin ile evlenirim, diyor. Padişahın huzuruna çıkıyorlar. Padişah, Mahmut’a: — O benim askerimi öldürdü. Sen de onu öldür, diye emir veriyor. Mahmut: — Padişahım sen onu bana ver, ben onun etlerini kerpetenle koparta koparta öldüreyim deyince, padişah: — Peki, götür, nasıl öldürürsen öldür, diyor. Mahmut bunu götürüp gizlice evleniyor. Bunların mutlu olduğunu gören bir büyücü, bunlara büyü yapıyor. Büyülenen Arap kızı: — Ben artık seni istemiyorum, bırak gideyim, diyor ama Mahmut buna izin vermiyor. Bunu dinlemeyen Arap kızı, geceleyin Arap atına binip atını memleketine sürüyor. Mahmut uyanıp Arap kızını göremeyince o da kızın arkasından atını sürüyor. Mahmut atını sürüyor ama Arap atına yetişmek ne mümkün. Derken yolda bir çobana rast gelen Mahmut, çobana: — Bu yolun kestirmesi var mı diye soruyor. Çoban da: — Şurada bir yol var ama orada haramiler var, gidemezsin, diyor. Mahmut: — Haramiler olsun, sen bana yolu tarif et, diyor. Çoban yolu tarif ediyor. Mahmut da kestirme yola atını sürüyor. Haramiler önüne geçiyor ama o, onların arasından kaçıp gidiyor. Atını hızla sürmeye devam ediyor ve Arap kızının önünü kesiyor. Mahmut, Arap kızına: — Nereye gidiyorsun kız, saçı buçuk, nereye deyince, Arap kızı yani Mahbup Hanım: — Mahmut, peşime gelme diyerek kılıcını çekiyor. Mahmut kızın üstüne üstüne gidince, kız kılıcı çekip Mahmut’a vuruyor. Mahmut oraya düşüyor, o zaman tılsım bozuluyor. Arap kızı yaptığından pişman bir şekilde Mahmut’un başını gövdesine bağlıyor. Kanı durmuyor. Atını da koluna bağlıyor; kılıcı da başının altına koyuyor, oradan uzaklaşıyor. Biraz gittikten sonra yüreğinde büyüyor, geri dönüyor. — Dağlar al giyinmiş, deryalar kara, Vücudum ziyan, sinem hep yara Ellerim kırılsın ben vurdum yâre Ölene kadar Mahmut, derim yâr derim! Türkü söyleyip ağlıyor. Sonra oradan çekip gidiyor. Aradan zaman geçiyor, Mahmut’un bulunduğu çeşme başına bezirgân geliyor. Bezirgân bakıyor ki kanlar içinde bir adam, kolunda atı bağlı, Bacağının altında kılıcı, başının altında da altın liraları var. Bunları görünce: — Bunu dost vurdu niye vurdu, düşman vurdu parasını niye almadı, ben bu iyileşince bunları sorarım deyip Mahmut’u devesine bindiriyor. Atını, altın liralarını, kılıcı da alıp doktor olan kızının yanına gidiyor. Kızına: — Kızım sana kırk gün müsaade, bu adamı iyi ettin ettin, yoksa senin boynunu vururum, diyor. Kız, Mahmut’u görünce ona âşık oluyor. Kırk gün Mahmut’a bakıp onu iyi ediyor. Sonra Mahmut’a: — Ben seni iyi ettim, ben senin ile evleneceğim deyince, Mahmut: — Ben senin ile evlenmem, benim maşuklum var, der. Kız: — Kim senin maşuklun deyince, Mahmut da: — Mahbup hanım diye cevap veriyor. O zaman kız: — Ben seni Mahbup hanıma götürsem bana ne verirsin, der. Mahmut: — Dünyalığını veririm, ahretliğine karışmam, der. Kız: — Sende bir şeyi var mı diye sorar. Mahmut da: — Bir altın yüzüğü var, der. Kız yüzüğü alır, Mahbup hanımın yanına gider. Mahbup hanım, kıza: — Kız, kırk gündür neredeydin diye sorar. Meğer Mahbup hanım kızın ablasıymış.  Kız: — Bir hastam vardı, ben onu iyi ettim deyip yüzüğü gösterir. Yüzüğü gören Mahbup hanım: — Mahmut’um yaralı mı, ölü mü deyince, kız: — Ben onu iyi ettim, şimdi iyi, diyor. Mahbup hanım, kıza: — Dünyalığını veririm, ahretliğine karışmam, yaralı Mahmut ile görüştürebilir misin, diyor. Tabii Mahmut yaralanınca adı, Yaralı Mahmut olarak kalır. Bu arada Arap kızı Mahmut’u ölü zannedip onu isteyen birine varmış, düğünleri olacakmış. Düğüncüleri gelip Arap kızını alıp götürmüşler. Arap kızının bacısı da düğüncübaşıymış. Bu kız, Yaralı Mahmut’a gizlice haber göndermiş, olanları anlatmış. Sonra bir araya gelmişler, plan yapmışlar. Kız: — Ben düğüncübaşıyım. Ben seni gelinle damadın odasındaki dolaba saklarım. Gelinle damat odaya gelince sen gelini kaçırırsın, deyince, Mahmut da: — Tamam, diyor. Düğün alayı dağıldıktan sonra gelinle damat odalarına çekiliyor. Gelin: — Hey! Ne duruyorsun, yanıma gelsene deyince, damat: — Niye geleceğim saçı buçuk, malını gittin Türklere yedirdin, artığın bana kaldı deyince, kız: — Mahmut bilir Mahbup’un fendini, sen bilirsin dolabın kendini, yetiş Mahmut’um, deyince Mahmut dolabı açıyor, kılıcı çekip damada vuruyor.  O zamanlar gelinle damat gerdeğe girerlerse, ata binip gezmeye giderlermiş. Biraz gezip geri gelirlermiş. Bunu bilen Mahmut damadın elbiselerini kendi giyip kendi elbiselerini de damada giydirip odadan çıkıyorlar. Biraz sonra gelinle damadın gelmediğini gören düğün alayı, gelinle damadın odasına giriyorlar ki damat odanın içinde kanlar içinde yatıyor. Herkes şaşırıyor ama kimsenin elinden de bir şey gelmiyor. Düğün alayı dağılıyor. Herkes onlara üzüledursun Mahmut ile Mahbup mutlu bir şekilde yaşamlarını sürüyorlar. Bu masal da burada bitmiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...   Gökten üç elma düşmüş; biri söyleyene, biri dinleyenlere, biri de bu masalı başkalarına aktaranlara olsun!
YARALI MAHMUT İLE MAHBUP HANIM
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, anam düştü eşikten, babam düştü beşikten; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken, anam kaptı saçmayı, babam kaptı dolmayı; derken, çok uzun zaman önce bir şehirde üç arkadaş varmış. Bunlardan biri kör, biri kel, biri de topalmış. Bunlar beraberce gurbete gitmeye karar vermişler. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Sonunda bir şehre varmışlar. Akşam olunca kendilerine kalacak yer bulmak için bir kapıyı çalmışlar. Bir cariye açıp ne istediklerini sormuş. İçlerinde en akıllı ve en sıkılgan olan kel: — Efendim biz uzaktan geliyoruz, kendimize yatacak yer arıyoruz, demiş. Kadın da: — Hoş geldiniz, güzel misafirler başım üzerinde yeriniz var. Fakat bu evi su basar, demiş. Çaresiz kalan bu yolcular bu teklifi kabul etmişler. Fakat her ihtimale karşı kör, bir hamur teknesi bulup içine yatmış. Topal pencerenin içine çıkmış. Kel de kapının arkasına yatmış. Gece yarısı o civarda dolaşan hırsızlar eve baskın yapmışlar. Kel kapının açıldığını duyunca yerinden kalkıp ocaktaki maşayla hırsızları kovalamaya başlamış. Fakat başaramayınca: — Yangın var, diye bağırmış. Bu arada tetikte bulunan kör ile topal kendilerini sokakta bulmuşlar. O sırada hırsızlar kaçmışlar. Evde yalnız kel oğlan kalmış. Kadın da onu hırsız sanarak kapı dışarı etmiş. Bu sırada sabah olmak üzereymiş. Kel, can havliyle koşa koşa gitmekte iken karşısına bir ihtiyar kadın çıkmış: — Oğlum nerden gelip nereye gidiyorsun, demiş.  Keloğlan da zaten canı yanmakta olduğundan "cehennemden" diye cevap vermiş. Kadın da saf biri olduğundan: — Cehennemde benim oğlumu gördün mü, diye sormuş. Kel’in derhal aklı başına gelerek kadının saflığından istifadeye kalkmış. — Evet valide, oğlun yalın ayak, başı kabak cehennemde kahveci çıraklığı yapıyor, demiş. Kadın da: — Oğlum ben sana bir takım elbise ile birkaç lira vereyim de oğluma götür, demiş.  Kadın keli eve getirip ona bir takım yeni elbise ile sekiz gümüş akçe vermiş. Kel de alıp gitmiş.  Gelelim kadına akşam olunca kocası gelmiş, bakmış ki karısı çok sevinçli: — Hayırdır hanım bugün seni çok neşeli görüyorum, demiş. Kadın: — Evet bugün cehennemden bir adam geldi, oğlumuz çok perişanmış. Senin yeni elbisenle sekiz akçe gönderdim, demiş. Adam da kel oğlanın hangi tarafa gittiğini sormuş ve hemen yola koyularak yıldırım gibi bir ata binip peşinden gitmiş. Kel oğlan bakmış ki arkasından süratle bir atlı geliyor. Bundan başına bir iş geleceğini anlamış ve derhal o civarda bir değirmene girmiş. Değirmenciye: — Padişah emir verdi, değirmenciler unu ayaklarıyla çiğnedikleri için bütün değirmencileri öldüreceklermiş. Sen hemen benim elbiselerimi giy, ağaca çık, demiş. Kendisi de onun elbiselerini giyip yüzünü gözünü unlamış. Değirmenci de kelin elbiselerini giyip ağaca çıkmış. Atlı adam gelip kele kaçan adamı sorunca kel, dilsiz taklidi yaparak kavak ağacını göstermiş. Adam attan inip ağaca tırmanmış. Kel oğlan da ata atlayıp: — Allah’a ısmarladık, oğluna bir diyeceğin var mı, diye gülmüş. Adam da: — Annen sana bir elbise ile sekiz akçe baban da bir at yolladı dersin, demiş.
Kel Kör Topal
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Bir zamanlar üç tane candan arkadaş varmış. Bütün günlerini ona buna takılmakla, eğlenmekle geçirirlermiş. O gün de kasabada pazar kurulmuş. Yakın köylerden bir sürü insan kasabaya akın etmiş. Meydanlar kum gibi insan kaynıyormuş. Bir ara eşeğinin sırtında sallana sallana kendilerine doğru gelen bir köylü görmüşler. Kendisine eğlence arayan Ali arkadaşlarına dönerek: — Ben şu adamın çıngıraklı keçisini hiç habersiz alabilirim, demiş. Veli de: — Ben de üstüne bindiği eşeğini alırım, demiş. Mustafa da aşağı kalır mı: — Ben de sırtındaki elbiselerini alırım, demiş.  Üçü de dediklerini yapmak için işe koyulmuşlar. Önce Ali yavaş yavaş keçinin peşine takılmış. Hayvanın boynundaki çıngırağı çözüp sokaklardan birine sapmış. Köylü çıngırak sesini duyduğu için keçinin de peşinden geldiğini sanıyormuş. Tam pazara girecek, bakmış ardına keçinin yerinde yeller esiyor. Eşeğinden inmiş, gelene geçene keçisini sormaya başlamış. Köylüye doğru bir adam gelmiş ve: — Biraz evvel güzel bir keçiyi şu sokakta sürükleyen bir adam gördüm, demiş. Köylü de bu hayırsever adama: — Oğlum, sen şu eşeğe biraz bak, ben şu keçiyi koşup yakalayayım, demiş. Adam da kabul etmiş. Sokakların hepsini bir bir dolaşmış köylü ama ortada keçi yok. Eşeğini almaya geri dönmüş ama bakmış eşeğin de yerinde yeller esiyor. Gelen geçene sormuş soruşturmuş, yok. Şaşkın şaşkın dolaşmaya başlamış. Giderken yolun kenarında bir kuyunun başında dövüne dövüne ağlayan bir adama rastlamış. Yaklaşmış ve: — Senin derdin ne hemşehrim, ne ağlayıp duruyorsun, demiş. Adam: — Ah hemşehrim ah! Ben ağlamayım da kimler ağlasın, benim derdim çok büyük. Ustamın bir yere götürmek için verdiği bir kutu altını kuyuya düşürdüm, beni hırsız sanacaklar şimdi, demiş. Köylü de inip almasını söylemiş. Ama adam:  — Yüzme bilmem ben, keşke alabilsem. Bir alan bulursam, iki altın veririm, demiş. İki altını duyan köylü hemen üstünü çıkarmış, atlamış kuyuya. Köylü kuyuya inmiş, bakmış kutu falan yok, bağırmaya başlamış: — Hemşehrim burada kutu yok, Köylüye cevap veren olmamış. Çıkmış kuyudan, bakmış ne adam var ne elbiseleri. İyice şaşkına dönmüş.  Biraz sonra kahkahalarla gelmiş bizim üç arkadaş. Köylüye şaka yaptıklarını anlatmışlar ve elbiselerini, keçisini, eşeğini geri vermişler. Bir de adamın gönlünü almak için onu kasabanın en güzel lokantasına götürüp karnını doyurmuşlar. Bir daha da böyle herkese inanmamasını söylemişler.
Üç Şaka
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Varvaradan sürsürüden, şimdi geçti öksüz oğlan buradan. Konaraktan göçerekten, lale sümbül biçerekten, kahve tütün içerekten, sulu yerde ekmek, susuz yerde kavun yiyerekten, öksüz oğlan şimdi geçti buradan bildiniz mi? Bir varmış, bir yokmuş; vaktin birinde bir öksüz oğlan varmış. Nerede akşam orada sabah, bulunca yer; bulamayınca sırtüstü yatar, yıldızları seyredermiş. Anası yokmuş babası yokmuş. Sırtına bir yama vuran, eline bir ekmek yahut gavut veren yokmuş. Bu yüzden öksüz oğlan ekmeğini taştan çıkarmayı daha çok küçük yaşta bilmiş. Yaşıtları sokakta bilye oynar, köpek taşlarken, öksüz oğlan sırtına ağır yükleri vurur, ekmek parasını kazanırmış. Çalışmayı, kazanmayı kimseye sırtını dayamadan yaşamayı tavada pişirip sapında yemeyi öğrenmiş. Günün birinde öksüz oğlan padişahın sarayının önünden geçiyormuş. Bakmış pencerede bir kız, kız değil ay parçası. Öksüz oğlan bir hoş olmuş, kanı kaynamış, coşmuş, ayakları duvarın dibine saplanıp kalmış. Akşama kadar ne tarafa gitmişse dönmüş dolaşmış penceren etrafında eğleşmiş. Padişah akşam öksüz oğlana rastlamış ve: — Oğlum ne arıyorsun pencerenin dibinde, demiş.  Öksüz oğlan doğru konuşmaya alışmış, dünyada bir garip başı kimden korkacak: — Padişahım ben senin kıza aşık oldum, ona dolanıyorum, demiş. Padişah oğlanın böyle dosdoğru söylemesini saygısızlık saymış, canı sıkılmış. Emir vermiş, öksüz oğlanı zindana attırmış. Öksüz oğlanın da kimi kimsesi yok, arayanı soranı yok. Padişahın da işi çok, öksüz oğlanı zindanda unutmuşlar. Yedi yıl zindanda kalmış. Günün birinde padişaha uzak bir ülkenin kralından mektup gelmiş.  — Sana bir değnek gönderiyorum, bunun hangi başı kalın bildin bildin, bilemezsen seninle harbim harptir, yazıyormuş mektupta.  Padişah değneği almış, evirmiş çevirmiş, bakmış değnek tornadan çıkmış gibi. İki başı da eşit. Marangozlara ölçtürmüş, akıllılara göstermiş, yok, hiç kimse bilememiş. Padişahın kızının aklına zindandaki öksüz oğlan gelmiş. Koşmuş, yanına gitmiş ve durumu anlatmış. Öksüz oğlan: — Sen güzel gözlerini üzme, değneği suya atın hangi tarafı önce batarsa o ucu kalındır, demiş. Kız hemen babasına gidip anlatmış ve öksüz oğlanın dediğini yapmışlar. Komşu ülkenin padişahı bilmelerine şaşırmış ve bir soru daha sormaya karar vermiş. Üç tane atı padişaha göndermiş. Bu atlardan hangisi ana, hangisi toy, hangisi toyun tayıdır diye sormuş. Padişah şaşırmış kalmış. Üç at da birbirinin aynıymış. Baytarlar çağırmış, at cambazları çağırmış, alimler bilginler çağırmış, ama hiçbiri bilememiş. Padişahın kızının aklına yine öksüz oğlan gelmiş. Hemen yanına gidip durumu anlatmış. Ama bu kez öksüz oğlan: — İyi has, siz sorun ben söyleyeyim, siz şaşıp kalın, ben arayıp bulayım. Siz rahat döşeklerde yatın, ben zindanda kuru yerde yatayım. Sizin yediğiniz yağı ballı, benimki kuru ekmek olsun. Bu hak mı? Söyle babana, beni buradan çıkarsın, ben de sorunun cevabını vereyim, demiş.  Kız babasına öksüz oğlanın söylediklerini anlatmış. Babası emir vermiş, öksüz oğlanı zindandan çıkarmışlar. Yedirip, içirip, giydirip babayiğit bir genç yapmışlar. Öksüz oğlan, padişahın karşısına çıkıp: — Padişahım bu iş peynir ekmek yemekten daha kolay. Sen atları bir ahıra soktur. Ahırın kapısının önüne bir hendek kazdır, içini su doldur, gerisine karışma, demiş. Padişah oğlanın dediklerini yapmış. Öksüz oğlan elinde bir kamçıyla ahıra girmiş. Başlamış hayvanları dışarı çıkarmaya. Ürken atlar ne yapacaklarını şaşırmış. Kapının önünde su dolu hendek geçemiyorlar. Öksüz oğlan atları biraz daha sıkıştırınca anaç at ön ayaklarını kaldırdığı gibi hendekten atlamış. Onu gören toy cesaretlenmiş, arkasından atlamış, en sonunda yavru tay sıçramış, geçmiş hendekten. Görenler öksüz oğlanın aklına hayran kalmışlar. Komşu ülkenin padişahı cevabı alınca bakmış bunu da doğru bildiler, padişaha bir mektup yazmış. Mektupta: — Ey padişah! Bu kesedeki altınları soruları kim bildiyse ona ver, o zatın da kıymetini bil, yazıyormuş. Padişah hemen öksüz oğlanı çağırtmış: — Kızım artık senindir, sen de benim baş vezirimsin, demiş.  Öksüz oğlan bunu duyunca çok sevinmiş ve bir ömür mutlu mesut yaşayıp gitmişler. Bu masal da burada bitmiş. Onlar ermiş muradına, bir çıkalım kerevetine… Gökten üç elma düşmüş; biri söyleyene, biri dinleyenlere, biri de bu masalı başkalarına aktaranlara olsun!
Öksüz Oğlan
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellal iken, cinler cirit oynarken, pireler berber iken, anam düştü eşikten, babam düştü beşikten; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken, anam kaptı saçmayı, babam kaptı dolmayı; derken şehrin birinde ihtiyar bir balıkçı varmış. Bu balıkçı karısı ve iki çocuğuyla birlikte yaşarmış. Her gün balığa çıkar ne bulursa getirir, birazını satar birazını yer, kıt kanaat geçinirlermiş. Yine bir gün teknesine binip balığa çıkmış. Epey açılmış ve beklemeye başlamış. Biraz sonra oltasında ne görsün, sarı saçlı güzel mi güzel bir deniz kızı. Deniz kızı: — Ben sana yardım etmek için geldim, demiş.  Ama balıkçı çok korkmuş hemen kaçmış oradan. Karısına gördüklerini anlatmış. Karısı da: — Bu Allah’ın bir ödülü bize, sen yarın git oraya, korkma, demiş. Ertesi gün balıkçı aynı yere gitmiş ve beklemeye başlamış. Biraz sonra deniz kızı yine gelmiş: — Ne istersen söyle yapacağım, demiş. Balıkçı: — Bizim durumumuz pek iyi değil, şöyle ailemle yiyebileceğim bir yemek istiyorum, demiş.  Deniz kızı balıkçıya evine gitmesini akşam yemeğin evinde olacağını söylemiş. Balıkçı eve heyecanla gitmiş. Bakmış çok güzel bir sofra var. Ailesiyle birlikte güzelce karınlarını doyurmuşlar. Balıkçı sabah yine aynı yere gitmiş. Bu kez deniz kızı'ndan büyük bir saray istemiş. Akşam evine döndüğünde evinin yerinde kocaman bir sarayla karşılaşmış. Sevinçle içeriye girmiş. Karısı akşam: — Bey sen yarın bu deniz kızı'ndan daha çok şey iste, sonra gider, hiçbir şey alamayız, demiş. Balıkçı da sabah hemen yola koyulmuş. Bu kez deniz kızı'ndan köyün efendisi olmayı ve herkese hükmetmeyi istemiş. Deniz kızı o zaman balıkçının bencil, aç gözlü biri olduğunu anlamış ve verdiklerini de geri alıp onu eski fakir hayatına geri göndermiş. — Bu sana ders olsun, gözün doymadı, hiçbir şeyle yetinmedin, demiş deniz kızı.  Balıkçı eski hâline dönünce dayanamamış ve kendini denize atmış. Bu olay da köydeki herkese ders olmuş.
Balıkçı ile Deniz Kızı
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, cinler cirit oynarken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, vaktiyle ülkenin birinde bir padişah yaşarmış. Bu padişahın üç tane oğlu ile sarayının önünde büyük ve güzel bir bahçesi varmış. Bu bahçede bulunan her derde derman bir elma ağacı, her yıl güzel elmalar verirmiş. Bu elmalar ise hastalara ilaç niyetiyle hediye edilirmiş. Fakat tam elmalar kızarmaya, her yıl, başladığında bahçeye gelen bir dev, bu elmaları yer, gidermiş. Padişah bir gün oğullarını yanına çağırmış, onlardan bu elmaları korumalarını ve bu devi öldürmelerini, istemiş. O gece bahçede saklanan büyük oğlan devi beklemiş ama dev gelince korkmuş, arkasına bakmadan saraya kaçmış. Gelince babasına ok attığını fakat vuramadığını söylemiş. Yalan konuşmuş. İkinci gece bekleyen ortanca oğlan korkup kaçmış. O da babasına aynı yalanları söylemiş. Üçüncü gece devi bekleyen küçük oğlan ise korkusuzca yayını gerip okunu atmış ve devi yaralamış. Dev oradan uzaklaşıp gitmiş. Oğlan elmaları toplayıp getirmiş, sonra da saraya gidip olanları ağabeylerine anlatmış. Ertesi sabah üç kardeş kan izlerini takip ederek devi bulmaya çalışmışlar. İzler gide gide bir kuyunun başına çıkmış. Önce büyük oğlanın beline bir ip bağlayıp kuyuya indirmişler ama o daha kuyunun yarısına gelmeden: — Yanıyorum, diye bağırınca geri çekmek zorunda kalmışlar. Sonra ortancayı indirmişler. O ise daha kuyunun ağzında iken: — Donuyorum, diye bağırmaya başlamış ve onu da geri çekmişler. Sıra kendisine gelen küçük oğlan ağabeylerine: — Ben yanıyorum da desem donuyorum da desem sakın çekmeyin, demiş ve kuyuya inmiş. Dibe varıncaya kadar yanıyorum, donuyorum, diye bağırsa da kimse onu çekmediği için dibe ulaşmış. Orada pek çok oda varmış. Bunlardan birini açınca devin orada uyuduğunu görmüş ve hemen öldürmüş. Sonra yan yana duran üç odayı açınca birbirinden güzel üç kız görmüş. Bunları da yanına alıp, ağabeylerine seslenerek önce büyük kızı, sonra ortanca kızı, ipe bağlayıp yukarı göndermiş. Sıra küçük kıza gelince, oğlana: — Önce sen çık, eğer beni gönderirsen ağabeylerin seni burada bırakıp giderler, demiş.  Ama oğlan ağabeylerinin böyle bir şey yapmayacaklarını söylemiş. Bunun üstüne kız saçından iki tel kopararak oğlana vermiş. — Ağabeylerin seni burada bırakacak olursa bu iki teli birbirine sürt. O zaman biri ak, biri kara, iki koyun çıkacak. Ak koyuna binersen yukarı çıkarsın ama kara koyuna binersen daha da aşağı inersin, demiş.  Telleri alan oğlan, kızı yukarı göndermiş. Ağabeyleri de onu kuyuda bırakıp gitmişler.  Bir süre çaresizlik içinde kalan oğlanın aklına kızın verdiği teller gelmiş ve telleri birbirine sürtmüş. Kızın dediği gibi ortaya biri ak biri kara, iki koyun çıkmış. Ama oğlan kendisini hangisinin yukarı çıkaracağını unutmuş ve kara koyuna binip daha da aşağı inmiş. Orada yaşlı bir kadına nereden su bulabileceğini sormuş. Kadın bütün suları bir devin içtiğini ve onlara sadece senede üç gün su verdiğini söylemiş. Bu suyu da ancak ona bir kız verdikleri zaman verdiğini söylemiş. Bu yüzden padişahın kızı hariç hiç kız kalmamış o ülkede. Oğlan bunu duyunca devle savaşmaya karar vermiş ve devle savaşıp kazanmış. Padişah, kızını kurtardığı için oğlana bir dileği varsa yapacağını söylemiş. Oğlan da kuyudan çıkıp sarayına gitmeyi dilemiş. Padişah oğlana yardım edip onu yukarı göndermiş. Oğlan hemen ağabeylerinin yanına gitmiş ve babasına her şeyi anlatmış. Babası da kuyudan çıkan küçük kızla onu evlendirmiş ve kırk gün kırk gece düğün yapmışlar.
Üç Oğlan
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş; vaktiyle yoksul bir köylü varmış. Derme çatma kulübesinde, karısı ve dokuz çocuğuyla birlikte yaşarmış. Yoksul köylü, çocuklarının açlıktan ağlaştığı bir gün çareyi kümesteki son kazını da kesmekte bulmuş. Karısı kazı temizlemiş ve güzelce pişirmiş. Fakat kazın yanında bir lokma ekmekleri bile yokmuş ki hepsinin karnı doysun. Köylü; düşünmüş taşınmış. Pişmiş kazı alarak köyün ağasının kapısını çalmış. Ağaya: — Size mis gibi kızarmış bir kaz getirdim ağam, karşılığında biraz un verir misiniz, demiş.  Köylünün elindeki kazı gören ağanın ağzı sulanmış. Onu içeri buyur etmiş. — Teşekkür ederim ama ben kaz paylaştırmayı hiç bilmem. Bunu bana ve aileme paylaştırır mısın, demiş. — Elbette efendim. Lafı mı olur, demiş köylü. Eline bıçak almış. Kazın başını kesip, ağanın önüne bırakmış. — Bu senin. Çünkü bu evin başı sensin, demiş  Sonra kazın gerisini kesip, evin hanımının önüne bırakmış.  — Evi koruyan ve her işin arkasında duran sensin, demiş.  Sonra kazın ayaklarını kesip oğlanların önüne bırakmış.  — Babanızın izinden gidin, demiş.  Sonra kazın kanatlarını kesip, kızların önüne bırakmış.  — Yakında evlenip, babanızın evinden uçacaksınız, demiş.  Gövdesini de kendine almış.  — Biz köylüler çalışırken çok yoruluyoruz. Kazın gövdesi bizi ancak doyurur, demiş.  Ağa, bu esprili köylünün kazı paylaştırmasından çok memnun olmuş. Ona bir çuval un vermiş. Köylü un çuvalını ve kazın gövdesini yüklenip evine dönmüş. Undan ekmek yapıp kazın yanında bir güzel yemişler…
Yoksul Köylü ile Köy Ağası
Ankara
İç Anadolu Bölgesi
Bir zamanlar bir karı-koca varmış. Adam tilkiden çok korkarmış. Hanımı bunu para kazanmaya göndermezmiş. Bir gün kadının aklına bir fikir gelmiş. Komşusundan biraz un istemiş. Unla ekmek yapıp ekmekleri yola serpmiş, dizmiş. Kocasına: — Bey, kalk gökten ekmek yağıyor, demiş. Kocası da bakmış ki yerde gerçekten de ekmek serili. Adam ekmekten birini almış, sonra hemen içeri kaçmış. Derken alışmış ve ekmekleri toplamaya başlamış. İyice kapıdan uzaklaşınca karısı kapıyı adamın yüzüne kapatmış. Sesi duyan adam bir anda korkuya kapılmış, kapıya koşmuş. Kapıyı yumruklayıp karısına: — Karıcığın ne olur kapıyı aç, bak şimdi tilki gelir, demiş. Hanımı, ekmek parası kazanmadan kapıyı açmayacağını söylemiş. Bunu duyan adam azığını almış, yola koyulmuş. Adam yolda giderken kocaman bir mağara bulup içerisine saklanmış. Biraz sonra en büyüğünden en küçüğüne bütün hayvanlar doluşmuş. Kurt: — Sanki burada insan kokusu var, demiş. Öteki hayvanlar: — Hiç öyle bir şey olur mu, diyerek kurda inanmamışlar. Zebra: — Bu insanoğlu çok saftır. Falan yerde bir köstebek var. Bu köstebek öğlen bir kese altını serip yatıyor. İnsanoğlu uyanık olsa köstebeğe bir değnek vurur, altınları alır, demiş. Köpek: — Falan yerde bir tarla var. Bu tarla hiç mahsul vermiyor. İnsanoğlunun aklı olsa bu tarlanın dört köşesinde bulunan küp küp altınları çıkarır. Hem kendine hem de tarla sahibine faydası olur, demiş. Aslan: — Şu ileriki köyden hiç su çıkmıyor. Köyün falan yerinde bir kör kuyu var. İnsanoğlunun aklı olsa o kuyudaki bir kazan altını çıkartır, hem kendine hem de köylüye bir faydası olur, demiş. Sabah olunca mağara önünde bir hayvan beklermiş. O günkü hayvan da tilkiymiş. Adam fırsat bu fırsat diyerek eline bir sopa geçirmiş ve tilkiyi bayıltana kadar dövmüş. Daha sonra zebranın dediği yere varmış. Köstebeği korkutmuş, altınları da almış. Altınları aldıktan sonra tarlanın başına varıp adama selam vermiş, olanları adama anlatıp bir kürek bir kazma istemiş. Altınları çıkarıp yarısını tarla sahibine vermiş. Tarla sahibi de birkaç at verip adamı göndermiş. Daha sonra adam belirtilen köye gelmiş, onlara da olanları anlatmış. Kör kuyuyu kazıp buradaki altınları da yarı yarıya bölüşmüş. Adam buradan da birkaç at alıp köyüne doğru yola çıkmış. Bu arada hem tarla görülmemiş bir ürün veriyor, hem de susuz köylü suya kavuşmuş. Adam evine gelmiş, bacadan birkaç altın atmış. Bunu gören karısı hemen kapıyı açmış. Kocasının boynuna sarılmış. Böylece mutlu bir hayat yaşamışlar.
Tilkiden Korkan Erkek
Tokat
Karadeniz Bölgesi
 Bir varmış, bir yokmuş. Çok eski bir zamanda 'Mendo' adında bir eşek varmış. Bu eşeğin sahibi de çok iyi sevecen yaşlı bir amcaymış. Bu amcanın varı yoğu yalnızca bu eşeğiymiş. Her şeyini onunla paylaşır, ona dert yanar ve onsuz hiçbir iş görmezmiş. Bir gün ahırı temizlerken yaşlı amca eşeğin ona bir şey söylemeye çalıştığını fark eder ve eşeğin konuştuğunu görür. Bu olaydan sonra yaşlı amca her gün eşeğiyle muhabbet eder. Günleri daha iyi geçer. Bir zaman sonra gecenin bir vakti yaşlı amcanın kapısı çalınır. Gelen genç bir delikanlıdır ve tanrı misafiri olduğunu söyler. Yaşlı amca bunu içeri alarak yedirir, içirir. Gencin dertli olduğunu görür ve sorar: — Neyin var yavrum, diye sorar. Genç: — Yedi yıldır bir ağanın kızını seviyorum ama bir şart sundu fakat ben bu şartı yerine getiremiyorum, demiş. Yaşlı amca: — Şart nedir, der. Genç: — İmkansız bir şey. Bir eşeği ne zaman bir insan gibi konuşturursam o zaman kızını verecek, der. Yaşlı amca olayı duyunca düşünür ve Mendo’yla bu konuyu paylaşmaya karar verir. Gidip Mendo ya durumu anlatır. Mendo da hiç düşünmeden kabul eder ve ağanın yanına giderler. Genç: — Ağam sen bana ne zaman bir eşeği konuşturursam kızını verecektin değil mi, der. Ağa: — Evet, der. Genç: — İşte ben bunu başardım. Eşeği konuşturdum, der. Ağa: — Ahmak, seni hiç hayvan konuşur mu? Ben sana olabilecek bir şey yapmanı hiç söyler miyim? Konuştur da görelim, der. Bunun üzerine genç Mendo’ya konuşmasını ve ağadan kızını istemesini söyler. Mendo: — Ağam, Allah’ın emri peygamberin kavliyle kızını genç kardeşimize istiyoruz, der Ağa bunu duyunca şaşırır. Böyle bir şeyin mümkün olmadığını söyler; ama iş işten geçmiş olur; çünkü ağa söz vermiştir ve sözünden dönemez. Mecbur kızını verir gence. Kırk gün kırk gece düğün yaparlar ve gençle kız evlenir. Genç ile kızın çocukları olur. Birlikte mutlu bir hayat sürmeye başlarlar. Yaşlı amca ve Mendo ise kendi hayatlarına geri döner ve günlerini tekrar birlikte geçirmeye başlarlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Mendo
Bingöl
Doğu Anadolu Bölgesi
Köyün birinde yaşayan çok güzel bir kız varmış. Üvey annesiyle birlikte kalıyormuş. Bir gün annesinden su istemiş. Üvey annesi ona suyu getirmiş fakat suyun içine yılan yavrusu koymuş. Kız suyu içince içine bir şey girdiğini fark eder. Annesine söyler, ama annesi: — Ağaç parçasıdır, sana öyle gelmiştir, der. Yılan zamanla midesinde büyür ve kızın karnı şişer. Babası ve abisi onun hamile olduğunu düşünürler ve onu öldürmeye karar verirler. Kız yemin eder, ama ona inanmazlar. Babası, abisine: — Al kızı, bir dağa götür ve orada bırak, der. Abisi kızı dağa götürür, orada bırakır ve geri döner. Kız bir bahçe görür, bahçenin hemen yanında da bir kuyu. Kız kuyunun yanına gider, midesi bulanır ve kusmaya başlar. İçinden yılan çıkar, kız rahatlar. Sonra bir düğün alayının oradan geçtiğini görür. Düğün de vezirin oğlunun düğünüymüş. Düğünde padişahın oğlu da varmış. Geçerken kızı görür ve ona: — Sen kimin kızısın diye sorar. Kendi kendine de: — Ben daha önce böylesine güzel bir kızı nasıl oldu da görmedim diye düşünür. Kız: — Benim kimin kızı olduğum önemli değil. Beni istiyorsan ben sana varırım, der. Çocuk: — Bugün beni bekle, ben yarın davul zurna ile gelip seni alacağım, der. Sonra bütün halkı çağırıp düğüne götürür. Bu arada kızın yanına bir göçmen kızı gelir. Göçmen kızı düğün alayından önce kıza yetişir. Göçmen kızının güzelliğine inanamaz ve ona: — Sen benim kıyafetlerimi giy, ben de seninkileri. Bakalım ben senin kadar güzel olacak mıyım, der. Kızın elbiselerini zorla çıkarır, kendisi giyer, kızı da kuyuya atar. Padişahın oğlu gelir, gözlerine inanamaz. — Benim gördüğüm kız sen değildin, der. Göçmen kızı da ona: — Seni beklemekten bu hâle geldim, der. Bu arada kız çiçek olur. Çiçeği alırlar, göçmen kızı çiçeğin kız olduğunu bildiği için çiçeği atmazsanız gelmem, der. Sonunda çiçeği atarlar. Göçmen kızını ata bindirirler. Kız, bir at yavrusu olur, peşlerinden gider. Eve vardıklarında göçmen kızı: — Atı öldürmezseniz sizinle gelmem, der. Atı da öldürürler. Atın kanı bir kavak ağacı olur. Göçmen kızı bir gün hamile kalır, bir oğlan çocuğu olur. Göçmen kızı bu kavak ağacının kesilmesini ve beşik yapılmasını ister. Dediğini yaparlar ve marangozun yanına giderler. Marangoz ağaçtan bir beşik yapar. Bebeği beşiğe koyarlar. Ama sanki bebeğe iğneler batıyormuş gibi bebek beşiğe girdiği zaman sürekli ağlıyormuş. Sadece babası salladığı zaman uyuyormuş. En sonunda Göçmen kızı beşiğin yakılmasını ister. Bu defa beşik dile gelir: — Ben kuyunun başındaki kızım, beni yakmayın. Gül oldum, attılar. At yavrusu oldum, öldürdüler. Kavak ağacı oldum, kestiler. Şimdi de beşik yaptılar beni yakacaklar. Paşanın oğlu kıza inanır ve göçmen kızının haddini bildirirler. Bir ata bindirip göçmeni çocuğu ile birlikte evine gönderiler. Kız yine eski haline gelir, kırk gün kırk gece düğün yapıp evlenirler.
Gül Kız
Bingöl
Doğu Anadolu Bölgesi
  Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde köyün birinde iki bacı yaşarmış. Bunlardan birisi zengin birisi de çok fakirmiş. Fakir olan kadın çok iyiymiş. Bir gün kadın evinin önünde ekmek pişirirken büyük bir gürültü duymuş. Korkudan: — Yer yarılsaydı da yerin içine girseydim, yer yarılsaydı da yerin içine girseydim, demiş. Tam o anda yer yarılmış, yerin içine girmiş. Orada bulunan insanlar bu kadına bir kutu vermişler. Bu kutuyu çocukların uyuduktan sonra, sabaha doğru aç, sakın önce açma, demişler. Kadın evine dönmüş. Çocuklarını yatırmış. Kendi sabaha kadar beklemiş. Sabaha doğru kutuyu bir açmış ki bir de ne görsün, kutunun içinden bir sürü altın çıkmış. Kadın çok zengin olmuş. Aradan günler geçmiş. Bir gün kadının zengin olan bacısı gelmiş. Kadın meraklı bir şekilde: — Bacım ne yaptın da bu kadar zengin oldun, demiş. Fakir kadın da anlatmış başına gelenleri. Zengin kadın bunu öğrenince hemen evine gitmiş. Evinin önünde ateş yakmış. Ekmek pişirmeye başlamış. Daha sonra hiçbir olay olmadan: — Yer yarılsaydı da yerin içine girseydim, yer yarılsaydı da yerin içine girseydim, demiş. Yer yarılmış yerin içine girmiş. Orada bulunan adamlar bu kadına da bir kutu vermişler. Bu kutuyu çocukların uyuduktan sonra aç, sakın önce açma, demişler. Kadın kutuyu alıp evine gitmiş. Çocukları uyuduktan sonra kutuyu açmış. Kutunun içinden üç dört tane zehirli yılan çıkmış. Kadını ve çocuklarını sokmuş. Daha sonra evin tavanına çıkmış. Aradan günler geçmiş. Fakir kadın bacısını merak etmiş. Günlerce hiç görünmemiş. Kadın: — Bir gidip bakayım, demiş. Zengin kadının evine gitmiş. Kapıyı açmış, bakmış. Bacısı ve çocukları ölmüş. Tavanda da üç dört tane yılan. Bacısının zengin olduğunu çekemeyen kadın ölmüş.
İki Bacı
Adana
Akdeniz Bölgesi
Güneşin İmzası   Zengin bir adamın kızı varmış. Bu kız, kapısındaki çobana âşık olmuş. Ağa demiş ki: — Ben kapının çobanına nasıl kız vereyim. — En iyisi ben bunu aldatıyım. Başımdan def edeyim, demiş. Oğlanın eline bir altın heybe vermiş, bir eline de kâğıt vermiş. Sen bu altınları bitirene kadar, güneşi bulana kadar git, demiş, oğlana. Bu kâğıdı da güneşe imzalattır, demiş. Oğlan kâğıdı almış, sırtına da altınını almış, atıyla köy köy gitmiş. Aşarken, aşarken karşısına bir adam geçmiş. Oğlum nereye gidiyorsun, demiş. Oğlan: — Benim bir ağam var, onun da güzel bir kızı var. Ağa elime şu kâğıdı verdi. Şu kâğıdı güneşe imzalattırırsan, kızımı sana veririm, dedi. Ben de güneşe gidiyorum, demiş. Önüne geçen adam: — Güneşe imza attırılmaz, bulamazsın, demiş. Oğlan geri dönmüş bir ırmak kıyısından geçerken elini yıkamış. Oğlanın eli bembeyaz olmuş. Akça pakça bir delikanlı olmuş. Gele gele ağanın kapısına gelmiş. — Ağam beni çoban alır mısın, demiş. Kendisinin öbür oğlan olduğunu söylememiş. Ağa da oğlana sen iyice bir oğlana benziyorsun. Gel kapımda hem çoban ol hem de kızımı sana vereyim, demiş. Ağa kızını vermiş. Kısmetin önüne geçilmez, güneşe de imza olmaz.
Güneşin İmzası
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Üç kardeş varmış. Adamın biri bir kuyuda buğday tanesi bulmuş. Bunun ne olduğunu bilememiş. Bilemeyince: — Bunu bir bilene sorayım, demiş. — Bir ihtiyar var ona danış. O bunun ne olduğunu bilir, demişler. Adamda gitmiş ihtiyarın yanına: — Selamünaleyküm, bu nedir demiş. Adam: — Benim kardeşim var, filanca memlekete git, o bilir. Ben küçükleriyim ben bilmem, demiş. Adam vara vara onun yanına varmış. Bakmış ki öteki vardığı adamdan bu adam genç. Bu adama sormuş: — Bu nedir, demiş. O adam da: — Ben bilmem. Başka memlekette benim bir kardeşim var, o benden büyüktür, o bilir demiş. Çıkmış gitmiş adam vara vara varmış adamın yanına. — Filancanın selamı var, demiş. Yalnız, bakmış ki o adam diğerinden daha genç: — Bu nedir, demiş, buğdayı göstermiş. Adam bilmiş, daha büyük olduğundan. — Bu buğdaydır, demiş. Onu öğütüyorlar, ekmek yapıyorlar, demiş. Evveli buğdayın tanesi yüz gram geliyormuş. Adamın aklına takılmış: — iyi, demiş ve devam etmiş: — Filan yerde bir adam var o bilir, dediler, gittim. Yaşlıca adam ben bilmem, benim büyüğüm var, o bilir, dedi. Ona gittim, o öbüründen genç, o da sana yolladı, büyüğüm bilir, diye sen de onlardan gençsin, ne oluyor demiş. Adam anlatmış: — Öbürünün karısı çok zalimdi, öyle olunca da adamı kocattı.. Beriki de biraz daha iyiydi, o da öyle kocadı. Benim karım da mazlumdu. Ben ne dersem onu yapardı. Ben de kocamadım, demiş. Kadın kısmı çok edepsiz olursa, koca da mazlum olursa, adamı öyle kocatırmış.
Üç Kardeş
Bolu
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde üç tane kız kardeş yaşarmış. Bunların en küçüğü çok güzelmiş.   Bir gün üç kardeş ormana odun toplamaya gitmiş. Odunu toplayıp şelek* yapmışlar, tam sırtlarına alıp eve gidecekken küçük kardeşin şeleğine bir dev girmiş. Kimse devi görmemiş. Büyük ve ortanca kardeş şeleklerini alıp yola koyulmuşlar ama küçük kardeş kendi şeleğini bir türlü kaldırıp omzuna atamıyormuş ki, içinde dev varmış çünkü. Diğer kardeşler arkalarına bakmadan eve doğru yola koyulmuşlar. O sırada dev çıkmış şelekten ve küçük kızı alıp inine götürmüş. İnin önüne kocaman bir kaya koymuş, kız kaçmasın diye. Dev orda kızla evlenmiş ve bir tane dev çocukları olmuş. Dev her sabah erkenden çıkar köye gidermiş, et, süt, bal alır gelirmiş. Karısı ve çocuğunu hiç dışarı çıkarmazmış. Bir gün köye giderken inin önüne kayayı koymayı unutmuş. O sırada oradan üç tane avcı geçiyormuş. Avcılar ini görmüş ve içinde ne olduğunu merak etmiş. Girmişler inin içine etrafa bakmak için bir de ne görsünler, dünya güzeli bir kız ve bir tane çocuk, hemen sormuşlar: — Burada ne arıyorsunuz, diye. Kız anlatmış başından geçenleri ve devin yaptıklarını avcılara. Avcılar kızı ve çocuğunu dışarı çıkarmışlar ve inin içinde bir yere saklanmışlar. Akşam olup da dev geldiğinde bakmış ki karısı ve çocuğu yok. Dev öfkeden kükremiş ve köye doğru yürümeye başlamış. O sırada avcılar saklandıkları yerden çıkmış ve devi kovalamışlar. Kızı ve çocuğu da alıp köye dönmüşler. *şelek: Ağaç dallarından çıkarılan ince şeritlerden örülen bir çeşit sepet.
Dev ile Odun Toplayan Kız
Kırıkkale
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde yaşlı bir karı koca yaşarmış, bunlar çok fakirmiş. Adam her sabah çalışmak için evden çıkarmış. Karısı her gün karşıdaki dağda ışıl ışıl parlayan bir ev görür ve imrenerek o eve bakarmış. Akşam kocası geldiğinde kadın kocasına: — Bey, şu karşıki dağda bir ev ışıl ışıl parlıyor; galiba kapısı ve penceresi hep altından, gözümü alıyor bakamıyorum, dermiş. Adam kızarmış karısına: — Bizim de evimiz var onunla yetin, dermiş. Karısı her akşam o evden bahseder olmuş. Her akşam üzeri o evi görüyormuş dağın tepesinde. Kadın kocasını dinlemez, evin ne kadar güzel olduğunu anlatırmış. Bir gün adam dayanmamış ve: — Git o eve yakından bak, demiş. Kadın o gece uyuyamamış heyecandan. Sabah erkenden koşarak dağa çıkmış eve bakmak için. Evin yanına gittiğinde ne görsün ev yıkık dökük bir evmiş, ‘Benim evim daha güzel’ diye düşünmüş kadın. O sıra da karşıki dağda parlayan başka bir ev görmüş, bu ev daha çok parlıyormuş. Bu defa da o eve hayran olmuş, kesin bunun kapısı, penceresi altındır diye düşünmüş ve o eve bakmak için dağa doğru koşmuş. Dağın tepesine çıktığında o parlayan evin kendi evi olduğunu görmüş. Kendi elindekilerin kıymetini anlamış.
Karşıda Parlayan Ev
Kırıkkale
İç Anadolu Bölgesi
BİR ÇUVAL DOLUSU ALTIN   Çok eski zamanlarda fakir bir karı koca yaşarmış. Bu karı koca sürekli biz de zengin olsak diye dua ederlermiş.    Bir gün tarlada çalışırken üstü başı yırtık fakir bir adam gelmiş yanlarına, elinde bir çuval varmış. Selam vermiş karı kocaya ve — Benim bir işim var, onu halledip gelene adar çuvalım sizde kalsın, demiş. — Tamam, demiş karı koca. Adam çuvalı bırakıp gitmiş. — Adamın üstü başı yırtık belli ki fakir biri, çuvalında ne olacak ki, demişler ve çuvalı ağacın dibine bırakıp evlerine gitmişler. Aradan birkaç gün geçmiş, adam tekrar gelmiş — Benim bir emanetim vardı sizde onu sakladınız mı, demiş, karı koca: — Biz onu unuttuk, bıraktığın yerde duruyor, demişler. Adam kızmış onlara: — O çuvalın içinde altın vardı, nasıl orda unutursunuz , demiş. Bunun üzerine karı koca telaşlanmış, adam: — Benim yine bir işim var, altınlarım yine size emanet, yarısı sizin yarısı benim, gelince alırım, demiş ve gitmiş. Karı koca telaşlanmışlar, nereye saklasak diye düşünmüşler ve bir ağacın altına saklamaya karar vermişler. Ağacın altını derince kazmışlar ve altınları oraya saklamışlar. Sonra ya biz kazarken burayı biri görmüşse ya hırsızlar görmüşse diye telaşa kapılıp tekrar oradan çıkarmışlar altınları. Tekrar düşünmüşler nereye gömsek, diye ve tarlanın köşesine gömmeye karar vermişler. Sonra orda da biri görmüştür diye çıkarmışlar, böyle böyle tarlanın her köşesine gömüp çıkarmışlar bir türlü bir yer bulamışlar. En sonunda eve götürmeye karar vermişler. Eve gidince biri bizi eve gelirken gördüyse diye telaşa kapılıp ne yapalım diye düşünmüşler. Evin içine bir çukur açıp içine gömmüşler. Karı koca nöbetleşe uyuyarak çukurun başında bekliyormuş. Birkaç gün böyle devam etmiş. Bakmışlar artık uyuyamıyorlar, zenginlik meğer ne kadar kötüymüş, fakirken rahatça uyuyabiliyorduk diye düşünmüşler.  Bunun üzerine ertesi sabah adam tekrar gelmiş: — Hani benim çuvalım, yarısı sizin, yarısı benim anlaştığımız gibi, demiş. Karı koca altınları istemediklerini söylemişler ve çuvalı adama geri vermişler.
Bir Çuval Dolusu Altın
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir Elif Nine bir de tilki varmış. Elif Nine’nin bir de keçisi varmış. Elif Nine her sabah sağdığı sütü mutfağa koyarmış. Tilki de Elif Nine gidince sütü içip kaçarmış. Nine gelip de süt olmadığını görünce bir daha süt sağıp getirmiş. Tilki yine gizlice gelip sütü içmiş. Üçüncü defa Elif Nine süt sağıp getirmiş ama bu defa gizlenip tilkiyi beklemiş. Tilki gelince de kuyruğunu kesip almış. Tilki ağlayıp sızlanmış, kuyruğunu istemiş: — Niye kuyruğumu kestin, diye sormuş. Nine de: — Sen benim üç kez sütümü çaldın. Getir sütümü, vereyim kuyruğunu, demiş. Tilki de bunun üzerine keçinin yanına süt istemeye gitmiş: — Keçi, keçi bana süt ver, ben sütü nineye götüreyim, nine bana kuyruğumu geri versin, demiş. Keçi de tilkiye: — Git bana yaprak getir ki sana süt vereyim, demiş. Tilki de hemen ağacın yanına koşmuş: — Ağaç bana yaprak ver. Ben keçiye götüreyim. Keçi de bana süt versin. Ben de sütü nineye götüreyim ki nine bana kuyruğumu geri versin, demiş. Ağaç da tilkiden su istemiş. Tilki çeşmenin yanına varmış: — Çeşme bana su ver. Ben ağaca götüreyim. Ağaç bana yaprak versin. Ben keçiye götüreyim. Keçi bana süt versin, ben sütü neneye götüreyim ki nene de bana kuyruğumu versin, demiş. Çeşme de: — Paşanın kızını getir, benim üzerimde oynasın ki ben sana su vereyim, demiş. Tilki paşanın kızına: — Gel de çeşmenin üzerinde oyna, çeşme bana su versin. Ben suyu ağaca götüreyim. Ağaç bana yaprak versin. Ben yaprağı keçiye vereyim. Keçi bana süt versin. Ben sütü nineye vereyim ki nine bana kuyruğumu geri versin, demiş. Paşanın kızı da: — Bana kundura alırsan çeşmenin üzerinde oynarım, demiş. Tilki kunduracıdan paşanın kızına kundura vermesini istemiş. Kunduracı da: — Bana yumurta getir ki sana kundura vereyim, demiş. Tilki tavuğun yanına gidip yumurta isteyince, tavuk da tilkiden yem istemiş. Tilki bunun üzerine samanlığa gidip: — Bana yem ver de tavuğa götüreyim, demiş. Samanlık da: — Benim damımı tamir edersen sana yem veririm, demiş. Tilki gidip samanlığın damını tamir etmiş, gelip yemi almış. Yemi tavuğa götürmüş, tavuktan yumurtayı almış. Yumurtayı alıp kunduracıya götürmüş, kunduracıdan kundurayı almış. Kundurayı paşanın kızına vermiş. Paşanın kızı kunduraları giyinip çeşmenin üzerinde oynamış. Çeşme tilkiye su vermiş. Tilki suyu alıp ağaca götürmüş, ağaç ona yaprak vermiş. Tilki yaprağı alıp keçiye götürmüş. Keçi tilkiye süt vermiş. Tilki sütü alıp nineye vermiş. Nine de ona kuyruğunu vermiş. Tilki kuyruğunu alınca da çok mutlu olmuş.
Elif Nine ile Tilki
Tunceli
Doğu Anadolu Bölgesi
 Uzun zamanlar önce çok uzak diyarlarda yaşayan bir padişah varmış. Padişahın bir de zalim bir oğlu varmış. Babasını hiç dinlemezmiş. Babası bir gün oğluna o kadar kızmış ki: — Sen gidip de denizler altında yaşayan bir denizkızına vurulursun, diye beddua etmiş. Padişahın oğlu bir deniz yolculuğu sırasında bir denizkızı görmüş ve ona vurulmuş. Kızın arkasından denizin altına girmiş, kızın evine gitmiş. Tam o sırada denizkızının annesi gelmiş. Denizkızı da padişahın oğluna vurulduğu için annesine gerçekleri anlatmamış. Şehzadeyi saklamış.  Şehzade bir süre denizin altında denizkızıyla birlikte yaşamış ama bu gizlilikten sıkıldığı için denizkızını kaçırıp yeryüzünde bir cadının evine götürmüş. Cadıya: — Sen bu geline bak. Ben düğün alayı getirip gelini düğün alayıyla evime götüreyim, demiş. Cadı da kabul etmiş. Şehzade geri geldiğinde sevdiği kız yerine kendi kızını vermiş. Şehzade geline baktığında karşısında çirkin mi çirkin bir kız görünce: — Ben seni ilk gördüğümde sen böyle değildin. Sana bakmaya bile kıyamıyordum. Ne oldu sana, diye sormuş. Cadının kızı ise: — Ben senin yollarına baka baka içim de dışım da karardı, gözlerim çapak oldu, diyerek padişahın oğlunu kandırmış. Şehzade bu yalana pek inanmasa da kızla evlenip hayatına devam etmiş.  Şehzade yedi yıl sonra sahip olduğu kırk tayı köylülerine dağıtmış: — Herkes benim taylarıma bakacak, daha sonra atlarımı bana getirdiğinizde kimin daha iyi baktığını tespit edip o kişiyi ödüllendireceğim, demiş. Bu arada kız cadıya hizmetçilik yapıyormuş. Kız, şehzadenin emrini duyunca cadıya: — Ne olur bir atı da biz alıp bakalım, diye yalvarmış. Cadı, kıza: — Sen mi şehzadenin atına bakacaksın, diye alay etmiş ama kız ısrar edince bir tayı alıp getirmiş. Yaz olduğunda bütün atlar meydana toplatılmış. En iyi at da şehzadenin sevdiği kızın yetiştirdiği atmış. Kız ata ne derse at onu yapıyormuş. Kız, ata: — İkinci turda kendini yere at ve ben yanına gelmeden kalkma, demiş. At ikinci turda kendini yere atmış. Şehzade de ata bakmak için yanına gitmiş. Kız atın yanına vardığında: — Kalk kalk. Sahibinden ne hayır gördüm ki senden de göreyim, demiş. Şehzade, kıza: — Sen kim oluyorsun da böyle söylüyorsun, diye kızınca kız: — Yedi yıl önce beni bıraktığın yerden almadın ve başkasıyla evlendin, yalan mı, demiş. Padişahın oğlu sevdiği kız olduğunu anlamış ve diğer karısını ceza olarak atların arkasına bağlatıp sürüklettirmiş. Sevdiği kızla evlenip mutlu olmuş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
DENİZKIZI İLE PADİŞAHIN OĞLU
Tunceli
Doğu Anadolu Bölgesi
  Bir varmış, bir yokmuş. Bir padişah varmış. Padişahın hanımı evde sıkılınca deniz kenarına gezmeye gidermiş.   Bir gün deniz kenarında gezerken karşısına bir Arap kızı çıkmış. Şu yüzüğün çok güzel, ver. Elbisen çok güzel ver, derken kadını çırılçıplak bırıakmış. Her şeyini almış. Kadını da denize atıvermiş. Varmış, kadının evine oturmuş.             Beyi gelince: — Hanım, sen bu kadar kara değildin, niye karardın, diye sormuş. Kadın da: — Seni bekleye bekleye bu hallere kaldım, demiş. Evde de bir geyik varmış. Kadın, adama: — Şu geyiği kes, demiş. Adam da: — Yok, ben kesemem o kardeşini, demiş. Meğer geyik kadının kardeşiymiş.   Kadın illa kesilsin, demiş. Satırlar bilenmiş, bıçaklar yüklenmiş. Geyik bunları görünce zinciri kırmış, fırlamış deniz kenarına varmış. —  Bacı bacı can bacı Satırlar bilendi, Bıçaklar yüklendi, Bık bık olacağım, Can bacı, demiş. Denizdeki padişahın karısı da: — Arap kızı attı beni, Alabalık yuttu beni, Beşik yoktur sallayayım,   Bellek yoktur beleyeyim, demiş. Adam denizin kenarına gelip geyiği eve geri getirmiş. Arap kızı yine: — Bu geyiği kes, demiş. Geyik üç kere denizin kenarına gelmiş. — Bacı bacı can bacı, Satırlar bilendi, Bıçaklar yüklendi Bık bık olacağım Can bacı, demiş. Denizdeki padişahın karısı da: — Arap kızı attı beni Alabalık yuttu beni Beşik yoktur sallayayım Bellek yoktur beleyeyim, demiş. Meğerse kadın hamileymiş. Denizde kadını bir balık yutmuş. Kadın da balığın karnında doğurmuş.   Sonra adam geyiği yine denizin başında görmüş. — Niye bu geyik kaçıp denizin başına geliyor? Saklanayım da dinleyeyim, demiş. Geyik yine: — Bacı bacı can bacı, Satırlar bilendi, Bıçaklar yülendi, Bık bık olacağım, Can bacı, demiş.   Denizdeki padişahın karısı da:   — Arap kızı attı beni Alabalık yuttu beni Beşik yoktur sallayayım Belek yoktur beleyeyim, demiş.   Padişah dinleyince her şeyi anlamış. Balığın karnından karısını çıkarmış. Geyiği de almışlar, eve gelmişler. Arap kızına da: — Satır mı istersin, katır mı, demişler. Arap kızı da: — Katır isterim, demiş. Arap kızını katırın kuyruğuna bağlamışlar, göndermişler. Sonunda herkes hoş muradına ermiş.  
Padişah Karısı
Mersin
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir yılanla, tilki varmış. Bir gün yılanla tilki arkadaş olmuş. Yılanla tilki bulundukları köyü gezmeye karar vermişler. Giderken bir nehre rastlamışlar. Yılan, tilkiye: — Ya tilki kardeş! Ben bu nehirden geçemem, burada senden ayrılalım, demiş. Tilki: — Olur mu bu kadar gezdik tozduk, beraber yedik içtik, zoru görünce mi ayrılacağız, demiş. Yılan: — Ya ben nehirden geçemem, nehirde boğulurum, demiş. Tilki: — Sen gel, benim sırtıma çık, ben seni karşıya geçiririm, demiş. Yılan tilkinin boynuna sarılmış, kafasını yukarı kaldırmış. Tilki nehrin ortasına varınca yılan: — Ben seni sokacam, demiş. Tilki: — Etme eyleme kardeşim, sen beni sokarsan ben de ölürüm sen de ölürsün, demiş. Yılan: — Olmaz seni sokmam gerekiyor, yılanlığım tuttu, demiş. Tilki: — Arkadaşlığımız nerde kaldı, diye sormuş. Tilki kurnaz ya biraz düşünür, yılana: — Hele gel de seni öpeyim, sonra sen beni sok istersen, demiş. Yılan, tilkinin onu öpmesi için eğilmiş, tilki yılanın kafasını yakalamış, ısırmış, paramparça yapmış. Tilki yılanı alıp nehirden çıkarmış. Dümdüz olacak şekilde yere koymuş. Sonra: — Hah, bana öyle dümdüz, dosdoğru bir arkadaş lazım, demiş.
Yılanla Tilkinin Arkadaşlığı
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Çok eski zamanlarda, ülkenin birinde bir padişah varmış. Bir gün padişah gezmeye çıkmış. Yanında veziri de varmış. Yürüye yürüye bir ihtiyarın yanına varmışlar. Padişah ihtiyara selam vermiş. İhtiyar da padişahın önünde eğilmiş. Biraz konuştuktan sonra padişah, ihtiyara: — Geç kalmışsın geç! demiş. İhtiyar: — Er oldu da el aldı, demiş. Bu kez padişah: — İkiyle aran nasıl, demiş. İhtiyar: — Üçle aram iyi, demiş. Padişah: — Sana bir kaz göndersem yolar mısın? demiş. İhtiyar: — Pek ustasıyım, demiş. Padişah ve vezir bu muhabbetten sonra oradan ayrılmışlar. Biraz sonra vezir, padişaha: — Padişahım, siz o adamla hangi konuda konuştunuz? Ben hiçbir şey anlamadım, demiş. Padişah buna öfkelenmiş. Vezire: — Sen nasıl vezirsin? Benim ne konuştuğumu nasıl anlamazsın? Hemen, ne konuştuğumu anla da gel yoksa vezirliğin biter, demiş. Vezir kan ter içinde ihtiyar adamın yanına gelmiş. Ona: — Aman dede! Padişahımla ne konuştun? Çabuk bana anlat. Yoksa ben mahvolurum, demiş. İhtiyar: — Anlatırım ama öyle bedava olmaz, demiş. Vezir: — Padişah sana, geç kalmışsın geç, dedi. Bu ne demek ki diye sormuş. İhtiyar: — Ver bir kese altın söyleyeyim, demiş. Vezir bir kese altını vermiş. İhtiyar: — Er oldu da el aldı, dedim. Yani, kızım oldu başkası aldı, demiş. Vezir: — Padişah ikiyle aran nasıl, dedi. Bu ne demek, demiş. Tabii yine bir kese altını vermiş. İhtiyar: — Ben de üçle aram iyi dedim. Yani, bastonla geziyorum, demek demiş. Vezir: Hay Allah! Bunları bilmeyecek ne var? demiş. Son olarak vezir: — Peki. Padişah sana, bir kaz göndersem yolar mısın, dedi. Bu ne demek? demiş. İhtiyar da: — Pek ustasıyım dedim, demiş. Vezir: — İyi, güzel de kaz kim oluyor, demiş. İhtiyar adam: — Ver bir kese altın. Onu da söyleyeyim, demiş. Vezir vermiş bir kese altını. İhtiyar adam: —O kaz da sensin. Basit sualler için üç kese altının gitti, demiş.
Kaz Yolma
Hatay
Akdeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde bir padişahın üç kızı varmış. Bu kızlara devler âşık olmuş. Devler bu kızların üçünü de alıp gitmiş. Bir süre sonra kızların kardeşleri, kızları devlerin elinden kurtarıp bir konağa koymuşlar. Kapısını, bacasını sürüp kilitlemişler. Sonra bu üç kardeş devler ile savaş etmeye gitmiş. Kavga ederlerken kardeşlerden birini devler öldürmüş. Bu arada, bir yiğit geçiyormuş oradan. Bir ağlama, bir feryat sesi içeride. Bu yiğit kızlarının küçüğünün kapısını yıkıp kırmış, kızların içine girmiş. Kızlardan küçüğü ağlıyormuş: “ — Niçin ağlıyorsun, seni kim ağlattı, demiş kıza, yiğit. Kız: — Devler ile kardeşlerim bizim yüzümüzden savaş ediyorlar. Kardeşlerimden birisi şehit oldu, ona ağlıyorum. — Nerede savaş ediyorlar, diye sormuş, yiğit oğlan. — Aha! Şu dağın arkasında, demiş kız. Gitmişler. Oğlan devlerin üçünü de kızın kardeşlerinin önünde öldürmüş. Devlerin kulağını da kesip cebine koymuş. Kızın kardeşleri: — Haydi, bizim evimize gidelim, bizim evimiz var. Kızın kardeşleri ve oğlan gelmişler ki kızın kapısı kırık, yıkık. — Vay! Biz senin yüzünden gittik, kardeşimizi de şehit verdik; sen kötü işler mi yaptın, diye kızın üzerine yürümüşler. — Durun! O kapıyı ben yıktım, demiş oğlan. Geldim, küçük bacınız ağlıyordu. ‘Niye ağlıyorsun?’ dedim. Niye ağlamayayım? Küçük kardeşim şehit oldu, ona ağlıyorum, demişti. Bu kapıyı ben yıktım, demiş. Diğer kız kardeşleri de bu kıza sahip çıkmamış. Kızı, kuyunun içine atmışlar, babalarının evine gitmişler. Oğlanlar da gitmişler. Padişah küçük kızını sormuş. Kapısı kırılmıştı, kötü işler yapmıştı; biz de bırakıp geldik, demişler. Padişah: — Benim kızımı bulana şu kadar altın vereceğim, şu kadar şunu vereceğim, şu kadar bunu vereceğim. Padişah, herkesi davet etmiş. Devleri öldüren oğlan, devlerin kulaklarını ayakkabısının içine koymuş. Gelmiş, yemiş, içmiş. Daha sonra demiş ki: — Padişahım, sen hizmetçileri hiç terbiye etmemişsin. Adamın ayakkabısını silkelerler de öyle verirler ayağına. Hizmetçi ayakkabıyı silkeleyince devlerin kulağı çıkmış. — Devleri öldüren bu, bu kızımı bulur, demiş padişah. Oğlana bu görevi vermiş. Oğlan bir süre sonra kızı bulup getirmiş. Padişah demiş ki: — Uzak bir oda verin, gitsin oğlan ile orada otursun. Oğlanla ikisini bir oturtmuşlar. Bu arada diğer kızlar da evlenmiş. Derken padişah kör olmuş: — Geyik yerse, padişahın gözü açılır, demişler. Padişahın has güveyleri geyik avlamaya gitmişler. Oğlan, dağın başına çadır kurmuş. Keçileri kesip geyik eti diye bunlara vermiş. Getirmişler eti ne işe yaramış ne de Padişah’ın gözü görmüş. Oğlan geyik alıp kesmiş, getirip kıza vermiş. Kız pişirmiş, babasına götürmüş: — Babama geyik eti getirdim, demiş. — Götür götür. Has güveyilerim getirdi. Ne açıldı gözüm ne de gördü, demişler. Anası acımış: — Aman etmeyin, getirsin de kızı yedirsin. Getirmişler, neyse anasının hatırı için yemiş adam. Azıcık gözü açılmaya başlamış. “Aboo! Gözüm açılıyor! Kızım bundan daha var mı, demiş. — Çok var baba, demiş. Bu kız pişirmiş getirmiş, pişirmiş, getirmiş. Padişah’ın gözü açılmış. Padişah, küçük damadına: — Dile, ne dilersen vereceğim. — Dileğim, diğer güveylerin gelsinler, üstlerini çıkarsınlar. Diğer damatlar, denileni yapınca küçük damat demiş ki: — Bunlar benim kölem olsun! Bir de damga basmış oğlan. Bir tane de tarla istemiş padişahtan. Padişah: — O tarlaya sahip olan, her şeyin sahibi olsun, demiş ve vermiş tarlayı. Oğlan da devlerin kıllarını kesmiş. O kıllar tutuşunca her dilek kabul olurmuş. O kılları yakmış, tutuşturmuş, üflemiş. Padişah’ın konağından daha güzel bir konak olmuş. Kız ve oğlan bu konağa girmişler. Padişah sonradan düğün yapmış bunlara. Diğer güveyler köle olmuş. Oğlan kızı almış, kırk gün kırk gece düğün etmişler.
Padişahın Kızı
Hatay
Akdeniz Bölgesi
 Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde Müdülük adında bir çocuk varmış ve ninesiyle yaşarmış. Ninesi bir gün hastalanmış ve Müdülük’ten elma istemiş. Müdülük az gitmiş uz gitmiş bir elma ağacı görmüş. Ağaca çıkmak için hoplamış, çıkamamış, bir daha hoplamış, yine çıkamamış. O sırada: — Küpü küp üstüne koy, küpü küp üstüne koy çıkarsın, diye bir ses duymuş. Müdülük küpü küp üstüne koymuş ve hoplayıp çıkmış ağaca. Başlamış elma toplamaya, Müdülük elma toplarken bir cadı gelmiş.: — Oğlum bana da bir elma ver, demiş. Müdülük ağaçtan bir elma koparıp atmış cadıya. Cadı: — Oğlum o suya düştü, demiş. Müdülük bir elma daha atmış. Cadı: — O da çamura düştü, elinle uzatır mısın, demiş. Müdülük eliyle uzatmış elmayı, cadı kolundan yakalamış Müdülüğü ve torbasına koyup eve götürmüş. Evdekiler: — Çabuk ocağa suyu koyun size yiyecek getirdim, demiş. Kocaman bir kazana suyu doldurmuşlar ve kaynatmışlar, tam içine Müdülüğü atacakken Müdülük:  — Buna tuz atmadınız, tuzuna bakın beni öyle içine atın, demiş. Cadılar yemeğin tuzuna bakmak için eğildiğinde Müdülük onları kazanın içine itmiş ve oradan kaçmış. Bu masal da böyle bitmiş.
Müdülük
Kırıkkale
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir evde üç oğlan varmış. Bunların bir tane armut ağaçları varmış. Günde bu armutlar yetti mi kaybolurmuş. Bir dev gelir, o armudu yermiş. Baba bu soruna çare bulamamış. Sırasıyla üç oğluna armut bekleme görevi vermiş. Büyük oğlan babasına: — Bir okka fındık, fıstık al; ben bekleyivereyim baba, demiş. Büyük oğlan nöbet sırasında fındığı fıstığı yemiş, uykuya dalmış. Dev gelip armutları halletmiş. Ortanca oğlana sıra gelmiş. O da yemiş yemiş, iş bitmiş, uyuyakalmış. Küçük oğlan nöbetini tutarken parmağını kesmiş, acısından uyumayayım diye. Dev armudu almaya geldiğinde oğlan devi yaralamış. Dev yaralı bir şekilde kuyusuna gitmiş. Küçük oğlan eve gelip abilerine kuyunun adresini haber vermiş. Kuyunun başına gelince büyük oğlan: — Beni iple sarkıtın, yandım dersem çekin, buydum dersem sarkıtın, demiş. Büyük oğlan kuyunun ortasına gelmeden yandım, demiş. Sıra ortancaya gelmiş. Ortanca da dibe inememiş. Küçük oğlan: — Yandım dersem de buydum dersem de sarkıtın, demiş. Daha sonra küçük oğlan tabana inmiş. Varmış ki üç kız oturur. Oğlan devi kızlara sormuş. O köyün suyu devin bağrına akarmış. O yüzden de bu kızlardan birini, dev suyumuzu kesmesin diye, deve vereceklermiş. Küçük oğlan hikâyeyi dinleyince: — Bana bir kılıç verin, demiş. Kılıcı alıp devin yanına gitmiş. Varmış ki o üç kızdan biri tam devin ağzındayken, oğlan devin boynuna vurmuş. Dev devrilmiş. Kız oğlanın arkasına çamur bulamış. Üç kızdan büyük kız büyük oğlana, ortanca kız ortanca oğlana, küçük kız da kendisine diye düşünmüş oğlan. Kızları kuyunun dibine getirmiş. Önce büyük kızı çekmişler. Sonra ortanca kızı. Küçük kız çıkmadan, oğlana önce çıkmasını söylemiş. Oğlan kendisi çıkmamış, kızı çıkartmış. Kız çıkmadan saçından iki tel koparmış: — Bir aksilik olursa bunları birbirine vur. İki koç gelir. Biri beyaz, diğeri siyah. Beyazına binersen yukarı gelirsin, siyahına binersen karanlık dünyaya gidersin, demiş. Oğlanı yukarı çekmemişler. Günlerce kuyunun dibinde beklemiş. Sonra saçlar aklına gelmiş. Saçları birbirine vurunca iki koç gelmiş. Bu yanlışlıkla kara koça binip karanlık dünyaya gitmiş. Burada bir ağaç varmış. Küçük oğlan bu ağacın dibine yatmış. Oraya bir kuş yuva yapmış. Bir yılan bu kuşun yavrularını yerken oğlan kuşları kurtarmış. Kuşun anneleri yavrularına: — Ne oldu, diye sormuş. Kuşlar: — Anne bizi bu oğlan yılandan kurtardı, demiş. Kuş, oğlana: — Ne istersen iste benden, demiş. Oğlan öbür dünyaya çıkmak isterim demiş. Kuş: — Ben seni oradan çıkaracağım ama bana bir tuluk su, bir kuzu eti getirirsen, demiş. Oğlan bunları getirmiş. Kuş, oğlana: — Kanadının bir tarafına tuluğu, bir tarafına eti koy, ortasına da sen otur, demiş. Kuş yolda giderken eti didiklemiş ve eti bitmiş. Oğlan kendi bacağından et sıyırıp vermiş. Kuş etin oğlanın eti olduğunu anlamış ve onu dilinin altına saklamış. Kuyudan çıkmışlar. Kuş, oğlana: — Önce sen yürü, demiş. Oğlan yürüyünce oğlanın topalladığını gören kuşdilinin altındaki eti oraya sürmüş. Oğlanın bacağı iyileşmiş. Oğlanın ağabeyleri küçük oğlan, küçük kızı almasın diye kuyunun ipini yere atmışlar. Küçük oğlan evine geldiğinde düğün dernekle karşılaşır. Büyük abisi, kendisinin evleneceği kızla evlenmek üzereymiş. Oğlan, olan biten her şeyi babasına anlatmış. Baba büyük oğlanı atın arkasına bağlatmış diyar diyar sürdürmüş. Düğün dernek yeniden küçük oğlan için tekrar kurulmuş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Üç Oğlan
Mersin
Akdeniz Bölgesi
Vaktiyle bir adamın dokuz oğlu varmış. Kadın tarlada çift süren kocasına ekmek yapıyormuş. Kadının yaptığı ekmeklerden çocuklar da almaya başlamış. Kadın sinirlenmiş. Çocukları dövüp, evden uzaklaştırmış. Böyle böyle olurken, geriye kala kala Keloğlan kalmış. O da annesinin hiddetinden kaçmak için divanın altına saklanmış. Öğlen vakti olmuş. Kadın kocasına yemek gönderecek birisini bulamamış. Kadın: — Allah’ım, ben ekmek yapıyorum. Tarlaya yemeği nasıl göndereyim, demiş. Keloğlan saklandığı yerden çıkıp: — Anne ben buradayım, ben götürürüm, demiş. Annesi: — Aman oğlum, sağa sola bakmadan bunu babana ver, gel, demiş. Keloğlan yolda giderken karşısına bir cazı karısı çıkmış. Keloğlan hemen armut ağacına çıkmış. Cazı karısı: — Çocuk, bana bir armut versene, demiş. Keloğlan tamam demiş ve bir armut koparıp yere atmış. Cazı karısı: — O yere düştü. Ben yemem, yine at, demiş. Keloğlan bir tane daha atmış. Cazı karısı: — Bu sefer de pisliğe düştü, yine yemem, demiş. Keloğlan, yine koparmış, tam atacakken Cazı karısı: — En iyisi elime ver, demiş. Keloğlan elini uzatmış ama cazı karısı hemen yakalamış. Keloğlan’ı torbaya atmış. Biraz yürüdükten sonra cazı karısı Keloğlan’ı bir yere bırakıp işlerini tamamlamak için uzaklaşmış. Keloğlan, fırsattan istifade torbayı yarıp kaçmış. Ama cazı karısı hemen yakalamış ve evine gelmiş. Cazı karısının da evde, eli kınalı bir kızı varmış. Cazı Karısı kızına: — Sen şunu pişiredur, ben bir yere varıp da geleyim, demiş. Cazı karısı çıktıktan sonra, Keloğlan bir yolunu bulup ipleri açmış. Kızı bağladıktan sonra kızın kınalı parmaklarından birinin ucunu kesip yemeğe katmış. Keloğlan kızın kıyafetlerinden giyinmiş, kuşanmış. Cazı karısının gelmesini beklemiş. Cazı karısı gelmiş. Keloğlan, yemeği hazırlamış. Cazı karısı, yemeğe bir bakmış ki kızının kınalı parmağının ucu içindeymiş. Cazı karısının dünyası başına yıkılmış. Keloğlan’da cazı karısı kendine gelmeden oradan uzaklaşıp evine varmış. Bu masal da burada bitmiş.
KELOĞLAN İLE CAZI KARISI
Osmanıye
Akdeniz Bölgesi
PADİŞAHIN MEZARI Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde cinler cirit oynuyor eski hamam içinde. Vaktiyle bir padişah varmış. Padişahın da üç oğlu varmış. Bir gün padişah: — Oğullarım ben ölürsem mezarımı üç gün bekleyeceksiniz. İlk gün büyük oğlum, ikinci ortanca oğlum, üçüncü gün de küçük oğlum mezarımı bekleyecek, demiş. Gün gelmiş, padişah ölmüş. Padişahın mezarını ilk gün büyük oğlu, ikinci gün ortanca oğlu beklemiş. Üçüncü gün sıra küçük oğluna gelmiş. Küçük oğlan mezarı beklerken gece yarısı yedi başlı bir dev hiddetli bir şekilde mezarı eşmeye başlamış. Oğlan, deve saldırmış, dev kaçmış. Oğlan, devin peşine düşmüş. Dev gitmiş, oğlan gitmiş. Dev gitmiş, oğlan gitmiş… Bir binaya varmışlar. Bina da kapısız penceresizmiş. Dev binaya koca koca çiviler çakmaya başlamış. Oğlan da devin arkasından çıkıyormuş. Oğlanın da belinde kılıcı varmış. Kılıcını çıkarıp deve vurmuş, dev ortadan ikiye ayrılmış. Devin gövdesi içeriye gitmiş, geri kalan kısmı dışarıya gitmiş. Oğlan içeri girmiş, devin kulağını kesip cebine koymuş. Yedi kardeşin de üç bacısı varmış. Daha önce dev bacılarını kaçırmış, devin elinden alamıyorlarmış. Üç kız kardeş bakmışlar ki dev ölmüş, kaçıp kardeşlerinin yanına gelmişler. Yedi kardeş: — Acaba bu devi kim öldürdü, öldürene dünyalığını veririz, demişler. Yedi kardeş, tellal çağırtmışlar; “Bu devi öldürüp kulağını kesen kim?” diye. Kimi kurt, kimi at, kimi katır kulağı getirmiş. Hiçbiri de devin kesilen kulağının yerine olmamış. Tellalı duyan oğlan da gelmiş. Oğlan cebindeki devin kulağını çıkarıp devin kesilen kulağının yerine yapıştırıvermiş. Devi öldürenin bu oğlan olduğu anlaşılmış. Yedikardeş, oğlana: — Dile bizden ne dilersen, demiş. Oğlan da: — Üç bacınız varmış, benim de üç kardeşim var. Büyük bacınızı, büyük kardeşime, ortanca bacınızı ortanca kardeşime, küçük bacınızı da kendime dilerim, demiş. Yedi kardeş, üç bacısını üç kardeşe vermiş. Üç kardeş, kırk gün kırk gece düğün etmiş. Muratlarına ermişler.
Padişahın Mezarı
Adana
Akdeniz Bölgesi
  Bir varmış, bir yokmuş, çok söylemek çok günahmış. Bir karı ile kocası varmış. Oturuyorlarmış. Çocukları yokmuş. Kocası demiş ki: — Hanım bu öyle olmaz, bizim bir çocuğumuz olsun. — Olmuyor bizim çocuğumuz ne yapalım? — Öyleyse hocaya gidelim. Hocaya gitmişler, hoca demiş ki: — Akşam yatarken yastığınızın altına bir avuç mercimek koyun. Onlar da: — Tamam, deyip ayrılmışlar. Sabah olmuş. Kalkmışlar ki, kırk tane çocuk, sevinmişler. Babaları tarlaya gitmiş. Çocuklar da artık büyümüşler, babalarına yemek götürecekler. Annesi de börek yapacakmış. Çocukların da karınları aç. Tahtanın etrafına oturmuşlar. Çocuklar diyorlar ki: — Anne gılı gılı. — Anne gılı gılı. — Anne gılı gılı. Anne de: — Yavrum sizden çektiğim ne? Anne gılı gılı, diyorsunuz. Oklava ile vurunca çocukların hepsi ölüyor. “Eyvah!” diyor anneleri. “Babalarına yemek kim götürecek?” Çocuklardan biri süpürgenin arkasına saklanmış. — Anne ben buradayım, demiş. Annesi böreği hazırlamış, üstünü örtmüş. Bu çocuk almış yemeği babasına götürmüş. — Baba baba, tarlanın ortasına mı geleyim? Yoksa kenarına mı geleyim? Babası: — Oğlum tarlanın ortasına nereye basacaksın, kenarından gel, demiş. Çocuk böreğin kenarını yemeye başlamış. Çocuk da aç karnını doyuracak ya. Yine bağırmış babasına: — Baba baba, tarlanın ortasına mı geleyim? Yoksa kenarına mı geleyim? Babası: — Oğlum tarlanın ortasından gel. Çocuk böreğin ortasını da yemiş. Oraya oturmuş. Tepsinin içini toprakla doldurmuş. Üstünü örtmüş. Oraya gitmiş. — Oğlum azıkta ne var, demiş babası. — Baba ben nerden bileyim. Annem ne yaptıysa bilmiyorum. Orada açıp bakmış ki içinde toprak var. Oradan sopayla vurunca çocuk bayılmış. Otların arasında kalmış, inek yemiş. İneğin karnına girmiş. Annesi bir gün inek sağmaya gidince çocuk demiş ki: — Anne, ben buradayım, ineği sağma. Kadın sağa sola bakıyor. Kimse yok. Tekrar ineği sağacak olmuş. — Anne ben buradayım ineği sağma. Var inekte bir hâl demişler. Kesip ineği dereye atmışlar. Dereye atınca bir kurt gelip yemiş. Çocuk kurdun karnına girmiş. Koyunların sürüsü varmış. Kurt yaklaşınca, çocuk karnından bağırmış: — Çoban amca, çoban amca sürüye kurt dalıyor, diye. Kurt şaşırmış: — Allah'ım bu neyin nesi? Benim karnım aç. Çocuk tekrar bağırmış: — Çoban amca, çoban amca, sürüye kurt dalıyor. Çoban gelmiş, kurdu yakalamış. Çocuk içinden çıkmış. Çoban çocuğu almış annesine, babasına vermiş. Hepsi de mutlu olmuşlar. Yiyip içip yer dibine geçmişler.
KIRK KARDEŞ
Kahramanmaraş
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Çok demesi günahmış. Vakti zamanında yedi kardeş varmış. Bu yedi kardeş evden çıkıp gitmişler. Az gitmişler, uz gitmişler, altı ay bir güz gitmişler. Bunlar ormanın içine küçük bir ev yapmışlar, burada avcılıkla uğraşıyorlarmış. Tavşan ve geyik avlayıp akşama yerlermiş. Bunların bir de bacıları varmış. Arkadaşlarıyla oyun oynarken çocuklar bu kızı dövmüşler. Kızcağız eve gelip annesine: — Benim kardeşim yok mu, ağabeylerim olsa beni dövemezler, onlar neredeler, diye sormuş. Annesi de: — Var. Şu yoldan gittiler, demiş. Kız o yola düşmüş, giderken ormanın içinde bir ev görmüş, o ve girmiş, evi temizlemiş, yemeği pişirmiş, sobayı yakmış, saklanmış. Akşam olunca yedi kardeş eve gelmiş. Bakmışlar ki ev temizlenmiş, yemekler yapılmış. Kim yaptı, kim yaptı diye merak ederken, en büyük kardeşleri: — Yarın sabah birimiz evde bekleyelim, demiş. Sabah olmuş, altı kardeş evden çıkmış, biri evi beklemeye kalmış. Beklerken uyumuş kalmış. Kız yine ortalığa çıkmış, aynı şeyleri yine yapmış. Akşam olmuş, diğer kardeşler gelmiş. Ne olduğunu sormuşlar, evde kalan kardeş de uyuduğunu, bunları yapanın kim olduğunu görmediğini söylemiş. Altı kardeş sırasıyla beklemişler ama hepsi de uyumuş, ama yedinci kardeş Sani uyumamış. Kız yine ortalığa çıkınca Sami de ortaya çıkıp sormuş: — İns misin, cin misin? Kız da: — Ben sizin bacınızım, demiş. Günler böyle geçerken bunların bir köpekleri varmış, kız buna her gün bir üzüm verirmiş. Bir gün yine çağırmış, köpek gelmemiş, üzümü kız yemiş. Köpek bunu görmüş, evin bacasından aşağıya çiş yapmış, ocaktaki ateşi söndürmüş. Kız telaşlanmış, akşama ağabeylerine yemek yapacak ya. Sonra dışarı çıkmış, ormanda bir duman görmüş, gitmiş o eve. Evden bir yaşlı kadın çıkmış, kadın kıza istediği ateşi vermiş: — Burası devin evi, buradan hemen ayrıl, demiş kadın. Kız eve gitmiş; ama kız gelirken dev bunu görmüş, eve kadar takip etmiş. Dev eve gelmiş ama kız kapıyı açmamış. Ağabeylerinden Sani, devin geldiğini bilmiş. Kardeşleri bacılarına bir şey yapmasından korkmuşlar. Sani devi öldürmeye karar vermiş. Bu arada kız su içerken yılan yutmuş. Gittikçe karnı büyümüş. Ağabeyleri bunu hamile sanıp ormana götürüp bırakmışlar. Bacıları bir gün ormanda gezerken, birden devin korkusundan ağaca çıkmış. Bir oduncu bunu görmüş. Sonra bununla evlenmiş. Süt kaynatıp yılanı kızın karnından çıkarmışlar. Kızın bir çocuğu olmuş. Aradan aylar geçmiş, çocuk büyümüş. Annesine sormuş: — Buradan her gün yedi kardeş geçiyor, kim onlar, demiş. Annesi de onlar geçerken, söyle de, demiş: Algan âşığım algan, Yedi kardeş yeğeniyim, Şemsi beyin doğanıyım. Yedi kardeş yeğenlerini de alıp bacılarının evine gitmişler, yiyip, içmişler. Kardeşler devi öldürmekte kararlılarmış. Bunu nasıl öldürelim diye bir ağanın yanına varıp sormuşlar. Ağa demiş ki: — Devin bir atı var ki kişnemesi her yere tat verir. Bunu duyan Sani, devin ahırına gitmiş. At, Sani’yi görünce kişneyerek: — Sani geldi ben gidiyorum, demiş. Sani hemen saklanmış, dev gelmiş. Dev ata kızmış, “hani Sani” diyerek ahırdan çıkmış. Sani ata binmiş, kaçmış. Sonra demişler ki: — Devin bir kılıcı var ki çektiğin zaman sesi her yere tat verir. Sani kılıcı da almaya gitmiş. Sani’yi gören kılıç: — Sani geldi, ben gidiyorum, demiş. Sani kılıcı almış, gitmiş. Sonra ona: — Devin, kocaman bir çınarı var ki dalları her yere uzanır, demişler. Sani çınarı kesmeye gitmiş, çınarı keserken dev gelmiş, kükremiş. Sani hiç korkmamış, demiş ki: — Sani öldü de ona tabut yapıyorum, demiş. O zaman dev de başlamış kesmeye. Sani demiş ki: — O da senin gibi kocaman, bir tabutun içine uzan da ölçüsünü alayım, demiş. Oydukları çınarın içine dev yatmış, Sani hemen tabutun kapağını kapatmış. Bu masalda burada son bulmuş.
Devin Çınarı
Kahramanmaraş
Akdeniz Bölgesi
Kervancı Kızı ile Padişah Vaktiyle bir kervancı varmış. Kervancının bir tane kızı varmış. Kızın adı Nergis imiş. Kızın güzelliği dillere destanmış. Kervancı kızını el bebek gül bebek büyütürmüş. Bir gün kervancı İstanbul’a gidecekmiş. Kızına sormuş: — Kızım ben İstanbul’a giderim, söyle İstanbul’dan sana ne getireyim, demiş. Kızı: — Baba ben bir hocama soruyum, o ne derse bana onu getir, demiş. Kız hocasına sormuş. Hocası orasının Semerkant’ını istemesini söylemiş. Kız da babasına söylemiş. Kervancı yola çıkmış, oraya varmış. Oraya varınca dönmüş, dolaşmış, esnafa sormuş. Esnaflar kervancıyı deli sanmış. Çünkü kervancının istediği sıradan bir şey değilmiş. Koskoca padişah imiş. Sonra kervancıyı sarayın önüne götürüp bırakmışlar. Sarayın önünde iki taş varmış. Biri elçi taşı, diğeri yolcu taşı. Elçi taşının üzerine oturan padişahın misafiri sayılırmış, içeri alırlarmış. Yolcu taşının üzerine oturanlara da eğer fakirse saray gelirinden yardım edilirmiş. Kervancı ne istediğinden habersiz gelmiş, elçi taşının üstüne oturmuş. İçeri almışlar kervancıyı. Padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişah niçin geldiğini sormuş. Kervancı: — Padişahım benim bir kızım var. Semerkant ne ise ondan ister, demiş. Padişah yine sakin bir adammış. Adama, durumu belli etmeden bir bıçak, bir ip, bir de mektup vermiş. Mektubun içinde şunlar yazmaktaymış: İple asıl, bıçakla kesil, Yerinen gök nasıl uzaksa, Benle sen de öyle uzağız, Ben bir padişahım, Sen de bir kervancı kızı olasın. Kervancı mektubu ve diğerlerini alıp yola düşmüş. Kızına padişahın gönderdiklerini vermiş. Kız odasında yardımcısı ile duruyormuş. Mektubu okuyunca kız yardımcısına der ki: — Sen anama babama söyleme ben yola gidiyorum. Ardından elbiselerini çıkarır. Erkek elbiseleri giyinip düşmüş Semerkant yoluna. Sarayın önüne gelince yolcu taşına oturmuş. Hademeler gelip bu kızı kaz çobanı olarak işe almışlar. Padişahın ablası Sultan Hanım, bahçede gezerken Nergis’i görür. Sultan Hanım kızı görünce kızın güzelliğine kanı kaynamış. Kızı kendisine hizmetçi almış. Bir gün padişah su istemiş. Sultan Hanım, kardeşine: — Gardaş iznin olursa yeni bir hizmetçi var, sana o su getirsin, demiş.  Padişah izin vermiş. Sultan Hanım, Nergis’e padişah suyu içtikten sonra bardağı yere atıp kırmasını söylemiş. Padişahın annesinden kalma özel bir bardağı varmış. Sadece o bardakla su içermiş. Nergis o bardakla suyu getirmiş, padişaha uzatmış. Padişah kızı görünce kızın güzelliğine hayran kalmış. Kız boşalan bardağı almış, götürürken yere atıp kırmış. Sultan Hanım kıza bakarak: — Nergis gözün kör ola, nasıl kırdın o bardağı. O ananım yadigârıydı, demiş. Padişah, Sultan Hanım’a çıkışmış: — Abla, bir bardak için kıza nasıl gözün kör olsun diyorsun, demiş. Yani padişah Nergis’e âşık olmuş. Sultan Hanım padişahın bu sözlerine çok sevinmiş. Çünkü kardeşinin artık evlenmesini, mutlu yuva kurmasını çok istermiş. Nergis bu sözleri işitince padişahın kendisini beğendiğini anlamış. Nergis çok uyanık bir kızmış. Ertesi gün padişah sarayın içinde dolanıyormuş. Niyeti Nergis’in kaldığı odayı bulmakmış. Nergis’i bahçede görmüş. Nergis selam vermiş. Padişah, Nergis’e nerde kaldığını sormuş. Nergis padişaha ders vermek istemiş. Aslında odası tavan arasındaymış ama padişaha hamamda kaldığını söylemiş. Padişah böyle güzel bir kıza nasıl öyle kötü bir odayı layık gördüklerini anlamamış. Akşam olmuş. Nergis birkaç parça cam getirmiş, hamama serpiştirmiş. Hemen kimseye görünmeden odasına kaçmış. Padişah gece olunca kızın odası sandığı eski hamama gelmiş. Kimse görmesin diye ışıkları yakmamış. İçeri girince tüm camlar padişahın ayaklarına batmış, yere düşmüş vücuduna girmiş camlar. Padişahın her yeri kan içinde kalmış. Bağırınca herkes gelmiş, padişahın hâlini görmüş. Bu sırada Nergis ailesinin yanına yola düşmüş. Giderken de mektup bırakmış. İçinde: Ben bir kervancı kızıydım, Öcümü aldım, giderim, yazmaktaymış. Padişah ve ablası Sultan Hanım mektubu görünce o kızın bir zaman önce gelen kervancının kızı olduğunu anlamışlar. Sultan Hanım en iyi doktorları getirmiş, kardeşini iyi etmişler. Ama bu sefer de padişah hiç konuşmaz olmuş. Ablası anlamış ki padişah bu kızı çok sevmiş. Kardeşiyle konuşmuş, o kızın tüm yaptıklarına rağmen padişah Nergis’i hâlâ istermiş. Sultan Hanım Nergis’e padişahın ileri gelenlerinden dünür yollamış. Nergis’in babası durumu kızına bildirmiş. Nergis de padişahı görür görmez âşık olmuş. Padişahın kendisini affettiğini öğrenince evlenmeyi kabul etmiş. Padişah ile Nergis evlenirler, bir de güzel oğulları olur. Mutlu yaşarlar. Bu masal da burada biter.
Kervancı Kızı ile Padişah
Zonguldak
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir köyde yaşayan bir oduncu varmış. Bu oduncu her gün ormana odun kesmeye gidermiş. Yine bir gün odun kesmeye giderken dağın tepesinden bir kuru kafa yuvarlanıp yanına kadar gelmiş. Ormancı da bu kuru kafayı alıp heybesine koymuş. Ağaçları kesip işini bitirdikten sonra eve gitmiş. Hanımı: — Bey, bugün ne kadar ağaç kestin, diye sormuş. Ormancı da: — İdare eder hanım, demiş. Hanım bugün ormana giderken, yolda bir kuru kafa gördüm, demiş. Hanımı da: — Hani nerede? Getir de göreyim, demiş. Ormancı da kuru kafayı getirip odanın ortasına koymuş. Hanımı: — Bey bu kuru kafayı neden getirdin ki, demesiyle birden kuru kafa konuşmaya başlamış: — Ben kuru kafa değilim. Ben de sizin gibi insanım, demiş. Ormancıyla karısı hayretler içinde kalıp, kuru kafaya: — Tamam. Bundan sonra, sana kuru kafa demeyiz. Gece olunca ormancıyla karısı, kendi aralarında konuşmaya başlamışlar ve şunları söylemişler. Ormancı, karısına: — Hanım zaten çocuğumuz olmuyor, ikimiz tek bu hayattan sıkılırız. Bu kuru kafaya bakalım, demiş. Hanımı da kabul etmiş. Aradan yıllar geçmiş, bir gün kuru kafa padişahın kızına âşık olmuş ve onu kendisine istemelerini ormancıya söylemiş. Ormancı da: — Olur mu hiç padişah kızını bize verir mi, diye söylemiş. Kuru kafa: — Siz gidin bir isteyin verir, vermese de dünyanın sonu değil ya, demiş. Ormancıyla hanımı kızı istemek için padişahın huzuruna gelmiş. Ormancı söze şöyle başlamış: — Padişahım, hayırlı bir iş için huzurunuza geldik, demiş. Padişah: — Hoş geldin sefa getirdin, demiş. Ormancı şöyle devam etmiş: — Allah’ın emri, Peygamberin kavliyle kızınızı bizim oğlana istiyorum, demiş. Padişah da: — Kızım isterse neden olmasın, demiş. Kızını çağırmış ve teklifi kabul edip etmeyeceğini sormuş. Kız da: — Baba bu kuru kafayı ne yapayım, diye söylemiş. Bu sözleri duyan kuru kafa o kadar sinirlenmiş ki kendini sıkarak çatlayacak seviyeye gelmiş. Ormancı: — Oğlum, dünyanın sonu değil ya, sana başkasını isteriz, demiş. Bu sözleri duyan kuru kafa kendini öyle bir sıkmış ki kuru kafa o anda iki parçaya ayrılmış. İçinden öyle bir delikanlı çıkmış ki oradakilerin hepsinin ağzı açıkta kalmış. İçinden çıkan delikanlı: — İşte o kuru kafanın içinde olan benim. Yıllarca bir kuru kafanın içinde yaşadım, demiş. Orada ikisi birbirini beğenip evlenmişler. Kırk gün kırk gece düğünleri olmuş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine...
Kurukafa 2
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Vaktin zamanında Keloğlan ile annesi yaşarmış. Bunlar çok fakirlermiş. Her gün ormana gidip odun getirir, yiyecek içecek ararlarmış. Bir gün karşılarına tilki çıkmış. Tilki Keloğlan ile annesine selam vermiş. Ve onlara: — Siz beni evinize götürün, ben sizi çok zengin ederim, demiş. Keloğlan buna inanmış. Fakat annesi inanmamış ve Keloğlan’a inandığı için çok kızmış. Keloğlan tilkiyi eve getirmiş. Tilki onlara: — Beni yıkayın ve suyumu dökmeyin, leğenin içinde kalsın, demiş.  Keloğlan tilkinin dediğini yapmış ve sabah leğene baktığında leğenin altın ile dolu olduğunu görmüş. Bunlar çok zengin olmuşlar. Keloğlan evlenmiş ve üç tane oğlu olmuş. Tilki, Keloğlan’a: — Ben ölürsem sakın beni atma. Zembile koy ve tavana as, yoksa fakirleşirsin, demiş. Keloğlan: — Sen merak etme, demiş. Kurnaz tilki bir gün ölü numarası yapmış, tilkinin öldüğüne inanan Keloğlan oğullarına: — Alın bunu, çöpe atın, daha işimize yaramaz, demiş. Oğulları dediğini yapmış. Fakat tilki daha onlar gelmeden eve varmış. Keloğlan tilkiye yalvarmış, kendisini affetmesini, hata yaptığını söylemiş. Gel zaman git zaman tilki gerçekten ölmüş. Keloğlan fakirleşmemek için tilkiyi zembile koymuş ve tavana asmış. Ancak daha önce tilkiyi çöpe attıran Keloğlan bunun cezasını çekmiş. Tilkinin ölüsü kokmuş, kurtlar düşmüş. Keloğlan’ı karısı ve çocukları terk etmiş. Keloğlan fakirleşmiş ve eskisi gibi yaşamaya başlamış.
Keloğlan İle Tilki
Zonguldak
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, bir padişahın bir oğlu varmış. Padişahın oğlu her yeri aramış ama kendine göre bir eş bulamamış. Bir gün gezerken bir hıyar tarlası görmüş. Bu hıyar tarlasından üç hıyar alıp birini soymuş. İçinden güzel mi güzel bir kız çıkıp dereye atlamış. İkincisini soymuş o da dereye atlamış, üçüncüsünü dereden uzak bir tarlada soymuş. Bunun içinden çıkan kızı tutmuş. Bu kızı çok güzel bulmuş. Onunla evlenmek istemiş. Kız da kabul etmiş. Saraya doğru yola çıkmışlar. Saraya yaklaştıklarında bir çeşmenin kenarından kızın bu şekilde şehre girerse ona göz değebileceğini düşünmüş ve kıza orada beklemesini, onun için saraya gidip at arabası getireceğini söylemiş. Kız da: — Eğil ağaç eğil, demiş ve önünde duran ağacın dalı eğilmiş. Ağacın üzerine çıkıp: — Doğrul ağaç doğrul, demiş ve ağaç doğrulmuş. Hizmetçi bir kız su doldurmak için çeşmeye gelmiş. Suda güzel bir yüz görmüş, önce bu yüzün kendine ait olduğunu düşünmüş. Ancak daha sonra suya yansıyan yüzün, ağacın dalındaki kız ait olduğunu anlamış. Oraya nasıl çıktığını sormuş, hıyar kız anlatmış her şeyi. Daha sonra çirkin hizmetçi kıza saçlarının arasında üç tel beyaz saç olduğunu ve bu üç saç teli koparılırsa kuş olacağını söylemiş. Hizmetçi kız, padişahın oğluyla evlenebilmek için bu üç saç telini çekmiş ve hıyar kız kuş olup uçmuş. Üç gün sonra padişahın oğlu gelmiş. Hizmetçi kız: — Ben hıyar kızıyım, demiş, padişahın oğlu neden çirkinleştiğini sorunca: — Üç gün boyunca, sabahın sıcağını, akşamın soğuğunu yedim, demiş.  Padişahın oğlu ileride tekrar eski hâline döner diye kızla evlenmiş. Ancak çirkinliği hep, devam etmiş. Çocukları olmuş. Hizmetçi kız, kuş olan hıyar kızını sarayın etrafında uçarken görüyormuş sürekli... Bu durumdan rahatsız olan hizmetçi kız, padişahın oğluna kuşu vurdurmuş. Kuşun kanı her yere akmış ve bu kanın olduğu yerden çok güzel bir selvi ağacı büyümüş. Bundan da rahatsız olan hizmetçi kız padişahın oğluna: — Bu ağcı kes evimizin kapısına eşik, çocuğumuza beşik yap, demiş. Padişahın oğlu bunu da yerine getirmiş. Ağaçtan kalan odun kırıntılarını da fakir, yaşlı ve yalnız yaşayan bir kadına vermiş. Kadın dilenci bu kırıntıları götürüp evinin bir köşesine koymuş. Dışarı çıkmış ve eve her geldiğinde evin her yerinin temizlenmiş, yemeklerin pişirilmiş olduğunu fark etmiş. Bir gün evden çıkmış gibi yaparak kapının arkasına saklanmış, hıyar kızı ortaya çıkınca onu yakalamış. Hıyar kız başından geçenleri anlatmış. Padişahın oğlu kışları askerlerin atlarını beslemeleri ve yaza hazırlamaları için köylüye dağıtırmış. Hıyar kızı dağıtılan atlardan birini almasını söylemiş yaşlı kadına. O da istemiş ama fakir olduğu ve atı besleyemeyeceği düşünüldüğü için her gidişinde reddedilmiş. Kadının ısrarlarına dayanamayan padişahın oğlu kadına cılız bir at vermiş. Bu atı hıyar kız beslemiş. Yaz geldiğinde atlar toplanmış. İhtiyar kadın atı geri vermek için padişahın oğluna getirdiğinde herkes çok şaşırmış. Çünkü at o kadar güzel olmuş ki kimse attan gözünü alamamış. Padişahın oğlu yaşlı kadına: — Bu atı sen beslemiş olamazsın. Kim yaptı bunu, demiş. Yaşlı kadın olanları anlatmış. Bunun üzerine hıyar kızın yanına giden padişahın oğlu olanları bir de hıyar kızdan dinlemiş ve hizmetçi kızı kovmuş, hıyar kızla evlenmiş. Bu masal da burada bitmiş.
Hıyar Kız
Adıyaman
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken, pireler berberken ben annemin beşiğini tıngır, mıngır sallarken; köyün birinde Alicik adında bir çocuk varmış. Annesi Alicik ile eşine azık gönderecekmiş. Annesi Alicik’e külden eşek yapmış. Yalnız: — Oğlum eşeği çü çü diye süreceksin, eşeğe çüş dersen yıkılır, demiş. Alicik eşeğe binmiş eşeğe, yanlışlıkla çüş demiş, eşek yıkılmış. Tekrar eve gelmiş, annesi yine eşek yapmış. Alicik “çü çü çü” diye tarlaya varmış. Tarlaya varınca eşeğe çüş demiş ve eşek yıkılmış. Babasıyla yemek yerken Alicik babasına çit süreceğim demiş. Babası demiş ki: — Sarı öküz pislerse altında kalırsın, demiş. Alicik ısrar etmiş. Alicik tarla sürerken öküzün pisliğinin altında kalmış. Babası Alicik’i aramış bulamamış ve gittiğini sanmış. Kargalar pisliği deşince Alicik kurtulmuş. Alicik eve giderken yolu kaybetmiş. Bir ağacın altında oturmuş. Ağaçtan meyve yemek için ağaca çıkmış. Daha sonra ağacın altına cadı oturmuş. Cadı, Alicik’i görmüş. Ve Alicik’i yakalamış. Onu torbaya koyup sırtlanmış. Epey yol aldıktan sonra bir ağacın altına oturmuş. Alicik cebinden bıçağı çıkarmış ve torbadan kurtulmuş. Alicik sonra armut ağacına çıkmış.  O sırada cadı Alicik’i tekrar yakalamış ve evine getirmiş. Alicik’i kafese kilitlemiş. Her gün gelip gidip Alicik’e yemek verirmiş, şişmanlamasını istermiş. Çünkü onu yiyecekmiş. Alicik yine fırsatını bulup kaçmış ve tavana çıkmış. Cadı, Alicik’e nasıl çıktığını sormuş. Alicik fincanı fincanın üstüne koyarak çıktığını söylemiş. Cadı fincanı fincanın üstüne koyup çıkmaya çalışırken fincanlar kırılıp cadı düşmüş. Cadı tekrar Alicik‘e sormuş. Alicik ise demiri kızdırıp poposuna basarak çıktığını söylemiş. Cadı bunu denerken ölmüş. Bu olaydan sonra aşağı inmiş. Cadının hazinesini ve değerli eşyalarını alarak evinin yolunu tutmuş. Eve ulaşmış, annesiyle babası yemek yiyorlarmış. Babası Alicik’in yanlarında olmasını istemiş. Tam o sırada Alicik içeri girmiş. Ve ailesiyle birlikte mutlu ve mesut yaşamışlar.
Alicik ile Cadı
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
EFE OSMAN Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken köyün birinde Osman adında bir berber yaşarmış. Bu berber her şeyden korkarmış. O kadar korkakmış ki; müşterileri tıraş ederken korkusundan eli titrer ve yaralarmış. Bu nedenle zamana hiç müşteri gelmez olmuş. Berber de dükkânı kapatmış. Uzun bir süre gezmiş. Aradan zaman geçmiş ve Osman: — Bakayım dükkân ne alemde, diyerek dükkânı açmış. Tıraş tasının içinde bir fare görmüş. Berber fareyi tek hamlede öldürmüş. Kendi kendine: — Vay be! Bir yumrukla aslan devirir, bir sillede kırk can yakar. Bana derler Efe Osman, demiş. Bunun üzerine demirciye gitmiş, bir kılıç yaptırmış. Kılıcın üzerine de “Bir yumrukta bir aslan devirir, bir sile de kırk can yakarım. Bana derler Efe Osman.” yazdırmış. Kılıcını almış, atına binerek geziye çıkmış. Üç gün üç gece gittikten sonra dinlenmek için bir çayırlığa gitmiş. Atını kösteklemiş, kılıcını da başucuna dikip yatmış. Çayırın sahipleri de üç kardeş oluyorlarmış ki o civarda herkes onlardan korkarmış. Sabah bu üç kardeş hava almak için dışarı çıktıklarında Osman’ı görmüşler ve merak edip yanına gelmişler. Niyetleri Osman’ı dövmekmiş ama kılıcın üzerindeki yazıyı okuyunca korkmuşlar. O sırada Osman uyanmış. Bu üç kardeş korkularından ne yapacaklarını şaşırmışlar ve Osman’ı eve davet etmek için geldiklerini söylemişler. Osman iki gün kalmış, üç gün kalmış... Kardeşler adamın gitmeye niyeti olmadığını anlamışlar. Korkularından kovamamışlar da. Kendi aralarında anlaşıp, kız kardeşlerini Osman’a vermişler. Kısa sürede Osman’ı damat olarak benimsemişler. Gittikleri yerlerde Osman’ı övüp, namını tüm çevreye yaymışlar. Herkes Osman’ın gücünden bahseder olmuş. Halbuki Osman çok korkakmış. Korkusundan geceleri tek başına tuvalete bile gidemezmiş, bir bahane bulur eşini yanında götürürmüş. Bir gün ülkede savaş çıkmış. Padişah, Osman’a haber göndermiş ve savaşa katılmasını istemiş. Bu haber üzerine Osman korkarak padişahın yanına gitmiş. Kendi atını kendi seçmesi şartıyla savaşa katılacağını belirtmiş. Padişah kabul etmiş. Osman’ı ahıra götürüp at seçtirmişler. Osman: — Ne de olsa hızlı koşamaz, ben de kaybetsem suçu atın üzerine atarım, düşüncesiyle ahırdaki en yaşlı, en zayıf atı seçmiş. Padişah kendi kendine: — Allah Allah attan da anlıyor. Rahmetlik babam da savaşa bu atla gitmemizi vasiyet etmişti, demiş. Atı Osman’a vermişler. Savaş başlamış. At bando seslerinin duyunca heyecanlanmış ve hızlanmış. Osman düşmemek için altından geçtiği bir ağacın dalına asılmış. Dal kırılmış ve Osman’ın elinde kalmış. Karşıdaki düşman Osman’ı görünce: — Adamdaki cesarete bak! Sadece bir dalla savaşa gelen kişiyle biz nasıl baş ederiz, düşüncesiyle kaçmışlar. Kaçamayanları da at tepeleyerek öldürmüş. Osman geri dönmüş ve düşmanı hallettiğini söylemiş. Bunun üzerine padişah, Osman’ın adına eğlenceler düzenlemiş ve ödül olarak bir heybe altın vermiş. Osman’ın namı daha da artmış. Günlerden bir gün başka bir padişah haber göndermiş. Bir aslanın her gün bir askerini yediğini, aslanla başa çıkamadıklarını bildirmiş ve yardım etmesi için Osman’ı çağırmış. Osman telaşlanmış. — Diğerinden şans eseri kurtuldum ama bundan nasıl kurtulurum, demiş kendi kendine. Çaresi yok, gitmek zorunda kalmış. Padişahın huzuruna çıkmış. Aslanın her gün hangi taraftan geldiğini sormuş ki o ters taraftan gidip aslanı bulamadığını bahane edecekmiş. Aslanın her gün akşama doğru güneyden geldiğini öğrenmiş. Osman aslanı aramaya çıktığını söyleyip özellikle kuzeye gitmiş. Aksine aslan da o gün kuzeyden gelmiş. Osman aslanı görünce kaçmaya başlamış. Bir ağaca tırmanmış. Aslan ağacın kökünü eşe eşe ağacı devirmiş. Ağaç aslanın üzerine devrilmiş ve aslan dallar arasına sıkışmış. Osman da aslanın üzerine düşmüş. ”Fırsat bu fırsat” diyerek aslanın kulaklarından tutmuş. O sırada oradan geçen askerler Osman’ın aslanı yakaladığını söylemişler. Padişah, Osman’a çok teşekkür etmiş ve bir heybe altın verip göndermiş. Bütün bu olaylardan sonra hanımı sessizliğini bozup sormuş: — Bey! Sen çok korkaktın, bensiz su dökmeye bile gidemezdin. Nasıl oluyor da bunca kahramanlıkları yapıyorsun? Osman cevap vermiş: — Ohoooo! Ben senin gibi kaç hanım alıp boşadım. Kendi dengimi arıyorum da ondan, demiş. Bu masal da burada bitmiş.
Efe Osman
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Zamanın birinde bir fakir adam yaşarmış. Çalışarak kazandığı gününü geçirmeye ancak yetişiyormuş. Kış ayı gelip çatmış, kar yağmaya başlamış. Adam işe gidemediği için karısı ve çocukları aç kalmış. Adamın iki oğlu babasına eve ekmek getiremediği için surat asmışlar. Adam köyün üst tarafındaki mağaraya gitmiş. Mağaranın içine kar yağmadığını görünce eve geri dönmüş ve karısına: — Hanım bak, Allah kendi evine kar yağdırmamış, gidip ona tuzak kuracağım, demiş. Karısı oranın mağara olduğunu, Allah’ın evi olmadığını söylemiş ama kâr etmemiş. Adam kapanı alıp mağaraya gitmiş. Kapanı kurup eve gelmiş. Bunun üzerine Tanrı, Cebrail aleyhisselama oraya gidip bir elbise parçasını kapana kaptırmasını söylemiş. Daha sonra: — Adam gelince sor. Helal mi, haram mı kazanmak istersin. Helal derse ona bir kuş ver ve o kuşun yumurtasını götürüp satsın. Onun parasıyla ailesini geçindirsin. Haram derse, ruhunu al gel, demiş. Köylü mağaraya gelmiş ve kapandaki elbise parçasını görünce korkmuş. Cebrail aleyhisselam adamdan, kendisini kurtarmasını istemiş. Fakat adam: — Seni kurtarırsam beni öldürürsün, demiş. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam sormuş: — Helal mi haram mı kazanmak istersin? Adam “helal” cevabı verince, adama kuşu vermiş ve onun yumurtasını satıp ailesinin geçimini bununla sağlamasını tembihlemiş. Adam bu kuşu alıp eve gelmiş. Bundan böyle bu adam her gün bu kuşun yumurtasını almış ve pazarda bir tüccara yirmi beş kuruşa satmış. Adam öyle zamanla zengin olmuş. Bir gün hanımına hacca gideceğini söylemiş. Adam hacca gitmiş ve geri dönmemiş. Kocası gittiğinden beri karısı kuşun yumurtasını pazara götürüp o tüccara satarmış. Kadın adama ilgi duymaya başlamış. Bir gün adamın kendisiyle evlenmesini istemiş. Bunun üzerine tüccar bir şartının olduğunu söylemiş. Tüccar: — Bu yumurtayı yapan kuşu kesip kuşun yüreğini ve kafasını pişirip getirirsen, seninle evlenirim, demiş. Bu kadın gider tüccarın istediği gibi kuşu kesip kafasını ve yüreğini pişirmiş. Çocukları gelip o kuşun pişirilen kafasını ve yüreğini yemişler. Bunun üzerine kadın, paniğe kapılmış, ne yapacağını bilememiş. Tutar bir tosbağa yakalayıp onun yüreğini ve kafasını pişirir ve tüccara götürmüş. Tüccar, kadına: — Sen kimi kandırıyorsun? O yumurta kuş yumurtasıydı, sen ise bana tosbağanın kafasını ve yüreğini pişirip getirdin. Seninle evlenmeyeceğim, demiş. Kadın yaptığından dolayı çok üzülmüş ve bundan sonraki hayatını sefalet içinde geçirmiş.
FAKİR
Adıyaman
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken ormanın içinde ağaca yuva yapmış bir çift Zümrütü Anka kuşu yaşarmış. Bunların yavruladığı hiçbir kuş yaşamamış. Bu yüzden nesillerini devam ettirememişler. Çünkü ne zaman bir kuş yavrulasa tilki ağacın altına gelir: — Ooo Zümrütü Anka kuşu nasılsın? — İyiyiz tilki kardeş. — Hele yavrularından at aşağıya da karnımızı doyuralım, dermiş. Kuşu üzük büzük yavrularını tilkiye verirmiş. Yine bir gün yavrusu olduğunda Zümrütü Anka kuşu düşünüp durur. Böyle düşünürken akbaba görür: — Hayırdır kuş kardeş, neyin var? Niye böyle düşünüyorsun, demiş. — Sen miydin? Kuşların babası. İşte durum böyle böyle. Ben ne yapayım da bu yavrularımı kurtarayım, demiş. — Yahu sen onu niye düşünüyorsun? Sen çağır onu buraya, o gününü görür. Verme sen yavrunu. — Yahu nasıl olur? Yukarı çıkar alır. — Yahu sen deli misin? Çıkamaz! Neyse bir gün gelmiş tilki ağacın altına: — Kuş kardeş, nasıl? Yavru var mı? At da doyuralım karnımızı, demiş. — Olmaz! Artık bitti. Vermeyeceğim yavrumu. — Bak kuş kardeş, beni sinirlendirme. Ben sinirlenince nasıl kötü olduğumu biliyorsun. — Veremem! Bitti artık. Tilki ağaca tırmanır. Yarısına kadar çıkar, geri düşer. Bu böyle sürüp gider, çıkamaz. — Peki söyle. Bu aklı kim verdi ağam? — Aha yukarı bak! Orada akbabayı görür: — Ey akbaba kardeş! Biz senin işine karışıyor muyuz da sen bizim işimize karışıyorsun? Akbaba bu lafa dayanamaz, aşağıya iner, boynundan sıkar tilkiyi yukarı çıkartır. — Söyle bakalım tilki, aşağıyı nasıl görüyorsun? — Baklava tepsisi kadar. Biraz daha yukarı çıkarır. — Şimdi nasıl görüyorsun? — Tabak kadar. Biraz daha çıkarır. — Peki şimdi? — Valla iğne ucu kadar, der. Tilki ve yerin yedi kat yukarısından atar tilkiyi aşağı akbaba. Tilki bir çobanın önüne düşer ve çoban korkudan bayılır. Tilki de çobanın abasını giyer. Kırk tane koyunu kuzuyu yer. Köylü kurdun yaptığını sanır. Kurt bunu duyar ve kedini aklamaya çalışır. Mağaranın birine gelir ki, bütün ölen koyun ve kuzuların postunu yere sermiş oturmuş tilki. Öleceğini anlayınca: — Gel sana ziyafet vereyim öteki mağarada, der. Tam çıkarken kurdun kuyruğunu kopartır. Kaçar gider. Köylü en sonunda anlamış tilkinin yaptığını. Tilkiyi yakalarlar. Tilki: — Beni bırakın, size bir çuval altın vereyim. — Tamam, demişler. Böylelikle kaçmış tilki. Köylüye haber gelir, tabii ne altın var ne başka bir şey! Dinledin mi tilki emminin destanını? Aldı kaçtı, koydu, gitti köylü emminin postalına, “Hıh” deyip baktınız bir tilki, Tüfeğiniz olsaydı vururdunuz belki, Pazar yerinde satılan kürkü, Paranız olsa alırdınız belki, Ey! Hak hak! Şunlara bir çuval altın bırak, Yarısı iri, yarısı ufak, Hamallığını da ayrı bırak, Düüüt!
Tilkinin Sonu
Gaziantep
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Pireler berber iken, develer tellal iken, dedem ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken köyün birinde çocuğu olmayan bir kadın ve bunun kocası yaşarmış. Kadın, çocuğunun olmasını çok istermiş. Günlerden bir gün hocaya gitmeye karar vermişler. Hoca bu kadın ile kocasını okuyup üflemiş, bir de bir urup nohut getirmelerini istemiş. Hoca nohutları da okuyup üflemiş. Aradan aylar geçmiş. Kadının bir sürü çocuğu olmuş. Kadın bunlarla bir türlü baş edemiyormuş. Kadın ne yaparsa yapsın, çocuklar yiyip bitiriyormuş. Bir gün kadın ekmek yapıyormuş. Kadın hamuru minetlere* bırakmış. Kadın mineti fırına indirdiğinde çocuklar kalan hamuru yiyip bitirmişler. Kadın: — Bıktım artık sizden, demiş. Çocukların hepsini kovalamış. Sonra ekmeği pişirmiş. Kadının kocası tarlada çift sürüyormuş. Kadın kocasına azık götürecekmiş. Azığı götürecek kimse olmadığından: — Keşke birini bıraksaydım, demiş. O arada Nohut Hasan adlı çocuk saklandığı yerden çıkıp: — Ben buradayım, demiş. Azıkları Nohut Hasan’ın eline vermiş. Çocuk tarlanın yolunu tutmuş. Tarlanın başına varmış. Babasına azığını vermiş. Babası karnını doyurmuş. Günlerden bir gün Nohut Hasan ava çıkmış. Avdayken kaybolmuş. O arada çalılıklarda yolunu ararken ses duymuş. Sesin geldiği yöne gitmiş. Bakmış ki iki tane kız çocuğu ekmek pişirmek için odun götürüyor. Bunlar kötü kötü konuşuyorlarmış. Nohut Hasan odunların arasına girmiş. Kızları kavga ettirmek için odunların arasından çimdiklemeye başlamış. Kızlar birbirlerine laf atışa atışa evlerine varmışlar. Nohut Hasan gizlice abdestlikteki kaşıklığın içine girmiş. Akşam yemeği vakti gelmiş. Anne küçük kızı kaşık almaya göndermiş. Küçük kız kaşık almaya gitmiş, elini kaşıklıktaki bir şey çimdiklemiş. Geri dönmüş: — Anne beni bir şey çimdikledi, demiş. Anne büyük kızı göndermiş. Onun elini de bir şey çimdiklemiş. Ana kızlarına kızmış. — Beceriksiz kızlarım benim. Bir kaşığı getiremediniz, demiş. Sonra kaşığı anaları alıp getirmiş, yemeği yemişler. Yatma vakti gelmiş. O gece de misafir bir adam varmış. Hep dedikodu yapmışlar. Nohut Hasan yaptıkları dedikoduları duymuş. Adamlar beraber yatmışlar, kızlar beraber yatmışlar ve anneleri ayrı yatmış. Nohut Hasan da avluda bağlı olan bir keçiyi kesmiş. Bağırsaklarını iki kızın arasına koymuş. Dalağını ocaklığa gömmüş. Altına bir kazık çakıp üstüne de bir tokmak bağlamış. Erkeklerin de bıyığını katranla yapıştırmış. Sabah olmuş, güneş doğmuş. Erkek adam “bıyığımı bırak” diye; kızlar da “sen doğurdun, ben doğurdum” diye kavga ediyorlarmış. Kızların anaları da ocak yakmaya varmış. Ocağı üflediğinde dalak patlamış, yere oturduğunda kazık batmış, yukarı kalktığında ise tokmak vurmuş. Nohut Hasan ortalığı birbirine katmış. Daha sonra buradan kaçmış. Gece geze anasını babasını bulmuş, yaşayıp gitmişler. *minet: Pişirilecek ekmek hamurlarının konulduğu göz göz tahta kalıp.
Nohut Hasan
Manisa
Ege Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken... Vakti zamanında kurdun biri, hacca gitmeye niyetlenmiş. Düşmüş yola... Yolda koyunla karşılaşmış. Koyun: — Nereye gidiyorsun kurt kardeş? Kurt: — Hacca gidiyorum. Koyun: — Ben yemezsen ben de geleyim. Devam etmişler yola... Keçi ile karşılaşmışlar. Keçi: — Nereye gidiyorsunuz ikiniz birlikte? Koyun ile kurt: — Hacca gidiyoruz. Keçi: — Kurt kardeş, beni yemezsen ben de geleyim. Kurt: — Yok yemem, gel, demiş. Yine devam etmişler yola... Bu sefer eşekle karşılaşmışlar. ­Eşek: — Hayırdır? Nereye böyle, demiş. Kurt, koyun ve keçi: — Hacca. Eşek: — Kurt kardeş, beni yemezsen ben de geleyim. Kurt: — Yemem gel. En son atla karşılaşmışlar. At: — Nereye gidiyorsunuz? Kurt, koyun, keçi ve eşek: — Hacca gidiyoruz. At: — Kurt kardeş, beni yemezsen ben de geleyim. Kurt: — Yemem. Gel. Az gitmişler, uz gitmişler, kurdun karnı acıkmış. Kurt: — Koyun kardeş. Ben biraz acıktım, seni yiyeceğim, demiş. Koyun: — Dur! Ben köyde ağanın koyunuydum. Çok güzel oynardım. Sana da oynayayım. Ondan sonra ye, demiş. Koyun ortada oynamaya başlamış. Bir fırsatını bulup kaçmış. Bu sefer kurt: — Keçi kardeş, seni yiyeceğim, demiş. O da bir bahane öne sürüp kurtulmuş. Biraz daha gitmişler. Kurt bu sefer eşeği yemek istemiş. Eşek: — Ben ağanın eşeğiydim. Döşekte otururdum. O döşeği alıp geleyim de öyle ye, demiş. Eşek de kurtulunca kurt atı yemek istemiş. At, hac arkadaşı olduklarını, bu yüzden onu yiyemeyeceğini söylese de kurt ikna olmamış. At: — O zaman benim nalımın altında bir ayet yazılı, gelip onu, oku beni öyle ye. At ayağını kaldırmış. Kurt tam okurken at bir tekme atmış, kurt oracıkta bayılmış. At da onu bu şekilde bırakmış, çekip gitmiş. Böylece kurt da arkadaşlarına hile yapmanın bedelini ödemiş.
Kurdun Hacca Gidişi
Gaziantep
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Derken evvel zaman içinde bir Memmet varmış. Ona herkes “deli” dermiş. Bu Memmet dediğini yaparmış, ne derse o dediğinden bir milim bile şaşmazmış. Zaten köylü de bu yüzden deli dermiş. Günlerden bir gün Memmet’in annesi hasta olmuş. Annesi: — Oğlum, eğer öküzü kesip bana yedirirsen iyileşirim, demiş. Deli Memmet bakmış annesi iyi hasta, teklifi kabul etmiş. — Anne bak, keser öküzü yediririm sana. Yalnız, iyileşirsen sabana seni koşarım, demiş. Annesi çaresizlik içinde ileriyi düşünmeden bu isteği kabul etmiş. Aradan zaman geçmiş, anne öküzü yemiş ve iyileşmiş. Bahar gelmiş. Deli Memmet: — Anne hadi çift sürmeye gidiyoruz, demiş. Annesini de almış, gitmiş tarlaya, çifti sürmeye başlamış. Oradan bir adam geçiyormuş. Bakmış, duruma çok şaşırmış. Gelmiş Memmet’e: — Ne yapıyorsun, demiş. Memmet de olanı biteni anlatmış. Adam ilerideki köyün ağasıymış. — Bak! Şu gördüğün sığırlar benim. Gel, sana bir hayvan vereyim, demiş. Tutmuş Memmet’i götürmüş. — Bak! Şu tepedeki boğa, al senin olsun, demiş. Tabii bu boğa çok deli bir boğaymış. İpe sapa gelmezmiş. Bizim Memmet uzun kovalamacadan sonra bu boğayı tutmuş. Eve zar zor götürmüş. İyice bağlamış. Akşam üstü gelip bir bakmış ki hayvan yorgunluğu geçince iyice kudurmuş. Tabii hayvan deliyse bizim Memmet boğadan iki kat daha deliymiş. Memmet boğaya az ot vermiş. Günlerce aç bırakmış. Az su vermiş, susuz bırakmış. Tabii boğayı evcilleştirmiş. Boğa artık çifte koşuluyormuş. Ağa bunu görmüş, çok hayret etmiş. Ağa bu adama kızını da vermiş. Ağanın kızı öyle tembelmiş ki dillere destanmış. Deli Memmet kızı isteyerek almasa da, almış bir kere. Kızı eşeğe bindirmiş, yola koyulmuş. Yolda giderken eşek tökezlemiş. Deli Memmet: — Bak bir daha tökezlersen kulağını keserim, demiş eşeğe. Eşek laftan ne anlasın, bir daha tökezlemiş. Mehmet tutmuş eşeğin kulağının birini kesmiş. Memmet, öbür kulağını da kesmiş. Eşek bir daha tökezleyememiş. Bunu gören ağa kızı bayağı şaşırmış. Eve gelmişler. Bir gün, iki gün, üç gün geçmiş, kız yer içer yatar olmuş. Memmet demiş ki: — Bundan sonra iş görmeyene aş da yok. Akşam gelmiş, annesine sormuş. — Kim ne iş gördü? Annesi: — Oğlum her işi ben gördün, demiş. Kıza akşam yemek vermemiş. İkinci gün gelmiş: — Kim ne iş gördü? Annesi: — Gelin bir odayı süpürdü, ben de geri kalan her işi gördüm, demiş. Deli Memmet: — Öyle mi? O zaman ona bir odalık az bir yemek ver, demiş. Bir gün sonra yine gelip sormuş Deli Memmet: — Kim ne kadar iş gördü? Annesi: — Valla oğlum gelinim maaşallah her işi gördü, demiş. Memmet: — Öyleyse gel, otur, bizimle beraber ye, demiş. Kız iyice düzelmiş. Bir gün kızın babası gelmiş. Kızım öldü mü kaldı mı bir göreyim diye düşmüş yollara. Gelmiş bir de bakmış ki, kızı oradan oraya koşuyor, hiç boş durmuyor. Durmadan çalışıyor. — Kızım ne oldu sana? Sen iş yapmazdın, demiş. Kızı: — Baba, Deli Memmet iş yapmayana yemek vermiyor. Al şu sarımsakları soy da akşama aç kalma, demiş. Çok geçmeden Deli Memmet gelmiş. Bir bakmış ki ağa sarımsak soyuyor. — Ne yapıyorsun ağam sen soyma. Ağalar sarımsak soyar mı hiç? Ağa bu duruma çok sevinmiş. Neyi var neyi yok hepsini Deli Memmet’e vermiş. Memmet zengin olmuş ama yine de annesi hariç, iş görmeyene yemek vermiyormuş. Yalnız Memmet, ağa olduktan sonra köylü gün görmüş rahata kavuşmuş. Herkes bolluk içinde yaşamaya başlamış. Deli Memmet, annesi ve karısı, rahat biçimde yaşamış, ömürleri boyunca mutlu olmuşlar.
DELİ MEMMET
Kahramanmaraş
Akdeniz Bölgesi
Vaktiyle memleketin birinde zulmüyle ünlü bir padişah varmış. Padişah bir gün evanesiyle birlikte seyre çıkmış. Gezerken nehrin kenarına oturmuş, kâğıda bir şeyler yazan ve bu kâğıtları nehre atan bir adam görmüşler. Padişah kâğıtlara ne yazdığını ve niçin nehre attığını sormuş, adama. Adam: — Bana bu dünyada yazıcılık görevi verildi. İnsanların kaderini yazarım. İnsanlar ak yazı, kara yazı der; kaderlerini yaşarlar, demiş. Padişahın da bir yaşlarında kızı varmış. Merak etmiş ve adama kızının kaderini sormuş. Adam padişahın kızının falan beldede dana çobanıyla evleneceğini ve sefil bir hayat süreceğini, anacak çok mutlu olacağını söylemiş. Bunu duyan padişah kızının bir dana çobanının oğluyla evlenemeyeceğini söylemiş ve yazıcıdan bu yazıyı silmesini istemiş. Yazıcı adam, bu yazıyı silmesinin mümkün almayacağını söylemiş. Padişah sinirlenerek bu yazıyı sileceğini söylemiş ve sarayına dönmüş. Saraya döner dönmez, dana çobanını yanına çağırtmış ve oğlunu kendisine satmasını istemiş. Dana çobanı ise tek oğlunu satmak istememiş; fakat çocuğunun iyi yaşaması için onu padişaha satmaya karar vermiş. Çocuğu satın alan padişah, adamlarına çocuğu nehre atmalarını emretmiş. Adamlar dayanamadıkları için çocuğu tahtaya sararak nehre bırakmışlar. O sırada nehirde avlanan bir balıkçı çocuğu bulmuş. Balıkçı, çocuğu olmadığı için sevinerek nehirde bulduğu çocuğu evine götürmüş. Balıkçı ve karısı çocuğa Ali ismini koymuşlar ve sevgiyle büyütmüşler Ali’yi. Aradan yıllar geçmiş ve Ali büyümüş. Padişahın kulağına nehre attığı çocuğun yaşadığı haberi gelmiş. Adamlarıyla balıkçıyı yanına çağırtmış, balıkçıya; Ali’yi saraya hizmetkâr olarak almak istediğini söylemiş. Balıkçı ise bu isteği çaresiz kabul etmiş. Padişah Ali’yi öldürmesi için başka bir beldede yaşayan oğlu Mehmet’e bir mektup yazmış. Mektubunda: — Oğlum Mehmet, Allah bacın Dilruba’yı falan beldedeki dana çobanının oğluna yazmış. Ben kader yazıcısıyla konuştum, ‘Bu yazıyı bozarım’ dedim. ‘Ben yazayım da sen bozarsan boz.’ dedi. Bir padişahın damadı saraya yakışır olmalı, demiş ve Ali’nin ölüm emrini yazıp mektubu göndermiş. Ali, ölüm fermanını götürdüğünü bilmeden gece gündüz yol gitmiş. Padişahın oğlunun yaşadığı beldeye varmış. Vakit gece olduğu için kimseyi uyandıramamış. Sabah olmuş ve Dilruba ağabeyinin sarayında uyanmış, odasının penceresinden dışarıyı seyretmeye başlamış. Dışarıda havuz başında ayın dördü gibi bir delikanlının uyuduğunu görmüş. Kız kavuz başına inmiş ve delikanlının elindeki mektubu açıp okumuş. Mektupta babasının, kaderindeki delikanlı olan Ali’nin öldürme emrinin ağabeyine verdiğini öğrenmiş. Dilruba delikanlıya âşık olmuş. Mektubu alıp yırtmış ve babasının ağzından: — Oğlum Mehmet; Allah’ın emriyle bacın Dilruba bu delikanlıya verildi. Kırk gün kırk gece toy düğün kurasın, bacınla bu delikanlıyı evlendiresin, yazmış ve mektubu tekrar Ali’nin cebine koymuş. Ali uyanmış ve mektubu padişahın oğlu Mehmet’e vermiş. Mehmet, mektupta yazıldığı gibi kırk gün kırk gece toy düğün kurmuş ve Dilruba’yı Ali’yle evlendirmiş. Padişah oğlunun yanına gelmiş ve öldürülmesi için emir verdiği Ali’nin kızıyla evlendirildiğini görmüş. Mehmet’in yanına varıp emrinin neden yerine getirilmediğini sormuş. Mehmet ise mektupta yazıldığı gibi kırk gün kırk gece düğün kurarak bacısını Ali ile evlendirdiğini söylemiş. Padişah, oğluna mektubun doğrusunu söylemiş. — Bu işi yine bozacağım, demiş. Dilruba babasının söylediklerini duymuş ve babasını takip etmeye başlamış. Padişah planını kurmuş ve oğluna anlatmış. Beldede bulunan külhancıya gitmiş ve bir adam göndereceğini söylemiş. Külhancılara, adam gelip size ne yaptınız diye soracak, siz de onu dinlemeden külhana atıp yakacaksınız, demiş. Padişah saraya dönerek Ali’yi külhancılara gönderiyor. Babasının planını bilen Dilruba, Ali’yi bir yere saklamış. Padişah da Ali’nin öldüğünü düşünerek erkenden külhancılara varmış. İçeri girince külhancılara ne yaptınız diye sormuş. Padişahı tanımayan külhancılar, padişaha iyi davranmamışlar. Padişah kendi yaptığı fenalığın kurbanı olmuş. Ama yine yazgı bozulmamış. Dilruba ve Ali mutlu, mesut evliliklerine devam etmişler.
Bozulmayan Yazgı
İstanbul
Marmara Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar bir yörede yaşayan dul bir kadın ve kadının küçük oğlan çocuğu varmış. Birlikte bir evde yaşıyorlarmış. Kadın oğluna herhangi bir kötülük yapılmasın diye evin tüm pencerelerini kapatmış, küçücük bir pencere bırakmış. O camı da güneş ışığı ve ses girmesin diye isle sıvamış. Bu şekilde aradan yıllar geçmiş, oğlu büyümüş, genç bir delikanlı olmuş. Bir gün, delikanlı yemek yerken, yemeğin içinden çıkan kemiği alıp fırlatmış. Tesadüfen kemik camı kırmış ve içeriyi güneş ışığı sızmış. Delikanlı şaşırmış. Annesine bunun ne olduğunu sormuş. Annesi, içeri sızan şeyin güneş ışığı olduğunu söylemiş. O esnada, delikanlının kulağına davul sesi gelmiş. Delikanlı, ısrarla bunun ne olduğunu sorunca; annesi bunun davul sesi olduğunu söylemiş. Annesi, ağanın oğlunun gurbete gittiğini, davulla onu yolcu ettiklerini söylemiş ve beraber törene katılmak için gitmişler. Eve döndüklerinde delikanlı da gurbete gitmek istediğini söylemiş. Annesi: — Oğlum etme, eyleme. Sen dünya yüzü görmemişsin, gitme, dese de oğluna engel olamamış. Delikanlı, gurbete gitmek için yola çıkmış. Yolda giderken, yaşlı bir adamla karşılaşmış, selamlaşmışlar. Yaşlı adam, delikanlıya adını sormuş. Delikanlı, adının olmadığını söylemiş. Adam şaşırmış. Delikanlı adama hayat hikâyesini anlatmış. Adam, delikanlının huyunu çok beğenmiş. Bir müddet beraber yolculuk yaptıktan sonra, adam çocuğa bir ad koymak istemiş ve adının “Saadet Pehlivan” koymuş. Sonra, delikanlıya bir kılıç vermiş ve delikanlıya: — Hangi şartlarda olursa olsun, sana söyleyeceğim sırrı kimseye deme, demiş. Söyleyeceklerinin dışına çıkmamasını istemiş. Adam, delikanlıya: — Şayet, söylediklerimi açıklarsan, otuz dokuz gün bitkin bir şekilde yatarsın, kırkıncı gün ölürsün, demiş. Delikanlı, kabul edince: — Sana verdiğim kılıcı belinden hiç çıkarmayacaksın. Sıkıştığın zaman, kılıcı belinden çıkarıp ’Yetiş ya şıhım!’ dersen bütün tehlikeleri bu sayede bertaraf edersin. Bu kılıcı senden alıp suya atarlarsa güçten düşersin. Buna çok dikkat etmen gerek, demiş. Tekrar bir müddet yolculuk ettikten sonra, ayrılık noktasına gelmişler ve ayrılmışlar. Saadet Pehlivan yolda giderken bir kızla karşılaşmış ve kıza âşık olmuş. Kız da Saadet Pehlivan’a âşık olmuş. Evlenmeye karar vermişler ve evlenmişler. Yerleşim alanı dışında bir ev yapmışlar ve orada hayatlarını devam ettirmişler. Gündüzleri Saadet Pevlivan ava gittiğinde cadı kadın gelmiş. Pehlivanın hanımına: — Tanrı misafiri kabul eder misin, demiş. O da buyur etmiş. Cadı kadın, Saadet Pehlivan’ın hanımına: — Senin kocan seni sevmiyor, aldatıyor, demiş. Kadın, nedenini sorunca, cadı kadın demiş ki: — Eğer seni sevseydi; sırrını sana açıklardı. Hanımın aklını çeldikten sonra akşam üzeri oradan ayrılır gibi yapmış, bir yerde gizlenip Saadet Pehlivan’ın gelmesini beklemiş. Saadet Pehlivan akşam eve gelmiş. Bakmış hanımının suratı asık. — Ne oldu, diye sorunca hanımı başlamış: — Sen beni sevmiyorsun, diye ağlamaya başlamış. Saadet Pehlivan bir anlam verememiş. Hanımı biraz durduktan sonra: — Sen beni sevseydin sırrını söylerdin, demiş. Saadet Pehlivan, hanımını ikna edemeyince sırrını söylemiş. Cadı kadın, o esnada saklandığı yerden bunları dinliyormuş ve pehlivanın sırrını duymuş. Onun yenilmezliğinin sırrı olan kılıcı, onlar uyurken çalmış ve evin ilerisindeki denize atmış. Sabah Saadet Pehlivan’ın eşi kalkınca pehlivanın bitkin hâlde olduğunu görmüş. Etrafına bakındıktan sonra kılıcın olmadığını fark etmiş. Kılıcı bulmak için dört bir yana haber salmış. Aradan otuz dokuz gün geçmiş kılıç bulunamamış. Saadet Pehlivan ölecekken bir delikanlı gelip kılıcı bulduğunu ama kılıcı ne yaparsa yapsın sudan çıkaramadığını söylemiş. Saadet Pehlivan güçsüzlükten konuşamıyormuş. Kendini biraz zorladıktan sonra delikanlıya kılıcı: — Yetiş ya şıhım, diyerek çekmesini söylemiş. Delikanlı, kılıcı öyle deyip çekince, kılıçla beraber suyun üstüne fırlamış. Kılıcı, son nefesini vermek üzere olan Saadet Pehlivan’a yetiştirmiş. Kılıcı beline takar takmaz, Saadet Pehlivan, şahadetini getirerek ayağa kalkmış. Eski gücüne tekrar kavuşmuş. Hanımı, sırrını söylemesi için ısrar ettiğinden dolayı çok pişman olmuş. Sonra, hayatlarına kaldıkları yerden mutlu, mesut devam etmişler.
Saadet Pehlivan
Elazığ
Doğu Anadolu Bölgesi
Zamanın behrinde bir padişah varmış. Padişahın da üç tane hanımı varmış. Biri hırsız, biri inat, biri de padişahı aldatıyormuş. Vezirini yanına çağırıp: — Gel kıyafet değiştirip köylüler arasında dolaşmaya başlayalım. Bakalım neler oluyor oralarda, demiş. Köyün oralarda bir adama rastlamışlar. Adam o zaman çift sürerken evleğin başında öküzleri durdurup oynuyormuş. Adam ikinci bir evleğin başında yine öküzleri durdurup oynuyormuş. Padişah, vezirine: — Bu adamda keramet ve iş var. Gel bu adamın yanına gidelim ve adamla konuşalım, demiş. Adamın yanına gitmişler, adamla selamlaşmışlar. Adam bilmiyor ki, veziri sıradan adam sanıyor. Padişah, adama: — Sende bir keramet var. Birinci evleğin başında öküzleri durdurup oynuyorsun. İkinci evleğin başında da öküzleri durdurup oynuyorsun, demiş. Çiftçi: — Keramet bundadır. Ben güneşte çalışıyorum, ekmeğim, suyum, her şeyim güneşte. Hanımım da evde güneşte oturuyor. Ekmeğini, suyunu da güneşte durdurur. — Kocam güneşin altında çalışıyor, ben nasıl gölgede oturayım, diyor. Akşam eve giderken ibrik elimde, havlu elimde, elimi, ayağımı, yüzümü yıkarım. İçeri geçerim sofram, çayım, her şeyim hazırdır. Böyle bir eşim olduğu için şanslıyım. İşte keramet bunda, demiş. Padişah, biz bu adamla bir iş yapabiliriz diye düşünmüş ve kimliğini açıklamış. Çiftçi şaşırmış. Padişah: — Seninle bir pazarlık yapacağım. Benim üç tane hatunum var. Sana bir heybe altınla beraber teslim edeceğim hatunları. Sen de kendi eşini bana teslim edeceksin. Yalnız hiçbir kötülük dokunmadan bunları ıslah edeceksin, demiş ve karılarını tanıtmış: — Biri hırsız, biri beni aldatıyor, biri de inat. Sen bunları ıslah ettikten sonra ben senin eşini sana teslim edeceğim. Sen de benim hatunlarımı teslim edeceksin. Çiftçi: — Bu adam padişah, ben dediklerini yapmazsam benim kafamı keser. Bir de ortada bir heybe altın var, diye düşünmüş ve teklifi kabul etmiş. Çiftçi aldığı altınlarla üç ev yaptırmış. Hırsıza bir kiler yaptırıp içine de yiyecek, içecek ne varsa her şeyi koymuş. Kadına: — İstediğini yiyebilirsin, demiş. Kadın: — Mademki bu adam bu kadar iyi niyetli, ben de artık hırsızlık yapmayacağım, demiş ve tövbe etmiş, hırsızlığı bırakmış. Aldatana da iki kapılı bir ev yaptırmış. Kadın: — Neden iki kapılı ev yaptırıyorsun, diye sorunca çiftçi: — Sen beni aldatırken ben içeriye girdiğimde yavuklun da öbür kapıdan dışarı çıksın, bana görünmesin, diye cevap vermiş. İnada da bir ev yaptırmış. Tarlada o ekinler yetişinceye kadar tek başına oturuyor. Ekinler yetişince çiftçi üç kadını ve üç orak alıp tarlaya varmış. Birinci kadına: — Bu neyle kesilir, diye sormuş. Kadın: — Bu orakla kesilir, diye cevap vermiş. İkinciye sormuş, ikinci de: — Orakla kesilir, cevabını vermiş. Üçüncü de: — Makasla kesilir, demiş. Bu adamın zoruna gitmiş. Kadının saçlarından tutup tarlanın yanındaki ırmağa kafasını batırıp çıkartmış. Kadın nefes alamaz duruma gelmiş, yine sormuş neyle kesilir diye. Kadın bu kez konuşamamış, eliyle makas işareti yapmış. Adam bu kez saçlarından tutup ırmağa batırmış, bir daha çıkartmış, kadın inadından vazgeçmemiş yine makas işareti yapmış. — Seni bana sayıyla mı verdiler, diye serzenişte bulunup kadını bir kez daha ırmağa sokmuş, alıp getirmiş. Sonra bu üç kadını da alıp evine gitmiş. Ekinler biçildikten sonra tekrar çift sürülüyormuş. Padişah: — Bu adam kadınlara ne yaptı, diye merak etmiş. Adamın yanına gelmiş. Adam bu kez üç evleğin başında oynuyor. Ve ortada da oynuyor. Padişah gelip çiftçi ile selamlaşmış ve: — Sen eskiden iki evleğin başında oynuyordun. Şimdi ise üç evleğin başında ve ortasında oynuyorsun. Nasıl oluyor bu, diye sormuş. Çiftçi: — Vallahi iki tanesini ıslah ettim. Üçüncüsünü ıslah edemedim, demiş. Padişah: — Ne yaptın o hatuna, diye sormuş. Adam: — Götürdüm o kadını ırmağın başına, sordum: “Bu ekinler neyle biçilir?” diye, “Makasla.” dedi. Suya batırdım, tam boğulacakken çıkarttım, yine “Makasla” dedi. Artık nefesi çıkmaz oldu, bu sefer de işaretle “Makasla” dedi. Ben de “Seni bana sayıyla mı verdiler.” deyip bir kez daha suya soktum. Fakat o inadından vazgeçmedi, diye cevap vermiş. Padişah da: — Bunu düşünemedim. Helal olsun sana. Sen ver benim üç hatunumu geri, gel eşini al, deyip çekip gitmiş sarayına.
PADİŞAH VE KARILARI
Mersin
Akdeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde, bir varmış, bir yokmuş. Kaf dağının arkasındaki uzak bir ülke varmış. Bu ülkeyi yöneten bir de padişahın kızı varmış. Bu kız güzel mi güzel, akıllı mı akıllı imiş. Fakat babasının tüm ısrarlarına rağmen bir türlü evlenmek istemiyormuş. Padişahın bu kızı en sonunda babasının ikna etmesi sonucunda evlenmeye karar vermiş. Fakat ülke genelinde kendisi için bir yarışma düzenlenmesini istemiş. Bu yarışma şöyleymiş: Bir çanak içimdeki nar tanelerini hiç düşürmeden kendisine ulaştıranla evlenecekmiş. Tellallar ülkeye haber salmışlar. Yarışma günü gelmiş çatmış. Yarışmaya katılan hiçbir genç, kızın isteğini yapamamış. Fakat içlerinden bir tanesi sadece tek nar tanesi düşürmüş. Padişahın kızı bu genci beğenmiş, fakat evlenmek için bir şartı daha olduğunu söylemiş. — Eğer kırk kırbaç vurulduğunda buna dayanabilirse evlenirim, demiş. Bunun karşılığında da delikanlı da: — Eğer kazanırsam sen de bana hiçbir şey sormadan benimle geleceksin, demiş. Padişahın kızı da bunu kabul etmiş. Genç kırk kırbacı yemiş. Genç ve padişahın kızı yola düşmüşler, az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Yolda kırık bir testi görmüşler. Genç bunu hanımına vermiş. — Belki hamama gidersin lazım olur, demiş. Padişahın kızı hiçbir şey sormadan kabul etmiş. Biraz daha gidince eski bir kumaş görmüşler yolda. Bunu da eşine veren delikanlı, hamamda eşine lazım olacağını söylemiş. Kız da yine bir şey demeden kabul etmiş. Uzun süre yürüyen genç çift yolun sonunda eski, küçük, derme çatma, bir kulübeye gelmişler. Delikanlı bundan sonra burada yaşayacaklarını söylemiş ve yoksul bir hayat yaşadığını kıza göstermiş. Genç adam, sabah ormana avlanmaya gitmiş, akşam da sadece kuru bir ekmekle gelmiş. Ama hanımı ona verdiği sözden dolayı bir şey dememiş. Bir gün padişah ve eşi, (padişahın damadı olan) oğlunu evlendirmek istemiş. Şehzade ise anne ve babasına, gelin adayını bulmak için etraftaki bütün kadınların yardımıyla pişecek bir yemek yapılmasını istemiş. Tellallar ülkeye bu haberi duyurmuşlar. Şehzade yani yarışmalar sonunda diğer padişahın kızı ile evlenen kişi evine gelmiş. Yemek pişirmeye eşinin de gitmesini istemiş. Ayrıca aradan gizlice bir tas pirinç çalmasını istemiş. Kadın da itiraz etmeden kabul etmiş ve saraya yemek yapmaya gitmiş, eşinin dediği gibi bir tas pirinci de çalmış. Yemek piştiğinde pirincin eksik olduğunu anlayan muhafızlar arama yapmışlar, kadın yakalanmış ve çok utanmış, ama eşine verdiği sözden dolayı bir şey diyememiş. Şehzade anne ve babasına, gelin adayını bulmak için tüm kadınların yardımıyla dikilecek bir gelinlik hazırlanmasını istemiş. Tellallar tekrar ülkeye haber vermişler. Kadın eşinin isteği üzerine yine buraya gelmiş ve gelinliğin kumaşından bir parça çalmış, fakat yine yakalanan kadın utanmış. En sonunda padişahın oğlu annesine tüm genç, güzel hanımların katıldığı bir hamam günü düzenlettirmiş, gelini burada kendisi bulacağını söylemiş. Adamın eşi yine kocasının ısrarıyla yolda bulduğu, kırık testi ve eski kumaşı alıp hamama gitmiş. Saray görevlileri gelen bütün hanımlara bir nar tanesi, bir yeşil yaprak ve bir avuç toprak göstererek bunun ne anlama geldiğini sormuşlar. Her kadın kendisine göre cevaplar vermiş. En sonunda kulübeye yerleşen yoksul adamın eşine sıra gelmiş. Kadın şu cevabı vermiş: — Ben yeşil taze bir yaprakken, küçük nar tanesi için bir avuç toprak oldum, demiş. Bu cevabı duyan padişahın annesi onu oğluna almaya karar verir. Genç kadın istemese de düğün hazırlıkları yapılır. Sonunda düğün günü gelip çatmış, genç kadın bir bakar ki evleneceği adam yani padişahın oğlu onun gerçek eşi. Kadın yaşadıklarına çok şaşırmış. Evlenmek için ilk başta yarışma düzenlettirdiği için, eşi de ona ders vermek için böyle bir oyun oynamış. Kırk gün, kırk gece düğünü yapılan genç çift, ömürlerinin sonuna kadar mutlu bir hayat yaşamışlar. Onlar erdi muradına biz çıkalım kerametine. . .
Oyun İçinde Oyun
Bilecik
Marmara Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken; anam düştü eşikten, babam düştü beşikten … Ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, anam kaptı saçmayı, babam kaptı dolmayı, derken zamanın birinde Lekez ile Cömert adlarında iki kardeş yaşarmış. — Bunlar uzak yerlere gidip çalışalım, para kazanalım, demişler. Hanımları bunlara erzak hazırlamışlar, sonra yola koyulmuşlar. Yolda giderlerken bir su başında durmuşlar. Lekez, Cömert’e demiş ki: — Senin yemeğini yiyelim, sonra biraz uyuyalım, oradan devam edelim. Bir tahtanın altına girip yatmışlar. Bir süre sonra bunlar yatarken oraya haramiler gelmiş. Bu haramiler orada oturmuşlar, yemişler, içmişler. Haramilerin başı, adamlarına: — Gidin! Bismillah demeyenin ne kadar erzakı varsa alıp getirin, demiş. Kiminin bulgurunu, kiminin yağını toplayıp getirmişler. Lekez ile Cömert onları dinlemişler. Haramiler yemişler, içmişler, oradan biri gelmiş. Haramilerin başı, gelen adama: — İstanbul’da ne var ne yok, demiş. Adam: — İstanbul susuzluktan kırılıyor, su yok. Haramilerin başı da demiş ki: — Akılsızlar! Falanca yerdeki taşı kaldırsalar, oradan ne kadar su akıyor ne kadar su akıyor, bir İstanbul’a değil bir ülkeye yeter. Bunu duyan adam korkudan titremiş. Sonra o gitmiş başka bir adam gelmiş: — Falanca adamın İstanbul’da öyle bir borcu var ki öldürecekler borcundan dolayı. Haramilerin başı: — Hay akılsız! Evinin arkasında bir taş var. Orayı kaldırsa kazan kazan altınlar var. Biri daha kıtlıktan bahsetmiş. Haramilerin başı falanca yerde ne kadar çok un var, buğday var anlatmış. Lekez ile Cömert bunları da duymuşlar. Haramiler toplanıp sabah namazına gitmişler. Lekez, Cömert’i kandırmış ve Cömert uykuya dalınca onu bırakıp İstanbul’a gitmiş. İstanbul’da adamın söylediği yerlerden evler tutmuş. Adamlarını göndermiş, denilen yerleri açtırmış. Bir su akıyormuş ki nasıl! Ondan sonra bir adamı o denilen evin oraya gitmiş. Yedi kazan altın çıkmış. Lekez zengin olmuş. Öbür kardeşi de zavallı, perişan. Yine orda yatıyormuş. Yine haramiler gelmiş ama Cömert orada kalmış. Yasak ya! Bir yere gidememiş. Haramiler gürül gürül gelmişler. Haramilerin başı tahtına oturmuş. Yine o adamlardan biri gelmiş. Haramilerin başı: — Ne oldu, demiş. Adam: — Ya o taşı kim götürdüyse altından bir su çıktı, İstanbul abat oldu. Haramilerin başı öbürüne sormuş: — Ne var ne yok İstanbul’da? Adam: — Ya İstanbul’daki adam kazanlarla altın bulmuş, çok zengin olmuş. Kıtlık da kalktı; unlar, yağlar bulundu. Haramilerin başı: — Bu kim? Arayın her tarafı. Beni dinleyen biri var, demiş. Her tarafı aramışlar, taramışlar yok. — Bir de senin tahtının altına bakalım, demişler. O sırada bir kargaşa çıkmış, bir tufan olmuş oraya bakamamışlar. Haramiler toparlanıp gitmişler. Cömert bulunduğu yerden kalkmış: — Bulduysa bulduysa benim kardeşim bulmuştur bunu. Cömert yolu bulmuş, kardeşinin yanına gitmiş. Kardeşi bunu içeri almamış. Camdan bakmış, göndermiş. Cömert yine perişan şekilde yerine dönmüş. Haramiler gelmiş: — Bulduk, demişler. — İyi, siz onu alın bana getirin. Lekez’i Haramilerin başına getirmişler. Haramilerin başı: — Atın kuyruğuna mı razı olursun, kırk satıra mı razı olursun. Lekez: — Atın kuyruğuna bağlayın da memleketimin oraya gideyim. Lekez’i atın kuyruğuna bağlamışlar. Haramiler toparlanıp gitmişler. Cömert de kalkıp gitmiş. Kardeşinin altınları sakladığı yerleri biliyor ya! Onları toplamış. Sonra orada mal mülk almış. Mutlu bir hayat sürüp gitmiş.
Lekez ile Cömert
İstanbul
Marmara Bölgesi
Zabuşan Mehmet Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir padişah varmış. Bu padişahın üç tane de oğlu varmış. Padişahın oğulları evlenme çağına gelmişler. Çocuklarını yanına çağırmış. Onlara demiş ki: — Evlatlarım, büyüdünüz, evlenme çağına geldiniz, ben sizleri evlendirmek istesem kimle evlenmek istersiniz? Büyük oğlan söz alarak büyük vezirin kızıyla evlenmek isterim, demiş. Ortanca oğlan da söz almış ben de küçük vezirin kızıyla evlenmek isterim. Küçük oğlan gelmiş. Küçük oğlanın makamda gözü yokmuş. — Babacığım ben bir ok atacağım, okum kimin kapısına düşerse o evin kızıyla evleneceğim, demiş. Babası bu duruma çok şaşırmış. Emin misin oğlum? Sonra pişman olmayasın. Karşına çirkin, fakir biri çıkar, benden söylemesi. Sonuna katlanmak zorunda kalırsın. Ama Zabuşan Mehmet fikrinden vazgeçmemiş: — Olsun babacığım, sonucuna razıyım. Okum kimin kapısına düşerse onunla evleneceğim, demiş. Padişah da bunu kabul etmek zorunda kalmış.Tellallar hemen işe koyulmuşlar. — Duyduk duymadık, demeyim. Büyük oğlan büyük vezirin, ortanca oğlan küçük vezirin kızıyla evlenecekler. Bu sebeple kırk gün kırk gece düğün yapılacak, yemek içmek padişahtan. Herkes davetli. Ellerinde davullar. İkinci ilanı duyurmak için de padişahın üçüncü oğlu da okunu atacak, ok kimin kapısına düşerse o evin kızıyla evlenecek. Seslerinin çıktığı kadar halka duyurmuşlar padişahın fermanını. Padişahın iki oğlu için düğün kurulmuş. Herkes yiyor içiyor. Her tarafta zurnalar çalıyormuş. Alabildiğine şaşaalı bir düğün oluyormuş. Bu arada Zabuşan Mehmet de okunu atmış. Ok şehrin dışında bir köhne köpekliğine düşmüş. Mehmet mahcup bir şekilde okunu almış. Geri dönmüş, tekrar atmış. Aynı yere düşmüş. Padişah, oğluna: — Bu son şansın, demiş. Oğlu tekrar atmış. Yine aynı yere düşmüş. Zebuşan Mehmet okunu almak için eğilmiş okunu almış. Atına bineceği sırada bir maymun peyda olmuş. Zebuşan Mehmet’in peşine düşmüş. Mehmet bu durumdan çok rahatsız olmuş. Kendi kendine abilerim vezirin kızlarını aldı, küçük oğlu da bir maymun aldı, derler demiş. Ne yaptıysa maymundan kurtulamamış. Gizlice saraya getirmiş. Dolaba kilitleyip iyice saklamış. Maymun delikten Mehmet'i izlemiş. — Ne o Zebuşan Mehmet, ne düşünüyorsun? Hiç duymamış. Yine aynı ses aynı şeyleri söylemiş. Zabuşan Mehmet sinirli bir sesle: — Kes sesini, başımın belası. Bir sen eksiktin, şimdi tamam oldu, diye cevap vermiş. Ama çok şaşırmış bu maymun nasıl konuştu diye. Hemen heyecanla dolabı açmış. — Sen benim düşüncemden ne anlarsın, da ne yapabilirsin. Maymun: — Sen hele bir de derdini. O da: — Derdim ne olacak. Kardeşlerimin evlenmelerinin karşılığında eğleniyorlar. Maymun getirdin diye bana laf ediyorlar, demiş. Maymun: — İlk gördüğü köhne köpekliğe var, orada Meymuna Hanım’dan selam getirdim diye seslen. Karşına yaşlı bir kadın çıkar. Ona Meymuna Hanım'ın selamı var. Cariyeleri istiyor de, demiş. Zebuşan Mehmet ata atlar, soluğu orada alır. İki kere seslendikten sonra yaşlı bir kadın çıkmış. Ona ne istediğini sormuş. Meymuna Hanım cariyelerini istemiş. Otuz dokuz tane karınca peyda olmuş. Zabuşan buna da çok kızmış. Sarayın yolunu tutmuş. Ama nafile. Karıncalar birden sarayın kapısına gelmişler. Zabuşan Mehmet atından çabucak inerek karıncalardan önce kapıları kapatmış. Ama karıncalar birer güzel kız olmuş. Dolaptaki maymunu çıkarmış. Maymun, postundan sıyrılmış güzel hâliyle ortaya çıkmış. Ayın on dördü gibi güzel bir kız. Otuz dokuz cariye, emret, der gibi bakmış. Uzun süre birbirlerine bakmış. Hep birlikte has bahçeye çıkmışlar. Bunları gören vezirin kızları çok kıskanmışlar. Zabuşan Mehmet sevincinden uçacakmış. Bundan sonra mutlu bahtiyar yaşamışlar.
Zabuşan Mehmet
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Uzak diyarlarda bir padişah varmış. Bu padişahın bir oğlu ve daha sonra bir kızı dünyaya gelmiş. Erkek çocuğa Sercan, kıza ise Mercan adını koymuşlar. Aradan yıllar geçmiş, Sercan ve Mercan büyümüşler. Bu sırada padişahın eşi hastalanmış yedi iklime, doktorlara haber salınmış. Ancak Sercan ve Mercan’ın anneleri ölmüş. Padişah birkaç yıl sonra tekrar evlenmiş ama padişahın yeni eşi Sercan ve Mercan’ın varlığından rahatsız olmuş. Saltanatı bu çocuklara bırakmamak için sürekli babalarına şikâyet edip, onları karalıyormuş. Analıkları bir gün padişahın ilk eşinden kalan mücevherleri çalıp Sercan ve Mercan’ın odasına koymuş. Padişah durumun farkına varmış ve sarayı aratmış. Bu sırada tellallar mücevheri çalanı bulana ödül verileceğini söylüyormuş. Ardından çocukların üvey annesi padişaha gelip eski eşinden kalan mücevherleri oğlu ve kızının çaldığını söylemiş. Padişah önce eşine inanmamış ama çocukların odasından mücevherler çıkınca eşine inanmış. Bunun üzerine padişah Sercan ve Mercan’ı kovup sürgün etmiş. İki kardeş birlikte yola çıkmış, kırk gün kırk gece gitmişler. Uzak diyarlarda bir ülkeye varmışlar. Bir çeşmenin yanına gelip ağaca çıkmışlar. Sercan ve Mercan birbirlerine dert yanarken o sırada ülke padişahının oğlu atını sulamak için çeşme başına gelmiş. Bu delikanlıya Feridun derlermiş. İki kardeşin gölgesi suya düştüğü için at ürküp su içmiyormuş. Feridun bakmış ki ağaçta iki kişi oturuyor. Sercan ve Mercan ağaçtan inerek başlarından geçeni, üvey anneleri ve adamları tarafından iftiraya uğradıklarını bir bir anlatmışlar. Bu sırada Feridun ve Mercan birbirine âşık olmuş. Feridun, iki kardeşi alıp saraya getirmiş ve başlarından geçenleri babasına anlatmış. Aradan bir süre geçmiş ve Feridun, Mercan ile evlenmeye karar vermiş. Hemen anne ve babasına gelip rızalarını istemiş. Feridun’un babası razı olmuş ama annesi karşı çıkmış. Çünkü onu yeğeni ile evlendirmek istiyormuş. Feridun annesini dinlemeyip Mercan ile evlenmeye karar vermiş. Bunun üzerine Feridun’un annesi durumun ciddiyetini anlamış ve Arap halayığı çağırıp ona Mercan’ı saraydan kovmasını söylemiş.  Arap halayık bir gün Mercan’ın yemeğine uyku ilacı koymuş. Mercan odasında uyumaya başlayınca Arap hemen adamlarından birini Mercan’ın odasına göndermiş. Arap, Feridun’un yanına gelip Mercan’ın onu aldattığını söylemiş. Feridun koşa koşa Mercan’ın odasına gelmiş ki yabancı bir erkekle aynı odadalar. Adamı oracıkta öldürüp Mercan’ı da kovmuş. Bu sırada Sercan avda imiş. Ardından Mercan saraydan ayrılıp ilk geldikleri çeşmenin yanına gitmiş, üç gün üç gece ağlamış, ağıtlar yakmış: — Kardeş kardeş can kardeş, Candan ciğer kardeş, Yedi kazan kuruldu, Yedi bıçak bilendi, Yedi hâli serildi, Padişahın oğlunun düğünü oluyor, Beni al götür, demiş. Birkaç gün sonra erkek kardeşi Sercan gelip kız kardeşini bulmuş ve birlikte yola çıkmışlar. Feridun, Mercan’ın gitmesine çok üzülüyormuş. Ne olup bittiğini anlamadan onu kovduğu için pişmanmış. Uyku uyumaz yemek yemez olmuş. İstemeden annesinin yeğeni ile evlenmeye razı olmuş. O gece düşünürken Arap halayığın odasında bir ışık görmüş. Sessizce gidip kapıyı dinlemiş. Annesi ile Arap halayığın konuştuğunu, Mercan’a iftira attıklarını duymuş. Ertesi gün halayığı odasına çağırıp olup biten her şeyi öğrenmiş ve halayığı kovmuş. Hemen babasına her şeyi anlatıp Mercan’ı aramaya yola çıkmış. Yedi gün yedi gece dağ bayır demeden Mercan’ı aramış ve bulmuş. Mercan’ı ve Sercan’ı alıp saraya getirmiş. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Aradan birkaç yıl geçmiş ve Sercan üvey annesinin öldüğü haberini almış. Hemen ülkesine dönüp babasına iftiraya uğradıklarını kardeşi ile kendisinin bir suçu olmadığını anlatmış ve tahta geçmiş. Her iki kardeş de muratlarına ermişler.
Can Kardeş
Giresun
Karadeniz Bölgesi
 Bir zamanlar köyün birinde bir adam yaşarmış. Bu adam gayet zenginmiş. Köydeki fakir fukaraya elinden geldiği kadar yardım edermiş. Allah bu adama üç tane erkek evlat nasip etmiş. Adam üç oğlunu da birbirinden ayırt etmemiş. Birine yaptığını diğerine de yaparmış. Gel zaman git zaman çocuklar büyümüş. Babalarına tarlada tapanda yardım etmeye başlamışlar. Kardeşlerin en küçüğünde biraz fesatlık varmış. İstermiş ki babasının tüm malı kendisinin olsun. Ağabeyleri zaman zaman bunun farkına varsalar da babalarını kırmamak için ses çıkarmamışlar. Ufak oğlan da bundan yüz bulup her seferinde babasını ağabeylerine karşı kışkırtırmış. Babasının yanında farklı ağalarının yanında farklı konuşurmuş. Yani bu oğlan sac ekmeği gibiymiş. Çocuklar yerinde sayar mı? Serpilip gitmişler bir zaman sonra. Baba da çocuklarını teker teker evermeye başlamış. Tencere düşüp kapağını bulur ya, küçük oğlan tam kendi gibi fesat, hilebaz bir eş almış. Baba da istermiş ki çocuklarım birbiriyle iyi geçinsin, birbirine destek olsun; ama ne küçük oğlan ne de karısı buna yanaşacak insanlarmış. Üç kardeş birlikte böyle yaşarken bir taraftan da tarla işlerinde koşuşturuyorlarmış. Sene boyu beraber çalışıp sonunda ürünü eşit olarak paylaşıyorlarmış. Küçük kardeş buna ancak birkaç sene razı olmuş. Babasına şikayetlerde bulunarak ağabeylerinin kendi payına düşeni vermediklerini söylemiş. Baba bu duruma her ne kadar inanmasa da bir taraftan da aklına bin bir türlü şey geliyormuş. Küçük oğlan karısıyla baş başa verip babasını kandırmak için bir plan hazırlamaya başlamışlar.  Yılsonunda bu iki fesat önce bölüştükleri mallara razı gibi görünmüşler. Daha sonra kendi ürünlerinin büyük bir bölümünü gizlice ağabeylerinin mallarına katmışlar. Hemen babalarının yanına gidip ağabeylerini bir güzel şikayet etmişler. Baba pek inanmasa da yine de gidip bir bakmak istemiş. Bir de ne görsün, gerçekten de her şey küçük oğlanın anlattığı gibi. Büyük bir öfkeyle diğer oğullarını yanına çağırmış. Onları bir güzel azarlayıp kul hakkı yemenin ne kötü bir şey olduğundan bahsetmiş. Büyük kardeşler babalarına karşı gelmek istemediklerinden pek bir şey dememişler. Olayın ne olduğunu çok geçmeden öğrenmişler. Tabi baba bu arada büyük oğullarının tüm mallarını ceza olsun diye ellerinden almış. Getirip küçük oğluna vermiş. Küçük oğlan ve karısı buna çok sevinmişler. Bir sürü malımız oldu, diye bayram etmişler. Bu arada iki büyük oğlan bir müddet fakir kalmışlar. Ama yine de hiçbir şekilde hallerinden şikâyetçi olmamışlar.  Gel zaman git zaman babayla küçük oğul buğdayları öğütmeye değirmene gitmişler. Değirmenci çok gün görüp geçirmiş bir adammış. İyiyi kötüyü ayırmayı da bilirmiş. Daha kapıdan bunlar girince bir fenalık olduğunu anlamış. Baba değirmenciye selam vermiş. O da cevap vererek karşılıkta bulunmuş. Kısa bir hoş beşten sonra buğdayları değirmene koymuşlar. Buğdaylar ne kadar öğütülürse öğütülsün bir türlü un olmamış. Hepsi bu işe hayret etmişler. Küçük kardeş sinirlenerek sebebi değirmende bulmuş. Değirmenci babanın kulağına eğilerek: — Efendi, efendi! Bunda kul hakkı var, demiş. Baba oğlunun yalan söylediğini, kendini kandırdığını anlayınca tövbe istiğfar etmiş. Hemen büyük oğullarını değirmene çağırmış. Onlardan özür dileyerek haklarını onlara iade etmiş. Daha sonra tekrar değirmeni çalıştırmışlar. Bu sefer her şey eskisine dönmüş.
Açgözlü Kardeş
Giresun
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde bir yaşlı nine varmış. Bu nine çok fakirmiş, ineklerini sağarak geçimini sağlarmış. Bu nine yine böyle bir gün ineklerinin sütünü sağmış, pencerenin önüne koymuş. Bunu gören kurnaz tilki pencereden atlayıp bütün sütü midesine indirmiş. Nine gelmiş ki sütü koyduğu kova bomboş. Ertesi gün yine aynı şeyler derken nine dayanamamış ve sütü koyduğu pencerenin önüne bir de tuzak kurmuş. Ertesi gün tilki tekrar gelmiş, sütü tam içerken birden tuzağa yakalanmış ve kuyruğu oracıkta kopuvermiş. Tilki kendini zor kurtarmış. Kurtarmış kurtarmasına ama kuyruğu orada kalmış. Tilkiyi kuyruksuz gören arkadaşları onunla dalga geçmeye başlamışlar. Arkasından herkes ona “kuyruksuz tilki” diye bağırmaya başlamış. Bu duruma daha fazla dayanamayan tilki düşünmüş taşınmış nineden kuyruğunu istemeye karar vermiş. Ninenin kapısına gitmiş: — Nineciğim beni affet ve kuyruğumu bana geri ver, demiş. Herkesin kendiyle dalga geçtiğini ve kendisinin çok üzüldüğünü söylemiş. Tilkinin ısrarına dayanamayan nine: — Peki ama bir şartla sana kuyruğunu geri veririm, demiş. Bunu duyan tilkinin gözleri parlamaya başlamış. Nine: — Sütlerimi tekrar getirirsen sana kuyruğunu veririm, demiş. Tilki koşa koşa koyunlara gitmiş. — Koyunlar koyunlar, bana biraz süt verir misiniz, demiş. Koyunlar: — Eğer bize birazcık çim getirirsen sana süt veririz, demişler. Koşa koşa çimlere gitmiş: — Sizi koyunlara götürebilir miyim, demiş. Çimler: — Bizim üstümüzde çocuklar gelip hiç top oynamıyor. Bize çocukları getirirsen kabul ederiz, demişler. Çocuklara gitmiş: — Çocuklar çocuklar, sizi çimlere götüreyim mi, demiş. Çocuklar: — Bizim canımız şeker istiyor. Bize şeker alırsan gideriz, demişler. Tilki bakkala gitmiş: — Bakkal Amca Bakkal Amca, bana biraz şekerlerinden verir misin, demiş. Bakkal ona: — Bakkalımda yumurta kalmadı, bana yumurta getirirsen veririm, demiş. Tilki koşa koşa tavuklara gitmiş: — Tavuklar tavuklar, bana biraz yumurtalarınızdan verir misiniz, demiş. Tavuklar: — Bizim buğdayımız bitti, bize buğday getirirsen, demişler. Koşa koşa buğdaylara gitmiş. — Buğdaylar buğdaylar, sizi tavuklara götürebilir miyim, demiş. Buğdaylar: — Biz çok susadık bize su getirirsen olur, demişler. Tilki bıkmış bir vaziyette son çare suya gitmiş. — Dere dere, bana biraz suyundan verir misin, demiş. Tilki dereye bütün olan biteni anlatmış. Dere bakmış tilki nefes nefese kalmış. — Tilki sen cezanı çekmişsin. Suyumdan dilediğin kadar al götür, demiş. Tilki büyük bir sevinçle dereden suyu almış, buğdaylara götürmüş. Buğdaylardan buğday almış, tavuklara götürmüş. Tavuklardan yumurta almış, bakkala götürmüş, bakkaldan şeker almış, çocuklara götürmüş. Çocukları almış, çimlere götürmüş. Çimleri almış, koyunlara götürmüş. Koyunlardan sütü almış ve ninenin kapısına gitmiş. Sütü nineye vermiş. Sütünü alan nine tilkinin bir daha böyle bir hata yapmayacağına inanarak kuyruğunu geri vermiş. Kuyruğuna kavuşan tilki de mutlu bir şekilde arkadaşlarının arasına gitmiş.
Tilkinin Kuyruğu
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Yılan Vaktiyle bir adam varmış. Bu adam dağa gitmiş. Dağda odun ederken bir de bakmış ki çamın doruğunda koca bir yılan sarlaşmış,[1] kuyruğunu sarmış çatuğa.[2] Gövdesi aşağı sallanmış. Yılan lisana gelip: —Ey âdemoğlu, beni buradan indir, demiş. İnsanoğlu hiçbir şey söylemeyip gene odun kesmeye başlamış. Yılan gene: —Beni buradan indir, demiş. İnsanoğlu: —İndirirsem beni sokarsın. O da tekrar: —İndir beni, sokmam seni, demiş. İnsanoğlu aşağıdan yukarı bir sırık uzatmış, yılan ona sarlaşarak aşağı inmiş. Sonra yılan boynuna dolanarak ağzını hırtlağının[3] altına dayamış. —Yaa! Şimdi ben seni sokayım mı, demiş. —Deminden sokmam diyordun. Şimdi niçin sokuyorsun? Yılan: —Benimle gelirsen sokmam. —Peki. Yılan düşmüş önüne “Gel bakalım arkam sıra.” demiş. Bu yılan, yılanlar padişahının kızıymış. Bunlar gide gide yılanlar padişahının köşküne yaklaşırken yılan durmuş ve insanoğluna: —Ben seni babamın evine götürüyorum. Babam der ki “İnsanoğlu dile benden dileyeceğini!” Sen de dersin “Sağlığını dilerim.” Böyle böyle üç defa der. Gene gene “Sağlığını dilerim.” de. Böyle yola revan olup varmışlar padişahın evine. Yılanlar padişahı sormuş: —Dile benden dileyeceğini! O da “Sağlığını dilerim.” demiş. İkincisinde gene böyle demiş. Üçüncüsünde “Kızımı vereyim sana.” demiş. Tekrar “Sağlığını dilerim.” demiş ve kapıdan çıkmış. Yılanlar padişahı kızına sormuş: —Bu kim? —Ben filan yerde çamın doruğunda kaldım. Yere düşeydim kırk parça olurdum. O sırada bu insanoğlu geldi, beni oradan kurtardı. O suretle ben de aldım buraya geldim. Böyle söyleyince “Çağır bu insanoğlunu.” demiş. Gidip insanoğlunu çağırmış. Gene “Benden dile dileyeceğini!” diyerek sormuş. İnsanoğlu da gene “Sağlığını dilerim.” demiş. Bu sözü söyleyince “Al şunları. Bunlar sana yeter.” demiş. Verdiği bir kirli fes, bir kirli kese, bir de kaval. Bunların üçünü vermiş. İnsanoğlu bunları alıp gitmiş, evine bırakmış. Yarisigün[4] bir yük odun yükletmiş, şehre gitmiş. Bir yük odunu bir altına vermiş. O altını kirli keseye koymuş. Köye dönmüş, evine girmiş. “Bir kere bakayım şu altın cebimde duruyor mu?” diye bakmış ki kese altınla dolmuş. O altınlarla gitmiş koca bir kumbara almış. Kesenin içindekileri ona koymuş. İçinde bir kese bereketi bırakmış. O kese akşamdan sabaha kadar gene dolmuş. “Bu bereketli bir kese.” diyerek hiç bir iş görmemiş. On beş yirmi gün böyle devam etmiş. On beş yirmi gece içinde bu koca kumbarayı doldurmuş, zengin olmuş. Gece rüyasında İstanbul’da bir padişah kızı görmüş. Üçüncü gece gene görmüş. Sabahleyin “Ben bu kızın yanına gideyim.” diyerek kirli keseyi almış, kumbaradaki altınları da ceplerine doldurmuş; çıkmış gitmiş İstanbul’a. Orada gezerken rüyasında gördüğü kızı görmüş ve yanına varmış. Kız da rüyasında bu delikanlıyı görmüş. O da onu gördüğü gibi ikisi birbirine vurulmuşlar[5] ve kol kola girip köşke çıkmışlar. Orada bir masa çevirip rakı içmeye başlamışlar. Biraz içtikten sonra delikanlı “Nasılsın?” diye sorduğu zaman “Gene eskisi gibiyim.” demiş. Biraz daha içtikten sonra gene sorduğu zaman oğlan keseyi çıkarıp şangır şangır köşkün ortasına fırlatmış. O zaman kız keseyi alıp besleklerine:[6] —Atın bunu damlanın[7] altına, demiş. Orada akşamdan sabaha kadar baygın yatmış, kendinden haberi yok. Sabahleyin uykudan uyanır gibi uyanmış, kalktığı gibi memleketine gelmiş. Bu adam fakir olmuş, davar gütmeye mecbur kalmış. Evdeki kavalını alıp çıkmış kıra. Kırda kaval çalarken karşısına iki Arap çıkmış. Araplar “Ne emrin var?” diyerek yanına gelince “Gidin filan kasayı soyun da gelin.” demiş. Oradan çabuk kaybolmuşlar, on dakika sonra bir milyon parayla gelmişler. Delikanlı davarı filan bırakmış, o parayı aldığı gibi kavalı beline sokup gene gitmiş İstanbul’a. Orada gene kız delikanlıyı görmüş ve kolundan tutup köşküne götürmüş. Orada gene bir masa çevirip içmeye başlamışlar. Biraz içtikten sonra delikanlı “Nasılsın?” diye sormuş. —Nasıl olacak? Eskisi gibiyim, demiş. Bir daha içmeye başlamışlar. Sonra gene sormuş. Delikanlı kavalı çıkarmış, parayla birlikte köşkün ortasına fırlatmış. Kız kavalı almış ve öttürmüş. Karşısına iki Arap çıkmış. —Bu adamı Kaf Dağı’nın arkasına bırakın, demiş. Hemen aldıkları gibi Kaf Dağı’nın arkasına bırakmışlar. Orada bu delikanlı üç gün üç gece yatmış ve bir sabahleyin uykudan uyanır gibi uyanmış. Kendine gelince görmüş ki dağlık, çamlık bir yerde. Nereye gideceğini bilememiş. Sonra giderken bir kestane ağacı görmüş. Oradan almış iki kestane yemiş. Bunun kulaklarının arkasında iki boynuz bitmiş. Her birisi birer arşın. Giderken çamların arasından sığmamış ve canı çok sıkılmış. Önünde bir incir ağacı görmüş. İki tane yemiş ondan ve boynuzları dibinden kaybolup gitmiş. Şimdi kaval ile kirli kesenin çaresini düşünmeye başlamış. Oradan beş on kestane ve beş on tane de incir alarak yola revan olmuş. Varmış gene İstanbul’a, o kızın köşkünün altına. “Kestaneci geldi!” diye bağırmaya başlamış. Kız bunu işitmiş ve besleklerine “Gidin, kestane getirin.” demiş. Hemen kestaneyi getirip yukarı, kıza vermişler. Kız yemiş bunları. Kızın kulağının arkasında iki boynuz bitmiş, her birisi birer arşın. Delikanlı bırakmış gitmiş. Kız ne edeceğini şaşırmış. En baş doktoru getirmişler, doktor “Ben buna el vurmam.” demiş. Nerede bir derin hoca varsa getirmişler. Okuya okuya boynuzun birisini kesmiş. Kestiği gibi boynuz hemen iki fazla büyümüş. Çarşıya bir tellal salıvermişler. “Filan padişahın kızında iki boynuz bitmiş. İyi edene ve bunun dermanını bulana ne dilerse verilecek!” diye bağırmış. Delikanlı hemen “Ben bunun dermanını bulurum.” demiş. Bunu aldıkları gibi köşke getirmişler. Bu delikanlı başka çeşide girmiş, kız bunu bilememiş. Delikanlı, “Ben seni iyi ederim.” demiş. Kız da “Ben de sana dilediğini veririm.” demiş. O zaman delikanlı “Burada kimse kalmasın.” deyip kıza: —Hamama gideceksin, terleyeceksin, kalıba vurulacaksın. Bu suretle oğlanla kız hamama girmişler. Biraz terledikten sonra kalıplamaya başlamış. O suretle “Bu kalıpla üç gün gezeceksin.” demiş. Kız hamamdan çıkmış. Dışarda gezerken kimseyi yanında getirmemiş, gelenleri de yanından kovmuş. —Aman kalıbımı bozarsınız, yanaşmayın yanıma! demiş. O suretle üç gün sonra hamama girmişler. Bir, iki, üç kalıp vurarak “Bana dilediğin şeyleri söyle.” demiş. Kız da: —Sana vereceğim şunlar. Bir kirli kese, bir kaval, kendimle birlikte hibe ediyorum, demiş. Demesiyle bir iki defa daha kalıba vurarak buna iki incir yedirmiş. Yedikten sonra parmağını boynuzuna vurarak boynuzlarını düşürmüş ve kızı iyi etmiş. Sonra köşke gelmişler. Birbirlerine nikâh yaptırarak kırk gün kırk gece düğün etmişler. Onlar ermiş muradına, biz de erelim muradımıza.     [1] sarlaşmak: sarılmak. [2] çatuk: yol, ağaç gibi ikiye ayrılan şeylerin ayrılma yeri, çatal. [3] hırtlak: gırtlak. [4] yarisigün: ertesi gün. [5] vurulmak: âşık olmak. [6] beslek: hizmetçi. [7] damla: saçak altı.  
Yılan
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş Allah’ın kulu çokmuş Evvel zaman içinde Kalbur saman içinde Deve tellal iken Anam eşikte iken Babam beşikte iken Ben on beş yaşında iken   Bir köylü kadın şehirde hısımlarından birine misafir olmuş. Ev sahibiyle birlikte bir düğüne gitmişler. Kadınların eğnindeki[1] esvapları, boyun ve kulaklarındaki takımları görünce şaşkın şaşkın bakmaya başlamış. En nihayet şişmanca, eğni başı düzgün, boynu kulağı dolu bir kadın gelmiş. Herkes ayağa kalkmış. Düğün sahibi ve düğünde bulunanlar bu kadını köşeye kadar geçirmişler. Köylü kadın bunu merak etmiş, yanındakilerden birine “Bu kadın kim?”  diye sormuş. O da “Münecccimbaşının karısı.” diye cevap vermiş. Kadın düğünden sonra köyüne dönmüş. Kocasına olan biteni anlatmış ve kocasıyla “Ben gayrı bu vaziyette durmam.” diye çekiş etmeye[2] başlamış. Karısının bu hâlini gören adam ne yapacağını şaşırmış. Karısına okuma yazma bilmediğini ve müneccimlikten çakmadığını söylemişse de bir türlü dinletememiş. Kadın: —Bir hokka, bir kalem alırsın, birkaç tabaka da kâğıt, bir yolun başına oturursun. Elbet sana ne iş gördüğünü sorarlar. Sen de “Ben müneccimim.” dersin. Onların yitiği varsa sana “Bakıver.” derler. Sen de kalemi hokkaya batırır kâğıda bir şeyler yazarsın, kâğıda bakar bir şeyler söyleyiverirsin, iş olur biter. Adamın da bu işe aklı yatmış. Kâğıt, kalem, divit alıp bir yolun başına oturmuş. Oradan bir deveci geçiyormuş. Buna ne iş gördüğünü sormuş. Bu da “Ben müneccimim.” demiş. —Öyleyse benim bir devem kayboldu. Birkaç gündür aradım bulamadım. Hele sen şuna bir kere bakıver, demiş. Müneccim hokkaya kalemi bandırmış, kâğıdın üstüne bir şeyler yazmış. Düşünmüş, düşünmüş, diyecek bir şey bulamamış. En sonra düşüne düşüne: —Senin deven ne yerde ne gökte, muallakta, demiş. Deveci düşüne düşüne geçmiş gitmiş. Yolda giderken bir de bakmış ki kaybolan deve bir köprünün üstünde ofutmuş[3] duruyor. Düşünmüş, deve sahiden ne yerde ne gökte, muallakta. Devesini bulan deveci, vardığı yerlerde bu müneccimi övmeye başlamış. Bu söz kulaktan kulağa padişaha kadar varmış. Padişahın da bir yüzüğü kaybolmuşmuş. Bu yüzüğü de saraydaki müneccimler bilip bulamamışlar. Padişah bu adamın methini işitince “Bir de buna baktırayım.” diye saraya çağırttırmış. Müneccim, padişahın saraya çağırttığını duyunca hemen köyüne gidip karısıyla çekiş etmiş. İşte “Benim başıma bu belayı sen getirdin. Bana padişah bir yitiğini soracak. Bulamazsam beni öldürecek. Gel helalleşelim de öyle gideyim.” diye karısıyla helalleşmiş. Saraya varmış. Bunu padişahın yanına çıkarmışlar. Padişah kaybolan yüzüğünün bulunmasını müneccime emretmiş. Müneccim padişahtan kırk gün izin istemiş. Padişah, bu adamın kırk gün sarayda bir odada beslenmesini emretmiş. Adamcağızı bir odaya tıkmışlar. Yalnız kalınca kırk gün sonraki acı vaziyeti düşünürken birden kapı açılmış. İçeriye bir sini içinde birkaç kap yemekle bir adam girmiş. Adam yemeği bırakıp dışarı çıkmış. Müneccim sahanları açmış, bakmaya başlamış. Hepsine bakmış, bir küçük tas içinde kırmızı sulu üç tane yuvarlak bir şey görmüş. Adam köyünde böyle bir şeyler görmediği için öfkesinin arasında bunların ne olduğunu düşünmeye vakit bulamamış. En sonra kızarak bunlardan birini “Şu bir!” diye bağırarak oda kapısına doğru fırlatmış. Dışarıdaki üç adam yüzüğü çalmışlarmış. Elmanın birini öfkeyle kapıya atınca “Eyvah, bizim birimizi bildi!” demişler, korkmaya başlamışlar. Nihayet “Şu iki!” deyip kapıya elmanın ikincisini atmış. “Eyvah, ikimizi de bildi!” demişler, korkmaya başlamışlar. Müneccim “Şu üç!” diye bağırarak üçüncüsünü de kapıya atınca dışarıdakiler “Üçümüzü de bildi!” diye kendilerini zapt edemeyip içeriye dalarak müneccime “Sen bilirsin! Yüzüğün bizde olduğunu padişaha söyleme!” diye yalvarmaya başlamışlar. Müneccim hemen işi kavramış: —Tabii söyleyeceğim, ben bunun için az sıkıntı çekmedim. Kırk gün olsun da siz görürsünüz gününüzü, diye adamlara çıkışmış. Nihayet fazla yalvarmalarına dayanamayan müneccim: —Her biriniz birer kese altın verirseniz ve beni burada kırk gün iyi beslerseniz ben bunun bir çaresini bulurum, demiş. Hırsızlar buna razı olmuşlar. Peşin birer kese altın vermişler. Yiten yüzüğü de müneccime teslim etmişler ve onu kırk gün kuş sütüyle beslemişler. Müneccim otuz sekizinci günü hırsızları çağırmış. “Padişahın kazları var mı?” diye sormuş. Onlar da “Var!” demişler. —Bu yüzüğü kırkıncı gün sabahleyin kazın birine yutturun ve kazın kuyruğunu biraz kesin de ben farkına varayım, demiş. Kırk gün tamam olmuş, müneccim padişahın huzuruna çıkmış. Yüzüğü bulduğunu ve yüzüğü kazlardan birinin yuttuğunu söylemiş. Padişah kaz çobanını çağırmış. Hemen kazların dışarıya çıkarılmasını emretmiş. Müneccim kazların arasına girmiş, güdük kazı tutarak kesmiş, yüzüğü kazın kursağından çıkarıp padişaha vermiş. Bu iş padişahın hoşuna gitmiş ve kendisine fazlaca para vermiş. Birçok da çiftlik vermiş, fakat lazım olunca bir daha çağrılacağını söyleyince “Bir atladım çekirge, iki atladım çekirge, üçüncü de ele geçtin mi çekirge!” sözünü düşünerek müneccim derin husalara[4] dalmış. Müneccim bir gün yalısında otururken padişahın veziri gelmiş. Vezirin gelmesinden müneccim çok korkmuş, belli de edememiş. Vezir, “Padişah bugün hamam yapacak. Sizi de bu hamam ziyafetine davet ediyor.” deyince müneccim biraz ferahlamış, ama belki işin içinden bir şey çıkar diye korkmuş, gidememiş. Vezire, “Hastayım. Padişahım beni affetsin.” demiş; “İyileşince ben kendilerini varır da özür dilerim.” diye veziri savmış. Vezir padişaha meseleyi anlatmış. Padişah da özrünü hoş görmüş. Hamama gitmiş. Müneccim bu işin sonunun kötü olacağını düşüne düşüne deli olacak bir hâle düşmüş. O sırada aklına bir şeytanlık gelmiş. Hemen soyunmuş dökünmüş, iç donuyla deli gibi sokağa fırlamış. Padişahın bulunduğu hamamın önünden geçerken herkes “Deli geçiyor! Deli geçiyor!” diye bağırmaya başlamış. Bu sesi hamamdakiler de duymuş. Padişahla birlikte hepsi dışarıya çıkmışlar. Bir de bakmışlar ki müneccimbaşı. Hamamdakiler dışarı çıkar çıkmaz hamamın kubbesinin de çökmesi bir olmuş. Müneccim padişahla konuşurken bu kubbenin çöküvermesi müneccimin öyle işine yaramış ki, dokunmayın keyfine. Daha padişah müneccime “Ne oldun? Deli mi oldun?” demeden müneccim hızlı hızlı: —Efendim! Siz beni hamama çağırmıştınız. Ben de hastalandığım için gelememiştim. Evde yunuyordum. Bu sırada bana hamamın kubbesinin yıkılacağını haber verdiler. Ben de hemen hamamlıktan çıkar çıkmaz kubbe başınıza yıkılmasın diye çırıl çıplak buraya kadar koştum. Biraz daha gecikseydim kubbe efendimizin değil, benim başıma yıkılacaktı, cevabını vermiş. Bundan memnun olan padişah, hayatını kurtaran müneccime bir daha bir şey sormamak ve gücünü[5] hiçbir suretle üzmemek şartıyla fazlaca mükâfat vererek müneccimi azat etmiş. Müneccim de karısının yanına gitmiş, köyünü dağıtmış, İstanbul’a göçmüş. Padişahla komşu gibi iyi günler geçirmeye başlamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.                                          [1] eğin: beden, vücut; üst baş. [2] çekiş etmek: ağız kavgası etmek, çekişmek. [3] ofutmak: başını kaldırıp boynu uzatarak belirli bir noktaya bakmak. [4] husa: kaygı, korku, tasa. [5] güç: gönül, yürek.
Müneccimbaşı
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Az söyleyen sevap, çok söyleyen günah işlermiş. Bir aile varmış, çok mutlularmış. Bir gün evin beyi ölmüş. Karısı hamileymiş. Kadının hiçbir geliri yokmuş. Kadın dilenmeye başlamış. Her gün bir köye gidermiş. Köyün birinde sancısı tutmuş. Nereye misafir olsam diye düşünmüş. Kimse misafir etmezmiş: — Caminin avlusuna misafir olayım, demiş. Caminin avlusunda bayılmış. Bayılınca caminin duvarı yarılmış. İçinden elinde leğenle su olan bir kadın çıkmış. Bir duvar daha yarılmış, içinden elinde iplik ve bohça olan bir kadın çıkmış. Bir daha duvar yarılmış. Bir kadın çıkmış. Onun elinde de mum ve makas varmış. Elinde mum ve makas olana kadın: — Adın Dilber olsun, yürüdüğün yollar çayır çimen olsun, demiş doğumu yaparken. Elinde leğenle su olan kadın: — Ağladıkça gözünden inci mercan saçılsın. Güldükçe yanağından güller açılsın, demiş. Elinde bohça ve iplikle çıkan kadın: — Yıkandığın su, leğenle altın olsun, demiş. Çocuğu kundak edip annesi vermiş ve kaybolmuşlar. Kadın çocuğunu alıp köyüne dönmüş. Köyünde kızını yıkadıkça suyu altın olmuş. Ağladıkça gözünden inci mercan dökülmüş. Güldükçe yanağından güller açmış. Yürüdükçe yürüdüğü yollar çayır çimen olmuş. Aradan zaman geçmiş. Dilber genç kız olmuş. Güzelliği dillere destan olmuş. Diğer yandan padişah da oğluna kız ararmış. Halk dilberin güzelliğini padişaha kadar duyurmuş. Padişah gidip kızı istemiş oğluna. Annesi kızı vermiş. Kırk gün kırk gece düğün yapılmış. Diber’in cadı bir teyzesi varmış. Dilber’i hiç sevmezmiş. Dilber’i kıskanırmış. Teyzesi: — Ben de saraya giderim, Dilber’i tek bırakmam, demiş. Kendi kızını da alıp Dilber ile beraber trene binmiş. Dilber kuru eti çok severmiş. Teyzesi Dilber’e acıkıp acıkmadığını sormuş. Dilber, acıktığını söylemiş. O da Dilber’e kuru et vermiş. Dilber çok susamış. Teyzesinden su istemiş. Teyzesi, Dilber’e: — Eğer gözünün birini verirsen sana su veririm, demiş. Dilber: — Sana gözümü verirsem padişah beni gelini olarak almaz, demiş. Teyzesi zorla gözünü almış. Sonra arabadan itip aşağıya atmışlar. Kendi kızını padişaha Dilber adıyla götürmüş. Padişahın oğlu, Dilber’i ağlatıyor, fakat kızın gözünden inci mercan dökülmüyor, yürütüyor yürüdüğü yollar çayır çimen olmuyor, güldürüyor güldükçe yanağında güller açmıyormuş. Banyo yaptırıyor, yıkandıkça yıkandığı su altın olmuyormuş. Teyzesi oyalarmış. Vakti var deyip geçiştirirmiş. Biriktirdiği gülleri verirmiş, güldü, yanağında güller açıldı diye. Ağladı, gözünden inci mercan saçıldı deyip biriktirdiği inci mercanları verirmiş. Padişahın oğlu gülü alıp koklayınca Dilber hamile kalmış. Gelelim Dilber’in arabadan atıldıktan sonraki hâline. Kuş uçmaz, kervan geçmez, insan ayağı değmez küflü bir dağın başına ağlayarak ve sürünerek çıkmış. Bir kuş gelmiş Dilber’in yanına: — Bir tüy bırakacağım. Bu tüyü dua edip gözlerine sür. Gözlerin yerine gelecek, demiş. Dilberin gözleri yerine gelmiş. Dilber’in yürüdüğü yollar çayır çimen olduğu için bir çobanın sürüsü Dilber’i bulmuş. Çoban da inci mercanları toplarken Dilber’in yanına gelmiş. Sonra Dilber’i alıp evine götürmüş. Çoban, Dilber’i kızı yerine koymuş. Dilber başından geçenleri anlatmış. Anlatırken döktüğü gözyaşları inci mercan olmuş. Çobanın karısı Dilber’e banyo yaptırınca, yıkandığı su altın olmuş. Güldükçe yanağında güller açmış. Çoban günler ilerledikçe zengin olmuş. Öyle bir zengin olmuş ki, altından iki saray yaptırmış. Dilber’in sarayının kapıları “muradına ermeyen Dilber” diye açılıp kapanırmış. Dilber’in sarayının şanını padişah duymuş. Dilber’in karnı git gide büyümüş. Ama kimse hamile kaldığını düşünmemiş. Dilber doğum yapamadan, çocuğu karnındayken, vefat etmiş. Çoban Dilber’e altından camlı bir mezar yaptırmış. Padişah sarayı merak edip oğluyla gezmeye gelmiş. Çoban, padişaha Dilber’in hikâyesini anlatmış. Padişah mezarı görmek istemiş. Padişahın oğlu Dilber’in elini tutunca Dilber tekrar gözlerini açmış. Dilber’i alıp saraya götürmüşler. Kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Kötü kalpli teyze ve kızı cezalandırılmış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş. Biri bu hikâyeyi uyduranın başına, ikisi bu hikâyeyi dinleyenlerin başına…
Muradına Ermeyen Dilber
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Kötü Huylu Dev ile Yiğit Delikanlı   Evvel zaman içinde kalbur saman içinde kötü huylu bir dev varmış. Bu dev suların bol olduğu yerde yaşıyormuş. Bu dev yaşadığı yerdeki sulardan kimseye vermiyormuş. Havalar çok sıcak olmaya başlamış. Yağmurun, karın yağması kesilmiş. Çevredeki bütün sular kurumuş. Köylüler toplanmış devin yanına gitmeye karar vermişler. Köyün en ihtiyarı, en bilgilisini devin yanına göndermişler. İhtiyar bilge köylünün durumunu deve anlatmış. Dev, ihtiyara: — Eğer bana güzel bir kız verirseniz size su veririm, demiş. İhtiyar: — Güzel kızı ne yapacaksın, diye sormuş deve. Dev: — Güzel kızların etleri çok lezzetli, demiş. İhtiyar köye geri dönmüş. Durumu anlatmış. Köylüler deve güzel kızı vermeyi kabul etmişler. Kızı alıp deve götürmüşler. Dev kızı aldıktan sonra köylüye suyu vermiş. Köylüler suyu köye götürmüşler. Köylü bu suyu kullanmaya başlamış. Ama su yavaş yavaş bitmeye başlamış. Köylü yine kara kara düşünmeye başlamış. Çaresizce köyden güzel bir kızı daha deve götürmek için yola çıkmışlar. Dev, köylüyü görünce sevinmiş. Köylü deve kızı vermiş ve suyu götürmüşler. Köylü bu duruma çok üzülüyormuş. Günlerden bir gün köye güçlü, uzun boylu bir delikanlı gelmiş. Delikanlı çeşmelerin niye kuruduğunu sormuş. Köylü durumu anlatmış. Suyu devden almak için her su aldıklarında güzel bir kızı verdiklerini söylemişler. Delikanlı devi görmek için devin yaşadığı yere gitmiş. Orda su içen bir kartal görmüş. Su içen kartalı dev tam yakalayacakken delikanlı kılıcıyla deve vurmuş. Dev yere düşmüş. Delikanlı devi öldürmek için kılıcını deve bir daha vurmuş. Ama dev bu kılıç darbesinden sonra yeniden canlanmış. Dev sadece bir kere vurulunca ölüyormuş. Delikanlı ve kartal hemen kaçmışlar. Delikanlı köye dönmüş. Delikanlı, köylüye:   — Sizi bu devden kurtarırım ama köyden seçtiğim bir kızla evlenirim, demiş. Köylü kabul etmiş. Delikanlı kılıcını kuşanmış ve devin yaşadığı yere gitmiş. Dev, delikanlıyı görünce üzerine koşmaya başlamış. Delikanlı kılıcını çıkarıp devin kalbine saplamış. Dev oraya yıkılmış. Daha kalkamamış. Köylü artık rahat rahat suyunu götürmeye başlamış. Delikanlı köyden güzeller güzeli bir kız seçmiş ve evine götürmüş.   Delikanlı, kızı, ağabeyleriyle tanıştırmış. Ama ağabeyleri kızın güzelliğini görünce kardeşlerini kıskanmışlar gece kardeşlerini derin bir kuyunun içine atmışlar. Delikanlı kendine geldiğinde, devin elinden kurtardığı kartalı görmüş. Kartala burada ne yaptığını sormuş. Kartal bu kuyuda yaşadığını söylemiş. Delikanlı da kendisinin başından geçenleri kartala anlatmış. Kartal:   — Sen benim hayatımı kurtardın. Ben de seni bu kuyudan kurtaracağım, demiş. Kartal, delikanlıya ayaklarından tutmasını istemiş. Delikanlı kartalın dediği gibi ayaklarından tutmuş ve uçarak kuyudan çıkmışlar. Hemen karısını ağabeylerinin elinden kurtarmaya gitmiş. Karısını ağabeylerinin elinden alarak gitmiş. Delikanlı karısıyla birlikte mutlu bir hayat sürmüşler.
KÖTÜ HUYLU DEV İLE YİĞİT DELİKANLI
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Bir yaşlı kadın varmış. Kadın ebeymiş. Üç tane kızı varmış. Çocukları küçük yaştayken kocasına kaybetmiş. Üç kızıyla bir evde yaşarmış. Bir gün ülkenin padişahı dört bir yana haber yollamış: — O gün akşam hiç kimse ışıkları yakmasın, diye. Ebe kadının bir hastası çıkmış. Oraya gidecekmiş. Kızlarına: — Salon ışıkları yakmayın, padişahın kesin emri var, sonra bize ceza verir, diye tembih etmiş. Kızlar anneleri gittikten sonra ışıkları yakıp aynanın karşısına geçmişler. Bir güzel süslenmişler. Padişah faytonla mahalle mahalle gezermiş o sırada. Bu kızların oturduğu evin ışıklarının yandığını görmüş. Hemen oraya vezirini ve vekilini göndermiş. Vezir ve vekil o eve gitmişler, kapıyı çalmışlar. Kapıyı bu kızar açmış. Vezir ve vekil kızların güzelliğine hayran kalmış. Büyük kız ve ortanca kız özür dilemişler. Küçük kız kibirlenmiş. Büyük kız vezire: — Vezirim, beni alırsanız, emrinize amade olurum, siz ne derseniz onu yaparım, demiş. Ortanca kız vekile: — Vekilim beni alın, size nur topu gibi yavrular veriyim, köleniz olayım, demiş. Küçük kız ise: — Ben bu kızların en güzeliyim. Padişah beni alırsa onunla gül bahçesine giderim. Onun koluna da bohçamı atarım. O taşır, demiş. Vezir ve vekil büyük kızla, ortanca kızı affetmiş. Küçük kızın söylediklerini de padişaha anlatmışlar. Birkaç gün sonra ebe kadının kapısı çalınmış. Jandarmalar gelmişler. Padişahın ebe kadını çağırdığını haber vermişler. Kadın kızlarının ışığı yaktıklarını duymuş. Korka korka padişahın yanına gitmiş. Padişah kadına kızları istediğini söylemiş. Kadın çok sevinmiş. Kızları vermiş. Eve gelmiş. Kızlara anlatmış. Kızlar da çok sevinmiş. Eve arabalar gelmiş, kızları almış saraya götürmüş. Padişah büyük kız ile veziri; ortanca kız ile de vekili evlendirmiş. İkisine çifte düğün yapmış. Padişah küçük kızı da görmeden zindana attırmış. Bunun sebebi de kızın kibirlenip o sözleri söylemesiymiş. Padişah kıza çok içerlemiş: — Ben onun hizmetçisi miyim, diye kıza ceza vermiş. Küçük kız dediklerine pişman olmuş. Vezire, vekile yalvarmış ama nafile. Padişahın kesin emri varmış. Küçük kızın ablaları kızın bu durumuna çok üzülmüşler. Ablaları bir çare düşünmüşler. Padişahtan habersiz kızı zindandan çıkarırmışlar; yerine başka bir kızı koymuşlar. Çünkü padişah kızın yüzünü hiç görmemiş. Kızı zindandan çıkarmışlar. Büyük ablanın odasına saklamışlar. Küçük kız bir gün bahçeye çıkmış. Elma kesiyormuş. Padişah mahallede gezerken kızı görmüş. Kız da padişahı görünce, aklı şaşmış yakışıklılığından, bıçakla elini kesmiş. Padişah arabadan inmiş, kıza bir mendil uzatmış. Kız mendili almış. Padişah kızın nerde oturduğunu sormuş. Kız ablasında kaldığını saklamış. Çünkü ceza alacaklarından korkmuş. Yerinin meçhul olduğunu söylemiş. Kaçıp gitmiş. Kız günlerce yataktan çıkamamış. Üzüntüden hasta olmuş. Ağlaya ağlaya gözyaşı kurumuş. — Ben böyle yakışıklı bir padişahın arkasından nasıl böyle konuştum, diye iç çeker olmuş. Kızın ablaları, bir araya gelmişler. Kızın durumunu padişaha bildirmeye karar vermişler. Padişah bunu duyunca kızı zindandan kaçırdıkları için öfkelenmiş. Sonra kızın yanına gitmeye karar vermiş. Kızın yanına gidince elindeki mendilden bahçedeki kız olduğunu anlamış. Kızı affetmiş. Padişahla kız evlenmişler. Mutlu olmuşlar.
Padişah İle Üç Bacı
Amasya
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tela pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, diyarın birinde bir kadın varmış. Bu kadının üç tane kızı varmış. Bu kızların birini yağcıya, birini balcıya, birini tuzcuya vermiş. Onlarla evlendikten sonra üçünün de çocuğu olmuş. O diyarda da daha fakirler için doğum evi varmış. Yağcı da balcı da zengin oldukları hâlde bu doğum evine gidip doğum yapmışlar. Bunlar öyle yapınca peri kızları gelmiş. Doğan kızları katran kuyusuna batırıp çıkarmış ve annelerine kapkara kızları verip savmışlar. Tuzcu da doğum evine gelmiş, doğum yapmış. Üç tane peri kızı yine gelmiş. Çocuğa güzelce kuntu* kumaş, bir sürü öteberi getirmişler. Onu da böylece donatıp anasının kucağına verip savmışlar. Bu kızlar birbirini yoklamaya karar vermişler. Balcı da yağcıya gitmiş, yağcıda bakmış aynı durum: — Hadi gidelim tuzcuya, demişler. Bakmışlar ki tuzcuda çok güzel parlak bir kız, onu çekememişler. O tuzcu ölünce anasıyla kız yalnız yaşamaya başlamışlar. Padişahın oğlu bu kızı görmüş, çok beğenmiş ve anasını dünür göndermiş. Annesi varmış, kızıyla beraber bahçelerini gezmişler. Kapının önünde bir elmas ağacının dibine oturmuşlar. Kız, elmas ağacına: — Ağacım, ağacım seni kim dikti, demiş. Ağaç seslenmiş: — Pamuk ellerin dikti. Kız, ağaca: — Ağacım, ağacım seni kim suladı, demiş. Ağaç seslenmiş: — Ela gözlerin suladı. Kız, ağaca: — Bir ırgalan da teyze görsün, demiş. Ağaç ırgalanmış ve dünür gelen kadının kafasına bir elmas düşmüş, kadının kafasını yarmış. Kız, kadının kafasını temizlemiş, sarmış ve kadın dünürlük lafını açamadan geri gitmiş. Kadın eve gelince oğlu merakla ne yaptığını sormuş. Kadın üzüntüyle: — O kız seni almaz, çok zengin, demiş. Kadın üç kere böyle gidip gidip dönmüş. Kızı istemeye cesaret edememiş. Padişahın oğlu kendi gidip kapıdan girer girmez: — Kız ben sana dünürüm, demiş. Kız da: — Sen bana dünürsen ben de sana dünürüm, demiş. Bunlar çok güzel bir düğünle evlenmişler. Ondan sonra bu kızın yağcıdaki ve balcıdaki halalarının kızları gelmiş. Onun durumunu çekemeyip öldürmeyi düşünmüşler. Eniştelerinden müsaade alıp kızı hamama götürmüşler. Bunlar hamamda kızın kafasına bir şiş batırmışlar. Kız güvercin olup uçup gitmiş. Ondan sonra akşam olmuş, eniştelerine gidip karın kayboldu, bulamadık, demişler. Kız güvercin olunca kocasının odasına gelmiş. Oğlan uyuyormuş, annesi de odadaymış. Kız, kocasını görünce: — Padişahın oğlu uyuyor musun? Üstünü güller bürüsün, demiş, gitmiş. Kız birkaç gün kocasının odasına gelip gitmiş. Annesi oğluna durumu anlatmış. Padişahın oğlu da pencerenin önüne zift dökmüş. Güvercin gelip oraya konunca kalkıp gidememiş. Oğlan yakalayıp: — Sen ne güzel güvercinsin, deyip başını okşamış. Okşarken eline hamamda batırılan şiş batmış. Oğlan şişi tutup oradan çıkarmış. Güvercin de eski hâlini alıp kız olmuş Hamamdaki durum, teyze kızlarının yaptıkları oraya çıkmış. Teyze kızlarını çağırmışlar ve kırk katıra mı kırk satıra mı razısınız, diye sormuşlar. Sonra onları katıra bindirip ormana sürmüşler. Her biri cezasını çekmiş. Yemiş, içmiş, yere göçmüş; bu masal da burada bitmiş. *kutnu: Pamuk veya ipekle karışık pamuktan dokunmuş kalın, ensiz kumaş türü
Tuzcunun Kızı
Çorum
Karadeniz Bölgesi
KÖSE Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir adam varmış. Bu adam çok korkakmış. Dışarı bile yalnız çıkamıyormuş. Önemli bir şey olduğunda bile karısıyla çıkarmış. Karısının canına artık tak etmiş. Altınlarını balkona serip Köse’nin gidip toplamasını istemiş. Köse dışarı çıkıp altınları toplayıp karısına vermiş. Karısı altınları alıp kapıyı kapatmış. Köse dışarıda kalmış. Köse ne kadar kapıyı açmasını istese de karısı açmamış. Köse, bari bir yumurta, bir çuvaldız, bir avuç da un vermesini istemiş. Karısı dediklerini kapının altından vermiş. Köse az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Bir deve rastlamış. Deve sormuş: -Nereye dev kardeş? Dev der ki: -Giderim kardeşlerimin yanına. Köse der: -Beni de kardeş olarak kabul eder misin? Dev: -Ederim etmesine de benim bir de yedi tane kardeşim var. Onlara da sormak gerek. Köse’yle dev düşerler yola. Biraz giderler. Köse der: -Taşı sıkıp suyunu çıkarabilir misin? Dev der ki: -Taşın hiç suyu çıkar mı? Köse taşı eline alır. Taşı cebine koyar ve cebindeki yumurtayı çıkarır. Yumurtayı sıkar, yumurtanın akı aktığında deve der: -Bak ben çıkardım. Dev Köse'den korkmaya başlar. Biraz daha giderler. Köse yine sorar: -Taşı sıkıp da demir edebilir misin? Dev der ki: -Taştan hiç demir olur mu? Köse taşı alır cebine koyar, cebinden çuvaldızı çıkarır. Deve gösterir. -Bak ben demir yaptım, der. Dev Köse'den iyice korkmaya başlar. Biraz daha giderler. Köse sorar: -Taşı sıkıp da un yapabilir misin? Köse taşı alır, cebine koyar. Cebinden unu çıkartır. -Bak ben yaptım, der. Dev, Köse'den çok korkmaya başlar. En sonunda devin evine varırlar. Devin yedi kardeşi de deve kızar: -Biz kendimizi zor doyuruyoruz. Bir de bu geldi şimdi. Nasıl doyuracağız. Bir şekilde bu Köse’yi kabul ederler. Bu devler her hafta birisi bir tulum alır, gider çeşmeden su getirir, bir hafta boyunca o tulumdan o suyu içerler. Su sırası Köse’ye gelir. Köse tulumu alır. Çeşmenin başına gider, düşünür. -Ben bunu doldurup nasıl götüreceğim? Tulumu şişirir. Devlere götürür. Devlerin tam birisi su içmek için tulumu alacakken Köse der: -Ben gittim ta nereden getirdim. İlk ben içeyim, kalırsa siz içersiniz. Köse, hava dolu tulumun kapağını açtığı zaman hava birden boşalır. Devler, Köse’den korkar. -Biz sekiz kişi bu suyu bir haftada içerken bu adam bir nefeste bu suyu nasıl içti? Neyse… Köse bundan yırtar. Bu devler bir de odun sırası yapmışlar. Her ay iki dev gider, ormandan getirebildikleri kadar odun alıp gelirler. Sıra Köse’ye gelir. Köse der ki: -Siz her gün niye gidiyorsunuz? Köyün tüm urganlarını toplayın, ormanın dört bir köşesine toplayın. Ormanı sırtıma kaldırın, kapının önüne getireyim. Her gün de gidip gelmeyin. Devler urganları bağlarlar. Köse oturur, urganların uçlarını eline alır ve devlere bağırır: -Kaldırın! Devler ne kadar zorlasa da ormanı kaldıramıyorlar. Köse bir daha bağırır: -Kaldırın! Devler ne kadar zorlasa da orman bir türlü kalkmıyor. Devler Köse’ye diyor ki: -Bırak kardeş bırak. Biz getiririz kendi odunumuzu. Köse ondan da yırtıyor. Biraz zaman geçiyor. Devlerin bir oyun taşı var. O taşı tüm güçleriyle fırlatıyorlar. Sonra gidip geri getirip tekrar atıyorlar. Devin biri Köse’ye der ki: -Gel bir de sen at. Köse gelir, nasıl atacağını düşünür. Devin biri sorar: -Ne düşünürsün Köse? Köse der: -Ben bu taşı hangi dağa fırlatayım da bir daha oynayamayasınız. Devler korkar. -Bizim taşımızı hiçbir yere atma, derler. Köse ondan da kurtulur. Devler Köse’yi öldürmeye karar verirler. Köse uyurken onu döverek öldürmeye karar verirler. Bunu da Köse duyar. Kendi kıyafetini süpürgeye giydirir. O farklı yerde yatar. Devler gelir. Sopalarla Köse’yi dövdüklerini sanırlar. Biri el uzatır. Kardeşlerine der ki: -Bu odun olmuş, kesin ölmüştür. Bırakalım burada, sabah gelir cenazesini kaldırırız. Sabah olur, cenazesini çöpe atmak için giderler. Gittiklerinde Köse, yatağının üzerinde kıyafetlerini giymektedir. Devler sorar: -Güzel uyudun mu Köse kardeş? Köse cevap verir: -Biraz pireler ısırdı, onun dışında güzel uyudum. Devler Köse’den iyice korkmaya başlamış. Kendi kendilerine: -Biz bunu tüm gücümüzle dövdük. Bu, pireler ısırdı diyor. Bunun üzerine devler, Köse’yi getiren deve: -Git, bunu nereden aldıysan oraya götür. Gitmezse de bir çuval altın ver, o zaman gider, derler. Köse’yle dev yola düşerler. Dev, Köse’yi evinin önüne götürür. Köse’yi orada bırakır, geri döner. Köse kapıyı çalar, karısına der ki: -Aç bak, sana bir çuval altın getirdim. Karısı kapıyı açar, Köse’yi içeri alır. Hemen altınları boşaltırlar, yerine saman doldururlar. Dev giderken tilkiyle karşılaşır. Tilki sorar: -Nereden böyle dev kardeş? Dev, başından geçenleri anlatır. Tilki der ki: -Kardeşim sen salak mısın? O korkudan dışarı bile çıkamaz. Sizi kandırmış. Kalk gidelim altınlarını alalım. Dev şaşırır. Tilkiyle beraber Köse’nin evinin önüne giderler. Köse’den çuvalı ister. Köse çuvalı atar. Çuval yere düşer ve samanlar dışarı çıkar. Dev der ki: -Tilki kardeş! Bu taşı sıktı, un yaptı. Taşı sıktı, suyunu çıkardı. Ormanı kaldırmaya çalıştı. Şimdi de bir çuval altını yok etti. Kalk, kalk gidelim. Bırak altınlar onda kalsın. Dev gider, Köse’yle karısı mutlu mesut yaşarlar.
Köse
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
AT Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir tane çocuk varmış. Bu çocuğun annesi genç yaşta ölmüş. Gel zaman git zaman çocuğun babası gönlünü bir kadına kaptırmış. Tabii bu adam çok zenginmiş. Gün gelmiş, bu adam hacca gitmeye karar vermiş. Gitmeden önce oğluna bir at almış. Oğlu bu atla çok zaman geçiriyormuş. Babası hacdayken çocuğun üvey annesi başka bir adama âşık olmuş. Çocuk bunu anlamış. Adamın hacdan dönüşü yaklaşınca çocuğu öldürmeye karar vermiş. İlk olarak yemeğine zehir katmış. Yemeği yemesi için çocuğa vermiş. Çocuk: — Önce atımın yanına gideyim, sonra yemeğimi yerim, demiş. Neyse atın yanına gitmiş. Gitmiş ki at şahlanıyor, delirmiş, kafasını duvarlara vuruyormuş. Çocuk: — Ne oldi yani bozlum, ne oldi? Sarardı gül benzin yaprağa döndü? demiş. At çocuğa demiş ki: — Ne olduysa sana oldu. Üvey annen yemeğine zehir koydu, sakın yeme, yeme! Çocuk gidince yemeği bir yolunu bulup yere dökmüş ve kurtarmış. Artık babasının gelmesi yaklaşmış. Annesi çocuğun elbisesine zehir koymuş. Demiş ki: — Baban gelecek. Demesin benim oğlumun elbiseleri eski. Al bunları giy. Babanın karşısına böyle çık. Çocuk: — Ben atımın yanına gideyim, sonra gelir giyerim, demiş. Çocuk atının yanına gittiğinde at yine kendinden geçmiş vaziyette hareket ediyormuş. Çocuk: -Ne oldi yani bozlum, ne oldi? Sarardı gül benzin yaprağa döndü? At: — Ne olduysa sana oldu. Üvey annen giysine zehir koydu. Sakın onu giyme. İlk hizmetliye giydir, demiş. Çocuk çıkmış, üvey annesinin yanına. Üvey annesi elbiseyi vermiş. O da demiş ki: — İlk hizmetli giysin, sonra ben giyeyim. Üvey annesi ne kadar vazgeçirmeye çalışsa da çocuk ısrar edince kabul etmiş. İlk hizmetli giymiş ve hizmetli ölmüş. Çocuk üvey annesine demiş ki: — Sen buna ne yaptın ki bunu giydiği gibi ölüyor? Artık babasının gelmesi gerekiyormuş. Üvey annesi, çocuğun babasına demesinden korkmuş, bir sürü yufka açmış. Kurutmuş, döşeğinin altına doldurmuş. Babası gelince karısının yanına gitmiş. Ne olduğunu sormuş. Karısı: — Ölümcül bir hastalığa yakalandım. Eğer benim yaşamamı istiyorsan, oğlunun kanını akıtman ve benim vücuduma sürmen gerek, demiş. Kadın döşeğinde sağa sola döndüğü zaman yufkalar çatır çutur ediyormuş. Bunun üzerine adam inanmış. Çocuk bu arada atının yanında vakit geçiriyormuş. Atı ona üvey annesinin babasını kandırdığını ve kendisinin ölmesini istediğini söylemiş. At: — Baban sana bir şeyler anlatacak ve en sonunda baban senden ölmeni isteyecek. Sen git babana de ki atımda emeğim çok fazla. Bir kere bineyim, sonra beni istersen öldür. Babası: — Yok öyle olmaz. Kaçarsın, demiş. -İstersen, yanıma bir tabur asker koy. Eğer kaçarsam, onlar beni yakalar getirirler. Babası kabul etmiş. Neyse binmiş atına. Ata öyle bir kamçı vurmuş ki at uçmuş. Az gitmiş, uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler. At bunu bir eve götürmüş. At çocuğa demiş ki: — Bu evde bir peri kızı var. Git o peri kızıyla evlen ama beni unutma. Neyse çocuk eve gitmiş. Kız öyle güzel kızmış ki çocuğun aklını başından almış. Aylar yıllar geçmiş. Çocuk atını unutmuş. Ansızın aklına gelmiş. Dışarı çıkmış, atın yanına gitmiş ki at zayıflıktan neredeyse ölüyormuş. Çocuk: — Ne oldi yani bozlum, ne oldi? Sarardı gül benzin, yaprağa döndü? demiş. At: — İnsan evladı değil misiniz? Hepiniz çiğ süt emmişsiniz. Çocuk ata biraz ot verir. At kendine gelir. Sonra çocuğa der ki: — Üvey annenle baban çok zor durumda. Şuradan bir çuval altın al. Gidelim verelim, beraber mutlu mesut yaşayalım. Çocuk bir çuval altın alır, atına yükler. Karısını da alır, babasının yanına gider. Altınları verirler, beraber mutlu mesut yaşarlar.
At
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
AĞLAR GÜLER Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde padişahın üç kızı varmış. Kızları için üç altın top yaptırır. Büyük kızı altın topu atar vezire, ikinci kızı topu atar kizire gider. Küçük kızı da altın topu atar, çobana gider. Padişah, küçük kızın attığı topa itiraz eder ve yeniden attırır. Top tekrar çobana düşer. Padişah küçük kızını evlatlıktan reddeder. Çünkü attığı top çobana geldiği için padişahın küçük kızı çobanla evlenir. Padişahın küçük kızı sultan hamile kalır. Bir gün sultanın canı kırmızı mercimek çeker ve kocasına der ki: -Benim canım kırmızı mercimek çekti. Bana kırmızı mercimek getir. O da karısını kırmayıp yedi yıllık bir yola kırmızı mercimek almak için gider. Sultan dokuz ay sonra doğum yaparken üç tane kuş içeri girer. Kuşlardan birisi ebesi olur, diğeri yemek yapar. Bir diğeri de bu çocuğun babası fakir diye: -Banyo yaptıktan sonra, banyo yaptırdığı leğenin altın olsun, der. Çocuğun adını kuşlardan biri Ağlar Güler koyar. -Ağlarken yağmur yağsın, gülerken güller açsın, derler ve giderler. Ağlar Güler yedi yaşına girer. Mehmet çoban yedi yıl sonra geri döner. Elinde mercimek çuvalıyla geri dönerken koyun sürüsü görüyor ve oradakilere soruyor: -Bu koyun sürüsü kimin? Çoban da der ki: -Mehmet çobanın. Kendi kendine: -Ben gittikten sonra sultan evlendi mi? diye söylenir. Eve yaklaşınca sultan Mehmed’i görür ve hizmetçilere söyler: -Gidin o gelen ağanızdır. Elindeki mercimeği alın ve yere dökün. Ağanızı hamama götürün. Temizleyip giydirin, buraya getirin. Mehmet çobanı saraya getirirler. Sultana der ki: -Ben gittikten sonra nasıl böyle zengin oldun? Sultan der ki: -Kalk bey! Çocuğumuzu banyo yaptıralım. Banyo yaptırırlar Ağlar Güler’e. Sultan sabah uyanınca kocasına der ki: -Kalk! Banyo yaptırdığımız suyu dökelim. Gidiyorlar ki bir leğen altın var. Kocasına anlatır: -Sen gittikten sonra üç kuş geldi. Böyle böyle dediler. Bana birisi adını, diğeri yemekleri verdi. Diğeri de "banyo yaptırınca suyun altın olsun" dediler ve bu olaylar yaşandı. Kocası sultana inanır ve Mehmet Ağa olur ve kızına altın bir taş yaptırır. Bir gün Ağlar Güler çeşme başına gider. Padişah oğlu Ağlar Güler’i görür ve elindeki taşı alır.  Ağlar Güler ağlamaya başlar. O anda yağmur yağar. Padişah oğlu taşı verince Ağlar Güler gülmeye başlar. Yanlarında güller açılır. Padişah oğlunun bu durum hoşuna gider. Şehzade, babasını bu kızı istemesi için Mehmet Ağa’nın sarayına gönderir. Padişah, Allah’ın emriyle Ağlar Güler’i oğlu Şehzade’ye ister. Babası Ağlar Güler’i Şehzade’ye verir. Ağlar Güler’in bir teyzesi var. Düğünü olunca Ağlar Güler’i misafir eder ve kuzu keser ve pişirirken çok tuzlu pişirir. Ağlar Güler kuzuyu yiyince çok susar ve teyzesinden su ister. Teyzesi Ağlar Güler’i sevmediği için ona şu teklifi sunar: -Burada bir bardak su içmek istersen bir gözünü vereceksin. Ağlar Güler çok su istediği için bir gözünü verir ve bir bardak su içer. Ama çok susadığı için bir bardak daha su ister. Teyzesi, bir bardak su için bir göz daha ister. Ağlar Güler diğer gözünü de verir. Teyzesi Ağlar Güler’i bir çuvala koyar ve onu uçurumdan atar. Ağlar Güler’in yerine kendi kızını koyar ve düğünleri olur. Padişahın oğlu odaya girince bakıyor ki Ağlar Güler değil ve hastalanır. Ağlar Güler’i bir dere kenarında dede bulur. Torbanın ağzını açar ve bakar ki güzel bir kız ama gözleri yoktur. Kızı alır ve eve götürür. Ağlar Güler dedeye sorar: -Yakın zamanda düğün oldu mu? Dede der ki: -Yakın köydeki padişahın oğlu evlendi ama gelini görünce sevmedi ve hastalandı. Herkes padişahın oğluna yemek götürüyor ama hiç birini yemiyor. Ağlar Güler dedeye der ki: -Bir çorba pişirsem götürür müsün? Dede der ki: -Evet götürürüm kızım. Dede çorbayı götürür. Padişahın oğlu yer ve dedeye sorarlar: -Bu çorbayı kim pişirdi? -Küçük kızım pişirdi. Padişahın oğlu: -Tadına doyamadım. Bir daha pişirir mi kızın? der. Dede gelir eve. Kızına yani Ağlar Güler’e söyler: -Padişahın oğlu çorbanı çok beğendi, yine istiyor. Ağlar Güler tekrar çorbayı pişirir ve gülümser. Yanlarında güller açar ve gülleri toplar ve çorbayla beraber gider padişahın oğluna çorbayı verir.  Sepetteki gülleri satar ve bağırır: -Bir sepet güle bir çift göz, der ve kızın teyzesi çıkar ve gözleri verir, gülleri alır. Dede gözleri alır ve Ağlar Güler’e verir. Doğumunda gelen kuşlar gelir. Ağlar Güler’in yanına üç tane tüy bırakırlar. Kuşlardan biri konuşur ve Ağlar Güler’e der ki: -Gözlerini yerine koy ve tüyleri gözlerine sür, iyileşeceksin. Ağlar Güler de söyleneni yapar ve gözleri açılır. Padişahın oğlu tellal bağırtır: -Dedeye dokunmayın bana çorba getirecek.  Ağlar Güler yaptığı çorbanın içine yüzüğünü atar. Padişah oğlu çorbayı içerken ağzına yüzük gelir ve eline aldığında Ağlar Güler’in yüzüğü olduğunu görür. Dedenin köyüne gelir. Dededen kızını ister ve dede der ki: -Kızıma danışayım. Kızı: -Sen bilirsin baba, der. Dede padişah oğluna kızını verir. Padişahın oğlu düğün yapar, eve gelir. Ağlar Güler teyzesinin kızına der ki: -Ben seni elmas bıçakla mı keseyim yoksa katırla mı yollayayım? O da der ki: -Elmas bıçak karnıma batsın. Katırla yolla ki kırıla kırıla gideyim babamın evine. Teyzesinin kızının bir ayağını bir katıra, diğer ayağını diğer katıra bağlar. Katırların biri aç, biri susuz. Suyu gören suya, otu gören ota gider ve teyzesinin kızını param parça ederler ve Ağlar Güler ile şehzade kırk gün kırk gece düğün ederler, mutlu ve mesut yaşarlar.
AĞLAR GÜLER
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir tane adam varmış. Eşi ölmüş, tekrardan evlenmiş. Bir de bir tane kızı varmış. Üvey annesi kızı eve kabul etmemiş. Eşine: -Bunu götür. Ben buna bakmak istemiyorum, demiş. Babası kızı kandırarak: -Gel dağa gidelim kızım, demiş ve üvey annesi kızın çantasına tuzlu gevrek koymuş. Gevrek o kadar tuzluymuş ki yesin ölsün istemiş. Sonra babasıyla birlikte dağa gitmişler. Babası kızına: -Odun topla, ateş yakıp çay koyalım, demiş. Kız odun toplamaya gitmiş. Geldiğinde babası yokmuş. Kız da ağacın dibinde uyuyakalmış. Sabah olunca gevrekleri yemiş. O kadar tuzluymuş ki susamış, su aramaya çıkmış. Öyle bir yer bulmuş ki her yer yeşillik. Kız eğilmiş su içmeye sesler gelmiş. Padişahın atlıları geliyormuş. Kız korkudan ağaca tırmanmış. Kızın güzelliği suya vurunca atlar su içmemiş, kaçmış. Padişahın hizmetkârları padişaha çıkıp -Atlar su içmiyor, ürküyorlar, demiş. Padişah: -Atları hazırlayıp birlikte gidelim, demiş. Az gitmiş uz gitmiş, su yerine gelmişler. Padişah attan indikten sonra ağaca gözü kaymış ve bakmış ki dünyalar güzeli bir kız. Padişah çok etkilenmiş. Kızı alarak saraya götürmüş. Oğluyla kırk gün kırk gece düğün etmişler. Gel zaman git zaman, sarayın kapısını bir tane adamla kadın çalar ve açarlar. Padişah vezirlerine: -Alın içeriye, demiş, almışlar. Kız babasını tanımış. Padişah adama: -Kaç çocuğun var? diye sormuş. Adam: -Kızım da vardı dağa bıraktım, demiş. Padişahın yanındaki kız babasının boynuna sarılmış. Babası kızı tanımamış. Padişah şaşırmış. Babasının yaptıklarını anlatmış. Özür dilemişler ve mutlu mesut yaşamışlar.
[Üvey Ana]
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir tane zengin kadın varmış. Zengin ama çok zengin. Bu kadının bir kız kardeşi varmış. Kardeşi dört gün artıkları yiyormuş. Çok fakirmiş. Bir gün kulübesine giderken dağın başında bir ışık görmüş, merak etmiş. Gitmiş bakmış ki iki kedi koyun kesiyor. Demiş ki: -Ne kadar güzel kesiyorsunuz. Girmiş içeri, birkaç tane kedi tandırda yemek pişiriyorlar. Demiş: -Ne kadar güzel yemek pişiriyorsunuz. Demişler ki: -Gir içeri! İçeri giriyor. Tüylere gömülmüş kedilerin ağası keyf ediyor. Diyor ki: -Ne kadar güzelsin. Kedi diyor ki: -Sarı eleği verin. Sarı eleği alıyor, eledikçe altın dökülüyor. Çok ama çok zengin oluyor ama bu kardeşi gibi kötü niyetli değil. Kardeşi bakmış ki bu daha gelmiyor. Hizmetkârlardan birine demiş ki: -Gidin bakın bu daha niye gelmiyor? Acından öldü mü? Gidiyorlar ama ne görsünler? O kadar zengin ki. Daha dün artık yiyen şimdi odalar kadar altını var. Hizmetliler onun yanına gidiyor. Kardeşine soruyorlar ki: -Sen ne yaptın bu kadar zengin oldun iki günde? Hepsini anlatmış. Kardeşi kıskanıp demiş ki: -Ben de gideceğim. Gidiyor, aynı yeri buluyor. İki kedi koyun kesiyor. Diyor ki: -Siz ne kadar kötüsünüz. Böyle koyun mu kesilir? Kedi: -Konuşma, gir içeri! diyor, içeri giriyor. Birkaç tane kedi tandırda yemek yapıyor. Kadın demiş ki: -Ne anlamışsınız yemekten, tandırı mahvettiniz! Kediler diyor ki: -Konuşma, gir içeri! Giriyor ki kedi ağası keyif yapıyor. Kadın diyor ki: -Hele bunlara, ne kadar çirkinler! Tüyleri zayettiler! Kedilerin birine ağa diyor ki: -Ver yeşil eleği, gitsin. Yeşil eleği alıp gidiyor. Eledikçe yılan, kurbağa dökülüyor. Diyor ki: -Vay hain, beni büyüledi. Yere düşenleri alıp kız kardeşinin bacasından aşağı atıyor. Hayvanlar bacadan düşerken altın olarak düşüyor. Kadın her eleyip attıkça odalara altın olarak düşüyor. Kardeşi yiyip içip yerin dibine batıyor.
Güzel Görmek
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
MİYESE HANIM Bir varmış bir yokmuş, bir adamın bir kızı varmış. Bu adamın kızı her gün medreseye gidermiş. Bu kıza her gün tanımadığı bir adam diyormuş ki: -Ah Miyese Hanım, vah Miyese Hanım. Bu kız sıkıntıya girmiş, sararıp soluyormuş. Annesi diyormuş ki: -Ne oldu kızım? Niye öyle günlerdir sararıp soluyorsun? Diyor ki: -Anne köylüden birisi bana her gün diyor ki “Ah Miyese Hanım, vah Miyese Hanım.”  -Kızım git de ki “Bana ne olmuş bir elim yağda bir elim balda.” Kız gider adama der ki: -Sen bana niye öyle diyorsun? Bir elim yağda bir elim balda. O adam da diyor ki: -Sen yedi sene bir ölünün başını bekleyeceksin Miyese Hanım. Bu kız gider annesine babasına diyor ki: -Ana yedi sene bir ölünün başını bekleyecekmişim. Annesi diyor ki: -Herif gel biz kaçak. Bir kızımız var, şimdi elimizden almasınlar. Bunlar kalkıyorlar, arabaya binip gidiyorlar. Gidiyorlar, gidiyorlar yolda öyle bir fırtına çıkıyor ki göz gözü görmüyor. Neyse az daha gidiyorlar, bir tane mağara. Annesi vuruyor kapıya, babası vuruyor kapıya kapı açılıyor. Kız içeri düşer düşmez kapı kilitleniyor. O arada ağlıyor ve diyor ki: -Anne bir dur bakayım, ne var ne yok? Kız kalkıyor, oraları arıyor, bakıyor. Bir tane direkte kırk tane anahtar. Etrafında kırk tane kapı. Hepsini açıyor. Birinde yağ çeşmesi, birinde bal çeşmesi, birinde altın akıyor. Son kapıyı açıyor, bir tane cenaze var. Gidip anasına diyor ki: -Anne siz beni kendi ellerinizle getirdiniz, buraya koydunuz. Siz gidin. Kız yedi sene cenazenin başını bekliyor. Alıyor dizini başına, oturuyor. Tam yedi sene geçtikten sonra pencerede mağaranın önünden geçen kızları görür. Onlara bir kese altın sunarak yanına bir tane arkadaş vermesini ister. İple keseyi sarkıtır, sonra da bir tane kızı yukarıya çeker. Miyese Hanım kıza diyor ki: -Kıyafetlerimizi değiştirelim. Miyese Hanım çingene kızı olur, çingene kızı da Miyese Hanım olur. Miyese Hanım, yiyecek bir şeyler getirmeye gidiyor, cenaze bu sırada uyanıyor. Çingene kızına, yani Miyese Hanım’a: -Yedi sene benim başımı bekleyen Miyese Hanım sen misin?” O da diyor ki: -Evet. Cenaze diyor ki: -Ya içerideki kim? -Benim canım sıkıldığı için, yanıma aldım. Cenaze kalkıp dışarıya gidiyor. Diyor ki: -Ben çarşıya gideceğim. Miyese Hanım’a ne alayım? -Üst, baş, öteberi. Sonra çingene kızına yani asıl Miyese Hanım’a soruyor. O da diyor ki: -Habur sabur, hermet, bir tane de kara saplı bıçak. Adam gidip istediklerini alıyor. Geldiğinde çingene kızınınkileri unutur. Tekrar geri döner. Onunkileri de alıp gelir. Çingene kızı bir köşeye çekilip habur sabur, hermeti duvara dayar, kara saplı bıçağı yanına alır. Başından geçenleri tek tek anlatır. Habur sabur birden patlar. Kız kara saplı bıçağı alır, tam kendine saplayacakken adam gelir bıçağı elinden alır. Der ki: -Ben sizi yanlış anlamışım. Yedi sene benim başımı bekleyen asıl Miyese Hanım senmişsin. Çingene kızının yanına gider. Kızı beyaz kısrağın kuyruğuna bağlar, ormana salar. Miyese Hanım’ı da yanına alır. Kırk gün kırk gece düğün ederler.
Miyase Hanım
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
DEV İLE KIZ Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde yedi oğul, bir tane kız kardeş varmış. Kız ağlamış. — Ben gidip gardaşımı bulacağım. Gitmiş, aramış, bulmuş. Kardeşi bir kulübe yapmış, orada yatıyor. Atı var, pişik var, ineği var. Orada diyor ki: — Bacı sen burada dur. Dağa ava gidiyor, geyik getiriyor, tavşan getiriyor, pişirip yiyorlar. Diyor ki: — Bacı, yerde ne bulursan pişiğe de vermemezlik yapma! Bu, yerde bulduğunun yarısını pişiğe veriyor, yarısını kendi yiyor. Bir gün de yatakları toplarken kardeşinin yatağının altında demiş ki: — Aman ne olacak, bir üzüm! Ağzına atmış. Kedi bundan küsmüş, kız bacaya çıkmış, kendine oya dokuyor. Kedi oradan incilerini alıp ocağa atıyor. O, suyu dökmüş, söndürmüş. Bacadan bakmış, inci parlıyor. Ateş var mı ya da yok mu diye aşağı inmiş. Ateş sönmüş. Demiş ki: — Şimdi gardaşım gelir. Yemek pişireceğim. Ben ateşi nereden bulayım? Çıkmış kapıya, bakmış ki bir yerde bir duman tütüyor. Bu kız gelmiş, gitmiş, etmiş. Meğerse bir mağarada bir dev yatıyor. Hemen gidiyor, ateş var. Hemen ateşi alıyor. Devden gizli kaçıyor. Bunun belindeki kuşak açılır, düşer. Bu kız kardeşine yemek pişirir. Dev bakıyor ki ateş gitmiş. Bakıyor, çıkıyor kapıya. Kuşağa baka baka geliyor kızın kapısına. Gardaşı avda. — Aç kapıyı. — Açmam. Kıza diyor ki: — Öyleyse ver küçük parmağını. Kapının arkasında küçük parmağını uzatır devin ağzına. Kız bayılır. Gardaşı gelir, kapıya vurur, vurur, yok! Gardaşı kapıyı kırıyor. İçeri giriyor ki gardaşı bayılmış. Bacısını ayıltır. — Bacı ne oldu? — Gardaş, bilmem. Hortlandım. Kalkar, yemek pişirir. Gardaşı yer, gider yine ava. Biraz sonra bir daha dev gelir. Kapıya vurur, vurur. — Açmazsan gardaşını yerim. Hemen gardaşı açar kapıyı. Bu bacının altı gardaşı gelir ki bacısı bayılmış. Bacıyı uyandırırlar. — Ne oldu? — Bayılmışım. Küçük gardaşı diyor ki: — Hele bir saklanıp bakayım. Ne olur, bu niye böyle bayılır? Gizlenir, bakar ki dev gelir. Seyreder. Kapıyı açınca devin boynunu vurur, devi öldürür. — Bacı bak! Bu devin üstündeki otu toplayıp yeme katma. Bunu pişik duyar, bu kız kalkar, yemek pişirir, kedi de gider. O devin üstündeki otu alır. Toplar getirir, yemeğe atar. Gardaşları gelir yer. Gardaşları olur yedi geyik. Bu kız ağlar ağlar, sabah kalkar, gardaşlarını götürür dağa. Otarır getirir. Bakar ki iki tane adam gidiyor. Biri diyor ki: — Kız bane gelse. Ben bunun gardaşlarını insan ederim. Kız duyar. — Ben seninle evleneceğim, benim gardaşlarımı insan et. — Tamam, diyor. Bunu alır, düğün eder, evlenir. Okuyor, üfürüyor, gardaşlarını insan ediyor. Küçük gardaşını yarı geyik yarı insan ediyor. Diyor ki: — Ben nereye gidersem küçük gardaşım da benle gelecek. Alıyor, gidiyor küçük gardaşını. Eniştesiyle bacısı yatıyor, o da ayakların dibinde yatıyor. Eniştesi kalkıyor, diyor ki: — Ben bunu öldüreceğim. Bacısı, gardaşını alıp gece kaçıyor, gidiyorlar. Bir yerde ot topluyor bacısı. Orada ocak yakıyor, yemek pişiriyor, kardeşiyle beraber yiyor. Kardeşi insan oluyor.
Dev ile Kız
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Şimdi vakti zamanında kurdun birisi yola yukarı gidiyormuş. O sırada tabii kurdun karnı açmış. Bunun önüne bir koyun rast gelmiş. Koyunu tutmuş kurt. Sonra demiş koyuna: — Ben seni yiyeceğim. Koyun da kurda: — Sen beni yiyeceksin ama, sen yüzükoyun yolun içerisine yat. Ben üzerinden bir iki sefer aşağı yukarı atlayayım, sonra sen beni ye, demiş. Koyun bir iki defa aşağı yukarı atladıktan sonra, koyun ormanın içine karışmış. Kurt kalkmış bakmış koyun yok. Kurt, yola yukarı yürüyüşüne devam etmiş. O sırada önüne bir deve rast gelmiş. Deveyi tutmuş kurt: — Arkadaş ben seni yiyeceğim, demiş. Sonra deve kurda: — Sen beni yiyeceksin ama, ben yere yatayım sen üzerime çık. Ben yukarı kalkayım, bir ezan oku. O zaman ben aşağı yatarım. O zaman sen beni yersin, demiş. O sırada deve yatmış, kurt üzerine çıkmış. Deve ayağı üstüne kalkmış, o zaman silkince kurt tepe üstü yere düşmüş. Ondan sonra kurdun aklı başından gitmiş. Deve de kaçıp gitmiş. Sonra kurt yürüyüşüne devam etmiş. O sırada kurdun önüne bir katır rast gelmiş. Katırı tutmuş: — Arkadaş ben seni yiyeceğim, demiş. Katır da kurda demiş ki: — Arkadaş sen beni yiyeceksin ama, şu ayağımın altındaki nalın numarasını oku da sonra ye beni. O sırada kurt nalın numarasını okuyayım diye yanaşınca katır tepip kurdu yere yıkmış. Kurt orada bayılmış, katır kaçmış. Sonra kurdun aklı başına gelmiş, kalkmış ayak üstü. Bakmış ki katır yok. Kendi kendine yaptığı işleri düşünmüş. O sırada kendisinin bir ahmak hayvan olduğunu hissederek kendi kendine şöyle demiş: Yolda buldum bir koyun Ye etini doyun doyun Koyun oynatıp meyteribaşı* mı olacaktın be hey kafa! Önüne rast geldi bir deve. Devenin üzerine çıkıp ezan okuyup müezzinbaşı mı olacaktın be hey kafa! Önüne rast geldi bir katır. Ye etini çatır çatır! Nalın numarasını okuyup nalbantbaşı mı olacaktın be hey kafa!     *meyteri: Daha çok düğün, asker uğurlama vb. eğlencelerde davul, zurna gibi yerel çalgılarla müzik ve dans icra eden topluluk, mehter.   
Kurt
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tin tin ederken pireler pir pir ederken bir yaşlı dede ile bir yaşlı nine var imiş. Bu yaşlı karı koca çok uzak ülkede bir köyde yaşarlar imiş. Bu köye zamanın birinde salgın bir hastalık gelmiş ve kimsenin çocuğu olamamış. Zavallı yaşlı çift de bu durumdan üzüntü duyarlarmış. Haliyle çocukları olmayınca üzgün günler geçirirlermiş. Yaşlı nine kederinden hastalanmış bunun üzerine bir gün eşine keşke bizim de bir çocuğumuz olaydı da öyle ölseydim o zaman gam yemezdim demiş. Eşi de ona Mevla'm bize nasip etmemiş yapacak bir şey yok hanım bakarsın Mevla'm bize de bir evlat verir hele sabredelim demiş. Hanımı dedeye sen hiç çaba göstermiyorsun benim kadar üzülmüyorsun der ve dede bunun üzerine işin ehli kişilerden yardım ister fakat hiçbir sonuca varamaz. Evine dönüp hanımına ben elimden geleni yaptım ama bizim bu durumumuza çare yok hanım der. Bu lafın üzerine hanımı düşer yola,  geçer köyün pınarının kenarına oturur ve başlar ağıt yakmaya: Bebek beni deli eyledi Yaktı yıktı kül eyledi oy Nenni nenni Nenni nenni Bebek oy Tam kalkacakken suyun üzerinde  genç güzel bir kız belirivermiş. Neden ağlarsın gözü yaşlı ana, derdini söyle derman olayım demiş. Nine kimse benim derdime derman olamaz der. Güzel kız deyiverir sen hele bir söyle, derdinin dermanı belki bendedir. Nine başlar derdini anlatmaya. Suyun üzerinde aslında bir peridir. Su Perisi... Su Perisi ona şöyle söyler: 7 dağın 7 çiçeği var git onları topla suyunu kaynat ve iç. Bir ay sonra yanına geleceğim. Eşinle beraber beni bekle der ve aradan bir ay geçer. Yaşlı kadın su perisinin dediğini yapmıştır, su perisi de geliverir evlerinin önüne hanıma der ki al bu elmayı eşinle bölüş ve ye. Dokuz ay sonra senin nur topu gibi bir oğlun olacak. Gözleri deniz mavisi, saçları altın sarısı, eşi benzeri olmayan bir çocuğun olacak yalnız benim bir şartım var. Her yıl gelip çocukla bir hafta geçireceğim buna karşı gelirseniz çocuğunuzu alır giderim şartım budur, der. Şartları kabul eder yaşlı çift. Aman, der hanımı beyine. Söylesin nasıl olsa su perisi dokuz ay sonra çocuk olana kadar unutur ama hiç unutur mu Peri. (Çünkü peri hep birilerinin ondan çocuk istemesini beklermiş hiçbir zaman çocuk sahibi olmayacağını bildiği için.) Dokuz ay dokuz gün sonra kadının sancıları tutar köyün bütün ebeleri gelir fakat kadın doğuramaz. Kadın sancılar içindedir su perisini hatırlar ve eşinden onu perinin yanına pınara götürmesini ister. Eşi hanımını alıp pınarın kenarına götürür. Su perisi hemen sudan çıkıp yaşlı nine ile dedeye sizin içinizden geçenleri bildiğim için çocuğu dünyaya getirmenize izin vermedim ve sizi ayağıma kadar getirdim, der. Peri, yaşlı adama uzaklaş hanımının doğumunu gerçekleştireceğim, der. Yaşlı ninenin karnına elini sürer, sancısı kesilir ve çocuk kendi kendine dünyaya gelir. Göbeğini de Su perisi keser ve o anda göbek adını Altın Saçlı Prens koyar. Çocuğu kucağına alan su perisi adeta kendi çocuğuymuş gibi haykırıyor. Çok mutludur çünkü su perisi ne evlenebilir ne de çocuğu olabilir. Sonra kadın yerde yatarken bir anda çocuğumu bana ver onu ben dokuz ay taşıdım, der. Bunun üzerine su perisi benim şartım vardı yılda bir kere gelip bir hafta onunla olacağım sen bu sözümü unuttun o benim çocuğum der. Size vermeyeceğim onu diye de ekler. Kadınla yaşlı adam tamam dediğin olsun yeter ki çocuğumuzu bize ver, der. Çocuklarını alırlar yaşlı kadın ile adam Su perisinin sözünü dinleyerek evlerinin yolunu tutarlar. Aradan bir yıl geçer bir yıl sonra Su perisi gelmez bu durum çiftin hoşuna gider. Oh gelmedi demek ki unuttu çocuk iki yaşına girer gelmez, üçüncü yaş gününde Su perisi çıkar gelir. Karşılarında onu görünce şaşkına dönerler.Su perisi derki üç yıl gelmedim üç hafta Altın Saçlı Prens benimle kalacak der. Çift başlar ağlamağa. Ama boyun eğmek zorundadırlar yoksa Su perisi çocuğu onlara vermeyecektir. Çocukla üç hafta dağ, çayır yemiş  içmiş, gezmişler sonrasında çocuğu geri getirir ve gider. Yaşlı çift bir karar üzerine o köyü terk edip çok uzak diyarlara giderler. Su perisi köye gelir fakat onların kapılarında yeller eser. Su perisi onları 15 yıl arar. Kini gitgide artmıştır. Kararlıdır çocuğu onların elinden almaya. Dere kenarındaki suya beni Altın Saçlı Prensimin olduğu ülkeye götür der ve su onu uzak diyarlardaki dağların arkasındaki o küçük köye bırakır. Çocuğun on sekizinci yaş gününde Su perisi karşılarına dikilir yaşlı çift yaşlanmış iki büklüm olmuştur. Yalnız çocuğu tanıyamaz. Çünkü çocuğun altın gibi sarı saçları kel görünür. Kafasına kurutulmuş hayvan derisi geçirilmiş çocuk kel olmuştur. Su perisi onu tanımaz ve o  olmadığını düşünerek köyü ağlayarak terk eder.  Sorunca da öldü demiştir yaşlı çift. Çocuk deriden kurtulmak istediğini annesine der fakat annesi ömür boyu bununla yaşayacaksın yoksa seni alırlar der. Altın Saçlı Prens bunun üzerine evi terk eder. Çocuk az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Büyük bir ilde konaklamış. O şehrin padişahının habercisinin duyurusunu duyar: Duyduk duymadık demeyin padişahımızın üç kızı var ve üçü de birbirinden güzel kim onlar için meydanda savaşırsa istediği üç kızdan biriyle evlenecektir. Bu arada altın saçı deri kaplı keloğlan beni bu halimle kim beğenecek, o düşünceyle padişahın kapısına gider. Padişahım ben işsiz güçsüzüm şu sarayında bana bir iş ver de çalışayım der. Bunu duyan padişahın kızı, hayır baba bu işe yaramaz keloğlanı işe alma o bizim saraya yakışmıyor, der. Padişah, mütevazı ve iyi niyetli bir adam olduğu için alalım, sarayın tavuklarına baksın der. Sarayın tavuklarının pineğinde o gün öylece uyuyuverir. Ertesi gün sarayda hareketlilik başlar. Ülkenin tüm gençleri kralın kızları için gelmiştir. Herkes kendini gösteriyordu. Altın Saçlı Prens de kafasındaki deriyi çıkarmış saçlarını tarıyordu. O kadar güzeldi ki saçları kümesteki tavukların hepsi birden heyecandan gıdaklamaya başladılar. O arada padişahın küçük kızı görüverir Altın Saçlı Prens'i. Saçlarının rengine genç kız vurulmuştur. Kendi kendine Altın saçlıyı bu mücadeleye katıp onunla evlenmem lazım o benim olmalı der. Artık kralın küçük kızı aşık olmuştur. O günün gecesi kralın küçük kızı kümeste yatar. Altın saçlı oğlanı görmek için gelir, saçlarının sarısını görür ve saatlerce onu izler. O arada keloğlan uyanır ve kızı karşısında görür, ne yapacağını şaşırır. Saçlarını derinin içine saklamaya çalışır, bu kadar güzel saçların varken neden saklıyorsun der, padişahın kızı. Çocuk başlar anlatmaya, genç kız keloğlana sabahki düelloya katılıp beni kazanmanı istiyorum der. Keloğlan şaşırır. Nasıl olur. Benim gibi meteliksiz birini tercih edersiniz der. Kız ben saçına vuruldum senin, vazgeçmek istemiyorum, der. Sabah olunca kız keloğlana bir kılıç bir kalkan getirir. Düelloda başarılı olan keloğlan kızla evlenir. 7 gün 7 gece davullu zurnalı düğün yapılır. Prensesin kız kardeşleri bu durumu kıskanır çünkü çocuk çok yakışıklıdır. Birkaç gece kapılarını dinlemeye başlarlar ve konuştuklarını duyarlar. Su perisinin prensin peşinde olduğunu duyar duymaz uzak diyarlardaki o köyün pınarının kenarına giderler. Su perisine her şeyi anlatırlar. Su perisi yüzeye çıkar ve kızlarla birlikte kanatlı Arap atına binerek padişahın ülkesine varırlar. Su perisi kızlardan kendisini bir su testisine koymasını ister, ağzımı da iyice kapayın diye ekler Altın Saçlı Prens'in odasına kendini bıraktırır. Zavallı keloğlan ile prensesin bir şeyden haberi yoktur. Keloğlan susadığını hisseder uykudan uyanır. Su testisinin kapağını açar ve o anda Su perisi beliriverir. Bunun üzerine keloğlan şaşırır kalır. Su perisi yıllardır seni arıyorum sonunda buldum, senin eşin ben olmalıydım, der. Ben seni onun için var ettim. Keloğlan ben seni sevmiyorum, gönlüm prensestedir onu bırakamam, der. Su perisi bir şartım var onu yerine getirirsen seni serbest bırakırım der. 7 dağın tepesindeki bir mağarada bir yılan var orada benim bir makasım var onu bana getirirsen seni serbest bırakırım, der. Bunun üzerine prensesle vedalaşır, çıkar gider Altın Saçlı Prens. 7 dağın tepesindeki mağaraya varır. Orada yılanı görür. Yılan insan kokusunu alınca hemen uyanıverirmiş. Bu yüzden çok mücadeleler verir yılanın demirlerinin arasına girebilmek için. Yılan çok heybetli 7 dağdan daha güçlü, heybetli, sesi dağları aşan bir yılandır.  Yılan günler süren mücadelesinden sonra prensi fark edince: Ey benî âdem! Sen burada ne ararsın, benim heybetimi, gücümü bilmez misin? Ben seni yerim, der. Keloğlan bunun üzerine senden bir isteğim var onun için geldim beni buraya Su perisi sendeki  altın makasını almam için gönderdi, der. (Yıllar önce su perisinden altın makasını yılan çalıp onun saçını kesmiştir.) Ey benî âdem! Senin onunla ne işin var o çok zalim bir peridir, seni sağ bırakmaz, eğer benden istediğin bu makasla onun saçını kesersen ortadan kaybolur yoksa senden istekleri bitmeyecektir. Al bunu götür ama kestikten sonra bana getir der yılan... Bunun üzerine keloğlan ile Su perisi pınar kenarına, o köye giderler. Belli etmeden Su perisinden bir istekte bulunur sonrasında makası vereceğini söyler. Su perisi: Buyur canımın cananı, gönlümün sultanı, ne istersen yaparım yeter ki sen iste, der. Saçından bir tutam kesebilir miyim der? Su perisi yılan ile prensin konuştuklarını bilmediği için izin verir. Saçından bir tutam kesiliverince Su perisi o an kaybolur. Daha sonra yaşlı ana babasını hatırlar ve yanına gider fakat ikisi de ölmüştür. Sarayın yolunu tutar Altın Saçlı Prens. Prensesine kavuşur. İki oğlu bir kızları olur. Göğden düşmüş üç elma. Biri sarı biri kırmızı biri yeşil. Kırmızı elma kızına, sarı elma bir oğluna, yeşil elma bir oğluna... Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tin tin ederken pireler pir pir ederken bir yaşlı dede ile bir yaşlı nine var imiş. Bu yaşlı karı koca çok uzak ülkede bir köyde yaşarlar imiş. Bu köye zamanın birinde salgın bir hastalık gelmiş ve kimsenin çocuğu olamamış. Zavallı yaşlı çift de bu durumdan üzüntü duyarlarmış. Haliyle çocukları olmayınca üzgün günler geçirirlermiş. Yaşlı nine kederinden hastalanmış bunun üzerine bir gün eşine keşke bizim de bir çocuğumuz olaydı da öyle ölseydim o zaman gam yemezdim demiş. Eşi de ona Mevla'm bize nasip etmemiş yapacak bir şey yok hanım bakarsın Mevla'm bize de bir evlat verir hele sabredelim demiş. Hanımı dedeye sen hiç çaba göstermiyorsun benim kadar üzülmüyorsun der ve dede bunun üzerine işin ehli kişilerden yardım ister fakat hiçbir sonuca varamaz. Evine dönüp hanımına ben elimden geleni yaptım ama bizim bu durumumuza çare yok hanım der. Bu lafın üzerine hanımı düşer yola,  geçer köyün pınarının kenarına oturur ve başlar ağıt yakmaya: Bebek beni deli eyledi Yaktı yıktı kül eyledi oy Nenni nenni Nenni nenni Bebek oy Tam kalkacakken suyun üzerinde  genç güzel bir kız belirivermiş. Neden ağlarsın gözü yaşlı ana, derdini söyle derman olayım demiş. Nine kimse benim derdime derman olamaz der. Güzel kız deyiverir sen hele bir söyle, derdinin dermanı belki bendedir. Nine başlar derdini anlatmaya. Suyun üzerinde aslında bir peridir. Su Perisi... Su Perisi ona şöyle söyler: 7 dağın 7 çiçeği var git onları topla suyunu kaynat ve iç. Bir ay sonra yanına geleceğim. Eşinle beraber beni bekle der ve aradan bir ay geçer. Yaşlı kadın su perisinin dediğini yapmıştır, su perisi de geliverir evlerinin önüne hanıma der ki al bu elmayı eşinle bölüş ve ye. Dokuz ay sonra senin nur topu gibi bir oğlun olacak. Gözleri deniz mavisi, saçları altın sarısı, eşi benzeri olmayan bir çocuğun olacak yalnız benim bir şartım var. Her yıl gelip çocukla bir hafta geçireceğim buna karşı gelirseniz çocuğunuzu alır giderim şartım budur, der. Şartları kabul eder yaşlı çift. Aman, der hanımı beyine. Söylesin nasıl olsa su perisi dokuz ay sonra çocuk olana kadar unutur ama hiç unutur mu Peri. (Çünkü peri hep birilerinin ondan çocuk istemesini beklermiş hiçbir zaman çocuk sahibi olmayacağını bildiği için.) Dokuz ay dokuz gün sonra kadının sancıları tutar köyün bütün ebeleri gelir fakat kadın doğuramaz. Kadın sancılar içindedir su perisini hatırlar ve eşinden onu perinin yanına pınara götürmesini ister. Eşi hanımını alıp pınarın kenarına götürür. Su perisi hemen sudan çıkıp yaşlı nine ile dedeye sizin içinizden geçenleri bildiğim için çocuğu dünyaya getirmenize izin vermedim ve sizi ayağıma kadar getirdim, der. Peri, yaşlı adama uzaklaş hanımının doğumunu gerçekleştireceğim, der. Yaşlı ninenin karnına elini sürer, sancısı kesilir ve çocuk kendi kendine dünyaya gelir. Göbeğini de Su perisi keser ve o anda göbek adını Altın Saçlı Prens koyar. Çocuğu kucağına alan su perisi adeta kendi çocuğuymuş gibi haykırıyor. Çok mutludur çünkü su perisi ne evlenebilir ne de çocuğu olabilir. Sonra kadın yerde yatarken bir anda çocuğumu bana ver onu ben dokuz ay taşıdım, der. Bunun üzerine su perisi benim şartım vardı yılda bir kere gelip bir hafta onunla olacağım sen bu sözümü unuttun o benim çocuğum der. Size vermeyeceğim onu diye de ekler. Kadınla yaşlı adam tamam dediğin olsun yeter ki çocuğumuzu bize ver, der. Çocuklarını alırlar yaşlı kadın ile adam Su perisinin sözünü dinleyerek evlerinin yolunu tutarlar. Aradan bir yıl geçer bir yıl sonra Su perisi gelmez bu durum çiftin hoşuna gider. Oh gelmedi demek ki unuttu çocuk iki yaşına girer gelmez, üçüncü yaş gününde Su perisi çıkar gelir. Karşılarında onu görünce şaşkına dönerler.Su perisi derki üç yıl gelmedim üç hafta Altın Saçlı Prens benimle kalacak der. Çift başlar ağlamağa. Ama boyun eğmek zorundadırlar yoksa Su perisi çocuğu onlara vermeyecektir. Çocukla üç hafta dağ, çayır yemiş  içmiş, gezmişler sonrasında çocuğu geri getirir ve gider. Yaşlı çift bir karar üzerine o köyü terk edip çok uzak diyarlara giderler. Su perisi köye gelir fakat onların kapılarında yeller eser. Su perisi onları 15 yıl arar. Kini gitgide artmıştır. Kararlıdır çocuğu onların elinden almaya. Dere kenarındaki suya beni Altın Saçlı Prensimin olduğu ülkeye götür der ve su onu uzak diyarlardaki dağların arkasındaki o küçük köye bırakır. Çocuğun on sekizinci yaş gününde Su perisi karşılarına dikilir yaşlı çift yaşlanmış iki büklüm olmuştur. Yalnız çocuğu tanıyamaz. Çünkü çocuğun altın gibi sarı saçları kel görünür. Kafasına kurutulmuş hayvan derisi geçirilmiş çocuk kel olmuştur. Su perisi onu tanımaz ve o  olmadığını düşünerek köyü ağlayarak terk eder.  Sorunca da öldü demiştir yaşlı çift. Çocuk deriden kurtulmak istediğini annesine der fakat annesi ömür boyu bununla yaşayacaksın yoksa seni alırlar der. Altın Saçlı Prens bunun üzerine evi terk eder. Çocuk az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Büyük bir ilde konaklamış. O şehrin padişahının habercisinin duyurusunu duyar: Duyduk duymadık demeyin padişahımızın üç kızı var ve üçü de birbirinden güzel kim onlar için meydanda savaşırsa istediği üç kızdan biriyle evlenecektir. Bu arada altın saçı deri kaplı keloğlan beni bu halimle kim beğenecek, o düşünceyle padişahın kapısına gider. Padişahım ben işsiz güçsüzüm şu sarayında bana bir iş ver de çalışayım der. Bunu duyan padişahın kızı, hayır baba bu işe yaramaz keloğlanı işe alma o bizim saraya yakışmıyor, der. Padişah, mütevazı ve iyi niyetli bir adam olduğu için alalım, sarayın tavuklarına baksın der. Sarayın tavuklarının pineğinde o gün öylece uyuyuverir. Ertesi gün sarayda hareketlilik başlar. Ülkenin tüm gençleri kralın kızları için gelmiştir. Herkes kendini gösteriyordu. Altın Saçlı Prens de kafasındaki deriyi çıkarmış saçlarını tarıyordu. O kadar güzeldi ki saçları kümesteki tavukların hepsi birden heyecandan gıdaklamaya başladılar. O arada padişahın küçük kızı görüverir Altın Saçlı Prens'i. Saçlarının rengine genç kız vurulmuştur. Kendi kendine Altın saçlıyı bu mücadeleye katıp onunla evlenmem lazım o benim olmalı der. Artık kralın küçük kızı aşık olmuştur. O günün gecesi kralın küçük kızı kümeste yatar. Altın saçlı oğlanı görmek için gelir, saçlarının sarısını görür ve saatlerce onu izler. O arada keloğlan uyanır ve kızı karşısında görür, ne yapacağını şaşırır. Saçlarını derinin içine saklamaya çalışır, bu kadar güzel saçların varken neden saklıyorsun der, padişahın kızı. Çocuk başlar anlatmaya, genç kız keloğlana sabahki düelloya katılıp beni kazanmanı istiyorum der. Keloğlan şaşırır. Nasıl olur. Benim gibi meteliksiz birini tercih edersiniz der. Kız ben saçına vuruldum senin, vazgeçmek istemiyorum, der. Sabah olunca kız keloğlana bir kılıç bir kalkan getirir. Düelloda başarılı olan keloğlan kızla evlenir. 7 gün 7 gece davullu zurnalı düğün yapılır. Prensesin kız kardeşleri bu durumu kıskanır çünkü çocuk çok yakışıklıdır. Birkaç gece kapılarını dinlemeye başlarlar ve konuştuklarını duyarlar. Su perisinin prensin peşinde olduğunu duyar duymaz uzak diyarlardaki o köyün pınarının kenarına giderler. Su perisine her şeyi anlatırlar. Su perisi yüzeye çıkar ve kızlarla birlikte kanatlı Arap atına binerek padişahın ülkesine varırlar. Su perisi kızlardan kendisini bir su testisine koymasını ister, ağzımı da iyice kapayın diye ekler Altın Saçlı Prens'in odasına kendini bıraktırır. Zavallı keloğlan ile prensesin bir şeyden haberi yoktur. Keloğlan susadığını hisseder uykudan uyanır. Su testisinin kapağını açar ve o anda Su perisi beliriverir. Bunun üzerine keloğlan şaşırır kalır. Su perisi yıllardır seni arıyorum sonunda buldum, senin eşin ben olmalıydım, der. Ben seni onun için var ettim. Keloğlan ben seni sevmiyorum, gönlüm prensestedir onu bırakamam, der. Su perisi bir şartım var onu yerine getirirsen seni serbest bırakırım der. 7 dağın tepesindeki bir mağarada bir yılan var orada benim bir makasım var onu bana getirirsen seni serbest bırakırım, der. Bunun üzerine prensesle vedalaşır, çıkar gider Altın Saçlı Prens. 7 dağın tepesindeki mağaraya varır. Orada yılanı görür. Yılan insan kokusunu alınca hemen uyanıverirmiş. Bu yüzden çok mücadeleler verir yılanın demirlerinin arasına girebilmek için. Yılan çok heybetli 7 dağdan daha güçlü, heybetli, sesi dağları aşan bir yılandır.  Yılan günler süren mücadelesinden sonra prensi fark edince: Ey benî âdem! Sen burada ne ararsın, benim heybetimi, gücümü bilmez misin? Ben seni yerim, der. Keloğlan bunun üzerine senden bir isteğim var onun için geldim beni buraya Su perisi sendeki  altın makasını almam için gönderdi, der. (Yıllar önce su perisinden altın makasını yılan çalıp onun saçını kesmiştir.) Ey benî âdem! Senin onunla ne işin var o çok zalim bir peridir, seni sağ bırakmaz, eğer benden istediğin bu makasla onun saçını kesersen ortadan kaybolur yoksa senden istekleri bitmeyecektir. Al bunu götür ama kestikten sonra bana getir der yılan... Bunun üzerine keloğlan ile Su perisi pınar kenarına, o köye giderler. Belli etmeden Su perisinden bir istekte bulunur sonrasında makası vereceğini söyler. Su perisi: Buyur canımın cananı, gönlümün sultanı, ne istersen yaparım yeter ki sen iste, der. Saçından bir tutam kesebilir miyim der? Su perisi yılan ile prensin konuştuklarını bilmediği için izin verir. Saçından bir tutam kesiliverince Su perisi o an kaybolur. Daha sonra yaşlı ana babasını hatırlar ve yanına gider fakat ikisi de ölmüştür. Sarayın yolunu tutar Altın Saçlı Prens. Prensesine kavuşur. İki oğlu bir kızları olur. Göğden düşmüş üç elma. Biri sarı biri kırmızı biri yeşil. Kırmızı elma kızına, sarı elma bir oğluna, yeşil elma bir oğluna...
ALTIN SAÇLI PRENS
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir adamla bir kadın varmış. Bunlar evlenmişler. Zaman sonra kadın gebe kalmış. Adam her gün gelip gidip karısına bana bir oğlan evladı vereceksin diyormuş. Kadın her ne kadar: — Bey, Allah ne dilemişse o olur, demişse de adama laf anlatamıyormuş. Üstelik adam iyice kızıyormuş. Doğum günleri yaklaştıkça kadını bir korkudur almış. Gün gelmiş ve kadının bir kız çocuğu olmuş. Adam çocuğun kız olduğunu öğrenince: — Ben bunu evimde istemem. Şimdi gidiyorum döndüğümde onu evde görmeyeceğim, ne yaparsan yap yeter ki başımdan def et, demiş. Zavallı kadın ne kadar ağlamış, yalvarmışsa da adamı razı edememiş. Adam gittikten sonra kadın çaresizce ne yapacağını düşünmüş. Sonunda bebeği kucağına almış, ebenin yanına koşmuş. Başından geçenleri olduğu gibi ona anlatmış: — Bu bebeği al sen büyüt büyüyünce ben bir şekilde yolunu bulur onu senden alırım, demiş. Ebe, kadına: - Kızım burası küçük bir köy kocan eninde sonunda bebeği benim yanımda görür o zaman onun canına kıyar. Gel biz bu bebeği bir sandığa koyalım, onu suya salalım. Yanına da halimizi anlatan bir mektup yazalım. Elbet bir hayır sahibi ona sahip çıkar,  demiş. Ana yüreği bu ya çocuğunu suya salmaya, uzak diyarlara göndermeye kadının yüreği el vermemiş ağlamış, sızlanmış. Ebe kadın: — Kızım etme eyleme. Kocan burada görürse öldürür ölmesindense göremesen bile yaşadığını bilmen daha iyi değil mi, demiş. Sonunda kadın razı gelmiş bebeği bir güzel emzirmiş, karnını doyurmuş, altını temizlemiş, kundaklanmış ve yanına da başından geçenleri anlatan bir mektup yazmış. Bebeği ebe kadına vermiş. Ebe kadın, bebeği almış bir sandığın içine koymuş. Sandığı akarsuya bırakmış ve ardından da dualar etmiş. Su, sandığı almış götürmüş. Sandık gide gide bir değirmenin çarkına takılmış ve orada öylece kalmış. Sandık çarka takılınca çark durmuş. Değirmenci çarkı kontrol etmek için dışarı çıkmış. Çarka bir sandığın takıldığını görünce şaşırmış ve onu almış kenara çekmiş. İçinden bir ağlama sesi gelince hemen sandığı açmış gördüklerine inanamamış. Sandıkta bir bebek ve yanında bir mektup varmış. Alelacele bebeği ve mektubu almış doğruca karısının yanına koşmuş. Kadın bebeği severken adam mektubu okumuş. İkisi de çok üzülmüşler bebeğin haline. Adam karısına: — Zaten bizim bir çocuğumuz olmadı. Gel bu bebeği biz büyütelim Allah rızası için, demiş.  Kadın da buna çok memnun olmuş. Değirmenci ve kadın bu bebeği öz evlatları gibi sevmişler. Günler ayları aylar yılları kovalamış bu kız kocaman çok güzel bir genç kız olmuş. Kız, anne ve babası bildiği değirmenciyi ve karısını çok sever, sayarmış. Onlara hizmet eder, yardım edermiş. Günlerini gülerek, eğlenerek geçirirlermiş. Günlerden bir gün yine değirmenci, karısı ve kızları bahçe işleriyle uğraşırken oradan at üstünde gencecik civan gibi bir delikanlı geçiyormuş. Onları görünce yanlarına gelmiş. Delikanlı atından inip onlara: - Falanca yerden geldim ormanda avlanıyordum. Çok yoruldum. Bir bardak içmeye ayranınız varsa verir misiniz,  demiş. Değirmenci kızına: — Kızım hemen bir bardak ayran yap da getir, beynimize ikram edelim, demiş. Kız ayranı yapmış getirmiş delikanlıya ikram ederken delikanlı kızın güzelliğine vurulmuş. Kızın da gönlü ona kaymış. Delikanlı ayranını içmiş kalkmış gitmiş ama aklı da o güzel kız da kalmış. Bu delikanlı meğer ülkenin padişahının oğluymuş. Padişah oğlunun halinde bir durgunluk olduğunu anlayınca ona derdinin ne olduğunu sormuş. Oğlan da başından geçenleri babasını anlatmış. Babası tezden bir hazırlık yapıp değirmencinin kızını istemeye gitmiş. Padişah değirmenci ile konuşmuş. Kızını oğluna istediğini söylemiş. Değirmenci koskoca padişahın kendi gibi bir köylünün kızını istemesine çok şaşırmış. Değirmenci kızını çağırmış. Razı olup olmadığını sormuş. Padişahta kızı görünce güzelliğine hayran olmuş. Kız, padişaha: — Benim annemin babamın benden başka kimsesi yok. Ben evlenince onlar burada yapayalnız kalırlar. Eğer onlar da benimle birlikte gelir orada yaşarlarsa kabul ederim,  demiş. Padişah kabul etmiş. Kızı, annesini, babasını da alıp ülkesine götürmüş kırk gün kırk gece düğün etmişler. Mutlu mesut yaşarlarken kız gebe kalmış. Değirmencinin karısı her gece sabahlara kadar kızı için dua edermiş. Annesinin başına gelenleri onun da yaşamasından korktuğu için hep bir oğlan çocuğu olması için Allah’a yalvarırmış. Gün gelmiş kız, iki tane nur topu gibi oğlan çocuğu dünyaya getirmiş padişah da oğlu da hepsi çok mutlu olmuşlar. Günler geçmiş bu çocuklar kocaman iki tane delikanlı olmuş. Kılıç kuşanıp, at binmeye, avlanmaya başlamışlar. Padişah torunlarını en iyi şekilde yetiştirmesi için uzak bir köyde yiğit bir delikanlıdan talim almaları için oraya göndermeye karar vermiş. Gelini: — Müsaadeniz olursa biz de onlarla gidelim. Hem de biraz gezmiş oluruz, demiş. Hazırlıklar başlamış, atlar hazırlanmış ve hep beraber o köye doğru yola koyulmuşlar. Oğlanlar, yiğit delikanlıdan talim dersleri alırken anneleri de köyde gezintiye çıkmış. Bir evin bahçesinde yaşlı bir kadının ağlamakta olduğunu görmüş. Yanına gitmiş ve onunla konuşmaya başlamış. Derdinin ne olduğunu sormuş. Zavallı kadın meğer bu kızın öz annesiymiş. Yaşlı kadın, başından geçenleri kıza anlatmış. Kız onun haline çok üzülmüş ama elimden gelen bir şey de yokmuş. Oğlanların talim dersi bitince gitme vakti gelmiş yola koyulmuşlar ama kızın aklından yaşlı kadının hali bir türlü çıkmıyormuş. Saraya gidince kız yaşadıklarını annesine anlatmış kadın olanları duyunca kızının bahsettiği kadının kızın öz annesi olabileceğini düşünmüş. Kadında olanları kocasını anlatmış. Değirmenci karısına: — Hanım, biz en iyi tüm her şeyi kızımıza anlatım o biçare kadının da hakkına girmeyelim, demiş. Değirmenci ve karısı o akşam kızlarını da yanlarına alıp olan biten her şeyi anlatmışlar. Kız duyduklarına çok şaşırmış, üzülmüş ama bir yandan da öz annesini bulduğu için de sevinmiş. Sabah olunca kız da her şeyi kocasını anlatmış ve ondan annesini getirmesini istemiş. Karısının anlattıklarına çok şaşırmış. Delikanlı da karısının bu haline çok üzülmüş. Delikanlı, kız ve annesi yola koyulmuşlar. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş sonunda köye ulaşmışlar. Değirmenci’nin karısı olan biten her şeyi kızın öz annesine anlatmış. Ana kız yılların hasreti ile birbirlerine sarılıp anlaşmışlar. Kız annesine de almış ve hep beraber saraya dönmüşler. Sonsuza kadar mutlu mesut yaşamışlar onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Değirmenci ile Sandık
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş, köyün birinde bir aile yaşarmış. Bu aile de anne, bir kız ve bir erkek kardeşten oluşuyormuş. Bir gün iki kardeş dışarı gezmeye çıkmışlar, kız olan dışarda bir kızı tutup yemiş. Kardeşi çok şaşırmış ve hemen kızı alıp eve gelmiş, olan biteni annesine anlatmış. Annesi oğluna inanmamış. Uğraşma kızla o yapmaz öyle bir şey demiş. Oğlan bu sözün üstüne evden çıkıp gitmiş, uzun yollar yürümüş ve bir köye varmış. O köyde ağadan kendini işe alması için yalvarmış. Ağa oğlanı işe almış ve artık yaşamına orda devam etmeye başlamış, aradan bir süre geçmiş, kendi köylerinden bir haber gelmiş. Bu haber kız kardeşinin, annesini bile yemiş köyde hiç kimseyi bırakmamış olmasıymış. Oğlan bu duyduğuna inanamamış, daha doğrusu işin içinde annesi de olunca inanmak istememiş. Ağadan izin alıp işin aslını öğrenmek için köye doğru yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, sonunda köye varmış. Köyün sırtından bir bakmış ki köyde in cin top oynuyor, kimsecikler kalmamış. Hemen koşup evlerine varmış, kapı açıkmış, içeri bakmış ki tandırın yanında boz eşek yatıyor, kız da onun yanındaymış. Kız, kardeşini görünce içeri çağırmış ve ona hizmet etmeye başlamış. Oğlan bu duruma çok şaşırmış, kız kardeşi çünkü hiç ona böyle hizmet etmezmiş. Kendi kendine bu işte bir şey var ama bakalım ne çıkacak diye düşünmüş. Birkaç gün sonra kız, eşeği de yemiş.  Erkek kardeş iyice korkmaya başlamış, korkuları da gerçek oluvermiş. Çünkü kız ona, kıyamıyorum ama dayanamıyorum da seni de yiyeceğim demiş. Erkek kardeş can korkusundan kızı oyuna getirmek için bir plan yapmış. Tamam demiş ye ama hemen böyle yeme, bana bir testi su getir, abdest alayım, sonra çıkalım bacaya, ben asılayım, sen bacaklarımdan yemeye başla demiş. Kız da kabul etmiş ve gidip su alıp gelmiş. Oğlan abdestini almış, sonra pantolonunun paçalarını alttan sıkıca bağlamış ve ayaklarından içeri toprakları doldurmuş ve kız ile bacaya çıkmışlar ve oğlan asılmış. Kız kardeşi ayaklarından ısırmaya başlayınca paçalarından akan topraklar kızın gözlerine doluvermiş. Kız gözlerini ovalayıp sızlanmaya başlamış, erkek de o sırada fırsatını bulup arkasına bile bakmadan kaçmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, uzun yollardan sonra bir köye varmış. Köyün ağasından iş istemiş. Ağa da bir şartla iş vereceğini söylemiş, şartı da ağanın kırk odası, bu odalarının da kırk anahtarı varmış, o odaları açmasını ama kırkıncı odanın kapısını açamamasıymış. Oğlan bu şartı çok kolay görmüş ve hemen kabul etmiş. Ağa anahtarları vermiş ve o da gidip kapıları açmaya başlamış, kırkıncı kapıya gelmiş, açmaması gerekirken çok merak ettiği için o kapıyı da açıvermiş. Kapıyı açar açmaz bir de ne görsün kız kardeşi öylece sapasağlam karşısında duruyormuş. Kardeşi gözlerine inanamamış, aklı karışmış, çünkü kızın ondan önce oraya gelmesi imkansızmış. Aklında birçok soru ve kalbinde korkuyla kapıyı hemen kilitleyip açtığı kapılardan çıkarak ağanın yanına varmış, anahtarı ağaya vermiş ve hiçbir şey demeden hızla koşup çok uzaklara gitmiş, bu masal da burada bitmiş.
İnsan Yiyen Kız
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Haknezer Pehlivan Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, eski tarihlerde bir ana oğul varmış. Bu kadının kocası yokmuş. Birkaç keçisi, tavuğu, kazı varmış; onların verdiği sütle, yumurta ile geçinip gidiyorlarmış. Yalnız annenin düşündüğü bir şey varmış; oğlunun çok korkak olması! Öyle ki, evden dışarı bile çıkamazmış. Bu durumda anneyi “Niye oğlum böyle?” diye hep düşündürürmüş. Bu köy yerinde kadının komşuları da varmış, komşuları akıl verip demiş ki: _ Onun sevdiği bir şeyler pişir, bir oyunla onu evden çıkar. Çocuk da pişiyi çok seviyormuş. Annesi pişiyi yapmış, birini kapının dışına bırakmış, birini onun az ötesinde evin içine bırakmış, birkaç tane de yere dizmiş. Birini de çocuğun eline vermiş. Oğlu birinciyi yiyor, yine istiyor, yerdekileri yavaş yavaş yiye yiye kapının eşiğine kadar gidiyor, dışarıdakine elini uzatıyor, uzandıkça alamıyor, biraz daha kendini dışarı doğru çıkarıyor. O esnada annesi çocuğa arkadan bir tekme atıp kapıyı kapatıp kilitliyor. Çocuk dışarıda feryat figan bağırıyor:  _ Anne aç kapıyı, rüzgâr beni savurdu, güneş beni yaktı, kurt kuş yedi! diye bağırıyor, kapıyı yumrukluyordu. Annesi de: _ Kapıyı açmayacağım, nereye gidersen git! diyordu. Çocuk dışarıda biraz kalınca bakıyor ki, ne rüzgâr savurdu, ne de güneş eritti. Annesi de içeri almayınca kendi kendine gitme kararı alıyor, yola çıkmadan annesinden birkaç şey istiyor. Bunlar; sopa, çuvaldız, biraz un ve sevdiği kedisinin yavrusu. Sopayı omzuna koyup yola koyuluyor. Haknezer pehlivan evinden ayrılıp günlerce yol gidiyor, bir ormana varıyor. Orda biraz yemek yiyip dereden su içiyor. Karnı tok ya, bir güzel uykuya dalıyor. Uyandığında bakıyor ki, değneğinin üzerine sinekler konmuş. Hızlıca değneğini tersine çevirip yere vuruyor, sinekler ölmüş tabi, sayıyor bakıyor tam kırk tane sinek öldürmüş. Kırk sineği birden öldürünce değneğinin üzerine yazıyor “Haknezer pehlivan, bir vuruşta kırkını ezer.” Değneğini yazdıktan sonra oraya bırakıyor ve tekrar uykuya dalıyor. Bu esnada ormanın derinliklerinde yaşayan devlerin de başka bir kavimle savaşı olacakmış, bu yüzden devler ikişerli ayrılıp onlara güç katacak birilerini arıyorlarmış. Devler o esnada ağacın altında uyuyan Haknezer’i fark eder. Haknezer’in yanından geçerken değneğinin üzerinde yazılmış yazıyı görmüşler, “Haknezer pehlivan bir vuruşta kırkını ezer.” Devler kendi aralarından karar alırlar, "Aradığımız kişiyi bulduk" diye düşünürler. Devler kendi aralarında konuşur, "Savaşı kazandıktan sonra bir yolunu bulur, bu adamdan kurtuluruz", derler. Haknezer’i uyandırıp: _ Bizim diğer dev ülkesi ile savaşımız olacak, eğer bize yardım edersen sana da ganimetlerden veririz, derler. Haknezer hem devlerin onu öldürmesinden korkup hem de sonunda ganimet kazanma hevesiyle devlerin teklifini kabul eder. Dev, Haknezer’i sırtına alıyor, dev Haknezer’e diyor ki:  _ Bana çok hafif geldin, böyle pehlivan mı olur? Haknezer diyor ki: _ Ben sen yorulma diye ağırlığımı vermiyorum, bekle vereyim ağırlığımı, diyor ve torbasından çuvaldızı çıkarıp deve batırıyor. Dev diyor ki: _ Aman aman ağırlığını verme, hafifliğini ver.  Haknezer çuvaldızı çıkarıp torbasına koyuyor. Devlerin Haknezer’in ufaklığından inanamıyorlar pehlivan olduğuna, dev bir taşı alıp elinde sıkıyor, taşlar paramparça oluyor. Haknezer diyor: _ O da bir şey mi?  Taşı alıyor sıkıyor, o esnada çaktırmadan elini torbasına atıp bir avuç un çıkarıyor. Taşı geriye atıp torbadan unu alıp devlere üflüyor, devler taşı un ufak etmiş olmasına inanamıyor, Haknezer’in gerçek bir pehlivan olduğuna ikna oluyorlar. Daha sonra diğer dev kaşınıyor kaşınıyor vücudundan bir pire çıkarıyor ve diyor ki: _ Böyle büyük pire olur. Haknezer de kaşınıyor kaşınıyor, elini torbasına atıp evden aldığı küçük kedi yavrusunu atıyor yere. Devler gözlerine inanamıyorlar ve Haknezer’in çok büyük bir pehlivan olduğuna emin oluyorlar. Alıp Haknezer’i devler ülkesine götürüyorlar. Ülkedeki devler Haknezer’i görünce çelimsizliğinden yardım edemeyeceğini düşünüyorlar ama diğer devler onun yaptıklarını anlatıyor, herkes şaşırıyor. Akşam oluyor, yemek getiriyorlar pehlivana. Pehlivan kuzudan az yiyince devler neden böyle az yediğini soruyorlar. Haknezer: _ Sizinle karşılaşmadan hemen önce iki deve yemiştim! diyor. Sonrasında devlerden su istiyor ama camış derisinde istiyor, diyor ki: _ Neyse buradaki su bana yetmez gidip dereden doldurayım. Gidiyor dere kenarına deriyi ağzıyla şişiriyor, içine de azıcık su koyuyor. Devlerin yanına geliyor, havayı boşaltıyor, azıcık suyu içiyor. Devler Haknezer’in bir camış derisinin tamamını nasıl içtiğine inanamıyorlar. Sonra devler onun zayıf vücuduna rağmen bu kadar güçlü olmasından korkuyorlar, “Bir vuruşta kırkını ezen bir adam gece hepimizi öldürmesin?”  diye düşünüyorlar. Bir plan yapıyorlar ve gece Haknezer pehlivanı öldürmeye karar veriyorlar. Haknezer bu plana kulak misafiri oluyor ve kendini korumak için önlem alıyor. Gece yatacağı yatağın içine taşları adam şeklinde koyuyor. Kendisi yatağın altına saklanıyor. Devler bir müddet sonra sopalarla gelip yorganı kaldırmadan değneklerle vuruyorlar, epeyce vurduktan sonra öldüğüne kanaat getirip gidiyorlar. Haknezer devler gittikten sonra un ufak olan taşları temizleyip yatağa girip uyuyor. Ertesi sabah devler öldürdüklerini sandıkları Haknezer’in cesedini atmak için Haknezer’in kaldığı çadıra gidiyorlar ki ne görsünler, Haknezer canlı ama durmadan kaşınıyor, neden kaşındığını soruyorlar, Haknezer de diyor ki: _ Sabaha kadar pireler üzerimde zıpladı durdu. Devler inanamıyorlar kendi aralarında “Bizim sabaha kadar dövmemiz ona pire zıplaması gibi gelmiş, bu nasıl güçlü bir pehlivandır!” diye konuşmuşlar. Sonra devler savaş için Haknezer’i ahıra at seçmesi için götürürler. Haknezer ahıra giriyor, bütün atlar besili, iri yarı, kocaman! Haknezer kendi kendine düşünüyor, “Ben zaten ata binmeyi bile bilmiyorum, bunlara nasıl bineceğim?”. Sonra ahırın en dibinde küçük, zayıf bir at görüyor onu seçiyor. Devler kendi aralarında yine şaşırıp, “Bu nasıl bir pehlivan en hızlı, en yorulmaz, en dayanıklı atı nasıl da hemen bilip seçti!” diye düşünüyorlar. Haknezer ata binmeyi bilmediğinden diyor ki: _ Beni bu ata bindirin ve üzerinde bağlayın ben savaşta çok sinirlenip üzerinden atlamayayım.  Devler de sımsıkı onu atın üzerine bağlıyorlar, savaşa gitmeye başlıyorlar. Haknezer’in atı yıldırım gibi tüm devleri geride bırakıp gidiyor. Haknerzer atın hızından çok korkuyor, kendini yere atacak ata bağlı olduğu için atlayamıyor, elini sağa atıyor, sola atıyor bir türlü bir şeye tutunamıyor. En sonunda ağaca öyle bir sıkı sarılıyor ki, ağacı kökünden yerinden çıkarıp kucağına alıyor. Düşmanlar da karşıdan Haknezer’e doğru geliyor; Haknezer’de elinde kocaman dalları olan ağaçla düşmanların arasına dalıyor. At yıldırım gibi koşuyor, pehlivan elinde ağaç o tarafa savuruyor, bu tarafa savuruyor. Ağacın dalları, budakları, kökleri düşmanı attan düşürüyor, kimini yaralıyor, kimine batıp öldürüyor, devler gelene kadar Haknezer bütün düşmanların hepsini bertaraf ediyor. Devler gelip bakıyorlar ki, Haknezer tüm düşmanları öldürmüş atın üstünde atı zorla yakalayıp Haknezer’i indiriyorlar, ülkelerine geri dönüyorlar. Devler kendi aralarında konuşup Haknezer’i buldukları yere götürmeye karar vermişler. Haknezer’e ganimetlerden de bölüp vermişler; altın, gümüş. İki dev eşliğinde Haknezer’i ormana götürmüşler, Haknezer ormandan eve gitmiş. Annesi onu altınlarla, gümüşlerle görünce çok sevinmiş. Haknezer demiş ki: _ Artık ne güneşten ne rüzgardan korkmam, pehlivanım ben! O esnada devler geri dönerken yolda tilki ile karşılaşırlar, tilki devlere nereden nereye gittiklerini sorar. Devler: _ Haknezer Pehlivan’ı bıraktık ülkemize geri dönüyoruz, derler. Tilki der ki: _ Haknezer’in neresi pehlivan, onu ben bile dövüyorum. Devler inanmaz. Tilki der: _ İsterseniz sizin yanınızda da döveyim. Bana inanmaz kaçacağımdan korkarsanız alın bu ipi siz belinize dolayın, ben de belime bağlayayım beraber gidelim, kaçmayacağımdan emin olun. Devler ipi bellerine bağlar, tilki de beline bağlar. Birlikte Haknezer’in evine doğru yol alırlar. Haknezer Pehlivan o esnada camdan bakıyor ki, devler ile tilki onların evine doğru gidiyor. Haknezer’in annesi oğluna akıl veriyor, Haknezer de çıkıp camdan bağırıyor: _ Ey tilki senin dedenin benim dedeme yedi dev borcu var, iki dev getirerek bu işin içinden çıkamazsın! Devler “Demek ki bu tilki bizi borç karşılığında götürüyor” diye konuşup hemen devler geri dönüp ipi açmadan kaçıyorlar, tilkinin de beline ip bağlı tilki de yerde sürükleniyor, başı o taşa bu taşa deyip ölüyor. Devler de ipi açıp bu beladan da kurtulduk deyip ülkelerine dönüyorlar. Haknezer pehlivan da zenginlik içinde ömrünün sonuna kadar yaşamış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…   
Haknezer Pehlivan
Kars
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir vamış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir yaşlı nene varmış. Yaşlı nenenin bir keçisi varmış. Keçinin sütünü nene her gün sağar sonra da kapının kulpuna asarmış. Bir gün iki gün üç gün derken nene bakmış ki sütü çalınıyormuş. Nene de bundan şüphelenmiş. — Benim sütümü kim çalıyor, kolluyacam. Gene sütünü sağmış kapının kulpuna asmış. Almış bir baltayı eline nene geçmiş kapının arkasına. Bakmış, izlemiş tilki gelmiş. Tilki güzelce sütü içmiş. Tilki tam giderken nene tilkinin kuyruğuna baltayı vurmuş. Baltayla tilkinin kuyruğunu koparmış. Tilki de dönüp neneye: — Nene nene, ne olur kuyruğumu ver, kuyruğumu vermezsen bana kunduz tilki derler, demiş. Nene de: — Git benim sütümü getir ki ben de senin kuyruğunu vereyim, demiş. Bu sefer tilki ineğin yanına gitmiş, demiş ki: — İnek inek ne olur bana bir kova süt ver, sütü götürüp neneye vereyim, nene de benim kuyruğumu versin, kuyruğumu yerine takayım yoksa bana kunduz tilki derler, demiş. Bu sefer inek de demiş ki — Git bana ot getir ki ben de sana süt vereyim. Tilki bu kez de gitmiş çayıra: — Çayır çayır ne olur bana bir bağ ot ver otu götüreyim ineğe vereyim inekte bana bir kova süt versin sütü de götürüp neneye vereyim nene de bana kuyruğumu versin kuyruğumu yerine takayım ki bana kunduz tilki demesinler demiş. Çayır da demiş ki: — Git bana su getir yağmur yağdır ki ben de sana ot vereyim demiş. Gitmiş bu sefer bulutlara: — Bulut bulut ne olur bana yağmur yağdır, yağmur yağsın çayır da ot bitsin otu götürüp ineğe vereyim inek de bana süt versin sütü götürüp neneye vereyim nene de benim kuyruğumu versin bana kunduz tilki demesinler, demiş. Bulut da neyse bir iki tilki yalvarınca iki bulut sinirlenip birbiriyle çarpışmış yağmur yağmış. Yağmur yağınca çayırda ot bitmiş tilki otu alıp ineğe götürmüş, inekte otu yemiş bir kova süt vermiş tilkiye, tilki de sütü götürmüş neneye vermiş. Nene de tilkinin kuyruğunu vermiş. Kuyruğunu vermiş ama demiş ki: — Tilki bu kuyruğun daha sana menfaati olmaz, bu sana bir ders olsun bundan sonra kimsenin malına hayınlık etme, kimsenin malına yan gözle bakma, hırsızlık etme, demiş. Ondan sonra o köyde tilkinin adı kunduz tilki olarak kalmış.
Kunduz Tilki
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir padişahın üç oğlu bir kızı varmış. Gel zaman git zaman padişah hastalanır oğullarını yanına çağırır ben hastayım size bir vasiyetim var bu vasiyetimim yerine getirin der ve vasiyetini söyler. Uludağ’a sakın ava gitmeyin o dağ tehlikelidir zaman geçer ve padişah ölür. Padişahın oğulları geçen zaman içinde babalarının vasiyetini unuturlar. Padişahın büyük oğlunun canı sıkılır anasına der ki benim canım çok sıkılıyor ava çıkacağım der anası da padişahın vasiyetini hatırlatır der ki: — Baban ölürken size bir vasiyet etmişti sakın o dağda avlanmayın der. Oğlu  annesine: — Ölen ölür ölünün vasiyeti yanına kalır. Atımı hazırlayın ava gideceğim, der. Atını azığını yayını okunu alır o dağa ava gider. Dağda  oraya gider, buraya gider, bir mağaraya girer. Padişahın oğlu atından iner, okunu yayını alır. Geyiğin peşinden mağaraya yaklaşır ki mağaranın önünde öyle bir Arap var ki kılıcı kınından çekmiş mağaranın önünde bekliyor. Padişahın oğlu attan iner der ki: — Ulan Arap gir mağaraya, avımı gönder. Arap da der ki: -Babanın hizmetkârı mı var gir de kendin getir der. Padişahın oğlu hırsla attan atlar okunu yayını alır mağaranın azgına gelir tam mağaraya girerken dev gibi Arap kınından çıkmış kılıcına sarılıyor padişahın oğlunun başını gövdesinden ayırır. Gel zaman git zaman aylar geçer, padişahın oğlundan hiç haber çıkmaz. Kardeşleri arayıp beklerler haber çıkmayınca öldüğünü anlarlar. Aradan aylar geçer, ortanca kardeş ava çıkmak ister. Annesi: — Yapma, etme. Abin gitti, gelmedi, başına bir şey geldi. Sen de oraya gidersen, senin de başına bir iş gelir, buna dayanamayız, der. Ama oğlan dinlemez annesine der ki: — Ben abimi ya bulurum ya da onu ararken uğrunda ölürüm, der. Yükte hafif, pahadan ağır eşyalarını alır, atını yayını okunu hazırlar. O da ava gider, hem de abisini arar. Günlerce dağlarda dolaşır kayaların arasında geyiği görür, peşine düşer. Az gider uz gider, dere tepe düz gider. Geyik gider, mağaradan içeri girer. Oğlan da peşinden mağaranın ağzına, yine o Arap devi görür ve deve: — Mağaraya gir avımı gönder, der. O da: — Babanın hizmetkarı mı var, git de kendin çıkar. Oğlan sinirlenir atından atlar yayını okunu alır tam mağaraya girerken dev kılıcını sallar oğlanın başını gövdesinden ayırır ve oğlan ölür. Aradan aylar geçer. Annesi oğlundan  haber alamaz. Her halde başına abisi gibi  bir şey geldi, der. Ağlayıp sızlar, aradan uzun zaman geçer. Derler ya küçükler her zaman daha akılı olur. Bu sefer küçük oğlan: — Ben abimleri aramaya gideceğim, der. Annesi koymaz ama oğluna söz geçiremez. O da hazırlanır, dağa gider. Aylarca dağlarda ağabeylerini arar durur, sonra bir gün kayaların arasında geyiği görür ve  ağabeyleri gibi peşine düşer. Geyik gider, mağaradan içeri  girer. Oğlan da Arap  devle karşılaşır  deve der ki: — Ulan git mağaraya avımı getir. Dev de: — Babanın hizmetkarımı var git kendin getir, der. Oğlan da hışımla attan iner, kılıcını çeker ve deve: — Sen benim kim olduğumu bilir misin benim babamın kapısında senin gibi  bir sürü hizmetkarı vardır, der. Kılıcını savurduğu gibi  Arap  devi  öldürür. Meğer o geyik sihirliymiş . Mağaranın ağzına gelince dev haline dönüşürmüş. Bunların da padişahın oğlu olduğunu bilirmiş zaten mağara da sihirliymiş. Dev olur ve mağaraya girer. İki abisinin cesedini  ve daha bir sürü  kafa mağarada vardır. Abilerini  alır, defneder. Sonra da abilerim ölmüş, ben de artık şehre gidemem. Bundan sonra burada yaşayayım. Zaten mağaranın içi o kadar şey doluymuş ki oğlan orada yaşamaya karar verir ve orda kalır. Gel gelelim bu tarafa. Şehirde ana kız aylarca haber beklerler. Ağlar sızlarlar ve ellerinden bir şey gelmez. Yıllar ve geçer bir gün şehirde düğün vardır. Padişahın hanımı der ki: — Kızım hazırlan düğüne gidelim der. Kız annesine: — Anne deli misin? Benim üç ağabeyim ölmüş, bizim düğünde dernekte ne işimiz var? Der. Annesi kızına: — Ölenle ölünmez, onlar öldü biz de mi ölelim? Der. Kızını zorla düğüne götürür. Kız bu duruma çok üzülür. Düğünde annesi oynamak ister, kız izin vermez. Annesi kızını dinlemez, oynar. Bu üzüntüye dayanamayan kız, başını alır evden ayrılır.  — Ağabeylerim o dağa gittiler ben de giderim. O dağda ya ağabeylerimi bulurum ya da ben de  onlar gibi orada ölürüm, der ve yola düşer. Dağlarda aylarca dolanır o mağarayı bulur içeri girer. Mağara ağzına kadar erzak dolu.  Yer içer, der ki: — Elbet bu mağaranın bir sahibi vardır. Kalkar mağarayı temizler süpürür yemek pişirir mağarada saklanır. Akşam oğlan avdan gelir mağarayı temizlenmiş, yemekler pişmiş olarak görür. Üç beş gün böyle geçer. Oğlan elbet bu işleri yapan biri vardır diye düşünür. Bir gün ava gider gibi mağaradan çıkar. Bunu gören kız saklandığı yerden çıkar. Doğan aya  doğma  ben doğarım der gibi güzel bir kız. Saçları kırk örük. Eteğini beline vurur, temizliğe başlar. Oğlan içeri girer,  kızın kolundan yakalar. — Ben de yalnızım sen de, der. Sen ins misin cin misin ,kimsin sen? Der. Kız da der ki: — Ne inism ne cinim insanoğlu insanım, der. Oğlan ava gider kız mağarayı temizler akşam olur yemek yerler yatarlar. Oğlan kılıcını çıkarır aralarına koyar. Der ki: — Şimdi senle ben birbirimize haramız nikâhımız kıyılır sonra karı koca oluruz. Aşağıda bir şehir var orada sabah nikâhımızı kıydırır gene evimize geliriz. Şehre giderlerİ kadının önüne otururlar. Kimin oğlu olduğunu söyler söylemez, babasının adını söyler. Kız anlar ki onun kardeşi kalkar, kardeşim der boynuna sarılır. Bacı kardeş oradan kalkar, mağaraya giderler. Biz artık burada yaşayalım kimsemiz yok başlarından geçenleri anlatırlar ve mağarada yaşamaya başlarlar. Aradan aylar geçer oğlan kardeşine der ki: — Bacı bak bu mağara sihirlidir. Mağarada sakın çöp bırakma. 40 gün çöp kalırsa buradaki kuyudan bir dev çıkar, seni de öldürür beni de öldürür. Aradan aylar geçer kızın canı sıkılır der ki: Ağabeyim böyle demişti ama çöp bırakayım. Gündüzleri devle oynarım, geceleri de ağabeyim gelir eğlenirim, demiş. 40 gün dolunca bir gün dev çıkar bir dudağı yerde bir dudağı gökte. Dev kızın üstüne yürüyünce  kız der ki: — Dur, ben seni gündüzleri canım sıkılıyor  diye çıkardım. Gündüzleri seninle olurum geceleri kuyuya gidersin, der anlaşırlar. Günler aylar böyle geçerken  kız bir gün çok hastalanır. Abisine der ki: — Canım öyle nar istiyor ki.  Abisi de kalkar şehre gider nar bulur getirir kız yer  iyileşir. Aradan aylar geçer  gündüzleri dev çıkar onunla evlenir geceleri kuyuya iner. Gel zaman git zaman bu kızın karnı büyümeye başlar. Kardeşi der ki:  Bu bacımın etekleri kısalıyor karnı büyüyor günahı almak istemem burada in yok cin yok acaba kardeşim hasta mı sorarsam gönlü kırılır mı? Günler geçtikçe kızın karnı  büyür kardeşi dayanamaz sorar: — Bacı  günahını almak istemem ama burada hiç kimse yok devin korkusundan buraya kimse çıkamaz bu  nedir ne haldir. Kızda der ki: -Ağabey bende bilmiyorum ne olduysa o narı yedikten sonra oldu der. 9 ay sonra kız gözlerin görmediği güzel iri baktıkça gözleri kamaştıran bir oğlan doğurur. Dayısı da adını  Nar Memet koyar. Bu kız gene devle oynaşır oğlan büyür ama dayısına çok düşkün bir oğlan olur. 4-5 yaşlarına gelince koca bir delikanlı olur. Bir gün kız devle  otururken deve der ki: — Artık oğlumuz da büyüdü ağabeyimi öldür geceleri kuyuya inme hep beraber yaşayalım der. Dev de der ki: — Allah’tan korkmaz mısın ağabeyin bizi  evinde besliyor. Sen kardeşine nasıl kıyarsın günahtır,  der. Kız razı olmaz: — Ağabeyimi öldürmezsen seni haber veriririm. Ağabeyim seni öldürür haberin olsun. Dev tamama yarın ağabeyin avdan gelirken ben yılan olur eşikte beklerim içeri girerken zehirlerim ölür, der. Kız da kabul eder. Bu arada oğlan duyar akşam dayısının yolunu beklemeye başlar. Dayısı avdan  gelir içeri girmeden: — Dayı ben seni çok özledim yorulmuşsundur sırtıma çık seni içeri ben götüreceğim. Dayısı da yeğenini kıramaz kollarını boynuna atar  tam eşiğe gelince oğlan alttan kollarını dayısının bacaklarına atar eşiği atlatır yılanda usulca süzülür kuyuya iner. Ertesi gün  dayısı ava gider  dev kuyudan çıkar der ki: — Gündüz oğlumuz koymadı yarın o ava gidince ben bir kuş olurum onu avda öldürürüm. Çocuk bunu duyar  sabah erkenden kalkar dışarıda dayısını bekler: — Ben de seninle ava geleceğim, der. Dayısı da dayanamaz kabul eder. Beraber ava giderler aradan saatler geçer yorulurlar. Dayısı biraz yemek yiyip uyuyalım sonra ava devam ederiz, der. Oğlan uyumaz dayısını korumak için bekler. Oğlan bakar ki gökyüzünden öyle bir kuş  geliyor ki  büyük bir karabulut gibi. Usulca dayısını okunu alır kuşu öldürür. Oku ve yayı temizler. Dayısı uyanıp: — Nar Memet ne oldu? Der. Çocuk yaşadıklarını gizler. Dayısına: —Annemi çok özledim, senden önce gidip annemi görmem lazım, der. Ağlayıp sızlar, dayısı dayanamaz: — Sen git, ben akşam gelirim, der. Oğlan ata biner evin yolunu tutar bu arada kız da yol gözler. Abisini dev öldürmüş müdür diye merakla beklerken, uzaktan tozu dumana katmakta bir atlı görür. Dev, ağabeyimi öldürmüş kurtulduk derken  oğlan gelir attan iner. Ben seni çok özledim  dayımı bıraktım geldim annesine sarılır öper  okşar  annesine der ki: — Anne ben seni çok özledim,  dilini de öpmek istiyorum. Annesi dilini çıkarır oğlan annesinin dilini çeker koparır. Annesi kanlar içinde yerde yatar. Akşam dayısı gelir dayısına: — Eve gelince annem bu haldeydi, der. Annesi kardeşine durumu anlatmaya çalışır fakat anlatamaz. Aradan birkaç gün geçer kız ölür. Dayı yeğen yalnız kalırlar. Dayısı  darı dünyada kimsem kalmadı  bundan sonra senin için yaşarım der. Aradan zaman geçer, dayı yeğen birlikte yaşarlar. Dayısı der ki: — Bir yardımcım olsaydı bu mağaradaki eşyaları kervan yapsam götürür satarız sende şehir görmüş olursun. Çocuk: — Dayı git 5-10 at bul gel ben sana yardım ederim, der. Kervan oluşturup şehre inerler. Şehrin girişinde padişahın  adamları dayısıyla konuşurlar  çocuk kervanın  sonuna bakar ki dev orada. Dev yanlarına yaklaşır yaklaşmaz  eliyle boynunu koparır. Dayısı der ki: — Oğlum ne yaptın,  neden zarar verdin? Dayısına: — Sana zarar veriyorlar zannettim, der. Şimdi kaçan adam gidip padişaha haber verir padişahın adamları seni öldürürler. Kaçan adam padişaha gidip haber verir olayları anlatır. Padişah: —Tez gidin, o adamları yakalayıp buraya getirin, der. Adamlar padişahın huzuruna çıkarırlar: — Hanginiz adamlarımın boynunu kopardı? Der, Nar Memet: — Ben kopardım, der. Padişah oğlanı görünce çok sever: — Oğlum ben seni çok sevdim. Aslanlar gibisin, der. Bir kızım var, seni onunla evlendireceğim yoksa seni affetmem oğlanda padişaha der ki: — Dayım dururken bana evlenmek düşmez. Padişah der ki: — Yeğeni böyleyse dayısı da iyidir dayısı damadı olur kırk gün kırk gece düğün ederler aradan yılar geçer. Nar Memet daha da olgunlaşır dayısı der ki: — Ülkede yeğenime layık bir kız bulup evlendiriceğim. Atına biner, diyar diyar yeğenine kız arar. Bir padişahın kızını  yeğenine ister. — Bir iki ay sonra yeğenimi yolarım nişanlısını görmeye, der. Memleketine döner, aradan bir iki ay geçer. Nar Memet'e der ki: — Hazırlan, seni nişanlını görmeye göndereceğim. Bunlar hazırlanır iki Arap’la beraber yola çıkar.Aaz gider uz giderler, bir kuyunun basında dinlenmeye karar verirler. Nar Memet uyur. İki Arap da birbirlerine: — Paramızı aldık, adamın oğlu nişanlısını görmeye gidecekmiş. Onu burada bırakıp kaçalım, derler. Nar Memet uyanır ki yanında hiç kimse yok atıyla ilerlemeye başlar. Bir sürünün başında bir Arap çoban çubuğunun başına koca bir derman taşı bağlamış hangi ineğin beline vuruyorsa ineğin oracıkta beli kırılır. Nar Memet yanında yaklaşır: — Bu sürüden bir yılda ne kadar para kazanıyorsun. Bu sürüyü bırak, beni falan şehre götür sana iki katı para vereceğim, der. Çoban da: — Bu sürüyü götürüp bırakıyım gelip seni götürürüm, der. Çubuğuyla vurduğu ineklerin yarısını öldürür, yarısını sakat bırakır, gelip yola çıkarlar. Araplar suya dayanıklı olduğu için Nar Memet'i dağlardan tepelerden götürür. Oğlan da sonunda susuzluktan ölür. — Beni bir yere götür, su içeyim, der. Bir kuyunun basına götürür: — Sen su çıkar, der. Oğlanı kuyuya sarkıtır bir kova su içerler. Su kaplarını doldurmak için bir daha kuyuya inerler: — Çek ulan Arap der. Arap: — Çekerim bir şartla nişanlını bana ver öyle çekeyim. — Arap etme eyleme! Atım burada, paralarım burada, sen vermesen ben alır giderim. Sen de burada öl, der. O da: — Tamam senin olsun çek, der. Yok olmaz atını da ver. Son bir şey daha isteyeceğim. Kuyudan çıktıktan sonra bana hiç bir şey yapmayacağına yemin et. Ben Nar Memet, sen de benim kölem olacaksın, yoksa seni burada bırakır  giderim. Ona da tamam der. Arap kuyudan çeker, çıkarır.Üstünü başını giyer, o şekilde şehre varırlar. Padişaha haber salarlar, damat geldi diye padişah merasimle onları karşılar fakat bu işte bir iş olduğunu anlar ama bir şey demez. Kız da penceresinden nişanlısını görür ama Arap atın üstünde nişanlısı da köle gibi nişanlısının resmini görünce kız hemen tanır ama  o niye böyle davrandığını anlamaz padişah sofrasına öyle iri elmalar gelir ki her biri heybe gözü kadar. Arap, padişaha: — Bunlar nasıl elma? Der. Padişah da: — Benim kızımla peri padişahın kızı bacı olmuşlar. Hediye olarak bunları göndermiş, benim kölem koş. Bundan daha ayısını getirir, der. Ulan köle! Buraya gel. Bu elmaları gördün mü?  O da: — Evet ağam, der.  Ben bunların aynısından isterim. Oğlan ağlaya, sızlaya dışarı çıkar: — Bu elmaları getirmezsen, senin boynunu vururum. Dışarı gönderir, atının yanına gelir ağlar. At der ki: — Git ağa! Söyle kıratı bana ver, öyle giderim, der. —Tamam, der. Atı da al, elmaları almadan gelme. Ertesi gün hazırlık yapar nişanlısı bir mendil atar oğlan mendili alır ki ucunda bir mühür var. Periler ülkesine giderken önüne bir deniz çıkar. — Bu mührü yalarsan, denizin üstünde buzdan bir yol olur. Sen de karşıya geçersin, der. Az gider uz gider, bakar ki ilerde bir siyah kuş beyaz bir kuşu altına almış eziyor. — Ulan nedir bu beyazların sizden çektiği, der. Yayını okunu alır, kara kuşu devirir. Beyaz kuş der ki: — Sen benim hayatımı kurtardın kanadımdan su tüyleri al cüzdanına koy. Başın darda kalırsa tüylerimi bir birine sür, ben orda darına yetişirim, der. Tüylerini cüzdanına koyar. Az gider güz gider bakar ki iki aslan. Biri beyaz, biri siyah yine der ki: — Bu beyazların karlardan çektiği nedir? Okunu alır siyah aslanı yıkar. Beyaz aslan da: — Sen benim hayatımı kurtardın, şu kıllarımı al cüzdanına koy sıkıştığında ben ordayım, der. Biraz daha gider ilerde bir karınca sürüsü sudan karşıya geçmeye çalışıyorlar. Atından iner, kılıcını suyun üstünde köprü yapar, bütün karıncalar üstünden geçer. En arkada bir topal karınca çabalar ancak kılıcın üstüne çıkamaz. Oğlan onu alır, suyun karşı tarafına geçirir. Topal karınca da: — Sen beni kurtardın. Kanadımın birini savaşla top götürdü, birini de sen al çakmağı koy yak ben orda olurum. Oğlan yoluna devam eder önüne peri ülkesinin sınırı çıkar. Nişanlısının mendilini çıkarır, mührü yalar, denizin üstü buz tutar, kıratla karşıya geçer. Kırat der ki: — Buradan sonrası periler ülkesi eğer perilerin gözleri açıksa bil ki uyuyorlar, sakın korkma. Kalbinden korku geçerse, periler uyanır, seni sağ bırakmazlar. Has bahçeye giderken de değirmen taşlarını görürsün onlardan korkmadan altından geç korktuğunu bilmesinler. Ondan sonra da kılıçların arasından geç, has bahçeye ulaşırsın. Üç elma kopar, ikisini heybene koy, birini mendiline sar, nişanlına götür. Oğlan denilenleri yapar, şehre gelir, mendilini nişanlısına verir, Arap’a elmaları götürür. Arap oğlanı görünce şaşırır, padişah nişanlısını göstermez. Bu işin sonunu anlayıncaya kadar oyalar. Padişahla Arap, bahçede dolaşırken havuzun kenarında bir örük görür. — Bu kimin örüğü? Der. Padişah da: — Peri padişahının kızının örüğüdür. Arap der ki: — Çağırın bizim köleyi! Gitsin, örüğün sahibini getirsin, der. Çocuk el mecbur kabul eder. Nar Memet yola koyulur. Kırat der ki: — Bu çalma iş değil düz gidersen padişahın düğürcü taşına oturur daha da kalkmazsın ancak böyle olur. Saraydan çıkarken nişanlısı mendili yine atar. Gene denize gelir mührü yalar karşıya geçerler sarayın önüne gider. Düğürcü taşına oturur padişahın adamları gelir derler ki: — Yanlış taşa oturdun dilenci taşı orası değil derler. Oğlan da: — Ben doğru taşa oturdum der. Padişaha haber salarlar o da kabul eder. Padişah delikanlıyı görür  bakar ki  iyi niyetli bir delikanlı ama üstü başı perişan. Oğlum benim kızımın üç dileği var yerine getirirsen kızımı sana veririm, der. Birinci dileği bir aslan var eğer o aslanı yenersen birinci aşamayı geçersin. Aslanla bütün halkın önünde  çayırda dövüşeceksin. — Tamam, der. Ertesi gün  çayıra gider, karşısına öyle bir aslan gelir ki başa çıkması imkansız aklına hayatını kurtardığı aslan gelir. Padişaha gider der ki: — Padişahım  sağ olsun. Ben  insanım, o aslan.  Müsaade edersen, ben de benim aslanımı çıkarayım. Yenmezse boynum kıldan incedir, der. Padişah kabul  eder. Cüzdanından kılları çıkarır birbirine sürter aslan gelir der ki: — Buyur. benden ne dilersen. O da der ki : — Şu karşıdaki aslanı yen, tek dileğim budur. Aslanlar kavga ederler oğlanın  aslanı  yener, bir dilek yerine getirilir. Sırada ikinci dilek vardır. Padişah der ki: — Benim kızımın bir kuşu var. O kuşu  da yenersen geriye son dilek kalır. Benim de kuşum var ben de onu getireyim der padişah kabul  eder cüzdanından tüyleri çıkarır birbirine sürter kuş gelir. Şu karşıdaki kuşu yen, der. Başlarlar  kavgaya. Saatler sürer, sonunda oğlanın kuşu kızın kuşunu  yener. Sıra gelir son dileğe. Üç dilekte herk edilen  ve düzeltilen tarlaya bir kat darı serpeceğiz sende elinle  tek tek toplayıp dolduracaksın. Getirip tarlaya darı serpiyorlar  üstünü kapatıyorlar. Oğlan sabahtan akşama kadar uğraşıyor fakat tek bir tane bile bulamıyor. Gidip padişaha diyor ki: — Bana üç gün müsaade et bulayım. Padişah: — Üç gün değil bir hafta müsaade verir. Oğlan tarlaya gider bir hafta boyunca ancak bir avuç toplayabilir. Oturup kara kara düşünmeye başlar. O arada yanına kırat gelir der ki: — Hayatını kurtardığın karıncaları çağır. Oğlan cüzdanından kanadı alır çakmağa koyar yakar karıncalar gelir. Bir gecede darı toplarlar. Padişaha haber salarlar. Padişah gelir bakar ki bir darı eksik. Oğlan geri döner bakar ki o da topal karıncanın ağzında onu da alıp tarlayı tamamlar. Böylece üç dilek de yerine gelir. Padişah: — Şimdi toy düğüne başlayın, der. Oğlan bu kızı ben kendime istemedim, der. Benim de tek bir dileğim var kendi memleketimde düğün yapacağım, der. Padişah kabul eder. Gel gelelim ki kızın nişanlısına. O da, nişanlımın başına bir şey geldi deyip, ağlarmış. Oğlanın dayısı da merak içinde aylarca bekler ama haber alamaz. Atlar atına yeğeninin peşine düşer. Padişaha haber gider. Padişahın yanına gidince bakar ki bir Arap kurulmuş oturuyor. Padişaha: — Hani benim yeğenim? Der. Padişah, Arap’ı gösterir. Dayısı sinirlenir bir kılıçla Arap’ın başını keser. Padişaha bütün olayları anlatır. Padişah  bende  bu işte bir bit yeniği olduğunu düşünmüştüm der. Birlikte oğlanın yolunu gözlemeye başlarlar. Aylar geçer fakat yeğeninden ses çıkmaz artık umudunu kesmiştir. Akşama doğru bakar ki  yolun üstünden tozu dumana katarak üç kişi geliyor. Bakıyor ki yeğeni attan iniyor. Saraya gelip her  şeyi anlatır. 40 gün 40 gece  düğün yaparlar. Peri padişahının da kızını alıp memleketine dönerler. Gökten üç elma düştü  biri bana biri sana biri de bu masalı anlatana… Onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine.  
Nar Memet
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
             Bir varmış bir yokmuş, develer tellal iken pireler hamal iken Ben dedemin beşiğini tıngır mıngır salladım Kaf dağından yuvarladım. Köyün birinde nine yaşarmış kimsesi yokmuş. Geçimini süt satarak yaparmış. Bir keçisi varmış o keçinin sütü ile geçimini sağlarmış. Bir keçisi varmış. Her gün süt sağar koyarmış avluya bir gün bakmış sağdığı sütü yok. Nine “Allah Allah nereye kayboldu bu süt” demiş kendi kendine. Ertesi gün sağmış koymuş avluya yine yok süt. Bir gün iki gün beş gün sağmış yok süt. Bir gün nine sütü koyduktan sonra demişki kendi kendine “Ben bu testiyi kollayayım her gün sağdığım sütler nereye kayboluyor” Nine sütü sağmış koymuş avluya beklemeye başlamış. Bir de bakmış ki tilki geliyor. Tilki gelmiş sütü bir güzel içmiş. Tam çıkacakken yine kapıyı kapatmış tilkinin kuyruğu sıkışmış kopmuş kuyruk nine de kalmış. Tilki demiş ki “Nine nine kuyruğumu geri ver bizim ellere gidersem kuyruğu gurmu gucuk der üstüme gülerler” Nine de demiş ki “Benim sütümü geri ver ben de senin kuyruğunu vereyim” Tilki gitmiş koyuna süt istemiş demişki “Koyun gardaş bana süt ver ben de sütü nineye vereyim nine de benim kuyruğumu versin bizim ellere gidersem kuyruğu kopmuş demesinler.” Koyun da demiş ki “Git bana ot getir sana süt vereyim sen de sütü nineye ver nine de senin kuyruğunu versin” Tilki az gitmiş uz gitmiş çayıra varmış çayıra yalvarmış.” Çayır çayır bana ot ver Ben de koyuna vereyim koyun da bana süt versin ben de sütün nineye vereyim nine de benim kuyruğumu versin” Çayır demiş ki git bana su getir ben de sana ot vereyim sen de otu koyuna ver koyunda sana süt versin sen de sütü nineye ver nine de sana kuyruğunu versin” Tilki yürümüş yürümüş sonunda bir pınar görmüş gitmiş yalvarmış.” Pınar pınar bana su ver ben de çayıra vereyim çayırda bana ot versin ben de otu koyuna vereyim koyunda bana süt versin ben de sütü nineye vereyim nine de benim kuyruğumu versin” Pınar demiş ki “Git bana kızları getir başımda oynasınlar ben de sana su vereyim suyu çayıra götür çayır otu versin otu koyuna götür koyun süt versin sütü nineye götür nine de senin kuyruğunu versin Tilki gitmiş kızların yanına başlamış yalvarmaya “Kızlar kızlar gelin pınarın başında oynayın pınar bana su versin ben de suyu çayıra vereyim çayır da bana ot versin otu  koyuna vereyim koyunda bana  süt versin sütünü nineye vereyim nine de benim kuyruğumu versin” Kızlarda demişki “Git bize inci boncuk getir oynayalım pınar sana su versin sen de suyu götür çayıra çayır sana ot versin otu götür koyuna koyun sana süt versin sütü götür nineye ninede senin kuyruğunu versin”  Tilki gitmiş Çerçiye başlamış yalvarmaya “Çerçi kardeş bana inci boncuk ver ben de kızlara vereyim kızlarda pınarın başında oynasın pınar da bana su versin suyu çayıra vereyim çayır da bana ot versin otu koyuna vereyim koyun da bana süt versin sütü nineye vereyim nine de benim kuyruğumu versin “Çerçi demişki “Git bana yumurta getir ben de sana inci boncuk vereyim sen de onları kızlara götür kızlarda pınarın başında oynasınlar pınar sana su versin suyu çayıra ver çayır sana ot versin otu koyuna ver koyun sana süt versin sen de sütü nineye götür yine de senin kuyruğunu versin” Tilki bir hüzünle oradan ayrılmış, kümesin yolunu tutmuş gitmiş tavuğa “ Tavuk bacı tavuk bacı bana yumurta ver ben de yumurtayı çerçiye vereyim çerçi de inci boncuk versin inci boncuğu kızlara vereyim kızlarda pınarın başında oynasınlar pınar da su  versin suyu çayıra vereyim çayır  da bana ot versin otu koyuna vereyim koyunda bana süt versin sütü nineye vereyim nine de benim kuyruğumu geri versin” Tavuk demişki “Git bana buğday getir ben de sana yumurta vereyim sen de yumurtayı çerçiye ver çerçi de sana inci boncuk versin inci boncuğu kızlara götür kızlar pınarın başında oynasın pınar sana su versin suyu çayıra götür çayır sana ot versin otu koyuna götür koyunda sana süt versin sütü nineye götür nine de sana kuyruğunu versin” Tilki artık sürüne sürüne tarlaya gitmiş başlamış ağlamaya, yalvarmaya “Tarla tarla bana buğday ver buğdayı tavuğa vereyim tavuk da bana yumurta versin yumurtayı çerçiye vereyim çerçi de inci boncuk versin inci boncuğu kızlara vereyim kızlarda pınarın başında oynasın pınar da bana  su versin suyu çayıra götüreyim çayır da bana ot versin otu koyuna götüreyim koyun da bana süt versin sütü nineye götüreyim ne de benim kuyruğunu versin.” Tarla tilkiye acımış vermiş buğdayı tilki almış buğdayı götürmüş tavuğa tavuk da yumurta vermiş yumurtayı almış götürmüş çerçiye çerçi de inci boncuk vermiş almış inci boncuğu vermiş kızlara kızlar da pınar başına gelmiş başlamışlar oynamaya pınar su vermiş suyu götürmüş çayıra çayır otu vermiş otu götürmüş koyuna koyun da süt vermiş sütü götürmüş nineye nine tilkinin kuyruğunu süslemiş püslemiş sonra kuyruğu tilkiye dikmiş. Nine demiş ki “Al kuyruğunu tak sizin ellere gidersen kuyruğu yok gurmugucuk demesinler.” Tilki kuyruğu almış oynaya oynaya gitmiş bir daha da izinsiz kimsenin malına dokunmamış.
TİLKİNİN KUYRUĞU
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış,bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde köyün birinde bir çoban varmış. Bu çoban köy halkının koyunlarını otlağa götürüyormuş.  Sabah erkenden köylünün koyunlarını alır ve dağa çıkarmış, akşam olunca da köye geri getirirmiş. Köy halkından koyun sahibi olan biri, bir gün çobanın yanına gelmiş ve çobana "Koyunumun biri hiçbir gün süt vermiyor. Sen benim koyunumu kesin sağıyorsun." demiş ve bunun sebebini sormuş. Çoban da kendisinin koyunu sağmadığını söylemiş. Fakat adam sağıldığını, süt vermediğini ısrarla iddia etmiş. Çoban bu durumdan muzdarip olmuş. Çoban bu koyunu takip etmeyi planlamış.                  Ertesi gün çoban sabah yine koyunları önüne alıyor ve dağa doğru gidiyor. Çoban akşama kadar koyunu takip ediyor fakat hiçbir anormal bir şey göremiyor. Akşam köye doğru yola çıkıyor ve bakıyor ki o koyun sürüden ayrılıyor ve bir tane taşın dibine giriyor. Çoban hemen koyunun peşine gidiyor,taşın dibine bir bakıyor ki iki gözüde kör olan bir kurt yavrusu koyunun sütünü emiyor. Sonra koyun kalkıp sürünün içine katılıyor. Çoban şaşırıp kalıyor. Çoban kendi kendine demek ki o adam haklı ,koyunun sütü sağılıyormuş demiş. Çoban köye dönüyor evine gidiyor ve bir daha çobanlık yapmayacağım, iki gözü kör olan kurt yavrusunun rızkını veren Allah benimde  rızkımı elbet verir diyor.             Ertesi sabah köylü herşeyden habersiz yine koyunlarını çıkarıyor fakat bakıyorlar ki çoban hiç ortalıkta yok. Köylü çobanın evine gidiyor ve çobana kalk koyunları otlağa götür diyor. Çoban da ben artık çobanlık yapmayacağım koyunlarınızı götürmüyorum demiş.  Durum böyle olunca halk kendi koyunlarını kendisi götürmeye başlamış.           Bu süt vermeyen koyunun sahibi evinin arka bahçesinde geceleri define arıyormuş. Bir gün yine gece define ararken kazıdığı yerde  bir sandık buluyor. Adam sevinçten çılgına dönüyor ve hemen sandığı açıyor. Fakat sandığın içine bir bakıyor ki hep yılan, akrep, böcek falan dolu sandık ve şaşırıp düşünmeye başlıyor.  Adamın aklına yine çoban geliyor. Zaten sinirli ya çobana, kendi kendine  ben bu sandığı alayım, götürüp o çobanın evinin bacasından içeri dökeyim. Zaten artık koyunları da götürmüyor bu da ona ceza olsun, delirsin  diyor.  Adam hiç vakit kaybetmiyor ve sandığı alıp hemen çobanın evine gidip, sandığı öylece bacadan içeri boşaltıyor ve evine dönüyor.            Çoban gece yarısı lavaboya kalkıyor, bir de bakıyor ki ay ışığı vurmuş evin her yeri parıl parıl parlıyor. Çoban şaşkına dönüyor bunlar ne, ne oldu diye kendi kendine konuşuyor. Birde gidip bakıyor ki evin her tarafı çil çil altın, mücevher kaynıyor. Çoban olanlara hiçbir anlam veremeden bütün altınları mücevherleri çuvala dolduruyor ve gidip karısını uyandırıyor. Karısı her şeyden habersiz neler olduğunu soruyor. Çoban hiçbir şey anlatmadan kalk toparlan gidiyoruz diyor. Karısı sen delirdin mi eşyalarımız erzağımız her şey burada gece vakti ne gitmesi deyip duruyor. Çoban sen bırak her şeyi diyor hemen karısını çocuklarını alıp sırtına da çuvalı alıp köyden uzaklaşmaya başlıyor.          Ertesi gün ikindiye kadar çoban evden çıkmayınca köy halkı merak ediyor. Sandığı döken adam hiç kimseye bir şey anlatmıyor. Kesin evdekiler öldü, çoban da delirdi diye düşünüyor. Halk gidip çobanın kapısına vuruyor fakat hiç açan falan yok. Dayanamayıp kapıyı kırıp içeri giriyorlar bir de bakıyorlar ki evde hiç kimse yok. Hiçbir mana bulamayıp köylü evden çıkıyor. Fakat o adam evden çıkmıyor. Adam kendi kendine ben gece bu eve o kadar yılan, akrep, böcek döktüm bunlar nerede hiçbir değişiklik yok diyor.  Adam evin içinde biraz geziniyor bir de bakıyor ki koltukların altında altın mücevher parçaları. Adam şaşırıp kalıyor. Sonradan adam her şeyin farkına varıyor ve döktüğü sandığın altın olduğunu anlıyor. Adam başlıyor ah vah etmeye dizlerini dövmeye. Çoban şehre gidip bir iş kurup zengin oluyor, adam ava giderken avlanıp kendi kötülüğünün cezasını çekiyor.
Çoban ve Define
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde uzak diyarlarda bir ülke varmış. Bu ülkede bir padişah bir de annesi yaşarmış. Annesi oğluna uygun bir kız bulamamış. Kadın düşünmüş taşınmış oğluna uygun kızı bulmak için halka karışmaya karar vermiş ve bir köyün yakınında yerin altına bir ev yaptırmış evin yanında bir dere varmış. Kadın bu evde yaşamaya başlamış. Bu eve yakın olan köyde bir kadın yaşarmış. Kadının üç kızı bir de ineği varmış. Kadın bir gün en büyük kızına: - Kızım bu teş ile bu teli al hem ineği otla hem de bu teli eğir, demiş. Kız bir yandan ineği otlatırken diğer yandan da elindeki teli eğirmeye başlamış. Tel birden yuvarlanmış ve bir delikten aşağı düşmüş. Kız delikten bakmış aşağıda bir nine var - Nine nine yumağımı ver, demiş. Nine teli vermemiş ve birden kız aşağıya düşmüş. Nine kıza: - Beni çimdirip saçımı örersen yumağını veririm, demiş. Kız: - Ben ne seni çimdiririm ne de saçını örerim demiş. Bunun üzerine nine: - Ben şimdi uyuyorum dereden sarı su gelirse uyandırma, beyaz su gelirse uyandırma, kara su gelirse uyandır, demiş. Kız beklemiş Kara su gelince seslenmiş: - Nine nine kalk kara su geldi demiş. Kadın uyanmış bu kızı bu suya batırıp çıkarmış, batırıp çıkarmış kız o kadar çirkinleşmiş ki yüzüne bakılmaz olmuş. Kız eve gitmiş anası ve bacıları şaşırmış. Kadın ertesi gün ortanca kızını aynı yere göndermiş, kız da teli eğirirken tel yuvarlanıp aynı delikten aşağı düşmüş, kız da ablası gibi yumağını istemiş. Nine: - Beni çimdirip saçımı örersen yumağını veririm demiş. Ortanca kız da ninenin isteğini geri çevirmiş. Bunun üzerine nine: - O zaman ben uyuyorum dereden sarı su gelirse beni uyandırma, kara su gelirse uyandırma, fakat beyaz su gelirse beni uyandır, demiş ve uyumuş. Nine uyurken kız beklemeye başlamış az beklemiş çok beklemiş bakmış beyaz su geliyor hemen nineye seslenmiş: - Nine nine kalk beyaz su geldi, demiş. Nine hemen uyanmış bu kızı bir güzel yıkamış, kızı suya batırıp çıkarmış, kız da aynı ablası gibi o kadar çirkin olmuş ki cadılara dönmüş. Kız Hemen oradan ayrılıp evine gitmiş. Kadın kızlarına ne olduğunu bir türlü anlayamamış üçüncü gün olmuş bu sefer de en küçük kızını göndermeye karar vermiş. Kızın önüne ineği katmış eline de teli verip göndermiş. Küçük kız da ablalarının gittiği yerde telini eğirirken birden teli elinden yuvarlanıp aynı delikten aşağı düşmüş. Kız bakmış ki aşağıda bir nine var. Kız, nineye: - Nine yumağı mı ver, demiş. Nine küçük kıza da: - Eğer beni çimdirirsen, saçımı örersen yumağını veririm demiş. Kız hemen cevap vermiş: - Saçına da kurban olayım, sana da kurban olayım tabi çimdiririm demiş. Kız nineyi bir güzel çimdirmiş, saçını örmüş. Nine: -Ben şimdi uyuyorum dereden beyaz su gelirse uyandırma, kara su gelirse uyandırma, sarı su gelirse hemen beni uyandır, demiş. Nine uyumuş, kız da oturmuş beklemiş. Bakmış ki dereden sarı su geliyor hemen nineyi uyandırmış. Nine bu küçük kızı bu sarı suda bir güzel yıkamış, kız dünya güzeli olmuş. Kız evine gitmiş başından geçenleri evdekilere anlatmış. Büyük kız ve ortanca kız yaptıklarına çok pişman olmuşlar. Nine düşünmüş taşınmış bu kızı oğluyla evlendirmeye karar vermiş. Oğluna bu kızı anlatmış ve evlenmesini istemiş padişah ta kabul etmiş. Küçük kızla padişah kırk gün kırk gece düğün yapmışlar ve hayatlarının sonuna kadar mutlu mesut yaşamışlar.
İhtiyar Nine
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş bir köyde Hasan Ağa adında bir köse ve ailesi yaşarmış. Köse’nin bir oğlu var imiş. Oğlan sürekli anasına dermiş ki: _ Babama de beni eversin. Anası artık bıkmış, gidip kocasına: _ Oğlan evlenmek istiyor, demiş. Köse karısına: _ Madem evlenmek istir, o zaman ağırdaki öküzü şehre götürsün satsın, onun parasıyla onu everem, demiş. Kadın kocasının dediklerini oğluna anlatır, oğlan sevinir, sabahı zor eder. Sabah olunca ağırdaki öküzü önüne katıp şehrin yolunu tutar. Şeher de yeddi tane köse varmış bunlar çok yabanlarmış. Köyden gelenleri kandırıp elindeki malları yok fiyata satın alırlarmış. Oğlan şehrin yolunu yarılamış. Karşısına iki köse çıkıvermiş. Bunlar bağirlarki oğlan biraz sefil hemen başına çorap örmeye başlamışlar. Kösenin biri demiş: -Yegenim nereye gidirsen bele? Oğlan: -Aha anbu öküzü satmaya şehre gidirem. Köse: -Ne istirsen biz alağın. Oğlan: -On panknot istirem verin de alın öküzü demiş. Bele diyende köse demişki: -Ey hoş da yalnız bu öküzün bir kusuri var. Oğlan: -Neymiş kusuru hele diyin bahim. Köse diyir ki: -Bu öküzün iyidir emma boynuzları çoğ sivri. Alan adam alaf verende başını bir sallarsa adamın gözünü çığartır. Oğlan bu sözleri işitince durur biraz düşünür. Eğer öküzü satamazsam babam beni evermez der. Yerden bir taş alır ve öküzün boynuzlarını kırar yoluna devam eder. Karşısına iki köse daha çıkar, aynı soruları sorarlar. Oğlan halini anlatır. Kösenin biri der ki: _ Yegenim sen ey uşaksan emme bu öküzün bir kusuri var. Bu öküzün dudakları çoğ lola alaf yiyende ortalığa saçar. Oğlan öküzü önüne gatar. Sonra öküzün dudaklarına bir çare bulur. Alır elindeki çakıyı öküzün dudaklarını keser. Öküzün ağzı gözü kanlar içinde yola devam eder. Az gider uz gider karşısına yine iki şeytan köse çıkar. Köse der: -Delikanli nere gidirsen bele? Oğlan: -Ha bu öküzü satmaya, der. Ele sohbet ederken köse der ki: _ Öküzün büyüktür, cevherdir emma bir kusuru vardır ki alan adam pişman olur. Oğlan: -Neymiş kusuri diyin de bilek. Köse: -Bu öküzün poççiği çoğ uzundur. Bir sallasa etrafı pislik içinde bırakır. Oğlan bu sözleri işitende alır bir çakıyı öküzün poççiğini kesir. Öküz dayanmaz oracıkta murdar olur. Oğlan çıkar gider köye babası sorunca hal beleyken bele der. Hasan Ağa oğlunu dinledikten sonra karar verir bu köselere bir oyun etmeye. Hanımına der ki: _ Hele benim ağırdan eşeğimi al gelde şehre götürem satam.  Karısı eşeği getirir. Hasan Ağa yola koyulur. Yolda köseler onu görmeden önce alır eşeğin arkasına bir altın koyar. Derken köseler onun geldiğini görür, yanına yanaşırlar. Köse der: -Selamun Aleykum Ağa nere gidirsen? Hasan Ağa: -Anbu eşeği satmaya şehre gidirem. Köse: -Fiyatını hele de oluru varsa biz alam. Ağa: -On panknot ver senin olsun. Köse: _ Ağa etme anbu eşeğin fiyatı da bu ola. Ağa der: -Ağlız keserse benim eşeğim kıymetlidir, der. Tam o sırada eşek tuvaletini yapar. Bir bakarlar ki içinde altın var. _ Bu eşeğin adeti bu mu, derler. Ağa der ki: -Benim eşeğim kıymetlidir dedim size. Köse: -Ağa bu eşeği bana elli panknota sat. Ağa: _ Ey tamam, der. Bu eşeği on gün ağıra yalnız koyun karanlıkta kalsın o marifetini gösterir size, der satar ve yola koyulur. Köyüne gider karısına der ki: _ Ben o adamları ey bir kandırdım. Ağa yolda gelirken iki tilki alır o sırada. Karısına da der ki: _ Eğer o adamlar gelirse de ki ağam tarladadır; yemekte dolma, pilav bide ayran çorbası yap anbu tilkide burada kalsın diğeri benle gelsin. On günün sonunda köseler girerler ağıra bağarlar ki eşek ölmüş. Sinirlenir ağanın köyüne giderler. Karısı evde yoğ deyende tarlaya giderler. Hasan Ağa'yı görürler. _ Sen bizi kandırdın eşek öldü, derler. Hasan Ağa: _ Hele anlatın eşeğe ne ettiz. Köse der ki: _ Senin dediğin gibi on gün yalunuz bıraktık gittik baktık eşek murdar olmuş. Hasan Ağa: _ Vah yazık! Hayvana ben yalnız bırakın dedim koş aç yavan bırakın demedim. Neyse gelmişken ben sizi bırakmam yanındaki tilkiye der ki onların duyacağı şekilde: _ Get evdekilere de, dolma, pilav, ayran çorbası yapsınlar akşama misafir var. Köseler tilki de insanla konuşa diye şaşırmışlar hele dur bağalım gidecek mi derler. Neyse akşam olur köseler ve ağa evin yolunu tutarlar. Kadın dediği bütün yemekleri yapınca bi rde tilkiyi evde görünce şaşırırlar. _ Ağam anbu tilki ne ağilli hayvandır bize sat, derler. Ağa bunları yine kandırır tilkiyi satar.  Köseler sevinerek giderler. Bir gün derler ki hele bağağ bu tilkinin marifetine tilkiye kösenin biri demiş ki: _ Git hanıma de akşama misafir var et, pilav, fasülye yapsın. Derken tilkiyi salıverirler. Tilki oracıkta kaçar. Akşam olur köseler eve giderler. Kösenin karısı: _ Herif bu misafirler ne, bene niye demedin, ne yapacam şimdi onlara, der. Köseler tilkinin gelmediğini görürler. Yine yol alırlar Ağanın köyüne. Bizim Hasan Ağa bilirkü bunlar yine gelecek. Karısına der ki: _ Ben senin boynuna bir bağırsak bağlıyacam, bağırsağın içini de kan dolduracam. Misafirler gelende ben sene hele tatlı getir deyecem sen tatlı yapmadım diyende benim hersim çıkar yalandan seni bıçakla onların yanında yatırır keserim. Sen de yalandan onların yanında can ver. Ben de onlara derem madem çok üzüldünüz anbu gamış düdüğü çalanda karıya can gelir derem. Sen de o zaman kalkarsan. Neyse köseler gelir, yemekler yendikten sonra ağa oyunu oynamaya başlar der ki: _ Tatlı nerde garı? Karısı: _ Yapmadım, diyende oracıkta karıyı yatırır keser. Köseler bunu görünce çoğ üzülür. Hasan ağa ben onu diriltirem diyende nasıl diye hayrete düşerler. Hasan Ağa ğamış düdüğü çalanda bu kari canlanır. Köseler ağıllanmaz ya der ki: _ Ağa bu düdüğü bize sat. Ağa bu kandirmadan satar mı? Tamam der ve düdüğü onlara satar. Köseler eve giderler. Ayni ağanın yaptığı gibi karılarını keserler, sonra düdüğü çalanda bağarlar ki karılar ölmüş. Doğrudan ağayı öldürmeye yola koyulurlar.  Ağa bu boş durur mu? Bu defa canını kurtaramayacağını anlar ve karısınına der ki: _ Bağ kari bunlar bu sefer gelende sen ağlayarak de ki ağam ölmüş. Ben mezar yaptırıp içine girecem onlar mezarı görünce ağa ölmüş der ve canımı kurtarıram. Köseler gelince karısı ağanın dediklerini yapar. Köseler vah bir mezarına gidekte dua edek derler ve ağanın mezarına giderler. Neysem duaları okunuktan sonra kösenin biri mezarın üzerindeki delikten şüphelenir ve mezarı açarlar. Bağarlar ki ağa yaşir alırlar bir torpayı ağayı içine koyup kendi köylerinin yolunu tutarlar. Köy yolunu tutanda bağırlar ki ilerde bir şenlik sesi gelir. Hele bağağ nedir deyip ağanın torbasını bir ağaca bağlir gidirler şenliğe bakmaya. Derken ağacın orda bir çoban koyunları ile giderken bir torpada “istemirem istemirem”  diye bağıran adami fark eder. Çoban edamı çiğartir. Çoban der ki: -Ola sen neyi istemirsen hele de bağım? Hasan Ağa: -Beni begin kızıyla evermek istirler ben evlenmek istemirem der. Çoban: _ Vallaha sen kafayı yemişsen heç begin kızını almaz mı adam? Hasan Ağa: -Sen istirsen al. Çoban çuvaldan ağayı çıkarır kendi girer, ağa da sürüylen evine doğru yol alır. Derken şenlikten dönen köseler bakarlar ki çuvaldan biri bağırır “Beni çığarın evlenmek istirem diye”. Ağanın delirdiğini düşünürler çuvalı alırlar sen misen bizi kandiran diyip çuvalı köprüden atarlar.
KÖSE MASALI
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş köyün birinde bir zengin bir de fakir kız kardeş varmış. Bu fakir ailenin hiçbir şeyi yokmuş çok fakirlermiş. Bu kadının kocası kazlara gidermiş. Kadının kendisi de hamileymiş. Kış gelir, kadın doğumunun yaklaştığını kocasına söyler. Nerde doğacağını sürekli kendi kendine düşünür. Bir gün kadın kocasına bari beni hamamın bir köşesine götür de sıcak bir yerde doğurayım der. Kocası kadını bir hamamın köşesine bırakıp gider. Hamam çok karanlık, kadın ise sürekli ağlamaktadır. Kadın ne görsün kapı açılır bir nene, bir gelin, bir de kız kapıdan içeri girer. Gelinin elinde bir yatak, kızın başında bir tepsi yemek, nenenin elinde bir bohça vardır. Nene kadına ebelik eder. Çocuk henüz dünyaya gelmeden gelin eğer kız olursa benim adım olsun der. Gelinin adı da Hefika’dır. Nene de çocuk ağlasın yağmur yağsın, gülsün gül açsın; kız da banyo yapsın suyu altın olsun der. Sonra kadın doğum yapar, güzel bir kızı olur adını da Hefika koyarlar. Kadının karnını doyurup giderler. Onun sabahı kadının kocası gelir kadını böyle yatakta görünce ne olduğunu sorar kadın da olup biteni kocasına anlatır. Kadın eşyaları toplayıp kocasıyla evlerine giderler. Adam kazlara gitmeye hazırlanırken kadın gitme der; bugün kızı banyo yaptıralım. Kocası da tamam der.    Adam bir leğen, bir ibrik sıcak su getirip kızı banyo yaptırırlar bide ne görsünler suyun hepsi altın olur. Kadın hamama gelen kızın dileğinin kabul olduğunu görür. Adam da ceplerini altın doldurup çarşıya gider, karısına ve evine lazım birçok eşya alır. 1-2 gün öyle kızı yıkadıkça birçok altın elde ederler. Adam da bu altınlarla kendine güzel bir ev yapar. Her yer altın, kızın beşiği bile altındır.               Zengin kardeşinin kızının da düğünü vardır. Kızına biraz et ve ekmek verip teyzesine götürmesini ister. Kız gelir ki ne görsün kapı baca hep altın ev saray gibidir. Kız hemen gidip annesine anlatır annesi inanmaz kendi gözleriyle gelip görür. Ve bunun nasıl olduğunu sorar kardeşi de gerçekleri saklar, akşam yatıp kalktıktan sonra böyle olduğunu söyler. Zamanla Hefika büyür güzel bir kız olur. Belli bir süre sonra kadının zengin ablası kızına ne varsa o kızda var sen onu al bir çayıra götür banyo yaptır orada bakalım kızda ne var. Köyün kudretli Paşası da Hefika’ya âşık olur. Teyzesinin kızı Hefika’yı götürür, annesi ise Hefika’yı sakın suya girme, olacakları biliyon diye tembih etmiştir. Hefika da tamam deyip gider. Bunları da Paşa duyar. Bir ağacın kenarında kendini saklar. Teyzesinin kızı zorla Hefika’yı suya koymaya çalışır. Hefika saçını açar tokasını ağacın başına koyar. Hefika yok desede en son direnemez elini suya koyar. Elini koyduğu yer altın olur. Hefika o altını çimin altına saklar. Paşa bunu ağacın kenarında görür, Hefika ise suya girmeyeceğini söyler. Paşa kızın tokasını ağacın başından alır. Kız tokasını bulamayınca ağlar; yağmur yağmaya başlar, Paşa ağacın tepesinde ıslanınca tokayı yere atar ve Hefika tokasını bulup sevinir sevindikçe de güller açar. Hefika o gülleri toplar ki kimse bir şey anlamasın. Sonra Paşa Hefika’yı istemeye gelir. Kızın teyzesi ben Hefika’ya yenge olurum der. Hefika gelin olur, kızı götürürler teyzesi Hefika’yı arabadan atar. Kızını Paşa ile evlendirir. Hefika orada iki fidan olur. Teyzesinin kızı da bu fidanları görüp annesinden ister annesi bu fidanları alıp kızına verir. Paşa da Hefika ile evlenmediği için sürekli ağlamaktadır. Kız Paşa’nın ağladığını görünce bu fidanları kırıp bahçeye atar. Bu fidanlar iki güvercin olur. Sonra teyzesinin kızı Paşa’dan bu güvercinleri kesmesini ister. Paşa da bunları keser ve güvercinler bir iğne olur. Yoldan geçen bir nene bu iğneyi görür ve evine götürür. Bu nene de kazlara gidermiş, nene kazlara gittiği vakit Hefika iğne halinden çıkar neneye yemek pişirir, iş yapar ve kilim dokurmuş. Ve nene gelmeden kız iğneye dönüşürmüş. Nene evde peri mi var bu işleri kim yapıyor diye sürekli düşünür ve korkarmış. Bir gün nene kazlara gitmeyip bir köşeye gizlenir. İğnenin güzel bir kıza dönüştüğünü görür. Kız bütün işleri yapıp tam iğneye dönüşürken nene kızın saçını tutar. Kızım sen napıyorsun? Nereye gidiyorsun? Sen benim kızımsın der ve Hefika’nın gitmesine izin vermez. Hefika tamam der ama kimseye bir kızın olduğunu söyleme diye tembih eder. Sonra nene kızın başını yıkar su altın olunca nene de zengin olur.    Bir gün kış olur, Paşa atlarını dağıtır. Hefika nene git bir tane de sen Paşa’dan at al der. Nene de gidip at ister ama Paşa sadece hasta bir atın kaldığını nenenin isterse bu atı almasını ama öldüğünde postunu getirmesini ister. Nene de atı alıp gelir. Hefika atın kulağına sahibinin gelmeyene kadar kalkmamasını söyler. Yaz olur, Paşa bütün atlarını toplar sadece neneye verdikleri at kalır.  Paşa hizmetkârları atın postunu alması için gönderir. Hizmetkârlar ne görsünler at ölmemiş tam tersine daha iyi ve kuvvetlidir. At baya kilo almış ve hizmetkârlara çifte atarmış. Kimsenin yakınlaşmasına izin vermez. Hizmetkâr Paşa’ya atın çok iyi olduğunu ama atın gelmediğini bildirirler. Paşa’nın kendisi atı almaya gider. At bu kez yine kalkmaz. Paşa neneye buna kim baktı böyle o gelsin kaldırsın der. Nene kızının baktığını söyler. Kız gelir ata kalk der o an at yerinden kalkar. Paşa o an böyle bir gücün Hefika da olacağını bilir. Ve bu kızın Hefika olduğunu anlar kızı alıp sarayına götürür. Evlenip bir ömür boyu mutlu mesut olurlar
Hefika Masalı
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, bir Külti Memmed varmış. Bu adam o kadar tembelmiş ki kül üstünde oturup yumurtadan civciv çıkartırmış. Karısı da onun bu tembelliğinden çok şikayetçiymiş. Bir gün: - Ben bu adamı nasıl kapı dışarı ederim? diye düşünmüş. Külti Memmed’in de çok sevdiği bir kete varmış. Karısı bundan yapıp yere tek tek kapıya kadar dizmiş. Külti Memmed de keteleri toplaya toplaya gidiyormuş. Karısı da bunu takip etmiş. Külti Memmed kapının dışındaki keteyi tam alırken karısı bir tekme atarak dışarıya göndermiş.Külti Memmed karısına: - Üç şey istiyorum onları ver de öyle gideyim; bir avuç kül, bir tane yumurta ve bir de çuvaldızı, demiş. Almış yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Dağlar aşmış, nehirler geçmiş. Devler diyarına varmış. Devler diyarında geziniyormuş. O anda üç dev bunu yakalamış. Almış götürmüşler evlerine. Akşam olmuş, devler içeride fısır fısır konuşurken Külti Memmed kulak kabartmış. Devlerden biri: - Bundan iyi haşlama olur. Diğeri: - Yok iyi mangal olur. Öbürü de: - Yok iyi güveç olur, demiş. Bunları duyan Külti Memmed: -Ben size çok para kazandırırım, ben çok güçlüyüm, demiş. Devlerden bir tanesi biraz akıllıymış: -Ya biz bunu gece gündüz çalıştırırız da yatarız, demiş. Böylece sabah olmuş. Sabah olunca Külti Memmed: - Bugün ormana gideceğiz, ağaç keseceğiz. Bana bir tane urgan, bir tane de balta verin, demiş. O arada baltayla urganı getirmişler, hep beraber ormana gitmişler. Bu Külti Memmed urganı on beş ağaca birden dolamış. Devler:  - Ne yapıyorsun sen öyle? demişler. Külti Memmed de: - Hepsini birden keseceğim, karışmayın işime, demiş. Bu arada Külti Memmed ellerinden kurtulmak için devlere plan yapmaya başlamış. O arada devler de: - Ya sen nasıl keseceksin on beş ağacı birden, diye çıkışmışlar. -Ya sen ne konuşuyorsun? Ben taşı sıkıyorum suyunu çıkarıyorum demiş Külti Memmed. Dev: - O nasıl oluyor, saçmalama! Madem öyle var mısın benimle iddiaya? demiş. Külti Memmed de deve: - Al eline bir tane taş, sık, demiş. Dev sıkıyormuş, taş kırılıyormuş ama su çıkmıyormuş. Külti Memmed uyanık ya, heybesinden yumurtayı almış, taşı almış gibi yapıp yumurtayı sıkmış. Yumurta kırılır kırılmaz sular akmış. Devler bir anda şaşırıp kalmışlar: - Bunda çok iş var. Kardeş sen bugün ağaç kesmeyi bırak, bugün eve gidelim, demişler. Hep beraber eve gitmişler. Devler yine bir araya toplanmışlar. - Bu yatarken biz üstünden aşağı sıcak su döküp bunu haşlayalım, diye aralarında konuşmaya başlamışlar. Külti Memmed bunu duyunca gece yattığı yere yastıkları koyup başa yere yatmış. Devler o anda çıkagelmişler. Bir kazan sıcak kaynar suyu dökmüşler. Aradan beş on dakika geçmiş ki Külti Memmed çıkagelmiş. -Ya ne kadar terlemişim, dersin ki üstüme kaynar sular dökülmüş, demiş. Devler yine şaşırıp kalmışlar. -Ya kardeş sen etme eyleme. Gel hele otur şuraya. Biz üç kardeşiz, bu kadar altınımız bu kadar elmasımız var. Gel sen de dördüncümüz ol, demişler. Külti Memmed bunu duyunca yeni planlar kurmaya devam etmiş. Sabah olunca devler: - Kardeş, işimiz yarım kaldı. Gidelim o ağaçları keselim, demişler. Gitmişler ağaçların olduğu yere. Külti Memmed: -Şu çalıların oraya kadar gidip tuvaletimi yapacağım, deyip devlerden ayrılmış. Çalıların orada bir tilki olduğunu görmüş ve giderken yoldaki bir tenekeyi eline almış. Çalıların orada heybesindeki kül ile çuvaldız aklına gelmiş. Çuvaldız ile heybesine bir delik açmış. Tenekeyi tilkinin kuyruğuna bir parça çalı ile bağlamış ve çalıyı ateşe vermiş. Tilki kaçtıkça teneke tangır tungur sesler çıkarmış. Külti Memmed gizlendiği yerden: - Padişahın kızı çok hasta! Padişahın kızı çok hasta! Sultanımızın derdinin devası sadece dev yağında vardır, diye tellal gibi çığırtmaya başlamış. Bunu duyan devler arkasına bile bakmadan kaçmışlar. Külti Memmed geriye dönüp altın elmas ne varsa toplamış. Sonra evinin yolunu tutmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, sonunda evine varmış. Karısına: - Aç kapıyı! Sana altın, elmas getirdim, demiş. Karısı inanmayınca Külti Memmed heybesini camdan içeriye atmış. Karısı doğru söylediğini görünce almış bunu içeriye. Bundan sonra mutlu mesut yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Külti Memmed
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, Allah’tan başka hiç kimse yokmuş. Bir gün üç kız küçük ormanda geçerken kaybolmuşlar ve yolları bir değirmene çıkmış. Değirmen oldukça büyük eski tahtalardan oluşuyormuş. Değirmenin bacasının tüttüğünü gören büyük kız kapıyı çalmış ve değirmenin kapısını yaşlı bir teyze açmış: Büyük kız: -Yoldan geçiyorduk ve kaybolduk. Bize aş verir misin, yolu bulmamıza yardım edebilir misin demiş. Değirmenci nine: -Size aş veririm, yatak veririm, yol gösteririm ama artık çok yaşlandım, bazı işlerimi yapamaz oldum. Bana yardım edin, ben de size edeyim, demiş. Kaybolan bu üç kız kardeş nineye istemeye istemeye yardım etmek zorunda kalmışlar çünkü kendi evlerinde daha önce hiç çalışmamışlar hep onlara bakanlar varmış. -Ninecim kabul sana yardım ederiz ama bizden ne isteyeceksin, demişler. Değirmenci nine: -Biriniz benimle bahçeye gelsin elmalarım çürümek üzere yukarıda kalan elmaları toplayamadım onların toplanması lazım, demiş. Küçük olan kız ağaca rahat tırmanabileceğini düşündüğü için hemen ablalarından da izin alıp işi o üstlenmiş. Değirmenci nine: -Bir diğeriniz ise değirmeni döndürmeme yardım etmesi lazım artık çok yaşlıyım ve kışı geçirecek unum yok, demiş. Ortanca kız içlerinde en kuvvetli olanmış ve o da bu işi kabul etmiş. Değirmenci nine: -Son olarak dereye gidip yıkamam gereken kıyafetler var ama yaşlandığım için suya kapılır giderim diye korkumdan giremiyorum, demiş. Büyük olan kızda bu iş kalmış. Kızlar ertesi sabah bütün işleri yapacaklarına söz vermiş ama karınlarının aç olduğunu ve yatacak yere ihtiyaçları olduğunu nineye söylemişler.  Nine onlara bir kuru ekmek ve su vermiş başta yemeği gören kızlardan ilk ikisi mırın kırın yapmışlar. O kadar iş verdin aç olduğumuzu söyledik sadece bunlarla nasıl doyarız, demişler. Küçük olan ise sesini çıkarmadan yemeğini yemiş. Yemek yemeyen ablaları uyumak istediklerini nineye söylemişler nine onlara yataklarını göstermiş. Yataklardan biri taştan, biri tahtadan, biri ise samandanmış. Büyük olan samanı, ortanca olan tahtayı, küçük olana ise taş yatak kalmış. Geceyi uykusuz geçiren küçük kardeş sabahın ilk ışıklarıyla beraber değirmenci nineyi alıp bahçeye elma toplamaya gitmişler. Elma topladıkları sırada kız ağaçta o kadar yukarı çıkmış ki değirmenin arkasın da üç farklı renkte akan dere görmüş biri beyaz, biri kırmızı, biri siyahmış elmaları toplayıp aşağı indiğinde değirmenci nineye ye sormuş: -Ninem haberin var mıdır değirmenin arkasında üç renkte su akar ne iştir bu, demiş. Nine hemen anlatmış: -Kader suyudur o, demiş. Ak olan mükemmel güzelliğe ve zenginliğe gider. Kırmızı olan çok çocuklu zengin bir hayata gider. Kara olan ise geldiğin yola seni geri götürür, demiş. Bunları duyan küçük kız değirmene döndüklerinde ablalarını uyandırmaya gitmiş ve ninesinden duyduklarını anlatmış. Ablaları ninenin yemek vermemesi ve uyuttukları yerden şikâyetçi olduklarından kalkar kalmaz hemen küçük kardeşin anlattığı yere gitmişler ve büyük olan yaşı ilerlediği için kırmızı sudan atlamış, ortanca olan ise beyaz sudan atlamış. Bunu gören nine küçük kızı alıp suyun başına gitmiş suyun başına geldiklerinde nine ellerini yüzüne sürmüş ve gencecik bir kadına dönüşmüş. Bunu gören küçük kız aslında ninenin onları sınadıklarını anlamış, nine "Sen hangi sudan atlamak istersin kızım?" diye sorduğunda, kız sadece babasının ve annesinin yanına geri dönmek istediğini söyleyip kara suyu seçmiş. Sudan çıktığında kendini annesinin babasının yanında ama mükemmel bir güzelliğe sahip aynı zamanda zengin bir padişahla evli bulmuş. Ablaları ise ortanca olan bembeyaz saçlara sahip yaşı ilerlemiş ve umduğunu bulamamış, büyük kız ise yüzü kırmızı noktalarla dolu oldukça çirkin bir şekilde çıkmış. Nine en küçük kızı yaptıklarından dolayı ödüllendirmiş.
Değirmenci ve Üç Kız
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş köyün birinde bir adam varmış bu adamın iki karısı varmış ama hiç çocuğu yokmuş. Bir gün Allah’ın izniyle bu adamın iki karısı da aynı anda hamile kalmış ve dokuz ay sonra ikisi de doğum yapmış ve ikisinin de birer kızı olmuş. Bu adamın büyük karısı kızının adını Fatma, küçük karısı ise kızının adını Ayşe koymuş. Fatma ile Ayşe iki, üç yaşlarına gelince Fatma’nın annesi ölmüş ve Fatma yetim kalmış. Zaman ilerledikçe hem babası hem de üvey annesi ona hakaret etmeye, onu ezmeye başlamış. Ayşe ile Fatma büyüyünce anne ve babaları bunları sırayla ineklerin başına göndermeye başlamışlar. Hangisi ineklerin başına gidecekse ona bir yumak yün ve biraz ekmek verirmişler. Akşama kadar yünü diterlermiş. Fatma’nın gideceği gün üvey annesi büyük yün yumağı, bir soğan ve kuru bir ekmek verirmiş akşama kadar o yünü diter sonra inekleri alıp gidermiş evine. Ayşe gideceği zaman ise annesi güzel yiyecekler yağlar, peynirler hazırlar ve küçük bir yün yumağı eline verip yüzünü, gözünü öptükten sonra ineklerin başına gönderirmiş. Fatma’nın annesinin sarı bir ineği varmış Fatma ineklerin başına gideceği zaman adeta Fatma’ya yardımcı olur ineklerin dağılmasını engellermiş ve Fatma ile oyunlar oynarmış, ona arkadaş olurmuş. Ayşe ineklerin başına gideceği zaman diğer inekleri kızdırıp her birini bir tarafa dağıtırmış Ayşe’yi çok fazla yorarmış. Bu böyle günlerce devam edermiş. Bir gün yine sıra Fatma’ya gelmişken bir nine yanına gelmiş onunla konuşmuş, sohbet etmiş sonra başını Fatma’nın dizine koymuş ve “başımda bit var hele o bitleri al ”demiş. Fatma o bitleri toplamış. Bu sırada sarı inek diğer ineklerin dağılmasını engellermiş. Sıra Ayşe’ye gelince o nine yine gelmiş Ayşe ile sohbet ettikten sonra ona başımdaki bitleri alır mısın demiş. Ayşe de benim işim var ineklerim dağılıyor, yerinde durmuyor, vaktim yok benden uzağa git demiş. Nine de Ayşe’ye akşam eve giderken yolunun üzerinde iki dere var, derenin birinde siyah su diğerinde beyaz bir su akıyor giderken o siyah suda yüzünü yıka gün gittikçe güzelleşeceksin, beyazlaşaksın, büyüyeceksin demiş. Ayşe akşam eve giderken ninenin dediği gibi siyah derede yüzünü yıkar. Ertesi gün sıra yine Fatma ‘dayken o nine yine gelir aynı şekilde vakit geçirdikten sonra nine Fatma’ya akşam eve giderken iki dere göreceksin birinde siyah su diğerinde beyaz su akıyor git o beyaz su akan derede yüzünü yıka gittikçe güzelleşecek ve iyi olacaksın demiş. Fatma ninenin dediğini yapmış ve yüzünü o beyaz su akan derede yıkamış. Fatma gün geçtikçe güzelleşmiş, beyazlaşmış Ayşe ise gün geçtikçe çirkinleşmiş, kararmış, erimiş. Fatma uyur gibi yaparken Ayşe’nin annesi Ayşe’ye kızım hayırdır neyin var? Sana ne oluyor? Böyle gün geçtikçe çürüyorsun, rengin değişiyor.  Fatma’ya bak gittikçe güzelleşiyor, serpiliyor oysaki en güzel yiyecekleri sana veriyorum sana küçük yün yumağı verirken Fatma’ya kuru ekmek verip büyük yün yumağı veriyorum demiş. Ayşe de ne yalan söyleyeyim anne ben ineklerin başına gidince Fatma’nın annesinin sarı ineği inekleri dağıtıyor her biri bir tarafa gidiyor beni çok yoruyor akşam eve kendimi zor atıyorum, ayakta duracak halim kalmıyor demiş. Annesi de o zaman biz bir çare bulalım sarı ineği keselim demiş. Bunu duyan Fatma sabaha kadar uyumamış uyanır uyanmaz sarı ineğin yanına gidince ağlayıp akşam konuşulanları anlatmış demiş ki Ayşe’ye huysuzluk yapma inekleri dağıtma seni kesecekler demiş. Sarı inek Fatma sen merak etme ne olursa olsun Ayşe ile annesi beni kesecek ama ben kendi etimi onlara yedirmeyecek kadar kötü yapacağım. Ama sen benim etimi komşulara dağıt de ki annemin hayrına dağıtıyorum siz yedikten sonra kemiklerini atmayın bana geri verin de o kemikleri topla ve ahıra koy üzerine de ot at. İki hafta sonra git bak. Akşam olup eve gidince bir bakmış ki üvey annesi babasına Fatma’nın annesi öldü ama biz onun hayrına hiçbir şey yapmadık demiş babası da madem öyle bir inek alıp keselim hayrına dağıtalım demiş. Üvey annesi hemen söze atılmış bey öyle yapmaya gerek yok Fatma’nın sarı ineğini keselim dağıtalım demiş. Sarı ineği kesip etini parçalara ayırdıktan sonra bir kazana koyup birazını pişirmişler Ayşe ile annesi sevinçle sofraya oturup eti yemeye başlamışlar eti yiyen bakmış ki et yiyilecek gibi değil ekşi ağzından tekrar çıkarmış. Fatma da oturup eti bir güzel yemiş Ayşe ile annesi hayretle onu izlemiş ve demişler ki Fatma ağzının tadını bilmiyor nasıl da yiyor eti neyse yesin belki ölür de ondan kurtuluruz demişler. Ayşe etini yedikten sonra uyumuş sabah olunca üvey annesi eti tepsilere koymuş Fatma’nın eline vermiş ve bunu annenin hayrına köydeki komşulara dağıt demiş. Fatma köyü içine girip etleri dağıtmış ve bunu annemin hayrına dağıtıyorum Allah aşkına yedikten sonra kemikleri atmayın ben gelip alacağım demiş. Komşular da tamam atmayız demişler ertesi gün Fatma gidip tüm kemikleri toplamış ve ahıra koyup üstüne saman koymuş. Aradan iki hafta geçmiş gitmiş bakmış ne görsün: sarı ineğin elbiseleri çok güzel elbiseler, pabuçlar,  altınlar, mücevher, takılar olmuş. Öyle sevinmiş ki takıları sırayla takmaya başlamış ahırda biraz sevinçle gidip geldikten sonra yine onları yerine koyup üzerini örtmüş saklamış. Bir gün yine ineklerin yanından gelirken bir bakmış ki köyden davul zurna sesi geliyor meğerse Paşa’nın büyük oğlunun düğünü varmış. Akşam Ayşe, Ayşe’nin annesi ve babası süslenmişler düğüne gitmek için Fatma’ya da biz düğüne gidiyoruz. Biz gelene kadar evi temizle, bulaşıkları yıka biz eğlenmeye gidiyoruz demişler. Fatma evi çabucak süpürüp bulaşıkları yıkadıktan sonra hemen ahıra gidip o güzel elbiselerden birini ve o kimsenin daha önce giymediği çok güzel pabuçları giymiş. Altınlardan, mücevherlerden takıp düğüne gitmiş. Ayşe ile annesinin uzağında bir yerde oturmuş. O sırada Ayşe annesine anne bak şurada çok güzel bir kız var bu Fatma değil mi demiş. Annesi de saçmalama Fatma çirkin bitlinin biri bu güzel kız o olamaz demiş. Düğün bitince Fatma üvey annesi ve kardeşinden önce ve gitmek için düğünden çıkmış yolda Paşa’nın diğer oğluyla karşılaşmış Paşa’nın oğlu Fatma’nın güzelliğine hayran kalmış ve lal olmuş bir şey diyememiş Fatma da onu görünce çok utanmış ve utancından acele etmiş pabucunun birini orada düşürüp almamış eve gelmiş. Fatma ortadan kaybolunca Paşa’nın oğlunun dili açılmış yerden pabucu alıp bir bakmış ki pabuç çok parlak, çok güzel ve bu pabuç bu kadar güzel sahibi nasıl güzel olmasın. Pabucu alıp hizmetkârlarına verip alın bunu götürün köyün içinde gezdirin, düğüne gelenlerin ayağına bakın gerekirse kapı kapı gezin bakın kimin ayağına olacak demiş. Hizmetkârlar kime baktıysalar kimsenin ayağına olmamış bu pabuç en son Ayşe ile Fatma’nın evine giderler. Ayşe’nin annesi pabucu alıp Ayşe’ye giydirmeye çalışmış Ayşe’nin ayağı çok büyük ve şekilsiz olduğu için ayağına olmamış. Annesi kızını Paşa’nın oğluna yamamak için ne kadar uğraştıysa olmamış. Hizmetkârlardan biri yetim kızını getir de o da denesin demiş. Fatma gelir gelmez pabuç cuk diye ayağına oturmuş. Hemen Paşa’nın oğluna haber vermişler bu pabuç yetim kız Fatma’nın ayağına oldu demişler. Paşa’nın oğlu gelmiş bir bakmış gerçekten de pabuç tam ayağına göre geri dönüp anne ve babasına ne olursa olsun bana o kızı isteyin demiş. Bunlar gidip Fatma’yı istemişler aradan birkaç gün geçmiş köyde düğün dernek kurulmuş, yemekler yapılmış, hayvanlar kesilmiş. Fatma’ya kına yakmışlar. Sabah Paşa’nın annesi akrabaları gidip Fatma’yı getireceği zaman üvey annesi Fatma’nın elbiselerini ondan çıkarıp Ayşe’ye giydirmiş ve Fatma’yı tandıra atıp üzerine sini koymuş. Ayşe’yi hazırlayıp gelin hazır götürebilirsiniz demiş. Bu sırada bir horoz tandırın üstüne çıkıp ötmeye başlamış demiş ki Fatma tandırda Ayşe perdenin arkasında. Ayşe’nin annesi öfkelenerek bu horoz niye bağırıyor? Tutun bunu kesin demiş. Paşa’nın horoz ne dedi de onu kesmek istiyorsun diye sormuş. Horoz kesileceğini anlayınca dile gelip Fatma’nın tandırda olduğunu ve perdenin altındakinin Ayşe olduğunu söylemiş. Paşa’nın annesi gidip bir bakmış ki Fatma gerçekten de tandırda perdenin altındaki de Ayşe. Fatma’yı hemen tandırdan çıkarıp gelinliğe benzer elbisesini giydirip alıp davul zurna ile götürmüşler. Ayşe ile annesinin hilesi tutmamış. Fatma ile Paşa’nın oğlu evlenmiş çok mutlu olmuşlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Öksüz Kız
Erzurum
Doğu Anadolu Bölgesi